24 Temmuz 2007 Salı

TEKVİR SÜRESİ(MEVDUDİ)

Adı: Sure, ismini ilk ayetinde geçen 'kuvvirat' kelimesinden almıştır. Kuvvirat mâzi-meçhul sigasıdır ve anlamı "dürülmek" demektir. Surede güneşin dürülmesinden sözedildiği için, böyle bir isim almıştır.

Nüzûl zamanı: Muhtevasından ve üslübundan da anlaşılacağı gibi, bu sure Mekke'nin ilk dönemlerinde nâzil olmuştur.

Konu: Bu surede Kıyamet ve Risalet olmak üzere iki konu işlenmiştir. İlk 6 ayette kıyametin ilk safhası açıklanmıştır.

Güneş dürüldüğü zaman, yıldızlar kararıp dağıldığı zaman, dağlar yürütüldüğü zaman, on aylık gebe develer başıboş bırakıldığı zaman (ki bunların Arapların en kıymetli varlıkları olmasına rağmen onlarla ilgilenemiyeceklerdir.) vahşi hayvanlar bir araya toplandığı zaman, denizler kaynatıldığı zaman.

Daha sonraki 7 ayette ise, kıyametin ikinci safhası açıklanmıştır.

Ruhlar bedenlerle birleştiği zaman ve defterler açılıp yayıldığı zaman, insanoğlu yaptıklarından sorguya çekildiği zaman, gökyüzü sıyrılıp açıldığı zaman, cehennem ve cennet insanın gözü önüne yaklaştırıldığı zaman.

Böyle bir tablo çizildikten sonra, düşünmesi için insan kendi kendine bırakılarak, her can ne yapıp getirdiğini bilecektir, diye buyuruluyor. Ardından da Risalet konusu üzerinde durulmuş ve Hz. Muhammed'in (s.a) tebliğ ettiği vahyin, bir mecnunun sözleri ve şeytanın vesveseleri olmadığı bildirilmiştir. Hz. Muhammed (s.a) Allah'ın (c.c.) gönderdiği yüce bir peygamber olarak kutsal emaneti taşımış ve O ufuklarda emaneti aktaranı (Cibril-i Emin) apaçık görmüştür. Şimdi siz bu peygamberden ve O'nun getirdiği vahiyden yüz çevirerek nereye kaçabilirsiniz?

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1 Güneş, köreltildiği1 zaman,

2 Yıldızlar, bulanıklaşıp-döküldüğü zaman,2

3 Dağlar, yürütüldüğü zaman,3

4 Gebe develer, kendi başına terkedildiği zaman,4

5 Vahşi-hayvanlar, bir araya toplandığı zaman,5

6 Denizler, tutuşturulduğu zaman,6

7 O zaman 7 ki nefisler çiftleşir.8

8 Ve 'diri olarak toprağa gömülen kızcağıza' sorulduğu zaman:

9 "Hangi suçtan dolayı öldürüldü?"6

10 Sahifeler (amel defterleri) açıldığı zaman,

11 Gök, sıyrılıp-yüzüldüğü zaman10

12 Cehennem ateşi çılgınca kızıştığı zaman,

13 Cennet de yakınlaştırıldığı zaman,11

14 (Artık her) Nefis, neyi hazırladığını bilip-öğrenmiştir.

AÇIKLAMA

1. Güneşin dürülmesi hakkında kullanılan 'Tekvir', eşsiz bir anlatımın ifadesidir. Arapçada 'Tekvir', dürülmek, sönmek, sarmak anlamına gelir. Örneğin başın üzerine sarığın sarılması şeklinde ifade edilir. Çünkü sarık açık iken dağılır. Bu münasebetle Tekvir, güneş ışınlarının yayılmasına benzetilmiştir. Yani güneş ışınları, sarık gibi dağılmış ve etrafa yayılmıştır. Kıyamet gününde de sarık gibi toplanacak ve o zaman güneş sönecektir.

2. Yani güneş sistemi dağılmış olacak ve yıldızlar sönecektir. Çünkü (kederet) karanlık anlamında kullanılmıştır. Yıldızlar yalnızca dağılmakla kalmayacak, aynı zamanda da söneceklerdir.

3. Başka bir ifadeyle, yerçekimi ortadan kalkacak ve dağlar ağırlıklarını kaybedip, yerlerinden sökülerek yürütüleceklerdir.

4. Araplara kıyamet gününün şiddetini idrak ettirebilmek için, en iyi açıklama tarzı seçilmiştir. Çünkü o zaman bugün olduğu gibi otobüsler, kamyonlar yoktu ve develer Arapların en kıymetli varlıklarıydı. Özellikle gebe develer daha da kıymetliydi. Bunun için Araplar develerine çok iyi bakarlar ve onları kaybolmasınlar diye korurlardı. Develerine ilgisiz kalmak zorunda olmaları demek, o gün çok büyük bir afetle karşı karşıya kalacaklar demektir. Öyleki en kıymetli varlıklarıyla bile ilgilenemeyeceklerdir.

5. Dünyayı genel bir afet sarınca, her türden vahşi hayvanlar bir araya toplanır ve o zaman yılanlar ısıramaz, arslanlar parçalayamaz hale gelirler.

6. Bu ayette "succiret" kelimesi kullanılmıştır. Bu kelime 'tescir' den mazi-meçhul sigasıdır. Tescir, Arapça'da tandır içindeki ateşi tutuşturmak, körüklemek anlamına gelir. Gerçi denizlerin tutuşturulması insana ilk bakışta tuhaf gelebilir ama eğer suyun gerçek yapısını dikkate aldığımız zaman, bunun hiç de tuhaf olmadığını görürüz. Bu öyle bir mucizedir ki, Allah (c.c) suyu iki farklı gazdan (oksijen ve hidrojen) yaratmıştır. Biri (oksijen) ateşin yanması için gereklidir, ikincisi (hidrojen) ise, kendi kendine tutuşarak ateş alır. Bu iki gaz birleştiğinde suyu meydana getirirler ve ateşi söndürücü bir özellik alırlar. Allah Teâlâ işte bu hususa dikkati çekmektedir. Yani bu iki gaz birbirinden ayrıldığında, hidrojen kendi kendine tutuşur ve oksijen de bu ateşi hızlandırır. Zaten bu gazların asıl özellikleri de budur.

7. İnsanlar ölümden sonra tekrardan ruhen ve bedenen diriltileceklerdir.

8. Bu ayetlerden itibaren kıyametin ikinci safhası başlar.

9. Bu ayetler Allah'ın (c.c) nefret ve gazabının ne kadar şiddetli olduğunu göstermektedir. Allah Teâlâ'nın bundan daha fazla nefret ve gazab gösterebileceği tasavvur edilemez adeta.

Allah'ın (c.c.) gözü önünde, kız çocuklarını diri diri gömen anne ve babalar çok büyük bir nefret kazanmışlardır. Allah (c.c.) orada onlarla muhatap olmayacak ve 'Bu masum yavruyu niçin katlettiniz?' diye onlara soru bile sormayacaktır. Onlardan yüzçevirerek, o masum yavruya "senin ne kabahatin vardı ki, seni katlettiler?" diye soracaktır. İşte o zaman masum kız çocuğu uğradığı zulmü, yani anne ve babasının onu nasıl diri diri toprağa gömdüklerini anlatacaktır. Ayrıca bu iki ayette çok önemli iki konu, birkaç kelime ile açıklığa kavuşturulmuştur. Birincisi Araplar'a şu husus anlatılmak isteniyor: "Sizler öylesine sapıklık içindesiniz ki, kendi çocuğunuzu yine kendi ellerinizle diri diri toprağa gömüyor, bunca cehalet ve sapıklığınıza rağmen, Hz. Muhammed'in (s.a) getirdiği hidayeti inkâr ederek ıslah olmayı dahi kabul etmiyorsunuz." İkincisi bu, ahiret ve hesap günü için çok açık bir delildir. Çünkü diri diri toprağa gömülen o çaresiz ve mazlum yavrunun, bu dünyada hiçbir hâmisi ve yardımcısı olmamış, ona insaf ve adalette bulunulmamıştır. Yani cahiliyye toplumu bu çirkin ve korkunç fiile seyirci kalmış, anne ve babası hiç utanmamış ve hiç olmazsa akrabaları dahi müdahalede bulunarak karşı çıkmamışlardır. Kısaca cahiliyye toplumu bu mücrimleri ne kınamış ne de onlara bir ceza vermiştir. Oysa Allah'ın (c.c) saltanatı içerisinde, bu kadar büyük bir zulme uğramış kimselerin haklarının yerini bulmaması mümkün müdür?

Arapların kız çocuklarını diri diri toprağa gömmelerinin çeşitli nedenleri vardı. Birinci neden, mâli-ekonomik idi. Çünkü fakirlikten ötürü aile fertlerinin az olması isteniyordu ve erkek çocuklar büyüdükten sonra aile bütçesine katkıda bulunurlar ümidiyle yetiştiriliyorlardı. Fakat kız çocuklar büyüdükten sonra evlenecekleri için daha küçük yaşta iken öldürülüyorlardı. İkinci neden ise, genel kargaşa ile kabileler arasındaki sürekli savaş idi. Erkek çocuklara, büyüdüklerinde savaş zamanlarında yararlı olmalarından ötürü önem gösteriliyordu. Oysa kız çocukları savaş zamanlarında bir işe yaramadıkları gibi, ayrıca korunmaları da gerekiyordu. İşte bu nedenden dolayı kız çocuklarını daha küçükken öldürüyorlardı. Üçüncüsü Arap kabileleri birbirlerine hiç haber vermeden savaş açarlar ve esir aldıkları kızları ya pazarda satarlar ya da kendileri cariye olarak kullanırlardı. İşte tüm bu nedenlerden ötürü Arapların kadının doğumundan önce bir çukur kazdıkları ve doğan çocuk kız olursa onu çukura atarak diri diri gömdükleri rivayet olunur. Şayet anne yavrusunun gömülmesine karşı çıkar yahut anne tarafından akrabalar mâni olurlarsa baba mecburen bir süre çocuğa bakar ve bir fırsat bulduğunda, kızı çöle götürerek diri diri gömerdi. Bir gün bir müslüman bu çirkin fiili kendisinin işlediğini anlatmıştır.

Bu rivayet Dârimî'nin Süneni'nin 1. babı'nda beyan olunmuştur: 'Bir adam Rasûlullah'a (s.a.) geldi ve cahiliyye döneminde şöyle yaptığını anlattı; "Benim küçük bir kızım vardı ve beni çok severdi. Öyle ki ben onu çağırdığım zaman koşa koşa yanıma gelirdi. Birgün yine ben onu çağırdım ve koşa koşa yanıma geldi. Sonra onu beraberime alarak, yolda rastladığımız bir kuyuya onu elinden tutarak attım. Kulaklarıma gelen son sözleri "babacığım, babacağım" diyen çığlıklarıydı.' Bunları duyunca Rasûlullah'ın (s.a) gözlerinden yaşlar süzüldü. Ve bunun üzerine orada hazır bulunanlardan biri: 'Ey filan! Sen Rasûlullah'ı (s.a.) üzdün' dedi. Rasûlullah (s.a) 'ona engel olmayın, neler hissettiğini anlatsın' diyerek o adama 'bu olayı yeniden anlat' diye buyurdu. O şahıs da bu olayı yeniden anlatınca, Rasûlullah (s.a) mübarek sakalı ıslanıncaya değin ağladı. Daha sonra ona 'cahiliyye döneminde yaptığın için Allah (c.c.) seni affetti. Kendi hayatına yeniden başla' diye buyurdu."

Bunu 'kız çocuklarının katledilmesini kötü kabul eden hiç kimse yoktu' şeklinde anlamamak gerekir. Çünkü bir toplum ne kadar bozulmuş olursa olsun herşeye rağmen iyilik duygularından tamamen yoksun olması düşünülemez. Bunun için, Kur'an, olayı uzun uzun açıklama cihetine gitmemiştir. Sadece dehşet verici ve çok keskin bir tavırla, diri diri toprağa gömülen kız çocuklarına 'sen ne yaptın ki, seni diri diri toprağa gömdüler' diye sorulacağı bir vaktin muhakkak geleceği anlatılmıştır. Arapların cahiliyye dönemlerinde bu çirkin fiilin işlenmesine rağmen, iyi karşılanmadığı da vâkidir. Örneğin Tabârânî'nin bir rivayetine göre şair Ferezdak'ın dedesi Sa'sa bin Naciye el-Mücasi, bir gün Allah'ın (c.c.) elçisine (s.a) "Ya Rasûlallah! Ben cahiliyyede bazı iyi işler de yaptım. Bunlardan birisi ben 360 kız çocuğunu diri diri toprağa gömülmekten kurtardım ve her çocuğu kurtarmak için iki deveyi karşılık olarak verdim. Bana bu iş için de bir mükâfat var mıdır?" Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu: "Evet vardır. Bunun mükâfatı Allah'ın (c.c.) seni İslâm'ın nimetine kavuşturmasıdır."

Gerçekten bu İslâm'ın büyük nimetlerindendir. Öyle ki, Araplar da böyle bir zulme son verdiği gibi ayrıca kız çocuklarının doğmalarının kötü bir hadise ve musibet olduğu, dolayısıyla bu musibete mecburen katlanılması gerektiği anlayışını da ortadan kaldırdı. Bu anlayışın tam aksine İslâm'da kız çocuklarının terbiye edilmesi ve onların iyi birer hanımefendi olarak yetiştirilmesi teşvik edilmiştir. Resûlullah'ın (s.a) kız çocukları hakkındaki düşünce ve inançları nasıl değiştirdiği birçok hadislerle sabittir. Burada örnek olarak birkaç hadisi zikrediyoruz.

- Eğer bir kimse kendisine kız çocuğu verilerek imtihan edilmiş ve o da çocuğuna iyi muamele etmişse, bu ameli onu cehennem ateşinden korur. (Buhari, Müslim)

- Eğer bir kimse iki kız çocuğu büyütmüşse, kıyamet günü onunla benim aram şöyle olacaktır, diyerek Rasûlullah (s.a.) iki parmağını gösterdi. (Müslim)

- Eğer bir kimse üç kız çocuğunu ya da kızkardeşlerini iyi terbiye etmiş ve onlara şefkat göstermiş ve kendisine ihtiyaçları kalmayıncaya kadar büyütmüşse, bu kimse için cennet vacip olur. Bir şahıs, ya Rasûlallah iki çocuğu olsa? dediğinde Rasûlullah (s.a.), evet ona da cennet vacip olur, dedi. Bu hadisi rivayet eden İbni Abbas (r.a) buyuruyor ki, "Eğer bir kimse Rasûlullah'a "bir kız çocuğu?" diye sorsaydı. Ona da aynı cevabı verirdi. (Şerh-us-Sunne)

- Eğer bir kimse, kız çocuğu doğduğunda, onu diri diri toprağa gömmeyerek, onu zelil etmemiş ve erkek çocuklarını ondan üstün tutmamış ise Allah (c.c.) bu adama cenneti nasip edecektir. (Ebu Davud)

- Eğer bir kimsenin üç kız çocuğu doğar ve o da sabrederse, imkânlarına göre onlara iyi bakar, iyi yedirir, iyi giydirirse, kıyamet günü onlar onu cehennem ateşinden korurlar. (Buhari, İbni Mace)

- Eğer bir müslümanın iki kız çocuğu varsa ve o onları iyi yetiştirirse, bu onun cennete girmesine vesile olur. (Buhari, el-edebül-müfred)

-Rasululah Şuraka bin Cûşum'a şöyle buyurdu: "Ben sana en büyük sadakanın ne olduğunu haber vereyim mi?" Şuraka "Söyleyin ya Rasullahlah" dedi. "Kızın boşandıktan veya dul kaldıktan sonra sana gelirse ve senden başka geçimini sağlayan yoksa, ona bakman en büyük sadakadır." (Buharî, el-edebül-müfred)

Bu talimatlar sadece Araplarda değil, İslâm nerelere yayılmışsa oradaki kadın hakkında olan düşünceleri değiştirmiştir.

10. O gün herşeyi açık açık görürsünüz. Çünkü bütün perdeler ortadan kalkacaktır. Yani bugün bütün gözlerden ne gizli kalmışsa, bulutlar, yıldızlar, güneş ve ay ortadan kalktığında hakikat tüm çıplaklığıyla görülecektir.

11. Mahşerde büyük mahkeme kurulduğunda, cehennemin kızgın ateşi ile cennetin nimetleri herkesin gözüönünde bulunacaktır. Yani kötülük yapan kimseler de, iyilik yapan kimseler de orada cennet ve cehennemi bizzat göreceklerdir. Kötülük yapan kimseler, dünyada yaptıkları kötülüklerin onları hangi nimetlerden mahrum ettiğini ve sonlarının nasıl olacağını anlayacaklardır. İyilik yapan kimseler de, cehennem gibi çok kötü bir yerden iyilik yaparak kurtulmuş olduklarını ve cennetin en güzel nimetlerine kavuşacaklarını sevinerek göreceklerdir.

15 Artık hayır; yemin ederim12 (gündüz) sinip (gece) dönen (gezegen)lere,

16 Bir akış içinde yerini alanlara;

17 Kararmağa ilk başladığı zaman, geceye andolsun,

18 Ve nefes13 almağa başladığı zaman, sabaha;

19 Hiç tartışmasız o (Kur'an), üstün onur sahibi olan bir elçinin gerçekten (Allah'tan getirdiği) sözüdür;14

20 (Bu elçi,) Bir güç sahibidir;15 arşın sahibi katında şereflidir.

21 Ona itaat edilir,16 sonra güvenilirdi.17

22 Sizin sahibiniz18 bir deli değildir.

23 Andolsun o (peygamber), onu apaçık bir ufukta görmüştür.19

24 O, gayb (haberlerin)e karşı (söylediklerinden dolayı) suçlanamaz (ya da cimrilikte bulunup kıskançlık yapmaz).20

25 O (Kur'an) da kovulmuş şeytanın sözü değildir.21

26 Şu halde, siz nereye kaçıp-gidiyorsunuz?

27 O (Kur'an), alemler için yalnızca bir zikirdir;

28 Sizden dosdoğru bir yön (istikamet) tutturmak isteyenler için de.22

29 Alemlerin Rabbi olan Allah, dilemedikçe siz dileyemezsiniz.23

AÇIKLAMA

12. Yani sizlerin zannettiği gibi değil. Bu Kur'an bir mecnununun sözleri olmadığı gibi, şeytanın da bir vesvesesi değildir.

13. Burada Allah'ın (c.c.) niçin yemin ettiği daha sonra gelen ayetler ile açıklanıyor. Yani Hz. Muhammed (s.a) bir rüya görmemiştir. Yıldızlar kaybolduktan, gece geçtikten ve güneş ortaya çıktıktan sonra gündüzün aydınlığında gökyüzünde şerefli elçiyi görmüştür. Rasûlullah (s.a) size ne anlatıyorsa, onu bizzat kendisi müşahade ve tecrübe etmiştir.

14. Şerefli bir elçi ile vahy getiren melek kastedilmektedir. Aynı zamanda Allah Teâlâ Rasûlin Kerim ifadesi ile Cibril-i Emin'in mesajı kendinden değil, daha üst bir makamdan getirdiğini vurguluyor. Yani Cibril-i Emin Allah'tan Rasûlullah'a (s.a.) mesajı aktarmaktadır. Hakka-40'ta şöyle buyurulmaktadır. "Şübhesiz o elbette şerefli bir elçinin sözüdür." Buradaki Rasûlin Kerim ifadesi Rasûlullah (s.a) için kullanılmıştır. Bu vahyin Hz. Muhammed'in (s.a.) bir sözü olmadığı, sadece Allah'ın (c.c.) sözünü aktardığı anlamına gelir. Yani Allah'ın (c.c.) Rasûlü sıfatıyla, Muhammed bin Abdullah olarak değil.

Her iki yerde de, şerefli bir elçinin sözüdür ifadesi kullanılmıştır. Bir yerde şerefli elçi ile Allah'tan peygambere mesajı aktarması dolayısıyla Cibril-i Emin kastedilirken, Hakka 40'ta da şerefli elçi'nin Rasûlullah (s.a) olduğu beyan edilmiştir. Buradaki ifade Rasûlullah'ın (s.a) Kur'an'ın kendi uydurduğu anlamına gelmez. Şerefli elçi ifadesinin kullanılmasının nedeni, peygamberin bir Rasûl olarak Allah'ın (c.c.) sözünü aktarmasıdır, Muhammed bin Abdullah olarak değil. Yani 'şerefli bir elçinin sözü' ile birinde Rasûlullah, (s.a.) diğerinde Cibril-i Emin kastedilmektedir. Kısaca Cibril-i Emin Rasûlullah'a (s.a.) aktarmakta, Rasûlullah'ta insanlara tebliğ etmektedir. (Daha fazla izah için bkz. Hakka. an; 22)

15. Necm sûresi 4 ve 5. ayetlerinde bu konu şöyle anlatılmıştır: "O kendisine vahyedilen vahiyden başkası değildir. Onu müthiş kuvvetleri olan öğretti." Cibril-i Emin'in müthiş kuvvetlerinin ne olduğu meselesi müteşabihattandır. Cibril-i Emin'in diğer meleklerden daha seçkin olduğu çok açık bir şekilde bellidir.

Müslim 'Kitab-ul-İman'da Hz. Aişe (r.a)'dan, Rasûlullah'ın (s.a) Cibril-i Emin'i iki defa asıl şekliyle gördüğü ve 'Cibril-i Emin o kadar büyüktü ki, yeryüzü ve gökyüzünü kaplıyordu,' dediği rivayet olunmuştur. Buhari, Müslim, Tirmizi, Müsned-i İmam Ahmet'de, Hz. Abdullah İbn Mesut'tan (r.a) rivayet olunduğuna göre, Rasûlullah (s.a.) Cibril-i Emin'i anlatırken 600 kanadı olduğunu söylemiştir. Bundan Cibril-i Emin'in ne kadar güçlü olduğu anlaşılmaktadır.

16. Yani Cibril-i Emin meleklerin üstünde emir sahibidir.

17. Yani o itimad edilen bir kimsedir.Allah (c.c.) ona nasıl vahyetmişse o hiç eksiltmeden ve kendisinden bir şey katmadan aktarır.

18. Arkadaşınız (Sahibuküm) ifadesi ile Hz. Muhammed (s.a) kastolunmaktadır. Hz. Muhammed'ten arkadaşları olduğu şeklinde bahsedilmesinin nedeni, Mekkeliler için Hz. Muhammed'in (s.a.) yabancı biri olmadığına, çocuklarının bile onu tanıdıklarına dikkat çekmektedir. Hz. Muhammed'in (s.a) ne derece akıl sahibi biri olduğunu biliyorsunuz. O halde böyle birine bile bile mecnun demekten utanmıyor musunuz? (İzah için bkz. Necm: 2-3)

19. Necm sûresinin 7 ve 9. ayetlerinde Rasûlullah'ın (s.a) bu müşahadesi daha ayrıntılı bir biçimde zikredilmiştir. Bkz. Necm. an: 7-8

20. Rasûlullah (s.a.) hiçbir şey saklamadan size, Allah'tan aldığı herşeyi aktarıyor. Allah'ın (c.c.) zâtı, sıfatları hakkında, ölümden sonraki hayat, kıyamet, ahiret, cennet ve cehennem hakkında hiçbir şey eksiltmeden ve saklamadan sizlere beyan etmekte ve bildirmektedir.

21. Şeytan, Muhammed'e vahyediyor şeklindeki düşünceniz yanlıştır. Çünkü şeytan insanı şirk, putperesetlik, dehriyet ve ilhada doğru yönlendirir. Ona Tevhid'i öğretmez ve Tevhid'e doğru da yönlendirmez. Ayrıca insana sorumsuzluk aşıladığı gibi, Allah'ın (c.c.) huzurunda sorumlu bir kişi olarak yaşamaya da teşvik etmez. Kısaca insanı cahiliyye geleneklerinden, zulm, ahlaksızlık ve fuhuştan menederek, pâk ve temiz bir hayata, adalet, takva ve üstün ahlâk'a yönelmesine yardımcı olmaz. (Bkz. Şuara: 210-212, Şuara: an; 130-133 ve ayrıca Şuara: 221-223, Şuara: an; 140-141)

22. Yani bu, tüm insanlık alemi için bir hidayettir. Bu hidayetten ancak Hakka talip olan ve Hakka muhabbet duyan kimseler istifade edebilirler.

23. Bu konu daha önce Müddessir-56 ve İnsan-30'da geçmişti. (Ayrıca bkz. Müddesir: an; 41)

TEKVİR SÜRESİ(Seyyid KUTUB)

1- Güneş dürüldüğü zaman

2- Yıldızlar kararıp dağıldığı zaman

3- Dağlar sökülüp dağıldığı zaman

4- Gebeliğinin onuncu ayındaki develer kendi haline bırakıldığı zaman

5- Yabani hayvanlar bir araya toplandığı zaman

6- Denizler kaynatıldığı zaman

7- Nefisler çiftleştiği zaman

8- Ve sorulduğu zaman o diri diri toprağa gömülen kıza;

9- "Hangi suçtan ötürü gömüldü?" diye

10- Siciller açılıp yayıldığı zaman

11- Gök kubbe yıkıldığı zaman

12- Cehennem kızıştırıldığı zaman

13- Cennet yaklaştırıldığı zaman

14- Herkes ne getirdiğini öğrenecektir.

İşte bu, alışılagelen herşeyin bütünü ile değişiminin sergilenmesidir. Varlığı kuşatan kapsamlı alt üst oluşun tablosudur. Bu değişim gökteki ve yerdeki tüm cansız varlıkları kuşattığı gibi insanlardan uzak yaşayan yırtıcı hayvanları da onlarla yaşayan evcil hayvanları da içine almakta, bütün insanların gönüllerine ve ruhlarına ulaşmakta ve tüm işlerin düzenine el atmaktadır. Öyle ki bu inkılap esnasında gizli olan herşey açığa çıkmakta, bilinmeyen herşey anlaşılıp bilinmekte, sorgu ve ayrılma yerinde her insan daha önceden hazırladığı azığının ve mahsulünün önünde durmaktadır. Etrafındaki herşey kasırgaya tutulmuş, herşey baştan sona alt üst olmuş değişmiştir.

Büyük çaplı bu evrensel olaylar bütünü gösteriyor ki alıştığımız bu kainat güzel uyumu, ölçülü hareketi, değişmez oranlamaları, sağlam yapısı, güç ve ustalıkla bina edilen bu evrenin, evet bütün bu özellikleri ile bu evrenin, nizamının, düzeninin bağı çözülecek. Parçaları etrafa saçılıp yayılacak. Kendisini ayakta tutan şu anki sıfatları ve özellikleri kaybolacak. Belirlenmiş eceline doğru gidip sona erecektir. Bütün yaratıklar orada başka bir şekil alacaktır. Evren, başka evren; hayat başka bir hayat olacaktır. Gerçekten bu Alışılan evrenin gerçeklerinden bambaşka olacaktır.

İşte surenin kalblere ve vicdanlara yerleştirmeyi amaçladığı gerçekte budur. Ta ki insan ne kadar değişmez gibi görünseler de bu geçici görüntülere gönlünü kaptırmasın ve onlardan kopabilsin. Değişmeyen hakikate bağlanabilsin, her şeyin ve her olayın değişip yıkıma uğradığı sırada değişmeyen ve yıkılmayan Allah gerçeğine bağlanabilsin. Gözler önündeki bu evrende bilinen ve Alışılan ölçüler içinde hareket ederken, hiçbir zaman yer, görüş ve duyuşla sınırlanmayan mutlak gerçeğe doğru uzanabilsin. Hiçbir şart ve hiçbir sınırla sınırlı olmayan temel gerçeğe bağlansın, görüntülere ve şekillere değil.

İşte bu, korkunç değişim sahnelerini gözden geçiren gönüllere yerleştirilmek istenen genel duygudur.

Bütün bu varlıklara ilişkin olaylar ve değişimlerin gerçek mahiyetine gelince bunların gerçek bilgisi Allah katındadır. Şu anda onları, duygularımızın ve düşüncelerimizin Alışılagelen sınırlı çerçevesi ile anlamamız mümkün değildir. Çünkü bunlar, gücümüzü aşan gerçeklerdir. Bu değişimler, Alıştığımız değişimlerden çok büyüktür. Sarsıcı, yıkıcı bu depremler, yerin sarsılmasına benzemez. Yerin içinde bir volkanın patlamasına veya yere küçük bir meteorun düşmesi veya yıldırım çarpmasına benzemez. insanların bildiği en büyük su baskını Nuh tufanı idi. Şahit olduğu evrensel olayların en büyüğü ise yüz milyonlarca mil uzakta bulunan güneşte küçük patlamaların meydana gelmesidir.

Bütün bunları kıyamet gününde meydana gelecek olan dehşet verici ve kuşatıcı değişimle karşılaştırdığımızda onlar çocuk oyuncağı gibi kalacaktır!! Bu varlıklarda meydana gelecek değişim gerçek boyutlarını anlama ve kavrama imkanımız olmadığına göre günümüzde bu gerçeği anlamamızı, zihnimize yaklaştıracak bu dünya hayatında Alıştığımız ölçülere ve değerlere başvurmaktan başka çaremiz kalmamaktadır.

Güneşin dürülmesi, onun soğuması, alevlerinin sönmesi şu anda etrafındaki uzaya binlerce mil uzaklıktaki varlıklara gönderdiği ışığının ve ışınlarının sönmesi anlamına gelebilir. Nitekim bu hal güneş tutulması sırasında rasathanelerden rahatlıkla gözlenebilmektedir. On ikibin dereceye ulaşan kızgın sıcaklığın etkisi ile birbirinden bağımsız halde bulunan gazlarının yer küresinin kabuğu gibi bir kabuk bağlayarak soğuması ve donması, etrafa ışık ve ışın gönderemez hale dönüşmesi anlamına gelebilir. Şu anda güneşin sıcaklığı, orada bulunan tüm maddeleri alevlenen gazlara dönüştürülebilir.

Böyle olabilir, başka bir şekilde de olabilir. Ama bu "nasıl olacak, meydana gelmesine sebep olacak faktörler nelerdir?" konusu ise sadece Allah'ın bileceği bir iştir.

Yıldızların dökülmesi, onları bağlayan düzenin çözülmesi, ateşlerinin sönmesi ve ışıklarının kararması anlamına gelebilir. Bu olayın dokunacağı yıldızların hangisi olduğunu Allah daha iyi bilir. Bunlar bizim güneş sistemimize yakın olan bir grup yıldızlar mıdır, yoksa içinde bulunduğumuz galaksideki yüz milyonlarca yıldızlar mıdır, yoksa sayılarını ve yerlerini Allah'tan başka kimsenin bilemediği tüm yıldızlar mıdır? Rasathanelerimizdeki cihazlarımızla gördüğümüz galaksilerin ve boşlukların ötesinde sayısını ve sonunu bilemediğimiz nice galaksiler ve boşluklar bulunmaktadır. Orada da dökülmenin kendisine dokunacağı yıldızlar sözkonusu edilebilir. Nitekim Allah'tan başkasının gerçek mahiyetini bilemediği bu doğru haber de aynı gerçeğe parmak basmaktadır.

Dağların yürütülmesi, onların kökünden sökülmeleri, atılmaları ve havaya savrulmaları anlamına gelebilir. Nitekim başka bir surede şöyle denmektedir: "Ey Muhammed! Sana dağlara ilişkin soru soruyorlar. De ki: `Rabbim onları yerlerinden ufalayıp savurur."(Taha 105) "Dağlar ufalandıkça ufalanıp ta toz duman haline geldiği zaman." (Vakıa 5) "Dağlar yürütülüp, serap oldukları zaman." (Nebe 20) Bu ayetlerin hepsi dağlara isabet edecek olan olaya işaret etmektedir. Bu olay dağların sağlamlığını, köklülüğünü, kenetlenmelerini ve karanlığını alıp götürecektir. Bu olayın başı yere isabet edecek olan ve Kur'an'ın kendisinden şu şekilde söz ettiği sarsıntı ve deprem olabilir. "Yer dehşetle sarsıldıkça sarsıldığı ve içindeki ağırlıklarını dışarıya çıkardığı zaman." (Zilzal 1-2) Bunların hepsi o uzun günde meydana gelecek olaylardır.

"Develer gebeliğinin onuncu ayındaki kendi haline bırakıldığı zaman"

Ayette geçen "işar" kelimesi gebeliğinin onuncu ayına girmiş dişi deve demektir. Bu o dönemde Arapların sahip olduğu en güzel ve en değerli hayvandı. Ve bu halde o develerin en pahalısıydı. Zira bu durumda süt ve yavru vermek üzere idi. Yararı yakındı. İşte bu korkunç olayların meydana geleceği günde bu develer dahi önemsenmez, salıverilir, hiçbir değerleri kalmaz ve hiç kimse onlarla ilgilenmez.

Bu ayetle ilk olarak muhatab olan Arap burada sözü edilen deveyi hayatta eşine rastlanmadığı bir musibete uğramadan salıvermez ve ondan elini çekmezdi!

"Yabani hayvanlar bir araya toplandığı zaman."

Bu yabani ve ürkek hayvanları bile meydana gelen olaylar korkutmuş ve ürkütmüştür. Hepsi bir araya gelip birbirinin yanına sokulmuştur. Dağların ve vadilerin arasında yayılmışken korkudan bir araya gelmişler. Birbirlerinden kaynaklanan korkularını unutmuşlar ve yırtıcı özelliklerini yitirmişlerdir. Şaşkın bir halde önlerine geldikleri şekilde kaçışıyorlardı. Alışageldikleri şekilde inlerine ve yuvalarına sığınmıyorlar, yırtıcı özelliklerinin gereğini yapıp da avlarının peşinden gitmiyorlar. Bu korku ve dehşet sözkonusu hayvanların karakterlerini ve özelliklerini dahi Alıp götürmüştür! Bu durumda insanlar o çetin korku gününde ne yaparlar acaba?!

DENİZLERİN KAYNAMASI

Denizlerin kaynatılmasına gelince, bu onların sularla dolması anlamına gelebilir. Bu sular, yerin ilk oluşumuna ve kabuğunun soğumasına eşlik ettiği ileri sürülen taşkınlara benzer büyük taşkınlardan meydana gelebilir. Nitekim Naziat suresinde bunlardan söz etmiştik. Bu sular aralarındaki engellerin kalkmasına yol açacak depremlerin ve volkan patlamalarının sonucunda onların birbirleri

ne girmesi ile de gerçekleşebilir. Kaynamaların ve patlamaların anlamına da gelebilir. Nitekim başka bir surede deniyor ki: "Denizler patladığı zaman," (İntifar 3) Yani bu onun elementlerinin patlaması ve ondaki hidrojen ve oksijenin birbirinden ayrılmasıdır. Ya da atomun patladığı gibi denizin tüm atomlarının patlamasıdır. Hiç şüphesiz atomların patlaması daha korkunçtur. Denizin kaynatılması, bunlardan başka bir şekilde de olabilir. Bu meydana geldiğinde boyutları tasavvur dahi edilemeyecek büyüklükte korkunç ateşler, denizlerden yükselmeye başlar. Çünkü atom ve hidrojen bombasından belli sayıdaki birkaç atomun patlamasının ne korkunç olaylara yol açtığını bütün dünya bilmektedir. Denizin atomları bu şekilde veya başka bir şekilde patladıkları zaman insanın gücü bu korkunç olayı düşünmekten aciz olur. Bu geniş, uçsuz bucaksız denizlerden yükselen korkunç cehennemi insan zihninde tasavvur bile edemez!

Nefislerin çiftleşmesi ise, insanların tekrar yaratılmasından sonra ruhlarının ve bedenlerinin birleşmeleri anlamına gelebilir. Aynı cinsten olan bütün ruhlar grubunun grup halinde bir bütün içine yerleşmesi de olabilir. Nitekim başka bir surede deniliyor ki: "Siz de üç çift olduğunuz zaman." (Vakıa 7) Yani üç sınıfa ayrıldığınız zaman. Bu üç sınıf da yaklaştırılmış olanlar, sağda kalanlar ve solda kalanlardır. Nefislerin çiftleştirilmesi aynı türden kümelenmeler şeklinde olabilir.

KADININ ONURLANDIRILMASI

"Ve sorulduğu zaman o diri diri toprağa gömülen kız hangi günahı yüzünden öldürüldü? diye."

Cahiliye döneminde insanlığın vicdan düzeyi alçaldığından kız çocuklarını utanma veya fakirlik korkusu ile diri diri toprağa gömme geleneği yaygınlaşmıştı. Kur'an bu gelenekten söz ederken cahiliyenin bu iğrenç yüzüne ışık tutmaktadır. islam Arapları cahiliyenin alçaklığından kurtarmak amacı ile geldiği gibi bütün insanlığı da kurtarmaya gelmiştir. Yüce Allah bu geleneğe ilişkin olarak buyuruyor ki: "Onlardan birine kız çocuğu olduğu müjdesi verildiğinde üzüntüden yüzü simsiyah kesilir. Aldığı kara haberden dolayı tanıdıklarına görünmekten kaçınır. Aşağılanmaya katlanarak onu Alıkoysun mu, yoksa toprağa mı gömsün diye düşünür. Baksana ne kötü hüküm veriyorlar." (Nahl 58-59)

Diğer bir surede buyuruyor ki: "Ama onlardan birine Allah'a isnat ettikleri kız çocuklarının müjdesi geldiğinde üzüntüden dolayı yüzü simsiyah kesilir demek süs ve nimet içinde yetişen ve savaşta fazla bir etkisi olmayan olanı Allah'a yakıştırıyorsunuz öyle mi?" (Zuhruf 17)

Üçüncü bir yerde buyuruyor ki: "Yoksulluk kaygısı ile çocuklarınızı öldürmeyin. Onların da sizin de rızkınızı veren biziz. Onları öldürmek ağır bir suçtur." (İsra 31)

Toprağa gömme olayı, acımasız bir şekilde gerçekleşiyordu. Çünkü kız çocuğu diri olarak gömülüyordu. Bu konuda onlar hayli ileri metodlar geliştirmişlerdi! Onlardan bazıları kız çocuğu olduğu zaman altı yaşına kadar kendisine dokunulmazdı. Sonra annesine derdi ki; "Kızın üstünü bayı yıka, güzel elbiselerini ve süslerini tak. Onu anneannesine götüreceğim." Kızı Alır daha önce çölde kazdığı çukurun yanına götürür. Kuyunun yanına vardıklarında kuyunun içine bak der, sonra onu birden içine iterdi ve üzerine toprak doldururdu. Bazıları ise doğum sırasında sancılar gelmeye başladığında onun annesini, kazılmış bir çukurun yanına götürürlerdi. Doğan çocuk kız ise hemen oraya atılır ve hemen üzerine toprak atılırdı. Erkek olursa Alıp eve getirirlerdi. Bazıları ise kız çocuğunu öldürmemeye niyet eder, her türlü eziyete maruz bırakır, hayvan otlatacak yaşa geldiğinde yünden veya kıldan yapılmış bir aba giydirerek yaylaya gönderir, develerini yaydırırdı.

Kızlarını öldürmeyen ve onları çobanlığa da göndermeyenler ona kötülük ve eziyetin tadını başka şekillerde tattırırlardı. Bu kız evlenip kocası öldüğünde, kocasının en yakını onun üzerine elbisesini atardı. Bu hareketin anlamı, insanların onunla evlenmelerini engellemekti. Ondan sonra hoşuna giderse onunla evlenirdi. Onun isteğine ve iradesine danışılmazdı. Eğer hoşuna gitmezse ölünceye kadar onu bekletir mirasını Alırdı. Bu durumlarda kadın fidye vererek kendisini kurtarma çarelerine de başvurabiliyordu. Bazıları ise kadını boşar ve istediği adamdan başkası ile evlenmemesini şart koşardı. Yoksa evlendiği sırada mehrin hepsini geri alacağını söylerdi. Bazıları ise kocası öldüğünde eşini, küçük bir çocukları için bekletirler, çocuk büyüyünce onu Alırdı. Bazı adamların evinde yetişen yetim kız çocukları olurdu. Onlar hakkında bu adam söz sahibi idi. Onu evlenmekten alıkoyardı. Ya karısı ölüp kendisi onunla evlenirdi veya güzelliğine veya malına göz koyduğu için küçük oğlu ile evlendirir veya karısı öldüğünde onunla evlenirim düşüncesi ile bu yetim kızı evlenmekten alıkoyardı.

İşte cahiliyenin çeşitli açılardan kadına bakış açısı buydu. Ta ki islam gelinceye kadar. islam bu gelenekleri şiddetli şekilde çirkin bulup mahkum etti. Kız çocuklarını öldürmeye son verdi ve bu işi sert biçimde reddetti. Bu konuyu kıyamet gününde kendisinden sorguya çekilecek meseleler arasına soktu. Böyle evrensel yıkımların, yıkılışların dehşetini dile getirirken bu büyüklükte olaylardan biri imiş gibi onu da dile getirmekte ve şöyle demektedir: "Ve sorulduğu zaman diri diri toprağa gömülen kıza; hangi suçtan ötürü gömüldü?' diye" Peki onu gömen adamın hali nice olacaktır?!

Cahili bir ortamda kadının, onur ve şeref kazanması mümkün değildi. Tüm insanlığın onurlandırıldığını ve kadını ile erkeği ile her insana saygı duyulmasını isteyen Allah'ın şeriatı ve sistemi olmasa idi, kadın o halde kalacaktı. İslam her insana yüce ve ulu Allah'ın ruhundan bir soluk taşıdığı için değer kazandırmıştır. İşte kadının şerefi de bu kaynaktan geliyordu. Yani islamın getirdiği değerden. Yoksa çevrenin herhangi bir faktöründen değil.

Yerden değil gökten gelen değerlerle desteklenip insanın doğuşu kadında gerçekleştiğinde, şeref, haysiyet ve itibar elde etti. Kadının değerini ve kıymetini artık aileye karşı sorumluluklarını ve maddi kazanç sağlamasını ölçü alarak değerlendirmek ve onu bu konudaki zayıflığı yüzünden değersiz saymak sözkonusu değildi. Çünkü bu göğün değerlerinden değildi ve göğün ölçüsünde bir ayrılığı yoktu. Asıl önemli olan insanın Allah'a bağlı olan onurlu ruhu idi ve bu konuda kadın ile erkek aynı idi.

Bu dinin Allah tarafından gönderildiğini ve peygamberin getirdiği sistemin vahiy yoluyla ona bildirildiğini ispat etmek gerekirse kadının konumunda meydana gelen bu değişiklik, onun şaşmaz delilleri arasında sayılmalıdır. Çünkü o zaman kadının bu kadar onurlandırılacağını gösteren bir tek işarete dahi rastlanmıyordu. Çevreye hükmeden faktörlerin hiçbiri özellikle iktisadi şartlar buna hiç müsait değildi. Eğer ilahi sistem yeryüzünün tüm etkenlerinden, özellikle cahili çevre şartlarından bağımsız bir şekilde bu gelişmeyi sağlasaydı kadının hali öyle devam edecekti. islam kadının konumunu yeniden belirledi. Kadının bu konumu katıksız semavi değerlerle ve katıksız semavi ölçülerle ilgili idi.

AMEL DEFTERLERİ

"Siciller açılıp yayıldığı zaman."

Bu defterler amel defterleridir. Onların yayılması, açılmaları ve okunmaları gizli kapalı hiçbir şeylerinin kalmaması anlamına gelir. Bu açıklık insanlara daha ağır ve daha zor gelmektedir. Örtülü, kirli nice işler vardır ki bizzat onu işleyen kişilerin onları hatırlamaları dahi kendilerini utandırır. Onların açıklanması halinde titrer. Onların açıklanmasından endişe eder ve onlar karşısında erir! İşte bütün bu gizli kapalı işler o günde yayılacak ve göz önüne serilecektir!

Bu yayılma ve açıklama kıyamet günündeki korku türlerinden biridir. Ayrıca değişimin önemli özelliklerinden biridir. Öyle ki saklı olan ortaya çıkıyor, gizli olan açıklanıyor ve gönüllerde gizli olan dışarıya vuruluyor.

Gönüllerdeki gizliliğin ortaya çıkarılmasının karşısında onun gibi bir sahne evrende de yer Alıyor. "Gök kubbe yıkıldığı zaman." Bu kelimenin ilk çağrıştırdığı şey başımızın üzerinde bulunan şu yüksek kubbedir. Ayette geçen "kuşitat" kavramı göğün yok olması demektir. "bu, nasıl meydana gelir, hangi yolla olur" bu konuda kesin bir şeye ulaşma imkanı yoktur. Ama biz şöyle düşünebiliriz. Bugünkü evrensel şartları değiştiren herhangi bir sebep sonucu insan başını kaldırıp baktığında üstündeki kubbeyi göremeyecektir Çünkü bunu sağlayacak şartlar değişecektir. İşte bu kadarlık bir yorumda yeter.

Bu korkunç ve müthiş günün sahnelenmesine ilişkin son adımda geliyor:

"Cehennem kızıştırıldığı zaman ve cennet yaklaştırıldığı zaman."

Yani cehennem yakılıp kızıştırıldığında, alevleri, ateşi ve sıcaklığı arttırıldığı zaman... Cehennem "nerede nasıl yakılır, nasıl kızdırılır ne ile yakılır?" Bu konuda hiçbir bilgimiz yoktur. Sadece Allah'ın şu sözü hariç: "Onun yakıtı in-sanlar ve taşlardır." (Bakara 24) Bu ise cehennemlikler oraya atıldıktan sonradır. Ondan önce ise onun nasıl olduğunu ve yakıtının ne olduğunu sadece Allah bilir!

Bu sırada cennet yaklaştırılacak. Kendilerine cennet vaadedilenlere görünmeye başlayacak, oraya girmenin kolaylığı, içine dalmanın basitliği ortaya çıkacaktır. Çünkü cennet artık yaklaştırılmış, yakına getirilmiş ve hazırlanmıştır. Sözcük cennetin sanki yavaş yavaş kayıp geldiğini veya ayakların ona doğru kaydığını ifade eder gibidir.

Kainat sisteminde canlıların ve cansızların durumlarında bütün bu korkunç olaylar meydana geldiği sırada herkesin yaptığı işler ve bugün için yaptığı hazırlık hakkında şüphesi kalmaz. Allah'ın huzuruna ne ile geldiği ve hesap için ne hazırladığını çok iyi bilir.

"Herkes ne getirdiğini görecektir."

Her insan bu korkunç günde ne getirdiğini, neyin lehinde, neyin aleyhinde olduğunu bilir. Bu korkuyu kendisini kuşatıp üzerini bürüdüğü zaman bilir, öğrenir. Fakat önceden hazırladığı şeylerin hiçbirini değiştiremez. Ne onları arttırabilir ne de eksiltebilir. Öğrenir fakat artık o Alıştığı, hayatında ve düşüncesinde beraber olduğu her şeyden ayrılmıştır. Kendi dünyasından ayrılmış, dünyası kendisinden kopmuştur artık. Herşey değişmiş, herşey başkalaşmıştır. Değişmeyen ve başkalaşmayan Allah'ın yüce yüzü dışında hiçbir şey kalmamıştır. Gönüllerin Allah'ın yüce yüzüne yönelmeleri ve bütün bir kainatın değişip başka şekil aldığı bir sırada onun yüce yüzünü bulmaları ne güzel olurdu.

Bu vurgu ile birinci bölüm sona eriyor. Artık bu dehşet verici değişim meydana geldiği gönül sahneleri ile insanın gönlü dolup taşmıştır.

Ardından surenin ikinci bölümü gelmektedir. Bu bölüm evrenin güzel sahnelerine yemine dikkat çeken bir işaretle başlıyor. Bunlar için güzel tatlı ifadeler özellikle seçiliyor. Bu vahyin karakterine, onu taşıp getiren elçinin sıfatına, bu vahyi alan peygamberin yapısına ve insanların Allah'ın dilemesi karşısındaki tutumlarına ilişkin yeminlerdir bunlar.



15- Yemin ederim geri kalıp gizlenenlere.

16- Akıp giderken ışık verenlere.

17- Kararan geceye.

18- Soluk almaya başlayan sabaha.

19-Şüphesiz o şerefli bir elçinin sözüdür.

20- Kuvvet sahibidir. Arşın sahibi Allah katında yücedir.

21- Orada kendisine itaat edilir, güvenilir.

22- Arkadaşımız deli değildir.

23- Şüphesiz (Muhammed) onu apaçık ufukta görmüştür.

24- O, gayb hakkında töhmet altında tutulamaz.

25- O, kovulmuş şeytanın sözü değildir.

26- O halde nereye gidiyorsunuz?

27- O alemlere öğütten başka birşey değildir.

28- Sizden düzelmeyi dileyenler için.

29- Ancak alemlerin Rabbi Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz.

Geri dönen akıp giden ve gizlenen kavramlarıyla yıldızlara işaret edilmektedir. Bunlar yörüngelerinde gidip gelen, akıp giden ve gizlenen gezegenlerdir. ifade güzelliği, burada onlara ceylanın hayatına ve hareketine benzeyen güzel ve zarif bir hayat süsü vermektedir. Bunlar akıp giden ve yuvalarında gizlenen, başka bir yoldan geri dönen ceylanların hareketlerini andırmaktadır. Cana yakın, sıcak ifade ile bu gezegenlerin hayat fışkırdığını dile getirmektedir. Onların hareketlerindeki güzelliğe de duygusal açıdan işaret edilmiştir. Gizlenmelerinde ve ortaya çıkmalarında, yollarında ve uzaklaşmalarında, akıp gitmelerinde ve geri dönmelerinde duygusal bir güzellik göze çarpmaktadır. Bunun yanında onu destekleyen musiki güzelliğine ait mesaj yer almaktadır.

"Kararan geceye." Yani karanlık çöktüğü zaman. Fakat buradaki "kararan" sözcüğünde birtakım mesajlar bulunmaktadır. "As'asa" kelimesi iki bölümden oluşmaktadır: As. As. Bu da ses tonu ile bu gecedeki hayata işaret etmektedir. Kişi karanlıklar içinde el yordamı veya ayak hareketleri ile hareket etmeye çalışmaktadır. Fakat bir şeyi görememektedir. Bu gerçekten Hayrete düşüren bir mesaj ve derin anlamlar ifade eden bir işaretin harekete dönüşmesidir.

"Soluk almaya başlayan sabaha." ifadesi de bunun gibidir. Hatta ondan daha canlı ve daha yüklü mesaj taşımaktadır. Sanki sabah nefes Alıp veren bir canlıdır. Nefesleri aydınlık, hayat ve canlı olan herşeye sızan harekettir. Aşağı yukarı kesin söyleyebilirim ki, Arap dili ve edebiyatı bütün ifade ve anlatım gücüne rağmen sabahın bu türden bir ifadesini içermemektedir. Şafağın görünmesi, açık olan kalplere onun bilfiil nefes aldığı duygusunu vermektedir. Sonra bu ifade geliyor, açık olan kalbin hissettiği bu gerçeği tasvir ediyor.

İfade ve tasvirin güzelliğinden zevk alan, herkes "Geri kalıp gizlenenlere, akıp giderken ışık verenlere, kararan geceye, soluk almaya başlayan sabaha:' ilahi sözlerinde duygusal ve ifade açısından büyük bir zenginlik olduğunu farkeder. Değinmekte oldukları evrensel gerçekler bir tarafa bunlar gerçekten güzel, üstün ve zarif bir ifade zenginliğini dile getirmektedir. insanlığın duygularına kat kat duygular katmaktadır. Onların bu evrensel olaylar; bilinçli, duyarlı bir duygu ile karşılamalarını sağlamaktadır.

GÜVENİLİR ELÇİ VE PEYGAMBER

Hayat giydirilen bu evrensel sahnelere dikkat çekilmektedir. Dolayısıyla güzel ve canlı ifadelerle insanın ruhu, onların özüne bağlanmaktadır ki insanın ruhuna sırlarını versin. Onların ardındaki kudrete doğru yönelsin. Kendisine çağrıldığı iman gerçeğinin doğruluğunu dile getirsin. Sonra Hz. Peygamber ile Cebrail gerçeği hatırlanacak ve kabul edilecek en uygun hallerde söz konusu edilmektedir.

"Şüphesiz o şerefli bir elçinin sözüdür. Kuvvet sahibidir. Arş sahibi Allah katında yücedir. Orada kendisine itaat edilir, güvenilir: '

Şüphesiz bu Kur'an ve ahiret günü bu şekilde tanıtılması değerli bir elçinin sözüdür. Bu elçi Cebrail'dir. Kur'an'ı taşıyor ve O'nu tebliğ ediyor. Bu Kur'an'ı O getirip tebliğ ettiği için onun sözü olmuştur.

Bu elçinin, yani Kur'an'ı taşıması ve O'nu tebliğ etmesi için seçilen bu elçinin sıfatlarından söz ediliyor. O Rabbi katında "değerlidir", nitekim "Kuvvet sahibidir." diyen rabbinin kendisidir. Bu ifade de sözü taşımak için belli bir güce sahip olunması gerektiği imajını vermektedir. "Arşın sahibi katındaki yeri yücedir." Derecesi ve makamı yücedir. Kimin katında? Yücelerin yücesi, arşın sahibi katında. Orada, yüceler aleminde sözü geçerlidir. Taşıdığı ve tebliğ ettiği konularda güvenilen, itimat edilendir.

Bu sıfatlar bir bütün olarak bu sözün yüceliğini, büyüklüğünü, üstünlüğünü ifade ettikleri gibi yüce Allah'ın insana ihsanını ve yardımını da dile getirmektedir. İşte bu nedenle yüce Allah, söz konusu mesajı Alıp getirecek ve insanlardan seçilen peygambere vahiy tebliğ edecek bu sıfatların sahibi meleklerden bir elçiyi seçmektedir. Bu gerçekten insanı mahcup edecek bir ilgidir. Halbuki eğer yüce Allah insana ikramda bulunmamış ve onu onurlandırmamış olsaydı o Allah'ın mülkünde hiçbir değer ifade etmezdi.

İşte, sözü taşıyıp getiren ve onu belirlenen kişiye teslim eden elçinin sıfatları. Onu Alıp size bildiren peygambere gelince o "sizin arkadaşınızdır." Uzun bir süre aranızda yaşayan ve gerçekten tanıdığınız bir kişidir. Size gerçeği getirdiğinde size ne oluyor ki, onun hakkında söylenmedik söz bırakmıyorsunuz? Onun dini hakkında çeşitli görüşlere ayrıldınız. Halbuki o "sizin arkadaşınızdır" bilmediğiniz biri değil. Ve O size gayb konusunda söz ettiğinde itimat edilen birisidir.

"Arkadaşınız deli değildir. Şüphesiz onu apaçık ufukta görmüştür. O, gayb hakkında töhmet altında tutùlamaz. O, kovulmuş şeytanın sözü değildir. O halde nereye gidiyorsunuz? O alemlere öğütten başka birşey değildir."

Onlar gerçek anlamda onu tanıyorlardı. Aklı olgunluğunu, doğruluğunu, güvenilir kişiliğini ve kararlılığını bildikleri halde Resul-ü Ekrem hakkında şöyle diyorlardı: "O delinin biridir. Söylediklerini bir şeytan O'na getirmektedir." Bazıları bu sözleri O'na ve mesajına karşı bir tuzak olarak ileri sürüyor. Nitekim bu noktaya parmak basan haberlerde vardır. Bazıları ise şimdiye kadar duymadıkları, Alışmadıkları, insanların sözleri ile kıyaslanmayan, Hayrete ve dehşete kapıldıkları için böyle diyorlardı. Bu konuda "Her şairin bir şeytanı vardır. Ona eşsiz güzellikte sözler getirir. Her kahinin bir şeytanı vardır. Uzakta olan gayb tan ona haber getirir. Şeytan bazı insanlara dokunur, çarpar. Onlar vasıtası ile ilginç sözler söyletir" şeklindeki anlayışlarına ve düşüncelerine dayanıyorlardı. Böylece biricik doğrudan gerçek sebepten uzak düşüyorlardı. Bu gerçek sebep vahiy idi. Alemlerin Rabbi tarafından gönderilen vahiy.

Surenin bu bölümünde Kur'an-ı Kerim onlara eşsiz kainatın güzelliğinden ve güzel sahnelerin canlılığından söz etmektedir. Böylece Kur'an'ın bu güzelliği, eşsiz biçimde yaratan O yaratıcının kudretinden kaynaklandığını kalblere yerleştirsin. Onu taşıyan elçinin ve O'nu tebliğ eden peygamberin sıfatlarından söz etsin. Çünkü Peygamber onların tanıdık arkadaşlarıydı. Deli değildi. Şerefli elçi olan Cebrail'i gerçekten gözleri ile görmüştü. Görmenin tüm şartlarının kesin gerçekleştiği apaçık ufukta O'nu seyretmişti. Hz. Peygamber gayb konusunda güvenilir bir kimse idi. Verdiği haber konusunda ulu orta konuşulamazdı. Çünkü onlar şu ana kadar O'nu doğruluk ve kesin haberin dışında birşeyle tanımamışlardı. "O, kovulmuş şeytanın sözü değildir." Çünkü şeytanlar böyle tutarlı bir sistemi bildiremezlerdi. Yaptıklarını reddederek soruyor: "O halde nereye gidiyorsunuz?" Hükmünüz ve sözünüz konusunda nereye gidiyorsunuz veya hangi tarafa yönelirseniz yönelin karşınıza çıkacak olan gerçeği bırakıp nereye gidiyorsunuz!

"O alemlere öğütten başka bir şey değildir." Var oluşlarının gerçek mahiyetini, yetişmelerinin gerçek yönünü ve çevrelerindeki evrenin gerçekliğini hatırlatan bir öğüt. "Tüm alemler için." O ta ilk aşamadan itibaren evrensel bir çağrıdır. Mekke'de çağrı, kuşatma altında ve itilmiş durumda olduğu halde. Buna benzer Mekke'de inen ayetler bu gerçeğe işaret etmektedirler.

Bu derin anlamlı köklü açıklama yanında hidayet yolunu dileyenler için kolaylaştırıldığı hatırlatılmaktadır. Bu durumda onların sırf kendilerinin sorumlu oldukları belirtilmektedir. Nitekim Allah onlara bu kolaylığı sağlamıştır.

"Sizden düzelmeyi dileyenler için."

Her şüpheyi kaldıran, her tereddüdü çürüten, her mazereti düşüren ve arınmış kalbe doğru yolu gösteren bu açıklamadan sonra kim Allah'a giden yolda hidayet üzere kendini düzeltmek isterse düzeltir. Kim de düzelmezse artık sapıklığından kendisi sorumludur. Çünkü önünde doğrulmasını sağlayacak imkanlar hazır bulunmaktadır.

Gerçek odur ki insanın iç dünyasında ve dış dünyasında hidayete götürücü deliller ve imana yönelten mesajlar gerçekten güçlü, köklü ve ağır etki sahibidir. Kasıtlı bir çaba olmadan kalbin onların baskısından kurtulması çok zordur. Özellikle insan Kur'an'ın mesaj dolu uyarıcı üslubu ve direktifine kulak verdiği zaman.

Bundan sonra Allah'ın yolundan sapanlar, sadece kasıtlı olarak sapmak isteyenlerdir. Hiçbir mazerete ve gerekçeye dayanmadan tabi!

Onlara hidayetin imkanı ve düzelmenin kolaylığı gösterildikten sonra onların dilemelerinin ötesinde bulunan büyük gerçeği dile getirmeye yöneliyor. Bu gerçek herşeyin ardında ve ötesinde işleyen iradenin yüce Allah'ın iradesi olduğu gerçeğidir.

"Alemlerin Rabbi Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz." Bu gerçeği dile getiriyor ki onlar kendi dilemelerinin her şeyin gelip kendisine dayandığı büyük dilemeden ayrı olduğunu anlamasınlar. Zira onlara seçme özgürlüğünün ve hidayet olgunluğunun verilmesi, olmuş ve olacak herşeyi kuşatan bu büyük irade merkezine dayanmaktadır. Ondan kaynaklanmaktadır.

Yaratıkların ve insanların iradelerinden söz edilmesinden sonra Kur'an'ın bu ayetlere yer vermesinden amaç imana dayalı düşünceyi ve onun büyük gerçeği kuşatıcı şeklini oturtmaktır. Bu büyük gerçek, bu varlık alemindeki her şeyin Allah'ın iradesine bağlı olduğu gerçeğidir. Allah'ın insana bir seçme gücü vermesi onun bir bütün halindeki iradesinin bir parçasıdır. Bu da ayrı bir takdir, ayrı bir düzenlemedir. Tıpkı emredildikleri her İşte kesin itaat etmeleri için meleklere izin vermesi ve emredildikleri her görev için yeterli bir güç vermesi gibi. Bu da Allah'ın iradesinin bir yönüdür. Öğretme ve açıklamadan sonra iki yoldan birini seçme gücünü insanlara vermesi gibi.

Bu gerçeğin müminlerin düşüncelerinde iyice yerleşmesi gerekir ki neyin dolaysız olarak hak olduğunu kavrayabilsinler ve en büyük iradeye yönelsinler, sığınsınlar. Yardımı ve başarıyı O'ndan dilesinler. Yol boyunca aldıklarını ve bıraktıklarını ona bağlı olarak belirlesinler!

TEKVİR SÜRESİ(Muhammed GAZALİ)

Tekvîr Sûresi, kıyametten ve insanların büyük hesap için Rablerine dönüşünden söz eden on iki olay üzerine yeminle başlamaktadır.

Bunlar:

1- "Güneş, katlanıp durulduğu zaman;" (Tekvîr: !) Işığının yok olduğu ve karanlığın ortalığı kapladığı zaman..

2- "Yıldızlar, (kararıp) bulanıklaştığı zaman;" (Tekvîr: 2) Yıldızların döküldüğü ve sisteminin bozulduğu zaman..

3- "Dağlar, yürütüldüğü zaman;" (Tekvîr: 3) Dağlar yerle bir olup paramparça olduğu zaman..

4- "Gebe develer, başıboş bırakıldığı zaman;" (Tekvîr: 4) Bulutlar çekilip yağmur yağdırmadığı zaman..

5- "Yabani hayvanlar, bir araya toplatıldığı zaman;" (Tekvîr: 5) Vahşi hayvanlar uzak yerlerden bir araya geldiği zaman..

6- "Denizler, kaynatıldığı zaman;" (Tekvîr: 6)

Denizler kıyılarına taştığı, insan ve hayvanı avlamak için peşlerine düştüğü za­man..

7- "Canlar, birleştirildiği zaman;" (Tekvîr: 7)

Ruhlar bedenlerden ayrıldıktan sonra yeniden bedenlere döndürüldüğü zaman.

8- "Ve sorulduğu zaman o diri dirLtoprağa gömülen kıza, hangi suçtan ötürü öl­dürüldü, diye." (Tekvîr: 8-9)


Bu insanların işlemiş oldukları suçların başlangıcıdır.

9- "Defterler, açılıp yayıldığı zaman;" (Tekvîr: 10) Her insana amel defteri verildiği zaman..

10- "Gök, yerinden oynatıldığı zaman;" (Tekvîr: 31) Göğün alâmetleri silinip ortadan kaldırıldığı zaman..

11- "Cehennem, alevlendirildiği zaman;" (Tekvîr: 12) Cehennem suçluları beklemek için tutuşturulduğu zaman..

12- "Cennet, yaklaştırıldığı zaman;" (Tekvîr: 13) Cennetin nimetleri sâlihlere sunulduğu zaman..

"Her nefis, önceden ne hazırladığını görecektir." (Tekvîr: 14)

Bu âyetler kıyamet öncesi olayları özetlemekte ve insanların amaçlarını belirle­mektedir.

Biz burada dünyanın güneşten küçük, güneşin koca evren içinde çok ufak oldu­ğunu öğrenmiş olduk. Bununla beraber yeryüzü, arşın sorumluluğunu yüklenenlerin, insanoğlunun hatalarına istiğfar ettiği cinsleri bir arada barındırmaktadır. Bunlar ilâ­hî nimetin kendilerine sunulduğu cinslerdir. Böyle olmasına karşın bunlar(insanlar)ın Allah ile olan ilişkileri düzensiz ve Allah'a karşı nankörlükleri fazladır.

Bu sûrede Allah, Kur'ân'ın hak ve Muhammed'in bütün insanlara hidâyet ve rah­met olarak gönderildiği hususunda kendi emrine boyun eğen gezegenlere de yemin ediyor.

"Hayır yemin ederim o geri kalıp (gündüz sinip geceleri gözüken) gizlenenle­re (gezegenlere); akıp gidenlere, dönüp saklananlara, sırtını dönen (kararmaya başlayan) geceye, soluk almaya (ağarmaya) başlayan sabaha. Hiç tartışmasız o (Kur'ân), üstün onur sahibi olan bir elçinin gerçekten (Allah'tan getirdiği) sö­züdür." (Tekvîr: 15-19)

Allah, evrenin büyüklüğü ile vahyin ihtişamı üzerine yemin etmiştir. Çünkü ev­ren ve vahiy, Allah'ın âyetleridir. Evren Allah'ın susan âyeti, vahiy ise konuşan âye­tidir.

Kur'ân eşsiz bir kitaptır. O'nu okurken yeryüzü ile diğer gezegenler arasında de­rin bir ilişkinin varlığım hissedersin. Bunlarla Yüce Yaratıcı arasında ayrılmaz bir bağ vardır.

Âyetler, Cibril'den yani Rûhu'l-Kudüs'ten söz etmiş, O'nun Allah katında güve­nilir, şerefli bir mevki sahibi melek olduğunu açıklamıştır.


"(Bu elçi) bir güç sahibidir. Arşın sahibi katında şereflidir. Orada sayılan, güve­nilendir." (Tekvîr: 20-21)

Bu, Muhammed'e vahiy taşıyan bir melektir. Bu meleğin taşıdığı vahyi Muham­med (s.a.v), insanlara tebliğ etmiş, vahyin boyası ile boyanmış, ahlakıyla ahlâklan-mış, karşı gelenlere bununla mücâdele vermiş ve doğuya ve batıya ulaşan devleti bu­nunla kurmuştur.

Tekvîr Sûresi, ilk nazil olan sûrelerdendir. Bununla birlikte risâletin evrenselliği­ni vurgulamış ve kendisini inkâr eden Mekke'deki bir grubu kınamıştır.

"O halde nereye gidiyorsunuz? O (Kur'ân), ancak aranızda doğru yola girmeyi dileyene ve âlemlere bir öğüttür." (Tekvîr: 26-28)

İnsanoğlu çürük olmayan sağlam tohum ektiği zaman Allah o ekilen tohumu bü­yütüp olgunlaştıracaktır. Kim elma ekmişse Allah onu soğan olarak bitirmemiştir. Herkes ektiğini biçer.

TEKVİR SÜRESİ(Elmalılı Hamdi YAZIR)

Sûresi denilir. Mekke'de inmiştir.

Âyetleri : Yirmidokuz.

Kelimeleri : Yüz otuz dokuz.

Harfleri : Beşyüz otuzüç.

Fasılası : harfleridir.

İmam Ahmed, Tirmizî ve Hâkim'in İbnü Ömer (r.a)'den rivayet ettiklerine göre Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Her kim Kıyamet gününe gözüyle görüyormuş gibi bakmayı arzu ederse ve sûrelerini okusun."

Meâl-i Şerifi

1- Güneş katlanıp dürüldüğünde,

2- Yıldızlar bulandığında,

3- Dağlar yürütüldüğünde,

4- Kıyılmaz mallar bırakıldığında,

5- Vahşi hayvanlar bir araya toplandığında,

6- Denizler ateşlendiğinde (suları çekilip, volkanlar halinde ateş püskürdüğünde),

7- Nefisler eşleştirildiğinde (iyiler iyilerle, kötüler kötülerle bir araya toplandığında),

8- Diri diri toprağa gömülen kıza sorulduğunda,

9- "Hangi günahtan dolayı öldürüldü?" diye.

10- Amel defterleri açıldığında,

11- Gök sıyrılıp açıldığında,

12- Cehennem kızıştırıldığında,

13- Ve cennet yaklaştırıldığında,

14- Herkes ne getirmiş olduğunu anlar.

15- Şimdi yemin ederim o sinenlere (gündüzleri gözden kaybolan yıldızlara),

16- O akıp akıp yuvasına gidenlere,

17- Yöneldiği an geceye,

18- Nefeslendiği (ağardığı) an sabaha ki,

19- Kuşkusuz o Kur'an, değerli bir elçinin sözüdür.

20- O elçi güçlüdür, Arş'ın sahibinin yanında çok itibarlıdır.

21- Orada ona itaat edilir, güvenilir.

22- Arkadaşınızı cin çarpmış değildir.

23- Andolsun o, Cebrail'i açık ufukta gördü.

24- O, gayb hakkında cimri de değildir.

25- O, kovulmuş bir şeytanın sözü değildir.

26- Hâl böyle iken, siz nereye gidiyorsunuz?

27- O, âlemler için öğütten başka bir şey değildir,

28- İçinizden doğr u gitmek isteyenler için.

29- Âlemlerin Rabbi olan Allah dilemeyince, siz dileyemezsiniz.

O güneş dürüldüğü vakit. Burada zaman edatı olan ile oniki olay zikredilmiş, cevabında "Her nefis ne getirdiğini bilecektir." denilmiştir.

Bu on iki olay şunlardır: 1. Güneşin dürülmesi, 2. Yıldızların bulanması, 3. Dağların yürütülmesi, 4. Kıyılmaz malların bırakılması, 5. Vahşi hayvanların toplanması, 6. Denizlerin ateşlenmesi, 7. Nefislerin eşleştirilmesi, 8. Diri diri gömülen kıza sorulması, 9. Amel defterlerinin açılması, 10. Göğün sıyrılıp açılması, 11. Cehennemin kızıştırılması, 12. Cennetin yaklaştırılması.

Bunlar bir kısmı ilk üfürme ile dünyada, bir kısmı ikinci üfürme ile ahirette olmak üzere kıyamet gününün en korkunç manzaraları ve anlarıdır.

1. GÜNEŞİN DÜRÜLMESİ: Tekvir aslında yuvarlak şekle sokmak ve toplamak mânâlarıyla ilgili olarak sarık sarar gibi yuvarlanmasına dürüp sarmak ve bohçalamak mânâsınadır. Bir de bizim devirmek ve kürümek dediğimiz gibi yıkıp atmak mânâsına gelir. Razî tefsirinde yazıldığı üzere bazıları Hz. Ömer'den gelen bir rivayete dayanarak kör etmek körletmek mânâsına olduğunu da söylemişlerdir. Bunların mechûl (edilgen) şekli olarak tekvir olunmak da dürülüp sarılmak veya devşirilip atılmak veya kör letilmek demek olur.

Güneşin dürülmesi iki mânâda anlaşılabilir.

Birisi, uzaktan düz görünen güneş yuvarlağının etrafı kabuk bağlayıp bir bohça gibi sarılarak ışığının sönmesi ve körlenmesi demek olur ki bu hakikattır. Veya güneş tutulduğu zaman olduğu gibi gözden kaybolmasıdır. Bu da mecazdır.

İkincisi, güneş kütlesinin bizzat kendisinin ortadan kaldırılıp atılması demek olur ki, bu mecazi bir mânâdır. Zira bir elbise kaldırılacağı zaman dürülüp de kaldırılmak âdet olduğundan, dürülmek, gerekli olma ilgisiyle, yok etme mânâsından mecaz olur. Tekvirin ikinci mânâsı olan yıkıp atmak, bu mânâda

hakikat demektir. Üçüncü mânâ olan köreltmek ise, öncekinin aynı demektir.

Şu halde "tekvir-i şems" şu iki mânâdan birini taşımaktadır. Ya ışığının sönmesi veya kütlesinin kaldırılıp görünmez olması. Onun için tefsirler de başlıca bu iki mânâ üzerinde yürümüşlerdir.

Konuyla ilgili rivayetler:

İbnü Abbas'tan gelen bir rivayette tekvir-i şems, güneşin Arş'a katılması, bir rivayyette de karanlık olmasıdır.

Mücahid, Katade ve Hasen'den: Işığının gitmesidir. Yine Mücahid'den gelen bir rivayette, çöküp yok olmasıdır.

Rebi' b. Heysem'den: Güneşin atılmasıdır.

Ebu Salih'ten: Ters döndürülmesidir.

Kurtubî de şöyle der: Başa sarık dolanır gibi dürülür, sonra ışığı giderilir, sonra da atılır.

Güneşin, ışığının sönmesi suretiyle tekviri, onda yerkürenin döşenmesi gibi bir kabuk tabakasının oluşması ve dolayısıyla yeni ve büyük bir yerkürenin oluşturulması demek olacağına göre, daha büyük bir güneş yaratıldığı takdirde orada da yerküremizdekine benzer fakat çok geniş bir yaşama yeri başlamış olabilirse de o güneşi hiç nazar-ı itibara almadan bildiğimiz güneşin gerek sönmesi ve gerekse kütlesinin yok edilip giderilmesi anında y erküremizdeki hayatın ve güneşten ışık alan gezegenlerin derhal söneceği açıktır. İşte evvela bu dehşeti ifade ediyor. Bununla beraber bu tekvir, biz insanların dışında olan bir olay olduğu gibi, sırf içimizdeymiş gibi bir nitelikte de olabilir. Hele hayat ve eşyanın bizim üzerimizde bıraktığı iz ve görüntü özellikle ruhumuzun yetenek ve faaliyetleriyle ilgili olmasına göre, ruhların bedenlerinden ayrılması halinde de "tekvir-i şems" meydana gelmiş olur.

2. 2. YILDIZLARIN BULANMASI: Yıldızlar bulandığı

zaman. İnkidâr, bulanmaktır. Bunda da iki mânâ rivayet edilmiştir.

Birisi, nurlarının parlaklığı bozulup sönmesi, silinmesi, "Yıldızlar silindiği vakit." (Mürselat, 77/8) âyeti de bunu açıkça göstermektedir.

Birisi de, "Yıldızlar döküldüğü vakit."(İnfitar, 82/2) buyrulduğu üzere saçılıp dökülmeleridir. Buhârî yalnız bunu rivayet etmiş, tefsirciler de çoğunlukla bunu tercih etmişlerdir. Râzi şöyle der: Çünkü inkidârda asıl olan dökülmektir. İmam Halil demiştir ki: "Ard arda gelip d öküldüler" mânâsına denilir. Kelbî de şöyle demiştir: O gün gök yıldız yağdıracak, gökte yıldız kalmayıp düşecektir. Mülk Sûresi'nde geçtiği üzere Atâ demiştir ki: Çünkü yıldızlar, gök ile yer arasında kandillerde nurdan zincirlerle asılıdır. Bu zincirl er meleklerin ellerindedir. Gök ve yerde bulunanlar ölünce o zincirler meleklerin ellerinden düşecektir.

Bunları bizim anlayabileceğimiz şekilde ifade edecek olursak şöyle demek olur: Güneşin ışığı söndüğü zaman kuşku yok ki Ay ve gezegenler gibi ondan ışık alan yıldızlar tamamen bulanıp sönecektir. Sonra güneş küresi yani güneşin kütlesi patlayıp atılarak yok olduğu zaman da cisimlerin dengesini tutan ve nurdan zincirler diye tabir edilmiş bulunan genel cazibe ve çekim yok olarak âlemin dengesi bozu l muş olacağından gökte yıldızlar alev yağmurları halinde dökülüp düşüşmeye başlayacaktır.

Türkçe'de "bulanma" tabiri, inkidâr kelimesi gibi, yukarda anlatılan iki mânâyı da ifade edebileceği kanaatiyle meâlde "yıldızlar bulandığı zaman" denilmekle de bu mânâlar anlaşılabilir zannederim.

3. 3. DAĞLARIN YÜRÜTÜLMESİ: Dağlar yürütüldüğü zaman yerkürenin zelzele ve depremle sarsılıp patlayarak dağların yün gibi atıldığı, yerleri serap gibi olmak üzere başlar üzerinden geçen bulutlar gibi göğe fırlatılıp toz halinde serpildiği andır. (Hâkka Sûresi'nde geçen "yer ve dağlar kaldırıldı"(Hâkka, 69/14) âyetinin tefsirine bkz.)

Ecel gelip de ilâhî hikmet dünyada yaşayanların yaşadığı âlemin yıkılmasını, yer ve gök düzeninin başka bir düzene değişmesini gerektirdiği zaman bunlar olacak ve o değişim ile varılacak olan diğer âlemde bu kütle ve cisimler kalmıyacak, başka bir düzen kurulacaktır.

Düşünmeli ki Güneşin dürüldüğü, yıldızların bulanıp döküldüğü ve

ve yerkürenin parçalanıp dağlarının yürütüldüğü bu zamanlarda hayatta olanları ne büyük bir korku ve dehşet saracaktır. Hiç kuşku yok ki o zaman en kıymetli mallar boş bırakılacaktır. Onun için:

4. 4. KIYILMAZ MALLARIN BIRAKILMASI: Kıyılmaz mallar bırakıldığı zaman. İşâr, uşerâ kelimesinin çoğuludur. Nifâs ve nüfesa gibidir. Uşerâ, "onlarlı" demek gibi olup Araplar on aylık gebe deveye doğuruncaya kadar bu adı verirler. Onlara göre bunlar, kendilerinin en kıymetli mallarıdır. Bu şekilde bunun çoğulu olan ışâr sürüsü bazı yeni doğurmuş, bazısı doğurmak üzere bulunan ve en çok bakılması, gözetilmesi gereken en kıyılmaz mallar demek olur.

Bunların bırakılmasından maksat ise çobansız, bakımsız, başıboş bırakılıvermesidir. Zira yüz gösteren korkunç kıyamet olayları içinde sahipleri böyle en kıymetli mallarını bile başıboş bırakırlar. Çünkü o gün, "O günde ne mal fayda verir ne oğullar. Ancak Allah'a selim bir kalp ile varan başka." (Şuara, 26/89) diye nitelenen bir gündür.

Razî'nin yazdığına göre bazıları, âyette sözü edilen "ta'til-i ışâr"ın, bulutların kurumasından, yağmurların kesilmesinden kinaye olduğunu söylemişlerdir. Çünkü Araplar bulutu, yağmur yüklü olduğu için hamilelere benzetirler. Bu mânâ mecaz olmakla beraber dağların yürütülmesiyle münasebeti de vardır.

Alû sî'nin nakline göre, bazıları da, "ziraat olunur, öşrü, vergisi alınır arazi", bazıları ise, "diyâr" yani yurtlar demiştir.

Bunlar kıymetli, kıyılmaz malların bırakılması mânâsı içinde vardır.

Kurtubî demiştir ki: Kelâm, durumun dehşetini tasvir için temsil üzere söylenmiştir. Çünkü o zaman ne kıymetli mal vardır, ne de bunların bırakılması söz konusudur. Mânâ şudur: Böyle deve sürüleri olsa, sahipleri onları bırakır, kendileriyle meşgul olurlardı.

Bununla beraber âyetler sıralamayı gösteren "fâ" ile değil de "vav" ile birbirlerine bağlanmış olduğundan bunlar, dağlar yürütülmeden önce ve yerkürede sarsıntıların başladığı sırada olabilir. O zaman deve sürüleri de, yurtlar da, diğer kıymetli mallar da mevcut iken dehşetler içinde hepsi başıboş b ırakılır. Şu da öyle olmalıdır:

5. 5. VAHŞİ HAYVANLARIN TOPLANMASI: Vahşi hayvanlar toplandığı zaman.

VUHÛŞ, vahşi hayvanlar mânâsına olup "vahş" kelimesinin çoğuludur. Vahş, tekil olan vahşî kelimesinin cins ismidir. İnsana yakın olmayan kara hayvanlarına bu ad verilir. Ehlî ve evcilin zıddıdır. Dilimizde yabani diye de söylenir. Bunun, önceki âyette geçen "develer"le münasebeti evcile karşılık yabaninin söylenmiş olmasıdır. Bu münasebetle "vâv" ile birbirlerine bağlanmalarında bu zıtların b ir araya getirilmesi var demektir. Bundan dolayı maksat, evcil ve yabani mutlak olarak hayvanların toplanması denilmiştir. Bu da üç şekilde tefsir edilmiştir:

Birincisi, her taraftan canlıları saran o korku ve dehşet içinde hayvanların, öteden beri korka geldiği şeyleri unutarak deliklerinden ve yuvalarından çılgıncasına fırlayıp ne birbirlerinden ne de insanın saldırısından çekinmeksizin bir araya toplanması demektir ki, kıyamet alâmetlerinden olmak üzere ilk üfürmeden önce insanları ve hayvanları sü r üp sevkedecek olan ateş çıktığı vakit olacaktır.

İkincisi, hayvanların toplanması, ölüm ve helakte toplanmalarıdır denilmiştir. Çünkü kıtlık çıktığı yıl denilir ki, "kıtlık helak etti" demektir.

Üçüncüsü, Katade ve daha başkalarından rivayet olunduğu üzere vahşi hayvanların toplanması, hayvanların da kısas için diriltilip mahşer yerine toplanmalarıdır. Müslim ve Tirmizî'de Ebu Hureyre'den rivayet olunduğu üzere Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Muhakkak hakları sahiplerine vereceksiniz. H a tta boynuzsuz koyunun boynuzlu koyundan kısas yoluyla hakkı alınacak.". Ahmed b. Hanbel'in rivayetinde: "Ve hatta karınca karıncadan hakkını alacak." Katade de bu âyette demiştir ki, "Her şey, hatta sivrisinek kısas için haşr olunacak." Razî de tefsirinde şöyle der: Mutezile demiştir ki: Yüce Allah o gün hayvanların hepsini toplayacak ki, dünyada ölüm, öldürme ve diğer yollarla onlara gelmiş olan elemlerin karşılığını versin. Ondan sonra bir kısmını cennette bırakmak isterse, cennette kalmaları iyi olduğu takdirde yapar. Dilerse, haberde geldiği gibi yok eder. Biz ehl-i sünnetin âlimlerine göre ise yüce Allah üzerine "buna hak kazanmıştır" diye hüküm vermek suretiyle bir şey vacip olmaz. Fakat o vahşi hayvanların hepsini toplayacak da boynuzsuzun boynuzludan hakkı alınacak. Sonra onlara "ölün!" denecek, ölecekler. Bazıları, "İnsan ve cinden

başkası yükümlü olmadığı için haşr olunmaz." demişlerdir. Fakat Tirmizî hadîse "hasen sahih" demiştir. Şu kadar varki o hadis, bu âyetin tefsiri mahiyetinde söylenmiş değildir. Burada vahşi hayvanların haşri, kıyılmaz malların bırakılması ile denizlerin ateşlenmesi arasında zikredilmiş olmasına göre de bu haşrin sorusu gibi tekrar dirildikten sonra değil, dünyada olacak olaylar sırasında olması açık görünür. Onun için biri n ci mânâ tercihe layıktır. Hadis, ilâhî adaleti ayrıca bir beyan olarak sahihtir. Fakat bu, âyetin onunla tefsir edilmesini gerektirmez. Ancak bu âyet onu da hatıra getirebilmek itibariyle o mânâ da düşünülebilir. Çünkü "vâv" ile iki cümleyi birbirine bağl a mak, arada bir sıralama bulunmuş olmasını gerektirmez.

6. 6. DENİZLERİN ATEŞLENMESİ: Denizler ateşlendiği zaman.

Tescir, alevli ateşle fırın kızdırmak ve doldurmak mânâlarına gelir. Burada da bu iki mânâdan hareketle üç şekilde tefsir edilmişt ir:

Birincisi, denizlerden volkan halinde ateşler çıkarak sularının çekilmesi ki, Buhârî'de Hasen'den, "Bir damla su kalmayacak." diye rivayet edilmiştir.

İkincisi, Mücahid'den rivayet edildiği üzere "doldurmak" mânâsıdır ki bu da iki şekilde düşünülmüştür. Birisi, önceki mânâ gibi ateşle doldurulmuş olması; birisi de "Denizler yarılıp birbirine karıştığı vakit." (İnfitâr, 82/3) âyetinden açıkça anlaşıldığı üzere, denizlerin yarılıp akıtılarak yerkürenin her tarafını bir deniz halinde istila et m esidir ki, zelzeleler ve volkanlarla yerkürenin çalkandığı ve dağların yürütüldüğü an ile birliktedir. Bu üç mânâ Buhârî'de de özetle nakledilmiştir.

Bir de İbnü Atiyye Tefsiri'nde yazıldığı gibi denilmiştir ki; tescirin, sâcurdan türetilmiş olma ihtimali vardır. Sâcur, köpeğin boynuna bağlanmak için geçirilen toka ve tasma demek olduğundan,tescir, toka takmak veya tasma geçirmek mânâsıyla zaptedip malik olmaktan mecaz olarak denizlerin o çalkanma halinde abluka edilmiş gibi zaptedilip bağlanmasını if ade eder.

Abd b. Humeyd ve İbnü Münzir Ebu Aliye'den şöyle rivayet etmişlerdir: Bu sûreden altı âyet dünyada ve insanlar bakarlarken, altısı da ahirettedir. Güneşin dürülmesi... denizlerin ateşlenmesi

dünyada; Nefislerin eşleştirilmesi... c ennetin yaklaştırılması, bunlar da ahirettedir.

İbnü Ebi'd-dünya, İbnü Cerir ve İbnü Ebi Hatim de Übeyy b. Ka'b'tan şöyle rivayet etmişlerdir: Altı âyet kıyamet gününden evvel insanlar çarşı ve pazarlarında ikendir: Güneşin ışığı gider, o haldelerken yıldızlar bulanır, dağlar düşmeye, yerküre hareket ve sarsıntı ile çalkanmaya başlar. Bunun üzerine korkudan cinler insanlara, insanlar cinlere bağırıp çağırır. Hayvanlar, bütün vahşi kuşlar karışıp birbirine girerler, kıyılmaz mallar bırakılır. Cinler in s anlara, "size bir haber getirelim" deyip denize fırlarlar. Bakarlar ki deniz ateş olmuş, alevler içinde. O haldelerken yer bir çatlayış çatlar, bir rüzgar gelir hepsini öldürür.

Bazıları, "ilk altı, iki üfürme arasındadır. Dünyada diyenlerin maksadı da budur" demişler; bazıları "bunlar ilk üfürmeden önce, sonrakiler ikinci üfürmeye kadardır" demişler. Bununla beraber bu sonuncuların muradı da gaye mugayyaya dahil olarak ikinci üfürmeyi de kapsamış olmalıdır. Çünkü suâl sonradır.

7. 7. NEFİSLERİN EŞLEŞTİRİLMESİ: Nefisler eşleştirildiği zaman.

Nüfûs, bilindiği gibi nefs'in çoğuludur. Nefis de kişi ve can mânâlarına gelir. Nitekim, "şurada şu kadar nüfûs var" dediğimiz zaman, şu kadar kişi veya şu kadar can var demek olur.

Tezvîc de; e şi eşe, dengi denge, benzer ve yaşıtları birbirine katıp bir yere getirmek, çatmak, çiftleştirmek, kısacası sınıflandırmak ve birleştirmek mânâlarını ifade eder.

Bunun tefsirinde başlıca iki rivayet vardır.

Birincisi: Saffât Sûresi'nde "Zal imleri ve eşlerini toplayın." (Sâffat, 37/22) ve Vâkıa Sûresi'nde "Siz üç sınıf olduğunuz zaman, amel defterleri sağlarından verilenler; ne mutlu insanlardır, amel defterleri sağlarından verilenler! Amel defterleri sollarından verilenler; ne mutsuz insa n lardır, amel defterleri sollarından verilenler! İmanda en ileri geçenler

ise..."(Vâkıa, 56/7-10) âyetlerinin ifade ettiği mânâ üzere şu rivayetlerle izah edilmiştir:

Buhârî'de: Hz Ömer "cennetlik ve cehennemlik nefisler benzerleriyle bir araya getirilir." dedi. Sonra âyetini okudu.

İbnü Cerir ve daha başka tefsirlerde şöyle yazılıdır: Numan b. Beşir (r.a) demiştir ki: Ömer b. el-Hattâb hutbe okuyordu, dinledim. " âyetini okudu. Sonra âyetini okudu ve daha sonra "bazı eşler cennette, bazıları cehennemdedir" dedi.

Yine Numan b. Beşir merfu olarak Hz. Peygamber (s.a.v)'den rivayet ederek şöyle demiştir: "durebâ" (sınıflar ve benzerleri)dır, yani, "Herkes, kendisi gibi amel eden her toplulukla beraberdir." dedi. Zira yüce Allah: buyuruyor ki, bunlar "durebâ" dır dedi.

DUREBÂ, sınıf ve benzer mânâsına gelen "darîb"in çoğulu olarak sınıflar ve benzerleri demektir. Yani "ezvâcen selâse" âyetinde geçen "ezvâc", fertleri birbirine benzeyen sınıf mânâsına "zevc" in çoğulu olduğu gibi burada da tezvîc, aynı mânâdan sınıflandırmak demek olup "Kim bir topluluğa benzerse o da onlardandır." mânâsı üzere herkes amelde benzerleriyle, iyiler iyilerle, kötüler kötülerle dizilip haşrolunacağı vakit demek olur.

Diğer rivayetler de şöyledir. İbnü Abbas'tan: "insanlar üç sınıfa ayrıldığı vakit",

Mücahid'den: İnsanlar içinde benzerler birbirleriyle toplandığı vakit"

Katâde'den: "Her insan kendi tarafına; yahudiler yahudilere, hıristiyanlar hıristiyanlara katıldığı vakit"

Rebi b. Haysem'den: "Herkes sahip olduğu ameliyle haşrolunur: Kişi, sahip olduğu ameliyle beraber gelir." diye rivayet edilmiştir ki, bütün bunlarda nüfûs kelimesi kişiler; tezvic kelimesi de iyi ve kötü amelde benzer olanları bir araya toplayıp sınıflandırmak mânâsına olarak

"O gün bütün insanları önderleriyle çağıracağız. O gün kime kitabı sağından verilirse, onlar kitaplarını okuyacaklardır."(İsra, 17/71) mânâsı üzere insanların, iyi ve kötü amelde peşlerinden gelenleri ve birbirlerine benzerleri ile sınıf sınıf, bölük bölük mahşere çağrılıp büyük mahkemede amel defteri, sağından verilenler, amel defteri solundan verilenler diye, bir grup cennete, bir grup cehenneme gitmek üzere yeniden diriltilip sınıflara ayrıldıkları vakit demek olur ki bunda "Kâf Sûresi'nde geçen "Her nefis, beraberinde bir sevk memuru ve şahit ile gelmiştir."(Kâf, 50/21) mânâsı; dostun dost ile, hasmın hasım ile yanyana ve karşılıklı olarak durma yerindeki duruş ve seçilişleri mânâsı da dahil olur. Sözünden bazıları, mü m inlerin cennette zevceleri ve huriler ile bir araya getirilişleri ve kâfirlerin cehennemde şeytanlarla çatılmaları mânâsını da anlamak istemişlerse de "cennet yaklaştırıldığında" âyetinden anlaşıldığına göre bu henüz cennet ve cehenneme girilmeden öncek i sınıflandırma ve ayırmayı anlattığı için "cennete girecek sınıflar", "cehenneme girecek sınıflar" demek olması daha doğrudur.

İkincisi: İkrime, Dahhâk ve Şa'bi'den rivayet olunduğu üzere nüfûs, ruhlar mânâsına olarak, ruhların bedenlere iade olunup birleştirildiği vakit diye tefsir edilmiştir ki bu da ikinci üfürme ile ruhun vücuda tekrar girişindeki dirilme vakti, demek olur.

Demek ki bu iki tefsirin ikisine göre de kıyametin ikinci safhası demek olan öldükten sonra dirilme hallerini anlatmaktadır. Rivayet itibariyle önceki daha kuvvetli ve mânâ itibariyle de daha kapsamlıdır. Bunun özellikle iki tarafı "büyük mahkeme"ye getirmek mânâsında soru ve hesap ile ilgili olduğu da şununla anlatılıyor:

8. 8. DİRİ DİRİ GÖMÜLEN KIZA SORULMASI: Diri diri toprağa gömülen kız çocuğuna sorulduğunda,

9. hangi günahla öldürüldü? diye.

MEV'ÛDE, küçükken diri olarak gömülüp öldürülen kızcağız demektir ki kökünden türetilmiştir. Ve'd aslında evd gibi ağır basmak mânâsıyla ilgili olup cahiliyye Araplarının kız çocuklarını diri diri toprağa gömme şeklindeki âdi âdetlerine denilir. Tefsircilerin yazdıklarına göre cahiliyye Araplarında bu çirkin âdet yaygın idi ve bunu türlü türlü yaparlardı. Kimisi kızlar yüzünden bir

ar gelmek korkusuyla yapa r, kimisi parasızlık ve besleyememek korkusuyla yapar, kimisi de melekler Allah'ın kızlarıdır, dediklerinden dolayı kızlarını da meleklere katmak üzere, Allah'a daha layıktırlar diye yaparlardı.

Alûsî'nin yazdığına göre, bir değil birçok kişi şöyle de miştir:

Bir adamın bir kızı doğduğu vakit öldürmeyip, hayatta bırakmak istediği zaman ona yünden veya kıldan bir cübbe giydirir, çölde koyun veya deve güttürürdü. Öldürmek istediği takdirde de bırakır, altı yaşlarına doğru gelince anasına, "bunu temizle, süsle, hısımlarına gezmeğe götüreceğim" der, oysa çölde bir kuyu kazmıştır, onu oraya götürür, "bak şunun içine" der, sonra arkasından iter ve üzerine toprağı yığar, kuyuyu yerle dümdüz edene kadar örterdi. Bir de gebe kadın, vakti yaklaştığı zaman b ir kuyu kazar, ağrısı tutunca başına gider, kız doğurursa kuyunun içine atar, oğlan doğurursa alıkordu, denilmiştir. Kâmus Şârihi der ki: Cahiliyye devrinde Araplar kız çocuklarını açlık veya ar gelme korkusundan kabre gömerlerdi. Bazıları açlık korkusun d an erkek çocuğunu dahi gömerlerdi. "Diri diri toprağa gömülen kıza sorulduğunda" âyeti bu konuyla ilgili olarak inmiştir.

Mısır Müftüsü Abduh burada şöyle demiştir: Bak şu insafsızlığa, şu katı yürekliliğe, şu fakirlik ve ar korkusundan başka günahı olmayan suçsuz kızcağızları öldürme vahşetine ki, Arab'ın kalbine müslümanlık karıştıktan sonra nasıl bunun yerini merhamet ve şefkat almış! İslâm bu çirkin âdeti tamamen ortadan kaldırmakla bütün insanlığa ne büyük bir nimet olmuştur.

Alûsî, Bezza r, Hâkim "Kûnâ"da ve Beyhakî "Sünen"de Hz. Ömer (r.a)'in şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: Temim kabilesinden Kays b. Asım Resulullah (s.a.v)'a geldi ve: "Ben, dedi, cahiliye döneminde sekiz kızımı diri diri toprağa gömdüm." Hz. Peygamber (s.a.v): "Herb i rine karşılık bir köle azat et." buyurdu. Kays: "Benim develerim var." dedi. Hz. Peygamber (s.a.v): "O halde her birine karşılık bir deve kes." buyurdu. "İslâm, kendisinden önce olanları keser atar." olmasına göre bu emir, tevbenin sahih olması içi n bunu yapmanın vacip olduğunu ifade etmez, bunun müstehap ve mendup olduğunu gösterir. Bunda kız çocuğunu diri diri toprağa gömmenin pek büyük bir suç olduğuna ayrıca bir uyarı vardır.

Bununla beraber Araplar içinde kız çocuğunu bu şekilde toprağa gömmeyi çirkin görenler de vardı. Ferezdak'ın dedesi Sa'sa'a b. Naciye el-Mücaşi kendi kavmi olan Beni Temim'den toprağa gömülecek kız çocuklarını fidye ile kurtarırdı. Ferezdak şu beytinde:

"Çocuklarını diri diri gömen kadınları yasaklayan dedem hakkı için! Dedem bu şekilde gömülecek olanın yaşamasını sağladı da gömülmez oldular." diye dedesiyle iftihar etmiştir.

Taberanî adı geçen bu Sa'sa'a'dan şöyle rivayet etmiştir: "Ey Allah'ın Resulü! dedim. Ben cahiliyye devrinde bazı işler işledim. Onlarda bir ecir ve sevap var mıdır? Diri diri gömülecek olan üçyüzaltmış kız çocuğunun hayatını kurtardım. Her birini iki tane on aylık gebe deve ile satın alırdım. Bunlarda bana bir ecir var mıdır? Hz. Peygamber (s.a.v) buyurdu ki: "Sana onu n ecri var. Çünkü yüce Allah sana nimet olarak İslâm'ı verdi."

Ve'd denilen bu büyük suçun özeti, çocuğunu öldürmekten ibaret olduğu ve bunun en önemli sebebi fakirlik ve çocuğu besleyememek korkusu bulunduğu için En'âm Sûresi'nde "Yoksulluktan dolayı çocuklarınızı öldürmeyin. Sizin ve onların rızkını veren biziz." (En'âm, 6/151) âyeti ve İsrâ Sûresi'ndeki "Bir de fakirlik korkusuyla çocuklarınızı öldürmeyin. Onlara da sizlere de rızkı biz veririz. Onları öldürmek elbette büyük günahtır."(İsra, 1 7 /31) âyetiyle de defalarca yasaklandığı gibi Hz. Peygamber (s.a.v) kadınlardan biat alırken "Çocuklarını öldürmemek" kaydının da açıkça konduğu Mümtehine Sûresi'nde geçmişti.

Bu âyetlere göre yalnız gömmek suretiyle değil, her hangi bir şekilde olursa olsun çocuklarını kasten öldürmek de büyük bir cinayettir. Onun için "büyük bir günah" buyrulmuştur. Şu halde çocuk aldırmak, kasten çocuk düşürmek dahi çocuğunu öldürmek olduğu için aynı mahiyette bir öldürme suçu olduğu unutulmamalıdır. Cahil bedevil e rin çocuklarını diri diri toprağa gömme vahşetlerini dinlerken tüyleri ürperen medenilerin, çocuk düşürme cinayetlerinden yüzleri kızarmamasına da ne kadar esef edilse azdır. Hatta azlin yani cinsel

ilişki sırasında erlik suyunu dışarı akıtmanın dahi gizli bir tür çocuk öldürme olduğu hakkında bir hadis-i şerif rivayet edilmiştir. Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, Nesâî, İbnü Mâce, İmam Ahmed, Taberanî ve İbnü Merduye Huzame binti Vehb'ten şu rivayeti yapmışlardır: Resulullah (s.a.v)'a azil hakkında soru soruld u. Resulullah (s.a.v): "O gizli çocuk öldürmedir." buyurdular. Bundan dolayı azlin haram olduğu kanaatine varanlar olmuşsa da Fıkhî araştırmalar neticesinde bunun mekruh olduğu hükmüne varılmıştır. Çünkü azil, nesli kesmeye bir yol, bir kötüye kullanmadır.

Azil, gizli öldürme olunca şekli ve yaratılışı ortaya çıkıp belli olmuş bir çocuğu düşürmenin ve yeni doğmuş yavruları yok etmenin gerek sebep olma gerekse doğrudan yapma itibariyle çocukları açıkça doğrudan veya sebep olarak öldürme mânâsında "Çocuklarınızı öldürmeyin" açık yasağının hükmü dahilinde haram bir cinayet olduğunu anlamak kolay olur.

Şurası çok dikkate değer bir husustur ki burada nefislerin eşleştirileceği bildirildikten sonra sorumluluk vakti hatırlatılırken çocukları diri diri toprağa gömmenin ve haksız yere kişileri öldürmenin sorumluluğundaki ağırlık anlatılmak üzere her şeyden evvel koruyucusu yok varsayılan o diri diri toprağa gömülen kızcağıza sorulan soru açıkça belirtilmiş ve bu sorunun evvela öldürene değil öldürülen su ç suz kıza sorulacağı anlatılarak "Diri diri toprağa gömülen kızcağıza, hangi suçtan dolayı öldürüldüğü sorulduğu zaman" buyrulmuştur. Cinayetin sebebi doğrudan doğruya onu işleyene sorulmayıp da davacısı olan suçsuz kıza sorulması, o diri diri gömme işin i yapan katilin vicdanını sızlatacak ve koruyucusuz gördüğü mazlumun karşısında mağlubiyetini duyuracak ve haksızlığını tam mânâsıyla tanıtarak Hakk'ın huzurunda hiç bir savunma yapamayacak şekilde öfke ve cezayı hak edeceğini anlatacak şiddetli bir uyarı v e taşlama vardır ki, buna tebkit= "susturma" denilir. Nitekim hıristiyanlar karşısında Hz. İsa'ya, "Ey İsa! Sen mi dedin o insanlara: Beni ve annemi Allah'ı bırakıp da ilâh edinin diye."(Maide, 5/116) şeklinde sorulması da hıristiyanlara bu kabilden bir taşlama ile susturma mânâsı taşır.

10. Bundan başka her türlü amelin hesabının görüleceği de şununla anlatılıyor:

9. AMEL DEFTERLERİNİN AÇILMASI: Ve sayfalar açıldığı vakit. Burada iki türlü sahife zikredilmiştir:

Birisi, amel defterler idir ki, bunların açılması hesap için açılmaları demektir. İbnü Münzir'in İbnü Cüreyc'den rivayet ettiği gibi, "İnsan ölünce defteri dürülür, sonra kıyamet günü açılır. Ona göre hesabı görülür."

İkincisi de Hâkka Sûresi'nin "Kitabı sağından verilmiş olan kimseye gelince.." (Hâkka, 69/19) âyetinde de geçtiği gibi, hesabın görülmesinden sonra mahkeme neticesini bildirme gibi açılıp dağıtılacak sayfalardır ki, bunların açılması da dağıtılıp sahiplerine verilmesi demektir. Buna bazı hadislerde "tetayür ü suhuf" yani "sahifelerin uçuşması" tabir edilmiştir.

Alûsî'nin kaydettiği üzere Mersed b. Vedâa'dan şöyle rivayet edilmiştir: Kıyamet günü olunca Arş'ın altından sahifeler uçuşur. Müminin sahifesi "yüksek cennette" diye eline düşer. Kâfirlerin sahife leri de, "cehennemde, kaynar ateşte" diye ellerine düşer. Yani o sahifelerde bunlar yazılıdır.

Burada birinci mânâ daha uygundur. Bundan sonraki sûrede "Oysa üzerinizde muhakkak gözcüler var. Dürüst yazıcılar var. Her ne yaparsanız bilirler." (İnfitar, 82/ 10-12) âyetleri de bunu açıklar mahiyettedir. O, defterlerin açıldığı hesap günüdür. O gün insanın bütün amelleri ortaya dökülür.

11. 10. GÖĞÜN SIYRILIP AÇILMASI: Ve gök sıyrıldığı vakit.

KEŞT, kesilmiş bir hayvanın derisini yüzmek ve ağacın kabuğunu soymak ve yüzden örtüyü sıyırmak gibi, örtülü bir şeyi bürüyen örtüyü yüzünden atıp açmaktır. Göğün böyle sıyrılması da hayvanın derisi soyulur gibi sökülüp, yok edilmesiyle tefsir olunmuştur. Bundan ilk bakışta "O gün göğü, kitapların s a hifelerini dürer gibi düreceğiz."(Enbiya, 21/104) gibi yüce âlemin harap edilmesi ile tam yokoluş mânâsı akla gelirse de, bu mânâ, güneşin dürülmesi ve yıldızların bulanması sözlerinden de anlaşılmış olduğu için bundan muradın, göğün dürülmesinden son r a yüce Allah'ın "İlk yaratışa başladığımız gibi yine onu iade edeceğiz."(Enbiya, 21/ 104) buyurduğu üzere yeni kurulacak olan âlemde örtünün kaldırılarak tam arz ile her hakikatın tecelli etmesi mânâsının olması ifadenin akışına daha uygundur. Nitekim Nisâburî bunu tefsirinde, "gök açılıp giderilerek üstünde cennet ve Arş ortaya çıkacak" meâlinde ifade etmiştir.

Demek ki o gün o âlemde, bu dünyanın kütle ve cisimlerinden bir şey kalmayacağı gibi, hakikati örten hiç bir şey de kalmayacak, Hakk'ın Arş'ı ortaya çıkıp her hakikat, kendisinde hiçbir şüphe olmayacak şekilde açılacaktır ki bu mânâ, "Andolsun sen bundan gaflette idin, şimdi senden perdeni açtık, artık bugün gözün keskindir."(Kâf, 50/22), "O gün arz olunursunuz. Öyle ki gizli bir şeyi n iz kalmaz." (Hâkka, 69/18), "Ogün yeryüzü başka yeryüzüne çevrilir. Gökler de değişir. Hepsi, o tek ve her şeye üstün olan Allah'ın huzurunda toplanacaklar."(İbrahim, 14/48) ve "O gün onlar ortaya çıkarlar. Allah'a hiçbir şeyleri gizli kalmaz. Bugün mülk kimindir? Tek ve her şeye üstün olan Allah'ın."(Mümin, 40/16) âyetleriyle beyan olunan mânâdır. Bundan sonraki sûrede de göğün yarılması ile başlanıp "O gün kimse, kimse için bir şeye malik olamaz. Emir o gün yalnız Allah'ındır." (İnfitar, 82/19) sözü ile bitirilmek suretiyle bunun din günü olduğu beyan olunarak bu mânâ izah edilecektir.

Gök bu surette sıyrılıp örtü kaldırıldığı vakit Hakk'ın Arş'ı ortaya çıkacak, insan nefisleri Hakk'ın şu iki tecellisi arasında bulunacaktır. Bir taraftan bütün dehşet ve azametiyle ilâhî öfkenin tecellileri, bir taraftan da bütün güzellik ve enginliğiyle ilâhî rahmetin tecellileri:

12. 11. CEHENNEMİN KIZIŞTIRILMASI: Ve cehennem kızıştırıldığı vakit, bütün şiddetiyle alevlendirilip kızıştırıldığı zaman ki, Âdem oğullarının kötü amelleri ve yüce Allah'ın gazabı ile azgınlar için kızıştırılacaktır. "Azgınlar için de cehennem apaçık ortaya çıkarılmıştır." (Şuara, 26/91).

13. 12. CENNETİN YAKLAŞTIRILMASI: Ve cennet yaklaştırıldığı vakit ki, cennet Allah'ın lütuf ve rahmeti ile güzel amellerin sevabından donanmış olarak takva sahiplerine yaklaştırılacaktır. "Cennet de takva sahiplerine uzak olmayarak, yaklaştırılmış olacak."(Kâf, 50/31)

Demek ki bu vakit henüz cehennemlikler cehenneme, cenn etlikler cennete girmek üzere ayrıldığı son hüküm faslında olacak ve bunlar bir şeyin vuku bulacağı zamanı gösteren edatı ile ifade edildiği için kesinlikle olacaktır.

14. İşte bir kısmı dünyada bir kısmı ahirette demek olan bu oniki âyet ve delil

vuku bulduğu zaman her nefis ne hazırlamış olduğunu bilecektir. Hayır mı, şer mi? İyi mi, kötü mü? Dünyada ne yapmış, o gün için ne hazırlamış olduğunu kesin bir bilgiyle bilip anlayacaktır. Çünkü bir zerre miktarı da olsa, hayır veya şer olarak yapmış olduğu her amelin, defterinde getirilip terazisine konduğunu ve karşısında kendisine şekillendiğini görecektir.

Bu cümle, zaman bildiren şart edatlarının "ve" atfı (bağlacı) ile birbirlerine bağlanmasından sonra hepsinin birden cevabıdır. Şu halde, bu vakitlerin herbirinde bilecek demek olmayıp, bunları kapsayan uzun vakit içinde bilecek demek olur. İşte bir çok âyette "O size yapmakta olduğunuz şeyleri haber verecek." (Maide, 5/105; Tevbe, 9/94, 105; Zümer, 39/7, Cuma, 62/8) diye hatırlatıla n bu biliş ve anlayıştır ki öldükten sonra dirilmenin ifade ettiği acı veya tatlı en büyük uyanıklıktır. "İnsanlar uykudadır. Öldükleri vakit uyanırlar." denilmesi de bundandır. "O gün her nefis ne hayır işlemiş ve ne kötülük yapmışsa onları önüne kon m uş vaziyette bulur."(Âl-i İmran, 3/30) buyrulan gün de bugündür.

Bu şekilde bu âyette geçen "bir nefis" de "her nefis" meâlinde olarak her bir nefis demektir. Hazırlanıp getirilen şey de, iyi veya kötü amellerdir.

Amellerin hazırlanması, ya "sahifelerin açılması"ndan anlaşıldığına göre defterleriyle huzura getirilmesi veya dünyadaki amellerin, iyi veya kötü olmalarına göre ahirette birer özel şekil ile temsil ve tecelli ederek huzurda bulundurulmasıdır. Nitekim dünyada bile her nefes bir ateş halinde, bir hareket, bir ziya halinde veya bir bina veya bahçe şeklinde görünür. Öyle olduğu içindir ki yapılan çalışmalardan iyi veya kötü şeyler imal edilir. Bu suretle insanların ahiretteki canlanışları da dünyadaki amellerinin ürünlerinden ibaret ola r ak görünecek olan gerçek nefisleri olmuş olur. Bundan dolayı. "Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, karınları dolusu bir ateşten başka bir şey yemiş olmazlar."(Nisa, 4/10) âyetini benzetme mânâsına yorumlamaksızın zulüm ile yetim malı yemenin gerç e kten ateş yemek demek olduğu görüşünü benimseyenler olmuştur.

Amellerin bu şekilde görünüp şekillenmesi onların yazıldığı sahifeler olarak da düşünülebilir. Her iki takdirde de amellerin böyle hazırlanması yüce Allah'ın emriyle olduğunda şüphe yoktur. Fakat kazanıp elde etmek itibariyle amelleri kul yapıyor denildiği ve buna bağlı olarak "her nefis ne hazırladığını bilecek" denildiği için sebebiyet ilgisi ile bunları kulun kendisi hazırlayıp getirdi

demek de mecaz olarak sahih olur.

Bu iki izah şeklinden dolayı diye başlayan Âl-i İmran Sûresi'ndeki âyette ameli yapanın kulun kendisi olduğu söylendiği halde hazırlamanın kul tarafından yapıldığı söylenmemiş, her nefsin o ameli hazır bulacağı anlatılmış, burada ise "her nefis hazırladığını bile c ektir." buyrularak hazırlama işinin kul tarafından yapıldığı belirtilmiştir. Şu halde kulun kendisine göre "hazırladığı şey" gerçekte "yaptığı şey" mânâsında olup herkes dünyada iyi mi kötümü ne yapmış olduğunu ve böylece Hakk'ın huzurunda kendisi için n e hazırlamış bulunduğunu o gün bilecektir demek olur.

Burada "bilecektir" sözünün mânâsı da iyi kötü bütün amellerini defterinde hiç eksiksiz ayrıntılarıyla yazılı bulup hepsini görecek "Ne acayip bir defter bu! Ne küçük bırakmış, ne büyük hepsini kayda geçirmiş."(Kehf, 18/49) diyecek; yahut "Bütün yaptıklarını hazır bulurlar. Rabbin hiç kimseye zulmetmez."(Kehf, 18/49) mânâsınca hepsini iyiliğine ve kötülüğüne göre bir şekle bürünmüş olan gerçek durumu üzere hazır bulup gerçek bir görüşle görece k demektir. Zira dünyada heva ve hevesine uygun gelerek hoş gördüğü bir takım amellerin o gün çirkin ve acı bir şekilde ve dünyada bir takım sıkıntı ve meşakkatlerle birlikte olduğundan dolayı güç gelerek yapılan ibadetlerin de o gün güzel ve sevimli bir b i çimde karşısına dikilmiş olduğunu görecektir. Şâirin:

"Yakında toz duman açıldığı zaman göreceksin,

Altındaki at mı imiş yoksa eşek mi?"

dediği gibi, o gün gök sıyrılıp bütün gerçek ortaya çıktığı vakit insan da dünyada yaptığı amellerin kendisini cehenneme mi yoksa cennete mi götürdüğünü anlayacaktır. Bu biliş ve anlayış ise haber verilen oniki vaktin herbirinde değil, amel defterlerinin açılması ve göğün sıyrılıp açılmasından sonra olmalıdır. Onun için "bilecektir" sözü 'ların h erbirine değil, toplamına bir cevap olmak üzere tefsir edilmiştir. Gerçi bu durumda açık olan, başta bir ile yetinilmiş olmaktı. Fakat bunların bir kısmı başlangıç, bir kısmı netice olmak ve her biri esasen özellikle düşünülmesi ve ayrıca bir uyanış ifa d e etmesi gereken en büyük olaylardan bulunması nedeniyle bu durum ve değişikliklerin her birinin ayrı ayrı dehşet ve önemine dikkat çekmek için 'lar tekrar edilmiş ve hüküm, hepsine birden bağlanmıştır.

İbnü Atıyye tefsirinde demiştir ki: Bir topluluk, bu zikrolunan şeylerin

Âdemoğulları'ndan her biri ve ölüm sırasındaki durumları hakkında istiare olduğu ve dolayısıyla güneşin, onun nefsi ve yıldızların da gözleri ve duyuları olduğu görüşüne varmıştır. Bu ise Allah'ın kitabında bir takım rumuzların bulunduğunu savunan bir görüştür."

Ebu Hayyan da bunu naklettikten sonra şöyle der: Bu, Batınıyye mezhebi ve müfrit sofiyyeden İslâm'a intisap etmiş görünenlerin mezhepleridir. Bunlar yayılıp İslâm dinine mensup olmuş görünerek gizlenen zındıklardır. Allah'ın "kitabı apaçık Arap lisanı ile"(Şuara, 26/195) gelmiştir. Onda ne remiz, ne bilmece bulmaca türü şeyler, ne gizli mânâlar vardır. Felsefecilerin ve tabiatçıların savundukları şeylere ima da yoktur. İbnü Hatib-i Re'y adıyla bilinen Ebu Abdillah Razî de tefsirine felsefecilerin, yıldızlarla uğraşanların ve astronomi bilginlerinin görüşlerinden bazı şeyler almış ise de bunlar Allah kitabının tefsirinden uzaktır. Aynı şekilde "Tahrir ve Tahbîr" adlı kitabın yazarının tefsir etmiş olduğu âyetlerin so n unda zikrettiği tasavvuf ehli kişilerin sözleri ve "hakikatler" mânâsını verdiği şeyler de böyledir. Bunların içinde inanılması şöyle dursun yazılması bile caiz olmayanlar vardır. Yüce Allah'tan dinimizde ve inançlarımızda selamet dileriz.

Bununla be raber Ebu Hayyan'ın bu sözlerinde ifrat ve tefrit yok değildir. Kuşkusuz Kur'ân-ı Kerim apaçık Arap dili ile inmiştir. Kur'ân'ın dili bilmece ve muamma gibi remizden ibaret sembolik bir ifade değildir. Yine kuşku yok ki bir metinde aslolan, hakiki mânâyı v ermeye engel bir karine bulunmadıkça görünen mânâya yorumlanmasıdır. Bununla beraber şu da kesindir ki Kur'ân'ın, "Kitabın anası" olan ve mânâsı açık açık bilinen âyetleri yanında hafi, müşkil, mücmel ve müteşabih âyetleri; hakikatı, mecazı, sarihi, kinay e si, istiaresi, temsili, tensisi, imâsı, belagat nükteleri, tarizleri, telmihleri, remizleri de vardır. Bütün bunlarda en açık olan mânâ kastedilmiş olmakla beraber müstetbeat-i terakib (ifade ve cümlelerin yan mânâları) denilen ve ikinci derecede aranıp i s tenen nice ifadeler de vardır.

"Usûl ilmi"nde bilindiği üzere görünen mânânın açıkça belli olmasının tevil, tahsis ve mecaz ihtimallerini kesmeyi gerekmeyeceği için o zahiri mânâya zıt olmadan ve onunla çelişki teşkil etmeden zahirî mânâ ile beraber bazı ihtimallerle ikinci derecede birçok işaretin anlaşılabilmesi, mânâları açık olan âyetlerin açıklık ve beyanına zıt olamıyacağı gibi, aksine bu, Kur'ân dilinin açık

bir Arapça olmasının gereklerindendir. Bundan dolayı "Kur'ân'da hiç batınî mânâ, remiz ve imâ yoktur." demek de doğru olmaz, gibi sûre başlarında bulunan hurûf-i mukattaa (kesik harfler) ne şekilde tefsir edilirse edilsin, kesinlikle her tefsir remizle yapılmış bir tefsir olur. Bunun aksi söylenemez. Doğrusu bazı eserlerde de geldiği üzere Kur'ân'ın hem zahiri vardır, hem batını, hem haddi vardır, hem matlaı. Fakat Kur'ân "Eğer Kur'ân Allah'tan başkası tarafından olsaydı, elbette içinde birçok çelişkiler bulurlardı."(Nisa, 4/82) buyrulduğu üzere gerçekte farklılık ve çelişkiden uzak s on derece beliğ bir açık kitap olduğu için zahiri ile batını arasında zıtlık ve çelişki yoktur.

Bu esas Kur'ân'ın hadlerinden biridir. "İki denizi salıvermiştir, birbirleriyle neredeyse kavuşacaklar. Aralarında engel vardır, bir an birbirlerine tecavüz etmezler."(Rahmân, 55/19-20) mânâsı üzere zahir ve batın denizlerinin karşılaşmalarıyla beraber birbirlerinin sınırını geçmeye engel olan haddi aşılmamak şartıyla ondan zaman zaman Allah vergisi ve zevki olarak alınan ani kalbe doğuş ve ilhamlara bir n ihayet de düşünülemez. "De ki, eğer Rabb'imin kelimeleri için deniz mürekkep olsa idi, kesinlikle Rabb'imin kelimeleri tükenmeden denizler tükenirdi. Bir o kadar daha yardımcı getirsek bile."(Kehf, 18/109)

Buna karşı gerek filozoflar ve hakimler ve gerek yıldızlarla ilgilenenler ve astronomi bilginleri ve diğer âlimler, akıllılar, belağatçılar, edebiyatçılar, entellektüel zümre ve halk tabakasıyla bütün insanlığın zihnine, ruhuna temas eden ve edebilecek olan durumlar, fikirler ve konular hakkında K ur'ân'da ret veya isbat yollu bir ima yoktur demek ve Razî gibi o yolda fikirleri aydınlatmaya hizmet edenleri tenkit etmek doğru olmadığı gibi, metinlerin ve muhkem âyetlerin zahirini gidermiyecek şekilde Kur'ân'ın ruhî ve vicdanî zevklere doğabilen iş a ret ve yorumlarından bahseden sofiyye tefsirlerinin hepsini de Karamita ve Hurufiyye batıniyyesi gibi zındıklardan saymak da doğru değildir. Mesela Kaşani ve Arais tefsirlerini, sırf zahirî olan mânâ ve hükümleri yok saymak için yazılmış Hasan Sabbah ve aşırıya kaçan İmamiyye kitapları gibi düşünmek isteyenler hiç şüphe yok ki yanlış yola gitmiş olurlar. Evet, mânâsı açık olan âyetler; bırakıp da "Kalplerinde eğrilik bulunanlar sırf fitne aramak ve kendi arzularına göre onun teviline yeltenmek için onun müteşabih olanına tabi olurlar."(Âl-i İmran, 3/7)

beyanına rağmen müteşabih âyetlerin arkasına düşmek, alay ve eğlenceye sapmak, fitne ve fesat yolunda tevil aramak kalp çarpıklığından, ruh bozukluğundan kaynaklanan bir sapıklık ve inkârdır. Fakat âyetlerin zahirî mânâ ve hükümlerini beyan ve tesbit ettikten sonra onlara zıt olmayacak şekilde bir takım işaret ve tevillerden de bahseden kişilerin kalplerine doğan fikirlerden yararlanmamak da nasibi tepmek olur. Çünkü Kur'ân "Kuşkusuz bunda inanan bir top l um için âyetler vardır."(Nahl, 16/79), "Kuşkusuz bunda aklı eren bir toplum için ibretler vardır."(Nahl, 16/12), "bilen bir toplum için"(A'râf, 7/31), "düşünen bir toplum için"(Ra'd, 13/3), "zikreden bir kavim için"(Nahl, 16/13), "bilen bir ka v im için"(En'âm, 6/98), "iyice bilen bir toplum için" (Casiye, 45/20), "sakınan bir kavim için."(Yunus, 10/6) ve "akıl sahipleri için deliller vardır."(Âl-i İmran, 3/195) gibi nice âyetlerinde muhatapların niteliklerine ve özel kabiliyetlerine göre t ü rlü mânâlarla hitap edip dururken tefsirlerin böyle zihin, fikir, ahlâk ve irfanın mertebelerine göre inceliklerle ilgilenmemesi Kur'ân'ın hadd ve matlaına ve herkesi aydınlatmaya yönelik olan maksatlarına uygun da olmaz. Herhalde âyetlerin zahirine göre m ânâ vermekte ifrat etmek de batınî mânâ verme konusunda ifrat etmek kadar zararlıdır. En doğrusu "Adalet ve orta yolu ayakta tutan ilim sahipleri." (Âl-i İmran, 3/18) âyetinin ifade ettiği gibi orta yolu bulmaktır. Kur'ân'da tefsir de vardır, tevil de v ardır. Kuşku yok ki kendi fikir ve hevesine saplanıp da Güneşi inkâra kadar gidenler herşeyi inkâr edebilirler. "Güneş dürüldüğü zaman, yıldızlar bulandığı zaman" âyetlerinde geçen güneş ve yıldızları her şeyden önce kendi hakiki mânâlarıyla anlamaya en g el olacak aklî ve naklî hiçbir ipucu olmadığı için, bunlara bu bilinen mânâları ve hakikatleri ile inanmak gerekir. Bunu belirttikten sonra dürülme ve bulanmanın oluş şekline göre mânâlarındaki hakiki ve mecazî ihtimalleri düşünmek bu imana aykırı olmıyac a ğı gibi, aynı zamanda Güneş ve yıldızlardan mecaz ihtimali üzere daha genel bir mânâ ve işaret düşünmek de o imana aykırı olmaz. Nitekim "kıyılmaz mallar bırakıldığında" âyetini tefsir ederken Kurtubî bu sözün istiare ve temsil üzere gelmiş olduğunu söy l emekle, bunun beyana aykırı bir rümuzdan ibaret olduğunu iddia etmiştir, denilemiyeceği gibi henüz ayrıntıları tam anlaşılmayan bu âyetlerin daha bazı lâfızlarında mecaz ve istiare ihtimallerini düşünerek o olayları bir dereceye kadar zihinde canlandırmay a çalışmak da Kur'ân'ın apaçık bir Arap dili ile inmiş olmasına aykırı sırf bir sembollük ve harflerden mânâ çıkarma, bir sembolizm ve

"Kalplerinde eğrilik bulunanlar sırf fitne aramak ve kendi arzularına göre onun teviline yeltenmek için onun müteşabih olanına tabi olurlar." (Âl-i İmran, 3/7) kriter ve ölçüsüne göre, eğrilik ve fitneden ibaret olan batınilik kisvesine bürünmek değildir. Aksine büyük kıyamet koparken olacak olayları küçük kıyamet olaylarıyla zihinlere yaklaştırarak imanı kuvvetlendirmey e çalışmaktır.

Nitekim Nizamuddin en-Nisaburi "Garaibu'l-Kur'ân ve Regaibu'l-Fürkan" adlı tefsirinde bu âyetleri zahiri mânâlarıyla usulüne uygun olarak tefsir ettikten sonra yorumcuların zikri geçen görüşlerini de şöyle nakletmiştir:

Yorumcular d ediler ki: Bu hallerin küçük kıyamet hakkında olduğunu kabul etmek de mümkündür. Küçük kıyamet ise ölüm halidir. O halde güneş insanın ruhu, yani insanın diğer canlılar arasında yerini belli eden cevheridir. Bunun dürülmesi ise, onunla ilginin kesilmesidi r. Yıldızların dökülmesi ise, insanın kuvvetlerinin birer birer düşmesidir. Dağların yürütülmesi büyük uzuvların fiillerinden ayrılıp uzaklaşmasıdır. "Işâr", bedendir. O zaman beden iş yapmaz olur. Vahşi hayvanların toplanması, şahıs üzerinde hayvani ve canavarca fiillerin neticelerinin ortaya çıkmasıdır. Denizlerin ateşlenmesi, batıl kuruntu ve boş emellerin tükenmesidir. Çünkü o vehim ve kuruntular öyle bir deryadır ki onun isteğe bağlı ve zorunlu ölümden başka sahili yoktur. Nefislerin eşleştirilmesi her melekenin kendi cinsine; karanlığın karanlığa, aydınlığın aydınlığa katılıp birleşmesidir. Mev'ûde, yükümlü kişinin, kendisi için yaratıldığı şeyin dışında kaybettiği kuvvetidir. Bazı araştırmacı hocalarımdan, akla ansızın gelip de yazılmayarak yok olmuş o lan her meseleye mev'ude denilmiş olduğunu da işittim. Gök de, ruhların göğüdür. Geri kalanların mânâsı açıktır."

Demek oluyor ki bu yorumları yapan yorumcuların maksatları, bu âyetlerin esas itibariyle büyük kıyamet hakkında olmadığını söyleyip inkâr etmek değil, bununla beraber "İbret alın ey basiretli kişiler!"(Haşr, 59/2) çağrısına göre bunlardan, küçük kıyamet olan ve herkesin kesin olarak göreceği ölüm halleri hakkında da ibret alacak mânâlar anlamanın mümkün olduğunu da göstermektir. Bunun i s e iman ve inanca zararı değil, faydası vardır. Bu itibar ile yalnız "Kim ölürse kıyameti kopmuş demektir." hadis-i şerifinin mânâsı gereğince küçük kıyamet olan ferdin ölümü değil, orta kıyamet olan bir milletin ölümü hakkında da bu mânâ ve olayları d üşünmek çok ibretlidir.

Bunların hepsinde "her nefis ne hazırlayıp getirmiş olduğunu bilecektir" âyetinden bir uyarı ve ders alma hissesi vardır. Çünkü onlar da küçük kıyametin bir geçidi ve bir numunesidir. Fakat hiç unutmamak gerekir ki, hepsinin tamamı büyük kıyamette olacaktır. Bu âyetler de asıl büyük kıyamet hakkındadır. Bütün hak ve hakikatın ortaya çıkışı, o ebedî cennet ve cehennemin öne konduğu, o hüküm verme zamanında olacaktır. İşte herkes ne hazırlayıp getirmiş olduğunu tam anlamıyla o vak it bilecektir.

15. Şimdi bu sonun o dehşetli hakikatleri böyle haber verildikten sonra bu haberlerin gerçek olduğunu vurgulamak suretiyle hikmet ve faydalarını da beyan etmek için bunları haber veren Peygamberin şanını, Peygamberliğin güçlü olduğunu ve Kur'ân'ın mahiyetini bildirip anlatmak gayesiyle yemin ile buyruluyor ki: (Bunun tefsiri hakkında geniş bilgi için ve sûrelerine bkz.) Yani, "bunun, üzerine artık başka söz yok, ancak yemin ederim ki" sinenlere veya dönenlere

HUNNES, "h ânis" kelimesinin çoğuludur. Hans ve hunûs, büzülüp sinmek veya gerilemek ve geri kalmak mânâlarına lazım (geçişsiz) ve müteaddi (geçişli) olduğuna göre hânis; sinen, gaip olan veya sindirip gaip eden yahut geri kalan veya gerileten demek olur. "Ha"nın v e "nun"un fethiyle "hanes" de, sığır ve ceylanların burunlarında olduğu gibi, burunun ucu dudaktan geride biraz kalkık ve gerisi basık olmaya denir ki, bu, "fatas" denilen "yass"dan yakışıklıca olur. Onun içindir ki ceylanlara ve yanaklarına ve sığırlar a "hunüs" denilir. Burada hans, çoğunlukla lazım (geçişsiz) mânâda kullanılarak geri dönmek ve sinmek demek olur. Dolayısıyla "hunnes", sinenler veya geri dönenler mânâlarıyla tefsir edilmiştir.

16. Cereyan kökünden türetilmiş olan "câriye"nin çoğulu, akanlar demek olup "el-Hunnes"in sıfatı veya ondan bedeldir. "Yuvasına girenler" Bu kelime, "kânis" kelimesinin çoğuludur. Kânis, süpürmek mânâsına kens'ten türemiş olması durumunda süpüren; künûs mastarından türemiş olmasına göre de kinas (kümes) a giren demektir. Kinâs, ceylanların ağaçlık ve ormanlık aralığında gizlendiği yatağına, yuvasına denir ki, kumu toprağa kadar süpürüp açtığı için böyle denmiştir. Çokları bu "cevâri"nin gezegenler, özellikle "beş yıldız" adı verilen Zühal, Müşteri, Merih, Zühre ve Utarid gezegenleri olduğunu söylemişlerdir. Çünkü bunlar güneş ile beraber akıp gider, sonra geri dönmüş görünür, sonra da güneşin ışığında gizlenirler. Görme itibariyle geri dönüşleri hunûs; güneşin ışığında gizlenişleri künûs'tur, demişlerdir ki eski yıldız falcıları

bu beş yıldıza "hamse-i mütehayyire" yani "beş gezegen" adını vermişlerdi. Birçokları da genel olarak bunların yıldızlar olduğunu nakletmişlerdir. Bunun şu şekilde izahı yapılmıştır: Çünkü yıldızlar gündüzleyin siner, gözlerden kaybolurlar. Geceleyin de künûs eder, yani yataklarındaki ceylanlar gibi ortaya çıkar, doğarlar. Fakat künûs'un böyle yalnız ortaya çıkmak, görünmek şeklinde tefsir edilmesinde bir kapalılık vardır. Onun için daha doğru olmak üzere şöyle denilmiştir: Çün k ü yıldızlar, gündüzleyin ufuk üstünde oldukları halde bile gözlerden gizlenirler. Bu sinmelerine hunûs denilir. Doğduktan sonra da batarak ceylanların yuvalarına girdikleri gibi, ufkun altına girerler. Buna da künûs denilir.

âyetinin bu şekilde genel mânâda yıldızlar diye tefsiri Hasen ve Katâ'de'den rivayet edildiği gibi Hz. Ali'den de rivayet edilmiştir. Bununla beraber "beş gezegen" şeklinde tefsir edilmesinin de Hz. Ali'den rivayet edildiği söylenmiştir. İkisinde de "kens" ile nitelenmesi, sığır ve geyik gibi ceylanlara benzetme yoluyla istiâre demektir. Çünkü "hans" gibi, künûs ve kinâs da vahşi sığır ve ceylanlar hakkında kullanılan sıfatlardandır. Bundan dolayı İbnü Abbas, Saîd b. Cübeyr ve Dahhâk'ten, zıba yani geyik; İbnü Mesud'dan ise va h şi sığır demek olduğu da rivayet edilmiştir. İbnü Cerir'in bir rivayetine göre İbrahim ile Mücahid bu âyetini müzakere etmişler. İbrahim Mücahid'e: "bunun hakkında işittiğini söyle" demiş. Mücahid: "Biz bir şey işitiyorduk. Bazı insanlar da bunlar yıl d ızlardır diyorlar." demiş; İbrahim de (Nehaî olacak): "Onlar bunu Hz. Ali diye ona yalan isnat ediyorlar." demiş.

Fakat geyik ve vahşi sığır gibi ceylan kısmından burada bir mecaz ve istiâre düşünülmediği takdirde, bu âyetlerden önce ve sonra zikredilenlere göre bunlara yemin edilmesinde açıkça bir münasebet görülmez. Bu olsa olsa onların yırtıcı hayvanlardan kaçmaları halinde develerin ve vahşi hayvanların toplanması manzarasına bir işaret olabilir.

Gezegenlerin güneşle irtibatlarına göre gidiş ve hareketlerindeki farklılığı düşünmede bir mânâ varsa da, bu gezegenlerin sadece beş tane olduğunu söylemede açık bir mânâ yoktur. Genel olarak yıldızlara yemin etmede ise, âlemde yer işgal eden bütün kütlelerin "Herbiri belli bir vakte kadar yürür gider." (Ra'd, 13/2) âyetinin ifade ettiği mânâya göre belli bir zamana doğru akıp gittiğini haber vererek sûrenin başında söz edilen sona doğru

gitmekte bulunduklarını hatırlatmak için önce mekanla ilgili şeylere, ikinci olarak da gece ve sabah ile zamanının akışına yemin edilmiş olmakta açık bir münasebet vardır.

Bununla beraber İbnü Cerir rivayetleri naklettikten sonra hiçbirinin doğrusu şudur diye belirlenmeyip genelliği üzere bırakılmasının daha iyi olacağı görüşüne varmış ve şöyle demiştir: Yüce Allah, bazan hunûs eden yani kaybolan ve bazan akıp giden sonra da yerlerine dönen birtakım şeylere yemin etmiştir. Kinâs, meknis ve mekânis, Arap dilinde vahşi sığır ve geyiklerin girdikleri yerlere denir. Bununla beraber yıldızların bulundukları yer l ere istiâre olunması da reddedilebilecek bir şey değildir. Âyette sadece bunlardan biri olduğunu gösteren bir delil bulunmadığından bu sıfatları taşıyanların hepsine genelleştirilmesi daha doğru olur. Fakat bu durumda genelleme yapmak, genel mecaz olmuş olur. Oysa hakiki mânâyı vermek mümkün olur, mecaz olduğunu gösteren bir karine de (ipucu da) bulunmazsa genelleme yapmak nasıl doğru olur? Genelleme yapmanın doğru olduğunu söyleyebilmek için de mecazı gösteren bir karine bulunduğunu itiraf etmek gerek i r ki o da söylediğimiz gibi yıldızların kaybolmak ve yerlerine girmek ile akıp gidişlerinin âyetlerin akışına uygun olmasıdır. Bu karine ile rivayetleri toplayıcı olmak üzere genel mecazın daha iyi olduğuna hükmedilebilir. Genel mecaz olarak mânânın özet i, "kaybolmak, akıp gitmek ve yerlerine geri dönmek şeklinde ifade edilebilen vasıflarla hakikat veya mecaz olarak nitelenebilen şeyler" demek olur. Bu ise gaybta sinen ve sonra şu gördüğünüz âlemde hareket edip de yine gayb âleminde karar kılacağı yere v a rıp gözlerden gizlenen her şeyi kapsar ki bu da âlemin sonradan yaratılması ve yok olması ile "Bütün işler Allah'a döndürülür." (Bakara, 2/210; Âl-i İmran, 3/109; Enfal, 8/44; Hacc, 22/76; Fâtır, 35/4; Hadid, 57/5) mânâsı üzere başlangıç ve sona bir de l il olur. Bunu düşündürmek için özellikle ahuların vasıflarının düşünme âleti olarak alınmış olmasında da hayvanî ve insani hayat bakımından düşünülecek incelikler vardır.

Bu rivayetlerde görülüyor ki "el-Künnes" vasfı hep kinasa girmek yani ceylanların ağaçlık ve ormanlık aralığında gizlendiği yataklarına girmesi demek olan "künüs"tan olmak üzere düşünülmüş ve kelimenin aslı olan kens, yani süpürmek mânâsına hiç işaret olunmamıştır. Oysa bu kelimenin, asıl maddesine göre daha kapsamlı olmak üzere bu m ânâya da ihtimali vardır. Bu durumda "kens"in müteaddi (geçişli) olan bu mânâsıyla hunûs'un geçişsiz olan iki mânâsından her birine göre şu meâlleri ifade eder.

Birincisi: "Yemin ederim o gayb âleminde gizlenenlere, o akıp akıp süpürenlere." demek olur ki, in "hunnes" kelimesinin sıfatı olarak bunda fesat âlemi olan dünyada temizlik yapma işini yerine getirmekle görevlendirilmiş olan meleklere yemin edilmiş olur.

İkincisi, "Yemin ederim o sinip sinip dönenlere, o akıp akıp süpürenlere." demek olur ki, bunda da "hunnes", dünyaya gelip gidenlere; "el-cevâri'l-künnes" de ondan bedel olarak onları alıp alıp ahirete götüren meleklere işaret olmuş olur. Başvurduğum tefsirlerde meleklere işaret olmasına dair bir nakil görmedim. Ancak "Kâmus"da: "Et r afında melekler dahi" denildiği yazılmıştır. Nazmın da buna ihtimali vardır. Şu halde İbnü Cerir'in dediği gibi, mecazın genelliği daha iyi olunca, "hakiki veya mecazî mânâ ile kendisine "kaybolan, akıp giden ve yerine dönen" denilebilen şeyler" sözünün i fade ettiği gibi bütün bu mânâların düşünülmesi daha iyi olur.

Bu geniş açıklamalardan şunu anlamış oluyoruz ki, iş bu yemininde âlemdeki değişiklik ve halden hale geçişleri anlatmak üzere "Ve'l-Mürselâti" ve "Ve'n-Nâziâti" sûrelerinin başındaki yeminleri de kısaca ifade eden bir kapsam vardır. Nitekim şu yeminlerde de zamanın uğradığı değişiklikler hatırlatılmak suretiyle açık bir korkutma ve müjde görülmektedir.

17. Yöneldiği an geceye yemin ederim.

AS'ASE, zıt anlamlı kelimelerden olmak üzere hem gelmek, hem de gitmek mânâlarına gelmesi nedeniyle, burada bazıları bunu gelmek, çokları da gitmek mânâsıyla tefsir etmişlerdir. Gecenin gelme vakti, kararmaya başladığı ilk saatlerdir. Bunda bir korkutma mânâsı vardır. Gecenin gitme vakti de, yok olmaya yüz tuttuğu, sabaha yöneldiği son saatleridir ki sabahın müjdecisidir. Çoğunluk bu mânâyı tercih etmiştir. Buhârî de bu mânâyı, rivayet ederek, "As'ase, gitti mânâsınadır." demiştir ki bu, Müddessir Sûresi'ndeki "Gittiği an geceye andol sun." (Müddessir, 74/33) gibi olur. Meâlde "yöneldiği an" demekle de bu iki mânâya işaret ettiğimizi zannediyoruz.

18. Teneffüs ettiği an sabaha yemin ederim. Sabahın teneffüsü de, "açtığı zaman." (Müddessir, 74/34) âyetinde belirtildiği gibi açılmağa başladığı sıradır ki tatlı tatlı esen sabah rüzgarının hoşluğuna da işaret eder. Bunun gece sıkıntısını yok eden bir müjde ifade ettiğinde ise kuşku yoktur. Bu şekilde bu yeminlerde Hz. Peygamber (s.a.v)'e ve müslümanlara "Kuşkusuz ahiret

senin için dünyadan daha hayırlıdır." (Duha, 93/4) âyetinin mânâsı üzere iyi bir son vaad ve müjde edilmektedir. Bu, dünya onlar için sabaha yönelmiş bir gece ve herkesin ne hazırlamış olduğunu bileceği o kıyamet vakti böyle gelmekte olan bir sabah demek olduğun u müjdelemektedir.

19. Bütün bunlara yemin olsun ki O, (yani olacak dehşetli olayları haber veren bu Kur'ân kuşkusuz bir değerli elçinin, yani yüce Allah katında ikrama layık, saygın bir elçinin getirdiği kelâmdır. Hâkka Sûresi'nde de anlatıldığı üzere burada bu değerli elçiden maksat, Kur'ân'ı Hz. Peygamber (s.a.v)'e getiren Ruh-i Emin Cebrail (a.s)'dir. "Kuşkusuz onu Allah'ın izniyle senin kalbine o indirdi."(Bakara, 2/97)

20. Pek kuvvetli, yüklendiği elçilik görevini, aldığı emri yerine getirmede güçsüz değil; karşı konulmaz, kuşku götürmez büyük bir kuvveti var, güçlü bir elçi. Öyle ki, "Çok çetin kuvvetlere sahip, güçlü."(Necm, 53/5-6) (Necm Sûresine bkz.)

Arş'ın sahibi olan ve onu gönderen yüce Allah'ın katında çok itibarlı, yani büyük bir şeref ve itibarı var.

21. Öyle ki orada sözü dinlenen, yüce Allah'ın huzurunda Allah'a yakın melekler ona itaat eder, emrini dinlerler. Ondan emir alır ve ona baş vururlar. Güvenilir, her yönüyle kendisine güvenilebilir, vahyi iletmekte ve elçilikte son derece emin, "Benim güvenilirliğim şu: Bana bir şey emredilsin de ben o emrin dışına çıkayım, böyle bir şey olmaz." diye kendisinden rivayet olunduğu üzere, aldığı emirde asla sınırı aşmaz, görevini gereği gibi yerine getirir. Getirmiş olduğu vahiyle kusuru, hatası, hainliği düşünülemez.

22. Sizin arkadaşınız sohbetinde bulunduğunuz arkadaşınız, yani Hz. Peygamber (s.a.v) deli değil. Necm Sûresi'nin başındaki "Arkadaşınız şaşırmadı, azıtmadı da."(Necm, 53/2) âyetinde olduğu gibi, burada da Resulullah (s.a.v)'ın kötü sıfatlardan uzak tertemiz olduğu açıklanırken "sizin sohbetinde bulunduğunuz kişi" diye, onun, muhatapların arkadaşı olduğu belirtilerek "sohbet" ünvanıyla nitelenmesinde, Yunus Sûresi'nde geçen "Bilirsiniz ki ben sizin aranızda bundan evvel yıllarca kaldım. Siz hâlâ aklınızı kullanmaz mısınız?"(Yunus, 10/16) mânâsı üzerine ince bir taşlama vardır. Yani, ey o Kur'ân'a ve peygamberlik haberlerine inanmamak için Peygamber'e cin çarpmış diye ifti ra etmek isteyenler!

O Peygamber (s.a.v) sizin arkadaşınızdır. Siz yıllarca onun sohbetinde bulundunuz. Aklının, ahlâkının yüksekliğini denediniz. Görüş ve fikrine baş vurdunuz, konuştunuz. Bilirsiniz ki o deli ve mecnun değildir. Akıl ve anlayışı tam, fazilet ve erdemliliği herkesce kabul edilmiş, sizin iyiliğinizi isteyen bir zattır. Dolayısıyla o size bu sözleri bir mecnun gibi söylemiyor, "Hayır, o Hak ile geldi ve bütün Peygamberleri tasdik etti."(Sâffat, 37/37) kriterince Allah'ın gönderdiği o değerli elçiyi tasdik ederek hakkı söylüyor.

23. Vallahi o arkadaşınız, Muhammed onu, (yani o Arş'ın sahibinin yanında bulunan, son derece güvenilir, emrine uyulur, onurlu, kuvvetli ve değerli elçi Cebrail (a.s)'i) gördü, hem nasıl apaçık ufukta.

Açığa çıkaran veya açık ufuk demek olan "ufuk-ı mübin", Necm Sûresi'nde "yüksek ufuk" (Necm, 53/7) denilen ufuktur ki, gündüzün geldiği, güneşin doğduğu, eşyayı ortaya çıkarıp gösteren Doğu tarafı diye tefsir edilmiştir. Mücahid'den bir rivayette "Ecyâd t arafından apaçık yüksek ufukta" şeklinde gelmiştir. Bir adı da Ciyâd olan Ecyâd, Mekke'nin doğusunda bir dağın veya yerin ismidir. Bir de Mekkeliler için burçların doğduğu yerlerin en yükseği, yengeç burcunun göründüğü en yüksek yer olduğundan, "en yüksek ve apaçık ufuk"tan maksat odur denilmiştir.

Rasulullah (s.a.v)'ın Cebrail'i apaçık ufukta bu görüşü gerçek şekliyle görüşüdür ki Hira'dan sonra olmuştu. Yer ve gök arasında Kürsî üzerinde, yüce Allah'ın yarattığı şekliyle gördü. Altıyüz kanadı vardı diye rivayet edilmiştir.

İbnü Cerir de İbnü Humeyd'in Cerir kanalıyla Ata'dan, Amir'den rivayetinde şöyle der: "Peygamber (s.a.v) Cebrail'i kendi suretinde bir kere görmüştü. Diğerlerinde Dihye denilen bir zatın suretinde gelirdi. Kendi suretinde gördüğü gün ise, gelmiş bütün ufku kaplamıştı. Üzerinde inci takılı yeşil bir sündüs vardı. "Andolsun O, Cebrail'i açık ufukta gördü." ilâhî sözü budur." Fakat Necm Sûresi'nde "Andolsun ki onu bir kere de inişte gördü. Sidre-i Münteha'nın yanında." (Nec m, 53/13-14) diye açıkça belirtildiği üzere Resulullah (s.a.v)'ın Cebrail'i hakiki şekliyle Sidre-i Münteha'nın yanında bir kere daha görmüş olduğu da kesindir. Nitekim Taberânî ve İbnü Merduye'nin tahric ettikleri gibi İbnü Abbas'tan buradaki görmenin Si d re-i Münteha'nın yanındaki görme olduğu da rivayet edilmiştir.

Bu durumda "ufuk-ı mübin" yani "apaçık ufuk," Sidre-i Münteha demek olur. Oysa Sidre-i Münteha'daki görme "en yüksek ufukta görünme"(Necm, 53/6-7) nin dışında, iniş sırasında vuku bulan bir görme olduğu Necm Sûresi'nde belirtildiği için bu sûrede geçen "ufuk-ı mübin"in, Necm Sûresi'nde geçen "ufuk-ı â'lâ"dan başka olması gerekir.

Şu halde burada anlatılan görme, iki görmenin ikisini de kapsamak ve iki rivayeti de birleştirici olmak üzere "ufuk-ı mübin"i "ufuk-ı a'la" ve "Sidre-i Münteha" dan daha genel düşünmek daha uygun olacaktır. Allah bilir ya, İbnü Abbas'ın maksadı da bu olsa gerektir. Bu hususta Necm Sûresi daha ayrıntılı bilgi verdiğinden, inişi gerek önce olsun, gerek sonra olsun, buradaki görmenin ona göre tefsir edilmesi gerekir. Yani Resulullah (s.a.v)'ın Cebrail (a.s)'i hakiki yaratılışı şekliyle iki kere görmüş olduğu kesindir.

24. Ve O, yani arkadaşınız gayp üzerine, yani kendisine öyle vahy geldiğine ve gayp ile ilgili diğer işlere dair vermiş olduğu haberler gibi sizin duygu ve deneme sahanıza girmeyen gaybe ait hususlarda cimri de değildir.

DANİN, Cimrilik demek olan "dann" kelimesinden türetilmiş "faîl" kalıbında bir kelimedir. Cimrilik ve kıskançlık yapan mânâsına gelebileceği gibi, kıskanılan kişi mânâsına da gelebilir. Yani o sizin görebildiğiniz şeyler hususunda cimri olmadığı gibi gayb ile ilgili hususlarda da kıskanç değildir. Almış olduğu vahyi duyurmada ve sizin gözlem ve ilminizin dışında kalan bilme d iğiniz şeyleri haber verip bildirmede cimrilik etmez. Gayb bilgiçliği taslayan, gayb satıcılığı yapan kâhinler veya bildiğini ücretsiz belletmeyen kimseler gibi ücret alma sevdasıyla kıskançlık yapmaz. Dolayısıyla onun hakkında menfaat elde etmek gibi bi r maksat ve suçlama da söz konusu olamaz.

"Danin" kelimesi "madûn" yani kıskanılan kişi mânâsına olduğuna göre de âyet şöyle demek olur: "Sizin gözlem sahanıza giren durumlarda akıllı ve erdemli olduğunu bildiğiniz O Muhammed (s.a.v) gaybe karşı kıskanılacak bir kimse değildir. Onun gaybten haber vermesi, vahy alması, sizin bilmediğiniz şeyleri bilmesi çok görülmez. Onu o yüksek tabiat ve ahlâkta yaratan yüce Allah'ın, gayb ilminden onu vahy ve Peygamberlikle şereflendirmesi de kendisine kıskanılacak, ç ok görülecek bir şey değildir, "İnsanlar için, içlerinden bir adama "insanları uyar" diye vahyedişimiz şaşılacak bir şey mi oldu ki?"(Yunus, 10/2).

Bazı kırâetlerde yeri ile "zanîn" okunur. Bu da iki mânâ ile tefsir olunmuştur:

Birincisi, t öhmet mânâsına zınne'den olup, "O, gayb üzerine zanlı, töhmetli değildir, emin ve güvenilir birisidir." demek olur. Ki bu, birinci mânâ ile aynı gibidir.

İkincisi, suyu az olan kuyuya denilmesinde olduğu gibi zayıflık ve azlık mânâsından olarak, "O, nefsinde kuvveti zayıf, hafızası çürük, kuruntu ve zan ile söyleyen, heva ve hevesine kapılan bir kimse de değildir." demek olur. Yani vahyi alma ve yerine ulaştırma hususunda hiçbir zayıflığı yoktur. Onun aldığı vahyi normal insanların kuruntu ve zan k a rışan ve ilim sebeplerinden olmayan ilham ve kalbe doğuşları gibi zayıf zannetmemek gerekir. O kuvvetli, güvenilir ve saygın elçiden tam bir gözlem üzere aldığı bildirileri tam bir kuvvetle alıp koruyarak hiçbir harfini kaybetmeksizin kesin ve kuşkusuz bi r şekilde alır ve yerine ulaştırır. İşte O Kur'ân bu arkadaşınızın apaçık ufukta gördüğü öyle güvenilir, emrine uyulur ve Arş'ın sahibi yanında şerefli, son derece kuvvetli, saygın bir elçiden böyle kuvvet ve emniyetle alıp yerine ulaştırdığı bir kelâmdır k i bunu o Arş'ın sahibi yüce Allah'ın göndermiş olduğunda hiç kuşku yoktur.

25. O Kur'ân, kovulan bir Şeytan'ın, (yani ilâhî rahmetten uzaklaştırılmış, taşlanacak bir Şeytan'ın) sözü değildir. O arkadaşınıza görünen elçi, kâhinlere görünenler gibi, büyük ve ileri gelen meleklerin toplandığı yerden kulak hırsızlığı edip de "Her taraftan kovulup atılırlar, uzaklaştırılırlar."(Sâffat, 37/8-9) ölçüsüne göre her taraftan taşlanan aldatıcı şeytanlardan değil, saygıdeğer ve itaat olunması gereken gü v enilir bir melek, bir Allah elçisi olduğu sözü geçen niteliklerden bilindiği gibi, onu gören ve size haber veren arkadaşınız da Şeytan'dan ve şeytanlıktan uzaktır. Bunu arkadaşınızın aklı ve ahlâkı üzerindeki tecrübelerinizle bilmeniz, inanmanız gerekir. A hiretin dehşet ve sorumluluğunu ve o vakit "her nefis ne hazırlayıp getirmişse onu bilecek" olduğunu ve bu kadar kuvvetli yeminlerle o hakikatlerin gerçekleşeceğini size O Arş'ın sahibi tarafından haber verip duran arkadaşınıza inanmamakta ne büyük teh l ikeler bulunduğunu düşünmelisiniz.

26. O halde siz nereye gidiyorsunuz? Bu hakikatlere karşı doğru yolu bırakıp da hangi görüş ve düşüncelere kapılıyorsunuz? Ne büyük sapıklıklara düşüyorsunuz.

27. Haberiniz olsun ki O (Kur'ân), başka değil katıksız, bir zikirdir. Unutulmaması gereken bir öğüttür. Bütün akıllı âlemler için.

28. Fakat gerçek mânâda akıllı olanların kimler olduğu anlatılmak üzere 'den bedel olarak Özellikle içinizden

doğru yolda olmak, (hakkı ve doğruyu arayarak doğru gitmek) dileyenler için. Çünkü hatırlatmadan, vaaz ve öğütten yararlanacak olanlar onlardır. Gerçekte akıllı olanlar da onlar demektir.

İşte Kur'ân'ın indirilmesinden ve bu haberleri bildirmekten asıl hikmet ve gaye böyle doğru yolda olmak isteyenlere doğruya giden yolu anlatmaktır. Doğru gitmek istemeyen kimseler ise bu hatırlatmadan hoşlanmaz, ondan istifade etmezler. O zikir onlara etki etmez, gafletlerinden uyandırmaz. Uyandırsa da onlar eğrilikten hoşlandıkları için onu eğip bükerek aksine gi t mek ister, daha çok zarar görürler. "Bu, zalimlerin ancak görecekleri zararı artırmış olur"(İsra, 17/82).

Görülüyor ki zikir ve fikir yükümlülüğü, önce buyrularak bütün akıl sahiplerine yöneltildikten sonra özel olarak da doğru yolda gitmek isteyenlerin dilemesine bağlanmıştır. Demek ki yükümlülük ve sorumluluk ihtiyari işlerle ilgilidir. Bunda hidayet de yükümlülerin dilemesine bağlıdır. Hakk'ı arayıp bulmak için her şeyden önce kişinin fikrini hakka ve hayrı kazanmak için azim ve iradesini ha y ra yöneltmesi farzdır. Fakat bununla beraber şunu da bilmek gerekir ki yükümlünün dilemesinin şart olmasından, bunun başarı için ne yeterli bir şart ne de müstakil bir illet olması gerekmez. Zikir ve öğütten faydalanabilmek kulun doğru yolda gitmeyi dilem e si şartına bağlı olduğundan dolayı insan irade ve dilemesinde tamamen hür ise ve dolayısıyla doğru yolda olmayı dilemek isterse hemen dileyiverir, dilerse hemen doğru yolda oluverirmiş zannetmemelidir. "Her insanın ettiğini kendi boynuna taktık." (İsr a, 17/13) âyetinin ifade ettiği mânâya göre her insanın sorumluluğu itibariyle mukadderatı kendi dilemesine bağlanarak kendi boynuna geçirilmiş olmakla, o mukadderatında bütün illet ve sebepler insanın dilemesinden ibaret imiş gibi bütün başarı da insanı n kendine verilmiş değildir.

29. Gerçekte insanın doğruya ermeğe muvaffak olabilmesi için dilemesi bir şarttır. Fakat bütün şart ve sebepler ondan ibaret değil, onun da bir şartı vardır. Onun için burada zikirden faydalanma hükmü insanın doğruya ermeği dilemesine bağlanmış olmakla insanlar kendi işlerinde tamamen hakim imişler gibi bir vehim ve zanna kapılmamak ve dileme hususunda da istikamet noktası anlatılmak üzere hal bildiren veya yeni bir cümle başladığını gösteren "vav" ile şöyle buyruluyor: "Âlemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz".

Burada hitap, "akıllı âlemler için bir zikirdir" genellemesine göre genel

görünmekle beraber "sizden doğru yolda olmak isteyenler" ifadesindeki karine sayesinde bu hitabın özellikle doğru yolda olmak isteyenlere yapılmış olduğunu düşünmek daha kuvvetlidir. Şu halde birisi âyetlerin yakın akışına göre nass olarak âyetin ibaresinden anlaşılan, birisi de âyetlerin uzak akışına göre veya âyetlerin akışını göz önüne almayıp görünen ve işare t yoluyla anlaşılan mânâ olmak üzere derece derece iki mânâ düşünülebildiği gibi, âyetin başında bulunan nın, şimdiki zaman veya gelecek zamanın olumsuzluğunu ifade eden bir edat olabilmesine ve dilemelerin bir kayda bağlı olup olmamalarına, bir de "a n cak Allah'ın dilediği" şeklindeki "istisna-i müferra"ın, "ancak Allah'ın dilemesiyle...", bir ihtimale göre de "ancak Allah dilediği vakit.." takdirinde olabileceğine göre metnin kendisinde dahi birkaç izah şekli ihtimali bulunmakla beraber âyetlerin a s ıl akışı, doğru yolda olmayı dilemek üzerine bir hatırlatma ve öğüt olup diğerleri ikinci derecede kalır.

Dilemek, mutlak mânâda dilemek gibi görünmekle beraber, bu dilemenin, doğru yolda olmayı dilemek olması sözün akışı gereğidir. Yani sözün gelişi bunu göstermektedir. Bu bakıştan evvela bir karine bulunduğu zaman gelecek zamanı olumsuz yapmakta da kullanılırsa da asıl olarak şimdiki zamanı olumsuz yapmakta kullanıldığına göre şu mânâ akla gelebilir: Bununla beraber siz dilemiyorsunuz, doğru yo l da olmak istemiyorsunuz. Ancak ilerde Allah'ın dilemesi yani doğru yolda olmanızı dileyip de sizi bunu dilemeye mecbur etmesi hali hariç. Bunda "şimdi dilemiyorsunuz", da "Allah'ın ilerde dilemesi" demek olur. Fakat bu durumda hitap, sadece doğru yo l da olmak istemeyenlere yapılmış, yüce Allah'ın dilemesine de "Dilersek gökten üzerlerine bir âyet indiriveririz de ona boyunları eğilekalır." (Şuara, 26/4) gibi zorlayıcı ve mecbur bırakıcı bir dileme mânâsı verilmiş olur. İnsanı dilemesinde tamamen hü r ve fiilinin yaratıcısı saymak isteyen Mutezile bu mânâya sarılmak istemiş ise de bunda doğru yolda olmak isteyenlere bir öğüt verilmemiş, ancak istemeyenlere hitap ile bir korkutma yapılmış oluyor. Bu ise "sizden doğru yolda olmak isteyenler için" şekl i nde âyetin akışına uygun düşmez. Buna uygun olan hitap, ya genel veya doğru yolda olmak isteyenlere yöneltilmiş olarak doğru olma hususunda da kulun dilemesinin Allah'ın dilemesiyle beraber olduğunu hatırlatmaktır. Bununla beraber, ey insanlar, veya ey doğru yolda olmayı dileyenler! Siz o doğru yolda olmayı başka bir sebep ve suretle dilemiyorsunuz, ancak Allah'ın onu dilemesiyle, yani sizin dilemenizi dilemesi, irade etmenizi irade etmesiyle diliyorsunuz.

O halde doğru yolda olmayı başaranlar başarıyı kendilerinden bilmemeli, bunu Allah'ın lütuf ve ikramından bilmelidirler.

Yahut, siz hiçbir takdirde o dilemeyi kendi kendinize yapamazsınız, o doğru yolda olmayı dileyemezsiniz. Ancak Allah dilediği, yani sizin dilemenizi istediği takdirde dilersiniz, yaparsınız.

Bu iki mânânın ikisinden de elde edilen netice şu olur: Allah'ın iradesi olmayınca sizin ne iradeniz olur, ne muradınız, ne doğru yolda olmanız, ne de öğüt almanız. Bunların hiçbiri meydana gelmez. Çünkü Allah âlemlerin Rabbidir. Onun mülkünde, o istemedikçe hiçbir şey olamaz. Onun için doğru yolda olmayı isteyenler de buna muvaffak olmayı kendi iradelerinden bilmemeli, Allah'ın lütuf ve ikramından bilmelidirler. İşte sözün akışına göre bu âyetin zikir olmasının faydası budur.

Görülüyo r ki bu mânâlarda "sizden doğru yolda olmayı isteyenler için" karinesiyle, "siz dilemezsiniz" âyeti, "siz doğru yolda olmayı dilemezsiniz" şeklinde; "Allah dilemedikçe" âyeti de "Allah sizin dilemenizi dilemedikçe" diye tefsir edilmiştir. Ebu's-S u ud, demekle daha ince bir mânâ ifade etmiştir. Yani, "Siz doğru yolda olmayı gerektirecek bir dileme ile hiçbir vakit dileyemezsiniz.".Ancak Allah o dilemeyi istediği vakit dilersiniz. Çünkü Allah'ın dilemesi olmayınca sizin dilemeniz doğru yolda olma neticesinin gerçekleşmesini gerektirmez." demiştir. Gerçekte Allah irade etmeyince kul irade edemez. Fakat Allah kulun irade etmesini irade etmekle onun muradını da irade etmiş olması gerekmez. İnsan bir şey elde etmek ister de muradını elde edemeyebilir. Niceleri doğru gitmek ister de başı döner, düşer. O vakit Allah onun irade etmesini irade etmiş, fakat irade ettiği şeyin meydana gelmesini istememiş olur. Zira Allah kulun irade etmesini irade etmese idi, o irade edemezdi. Eğer muradını yani istediği şey i n meydana gelmesini isteseydi o şey meydana gelirdi. Demek ki Allah'ın dilemesi, istenilen şeyin olmasını gerektirici, fakat kulun dilemesi, Allah dilemedikçe istenilen şeyin olmasını gerektirici değildir. Burada doğru yolda olmayı dilemekten murat, bunu n meydana gelmesi olduğu için, onun olmasını gerekli kılmayan dileme, bahis konusunun dışında ve hükümsüz olacağından "siz dilemezsiniz" den murat da istenilen şeyin olmasını gerektiren dileme olmalıdır. Şu halde böyle bir kaydın özeti, kulun hem iradesi nin

hem de irade ettiği şeyin meydana gelmesi için ikisinin de Allah'ın iradesine bağlı olmasının şart olduğunu anlatmaktır. Çünkü doğru yolda olmak isteyenlere onları buna ulaştırmayan neticesiz bir dileme ile lütufta bulunmanın mânâsı olmaz. O lütuf, ancak doğru yola varmaya muvaffak olmaları durumunda faydalı olmuş olur.

Şu halde "Allah dilemedikçe" âyeti mutlak görünmekle beraber metinde anılmayan bir mef'ûl (tümlec)ü vardır. Böyle bir mef'ûlün olup da zikredilmediğini gösteren karine fiilin müteâddi (geçişli) olması bu zikredilmeyen mef'ûlün ne olduğunu gösteren karine de "siz dilemezsiniz" âyetidir. Dolayısıyla mânânın, "Allah, sizin dilemenizi dilemedikçe" demek olduğu kuşkusuzdur. Bu da hem dilemeyi hem de onun mef'ûllünü kapsamış olm a k için anılan dilemenin, dilenen şeyin olmasını gerektirici olması, sözün akışının gereğidir, daha düşün "Siz dilemezsiniz" fiili de aynı şekilde müteaddi olduğu için bir mef'ûlü (tümleci)nin bulunması gerekir. Bu tümleç de daha önce geçenlerden anlaşıl d ığına göre "doğru yolda olmak"tır. Ancak hitap herkese olduğuna göre, bunda daha genel olarak "herhangi bir şey" yani "herhangi bir şeyi dileyemezsiniz" mânâsı ihtimal dahilinde olduğu gibi, fiili lâzım (geçişsiz) fiil yerine koymak suretiyle yani, " s iz hiçbir dileme yapamazsınız" demek olma ihtimali de vardır. Bu durumda ise doğru yolda olmak mânâsı üzerinde minneti ifade için yaklaştırma, tamam olmak üzere bunun bir büyük önerme mevkiinde bulunması ve dolayısıyla "doğru yolda olmayı dilemeniz de a n cak Allah'ın dilemesiyledir" diye örtülü bir dallandırma daha gözetilmesi gerekir. Birinci izah şeklinde ise buna ihtiyaç kalmamış olacağından doğrudan doğruya "siz doğru yolda olmayı dileyemezsiniz" diye anlamak daha kestirme ve daha iyi olmuş olur. Onu n için araştırmacı âlimler bizim söylediğimiz gibi hep bunu tercih etmişlerdir.

Bununla beraber hitap genel olmak için fiili lâzım (geçişsiz) fiil yerinde veya "siz hiç bir şey dileyemezsiniz" şeklinde bir büyük önerme olmasını tercih edenler de olmuştur. Çünkü bu durumda Allah'ın dilemesi olmadıkça kulun hiçbir dilemesinin olamıyacağı açık seçik ve ibare ile ifade edilmiş olur ki, bu da Ehl-i Sünnet'in tam görüşüdür. Doğru yolda olmayı dilemesiyle kayıt altına alındığı takdirde ise, bu büyük ön e rme ibare yoluyla değil, delalet yoluyla anlaşılmış olacaktır. Bu zahirî mânâya daha uygun gibi görünürse de beyan ettiğimiz şekilde doğru yolda olma siyakına takribinde bir mukaddimeye daha muhtaç olacağından dolayı asıl söylenecek şeyden uzaklaşmaktır.

Bundan başka bazıları bu "siz dileyemezsiniz" şeklindeki mutlak mânâyı bir zorlama düsturu gibi saymışlar ve mutlak olarak kulun dilemesinin olmadığını söyleyerek yalnız Allah'ın dilemesinin bulunduğunu göstermek istemişlerdir. Fakat bu hiç doğru değildir. Zira istisna-i müferrağlarda hüküm istisnâdan sonra olduğu için burada kulun dilemesi tamamen yok sayılmış değil, Allah'ın dilemesi olmadıkça hiçbir dilemenin olmayacağı belirtilmiştir. Allah'ın dilemesi ile kulun da dileyebileceği ve hatta istediğ i nin olmasını gerektirecek bir dilemeye sahip olduğu gösterilmiştir. Nitekim "sizden doğru yolda olmayı isteyen için" sözünde de kulun dilemesinin olduğu açıkça görülmektedir. Burada, olsa olsa, bir şeyi yapmaya zorlama değil de "cebr-i mutavassıt" (orta derecede zorlama) denilen "dilemeye zorlama" düşünülebilir. Bu ise doğrudur. Bununla beraber kulun dilemesi Allah'ın dilemesine göre olunca, ilâhî irade ne ile ilgili olursa, kulun iradesinin de o şekilde olması gerekir. Şu halde Allah'ın dilemesi, kulun, iradesinde serbest olması şeklinde tecelli ederse kul dilemesinde serbest bırakılmış olacağından cebr-i mutavassıtın da kalkmış olması mümkün olur. Nitekim Maturidiyye mezhebi bu esas üzerinedir. Kulun irade-i külliyesi yani irade kuvveti yaratılmış ise d e irade-i cüz'iyyesi başkaca bir yaratılışa muhtaç olmıyacak şekilde itibâri bir emirdir, demekle bunu söylemiştir. Fakat kulun dilemesi Allah'ın dilemesinden büsbütün ayrı ve ona aykırı olabilecek şekilde serbest ve hür olduğunu zannetmek de Allah'ın, âle m lerin Rabb'i olduğunu düşünmemektir. Allah'ın dilemesi dışında hiçbir olay düşünülemez. Onun için kulların kendi tercihlerini kullanarak yaptıkları fiillerde ne sırf cebir, ne de sırf serbest bırakma vardır. Aksine kullar için sırf cebir yani zorlama cere y an eden birçok zorunlu fiiller bulunduğu halde sırf serbestlik yoktur. "Rabbin dilediğini yaratır ve seçer. Onlar için ise seçme hakkı yoktur."(Kasas, 28/68), "İyi bilin ki, yaratmak ve emretmek ona mahsustur. O, âlemlerin Rabb'i olan Allah ne yücedi r."(A'râf, 7/54). Dolayısıyla insanlar doğru yolda olmayı dileyerek hakkı ve doğruyu aramalı ve böylece bu zikirden yararlanmalıdır. Fakat doğru yolda bulunmaya muvaffak olanlar da bu başarıyı Allah'tan bilmeli ve yüce Allah'ın, vermiş olduğu dilemeyi kal d ırıp yok edebileceğini de unutmamalı, "sizden doğru yolda olmayı dileyenler için" buyrulmakla, "madem ki iş bizim dilememize bırakılmıştır, o halde biz her ne dilersek hak ve doğru olur" zannına düşmemeli, dilemeleriyle sorumluluğun kendilerine ait olduğ u nu daima hatırda tutmalıdır.

Alûsî'de Süleyman b. Musa ve Kasım b. Muhaymire'den şöyle rivayet

olunmuştur: âyeti inince Ebu Cehil: Demek ki iş bize bırakılmıştır. Dilersek doğru yolda oluruz, dilersek olmayız." demişti. Bunun üzerine âyeti indi. Buna göre de bu âyet, cebrin olduğunu göstermek için değil, tamamen serbest bırakmanın olmadığını göstermek suretiyle doğru yolda olmayı Allah'tan dilemeye teşvik akışı içinde inmiştir. Korkutmaya ve dileme mecburiyetine delaleti işaret yoluyladır. Bu iki özellikte yine aşağıda olduğu gibi açıklanacaktır.

Gerçekte insanın doğruya ermeğe muvaffak olabilmesi için dilemesi bir şarttır. Fakat bütün şart ve sebepler ondan ibaret değil, onun da bir şartı vardır. Onun için burada zikirden faydalanma hükmü insanın doğruya ermeği dilemesine bağlanmış olmakla insanlar kendi işlerinde tamamen hakim imişler gibi bir vehim ve zanna kapılmamak ve dileme hususunda da istikamet noktası anlatılmak üzere hal bildiren veya yeni bir cümle başladığını gösteren "vav" ile şöyle buyruluyor: "Âlemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz".

Burada hitap, "akıllı âlemler için bir zikirdir" genellemesine göre genel

görünmekle beraber "sizden doğru yolda olmak isteyenler" ifadesindeki karine sayesinde bu hitabın özellikle doğru yolda olmak isteyenlere yapılmış olduğunu düşünmek daha kuvvetlidir. Şu halde birisi âyetlerin yakın akışına göre nass olarak âyetin ibaresinden anlaşılan, birisi de âyetlerin uzak akışına göre veya âyetlerin akışını göz önüne almayıp görü n en ve işaret yoluyla anlaşılan mânâ olmak üzere derece derece iki mânâ düşünülebildiği gibi, âyetin başında bulunan nın, şimdiki zaman veya gelecek zamanın olumsuzluğunu ifade eden bir edat olabilmesine ve dilemelerin bir kayda bağlı olup olmamalarına, b ir de "ancak Allah'ın dilediği" şeklindeki "istisna-i müferra"ın, "ancak Allah'ın dilemesiyle...", bir ihtimale göre de "ancak Allah dilediği vakit.." takdirinde olabileceğine göre metnin kendisinde dahi birkaç izah şekli ihtimali bulunmakla beraber âyetlerin asıl akışı, doğru yolda olmayı dilemek üzerine bir hatırlatma ve öğüt olup diğerleri ikinci derecede kalır.

Dilemek, mutlak mânâda dilemek gibi görünmekle beraber, bu dilemenin, doğru yolda olmayı dilemek olması sözün akışı gereğidir. Yani sözün gelişi bunu göstermektedir. Bu bakıştan evvela bir karine bulunduğu zaman gelecek zamanı olumsuz yapmakta da kullanılırsa da asıl olarak şimdiki zamanı olumsuz yapmakta kullanıldığına göre şu mânâ akla gelebilir: Bununla beraber siz dilemiyorsun u z, doğru yolda olmak istemiyorsunuz. Ancak ilerde Allah'ın dilemesi yani doğru yolda olmanızı dileyip de sizi bunu dilemeye mecbur etmesi hali hariç. Bunda "şimdi dilemiyorsunuz", da "Allah'ın ilerde dilemesi" demek olur. Fakat bu durumda hitap, sad e ce doğru yolda olmak istemeyenlere yapılmış, yüce Allah'ın dilemesine de "Dilersek gökten üzerlerine bir âyet indiriveririz de ona boyunları eğilekalır." (Şuara, 26/4) gibi zorlayıcı ve mecbur bırakıcı bir dileme mânâsı verilmiş olur. İnsanı dilemesind e tamamen hür ve fiilinin yaratıcısı saymak isteyen Mutezile bu mânâya sarılmak istemiş ise de bunda doğru yolda olmak isteyenlere bir öğüt verilmemiş, ancak istemeyenlere hitap ile bir korkutma yapılmış oluyor. Bu ise "sizden doğru yolda olmak isteyenle r için" şeklinde âyetin akışına uygun düşmez. Buna uygun olan hitap, ya genel veya doğru yolda olmak isteyenlere yöneltilmiş olarak doğru olma hususunda da kulun dilemesinin Allah'ın dilemesiyle beraber olduğunu hatırlatmaktır. Bununla beraber, ey insanlar, veya ey doğru yolda olmayı dileyenler! Siz o doğru yolda olmayı başka bir sebep ve suretle dilemiyorsunuz, ancak Allah'ın onu dilemesiyle, yani sizin dilemenizi dilemesi, irade etmenizi irade etmesiyle diliyorsunuz.

O halde doğru yolda olmayı başaranlar başarıyı kendilerinden bilmemeli, bunu Allah'ın lütuf ve ikramından bilmelidirler.

Yahut, siz hiçbir takdirde o dilemeyi kendi kendinize yapamazsınız, o doğru yolda olmayı dileyemezsiniz. Ancak Allah dilediği, yani sizin dilemenizi istediği takdirde dilersiniz, yaparsınız.

Bu iki mânânın ikisinden de elde edilen netice şu olur: Allah'ın iradesi olmayınca sizin ne iradeniz olur, ne muradınız, ne doğru yolda olmanız, ne de öğüt almanız. Bunların hiçbiri meydana gelmez. Çünkü Allah âlemlerin Rabbidir. Onun mülkünde, o istemedikçe hiçbir şey olamaz. Onun için doğru yolda olmayı isteyenler de buna muvaffak olmayı kendi iradelerinden bilmemeli, Allah'ın lütuf ve ikramından bilmelidirler. İşte sözün akışına göre bu âyetin zikir olmasının faydası budur.

Görülüyor ki bu mânâlarda "sizden doğru yolda olmayı isteyenler için" karinesiyle, "siz dilemezsiniz" âyeti, "siz doğru yolda olmayı dilemezsiniz" şeklinde; "Allah dilemedikçe" âyeti de "Allah sizin dilemenizi dilemedikçe" diye tefsir edilmiş t ir. Ebu's-Suud, demekle daha ince bir mânâ ifade etmiştir. Yani, "Siz doğru yolda olmayı gerektirecek bir dileme ile hiçbir vakit dileyemezsiniz.".Ancak Allah o dilemeyi istediği vakit dilersiniz. Çünkü Allah'ın dilemesi olmayınca sizin dilemeniz doğr u yolda olma neticesinin gerçekleşmesini gerektirmez." demiştir. Gerçekte Allah irade etmeyince kul irade edemez. Fakat Allah kulun irade etmesini irade etmekle onun muradını da irade etmiş olması gerekmez. İnsan bir şey elde etmek ister de muradını elde edemeyebilir. Niceleri doğru gitmek ister de başı döner, düşer. O vakit Allah onun irade etmesini irade etmiş, fakat irade ettiği şeyin meydana gelmesini istememiş olur. Zira Allah kulun irade etmesini irade etmese idi, o irade edemezdi. Eğer muradını yani i stediği şeyin meydana gelmesini isteseydi o şey meydana gelirdi. Demek ki Allah'ın dilemesi, istenilen şeyin olmasını gerektirici, fakat kulun dilemesi, Allah dilemedikçe istenilen şeyin olmasını gerektirici değildir. Burada doğru yolda olmayı dilemekten murat, bunun meydana gelmesi olduğu için, onun olmasını gerekli kılmayan dileme, bahis konusunun dışında ve hükümsüz olacağından "siz dilemezsiniz" den murat da istenilen şeyin olmasını gerektiren dileme olmalıdır. Şu halde böyle bir kaydın özeti, kulun hem iradesinin

hem de irade ettiği şeyin meydana gelmesi için ikisinin de Allah'ın iradesine bağlı olmasının şart olduğunu anlatmaktır. Çünkü doğru yolda olmak isteyenlere onları buna ulaştırmayan neticesiz bir dileme ile lütufta bulunmanın mânâsı olmaz. O lütuf, ancak doğru yola varmaya muvaffak olmaları durumunda faydalı olmuş olur.

Şu halde "Allah dilemedikçe" âyeti mutlak görünmekle beraber metinde anılmayan bir mef'ûl (tümlec)ü vardır. Böyle bir mef'ûlün olup da zikredilmediğini gösteren karine fiilin müteâddi (geçişli) olması bu zikredilmeyen mef'ûlün ne olduğunu gösteren karine de "siz dilemezsiniz" âyetidir. Dolayısıyla mânânın, "Allah, sizin dilemenizi dilemedikçe" demek olduğu kuşkusuzdur. Bu da hem dilemeyi hem de onun mef'ûllünü k apsamış olmak için anılan dilemenin, dilenen şeyin olmasını gerektirici olması, sözün akışının gereğidir, daha düşün "Siz dilemezsiniz" fiili de aynı şekilde müteaddi olduğu için bir mef'ûlü (tümleci)nin bulunması gerekir. Bu tümleç de daha önce geçenle r den anlaşıldığına göre "doğru yolda olmak"tır. Ancak hitap herkese olduğuna göre, bunda daha genel olarak "herhangi bir şey" yani "herhangi bir şeyi dileyemezsiniz" mânâsı ihtimal dahilinde olduğu gibi, fiili lâzım (geçişsiz) fiil yerine koymak suretiyl e yani, "siz hiçbir dileme yapamazsınız" demek olma ihtimali de vardır. Bu durumda ise doğru yolda olmak mânâsı üzerinde minneti ifade için yaklaştırma, tamam olmak üzere bunun bir büyük önerme mevkiinde bulunması ve dolayısıyla "doğru yolda olmayı dil e meniz de ancak Allah'ın dilemesiyledir" diye örtülü bir dallandırma daha gözetilmesi gerekir. Birinci izah şeklinde ise buna ihtiyaç kalmamış olacağından doğrudan doğruya "siz doğru yolda olmayı dileyemezsiniz" diye anlamak daha kestirme ve daha iyi olm u ş olur. Onun için araştırmacı âlimler bizim söylediğimiz gibi hep bunu tercih etmişlerdir.

Bununla beraber hitap genel olmak için fiili lâzım (geçişsiz) fiil yerinde veya "siz hiç bir şey dileyemezsiniz" şeklinde bir büyük önerme olmasını tercih edenler de olmuştur. Çünkü bu durumda Allah'ın dilemesi olmadıkça kulun hiçbir dilemesinin olamıyacağı açık seçik ve ibare ile ifade edilmiş olur ki, bu da Ehl-i Sünnet'in tam görüşüdür. Doğru yolda olmayı dilemesiyle kayıt altına alındığı takdirde ise, bu büyük önerme ibare yoluyla değil, delalet yoluyla anlaşılmış olacaktır. Bu zahirî mânâya daha uygun gibi görünürse de beyan ettiğimiz şekilde doğru yolda olma siyakına takribinde bir mukaddimeye daha muhtaç olacağından dolayı asıl söylenecek şeyden uz a klaşmaktır.

Bundan başka bazıları bu "siz dileyemezsiniz" şeklindeki mutlak mânâyı bir zorlama düsturu gibi saymışlar ve mutlak olarak kulun dilemesinin olmadığını söyleyerek yalnız Allah'ın dilemesinin bulunduğunu göstermek istemişlerdir. Fakat bu hiç doğru değildir. Zira istisna-i müferrağlarda hüküm istisnâdan sonra olduğu için burada kulun dilemesi tamamen yok sayılmış değil, Allah'ın dilemesi olmadıkça hiçbir dilemenin olmayacağı belirtilmiştir. Allah'ın dilemesi ile kulun da dileyebileceği ve h a tta istediğinin olmasını gerektirecek bir dilemeye sahip olduğu gösterilmiştir. Nitekim "sizden doğru yolda olmayı isteyen için" sözünde de kulun dilemesinin olduğu açıkça görülmektedir. Burada, olsa olsa, bir şeyi yapmaya zorlama değil de "cebr-i mutav a ssıt" (orta derecede zorlama) denilen "dilemeye zorlama" düşünülebilir. Bu ise doğrudur. Bununla beraber kulun dilemesi Allah'ın dilemesine göre olunca, ilâhî irade ne ile ilgili olursa, kulun iradesinin de o şekilde olması gerekir. Şu halde Allah'ın dilemesi, kulun, iradesinde serbest olması şeklinde tecelli ederse kul dilemesinde serbest bırakılmış olacağından cebr-i mutavassıtın da kalkmış olması mümkün olur. Nitekim Maturidiyye mezhebi bu esas üzerinedir. Kulun irade-i külliyesi yani irade kuvveti yara t ılmış ise de irade-i cüz'iyyesi başkaca bir yaratılışa muhtaç olmıyacak şekilde itibâri bir emirdir, demekle bunu söylemiştir. Fakat kulun dilemesi Allah'ın dilemesinden büsbütün ayrı ve ona aykırı olabilecek şekilde serbest ve hür olduğunu zannetmek de A l lah'ın, âlemlerin Rabb'i olduğunu düşünmemektir. Allah'ın dilemesi dışında hiçbir olay düşünülemez. Onun için kulların kendi tercihlerini kullanarak yaptıkları fiillerde ne sırf cebir, ne de sırf serbest bırakma vardır. Aksine kullar için sırf cebir yani z orlama cereyan eden birçok zorunlu fiiller bulunduğu halde sırf serbestlik yoktur. "Rabbin dilediğini yaratır ve seçer. Onlar için ise seçme hakkı yoktur."(Kasas, 28/68), "İyi bilin ki, yaratmak ve emretmek ona mahsustur. O, âlemlerin Rabb'i olan All a h ne yücedir."(A'râf, 7/54). Dolayısıyla insanlar doğru yolda olmayı dileyerek hakkı ve doğruyu aramalı ve böylece bu zikirden yararlanmalıdır. Fakat doğru yolda bulunmaya muvaffak olanlar da bu başarıyı Allah'tan bilmeli ve yüce Allah'ın, vermiş olduğu d ilemeyi kaldırıp yok edebileceğini de unutmamalı, "sizden doğru yolda olmayı dileyenler için" buyrulmakla, "madem ki iş bizim dilememize bırakılmıştır, o halde biz her ne dilersek hak ve doğru olur" zannına düşmemeli, dilemeleriyle sorumluluğun kendileri n e ait olduğunu daima hatırda tutmalıdır.

Alûsî'de Süleyman b. Musa ve Kasım b. Muhaymire'den şöyle rivayet

olunmuştur: âyeti inince Ebu Cehil: Demek ki iş bize bırakılmıştır. Dilersek doğru yolda oluruz, dilersek olmayız." demişti. Bunun üzerine âyeti indi. Buna göre de bu âyet, cebrin olduğunu göstermek için değil, tamamen serbest bırakmanın olmadığını göstermek suretiyle doğru yolda olmayı Allah'tan dilemeye teşvik akışı içinde inmiştir. Korkutmaya ve dileme mecburiyetine delaleti işaret yoluyl a dır. Bu iki özellikte yine aşağıda olduğu gibi açıklanacaktır.