6 Mayıs 2007 Pazar

BAKARA SÜRESİ 2.KISIM(Muhammed ESED)

231 Böylece, kadınlarınızı boşadığınızda ve onlar bekleme sürelerinin sonuna yaklaşmak üzere iken onları ya güzellikle alıkoyun ya da güzel bir şekilde bırakın. Ama, arzuları hilafına, eziyet etmek için alıkoymayın: Çünkü, böyle bir davranışta bulunan, (yalnızca) kendisine haksızlık etmiş olur.
Ve Allah'ın [bu] mesajlarını önemsemezlik yapmayın; Allah'ın size lütfettiği nimetleri ve size öğüt için indirdiği vahyi ve hikmeti hatırlayın; Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun, ve bilin ki Allah her şeyin aslını bilir.
232 Kadınları boşadıktan sonra, bekleme sürelerinin sonuna gelmişlerse, aralarında uygun bir şekilde anlaştıkları takdirde başka erkeklerle evlenmelerine engel olmayın. Bu, Allah'a ve Ahiret Günü'ne inanan her biriniz için bir uyarıdır; bu, sizin için en erdemli ve en temiz [yol]dur. Allah her şeyi aslıyla bilir, ama siz bilemezsiniz.
233 Ve [boşanmış] anneler, eğer emzirme müddetini tamamlamak istiyorlarsa, çocuklarına iki tam yıl bakabilirler; onların yeme-içme ve giyimlerini uygun bir şekilde temin etmek, çocuğun babasına düşer. Hiç kimse, taşıyabileceğinden daha fazlasıyla yükümlü tutulamaz: Ne anneye çocuğundan dolayı eziyet çektirilsin, ne de çocuğundan dolayı babasına. Ve [babanın] mirasçısına da aynı görev düşer.
Ve eğer [anne-baba], her ikisi, [anne ile çocuğun] ayrılmasına karşılıklı rıza ve danışma ile karar verirlerse,219 [bundan dolayı] onlara bir günah yoktur; ve eğer çocuğunuzu süt annelere emanet etmeye karar verirseniz, teslim edeceğiniz çocuğun emniyetini uygun bir şekilde sağlamanız şartıyla220 size bir günah yüklenmez. Ama, Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun ve bilin ki Allah tüm yaptıklarınızı görür.
234 İçinizden biri ölür ve ardında kadınlar bırakırsa, yeniden evlenmeleri için221 dört ay on günlük bir bekleme süresi geçirmeleri gerekir; bekleme süresinin sonuna vardıklarında kendileri ile ilgili olarak meşru şekilde ne yaparlarsa yapsınlar bir günah yoktur.222 Ve Allah tüm yaptıklarınızdan haberdardır.
235 Ancak bu kadınlar[dan herhangi birin]e evlenme niyetinizi hissettirmenizde veya açığa vurmadan böyle bir niyet taşımanızda sizin için bir günah yoktur: [Çünkü] Allah, onlara evlenme teklifinde bulunma niyetinizi bilir.223 Ama yine de, onlara karşı duygularınızı gizlilik içinde bildirmek yerine onlarla en uygun ve makul şekilde konuşun; ve emredilen [bekleme süresi] sona ermeden önce evlilik bağını kurmaya kalkışmayın. Unutmayın ki Allah aklınızdan geçenleri bilir. Bu nedenle O'na karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun; ve bilin ki Allah çok affedicidir, çok tahammül (hilm) sahibidir.
236 Henüz dokunmadığınız veya mehir tesbit etmediğiniz kadınları boşamanızda bir günah yoktur;224 ancak [böyle bir durumda bile] onlar için gerekli tedarikleri yapın; imkanları çok olan kendi gücüne, dar olan da [yine] kendi gücüne göre adil şekilde bir tedarikte bulunsun: bu, güzel davranan herkesin225 üzerinde bir yükümlülüktür.
237 Ve eğer dokunmadan önce, ama mehrini kararlaştırdıktan sonra onları boşarsanız, o zaman, kararlaştırdığınızın yarısı[nı verin], ancak onların taleplerinden vazgeçmeleri veya nikah bağını elinde tutanın226 [mehrin yarısı ile ilgili] talebinden vazgeçmesi hali müstesna: Size düşenden vazgeçmeniz, Allah'a karşı sorumluluk bilincine daha uygundur. Ve birbirinize karşı lütufkar davranma[nız gerektiği]ni unutmayın: Doğrusu Allah bütün yaptıklarınızı görür.
238 NAMAZLARINIZA ve namazı en uygun şekilde ifa etmeye227 dikkat edin; ve Allah'ın huzurunda içten bir bağlılıkla durun.
239 Ama eğer tehlikede iseniz, yürürken ve binek [üzerin]de [namazınızı ifa edin];228 tekrar güvenliğe kavuşunca Allah'ı anın, çünkü daha önce bilmediklerinizi size öğreten O'dur.
240 EĞER içinizden biri ölür ve arkasında kadınlar bırakırsa, dul eşlerine, [ölmüş kocalarının evini] terk etmeksizin bir yıllık geçimlerini vasiyet etsinler.229 Ama eğer [kendi arzularıyla] ayrılırlarsa kendileri hakkındaki meşru tasarruflarından dolayı onlara bir günah yoktur.230 Ve Allah kudret ve hikmet sahibidir.
241 Ve boşanmış kadınlar da güzel bir şekilde geçimlerini sağlama [hakkına] sahip olacaklardır:231 Bu, Allah'a karşı sorumluluk bilinci duyan herkes için bir görevdir.
242 Aklınızı kullan[mayı öğren]meniz için Allah size mesajlarını böyle a-çıklıyor.
243 SEN, ÖLÜM korkusuyla yurtlarını terk eden binlerce kişiyi görmedin mi? Ki bu durumda Allah onlara “Ölün!” diye seslenmiş ve sonra da onları hayata geri döndürmüştü.232
Unutmayın ki Allah, insanoğluna karşı lütfunda sınırsızdır, ancak insanların çoğu nankördür.
244 Öyleyse Allah yolunda233 savaşın ve bilin ki Allah her şeyi işiten, her şeyi bilendir.
245 Allah'ın kat kat fazlasıyla geriye ödeyeceği bir güzel borcu O'na verecek olan234 kimdir? Allah alır ve kat kat fazlasıyla geri verir; ve hepiniz sonunda O'na döndürüleceksiniz.
246 Musa'dan sonra İsrailoğulları'nın önde gelenlerinin, peygamberlerinden birine:235 “Bize bir kral tayin et ki Allah yolunda savaşalım!” dediklerini bilmez misin?
O: “Ya savaşmanız emredilir de savaşmaktan kaçınırsanız?” diye sordu.
Onlar: “Biz ve çocuklarımız yurtlarımızdan sürülmüşken Allah yolunda neden savaşmayalım?” diye cevap verdiler.236
Halbuki savaşmak onlara emredilince, birkaçı dışında, uzak durdular; ama Allah zalimleri çok iyi biliyordu.
247 Ve onların peygamberi, toplumunun önde gelenlerine,237 “Bakın,” dedi, “Allah Tâlût'u size kral olarak tayin etti.”
Onlar: “Biz hükümranlığa ondan daha çok layık iken ve ona fazla bir servet de verilmemişken nasıl bizim üzerimizde hüküm sahibi olabilir?” dediler.
[Peygamber] “Bakın,” dedi, “Allah onu sizden daha üstün kılmış ve ona derin bilgi ve mükemmel bir beden bahşetmiştir. Ve Allah, hükümranlığı istediğine verir:238 zira Allah her şeyi kuşatan, her şeyi bilendir.”
248 Ve Peygamberleri onlara: “Bakın, meşru hükümranlığın bir işareti olarak size içinde Rabbiniz tarafından bahşedilmiş bir iç huzuru ile Musa'nın ailesi ve Harun'un ailesinden geriye kalan, meleklerce taşınan mirasın bulunduğu239 bir kalp bağışlanacaktır.240 Eğer [gerçekten] inanıyorsanız, bunda sizin için bir işaret vardır” dedi.
249 Ve Tâlût, kuvvetleriyle yola koyulduğunda “Bakın,” dedi, “Allah sizi şimdi bir nehirle imtihan edecek: ondan içen benden olmayacak, onu tatmaktan sakınan ise benden olacaktır; ondan sadece bir avuç dolusu içen ise affa mazhar olacaktır.”241
Ancak, birkaçı dışında hepsi ondan [dolu dolu] içtiler.
O ve ona inananlar nehri geçer geçmez ötekiler: “Câlût ve kuvvetlerine karşı [koymak için] bugün hiç gücümüz yok!” dediler.
[Ama] kesin olarak Allah'a kavuşacaklarını bilenler: “Nice küçük topluluklar, Allah'ın izniyle büyük kalabalıklara üstün gelmiştir! Zira Allah, güçlüklere karşı sabırlı olanlarla beraberdir.” diye cevap verdiler.
250 Onlar Câlût ve kuvvetleriyle karşı karşıya geldiklerinde, “Ey Rabbimiz! Bize zorluklara tahammül gücü bağışla, adımlarımızı sağlam kıl ve hakikati inkar eden bu topluma karşı bize yardım et!” diye dua ettiler.
251 Bunun üzerine, onları Allah'ın izniyle bozguna uğrattılar, Davud da Câlût'u öldürdü; Allah ona hükümranlık ve hikmet verdi ve istediği şeyin bilgisini öğretti.
Ve eğer Allah, insanlara kendilerini başkalarına karşı savunma gücü vermeseydi242 yeryüzü çürüme ve yozlaşmaya maruz kalırdı: ama Allah bütün âlemlere karşı sınırsız lütuf sahibidir.
252 BUNLAR Allah'ın mesajlarıdır: Biz [ey Peygamber,] hakikati ortaya koyan bu [mesaj]ları sana iletiyoruz: doğrusu sen, bu mesajların emanet edildiği (elçilerden)sin.
253 Bu elçilerin bazılarına diğerlerinden daha fazla meziyetler bahşettik: İçlerinden kimi ile Allah [bizzat] konuşmuş, kimini de daha üst derecelere yükseltmiştir.243 Biz, Meryem oğlu İsa'ya hakikatin tüm kanıtlarını bahşettik ve o'nu kutsal ilham ile244 destekledik.
Ve eğer Allah dileseydi, o [elçiler]den sonra gelenler, kendilerine hakikatin bütün kanıtları geldikten sonra birbirleriyle çatışmazlardı; ancak [vaki olduğu üzere] onlar karşıt görüşlere kapıldılar ve bazıları imana ererken diğerleri hakikati inkara yöneldi. Buna rağmen Allah dileseydi, birbirleriyle çatışmazlardı.245 Ama Allah dilediğini yapar.
254 SİZ EY imana ermiş olanlar! Pazarlığın, dostluğun ve şefaatin geçerli olmayacağı bir Gün246 gelmeden önce size rızık olarak bağışladığımız şeylerden [Bizim yolumuzda] harcayın. Ve bilin ki hakikati inkar edenler zalimlerin tâ kendileridir.
255 ALLAH -O'ndan başka ilah yoktur; Her Zaman Diridir, Bütün Varlıkların Kendi Kendine Yeterli Yegane Kaynağıdır.
Ne uyuklama tutar O'nu, ne de uyku. Yeryüzünde ve göklerde ne varsa O'nundur. O'nun izni olmaksızın nezdinde şefaat edebilecek olan kimdir?
O, insanların gözlerinin önünde olanı da, onlardan gizli tutulanı da247 bilir; oysa O dilemedikçe insanlar O'nun ilminden hiçbir şey edinemez, hiçbir şey kavrayamazlar.
O'nun sonsuz kudreti ve egemenliği248 gökleri ve yeri kaplar ve onların korunup desteklenmesi O'na ağır gelmez. Gerçekten yüce ve büyük olan yalnızca O'dur.
256 DİNDE zorlama yoktur.249
Artık doğru ile yanlış, birbirinden ayrılmıştır: O halde, şeytanî güçlere ve düzenlere250 (uymayı) reddedenler ve Allah'a inananlar, hiçbir zaman kopmayacak en sağlam mesnede tutunmuşlardır: Zira Allah her şeyi işitendir, her şeyi bilendir.
257 Allah inanç sahiplerine yakındır, onları koyu karanlıktan aydınlığa çıkarır; oysa hakikati inkara şartlanmış olanlara yakınlık gösterenler onları aydınlıktan çıkarıp derin karanlığa iten şeytanî güçlerdir: İçinde yaşayıp kalmak üzere ateşe mahkum olanlar da işte böyleleridir.
258 SIRF Allah kendisine hükümdarlık bağışladığı için İbrahim ile Rabbi hakkında münakaşa eden o [hükümdar]dan haberin yok mu?
Hani İbrahim: “Rabbim hayat veren ve ölüm dağıtandır!” demişti.
Hükümdar cevap vermişti: “Ben [de] hayat verir ve ölüm dağıtırım!”
İbrahim: “Allah güneşi doğudan doğdurur; öyleyse sen de batıdan doğdur!” demişti.
Bunun üzerine, hakikati inkara şartlanmış olan o kişi hayretler içinde kaldı: Allah [bile bile] zulüm işleyen251 toplumu hidayete erdirmez.
259 Yoksa [ey insanoğlu, sen,] halkının terk ettiği, çatıları yıkılıp harap olmuş (virane) bir kasabadan geçen [ve]: “Allah bütün bunları öldükten sonra nasıl diriltebilirmiş?”252 diyen o kişi [ile aynı fikirde] misin?253
Bunun üzerine Allah, onu yüzyıl süre ile ölü bırakmış ve sonra tekrar hayata döndürerek sormuştu: “Bu halde ne kadar kaldın?”
O da: “Bu halde bir gün veya bir günden biraz daha az bir süre kaldım” diye cevap vermişti.
[Allah]: “Hayır” dedi, “bu halde bir yüzyıl kaldın! Yiyeceğine ve içeceğine bak -geçen yıllar onları bozmamış- ve eşeğine bak!254 [Biz bütün bunları] insanlara bir ibret olman için [yaptık]. Birde şu [insanların ve hayvanların] kemiklerine bak -onları nasıl birleştirip et ile örttüğümüzü düşün!”255
[Bütün bunlar] ona açıklanınca, “[Şimdi] öğrendim ki” dedi, “Allah her şeye kâdirdir!”
260 Hani İbrahim, “Ey Rabbim! Ölüye nasıl hayat verdiğini bana göster!” demişti.
O da, “Yoksa inancın yok mu?” diye sormuştu.
[İbrahim] cevap vermişti: “Hayır, ama [görmeme izin ver] ki kalbim tamamen mutmain olsun.”
“Öyleyse” demişti Allah, “Dört kuş al ve onlara sana itaat etmeyi öğret;256 sonra onları (etrafındaki) her tepeye ayrı ayrı sal; sonra da çağır: uçarak sana gelecekler. Bil ki Allah her şeye kâdirdir, hikmet sahibidir.”257
261 ALLAH yolunda mallarını harcayanların durumu, kendisinden yedi başak çıkan ve her başakta yüz tane bulunan bir buğday tohumuna benzer: Allah dilediğine kat kat verir; ve Allah her şeyi kuşatan, her şeyi bilendir.
262 Allah yolunda mallarını harcayan ve sonra iyiliklerini başa kakıp [muhtaç kişinin duygularını] inciterek [bu] harcamalarının değerini düşürmeyenler258 mükafatlarını Rableri katında bulacaklar; onlar için artık ne korku vardır, ne de üzüntü.
263 Gönül alıcı bir söz ve başkasının eksiğini gizlemek,259 peşinden incitmenin geldiği bir yardımdan daha hayırlıdır; ve Allah Kendine yeterlidir, tahammül (hilm) Sahibidir.
264 Siz ey imana ermiş olanlar! Servetini gösteriş ve övgü için harcayan, Allah'a ve Ahiret Günü'ne inanmayan kişinin yaptığı gibi, iyiliğinizi başa kakarak ve [muhtaç kimsenin duygularını] inciterek yardımlarınızı değersiz hale sokmayın: Onun hali, üzerinde [biraz] toprak bulunan yumuşak bir kayanın hali gibidir, bir sağanak vurunca onu sert ve çıplak bırakıverir. Bu gibilerin, yaptıkları [hayırlı] işlerinden hiçbir kazançları olmaz: zira Allah, hakikati reddeden bir toplumu hidayete erdirmez.
265 Servetlerini Allah'ın rızasını kazanmak arzusuyla ve kalben mutmain olarak harcayanların durumu [ise], verimli topraklar üzerindeki bahçe gibidir: Bir sağanak vurur, bu sayede ürün iki misli artar; sağanak olmadığı zaman da hafif yağmur [düşer oraya]. Ve Allah yaptığınız her şeyi görür.
266 Sizden biriniz, içinden ırmaklar akan ve çeşit çeşit meyve ile dolu bir hurma ve asma bahçesine sahip olmayı -ama sonra da sadece [bakıma muhtaç] zayıf çocuklarıyla yaşlılığa terkedilmeyi- ve sonra kızgın bir kasırganın bahçeye isabet edip onu tamamen kasıp kavurmasını ister mi?
Belki düşünürsünüz diye Allah mesajlarını size böylece açıklar.
267 Siz ey imana ermiş olanlar! Kazandığınız güzel şeylerden ve topraktan sizin için bitirdiğimiz [ürünler]den başkaları için harcayın; ama harcamak için, size verildiğinde küçümser şekilde bakışlarınızı çevirmeden kabul etmeyeceğiniz bayağı şeyleri seçmeyin. Ve bilin ki Allah kendine yeterlidir, her zaman övgüye layık olandır.
268 Şeytan sizi fakirlik ihtimali ile korkutur ve cimriliği telkin eder. Oysa Allah, size bağışlamasını ve lütfunu vaad eder: Allah kudret ve egemenlikte sınırsızdır, her şeyi bilendir.
269 Dilediğine hikmet bağışlar ve her kime hikmet bağışlanmışsa doğrusu ona en büyük servet verilmiş demektir. Ama derin kavrayış sahipleri dışında kimse bunu düşünüp anlayamaz.
270 Çünkü, başkaları için her ne harcarsanız ve neyi [harcamak için] adarsanız, Allah onu mutlaka bilir. Ve [hayırda bulunmayı engelleyerek] zulüm işleyenler, kendilerine yardım edecek kimse bulamazlar.
271 Yardımları açıktan yapmanız güzeldir; ama muhtaca gizlice vermeniz sizin için daha hayırlı olur ve günahlarınızın bir kısmını bağışlatır. Allah yaptığınız her şeyden haberdardır.
272 [Ey Peygamber,] İnsanları hidayete erdirmek senin işin değil,260 zira ancak Allah, dilediğini hidayete erdirir.
Ve yalnız Allah'ın rızasını kazanmak için harcamanız şartıyla, başkalarına her ne iyilik yaparsanız bu kendi yararınızadır: Çünkü yapacağınız her iyilik size olduğu gibi geri dönecek ve size haksızlık yapılmayacaktır.
273 [Ve] Allah yoluna kendilerini tamamen adamış oldukları için yeryüzünde [rızık aramak niyetiyle] gezip dolaşamayan muhtaçlar[a yardım e-din].261 [Onların durumunun] farkında olmayan, onları zengin zanneder, çünkü [istemekten] çekinirler; [ancak] sen onları [bazı] özelliklerinden tanıyabilirsin: insanlardan arsız bir şekilde is-temekten kaçınırlar. Ve onlara ne iyilik yaparsanız, doğrusu Allah hepsini bilir.
274 Servetlerini [Allah rızası için] gece ve gündüz, gizlice ve açıkça harcayanlar, mükafatlarını Rablerinin katında göreceklerdir: onlara ne korku vardır, ne de üzülürler.
275 FAİZ yiyenler,262 şeytanın çarptığı kimseler gibi davranırlar; çünkü onlar “Alışveriş de bir tür faizdir!”263 derler -halbuki Allah alışverişi helal ve faizi haram kılmıştır. Bu nedenle, kim Rabbinin öğüdünü dinler264 ve hemen [faizden] vazgeçerse, evvelki kazançlarını koruyabilir ve onun hakkında karar vermek artık Allah'a kalır; ona, [faize] geri dönenlere gelince; içinde yaşayıp kalacakları ateşe mahkum olanlar işte böyleleridir.
276 Allah faizli kazançları bereketten mahrum eder, ama karşılıksız yardımları kat kat arttırarak bereketlendirir.265 Allah, inatçı nankörleri ve günahta ısrarlı olanları sevmez.
277 İmana ermiş olanlar, doğru ve yararlı işler yapanlar, namazlarında dikkatli ve devamlı olanlar ve karşılıksız yardımda bulunanlar; işte onlar mükafatlarını Rablerinden alacaklardır ve onlara ne korku vardır, ne de üzülürler.
278 Siz ey imana ermiş olanlar! Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun ve eğer [gerçekten] müminseniz faizden doğan kazançların tümünden vazgeçin;266
279 çünkü eğer böyle yapmazsanız, bilin ki Allah'a ve Elçisine savaş açmış olursunuz. Ama eğer tevbe ederseniz, ana-paranız[ı267 geri almay]a hak kazanırsınız: Böylece ne haksızlık yapmış ne de haksızlığa uğramış olursunuz.
280 Ancak [borçlu] güç durumda ise, rahatlayıncaya kadar ona bir vade verin; eğer bilirseniz, bir karşılık beklemeden [borcu tamamiyle] silmek, sizin kendi iyiliğinize olacaktır.
281 Allah'a döneceğiniz, sonra herkesin kazancının kendisine eksiksiz geri verileceği ve hiç kimsenin haksızlığa uğratılmayacağı Günü aklınızdan çıkarmayın.268
282 SİZ EY imana ermiş olanlar! Ne zaman belli bir vade ile borç verir veya alırsanız269 yazıyla tesbit edin. Bir yazıcı, tarafsız olarak onu kaydetsin. Ve hiçbir yazıcı, Allah'ın ona öğrettiği gibi yazmayı reddetmesin:270 öylece, olduğu gibi yazsın. Borçlanan (taraf taahhüdünü) kaydettirsin, Rabbine karşı sorumluluğunun bilincinde olsun ve taahhüdünden bir şey eksiltmesin.271 Ve eğer borç altına girenin aklî veya bedenî bir zaafı varsa272 veya kendisi (işlemi) kaydettirebilecek durumda değilse, onun menfaatini kollamakla görevli olan kimse, onu adil bir şekilde kaydettirsin. Ve içinizden iki erkek şahit tutun; eğer iki erkek bulunmazsa, kabul edebileceğiniz kimselerden bir erkek ve iki kadını şahit tutun ki onlardan biri hata yaparsa diğeri ona hatırlatabilsin.273 Ve şahitler çağrıldıklarında [şahitlik yapmayı] reddetmesinler.
Küçük olsun büyük olsun, her anlaşma maddesini vade tarihi ile birlikte yazmaya274 üşenmeyin: Bu, Allah nazarında daha adil, kanıtlanma açısından daha güvenilir ve [sonra] sizi şüpheye düşmekten alıkoymakta daha uygun olandır. Ama eğer [aranızdaki muamele,] birbirinize doğrudan doğruya (hemen) devredeceğiniz hazır mallar ile ilgiliyse onu yazmamanızda bir mahzur yoktur.
Ve birbirinizle alış veriş yapacağınız zaman bir şahit bulundurun, ancak (bundan) ne yazıcı ne de şahit bir zarara uğramasın;275 eğer onlara [zarar verici bir iş] yaparsanız, unutmayın ki, bu, sizin için günahkarca bir davranış olacaktır. Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun, çünkü sizi [bu yolla] eğiten Allah'tır ve Allah, her şeyin tüm bilgisine sahiptir.
283 Eğer seyahatte iseniz ve bir yazıcı bulamazsanız, alınmış taahhütler ile yetinilebilir: ancak eğer birbirinize güveniyorsanız, kendisine güven duyulan, bu güvene uygun davransın ve Rabbine karşı sorumluluğunun bilincinde olsun.
Ve şahit olduğunuz şeyi gizlemeyin;276 zira, onu gizleyen kalben vebal altındadır; ve Allah yaptığınız her şeyin tüm bilgisine sahiptir.
284 Göklerdeki ve yerdeki her şey Allah'a aittir. Aklınızdan geçeni açıklasanız da gizleseniz de Allah sizi onun için hesaba çekecektir; ve sonra O, istediğini affedecek, istediğini cezalandıracaktır: Zira Allah her şeye kâdirdir.
285 ELÇİ ve o'nunla birlikte olan müminler, Rabbi tarafından o'na indirilene inanırlar: Hepsi, Allah'a, meleklerine, vahiylerine ve elçilerine inanırlar; O'nun elçilerinden hiç biri arasında ayrım yapmazlar277 ve:
“İşittik ve itaat ettik. Bize mağfiret et ey Rabbimiz, zira bütün yolculukların varış yeri Sensin!” derler.
286 “Allah hiç kimseye taşıyabileceğinden daha fazlasını yüklemez: kişinin yaptığı her iyilik kendi lehinedir, her kötülük de kendi aleyhine.”
“Ey Rabbimiz! Unutur veya bilmeden hata yaparsak bizi sorgulama!”
“Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yükler yükleme!278 Ey Rabbimiz! Güç yetiremeyeceğimiz yükleri bize taşıtma!”
“Ve günahlarımızı affet, bizi bağışla ve rahmetini yağdır üstümüze! Sen Yüce Mevlâmızsın, hakikati inkar eden topluma karşı bize yardım et!”

1 Bazı Kur’an surelerinin başında bulunan ve mukatta‘ât adı verilen harflerin muhtemel anlamları ile ilgili olarak, bu konuya ilişkin çeşitli yaklaşımların tartışıldığı Ek II'ye bakınız.
2 Muttakî'nin “Allah'tan korkan” şeklindeki alışılagelen çevirisi, bu ibarenin olumlu içeriğini yeterli biçimde yansıtmaz -yani, O'nun her zaman ve her yerde hazır olduğunun farkında olmayı ve kişinin bu farkında oluşun ışığı altında kendi varlığını biçimlendirme arzusunu... Öte yandan, bazı çevirmenlerce benimsenen “kötülükten sakınan” veya “sorumluluğu konusunda dikkatli olan” şeklindeki çeviri ise, İlahî sorumluluk bilinci kavramının sadece belirli bir yönünü yansıtır.
3 Ğayb (genellikle ve hatalı olarak “görünmeyen” şeklinde çevrilir), Kur’an'da insanın kavrayış alanının ötesinde bulunan, onu aşan hakikatin tüm safhalarını ifade etmek için kullanılır. Bu nedenle, bilimsel gözlemlerle isbatı veya reddi sözkonusu olamaz veya hatta genel kabul görmüş spekülatif düşünce kategorileri içinde bile yeterli biçimde kapsanamaz. Örneğin, Allah'ın varlığı, evrenin yaratılış amacı, ölümden sonraki hayat, zamanın gerçek mahiyeti, ruhsal güçlerin varlığı ve birbirleriyle ilişkileri vb. gibi... Ancak asıl hakikatin gözlemlenebilen çevreden çok daha fazlasını kapsadığına ikna olan bir kişi, Allah'a imana ve böylece hayatın bir anlamı ve gayesi olduğu inancına ulaşabilir. Kendisinin ancak “insan idrakini aşan olguların varlığına inananlar için bir rehber” olduğuna işaret etmek suretiyle Kur’an, aslında, zihinleri bu temel öncülü kabullenemeyenler için kapısının -zorunlu olarak- kapalı olacağını söylemektedir.
4 Rızk (“geçim aracı”), insan için yararlı olan bütün maddî (gıda, mal, çocuk gibi) veya manevî (bilgi, erdem gibi) şeyleri ifade eder. “Başkaları için harcamak”, burada, Allah'a karşı sorumluluğun bilincinde olmak ve namaz ile birlikte zikredilmiştir; çünkü gerçek erdemlilik, ancak böyle özverili davranışlar yoluyla tam semeresini verir. Unutulmamalıdır ki enfaka (lafzî karşılığıyla, “harcadı”) fiili, Kur’an'da her ne saikle olursa olsun, daima başkası için sınırsızca harcamayı veya ikramda bulunmayı ifade etmek için kullanılmıştır.
5 Bu, Kur’an'ın temel akidelerinden biri olan, ilahî vahyin tarihsel sürekliliği akidesine bir işarettir. Hayat -Kur’an'ın bize öğrettiği üzere- birbiriyle bağlantısız sıçramalar zinciri değil, tersine devamlı ve organik bir süreçtir. Bu kanun, insanın dinî tecrübesini (birikimini) içine alan zihin hayatı için de geçerlidir. Böylece Kur’an'ın vaz‘ettiği din, ancak kendisinden önce gelen ve İslam inancına göre en son ve en mükemmel şekline İslam'da ulaşan büyük tek-tanrılı itikatlar çerçevesinde ele alınması halinde doğru şekilde anlaşılabilir.
6 Çok sık karşılaşılan el-kâfirûn (“hakikati inkar edenler”) terimine karşılık, ellezîne keferû ifadesinde geçmiş zaman kipinin kullanılması, bilinçli bir niyetin varlığını gösterir. Bu sebeple, en uygun karşılık olarak, “hakikati inkara şartlanmış olanlar” şeklinde çevrildi. Bu çeviri, birçok müfessir, özellikle de Zemahşerî tarafından (ki bu ayeti yorumlarken, “küfürlerinde bilinçli olarak ısrar edenler” ifadesini kullanır) desteklenmektedir. Kur’an'ın başka bir yerinde bu insanlar, “kalpleri olup da gerçeği kavrayamayan, gözleri olup da göremeyen, kulakları olup da işitemeyen”ler (7:179) olarak anılırlar. -Küfr (“hakikatin inkarı”) ve kâfir (“hakikati inkar eden kimse”) gibi terimlerin bir açıklaması için bkz. Kur’an vahyinde bu kavramın ilk defa kullanıldığı
74:10 ile ilgili
4. not.
7 Bâtıl inançlara inatla sarılan ve hakikatin sesini dinlemeyi reddeden kişinin zamanla hakikati kavrama yeteneğini kaybedeceği ve “böylece, sonunda kalbinin mühürlenmiş olacağı” (Râğıb) şeklindeki ilahî kanuna bir atıf. Bütün tabiat kanunları Allah tarafından vaz‘edildiğinden -ki bunlara bir bütün olarak sünnetullâh (“Allah'ın kanunu”) adı verilir- bu “mühürleme” Allah'a izafe edilmektedir; oysa bu, insanın hür tercihinin sonucudur, bir “önceden takdir edilme” değildir. Aynı şekilde, bu dünyadaki hayatları sırasında hakikate karşı bilerek kör ve sağır kalmış olanlar için öteki dünyada hazırlanmış olan azap da, onların hür tercihlerinin tabii bir sonucudur; tıpkı öteki dünyadaki mutluluğun, insanın dürüst ve erdemlice davranarak iç aydınlığı ve huzuru elde etmeye yönelmesinin bir sonucu olması gibi... Kur’an'da Allah'ın “mükafat”ına ve “ceza”sına yapılan atıflar bu şekilde anlaşılmalıdır.
8 Yani, Allah'ın ve insanın huzurundaki yalanları ile kendilerine karşı yalanlarından dolayı... Genel olarak kabul edilen görüş, ilk bakışta bu pasajın atıfta bulunduğu kişilerin, Hicret'ten sonraki ilk yıllarda zahiren İslam'a bağlılıklarını ikrar eden, oysa kalben Muhammed (s)'in mesajının gerçekliğine ikna olmamış bulunan Medine münafıkları olduğudur. Ancak, Kur’an'ın hem nüzulü dönemindeki, hem de daha önceki dönemde vuku bulan olaylara yaptığı işaretlerde her zaman görüldüğü gibi, yukarıdaki ayet ve ondan sonra gelen ayetler de genel ve zaman-üstü bir muhtevaya sahiptirler, çünkü manevî sorumluluktan kaçınmak için kendi kendilerini kandırmaya yönelen bütün insanlara atıfta bulunmaktadırlar.
9 Bu, dinî mülahazaların pratik hayata “müdahale”sine karşı olan ve böylece, -çoğu zaman farkında olmadan, “sadece işleri düzelttiği”ne (ıslah) inanarak- daha sonraki ayette işaret edilen sosyal ve ahlakî şaşkınlığa katkıda bulunan insanlara bir atıftır.
10 Lafzen, “Şeytanlarıyla” (şeyâtîn, şeytân'ın çoğulu). Kadîm Arapça'daki kullanımına uygun olarak bu terim, çoğunlukla, “kötülükteki şiddetli ısrarları (temerrüd) nedeniyle şeytanlara benzeyen” insanları ifade eder (Zemahşerî): Bu, yukarıdaki ayet ile ilgili olarak müfessirlerin çoğunluğu tarafından kabul edilen bir yorumdur. Ancak şeytân terimi -ki şetane fiilinden türetilmiştir: “o (doğru ve güzel olan her şeyden) uzaklaştı” (veya “uzaktı”) (Lisânu'l-‘Arab, Tâcu'l-‘Arûs)- Kur’an'da çoğunlukla insanın ruhundaki “şeytanî” (yani, son derece kötü) eğilimleri ve özellikle, hakikate ve maneviyata düşman olan bütün dürtüleri tanımlamak için kullanılmıştır (Râğıb).
11 Lafzen, “Allah onlarla eğlenecek”. Benim çevirim, bu ifadenin genel kabul gören yorumu ile paraleldir.
12 Bunun bariz anlamı şudur: “Ama O, bunu dilemez”. Yani Allah, “hidayete karşılık sapıklığı satın alanlar”ın günün birinde hakikati anlayıp yollarını düzeltebilecekleri ihtimalini dışlamaz. “İşitme ve görme (kabiliyet)leri” ifadesi, insanın fıtrî olarak iyi ile kötüyü ayırd etme yeteneğini ve dolayısıyla, ahlakî sorumluluğunu ifade eden bir mecazdır. Bana göre, “ateş yakan kişiler” kıssasında, bazı insanların, hayatın ve inancın ölçüye ve tahmine gelmeyen yanlarını açıklamanın ve aydınlatmanın bir aracı olarak yalnızca “bilimsel yaklaşım” adı verilen şeye güvenmelerine ve sonuçta, insan aklının kavrayış alanı dışında herhangi bir şeyin bulunabileceğini küstahça reddetmelerine bir atıf vardır. Bu kibirli küstahlık, Kur’an'ın tanımladığı gibi, sahiplerini -ve hakim oldukları toplumları- kaçınılmaz olarak “neredeyse gözlerini alıveren” hayal kırıklığı yıldırımlarına maruz bırakır, yani, ahlakî kavrayışlarını daha da zayıflatır ve “ölümün dehşeti”ni derinleştirir.
13 Lafzen, “Allah'a eşler koşmayın” (endâd, nidd'in çoğulu). Bütün müfessirler, “ortak/eş” teriminin, ister “bizâtihî kendi başına” bir tanrı, isterse sözümona bazı ilahî veya yarı-ilahî güçlere sahip bir azîz olarak telakki edilsin, Allah'ın sıfatlarından tümünün veya bir kısmının izafe edildiği herhangi bir tapınma objesini ifade ettiğinde hemfikirdirler. Bu anlamı da ancak ibarenin yukarıdaki serbest çevirisi verebilirdi.
14 Yani, odak noktasını Allah'ın birliği ve tekliği öğretisinin oluşturduğu mesajın... Bu pasaj, “şüphe” (rayb) kelimesinin kullanılmasıyla, bu surenin başlangıç cümlesini (“Üzerinde hiçbir şüpheye yer olmayan bu ilahî kelâm”) hatırlatmayı amaçlar. Vahyin tedricîliği, nezzelnâ gramatik kalıbı ile yansıtılmıştır -ki tedricîlik, bu bağlamda büyük bir önem taşır. Çünkü Hz. Peygamber'in muhalifleri, Kur’an'ın, bir defada değil de tedrîcen nazil olmasından dolayı ilahî kaynaklı olamayacağını ileri sürmekteydiler (Zemahşerî).
15 Lafzen, “ona benzer bir sure ile gelin ve Allah'tan başka şahitlerinizi de getirin” -yani, “sözde edebî gücünüzün Kur’an'ın herhangi bir parçasına eşit olabileceğini isbat etmek için...” Kur’an'ın başka iki yerinde daha aynı meydan okumayı görürüz (10:38 ve
11:13, ki bu ikinci ayette inançsızlara, aynı değerde on ayet getirmeleri çağrısında bulunulmaktadır); ayrıca bkz.
17:88.
16 Bu, insanın Allah'ı bırakarak yöneldiği bütün tapınma objelerini gösterir; onların güçsüzlüğü ve etkisizliği, taşların cansızlığı ile sembolize edilmektedir; “insanlar” ibaresi ise, burada hakikat çizgisinden sapan insan eylemlerini temsil eder (karş. Menâr I,
197): öteki dünyada, Kur’an'da “cehennem” olarak adlandırılan, inkarcıların şiddetli bir azaba çarptırıldıkları ortamı hatırlatan bir ifade...
17 Lafzen, “ona benzeyen bazı şeyler”. Bu pasaj için, bazısı oldukça spekülatif ve batınî mahiyette birçok yorum yapılmıştır. Bu çeviri tarzını, “bu, daha önce de bize rızık olarak verilen şeyin aynısıdır” cümlesini, “yeryüzündeki hayatımız sırasında iman edip doğru ve yararlı işler yapmamızın karşılığı olarak bize vaad edilen budur” anlamında tefsir eden Muhammed Abduh'a borçluyum (Menâr I,
232 vd.). Diğer bir ifadeyle, insanın bu dünyadaki eylem ve davranışları, onların öteki dünyadaki “meyveleri”ne ya da ürünlerine yansıyacaktır. -Kur’an'ın başka ayetlerinde ifade edildiği gibi “Kim zerre kadar iyilik yapmışsa onu görecek ve kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onu görecektir” (99:7-8). Bir sonraki cümlede “eşler”e yapılan atıflara gelince, zevc (çoğulu ezvâc) teriminin bir çiftin her iki tarafını -yani, hem dişiyi hem de erkeği- ifade ettiğini belirtmek gerekir.
18 Lafzen, “onun fevkinde bir şeyi”; burada vurgulanan, küçüklük vasfının üst derecesidir. Örneğin, birisinin, “filan şahıs insanların en alçağıdır, hatta ondan da fazla” demesi gibi (Zemahşerî). Öteki dünyadaki cennet nimetlerinin ve cehennem azabının anılmasının hemen ardından “Allah'ın verdiği örnekler”den bahsedilmesi, bu tasvirin temsîlî karakterini ortaya koymaktadır.
19 “Allah'a karşı taahhüt” (ki geleneksel olarak “Allah'ın ahdi” diye çevrilir), burada, açıkça, insanın kendisine yaratılıştan verilen aklî ve maddî nimetleri Allah'ın istediği şekilde kullanması yolundaki ahlakî sorumluluğuna işaret eder. Bu sorumluluğun “üstlenilme”si, akıl melekesinden kaynaklanır; ki bu meleke, doğru kullanıldığında, insanı kendi davranışları ile ilgili olarak Allah'ın iradesini tedrîcen kavramaya yöneltir. “Allah'a karşı taahhüt”ün bu şekildeki yorumunu, incelenmekte olan bölümden ne önce ve ne de sonraki ayetlerde herhangi bir özel “ahit”e değinilmemiş olması gerçeği de teyid etmektedir. Bu bağlamda herhangi bir açıklayıcı referansın kasıtlı olarak ihmal edilmiş olması, “Allah'a karşı taahhüt” ifadesinin, bu beşerî durumun temelindeki bir şeyi ifade ettiğini ve bu nedenle, hem bilinçli tecrübe yoluyla hem de içgüdüsel olarak algılanabileceğini gösterir: yani, Allah ile yaratılıştan kurulan ve O'nu “insana şahdamarından daha yakın” (50:16) yapan bir ilişki. Daha sonra “Allah'ın birleştirilmesini emrettiği şey”e yapılan atfın bir açıklaması için bkz. sure
13, not
43.
20 Semâ terimi, başka bir şey üzerine çadır gibi serilmiş herhangi bir şey için kullanılır. Bu nedenle, yer üzerinde kubbe gibi yükselen ve onun adeta çatısını oluşturan görülebilir göklere “semâ” adı verilir. Ve terimin Kur’an'daki asıl anlamı da budur. Daha geniş anlamda ise “kozmik sistem” çağrışımına sahiptir. “Yedi gök” ibaresine gelince, Arapça kullanımında -diğer Semitik dillerde de olduğu gibi- “yedi”nin çoğu kez “birkaç/birçok” kelimesiyle eşanlamlı olduğu unutulmamalıdır (bkz. Lisân'ul-‘Arab). Tıpkı, “yetmiş” veya “yediyüz”ün de, genellikle, “çok” yahut “pek çok” anlamına geldiği gibi (Tâcu'l-‘Arûs). “Her semâ, kendi altında bulunana nisbetle bir semâ'dır” (Râğıb) şeklindeki dilbilimsel tanım ile birlikte ele alındığında, “yedi gök” ifadesinin, kozmik sistemlerin çokluğunun bir işareti olduğu daha iyi anlaşılır. Bu cümlenin başındaki sümme'yi neden “ve” diye çevirdiğimin izahı için bkz. sure
7, not
43'ün ilk kısmı.
21 Genellikle -Arapça'nın yapısı içindeki değişik kullanımlarına yeterince dikkat edilmeden- “vaktiyle” diye çevrilen iz edatının bu bağlamda tek uygun karşılığı, “İşte/ve o zaman” ifadesi olarak görülmektedir. İlk karşılık çoğu zaman doğru görünmesine rağmen, iz edatı, aynı zamanda “âni veya beklenmedik bir şeyin vukuu”nu (karş. Lane I,
39), ya da “söylemdeki âni bir dönüşü/değişikliği” ifade etmek için de kullanılır. Bundan sonraki temsîlî anlatım, insana fıtraten verilmiş muhakeme yeteneği ile ilgili olduğu kadar önceki paragraflarla da mantıken irtibatlıdır.
22 Lafzen, “dünyada bir vâris” ya da “bir halife yaratacağım.” Halîfe terimi -“(başkasının) yerini aldı” anlamındaki halefe fiilinden türemiştir- bu temsîlde de, insanın yeryüzündeki meşru hakimiyetini göstermek için kullanılmıştır; ki bu da, en uygun olarak “yeryüzünde ona sahip çıkacak” şeklinde (mülkiyetinin kendisine emanet edilmiş olması anlamında) çevrilebilir. Bkz. bütün insanlardan yeryüzünün halîfeleri olarak söz edilen
6:165,
27:62 ve
35:39.
23 Lafzen, “bütün isimleri”. Bütün dilbilimcilere göre isim terimi, “bir maddenin, bir eylemin veya bir niteliğin bilgisini temsîl eden ayırd edici ifadeler”e (Lane IV,
1435); felsefe terminolojisinde ise “kavram”a işaret eder. Buradan hareketle, “tüm isimlerin bilgisi”nin, bu anlam örgüsü içinde, mantıkî tanımlama ve dolayısıyla kavramsal düşünme melekesine delalet ettiği sonucuna varabiliriz. Burada “Âdem” ile bütün bir insan soyunun kasdedilmiş olması, daha önce geçen, meleklerin “orada bozgunculuğa ve yozlaşmaya yol açacak birini mi” şeklindeki itirazlarıyla ve ayrıca
7:11 ile iyice pekiştirilmiştir.
24 Yani, safiyetinizden dolayı kendinizi “yeryüzüne sahip çıkma”ya daha layık gördüğünüz iddiasında haklıysanız.
25 İnsanın, kavramsal düşünme yeteneğinden dolayı, bu konuda meleklerden bile üstün olduğunu göstermek için.
26 Kovulan Meleğin (the Fallen Angel) ismi ile ilgili bir açıklama için bkz. sure
7, not
10. Kur’an'da sıkça vurgulanan bu “isyan” olayı, bazı müfessirleri, İblis'in bir melek olamayacağı, çünkü meleklerin günah işleme özelliğine sahip olmadıkları kanaatine vardırmıştır: “Onlar kendilerini büyüklük duygusuna kaptırmazlar... ve kendilerine ne buyurmuşsa onu yaparlar” (16:49-50). Buna karşılık öteki müfessirler, Allah'ın meleklere emri ve İblis'in itaati reddetmesi ile ilgili Kur’ânî beyana işaretle bunun, sözkonusu emir sırasında İblis'in cennet sakinlerinden biri olduğunu kesinlikle gösterdiğini iddia ederler. O halde, İblis'in “isyan”ının tamamiyle sembolik bir anlama sahip bulunduğunu ve aslında Allah tarafından kendisine verilen özel bir fonksiyonun sonucu olduğunu söyleyebiliriz (bkz.
15:41, not
31).
27 Lafzen, “bahçede”. Burada “bahçe” ile neyin kasdedildiği üzerinde müfessirler arasında kayda değer bir görüş farklılığı vardır: dünyevî anlamda bir bahçe mi, öteki dünyada salih insanları bekleyen bir cennet mi, yoksa cennet içindeki bazı özel bahçeler mi? Bazı ilk dönem müfessirlerine göre (bkz. Menâr I,
277) burada dünyevî bir ikamet yeri kasdedilmiştir, yani mutlak bir rahatlık, mutluluk ve suçsuzluk ortamı. Ancak her ne olursa olsun, bu Âdem kıssası,
3:7'de gönderme yapılan temsîllerden biridir.
28 Bu ağaç, Kur’an'ın başka bir yerinde (20:120) “ebedî hayat ağacı” olarak ve Kitâb-ı Mukaddes'de (Tekvîn ii,
9) “hayat ağacı” ve “iyilik ve kötülük bilgisinin ağacı” diye zikredilmiştir. Bu temsîlin muhtemel bir izahı için bkz.
20:120, not
106.
29 Lafzen, “içinde bulundukları durumdan çıkardı”: yani, onları yasaklanmış ağacın meyvesini yemeye teşvik ederek.
30 Bu cümle ile, şimdiye kadar gözlenen ikili hitap şekli çoğula döner; bu da, kıssanın ahlakî tarafının bir bütün olarak insan soyunu ilgilendirdiğinin yeni bir belirtisidir. Keza bkz. sure
7, not
16.
31 Bu pasaj, ilahî vahiy yoluyla insana lütfedilen kesintisiz hidayete atıfta bulunan önceki pasajlarla doğrudan bağlantılıdır. Bu noktada İsrailoğulları'na yapılan gönderme, Kur’an'ın başka pek çok yerinde olduğu gibi, onların dinî inançlarının Kur’an vahyinde doruğa ulaşan tek tanrıcılık kavramının daha önceki safhasını temsîl ettiği gerçeğinden dolayıdır.
32 Tüm milletler arasında yalnız kendilerinin ilahî vahiy ile şereflendirildiklerine dair ısrarlı Yahudi inancına bir atıf. “Küçük bir kazanç”, onların “Allah'ın seçilmiş halkı” oldukları şeklindeki kanaatleridir: bu da, Kur’an'ın müteaddit yerlerde reddettiği bir iddiadır.
33 “Hakkı bâtıl ile örtmek”le, Kur’an'ın sık sık Yahudileri ithamına sebep olan, Kitâb-ı Mukaddes'in metnini tahrif etmeleri kasdedilmiştir -ki bu tahrifat, objektif metin tetkikleri yoluyla da isbatlanmıştır. Öte yandan, “hakikatin gizlenmesi”, Yahudilerin, Kitâb-ı Mukaddes'deki Hz. Musa'nın “Tanrın Rab, sizin için aranızdan, kardeşleriniz içinden tıpkı benim gibi bir peygamber çıkaracak, siz o'nu dinleyeceksiniz” (Tesniye xviii,
15) şeklindeki sözlerini ve bizzat Allah'a izafe edilen: “Kardeşlerin arasından onlara senin gibi bir peygamber göndereceğim ve o'nun ağzına kendi sözlerimi koyacağım” (Tesniye xviii,
18) şeklindeki sözleri gözardı etmelerine veya kasden yanlış yorumlamalarına işaret eder. Açıktır ki İsrailoğulları'nın “kardeş”leri, Araplardır ve özellikle onların musta‘ribe (“Araplaşmış”) gurubudur ki kökleri Hz. İsmail'e ve Hz. İbrahim'e kadar uzanır: ve Arap Peygamberi'nin kendi kabîlesi “Kureyş” de bu guruba mensup olduğundan, yukarıdaki Kitâb-ı Mukaddes ifadeleri o'nun ortaya çıkacağına işaret olarak kabul edilmelidir.
34 İslam Hukuku'nda zekât, kişinin sermayesini ve gelirini (dolayısıyla nefsini) bencillik kirinden temizlemesi anlamına gelen, müslümanlara farz kılınmış zorunlu bir vergiyi ifade eder. Bu verginin hasılatı, esas olarak fakirlere harcanır, ama yalnızca onlara değil. Bu nedenle, ne zaman bu terim belirttiğimiz bu hukukî anlamda kullanılmışsa ben onu “arındırıcı (malî) yükümlülükler” olarak çeviriyorum. Ancak, bu ayet İsrailoğulları'na atıfta bulunduğundan ve yalnızca fakirlere yönelik hayır faaliyetlerini içerdiğinden, onu “sadaka” veya “karşılıksız yardım” olarak çevirmek daha uygun olur. Keza, zekât teriminin, müslümanlarla ilgili olarak kullanılmasına rağmen özel olarak zorunlu vergiyi kasdetmediği bütün örneklerde (vahiy kronolojisinde bu terimin ilk defa geçtiği
73:20 örneğinde olduğu gibi) bu ikinci çeviriyi benimsedim.
35 “Fidye almak” (‘adl), hem vekaleten kefaret (vicarious redemption) olarak adlandırılan Hristiyan doktrinine, hem de Yahudiler'in, “seçilmiş toplum”un -ki onlar kendilerini öyle görürler- Hesap Günü cezadan muaf olacağı şeklindeki saplantılarına açık bir işarettir. Bu her iki düşünce de Kur’an'da kesin olarak reddedilmektedir.
36 Bkz. Çıkış i,
15-16,
22.
37 Altın Buzağı Kıssası,
7:148 vd. ve
20:85 vd.'da daha geniş olarak ele alınmıştır. Yukarıda
50. ayetin atıfta bulunduğu Kızıl Deniz'in geçilmesi olayı konusunda ise bkz.
20:77-78 ile
26:63-66 ve ilgili dipnotları. Hz. Musa'nın Sina Dağı'nda geçirdiği kırk gece (ve gündüz),
7:142'de yeniden zikredilmektedir.
38 Muhammed Abduh, el-furkân'ın, aynı zamanda, “doğruyu yanlıştan ayırd etmemizi sağlayan insan aklı” için de kullanıldığını (Menâr III,
160) söyleyerek ve bu kapsamı geniş yorumunu Bedir Savaşı'nın yevmu'l-furkân (“doğrunun yanlıştan ayrıldığı gün”) olarak tanımlandığı
8:41. ayete dayandırarak el-furkân'ın yukarıdaki anlamını (Taberî, Zemahşerî ve diğer büyük müfessirlerce kabul edilen anlam) desteklemiştir. Furkân terimi, Kur’an'da, çoğunlukla vahyedilmiş metinlerden herhangi birini ve özellikle de Kur’an'ı tanımlamak için kullanıldığından, Abduh tarafından işaret edilen muhtevayı taşıdığı da kuşkusuzdur: mesela,
8:29'da bu terim, Allah'a karşı sorumluluklarının tam olarak bilincinde olan insanları (ötekilerden) ayıran ahlakî değerlendirme melekesine işaret etmektedir.
39 Lafzen, “kendinizi öldürün” veya, bazı müfessirlere göre, “birbirinizi öldürün”. Ancak, muhtemelen Tevrat, Çıkış xxxii,
26-28'deki hikaye üzerine bina edilen bu lafzî yorum, hemen akabindeki tevbeye çağrı ve peşinden bu tevbenin Allah tarafından kabul edildiği ifadesi karşısında ikna edici görünmemektedir. Ben, bu nedenle, Abdülcebbâr tarafından verilen anlamı (bu ayet ile ilgili yorumunda Râzî tarafından nakledilen anlamı) tercih ettim: “Kendinizi öldürün” ifadesi, burada mecazî anlamda, yani, “nefsinizi yok edin” anlamında kullanılmıştır.
40 Kur’an, bu “ceza yıldırımı”nın (sâika) ne şekilde olduğunu anlatmaz. Lugat alimleri bu kelimeye çeşitli anlamlar verirler, ancak hepsi de, taşıdığı ‘âni oluş’ ve şiddet boyutu üzerinde hemfikirdirler (bkz. Lane IV,
1690).