20 Temmuz 2007 Cuma

MÜRSELAT SÜRESİ(MEVDUDİ)

Adı: Bu sure, adını birinci ayette geçen "murselât" kelimesinden almıştır.

Nüzul Zamanı: Surenin konusundan, Mekke döneminin başlarında nazil olduğu anlaşılmaktadır. Bundan önceki iki sure olan Kıyamet ve Dehr Sureleri ile, sonraki iki sure olan Nebe' ve Naziat Surelerini birleştirerek okursak, Mürselât da dahil bütün bu surelerin aynı dönemde nazil olduğu sonucuna varırız. Mürselât Suresi, aynı konuyu çeşitli açılardan Mekke'lilerin zihinlerine yerleştirmek istemiştir.

Konu: Bu sure, kıyamet ve ahiretin varlığını ispat etmeyi esas alır. Ayrıca bu gerçekleri inkar ya da ikrar edenlerin sonunun ne olacağı hakkında bilgi verilmektedir. İlk yedi ayette rüzgarlara yemin edilmesi, Kur'an ve Hz. Muhammed'e (s.a) kıyamet hakkında verilen bilginin gerçek olduğuna, bunun yanısıra kıyametin muhakkak vukubulacağına dikkat çekmek içindir. Kıyametin gerçekleşmesinin delili, yeryüzünde hayret verici bir nizam kuran Kadir-i Mutlak'ın bundan aciz olmadığıdır. Apaçık hikmete dayanan bu nizam, ahiretin muhakkak gerçekleşeceğine şehadet etmektedir. Çünkü hikmet sahibi olan Allah, hiçbir şeyi maksatsız ve abes yere yaratmaz. Eğer ahiret olmasaydı bütün kainat anlamsız olurdu.

Mekkeliler tekrar tekrar "kıyamet dediğin şeyi getir, ne zaman gelecek?" diyorlardı. Kur'an, 8. ayetten 15. ayete kadar Mekkelilerin bu talebini zikretmeden, kıyametin bir oyun olmadığını, dolayısıyla her maskaranın isteği ile hemen gerçekleşmeyeceğini belirtmiştir.

Kıyamet günü, bütün insanlığın yaptıklarının ceza ve mükafat günüdür. Bu nedenle Allah belli bir gün tayin etmiştir. O gün, ancak kararlaştırılmış anda gelecektir. Kıyamet günü ile alay eden kafirler, o korkunç olayla karşılaştıklarında dehşete kapılacaklardır. O gün, kıyamet hakkında kendilerine bilgi getiren ancak yalanlanan Rasuller, Allah'ın huzurunda onların sonlarına şehadet edeceklerdir. O zaman kafirler sonlarını, felaketlerini kendi elleriyle hazırlamış olduklarını bileceklerdir.

Kur'an, 16. ayetten 28. ayete kadar sürekli, kıyamet ve ahiretin vuku ve gerekliliği hakkında deliller vermiştir. İnsanlığın doğuşu, tarihçesi ve üzerinde hayat sürdüğü yeryüzünün mahiyeti, kıyametin geleceğine ve ahiretin vukuunun da mümkün olduğuna şehadet etmektedir. Bu, Allah'ın hikmetinin gereğidir. İnsanlık tarihi, çeşitli milletlerin, ahireti inkar ettikleri zaman bozguna uğradıklarına ve helak olduklarına şahittir. Buradan şu anlamı çıkarmak mümkündür. Bir milletin tutumu ahiret inancına ters ise, o milletin durumu, kör bir insanın dikkatsiz şekilde karşıdan gelen trene doğru koşması gibidir. Bu insanın sonu nasıl olacaksa söz konusu milletin de sonu öyle olacaktır. İşte ahiret böyle bir gerçekliktir. Ayrıca bu kainatta sadece tabiat kanunu (Phsical laws) geçerli değil, aynı zamanda ahlâkî kanun da (moral laws) yürürlüktedir. Aslında bu dünyada da ceza ve mükafaat gerçekleşebilir. Ancak bunun kendiliğinden ve mükemmel bir şekilde vukubulması beklenemez. Bu nedenle, kainatın ahlâkî kanununun gereği olarak, iyilik ve kötülüğün gerçek karşılığının verileceği ahiret olayının gelmesi gerekir. Dünyada bazıları mükafattan mahrum kalmış ya da cezadan kurtulmuşsa bile sonradan adalet gerçekleşmelidir. Onun için ölümden sonra bir hayat daha olmalıdır. Eğer bir kimse aklını tamamen kaybetmedi ise ve ayrıca dünyadaki doğuşunu düşünürse, kendisini hakir bir nutfeden yaratarak mükemmel hale getiren Allah'ın, insanı tekrar diriltmesinin imkanını inkar edemez. Yaşantısını sürdürdüğünde ölümden sonra parçalarının kaybolacağı da düşünülemez. Çünkü insanın bütün parçaları toprakta mevcuttur. Aynı toprağın hazinesinden vücut bulur, gelişir, büyür ve sonunda yine toprağın bir parçası olarak geri döner. Onu ilk olarak bu toprağın hazinesinden yaratan Allah, tekrar topraktan diriltmeye nasıl kadir olamaz? İnsan eğer Allah'ın kudretini düşünürse bu gerçeği inkar edemez.

Yeryüzünde insana bazı yetkiler verilmesini ve bu yetkileri doğru ya da yanlış kullanımının sonunda bir hesap vermesi gerektiğini hikmetle düşünse bu gerçeği inkar edemez. Çünkü yaptıklarının karşılıksız bırakılması hikmete aykırıdır.

Bundan sonra, 28. ayetten 40'a kadar ahireti inkar edenlerin durumu; 41. ayetten 45.'e kadar da sonlarını düzeltmek için gayret gösteren, fikir, akide, amel, yaşayış ve karakterlerini kötülükten uzak tutan, bu dünyada ne kadar yararlı olursa olsun eğer ahiretine zarar verecekse bu tür bir işten uzak duran iman ehlinin durumu açıklanmıştır.

Sonunda ahireti inkar edenlere, Allah'a itaat etmekten yüz çevirenlere; bu geçici dünyayı kendilerine eğlence edinebilecekleri, ama sonlarının çok korkunç olacağı ikaz edilmiştir. Söze, Kur'an'dan hidayet almayan bir kimseye bu dünyada hiçbir şeyin doğru yolu gösteremeyeceği ile son verilmiştir.

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1 Birbiri ardınca gönderilenlere andolsun;

2 Derken kökünden koparıp savuranlara.

3 Yaydıkça yayanlara,

4 Böylece ayırdıkça ayıranlara,

5 Zikr (vahy, öğüt) bırakanlara;

6 Özür (suçu, eksikliği ortadan kaldırmak) olarak veya uyarıp-korkutmak için.1

AÇIKLAMA

1. Yani, rüzgar gelmediği zaman kıtlık korkusu dolayısıyla bazen kalpleri yumuşar ve Allah'tan af dilemeye başlarlar. Bazen kendilerine yağmur getirdiği için de Allah'a şükrederler. Bazı zaman da rüzgar sert estiği ve fırtına getirdiği için korkarlar. Helak olma korkusundan dolayı Allah'a rücu ederler.

Bu ayetlerde ilk önce, peşpeşe esmeye başlayan ve yağmur getiren rüzgarların tertibi açıklanmıştır. Rüzgarların, bazen fırtına şekline dönüşmesinin ve bulutları yaymasının, sonra da yağmur indirmesinin zikredilmesi huzur veya korku şeklinde kalplerin Allah'ı hatırlaması içindir. Yani böyle bir olayda insanın kalbinde korku oluşur ve dolayısıyle Allah'ı zikretmeye mecbur kalır. Ya da insan, günahlarını itiraf ederek dua eder. Helakten kurtuluş ve merhamet için yağmur vesilesiyle Allah'a yalvarır. Uzun bir süre yağmur yağmasa ve insanlar bir damla suya hasret kalsalar, rüzgarların estiğini ve bulutların geldiğini gören en katı kafirler bile Allah'ı zikretmeye başlarlar. Ancak kıtlığın hafifliği ya da şiddetine göre bu durum farklılık arz eder. Eğer kıtlık hafifse, Allah'ın zikrinden uzak olmayan normal bir insan hemen Allah'ı hatırlar.

Ama diğer insanlar bunu tabiat olayı olarak kabul eder ve korkuya gerek duymazlar. Allah'a yalvarmayı ise hurafe sayarlar. Fakat eğer kıtlık uzun müddet sürmüşse ve ülke felaketle karşı karşıya ise, o zaman en katı kafirler bile Allah'ı hatırlamaya başlarlar. Dil ile ifade etmekten utanırlarsa da, kalpleriyle günahları ve nankörlüklerinden dolayı mahçup olurlar. Bulutları getiren rüzgarların bütün ülkede yağmura vesile olması için Allah'a dua ederler. Bu, özel olarak onların kalplerine Allah'ın bir ilkasıdır. Fırtına büyük bir tufan halini aldığında ve şehirler harap olduğunda ilka "nüzr (korku)" şeklindedir. Yağmur çokça yağdığı ve her yeri sel almaya başladığında en katı kafir bile korku içinde Allah'a yalvarmaya başlar. Böyle bir ortamda korkudan tufan ve seller hakkındaki bilimsel açıklamaları unutur gider.. Rüzgarların tertip edilmesi açıklandıktan sonra, bu rüzgarların huzur ve korku olarak Allah'ı hatırlattığı belirtilmiştir. Diğer bir ifadeyle, dünyada görünen nizam ve kainat, insana sürekli olarak kainattaki yetkilerin tamamen kendi elinde olmadığını hatırlatmaktadır. Ayrıca takdiri tayin eden ve her şeyin üstünde bir güç vardır. O'nun iktidarı o kadar güçlüdür ki, ancak o dilediği zaman tabii unsurlar insana hizmet etmektedir, o istemediği zaman aynı unsurlar insanın felaketine sebep olmaktadır.

Bundan sonra rüzgarlar, vaadedilen kıyametin mutlaka geleceğine işaret olmak üzere bu dünyadaki nizamın varlığına delil gösterilmiştir. Rüzgarlar kıyamete nasıl delil olabilir?

İnsan, kıyamet ve ahiret hakkında genellikle iki soru ile karşıkarşıyadır. Birincisi, kıyametin gerçekleşmesinin mümkün olup olmadığı, ikincisi ise gerçekleşmesinin gerekip gerekmediğidir. Bu iki gerçek hakkında şüpheye düşen veya bunların bir efsane olduğuna inananlara karşı Kur'an'da yer yer kainat nizamı delil gösterilerek kıyametin imkanı ve gerekliliğinin gerçekliği ispatlanmıştır. Bazı yerde de Allah'ın yarattığı evrendeki sayısız eserden bazıları üzere yemin edilerek delil getirilmiş ve kıyametin muhakkak gerçekleşeceği belgelenmiştir. Bu istidlallerde kıyametin vuku bulmasının imkanı üzerine de, gerekliliği üzerine de deliller mevcuttur.

Burada takip edilen istidlal tarzı, rüzgarın esmesi ile yağmurun gelmesine dikkat çekilmesidir. Bu iki olaya işaret edilerek kainat nizamının belli bir kaideye bağlı olduğu, Hakim ve Kadir-i Mutlak'ın tedbiri ile kaim bulunduğu açıklanmıştır. Yani kainat bir tesadüfün sonucu değildir. Bu nedenle yeryüzünde işler kendi kendine yürümemektedir. Sözgelimi, denizlerden buhar yükselir.

Rüzgarlar bunları taşıyarak muhtelif parçalara böler ve yeryüzünün değişik kısımlarına yağmur olarak bırakır. Bu nizam, kör ve sağır bir sultanın kurduğu nizam değildir ki tesadüfi işlemekte olsun. Tersine bu, ciddi ve tam ölçülü tasarlanmış bir nizamdır ve belli kanunlara göre işlemektedir. Bunun için, denizlerden güneşin ısısıyla buhar yükselir ama hiçbir zaman buz olmaz. Bu olay her zaman da böyle olur. Hiçbir mevsimde rüzgarlar buharı yukarıya kaldırmasının tersine denizin içinde bastırılmasına neden olacak şekilde değişik biçimde esmez. Bulutun meydana gelmesine engel olacak böyle bir olay hiçbir zaman cereyan etmez. Dolayısıyla, rüzgarların bulutları kurak bölgelere taşımasının da önüne geçilemez. Bu nedenle yeryüzünde yağmurun yağması kesilmez. Milyonlarca yıldan beri kara veya su aynı şekilde devam etmektedir. Eğer böyle olmasaydı insanın yaşaması imkansız olurdu.

Bu nizamda apaçık bir maksat vardır ve belli bir kanun ve düzene bağlıdır. Açıkça görülmektedir ki, yeryüzünde insan, hayvan, bitki hayatıyla rüzgar ve yağmur arasında derin bir ilişki vardır. Kainat nizamı, suyun yaratılması ve tüm yaratıkların ihtiyacını karşılayacak şekilde takdir edilmesine, ayrıca kesin bir kanuna tabi olmasına apaçık şehadet etmektedir. Bu amaç ve düzen bütün kainat nizamında mevcuttur. İnsanlığın bilimsel ilerlemeleri buna dayanmaktadır. Yeryüzü nizamının hangi gaye için ve hangi usule göre işlemekte olduğunu araştırıyorsunuz. Hangi kanuna tabi olduğunu, ne maksat için yaratıldığını, yaratılış kanunun ışığında çeşitli unsurların kullanımı için yeni yeni yolların neler olduğunu ararsınız. Böylece yeni icatlar yaparak bir medeniyet oluşturursunuz. Eğer dünyanın yaratılmasında bir maksat olduğu ve onun içindeki her şeyin bir kanuna bağlı olarak sürdüğü şekilde zihninizde bir tasavvur olmasaydı, onu nasıl kullanabileceğinize ilişkin bir soru da aklınıza gelmezdi.

Bu dünya ve içindeki herşeyin bir maksadı vardır. Bu dünya ve içindeki herşey bir kanuna bağlıdır. Bu sistem milyonlarca yıldan beri durmadan aynı gaye için ve belli kanuna bağlı olarak yürümektedir. Gördüğü halde, ancak inatçı bir insan bunu inkar edebilir. O insan, kainatı yaratan Alim, Hakim ve Kadir-i Mutlak olan Allah hakkında, yarattıktan sonra kainatı işletebileceğini ancak yok ederek yeniden yaratmaktan aciz olduğunu düşünür. Madde konusundaki yerleşik tasavvur olan, maddenin yok edilemeyeceği düşüncesi, kadim cahillerin en çok güvendikleri delildi.

Ama bilimin gelişmesi bunu da çürütmüştür. Günümüzde maddenin enerjiye çevrilebileceği gerçeği, bilimsel olarak kabul edilmiştir. Kuvvetin de madde şeklini alabileceği artık bilinmektedir. Bunun için Hayy ve Kayyum (diri ve her şeyi koruyan) olan Allah'ın, istediği zamana kadar maddi dünyayı devam ettireceği, ne zaman onu bir enerjiye tebdil etmek isterse bir işaretin yeteceği, diğer bir işareti ile de aynı şekilde aynı maddi şekle sokabileceği ilim ve akla uymaktadır.

Bu da, hiçbir ilmi ve akli delile dayanarak inkar edilemeyecek olan kıyametin imkanı hakkındadır. Diğer soru, insanın iyi amellerine mükafat, kötü amellerine ise ceza görebilmesi için kıyametin muhakkak vukubulması hakkındadır. Bir kimse insanın ahlâki sorumluluğuna kail ise ve iyi bir işe karşı mükafat, suça karşı da ceza verilmesini ahlâki sorumluluğun gereği olduğunu söylüyorsa, bu düşüncenin sahibi ahiretin muhakkak olduğunu kabul etmek zorunda kalır. Dünyada her suça tamtamına ceza ve her iyi amele tamtamına mükafat verebilecek hiçbir toplum ve devlet yoktur. Bu demektir ki bir suçlunun kendi vicdanî ızdırabı yeterli cezadır, bir iyilik yapan için de vicdanî tatmin yeterli bir mükafattır. Bu, şüphesiz yanlış bir sözdür. Mesela bir kimse suçsuz bir insanı öldürmüşse ve katil de hemen sonra herhangi bir kaza dolayısıyla ölmüşse, bu kişi o suçtan ızdırab çekmek için ne zaman fırsat bulacak ki? Veya bir şahıs hak ve adalet için savaşmış ve savaşta bir bomba ile parçalanmış, ölmüşse bu kişi kalbinde itminan oluşması ve yüksek bir amaç uğrunda can verdiği için onun mükafatını görmesi ne zaman gerçekleşecek?

Görülüyor ki, ahiret inancından kaçış için öne sürülen bütün deliller gülünçtür. İnsanın akıl ve mantığının gereğidir ki, kendi fıtratı adalet ister. Ama dünyanın mevcut hayatında adaleti yerine getirmek ve tamtamına ceza ve mükafat vermek mümkün değildir. Bu, ancak ahirette vukubulabilir. Adalet ancak Alim ve Habir olan Allah'ın emriyle yerine gelebilir. Ahireti inkar etmek aslında adaleti inkar etmektir.

Aklın insanı ulaştırdığı nokta, ahiretin mümkün olduğu ve vukubulması gerektiğidir. Ancak, buna "yakîn" ve bunun "ilm"i sadece vahiy aracılığıyla hasıl olur. Vahiy vasıtasıyla bildirilmiştir: "Size vaad edilen şey muhakkak gerçekleşecektir." Bu ilmi biz aklî delillerle elde edemeyiz. Ancak bize vahiy aracılığıyla ulaşan bilgi ile kıyametin hakk olduğuna yakîn hasıl edebiliriz. Ayrıca onun mümkün olduğunu ve aynı zamanda gerekliliğini biliriz.

7 Şüphesiz, size vadedilmekte olan 2gerçekleşecektir.3

8 Yıldızlar 'örtülüp (ışıkları) silindiği zaman,4

9 Gök yarıldığı zaman5

10 Dağlar, kökünden sökülüp savurulduğu zaman,

11 Ve peygamberler de (şahidlik için) belli bir vakitte getirildiği zaman6

AÇIKLAMA

2. İkinci olarak da bu mefhum "korkutulduğumuz şey" olabilir. Bundan maksat, kıyamet ve ahirettir.

3. Burada kıyametin vukubulması için beş şeye yemin edilmiştir. Birincisi, peşpeşe ve iyilik için gönderilenlere, ikincisi, şiddetli esenlere, üçüncüsü, yayayanlara, dördüncüsü, ayıran, parçalayana; beşincisi, hatırlamayı ilka edene. Bu ifadelerde sıfatlar beyan edilmiş, ancak neyin sıfatları olduğu açıklanmamıştır. Bu nedenle müfessirler arasında bu beş sıfatın aynı veya ayrı ayrı şeyler olduğu, ya da o şey veya şeylerin neler olduğu konusunda ihtilaf vardır. Bir grup şöyle diyor: "Bu beş şeyden kasıt rüzgardır." Diğer bir grup: "Bunlar meleklerdir" diyor. Üçüncü bir grup: "İlk üçten kasıt rüzgar, diğer ikisinden kasıt meleklerdir." diyor. Dördüncü grup: "İlk ikiden kasıt rüzgar, diğer üçünden kasıt meleklerdir." diyor. Bir görüş de: "Birinciden kasıt rahmet melekleri, ikinciden kasıt azab melekleri ve diğer üçten kasıt Kur'an'ın ayetleridir" diyor. Bizim görüşümüz, dikkat edilmesi gereken ilk noktanın, cümlenin gelişinde sıfatların arka arkaya ve arada hiç boşluk olmadan beyan edilmiş olmasıdır. Bir şeyin sıfatı bitip diğeri başlamamıştır. Bu nedenle, sadece kıyasa dayanarak bu sıfatlar hakkında, değişik şeylere yemin edildiğini söylememiz doğru olmaz. Bu söz dizimi bütün ibarenin sadece bir şeyin sıfatı olduğunu aksettirir. Kur'an-ı Kerim nerede bir gayri mahsusa (görünmeyen, hissedilmeyen) gerçek hakkında şüpheye düşenlere karşı bazı şeylere yemin etmişse, bu delil getirmek içindir. Yani, bir gayri mahsus şeyi ispatlamak için bir diğer gayri mahsus şeyin delil olarak ileri sürülmesi doğru olmaz. Bir gayri mahsus gerçeğin ispatlanması için bir mahsus (görünen) şeyin ileri sürülmesi daha uygun olur.

Bu nedenle benim görüşüm, söz konusu sıfatlardan kasıt rüzgarlardır. Bu beş sıfattan maksat meleklerdir diyen tefsir de doğru değildir. Çünkü melekler de kıyamet gibi gayri mahsustur.

Şimdi kıyametin vukuu hakkında rüzgarların nasıl delil olabileceğini düşünelim. Yeryüzünde hayvan ve bitki hayatının mümkün olabilmesinin en önemli sebebi havadır. Her çeşit hayatın özellikleri kendi kendine bir Kadir-i Mutlak, Hikmet sahibi Sanatkâr'ın bu dünyada hayatı meydana getirmeyi irade etmesi sonucu ve yaşayan mahlukatın varlığını devam ettirebilmesi için gerekli olan her şeyi yaratmış olduğuna; ayrıca yaratıkların ihtiyacına göre meydana getirdiğine şehadet eder. Allah bu dünyayı hava ile örtmüş ve kendi hikmet, kudreti ile bu rüzgarlara sayısız keyfiyet vermiştir. İşte bu nizam milyonlarca yıldan beri devam etmektedir. Bundan dolayı mevsimler değişir. Hava, bazı zaman sıkıntılı, bazı zamanda serin rüzgarlıdır. Bazı zaman sıcak, bazı zaman serttir. Bazen bulutları getirir, bazen de götürür. Bazen çok serin hava, bazen de şiddetli tufan olur. Kimi zaman yağmur yağar, kimi zaman da kıtlık meydana gelir. Kısacası hava, çeşitli şekillerde eser ve rüzgar belli bir maksadı yerine getirir. Bu nizam Allah Teâlâ'nın galip kudretinin ispatıdır. Eğer hava olmasa idi bu dünyada hayat diye bir şey olmazdı. Bu nizam aynı zamanda, Allah'ın onu yok edebileceğinin ve yok ettikten sonra yine aynı kemal düzeyinde ve hikmete dayalı olarak var edebileceğinin ispatıdır da. Ancak ahmak bir insan bütün sistemin ve nizamın eğlence olduğuna karar verebilir ve onu amaçsız sayar. Böyle hayret verici nizam karşısında insan o kadar çaresizdir ki, o kendi yararı için istediği zaman rüzgar estiremez ve kendisi için felaket olan tufanı da önleyemez. O ne kadar da utanmaz, şuursuz, inatçı olursa olsun rüzgarlar kimi zaman ona, her şeyin üstünde kahhar bir iktidarın hüküm sürmekte olduğunu hatırlatır. Bu iktidar, hayatın en büyük kaynak yeri olan rüzgarları isterse rahmetine, isterse felaketine sebep kılar. İnsan O'nun bu kararını önlemek gücüne sahip değildir. (Bkz. Zariyat an: 1-4)

4. Yani, Nuru kaybedecekler ve onlar için aydınlık kaybolacaktır.

5. Yani, şimdi kaim olan ve bu nedenle yıldız ve gezegenlerin kendi yörüngesinde hareket ettiği; kainatın da herşeyi kendi sisteminde tuttuğu bu nizam bozulacak ve herşey yerinden kopacaktır.

6. Kur'an-ı Kerim'de pekçok yerde, Allah'ın haşr meydanında bütün insanları kendi huzurunda toplayıp her kavmin peygamberini şahit olarak çağıracağı ve Allah'ın mesajının insanlara ulaşıp ulaşmadığına şehadet ettireceği beyan edilmiştir. Sapık ve suçlu olanların karşısında Allah ilk olarak peygamberleri şahit gösterecek ve en büyük hücceti bu olacaktır. Böylece, sapıklığa düşmelerinin nedeninin kendileri olduğu açığa çıkacaktır. Allah'ın onlara bunu haber verdiği de ispatlanacaktır. (Mesela bkz. Araf 172-173, an: 134-135, Zümer 69, an: 80, Mülk 8 an: 14)

12 (Bu,) Hangi gün için ertelenmişti?

13 (Mü'mini müşrikten, haklıyı haksızdan) Ayırma günü için.

14 Bu ayırma gününü sana ne bildirdi?

15 O gün, yalanlamakta olanların vay haline.7

16 Biz, öncekileri helak etmedik mi?8

17 Sonra arkadan gelenleri onların izinde yürüteceğiz.9

18 İşte biz, suçlu-günahkarlara böyle yapmaktayız.

19 O gün, yalanlamakta olanların vay haline.10

20 Sizi basbayağı bir sudan yaratmadık mı?

21 Sonra onu savunması sağlam bir karar yerine yerleştirdik,11

22 Belli bir süreye kadar;12

23 İşte (buna) güç yetirdik. Demek ki, biz ne güzel güç yetirenleriz.13

24 O gün, yalanlamakta olanların vay haline.14

AÇIKLAMA

7. Yani onlar bu günün geleceği haberini yalan zannetmişler ve Allah'ın, dünyada yaptıklarını karşılıksız bırakacağını, hesap vermeyeceklerini düşünmüşlerdir.

8. Bu, ahiret hakkındaki tarihi istidlaldir. Yani bu dünyada kendi tarihinize bakınız. Ahireti inkar ederek bu dünyayı asıl hayat zanneden ve bu dünyadaki neticeleri, hayr ve şerri ölçü kabul ederek ahlâki değerleri ona bağlayan bütün kavimlerin istisnasız hepsi de helak olmuşlardır.

Bir gerçek olan ahireti hesaba katmadan davrananlar hüsrana uğrarlar. Nasıl ki bir şahıs açık açık gerçeği hesap etmeden, gözü kapalı davranır da zarara uğrarsa, bu da onun gibidir. (Bkz. Yunus an: 12, Neml an: 86, Rum an: 8, Sebe an: 25)

9. Yani, bu bizim sünnetimizdir. Ahireti inkar edenler, helaka uğrayan geçmiş ümmetlerde olduğu gibi, sonunda aynı felakete uğramalarının kaçınılmaz olduğunu göreceklerdir. Bundan önce hiçbir kavim bu akıbetten istisna edilmemiş ileride de olmayacaktır.

10. Bu cümle şu manadadır: Onların dünyadaki sonu, onlara dünyada verilen ceza asıl ceza değildir. Gerçek ceza ve felaket kıyametten sonra olacaktır. Bu, şuna benzetilebilir: Suçlu bir kimse sürekli suç işliyorsa sonunda yakalanarak hapse atılır. Sonra da hakim karşısına çıkarılır. Hakim de onun cezasını karara bağlar ve asıl ceza ondan sonra başlar. Bunun gibi, insanlar için ahirette mahkeme kurulur. O kişiler için asıl felaket günü o gün olacaktır. (Bkz. Araf an: 5-6, Hud an: 105)

11. Yani annenin rahminde hamilelik istikrar bulduktan sonra çocuğu o kadar sağlam yerleştirmiş, bütün imkanlarla onu korumak ve yetişmesi için öyle tedbirler almıştır ki, en şiddetli olay bile, çocuğu ıskat edemez. Suni olarak, yani bugünkü tıbbi ilerlemelere rağmen çocuk aldırmak tehlikeden hâli değildir.

12. Buradaki kelime olan "Kaderin Ma'lum"un anlamı, yalnızca "belli bir süre kararlaştırmak" değildir. Bu kelimenin içeriğinde "ancak Allah'ın bildiği bir müddet" anlamı da vardır. Hiç kimse bir çocuğun anne karnında kaç ay, kaç gün, kaç saat kaç dakika ve kaç saniye kalacağını bilemeyeceği gibi, onun tam doğum vaktinin ne zaman olacağını da bilemez. Vakti Allah tayin etmiştir ve tamtamına ancak O bilir.

13. Bu, hayattan sonraki hayatın varlığına açık bir delildir. Allah buyuruyor ki: Biz sizi hâkir bir nutfeden başlatarak insan olarak yetişmenizi sağlamaya kadir iken, sizi tekrar başka türlü yaratma hususunda niye kadir olmayalım? Bizim yaratışımız sayesinde bugün mevcutsunuz. Bizim kudret sahibi olduğumuzun ispatı da sizin varlığınızdır. Bu durumda, sizi yarattıktan sonra bir kere daha yaratmaktan aciz olmadığımızı bilmelisiniz.

14. Bu cümle şu manadadır: Bu apaçık delil mevcut iken ölümden sonra dirilişi inkar etmektedirler. Bunlar ne kadar alay ederlerse etsinler ve inananlara ne kadar müthiş; örümcek kafalı, hurafeci derlerse desinler; bugün yalanladıkları o müthiş gün geldiğinde göreceklerdir ki o gün onlar için felaket günü olacaktır.

25 Biz yeryüzünü bir toplanma yeri kılmadık mı?

26 Dirilere ve ölülere.

27 Ve onda sabit yüksek dağlar var etmedik mi? Size tatlı bir su da içirmedik mi?15

28 O gün, yalanlamakta olanların vay haline.16

29 Kendisini yalanlamakta olduğunuz (azab)a gidin.17

30 Üç dala ayrılmış bir gölgeye gidin.18

31 Ne gölge altında bulundurur, ne de (yakıcı) alevden korur.

32 Gerçekten o, sanki her biri saray olan bir kıvılcım saçar.

33 Her biri, sanki sapsarı erkek deve sürüleri gibidir.19

34 O gün, yalanlamakta olanların vay haline.

35 Bu, onların konuşamıyacakları bir gündür.

36 Ve onlara, özür beyan etmeleri için izin de verilmez.20

AÇIKLAMA

15. Bu, ahiretin mümkün ve makul olduğunun başka bir delilidir. Yeryüzünde milyonlarca yıldır sayısız mahlukat, her türlü bitki, hayvan ve insan onun kucağında yaşamaktadır. Her türlü mahlukatın ihtiyacı da karşılanmıştır. Yeryüzünün hazinelerinden sürekli imkanlar aktarmaktadır. Aynı yeryüzünde sayısız mahlukat yaşamaktadır. Böylesine benzersiz bir nizamdır ki hepsine aynı toprakta yer bulmaktadır. Yeryüzü, mahlukatın yaşayabilmesi için hazır hale getirilmiştir.

Tam yuvarlak ve boş biçimde yapılmamıştır. Üzerinde yer yer dağlar yaratılmıştır. Mevsimlerin değişikliği, yağmurların yağması, nehirlerin meydana gelmesi ve verimli vadilere ulaşması, kendilerinden kütük elde edilen büyük ağaçların meydana gelmesi, çeşitli maden ve taşlar olması için yüksek dağlar yerleştirilmiştir. Ayrıca yeryüzünün altında tatlı su da yaratılmıştır. Yer üstünde de tatlı sular nehirlere akmaktadır. Denizin tuzlu suyundan; temiz, halis suyun buhar olarak yükselip yağmur olarak inmesi O'nun varlığının delili değil midir? O sadece bunlara kadir değil, aynı zamanda Alim ve Hakim'dir. Bu yeryüzü kaynaklarını ve onun bütün sebeplerini yaratan kudret ve hikmet sahibinin bu nizamı kaldırarak yeni bir tarzda bir dünya kurmaya muktedir olmasını akıl sahibi bir insan niçin anlamakta zorluk çeksin? Üstelik O'nun hikmetinin bir gereği olduğu için bu dünyanın kaldırılıp bir başka hayatın yaratılması lazımdır ki insanın bu dünyada yaptığı amellerinin karşılığı verilsin.

16. Bu cümlenin anlamı şudur: Onlar, Allah'ın kudret ve hikmetinin işaretlerini gördükleri halde, ahiretin imkanı ve vukubulması da akıl dahilinde olmasına rağmen, Allah'ın bu dünyadan sonra başka bir hayat nizamı kuracağını ve O dünyada insanlardan yaptıklarının hesabını soracağını yalanlamakta ve inkar etmektedirler. Onlar bu zanlarıyla yaşamak istiyorlarsa devam etsinler. Sonunda sözü edilen günle karşılaştıklarında ne kadar büyük ahmaklık içine düşerek kendilerine ne büyük felaket hazırladıklarını anlayacaklardır.

17. Şimdi, ahiretin delillerinden sonra, bu olay vukubulduğu zaman inkarcıların sonunun ne olacağı görülmüştür.

18. Gölgeden murad duman gölgesidir. Duman yükseldiği zaman üç kola ayrılacak.

19. Yani her kıvılcım, saray kadar büyük bir ateş olacak. O büyük ateş patladığında her tarafa yayılan kıvılcımlar sarı develerin zıplaması gibi görünecek.

20. Bu onların son durumu olacaktır. Cehenneme girmeden önceki son durum. Ondan önce haşr meydanında pek çok mazeret ileri sürecekler. Kendi suçlarını birilerine yükleyecekler ve kendilerinin masum olduğunu ispata gayret edecekler. Kendilerini saptıranlara küfredecekler. Hatta bazıları, Kur'an'ın pek çok yerinde bildirildiği gibi utanmadan suçlarını inkar etmeye çalışacaklar. Ama onların elleri, ayakları ve bütün organları kendilerine karşı şehadet edecek. Suçları tamamen ispatlandıktan, adalet ve hak bakımından hiçbir yönden eksiklik kalmadıktan sonra suçlarına ceza bildirilecek. O zaman onlara hiç söz hakkı kalmayacak. Hiç bir mazeretleri kalmayacak. Özür ileri sürmelerine imkan ve kendilerini müdafaaya izin verilmeyecek. Bu, onların müdafaadan mahrum bırakıldıkları anlamına gelmez. Asıl olarak söylenmek istenen, bütün suçları ispatlandıktan sonra hiçbir delilleri kalmayacağıdır. Böylece onların ağızları kapatılmış olacak.

37 O gün, yalanlamakta olanların vay haline.

38 Bu, hüküm günüdür; sizi ve öncekileri 'bir arada topladık.'

39 Şayet kurabileceğiniz hileli bir düzeniniz varsa, durmaksızın bana karşı kurun.21

40 O gün, yalanlamakta olanların vay haline.

41 Şüphesiz muttaki olanlar,22 gölgeliklerde ve pınar-başlarındadırlar;

42 Ve canlarının çekip-arzu ettiği meyveler (arasındadırlar).

43 Yapmakta olduklanıza karşılık olmak üzere, afiyetle yiyin ve için.

44 Elbette biz, 'iyi ve güzel' davrananları işte böyle ödüllendirmekteyiz.

45 O gün, yalanlamakta olanların vay haline.23

46 (Sizler de dünyada) Yiyin24 ve biraz da meta alıp-yararlanın.25 Çünkü siz, suçlu günahkar olanlarsınız.

47 O gün, yalanlamakta olanların vay haline.

48 Onlara: "Rükü edin"26 denildiği zaman, rükü etmezler.

49 O gün, yalanlamakta olanların vay haline.

50 Artık onlar, bundan sonra hangi söze inanacaklar?27

AÇIKLAMA

21. Yani dünyada siz çok hile yapardınız. Şimdi burada hiçbir hile ile benden kurtulamayacaksınız.

22. Bu kelime burada, "Mükezzibin" (yalanlayanlar) karşılığında kullanılmıştır. Onun için "muttakiler"den murad, ahireti yalanlamaktan kaçınan, onu kabul edip dünyadaki hayatını ve söz ve fiillerinin hesabını vereceğinin idrakinde olarak sürdürenlerdir.

23. Bu cümle şu manadadır: Onların başına yukarıda sözü edilen âfet gelecektir. Haşr meydanında suçlu olarak bulunacaklar ve suçlarını inkar etmelerine fırsat tanınmadan suçlulukları ispatlanacaktır. Sonunda cehenneme yakıt olacaklardır. Onlara âfet üzerine âfet verilecektir. Ahmak, dar kafalı ve gerici olarak niteledikleri, alay edip hakir ve zelil gördükleri iman edenler ise cennette lütuf içinde olacaklardır.

24. Hulasa olarak, burada sadece Mekke'deki kafirler değil bütün dünyadaki kafirler muhatap kabul edilmiştir.

25. Yani dünya geçici hayattır.

26. İbadet sadece Allah huzurunda eğilmeye değil, aynı zamanda O'nun gönderdiği peygamberlere, indirdiği kitaplara inanmaya ve itaat etmeye de şamildir.

27. Yani en büyük olay, insana hak ve batıl arasındaki farkı anlatan Kur'an'ın nazil olmasıdır. Kur'an'ı okuyarak ve dinleyerek iman etmeyen bir kişiye başka hangi şey doğru yolu gösterebilir?

MÜRSELAT SÜRESİ(Seyyid KUTUB)

1- Dalga dalga salınanlara,

2- Kasırga gibi esip savuranlara,

3- Her yana dağıtanlara,

4- Doğruyu eğriden kesin çizgilerle ayıranlara,

5- İlahi mesajı peygamberlere iletenlere andolsun.

6- Ya bahaneleri boşa çıkarmak ya da uyarmak amacı ile,

7- Size söz verilen kıyamet kesinlikle kopacaktır.

Bu kesitle ele Alınan konu "Kıyamet günü" meselesidir. Müşriklerin gerçekleşeceğini bir türlü akıllarına sığdıramadıkları ve Kur'an'ın, birçok ayetinde gerçekleşeceğini değişik anlatma yöntemleri ile vurgulayarak kafalarına işlemeye çalıştığı kıyamet günü meselesi ile yüzyüzeyiz. Kur'an'ın bu olguyu müşriklerin akıllarına yerleştirmek, onun gerçekliğini kalplerine işlemek için gösterdiği yoğun çaba gerekli, hatta kaçınılmaz bir çabadır. Çünkü müşriklerin vicdanlarında temel ilkelere dayalı bir inanç yapısı kurabilmek için, bunun yanısıra hayatlarının değer yargılarının ölçülerini bütünü ile düzeltebilmek için bu olgunun gerçek olduğuna inandırılmaları ön şart idi. Ahiret gününe inanmak gök kaynaklı bu inanç sisteminin temel taşı olduğu gibi, insana yaraşır hayat düşüncesinin de temel taşıdır. Bu hayatla ilgili olan herşey sonunda varıp ona dayanır. Hayatın her alanına egemen olan değer ölçüleri de ancak bu inanç temeline dayandırılarak düzeltilebilir. İşte bu yüzden bu inancı kalplere ve kafalara yerleştirebilmek için bunca uzun ve yoğun çabaların harcanması gerekmiştir.

Yüce Allah, surenin bu ilk ayetlerinde kıyamete ilişkin vaadinin gerçekleşeceği yolunda yemin ediyor. Yemin cümlelerini okurken ilk başta şunu fark ediyoruz. Üzerine yemin edilen şeyler bilgi alanımızda kapalı, evren ve insan hayatına etkileri yansıyan gizemli güçlerdir.

Eski tefsir bilginleri bu "gizemli güçler"in ne olduğu konusunda farklı görüşler ileri sürüyorlar. Kimi bu yemin cümlelerinde sözü edilen güçlerin kesinlikle "rüzgarlar", kimi "melekler" olduklarını ileri sürerken kimileri bu cümlelerin bir kısmında meleklerin ve geriye kalanlarında da rüzgarların kastedildiğini söylüyor. Bu görüş farklılıkları, bu sözcüklerin anlamlarının belirsiz olduğunu kanıtlar. Aslında sadece yüce Allah'ın bildiği bir gayb meselesi (yani kıyamet günü) hakkında yemin edilirken belirsiz şeyler üzerine yemin edilmesi son derece tutarlı ve uyum gözetici bir yöntemdir. Bu yemin cümleleri ile demek isteniyor ki, bu gaybe ilişkin olgular nasıl aslında birer realite ise ve insan hayatını etkiliyorlarsa kıyamet günü de öyledir, o da bir gün gerçekleşecek olan bir realitedir. Evet;

"Dalga dalga salınanlara."

Ayette geçen "salınanlar, gönderilenler" sahabilerden Ebu Hureyre'ye göre "melekler" demektir. Mesruk'un, Ebu Duha'nın ve Mücahid'in görüşlerinden birine göre ve Sudey'in, Rebi b. Enes'in, Ebu Salih'in tek olan görüşlerine göre aynı yorum geçerlidir. O zaman bu yemin cümlesi "savaş atları gibi akın akın ve ardarda birlikler halinde gönderilen ardışık melek gruplarına andolsun" anlamına gelir.

Abdullah b. Mesud'a göre ise bu "gönderilenler"den maksat "rüzgarlar''dır. Buna göre yemin cümlesinin anlamı "savaş atları gibi akın akın ve ardarda dalgalar halinde harekete geçirilen rüzgar bulutlarına yemin ederim" olur. Abdullah b. Mesud, "Kasırga gibi esip savuranlara" ve "Her yana dağıtanlara" ayetlerinde rüzgarların kastedildiğini öne sürüyor. Bir rivayete göre onun bu görüşü Abdullah b. Abbas, Mücahid, Katade ve Ebu Salih tarafından da paylaşılmaktadır.

İbn-i Cerir de ilk ayetteki "Mürselât" sözcüğünün "Melekler" mi, yoksa "rüzgarlar" mı demek olduğu konusunda tereddüte düşerken, kesin hüküm vermekten kaçınırken ikinci ayetteki "Asıfat" sözcüğünün kesinlikle "rüzgarlar" anlamına geldiğini belirtiyor. Üçüncü ayetteki "Naşizat" sözcüğünün de "bulutların gökteki dağıtıcıları" anlamında "rüzgarlar" demek olduğunu da kuşkusuz bir dille ifade ediyor.

Abdullah b. Mesud'a göre dördüncü ve beşinci ayetlerde kullanılan "farikat" ve "mulkiyat" sözcüklerinden de melekler kasdediliyor. Bu görüşü Abdullah b. Abbas, Mesruk, Mücahid, Katade, Rebi b. Enes, Suddey ve Sevri de tartışmasız biçimde paylaşırlar. Bu ortak görüşe göre sözkonusu melekler, yüce Allah'ın izni ile peygamberlere inerek gerçeği eğriden ayırd ediyor ve bu elçilere vahyin mesajını iletiyorlar. Bu mesaj hem insanların hesaplaşma gününde ileri sürebilecekleri bahaneleri peşinen çürütüyor, hem de onları uyarıyor.

Bizim anladığımıza göre üzerinde yemin edilen bu sözcüklerde amaç, insanları meçhul ile korkutmaktır. Tıpkı "ed-dariyati derven" ve "en-naziati nez'an" ayetlerinde olduğu gibi.(Zariyat" ve "Naziat" surelerinin ilk ayetleri) Bu sözcüklerin anlamları hakkında görüş ayrılıkları ortada bir belirsizlik olduğunu kanıtlar. Bu belirsizlik bu noktada temel bir niteliktir, bu sözcüklerin duyurdukları üstü-kapalı mesaj burada son derece bariz bir öğedir. Bu üstü-kapalı anlatım, gerek sözcüklerini oluşturan seslerin titreşimleri yolu ile, gerek vurgularının birbirini izlemesi yolu ile ve gerekse uyandırdıkları dolaysız çağrışımlar aracılığı ile insanda duygusal bir sarsıntı meydana getirir. İnsanın duygu dünyasında meydana gelen bu sarsıntı, bu deprem surenin konusuna ve doğrultusuna son derece uygun düşer. Çünkü surenin bu girişi izleyen bütün kesitleri birer deprem, birer sarsma eylemidir. Sanki birinin gırtlağından tutulup sarsılmış da kendisi işlediği bir günah hakkında ya da inkar ettiği bir açık ayet hakkında sorguya çekilmiş ve arkasından "O gün inkarcıların vay haline!" diye tehdit edilmiştir.

HESAP GÜNÜ

Bunun arkasından son hesap gününde evrenin dengesinde meydana gelecek olan alt-üst olmalara ilişkin sahnelerde gözlenen sert sarsıntı geliyor. O gün Peygambere verilen bir "randevu" niteliğindedir. Bu randevuda tüm peygamberler insanlığa yönelik çağrılarının bilançosunu sunacaklardır.



8- Yıldızlar karardığı zaman,

9- Gök parçalandığı zaman,

10- Dağlar ufalanıp dağıldığı zaman,

11- Peygamberlerin tanıklık sıraları geldiği zaman,

12- Bu tanıklık hangi güne ertelendi?

13- Hüküm gününe.

14- Hüküm gününün ne olduğunu biliyor musun?

15- O gün inkarcıların vay haline!

O gün yıldızlar kararır, gök parçalanır dağlar ufalanıp havada uçan toza dönüşür. Kur'an'ın çeşitli surelerinde bu evrensel alt-üst oluşu tasvir eden birçok sahneler sunulur. Bütün bu sahnelerin verdikleri ortak imaj şudur. O gün görünen evrenin şırazesi kopar. Bu kopmaya korkunç gürültüler, sarsıntılar ve patlamalar eşlik eder. Bu dehşetli olaylar insanların öteden beri gözledikleri deprem gibi volkanik patlamalar gibi, yıldırımlar gibi korku ve dehşet saçan küçük çaplı doğal olaylara hiç benzemezler. Eğer bir karşılaştırma yapacak olursak bu doğal olaylar, kıyametin dehşetli olayları yanında hidrojen bombası yanındaki çocukların bayram fişekleri patlamaları gibi kalır. Bu karşılaştırma bile sadece bir meseleyi insan aklına yaklaştırma girişiminden ibarettir. Yoksa evrenin parçalanmasının ve bize anlatıldığı biçimde dağılmasının meydana getireceği dehşet, kesinlikle insanın tasavvur kapasitesine sığmayacak kadar büyüktür.

Bu evrensel sahnelerde somutlaşan dehşetin yanısıra okuduğumuz ayetlerde kıyamet gününe ertelenen bir başka büyük olaya değiniliyor. Bu olay bütün peygamberlerin uzun insanlık boyunca sürdürdükleri çağrı misyonunun bilançosunun sunulmasıdır, bu sunuluşa ilişkin randevudur. Bütün peygamberlere o gün için randevu verilmiş, o gün genel bir buluşma günü olarak belirlenmiştir. Bu buluşmada peygamberler göklerden, yeryüzünden ve dağlardan daha ağır basan o büyük konuya ilişkin son hesaplarını sunacaklar, dünya hayatının tüm problemleri çözüme bağlanacak, Allah bu problemlere ilişkin hükmünü verecek, ardışık insan kuşaklarını ve bütün çağları bağlayan son söz söylenecektir.

Ayette ifadede bu büyük olaya ilişkin bir korkutma vardır. Bu korkutma, olayın kavrama kapasitelerini aşan mahiyetinin büyüklüğünü anlatacak boyutlardır. Okuyalım:

"Peygamberlerin tanıklık sıraları geldiği zaman, bu tanıklık hangi güne ertelendi? Hüküm gününe, hüküm gününün ne olduğunu biliyor musun?"

Ayetlerin anlatım biçimi, son derece önemli ve korkunç bir olaydan sözedildiğini açıkça ortaya koyuyor. Öyle ki, bu korkunçluk sönen yıldızların, parçalanan göğün ve ufalanıp toz gibi uçuşan dağların saldıkları korkuyu bile geride bırakıyor. Bu vurgunun korkunçluğu ve dehşeti duygulara işleyince hemen arkasından şu dehşetli vurgu ve şu korkunç uyarı ile sarsılıyoruz:

"O gün inkarcıların vay haline!" ,

Bu uyarı üstün ve karşı konulmaz iradeli yüce Allah'tan geliyor. Üstelik evrene egemen olan dehşeti ve son mahkeme oturumunun ürperticiliğini izliyor. bu oturuma bütün peygamberler de katılıyor ve kéndilerine verilen bu randevuda son bilançolarının rakamlarını sunuyorlar. Bu zaman dilimine bağlanarak yapılan bu uyarının sarsıcı bir ağırlığı, ürkütücü bir etkisi vardır.

Müşrikler, son hüküm gününün dehşetli olaylarına yönelik gezilerinden döner dönmez yeni bir geziye çıkarılıyorlar. Bu gezide önceki ve sonraki insan kuşaklarının yokediliş sahneleri ile yüzyüze geleceklerdir.



16- Önceki inkarcı toplumları yoketmedik mi?

17- Sonraki inkarcıları da katarız onlara.

18- İşte biz günahkârlara böyle yaparız.

19- O gün inkarcıların vay haline!

Görüldüğü gibi bir tek fırça darbesi ile "önceki" yokedilen toplum yığınları ve yine bir başka fırça darbesi ile "sonraki" yokedilmiş insan yığınları gözler önüne seriliyor. Yok edilen yığınların vücud kalıntıları gözlerimiz önünde uzayıp gidiyor. Bu ölü vücut artıkları önünde yüce Allah'ın varlık bütününe ilişkin şu yasası dile geliyor:

"İşte biz günahkarlara böyle yaparız."

Bu sürekli geçerliği olan bir yasadır. Onun kapsamı dışına çıkılamaz. O anda günahkârlar "öncekiler"in ve "sonrakiler"inkine benzer bir yokoluş darbesini beklemeye koyulmuşlarken mahvolmaya, hiç olmaya ilişkin bildiğimiz şu tehdit içerikli beddua ile yüzyüze geliyorlar:

"O gün inkarcıların vay haline!"

İNSANIN YARATILIŞI

Yıkıntılar ve insan vücudunun kalıntıları arasında geçen bu geziden döner dönmez yaratmayı, can vermeyi, küçük-büyük her canlıyı belirli bir plâna, bir ön tasarıya göre geliştirme olgularını gözlememizi sağlayan yeni bir geziye çıkarılıyoruz.



20- Sizi basit bir sıvı damlasından yaratmadık mı?

21- Sonra o sıvı damlasını korunaklı bir yuvaya yerleştirmedik mi?

22- Belirli bir sürenin sonuna kadar.

23- Biz o sıvı damlacığın gelişmesini aşamalı bir plâna bağladık. Biz ne güzel plân yaparız.

24- O gün inkarcıların vay haline!

Bu gezi, insan yavrusunun gelişme evrelerini izleyen uzun ve şaşırtıcı bir gezidir. Fakat bu sahnede sayılı birkaç fırça darbesi ile özetleniyor. Basit bir su damlacığı ana rahmindeki korunaklı bir yuvaya akıtılıyor ve belirli bir sürenin sonuna kadar orada kalıyor. Bu yaratılma eyleminin evrelerinde görülen bariz ve duyarlı plân ise her şeyi plânının kapsamına alan yüce hikmeti düşündürecek, kutsal ve güzel bir yapıcılığı kanıtlayan su değerlendirme cümlesinde dile getiriliyor.

"Biz o su damlacığının gelişmesini aşamalı bir plana bağladık. Biz ne güzel plân yaparız: '

Hiç bir şeyi kapsam-dışı bırakmayan bu plânı bildiğimiz o tehdit izliyor:

"O gün inkârcıların vay haline!"

Arkasından yeryüzünde bir geziye çıkarılıyoruz. Bu gezi sırasında yüce Allah'ın bu gezegende insanın yaşamasını düzenleyen planını, yeryüzünün bu hayatı mümkün kılacak şartlarla donatıldığı gerçeğini gözlüyoruz.



25- Biz yeryüzünü barinak yapmadik mi?

26- Ölüler için de diriler için de.

27- Orada yüksek daglar yaratmadik ve size tatli sular içirmedik mi?

28- O gün inkarcilarin vay haline!

Bu yeryüzünü ölü-diri bütün yavrularini bagrina basan bir ana kucagi yapmadik mi? "Orada yüksek daglar yaratmadik mi?" Doruklari bulutlu ve yasamlarinda tatli su dereleri akitan, yerlerinden oynamaz, yalçin daglardir bunlar. Bu isler hiç plânsiz, ön-tasarisiz olur mu? Hikmetsiz ve amaçsiz olarak meydana gelir, varliklarini sürdürebilir mi? Bütün bunlardan sonra inkarcilar, gerçekleri nasil yalanlayabiliyorlar?

"O gün inkârcilarin vay haline!"

İNKARCILARIN KORKUNÇ SONU

Bu sahnelerin sunulusundan ve duygulara asiladiklari etkilerin algilanisindan sonra surenin akisi birdenbire yön degistirerek o son hesaplasma ve davranislara karsilik belirleme durusmasina dönüyor. Bu sirada inkarci günahlara yöneltilen bir emrin korkunç sesi kulaklarimiza doluyor. Aci bir paylama ve sert bir azar içeren bu emirde günahkârlar dünya hayatinda yok saydiklari azaba dogru yol almaya çagriliyorlar.



29- Şimdi inkar ettiğiniz yere koşunuz!

30- Üç çatallı gölgeye koşunuz.

31- Serinlik sağlamayan ve alevden korumayan gölgeye!

32- O saray gibi kocaman kıvılcımlar saçar.

33- Her biri birer sarı deve gibi kıvılcımlar,

34- O gün inkarcıların vay haline!

Uzun bir yargılanma işleminin tutukluğu ve zorunlu konukluğu arkasından artık serbest olarak gidebilirsiniz. Fakat nereye doğru. Bu hareket özgürlüğü, aslında tutulduktan beter bir şey! "Şimdi inkar ettiğiniz yere koşunuz." İşte şuraya doğru. Orası tam karşınızda duruyor. "Üç çatallı gölgeye koşunuz: ' Orası cehennem ateşinden yükselen ve üç kol halinde yayılan dumanların gölgesidir. Ama ne gölge! Kavurucu güneşten daha beter bir şey! "Serinlik sağlamayan ve alevden korumayan gölgeye!" Bu gölge boğucu, yakıcı, kavurucu bir gölge! Sırf alay üslubunun bir uzantısı olarak ona "gölge"denmiş. Bir de cehennem ateşinden yükselen dumanın gölgesi ile avutma amacı taşıyor bu isimlendirme. Koşunuz. Nereye doğru gideceğinizi biliyorsunuz. Varacağınız o yeri bildiğiniz için oranın adını söylemeye gerek yok. "O, saray gibi kocaman kıvılcımlar saçar. Her biri birer sarı deve gibi kıvılcımlar." Oranın ardarda saçtığı kıvılcımların, her biri duvarları taştan örülmüş bir ev iriliğindedir. (Eski araplar duvarları taştan örülmüş her eve "kasr" yani "saray" adını verirlerdi. Buna göre burada sözü edilen sarayın şimdilerde görmeye Alıştığımız saraylar kadar kocaman olması şart değildir.) Bu kıvılcımlar birbirini izledikçe, her biri çayıra yayılmış otlayan birer sarı deveyi andırır. Bunlar kıvılcımlar. Ya peki bu iri kıvılcımları saçan ateşin kendisi acaba nasıl bir şey!

Yürekleri bu korkunun doldurduğu anda o bildiğimiz değerlendirme cümlesi yine karşımıza çıkıyor:

"O gün inkarcıların vay haline!"

Cehennemde somutlaşan maddi korkunun sunulmasını, insanı susturan, ona dilini yutturan manevi korkunun sunulması izliyor, böylece sahneye bütünlük kazandırıyor.



35- Bugün onların konuşamayacakları bir gündür.

36- Özür dilemelerine de izin verilmez.

37- O gün inkarcıların vay haline!

Buradaki korkunç suskunluk, ürkütücü siniklik ve ürpertici çekingenlik, duyulan dehşeti yansıtır. Bu dehşetin arasına ne bir söz, ne de özür dileme girebiliyor. Çünkü artık tartışma ve özür dileme zamanı geride kalmıştır. "O gün inkârcıların vay haline!"

Kıyamet gününe ilişkin başka sahnelerde günahkarların hayıflanmaları, pişmanlıkları, yeminleri ve özür dilemeleri dile getirilir. O gün uzun bir gündür. Abdullah b. Abbas'ın dediğine göre içinde bu da olur, onlar da olur. Burada bu korkunç suskunluk karesinin dondurulması, duruma ve ayetlerin çağrışımına uygun düşmesi yüzündendir. ,

38- Bugün sizi ve sizden öncekileri biraraya getirdiğimiz bir hüküm günüdür.

39- Eğer bana karşı oynayacağınız bir oyununuz varsa haydi, oynayın bakalım.

40- O gün inkarcıların vay haline!

Bugün özür dileme günü değil, hüküm verme günüdür. Sizleri, sizden öncekilerle birlikte biraraya getirdik. Alabildiğiniz bir önlem varsa Alınız. Yapabileceğiniz bir şey varsa yapınız. Hayır. Ne alabilecekleri bir önlemleri ve ne de yapabilecek bir şeyleri vardır. Uğradıkları sert paylama karşısında çekingen suskunluktan başka yapacak bir şey bulamıyorlar. "O gün inkarcıların vay haline!"

İNANANLARIN MUTLU SONU

41- Kötülüklerden sakınanlara gelince anlar ağaç gölgeleri altında ve pınar başlarındadırlar.

42- Canlarının çektiği meyvalarla başbaşadırlar.

43- "Yapmış olduğunuz iyiliklerin karşılığı olarak şimdi afiyetle yiyiniz ve içiniz."

44- Biz iyilik yapanları, İşte böyle ödüllendiriniz.

45- O gün inkarcıların vay haline!

Evet, kötülüklerden sakınanlar cennet ağaçlarının gölgeleri altındadırlar. Bu defa gölgeler gerçek gölgelerdir. Cehennem dumanından yükselen üç çatallı, serinlik vermez, ateşten korumaz, sözde gölgeler değillerdir. Ayrıca onlar pınar başlarındadırlar. Yakıcı susuzluk uyandıran, boğucu cehennem dumanları arasında déğillerdir. Bunların yanısıra onlar "Canlarının çektiği meyvalarla başbaşadırlar." .Onlar bu somut nimetlerin ötesinde kalabalıkların gözleri ve kulakları önünde şu yüce onurlandırıcı sözlere de muhatap olacaklardır:

"Yapmış olduğunuz iyiliklerin karşılığı olarak şimdi afiyetle yiyiniz, içiniz. Biz iyilik yapanları, İşte, böyle ödüllendiririz."

Aman Allah'ım! Yüceler yücesi Allah'tan gelen ne büyük lütuf ve ne büyük onurlandırma! Sonra: "O gün inkârcıların vay haline!"

Bu tehdit, az önceki nimetlerin ve onurlandırıcı ağırlamanın tam karşıtıdır. Şimdi de daha önceki ayetlerde defteri dürülüp arkada bırakılan dünya hızlı bir çekimle gözlerimizin önüne getiriliyor. Bir de bakıyoruz ki, tekrar yeryüzündeyiz ve günahkârlar azar ve paylama yağmuruna tutulmuşlardır.

46- Şimdi yiyiniz, azıcık safa sürünüz, sizler suçlusunuz.

47- O gün inkarcıların vay haline!

Böylece ardışık iki kesitte sunulan iki sahnede dünya ile ahiretin bütünleştikleri görülüyor. Aralarındaki korkunç zaman uçurumuna rağmen sanki her ikisi de aynı anda varlık sahnesinde beliriyor. Az önce kötülüklerden sakınanlara ahirette seslenilirken şimdi dünyada günahkârlara sesleniliyor. Sanki bu zavallılara şöyle denmek isteniyor; "Bu iki durum arasındaki farkı kendi gözlerinizle görünüz. O dünyanın nimetlerinden mahrum kalma, orada uzun süreli azaba çarpılma karşılığında şu dünyada azıcık yiyiniz, keyfinizce yaşayınız bakalım:' Sonra?:

"O gün inkarcıların vay haline!"

Sonra bu zavallıların şaşırtıcı tutumlarından sözediliyor. Adamlar doğru yola çağrıldıkları halde bu çağrıya uymuyorlar.

48- Onlara "rükûa varın" dendiğinde rüküa varmazlar.

49- O gün inkârcıların vay haline!

Bunca ayrıntılı yol göstermelere, bunca ısrarlı uyarılara rağmen takındıkları tutum budur İşte. O halde;

50- Onlar Kur'an'a inanmadıktan sonra hangi söze inanacaklar?

Yalçın kayaları sarsan, sıra dağları depreme tutulmuş gibi sallayan bu söze, bu Kur'an'a inanmayan kimse artık hiç bir söze inanmaz. Bu zavallının akıbeti artık bedbahtlık, mutsuzluk ve acı sondur. Bu bedbaht kötüyü ne fena bir akibet bekliyor!

Bu sure özü ile, ifade yapısı ile müzikal ahengi ile, çarpıcı sahneleri ile, yüksek ateşi ile doğrudan doğruya bir saldırıdır. Bu saldırıya ne kalp dayanabilir ve ne de insan varlığı karşı durabilir.

Kur'an'ı indiren ve ona bu yüksek etkileme gücünü bağışlayan Allah ne kadar yücedir!

MÜRSELAT SÜRESİ(Muhammed GAZALİ)

"Andolsun birbiri ardınca gönderilenlere. Rüzgâr gibi esip savuranlara. Yaydık­ça yayanlara. Ayrıldıkça ayrılanlara. Öğüt bırakanlara; özür yahut uyarmak için." (Mürselât: 1-6)

Bu cümlelerin hepsi, kasırgaların kaynağını ve yönlerini hava raporları olarak haber veren rüzgârın anlatımında kullanılmıştır. Bu sûrenin başındaki âyetler Zâriyat Sûresi'nin başındaki âyetlere benzer. Hava, ister sakin yahut fırtınalı veya kasırgalı olsun farketmez, İnsan yaşamının olmazsa olmazıdır.

Nefes alıp verirken akciğerlerimi dolduran havayı kendi kendime sormuşumdur: Bu hava sadece Kahire'de mi kalıyor yoksa dünyanın doğusu ve batısı arasında dola­şan bir rüzgâr olarak taşınıp diğer göğüslere sürekli hareket mi taşıyor? Ben yakînen biliyorum ki, ben Asya'nın doğusundan çay içiyorum ve Hind Okyanusu'nun derin­liklerinden Nil suyu yudumluyorum. Ben Allah'ın nimetlerini düşündüğümde evre­nin tamamının bana hizmete katıldığını hissediyorum. Fakat: "Kahrolası insan, ne kadar da nankördür." (Abese: 17)

Hava sakinleşince çok hoş bir akım hissediyoruz. Bazı bölgelere fırtına kopunca ağaçlan yerlerinden söktüğünü ve arabaları başka yerlere savurduğunu görüyoruz. Bu esnada bulutlar etrafa dağılıyor ve Allah'ın dilediği kadar sağanak yağmur yağıyor. Yüce Allah'ın şu sözünü iyice bir düşünelim:

"Öğüt bırakanlara; özür yahut uyarmak için." (Mürseiât: 5-6)

Buradaki öğüt Kur'ân-ı Kerîm'dir. Rüzgârlar ses dalgalarını taşıyan bir atmosfer­dir. Vahye kulak verenler ondan yararlanma ve avlama aracı arasında dinliyorlar. Oy­sa vahiy, doğru yolu bulanlar için bir özür ve sapıtanlar için bir uyurıdir.

Bİz burada müfessirlerin genelinin son iki âyetin meleklerin vasfı olduğunu dü­şündüklerine işaret edelim. Bu yöndeki düşünce, anlam kopmasına sebep olmuştur. Çünkü havanın sesleri taşıyan bir atmosfer olduğu kavranamamıştır. Bununla birlikte bu, fizik biliminde ders verilen gerçekler olarak görülmektedir. Allah, yeniden di­rilmenin gerçek olduğuna ve kâfirlerin ve mü'minlerin işlediklerinin karşılığını göre­ceklerinden şüphe olmayacağına dâir rüzgâra ve onun sıcak esintisine yemin etmek­te, ardından âlemin son gününün özelliklerim şöyle zikretmektedir:

"Yıldızlar(ın ışığı) silindiği zaman. Gök varıldığı zaman. Dağlar ufalanıp sav­rulduğu zaman. Peygamberler (şahitlik edecekleri) vakit için getirildiği zaman: Ertelenmiş oldukları güne. Yani hüküm gününe. Hüküm gününün ne olduğunu sen nereden bileceksin?" (Mürselât: 8-14)

Bu kozmik evrenin sistemi dağılacak ve bütünlüğü parçalanacaktır. Başka bir tarzda yeniden oluşmaya başlayacaktır. Dünyada alçaklar yükseliyor ve peygamber­ler aşağılanıp rahatsız ediliyorlardı. Ahirette ise doğru asla yalanlanmayacak ve ya­lancı da saygınlık kazanmayacaktır.

Bu sûrede Yüce Allah'ın şu sözünün tekrarlandığını görmekteyiz. "(Hakkı) yalanlayanların vay haline o gün." (Mürselât: 15)

Bu tam on kez tekrarlanmıştır. Bazen ilâhî uyarının arkasından veya kozmik ya da tarihsel âyetin ardından veya insanî öğüdün peşinden tekrarlanmıştır. Yalancıları tehdit ve dünyada hak ettikleri azâb hatırlatıldıktan sonra âyet inmeye başlamıştır. Öncekilerin başlarına gelenler sonrakilere de gelecektir!

Sonra bu belirli soru büyük yaratıcıdan gelmektedir. Çünkü O, bizi rölatîf veya mutlak yokluktan var eden sânı yüce olandır. Bu oluşum nasıl olmaya başlamıştır?

Bu yollara gül saçılıp hoş güzellikler derilerek başlanmamıştır.

Bu, tek kanallarda insanı atıklarla birlikte gelen adi sudan yaratarak başlamıştır!

"Sizi adî bir sudan yaratmadık mı? Onu sağlam bir karar yerine koyduk, belli bir süreye kadar." (Mürselât: 20-22)

Bu kararı yerinde insan, çok zeki ve geri zekâlı olarak oluşmaktadır. İnsan ilginç donanımlar ve harika değerlerle doğmaktadır. Yoktan var olan insana bu onuru kim vermiştir? Bunu sadece olanları gözetleyen yakınlar yakını Allah vermiştir. Bunun için Allah şöyle buyurmaktadır:

"Ölçtük, biçtik. Ne güzel biçim vereniz biz." (Mürselât: 23)

Evet ne güzel ölçendir O. Saffât Sûresi'nde Mevlâ kendisinden şöyle bahseder: "Andolsun Nûh bize yalvarmıştı da ne güzel kabul buyurmuştuk!" (Saffât: 75) Evet ne güzel kabul edendir O. Bu, farz namazlarda Müslümamn, ayakta, oturarak, rükû-da, secdede.. Allah'a tekbir getirerek huzurda durulup sonsuz olan iljihî yüceliği baş­ta dile getirerek en kutsal zâtı övmedir.

Ardından sânı yüce olan Allah şöyle diyor:

"Arz'ı toplama yerleri yapmadık mı? Diriler ve ölüler için." (Mürselât: 25-26)

Âyette geçen el-kifat; "toplama ve bir araya getirme" demektir. Ayetler, yeryü­zündeki ölüleri ve dirileri tutan ve ayrılmaya fırsat vermeden her şeyi yapıştıran yerçekimine işaret etmektedir! İnsanlar, yüzlerce mil uzaklıkta -havada Ay'a- yeryü­züne bakıyor ve ardından onları orada kimin tuttuğunu soruyorlar?

Onlarla birlikte, yerkürenin beşte dördünü oluşturan suyu orada kimin tuttuğunu ben de soruyorum? Neden boşlukta dökülüp saçılmıyor? Çünkü Allah, yeryüzünü her katreyi oraya çeken toplama yerleri yaptı! Karada ve denizde giden hangi incelik, bu harika işi yapabilir?

"Orada sabit yüksek dağlar meydana getirdik Ve size tatlı su(Iar) içirdik." (Mür­selât: 27)

Bunun ardından sûre, uhrevî ceza sahnelerini anlatmaya geçiyor ve mü'minlerin, kâfirlerin ve peşpeşe yeryüzünde yerleşen bütün yaratıkların âkibetini haber veriyor:

"İşte bu, sizi ve önce gelenleri bir araya topladığımız hüküm günüdür. Eğer (kurtulmak için yapacağınız) bir hileniz varsa bana hile yapın. (Hakkı) yalanla­yanların vay haline o gün." (Mürselât: 38-40)

Hangi entrika onları bekliyor?

Gerçek onları şaşkına çevirmiş ve saat (kıyamet) onları gafil avlamıştır. Artık mı­rıltı dışında bir şey duyamazsın.

Bu sûre, şu âyetle son buluyor:

"Onlar bundan sonra hangi söze inanacaklar?" (Mürselât: 50) Bu sözden daha doğru bir söz olabilir mi? Bu tariften daha hoş, Allah'ı ve O'nun haklarını tarif var mı? Bu belagattan daha gerçekçi Allah'ı anlatan beşer sözü işittik mi?

Hz. Muhammed'in bize okumuş olduğu bu kitap, gerçeği ortaya koymuş, şüphe­leri izale etmiş ve bâtılı sarsmıştır.

"Onlar bundan sonra hangi söze İnanacaklar?" (Mürselât: 50)

MÜRSELAT SÜRESİ(Elmalılı Hamdi YAZIR)

"And olsun gönderilenlere". Buradaki "vav" yemin içindir. Bu yeminin cevabı "herhalde size vaad olunun kesinlikle olacak" âyetidir.

Burada da Saffât ve Zâriyat sûrelerinde olduğu gibi bir takım kuvvetlere yemin olunmuştur. Mürselât (gönderilenler), asıfat (büküp devirenler), naşirat (yayanlar), farikat (ayıranlar) ve mülkıyat (bırakanlar). Burada kendilerine yemin edilenler bu sıfatlarla nitelenen şeylerdir. Kendileri zikredilmeyerek sıfatları zikredildiği için bunların ne olduğunu ta y inde ihtilaf edilmiştir. Hepsinin

aynı şey olması veya kısım kısım farklı cinste şeyler olması ihtimali vardır. Melekler, rüzgarlar, Kur'ân âyetleri, peygamberlerin gönderilişleri, insanların kalplerine gelen teşvik edici haller. Bunlardan en açık olanı hepsinin ruhanî kuvvetler olmak üzere melekler olması ve hepsinin Allah tarafından gönderilmiş demek olan "mürselat" ünvanına dahil bulunmasıdır. Ancak bunlar, yaptıkları işler göz önüne alınarak kısımlara, sınıflara ayrılabilir. Asıl maksat da bunların ken d ilerini anlatmak değil, âlemdeki değişimleri ifade eden fiillerini anlatmaktır. Başında "fâ" harfi ile zikredilenlerde fiileri arasında bir sıralama bulunduğuna, "vav" ile zikredilende ise bir sıralama gerekli olmadığına dikkat çekilmektedir. Mesela "bükü p devirme", asıfat kelimesinin başında "fâ" bulunduğu için "gönderilme" den sonra yapılan bir iştir. Fakat "yayma" işinin "büküp devirme" işinden sonra yapılmış olması gerekmez. Yayma işi, büküp devirme ile beraber de yapılabilir, ayrı da yapılabilir. Aynı sınıfın işi olabileceği gibi, ayrı bir sınıfın işi de olabilir. Fakat başlarında "fâ" bulunduğu için ayırmak yaymadan, öğüt bırakmak da hepsinden sonra yapılacak demek olur.

"Birbiri ardınca." Bu kelime hâl veya sebep bildiren bir mef'ul (tümleç)dür. Hâl olduğuna göre mânâsı, at yelesi demek olan "urf" kelimesinden müsteâr olarak "peşpeşe," "ardarda" mânâsına gelir. İhsan etmek veya tanınmak mânâsına gelen urf'ten ise; urf için, yani "tanınması gereken bir iyilik yapılmak, dinin öngördüğü iyi bir i ş meydana getirilmek için" demek olur. Bunda dilimizdeki "örfi idare=sıkı yönetim" deyimini andıran bir mânâ vardır.

2. "And olsun gönderilenlere". Buradaki "vav" yemin içindir. Bu yeminin cevabı "herhalde size vaad olunun kesinlikle olacak" âyet idir.

Burada da Saffât ve Zâriyat sûrelerinde olduğu gibi bir takım kuvvetlere yemin olunmuştur. Mürselât (gönderilenler), asıfat (büküp devirenler), naşirat (yayanlar), farikat (ayıranlar) ve mülkıyat (bırakanlar). Burada kendilerine yemin edilenler bu sıfatlarla nitelenen şeylerdir. Kendileri zikredilmeyerek sıfatları zikredildiği için bunların ne olduğunu tayinde ihtilaf edilmiştir. Hepsinin

aynı şey olması veya kısım kısım farklı cinste şeyler olması ihtimali vardır. Melekler, rüzgarlar, Kur'ân âyetleri, peygamberlerin gönderilişleri, insanların kalplerine gelen teşvik edici haller. Bunlardan en açık olanı hepsinin ruhanî kuvvetler olmak üzere melekler olması ve hepsinin Allah tarafından gönderilmiş demek olan "mürselat" ünvanına dahil bulunmasıdı r. Ancak bunlar, yaptıkları işler göz önüne alınarak kısımlara, sınıflara ayrılabilir. Asıl maksat da bunların kendilerini anlatmak değil, âlemdeki değişimleri ifade eden fiillerini anlatmaktır. Başında "fâ" harfi ile zikredilenlerde fiileri arasında bir sıralama bulunduğuna, "vav" ile zikredilende ise bir sıralama gerekli olmadığına dikkat çekilmektedir. Mesela "büküp devirme", asıfat kelimesinin başında "fâ" bulunduğu için "gönderilme" den sonra yapılan bir iştir. Fakat "yayma" işinin "büküp devirme" işi n den sonra yapılmış olması gerekmez. Yayma işi, büküp devirme ile beraber de yapılabilir, ayrı da yapılabilir. Aynı sınıfın işi olabileceği gibi, ayrı bir sınıfın işi de olabilir. Fakat başlarında "fâ" bulunduğu için ayırmak yaymadan, öğüt bırakmak da heps i nden sonra yapılacak demek olur.

"Birbiri ardınca." Bu kelime hâl veya sebep bildiren bir mef'ul (tümleç)dür. Hâl olduğuna göre mânâsı, at yelesi demek olan "urf" kelimesinden müsteâr olarak "peşpeşe," "ardarda" mânâsına gelir. İhsan etmek veya tanınmak mânâsına gelen urf'ten ise; urf için, yani "tanınması gereken bir iyilik yapılmak, dinin öngördüğü iyi bir iş meydana getirilmek için" demek olur. Bunda dilimizdeki "örfi idare=sıkı yönetim" deyimini andıran bir mânâ vardır.

3. Yaymak, dağıtmak mânâsına, yahut nüşür, yani ölüleri diriltmek, harekete getirmek mânâsınadır.

4. Yaymak, dağıtmak mânâsına, yahut nüşür, yani ölüleri diriltmek, harekete getirmek mânâsınadır.

5. Zikir; din kitabı, öğüt, yani vaaz ve nasihat, ibret, hatırdan çıkarılmayacak anıt mânâlarına geldiğine göre "zikir bırakanlar", herşeyden evvel peygamberlere vahiy getiren melekler demek olursa da genellikle insanlara öğüt telkin eden, ibret ve hatıra bırakan ilham meleklerini, olayları, kuvvetleri kapsayabi lir.

"Keşşaf"ta bu beş âyet "vav" harfi göz önüne alınmak suretiyle iki kısma ayrılarak şöyle mânâlandırılmıştır: Yüce Allah bir akım meleklerine yemin etmiştir. Allah bunlarla emirlerini göndermiş, onlar da emri hemen yerine getirmek için rüzgarlar gibi, yolları üzerinde önlerine geleni süratle büküp devirerek geçmişlerdir. Yüce Allah başka birtakım meleklerine de yemin etmiştir ki,

bunlar da vahyi indirirken havada kanatlarını açmışlardır, yahut yeryüzünde şeriatleri yaymışlardır, yahut inkâr ve cehaletle ölü olan nefisleri diriltmek, can vermek için vahy getirmişler, hak ile batılı ayırmışlar, peygamberlere zikir bırakmışlardır.

6. "Gerek özür için, gerek uyarı için".

ÖZR, mazur kılmak, yani kabahati silmek mânâsınadır.

NÜZÜR de, u yarmak, korkutmak, sakındırmak mânâsına mastardır. Bu iki kelime daha önce geçen "zikir"den bedel veya mef'ûl (tümleç)dürler. Yani hakkı kabul edenlere özr için, batılı kabul edenlere korkutmak için zikri bırakanlar demek olur. Mazeret mânâsına "azîr"in, veya korkutmak mânâsına "nezir" 'in, yahut mazereti kabul eden ve korkutan mânâlarına "azir" ve "nezir" in çoğulu da olabilir ki, üçüncüsünde hâl olurlar, yani durum bildirirler. Yine "Keşşâf"ta şöyle denilmiştir: Yahut yüce Allah azap rüzgarlarına yem i n etmiştir. Onları göndermiştir de, bunlar büküp büküp devirmişlerdir. Rahmet rüzgarlarına da yemin etmiştir. Bunlar da ölü araziye hayat yaymışlardır da Allah'a şükredenlerle inkâr edip nankörlük edenleri ayırmışlardır. "Elbette kendilerine bol bir su verirdik ki bu hususta onları imtihan edelim."(Cinn, 72/16, 17) gibi de bir zikir, bir uyanma telkin etmişlerdir. Ya Allah'ın nimetini görüp şükretmek üzere tevbe edip mağfiret dilemek suretiyle Allah'tan özür dileyeceklere özür için veya bu nimeti tabiat veriyor deyip Allah'a şükürden gaflet edenleri korkutmak için. Bu durumda zikre sebep olduklarından dolayı "mülkıyatı zikir" yani "zikir bırakanlar, zikir telkin edenler" sayılmışlardır demek olur.

Bundan başka bu mânâlar Kur'ân âyetleri veya peygambe rlerin gönderilişleri ve insan oğlunun kalbine gelen düşünceler ve teşvik edici haller hakkında da düşünülmüştür.

Bununla beraber bu âyetlerde yalnız sıfatlar zikredilmiş olduğu için, bu sıfatları taşıyanların kimler olduğunu belirlemeye kalkışmayarak ve bu açıklamalar birer misal gibi sayılarak, bu yalnız devirmek, yaymak, ayırmak, zikir telkin etmek denebilen fiilleri yapmak üzere iyilik yapmak için veya ard arda gönderilen kuvvetler diye anlamak en sağlıklı ve en kapsamlı mânâ olur ki bunun da "mel e kler" mânâsına geleceği açıktır.

7. "Gerek özür için, gerek uyarı için".

ÖZR, mazur kılmak, yani kabahati silmek mânâsınadır.

NÜZÜR de, uyarmak, korkutmak, sakındırmak mânâsına mastardır. Bu iki kelime daha önce geçen "zikir"den bedel veya mef'ûl (tümleç)dürler. Yani hakkı kabul edenlere özr için, batılı kabul edenlere korkutmak için zikri bırakanlar demek olur. Mazeret mânâsına "azîr"in, veya korkutmak mânâsına "nezir" 'in, yahut mazereti kabul eden ve korkutan mânâlarına "azir" ve "nezi r" in çoğulu da olabilir ki, üçüncüsünde hâl olurlar, yani durum bildirirler. Yine "Keşşâf"ta şöyle denilmiştir: Yahut yüce Allah azap rüzgarlarına yemin etmiştir. Onları göndermiştir de, bunlar büküp büküp devirmişlerdir. Rahmet rüzgarlarına da yemin etmi ş tir. Bunlar da ölü araziye hayat yaymışlardır da Allah'a şükredenlerle inkâr edip nankörlük edenleri ayırmışlardır. "Elbette kendilerine bol bir su verirdik ki bu hususta onları imtihan edelim."(Cinn, 72/16, 17) gibi de bir zikir, bir uyanma telkin etm i şlerdir. Ya Allah'ın nimetini görüp şükretmek üzere tevbe edip mağfiret dilemek suretiyle Allah'tan özür dileyeceklere özür için veya bu nimeti tabiat veriyor deyip Allah'a şükürden gaflet edenleri korkutmak için. Bu durumda zikre sebep olduklarından dola y ı "mülkıyatı zikir" yani "zikir bırakanlar, zikir telkin edenler" sayılmışlardır demek olur.

Bundan başka bu mânâlar Kur'ân âyetleri veya peygamberlerin gönderilişleri ve insan oğlunun kalbine gelen düşünceler ve teşvik edici haller hakkında da düşünü lmüştür.

Bununla beraber bu âyetlerde yalnız sıfatlar zikredilmiş olduğu için, bu sıfatları taşıyanların kimler olduğunu belirlemeye kalkışmayarak ve bu açıklamalar birer misal gibi sayılarak, bu yalnız devirmek, yaymak, ayırmak, zikir telkin etmek denebilen fiilleri yapmak üzere iyilik yapmak için veya ard arda gönderilen kuvvetler diye anlamak en sağlıklı ve en kapsamlı mânâ olur ki bunun da "melekler" mânâsına geleceği açıktır.

8. "Gerek özür için, gerek uyarı için".

ÖZR, mazur kılmak, yani kabahati silmek mânâsınadır.

NÜZÜR de, uyarmak, korkutmak, sakındırmak mânâsına mastardır. Bu iki kelime daha önce geçen "zikir"den bedel veya mef'ûl (tümleç)dürler. Yani hakkı kabul edenlere özr için, batılı kabul edenlere korkutmak için zikri bırakanlar demek olur. Mazeret mânâsına "azîr"in, veya korkutmak mânâsına "nezir" 'in, yahut mazereti kabul eden ve korkutan mânâlarına "azir" ve "nezir" in çoğulu da olabilir ki, üçüncüsünde hâl olurlar, yani durum bildirirler. Yine "Keşşâf"ta şöyle denil m iştir: Yahut yüce Allah azap rüzgarlarına yemin etmiştir. Onları göndermiştir de, bunlar büküp büküp devirmişlerdir. Rahmet rüzgarlarına da yemin etmiştir. Bunlar da ölü araziye hayat yaymışlardır da Allah'a şükredenlerle inkâr edip nankörlük edenleri ayırmışlardır. "Elbette kendilerine bol bir su verirdik ki bu hususta onları imtihan edelim."(Cinn, 72/16, 17) gibi de bir zikir, bir uyanma telkin etmişlerdir. Ya Allah'ın nimetini görüp şükretmek üzere tevbe edip mağfiret dilemek suretiyle Allah'tan özür dileyeceklere özür için veya bu nimeti tabiat veriyor deyip Allah'a şükürden gaflet edenleri korkutmak için. Bu durumda zikre sebep olduklarından dolayı "mülkıyatı zikir" yani "zikir bırakanlar, zikir telkin edenler" sayılmışlardır demek olur.

Bundan başka bu mânâlar Kur'ân âyetleri veya peygamberlerin gönderilişleri ve insan oğlunun kalbine gelen düşünceler ve teşvik edici haller hakkında da düşünülmüştür.

Bununla beraber bu âyetlerde yalnız sıfatlar zikredilmiş olduğu için, bu sıfatları taşıyanların kimler olduğunu belirlemeye kalkışmayarak ve bu açıklamalar birer misal gibi sayılarak, bu yalnız devirmek, yaymak, ayırmak, zikir telkin etmek denebilen fiilleri yapmak üzere iyilik yapmak için veya ard arda gönderilen kuvvetler diye anlamak en sağlıklı ve en kapsamlı mânâ olur ki bunun da "melekler" mânâsına geleceği açıktır.

9. "Gerek özür için, gerek uyarı için".

ÖZR, mazur kılmak, yani kabahati silmek mânâsınadır.

NÜZÜR de, uyarmak, korkutmak, sakındırmak mânâsına mastardır. Bu iki kelime daha önce geçen "zikir"den bedel veya mef'ûl (tümleç)dürler. Yani hakkı kabul edenlere özr için, batılı kabul edenlere korkutmak için zikri bırakanlar demek olur. Mazeret mânâsına "azîr"in, veya korkutmak mânâsına "nezir" 'in, yahut mazereti kabul eden ve korkutan mânâlarına "azir" ve "nezir" in çoğulu da olabilir ki, üçüncüsünde hâl olurlar, yani durum bildirirler. Yine "Keşşâf"ta şöyle denilmiştir: Yahut yüce Allah azap rüzgarlarına yemin etmiştir. Onları göndermiştir de, bunlar büküp büküp dev i rmişlerdir. Rahmet rüzgarlarına da yemin etmiştir. Bunlar da ölü araziye hayat yaymışlardır da Allah'a şükredenlerle inkâr edip nankörlük edenleri ayırmışlardır. "Elbette kendilerine bol bir su verirdik ki bu hususta onları imtihan edelim."(Cinn, 72/16, 17) gibi de bir zikir, bir uyanma telkin etmişlerdir. Ya Allah'ın nimetini görüp şükretmek üzere tevbe edip mağfiret dilemek suretiyle Allah'tan özür dileyeceklere özür için veya bu nimeti tabiat veriyor deyip Allah'a şükürden gaflet edenleri korkutmak i ç in. Bu durumda zikre sebep olduklarından dolayı "mülkıyatı zikir" yani "zikir bırakanlar, zikir telkin edenler" sayılmışlardır demek olur.

Bundan başka bu mânâlar Kur'ân âyetleri veya peygamberlerin gönderilişleri ve insan oğlunun kalbine gelen düşünceler ve teşvik edici haller hakkında da düşünülmüştür.

Bununla beraber bu âyetlerde yalnız sıfatlar zikredilmiş olduğu için, bu sıfatları taşıyanların kimler olduğunu belirlemeye kalkışmayarak ve bu açıklamalar birer misal gibi sayılarak, bu yalnız devirmek, yaymak, ayırmak, zikir telkin etmek denebilen fiilleri yapmak üzere iyilik yapmak için veya ard arda gönderilen kuvvetler diye anlamak en sağlıklı ve en kapsamlı mânâ olur ki bunun da "melekler" mânâsına geleceği açıktır.

10. "Gerek özür için, g erek uyarı için".

ÖZR, mazur kılmak, yani kabahati silmek mânâsınadır.

NÜZÜR de, uyarmak, korkutmak, sakındırmak mânâsına mastardır. Bu iki kelime daha önce geçen "zikir"den bedel veya mef'ûl (tümleç)dürler. Yani hakkı kabul edenlere özr için, batılı kabul edenlere korkutmak için zikri bırakanlar demek olur. Mazeret mânâsına "azîr"in, veya korkutmak mânâsına "nezir" 'in, yahut mazereti kabul eden ve korkutan mânâlarına "azir" ve "nezir" in çoğulu da olabilir ki, üçüncüsünde hâl olurlar, yani durum bildirirler. Yine "Keşşâf"ta şöyle denilmiştir: Yahut yüce Allah azap rüzgarlarına yemin etmiştir. Onları göndermiştir de, bunlar büküp büküp devirmişlerdir. Rahmet rüzgarlarına da yemin etmiştir. Bunlar da ölü araziye hayat yaymışlardır da Allah'a ş ükredenlerle inkâr edip nankörlük edenleri ayırmışlardır. "Elbette kendilerine bol bir su verirdik ki bu hususta onları imtihan edelim."(Cinn, 72/16, 17) gibi de bir zikir, bir uyanma telkin etmişlerdir. Ya Allah'ın nimetini görüp şükretmek üzere tevbe edip mağfiret dilemek suretiyle Allah'tan özür dileyeceklere özür için veya bu nimeti tabiat veriyor deyip Allah'a şükürden gaflet edenleri korkutmak için. Bu durumda zikre sebep olduklarından dolayı "mülkıyatı zikir" yani "zikir bırakanlar, zikir telkin e denler" sayılmışlardır demek olur.

Bundan başka bu mânâlar Kur'ân âyetleri veya peygamberlerin gönderilişleri ve insan oğlunun kalbine gelen düşünceler ve teşvik edici haller hakkında da düşünülmüştür.

Bununla beraber bu âyetlerde yalnız sıfatlar zikredilmiş olduğu için, bu sıfatları taşıyanların kimler olduğunu belirlemeye kalkışmayarak ve bu açıklamalar birer misal gibi sayılarak, bu yalnız devirmek, yaymak, ayırmak, zikir telkin etmek denebilen fiilleri yapmak üzere iyilik yapmak için veya ard arda gönderilen kuvvetler diye anlamak en sağlıklı ve en kapsamlı mânâ olur ki bunun da "melekler" mânâsına geleceği açıktır.

11. "Elçiler". Bu elçilerin peygamberler olduğu açıktır. Bu kelime asıl itibariyle "tevkît" kökünden türetilmiş olup aslı dir. Yani "peygamberlerin bekleye durdukları ve

ümmetlerine karşı şehadet edecekleri vakit ve vaad edilen güne erdirildikleri zaman, ki bu kıyamet günüdür."

12. "Elçiler". Bu elçilerin peygamberler olduğu açıktır. Bu kelime asıl itibariyle "tevkît" kökünden türetilmiş olup aslı dir. Yani "peygamberlerin bekleye durdukları ve

ümmetlerine karşı şehadet edecekleri vakit ve vaad edilen güne erdirildikleri zaman, ki bu kıyamet günüdür."

13. Bütün bunlar "hak ile batılı ayırma gününe, hüküm gününe" ertelenmiştir.

14. Bütün bunlar "hak ile batılı ayırma gününe, hüküm gününe" ertelenmiştir.

15. "O gün yalanlayanların vay haline!". Bu âyet, bu sûrenin her bir bölümünün sonunde tekrarlanan âyetidir. Bu tekrarda, gönderilenlerin sıra sıra, ard arda geliş manzaralarına da bir işaret vardır.

VEYL, "leyl" vezninde, aslında kötülüğün inmesi mânâsına olup bazan bir belanın ortaya çıkması zamanında dehşet ve kötülüğü ifade etmek için dilimizdeki "vay, yazık" kelimeleri gibi kaygılı olma ve dehşete düşme makamında kullanılır. Bu mânâca, "vay haline!" yahut "yazık, yazık" demek gibi olur ki, biz bunları acıma mânâsında da esef etme mânâsında da kullanırız. Bir de veyl, uçuruma yuvarlanmak gibi kötü bir durum, helak olma ve zarar etm e mânâsına azab kelimesi, çok üzüntü duyma veya beddua olarak kullanılır. "Veyl ona", helak oldu, veya helak olsun" demektir.

Veyl, cehennemde bir vadinin veya kapının da ismidir. Veyl deresi, veyl kapısı gibi.

Bu âyette o günkü korkunç durumun şiddetini açıklayarak korkutma ifade ettiği için biz bunu meâlde, "vay haline!" diye terceme etmekle yetindik. "Veyl, o gün o yalanlayanlara" denilse lâfız itibariyle daha uygun olursa da dilimiz itibariyle "vay haline!" demek kolay geldi. Oysa maksat, o feci durumun şiddetini anlatmaktır.

"Mükezzibin" kelimesinin her âyette tekrarlanmadan önce geçen konunun ifade ettiği mânâya göre düşünülmesi gerekir. Mesela birinci geçtiği yerde hüküm gününü, ikincide suçlulara yapılacak azabı, üçüncüde Allah'ın ilmini ve gücünü, dördüncüde insanoğlunun muhtaç ve sınırlı bir güce sahip olduğunu, ilâhî kudretin her şeyi kapladığını ve Allah'ın nimetini inkâr mânâları ile ilgilidir.

16. "O gün yalanlayanların vay haline!". Bu âyet, bu sûrenin her bir bölümünün sonunde tekrarlanan âyetidir. Bu tekrarda, gönderilenlerin sıra sıra, ard arda geliş manzaralarına da bir işaret vardır.

VEYL, "leyl" vezninde, aslında kötülüğün inmesi mânâsına olup bazan bir belanın ortaya çıkması zamanında dehşet ve kötülüğü ifade etmek için dilimizdeki "vay, yazık" kelimeleri gibi kaygılı olma ve dehşete düşme makamında kullanılır. Bu mânâca, "vay haline!" yahut "yazık, yazık" demek gibi olur ki, biz bunları acıma mânâsında da esef etme mânâsında da kullanırız. Bir de veyl, uçu r uma yuvarlanmak gibi kötü bir durum, helak olma ve zarar etme mânâsına azab kelimesi, çok üzüntü duyma veya beddua olarak kullanılır. "Veyl ona", helak oldu, veya helak olsun" demektir.

Veyl, cehennemde bir vadinin veya kapının da ismidir. Veyl deresi, veyl kapısı gibi.

Bu âyette o günkü korkunç durumun şiddetini açıklayarak korkutma ifade ettiği için biz bunu meâlde, "vay haline!" diye terceme etmekle yetindik. "Veyl, o gün o yalanlayanlara" denilse lâfız itibariyle daha uygun olursa da dilimiz itibariyle "vay haline!" demek kolay geldi. Oysa maksat, o feci durumun şiddetini anlatmaktır.

"Mükezzibin" kelimesinin her âyette tekrarlanmadan önce geçen konunun ifade ettiği mânâya göre düşünülmesi gerekir. Mesela birinci geçtiği yerde hüküm gününü, ikincide suçlulara yapılacak azabı, üçüncüde Allah'ın ilmini ve gücünü, dördüncüde insanoğlunun muhtaç ve sınırlı bir güce sahip olduğunu, ilâhî kudretin her şeyi kapladığını ve Allah'ın nimetini inkâr mânâları ile ilgilidir.

17. "O gün yala nlayanların vay haline!". Bu âyet, bu sûrenin her bir bölümünün sonunde tekrarlanan âyetidir. Bu tekrarda, gönderilenlerin sıra sıra, ard arda geliş manzaralarına da bir işaret vardır.

VEYL, "leyl" vezninde, aslında kötülüğün inmesi mânâsına olup bazan bir belanın ortaya çıkması zamanında dehşet ve kötülüğü ifade etmek için dilimizdeki "vay, yazık" kelimeleri gibi kaygılı olma ve dehşete düşme makamında kullanılır. Bu mânâca, "vay haline!" yahut "yazık, yazık" demek gibi olur ki, biz bunları acıma mân â sında da esef etme mânâsında da kullanırız. Bir de veyl, uçuruma yuvarlanmak gibi kötü bir durum, helak olma ve zarar etme mânâsına azab kelimesi, çok üzüntü duyma veya beddua olarak kullanılır. "Veyl ona", helak oldu, veya helak olsun" demektir.

V eyl, cehennemde bir vadinin veya kapının da ismidir. Veyl deresi, veyl kapısı gibi.

Bu âyette o günkü korkunç durumun şiddetini açıklayarak korkutma ifade ettiği için biz bunu meâlde, "vay haline!" diye terceme etmekle yetindik. "Veyl, o gün o yalanlayanlara" denilse lâfız itibariyle daha uygun olursa da dilimiz itibariyle "vay haline!" demek kolay geldi. Oysa maksat, o feci durumun şiddetini anlatmaktır.

"Mükezzibin" kelimesinin her âyette tekrarlanmadan önce geçen konunun ifade ettiği mânâya göre düşünülmesi gerekir. Mesela birinci geçtiği yerde hüküm gününü, ikincide suçlulara yapılacak azabı, üçüncüde Allah'ın ilmini ve gücünü, dördüncüde insanoğlunun muhtaç ve sınırlı bir güce sahip olduğunu, ilâhî kudretin her şeyi kapladığını ve Allah'ın n i metini inkâr mânâları ile ilgilidir.

18. "O gün yalanlayanların vay haline!". Bu âyet, bu sûrenin her bir bölümünün sonunde tekrarlanan âyetidir. Bu tekrarda, gönderilenlerin sıra sıra, ard arda geliş manzaralarına da bir işaret vardır.

VEYL, "leyl" vezninde, aslında kötülüğün inmesi mânâsına olup bazan bir belanın ortaya çıkması zamanında dehşet ve kötülüğü ifade etmek için dilimizdeki "vay, yazık" kelimeleri gibi kaygılı olma ve dehşete düşme makamında kullanılır. Bu mânâca, "vay haline!" y a hut "yazık, yazık" demek gibi olur ki, biz bunları acıma mânâsında da esef etme mânâsında da kullanırız. Bir de veyl, uçuruma yuvarlanmak gibi kötü bir durum, helak olma ve zarar etme mânâsına azab kelimesi, çok üzüntü duyma veya beddua olarak kullanılır. "Veyl ona", helak oldu, veya helak olsun" demektir.

Veyl, cehennemde bir vadinin veya kapının da ismidir. Veyl deresi, veyl kapısı gibi.

Bu âyette o günkü korkunç durumun şiddetini açıklayarak korkutma ifade ettiği için biz bunu meâlde, "vay haline!" diye terceme etmekle yetindik. "Veyl, o gün o yalanlayanlara" denilse lâfız itibariyle daha uygun olursa da dilimiz itibariyle "vay haline!" demek kolay geldi. Oysa maksat, o feci durumun şiddetini anlatmaktır.

"Mükezzibin" kelimesinin her ây ette tekrarlanmadan önce geçen konunun ifade ettiği mânâya göre düşünülmesi gerekir. Mesela birinci geçtiği yerde hüküm gününü, ikincide suçlulara yapılacak azabı, üçüncüde Allah'ın ilmini ve gücünü, dördüncüde insanoğlunun muhtaç ve sınırlı bir güce sahi p olduğunu, ilâhî kudretin her şeyi kapladığını ve Allah'ın nimetini inkâr mânâları ile ilgilidir.

19. "O gün yalanlayanların vay haline!". Bu âyet, bu sûrenin her bir bölümünün sonunde tekrarlanan âyetidir. Bu tekrarda, gönderilenlerin sıra sıra, ard arda geliş manzaralarına da bir işaret vardır.

VEYL, "leyl" vezninde, aslında kötülüğün inmesi mânâsına olup bazan bir belanın ortaya çıkması zamanında dehşet ve kötülüğü ifade etmek için dilimizdeki "vay, yazık" kelimeleri gibi kaygılı olma ve dehşete düşme makamında kullanılır. Bu mânâca, "vay haline!" yahut "yazık, yazık" demek gibi olur ki, biz bunları acıma mânâsında da esef etme mânâsında da kullanırız. Bir de veyl, uçuruma yuvarlanmak gibi kötü bir durum, helak olma ve zarar etme mânâsına a z ab kelimesi, çok üzüntü duyma veya beddua olarak kullanılır. "Veyl ona", helak oldu, veya helak olsun" demektir.

Veyl, cehennemde bir vadinin veya kapının da ismidir. Veyl deresi, veyl kapısı gibi.

Bu âyette o günkü korkunç durumun şiddetini a çıklayarak korkutma ifade ettiği için biz bunu meâlde, "vay haline!" diye terceme etmekle yetindik. "Veyl, o gün o yalanlayanlara" denilse lâfız itibariyle daha uygun olursa da dilimiz itibariyle "vay haline!" demek kolay geldi. Oysa maksat, o feci durum u n şiddetini anlatmaktır.

"Mükezzibin" kelimesinin her âyette tekrarlanmadan önce geçen konunun ifade ettiği mânâya göre düşünülmesi gerekir. Mesela birinci geçtiği yerde hüküm gününü, ikincide suçlulara yapılacak azabı, üçüncüde Allah'ın ilmini ve gücünü, dördüncüde insanoğlunun muhtaç ve sınırlı bir güce sahip olduğunu, ilâhî kudretin her şeyi kapladığını ve Allah'ın nimetini inkâr mânâları ile ilgilidir.

20. "O gün yalanlayanların vay haline!". Bu âyet, bu sûrenin her bir bölümünün sonunde tekrarlanan âyetidir. Bu tekrarda, gönderilenlerin sıra sıra, ard arda geliş manzaralarına da bir işaret vardır.

VEYL, "leyl" vezninde, aslında kötülüğün inmesi mânâsına olup bazan bir belanın ortaya çıkması zamanında dehşet ve kötülüğü ifade etmek için dilimizdeki "vay, yazık" kelimeleri gibi kaygılı olma ve dehşete düşme makamında kullanılır. Bu mânâca, "vay haline!" yahut "yazık, yazık" demek gibi olur ki, biz bunları acıma mânâsında da esef etme mânâsında da kullanırız. Bir de veyl, uçuruma yuvarla n mak gibi kötü bir durum, helak olma ve zarar etme mânâsına azab kelimesi, çok üzüntü duyma veya beddua olarak kullanılır. "Veyl ona", helak oldu, veya helak olsun" demektir.

Veyl, cehennemde bir vadinin veya kapının da ismidir. Veyl deresi, veyl kapısı gibi.

Bu âyette o günkü korkunç durumun şiddetini açıklayarak korkutma ifade ettiği için biz bunu meâlde, "vay haline!" diye terceme etmekle yetindik. "Veyl, o gün o yalanlayanlara" denilse lâfız itibariyle daha uygun olursa da dilimiz itibariyle "vay haline!" demek kolay geldi. Oysa maksat, o feci durumun şiddetini anlatmaktır.

"Mükezzibin" kelimesinin her âyette tekrarlanmadan önce geçen konunun ifade ettiği mânâya göre düşünülmesi gerekir. Mesela birinci geçtiği yerde hüküm gününü, ikincide suçlulara yapılacak azabı, üçüncüde Allah'ın ilmini ve gücünü, dördüncüde insanoğlunun muhtaç ve sınırlı bir güce sahip olduğunu, ilâhî kudretin her şeyi kapladığını ve Allah'ın nimetini inkâr mânâları ile ilgilidir.

21. Sağlam oturaklı karargah, yani dölyatağı.

22. Yüce Allah tarafından bilinen bir kadere, yani takdir edilmiş bir vakte kadar ki bu vakit, doğum vaktidir.

23. Yüce Allah tarafından bilinen bir kadere, yani takdir edilmiş bir vakte kadar ki bu vakit, doğum vaktidir.

24. Yüce Allah tarafından bilinen bir kadere, yani takdir edilmiş bir vakte kadar ki bu vakit, doğum vaktidir.

25. "Toplanma yeri."

KİFÂT, eklemek ve toplamak mânâsına gelen kökünden türetilmiş olup

kale gibi, birbirine katılıp sıkışarak toplanılacak yer, dernek yeri ve Ebu Ubeyde'nin sözüne göre "kap" demektir. Biz buna meâlde "tokat" dedik. Bu tokat, "sille" mânâsına tokat zannedilmesin. Sürüden sapıp da ekinlere, bağ ve bahçelere dalan kaçak hayvanların bekçiler tarafından tutulup hapsedildikleri yere de Anadolu Türkçesi'nde tokat denir. Nitekim Tokat ilinin ismi de bunu andırır. Buna Rumeli'nin bazı yörelerinde "kapı" denildiğini de duydum. "Tutuklama evi" mânâsına "kapı altı" tabiri de Anadolu'da yaygın idi.

26. "Toplanma yeri."

KİFÂT, eklemek ve toplamak mânâsına gelen kökünden türetilmiş olup

kale gibi, birbirine katılıp sıkışarak toplanılacak yer, dernek yeri ve Ebu Ubeyde'nin sözüne göre "kap" demektir. Biz buna meâlde "tokat" dedik. Bu tokat, "sille" mânâsına tokat zannedilmesin. Sürüden sapıp da ekinlere, bağ ve bahçelere dalan kaçak hayvanların bekçiler tarafından tutulup hapsedildikleri yere de Anadolu Türkçesi'nde tokat denir. Nitekim Tokat ilinin ismi de bunu andırır. Buna Rumeli'nin bazı yörelerinde "ka p ı" denildiğini de duydum. "Tutuklama evi" mânâsına "kapı altı" tabiri de Anadolu'da yaygın idi.

27. Yukarıda "dölyatağında", burada "toplanma yeri" âyetleri, insanların gerek doğmadan evvel gerek doğduktan sonra, her döneminde vatana ihtiyaçları olduğuna ve bu şekilde gerek hayat ve gerek ölümlerinde ilâhî kudret ile kuşatılmış ve her zaman ilâhî gücün pençesi ile tutulmuş bulunduklarına dikkat çekmekte, bunun yanında "Yeryüzünde yüksek dağlar oturttuk ve size tatlı su içirdik" âyeti de her ta r aflarından Allah'ın nimetleriyle beslenmekte olduklarını hatırlatmaktadır.

REVASİ, "ağır basan oturaklı dağlar" demektir.

28. Yukarıda "dölyatağında", burada "toplanma yeri" âyetleri, insanların gerek doğmadan evvel gerek doğduktan sonra, her döneminde vatana ihtiyaçları olduğuna ve bu şekilde gerek hayat ve gerek ölümlerinde ilâhî kudret ile kuşatılmış ve her zaman ilâhî gücün pençesi ile tutulmuş bulunduklarına dikkat çekmekte, bunun yanında "Yeryüzünde yüksek dağlar oturttuk ve size tat l ı su içirdik" âyeti de her taraflarından Allah'ın nimetleriyle beslenmekte olduklarını hatırlatmaktadır.

REVASİ, "ağır basan oturaklı dağlar" demektir.

29. ŞAMİHAT, başını kaldırmış, yüksek, şişkin, yüce mânâsınadır. "Haydi, gidin o yalanladığınız şeye", yani o yalanlayanlara hüküm günü böyle denecek. "Dünyada o nimetler içinde tutuklanıp hapsedildiğiniz yeryüzünden boşanın da orada iken yalan diye varlığını inkâr edegeldiğiniz azabı boylayın, def olun" diye azarlanacaklar. O yeryüzü onlarda n boşaltılacak, yok saydıkları azaba sevk olunacaklardır ki bu, genelde bütün kâfirlere yapılmış bir hitaptır. Mutlak yalanlamanın cezasıdır. Batıl inançların cezası olmak üzere özellikle bir kısmına da şöyle denecek:

30. Haydin, burada boşanın, üç çatallı bir gölgeye gidin, Yani Allah'ın birliğini tanıyan, onun tek olduğuna inanan müminlere özgü koyu gölgede, Arş'ın gölgesinde nimet içinde yaşamaya ve gölgelenmeye sizin hakkınız yoktur. Siz Allah'a inanmıyordunuz. Onun bir ortağı olduğunu; bab a, oğul ve mukaddes ruh gibi üç parçadan oluştuğunu zannediyordunuz. Şimdi onun bir olduğuna inanan müminler Arş'ın gölgesinde, o koyu gölgede gölgelenirlerken siz inandığınız üç çatallı gölgeye sığınınız. Ata'dan rivayet edildiğine göre bu üç çatallı göl g e, cehennem dumanın gölgesi diye yorumlanmış, birçok tefsirci bu hitabı da öncekinin bir izahı gibi kabul ederek bunu takip etmişler ve şöyle demişlerdir: Cehennem dumanı üç ayrı yerden yükselecek, kâfirler onu ateşten korur zannederek koşacaklar ve onu e n kötü bir halde bulacaklardır. Bu duruma göre bu âyette geçen "zıll", yani gölge,

"yalanlamakta olduğunuz şey"in bir açıklaması demek olur. Fakat Ebu Hayyan'ın naklettiğine göre, İbnü Abbas şöyle demiştir: Bu hitap haça tapanlara söylenecektir. Müminler Allah sayesinde Arş'ın gölgesinde korunacak, haça tapanlara da, "taptığınız haçın gölgesine gidin" denecek. Zira haçın üç çatalı vardır. ŞU'AB, bir cisimden ayrılan çatallardır." Yani haçın bir kolu, gövdesi demek olduğundan çatalları üçtür.

Demek ki, "Üç çatallı bir gölge", hıristiyanlığın teslis inancının, Allah'ı oluşturduğuna inandıkları üç unsurun bir simgesidir. Haç, onu temsil eder. Hıristiyanlık bunu ve Ahireti yalanlamıyor fakat en büyük kurtuluşu bu haçtan bekleyerek buna inanıyor. Bu nedenle Ahirette, o hüküm günü müslümanlar inanmış oldukları o saf bir Allah inancı gölgesinde gölgelenirlerken, "Allah hem birdir, hem üçtür" diye üç unsur ile teslis (üçlemey)e inananlara: "Haydin gidin, o "üç çatallı teslis gölgesine" denecek. Fakat öyle b ir üç çatallı gölge neye yarar? Gölgelendirir mi? Azaptan korumak için bir faydası olabilir mi?

31. Bunu "üç çatallı" tabirinden de anlaşılacağı gibi beyan için buyruluyor ki: O, ne gölgelendirir, ne de alevden korur. Zira çatallıdır, çatallarının arasından alevler saldırır. Bu nedenle o bir şeye yaramaz, ona sığınmaya gelmez.

32. Çünkü O, alev saçan ateş veya o çatallar, kuşkusuz öyle kıvılcımlar atar ki köşk gibi. Dilimizde köşk diye tanınan kasr, burada "yüksek yapılmış büyük bina" diye tefsir edilmiştir ki, maksat büyüklükte bir benzetme olduğundan "saray gibi" demek olur. Yani herbiri irilik ve uzanışta saray gibi, köşk gibi.

33. Sanki o kıvılcım sarı sarı erkek deve sürüleri gibi.

Önceki benzetme irilik itibariyle, bu da ren k, çokluk ve hareket itibariyledir. İbil deve; nâka dişi deve; cemel erkek deve; cimale cemel'in çoğulu olarak erkek develer demektir. Bilindiği gibi erkek deve daha iri ve daha kuvvetlidir. Bizim Anadolu'da erkek deveye cemel yerinde hopa tabir edilir. İrilik ve kuvvetlilik benzetmelerinde de "hopa gibi" denilir. Biz de meâlde "sarı sarı hopalar gibi" demekle bu mânâları anlatmak istedik. İşte o cehennem ateşi, alevi o çatallardan böyle hem her biri saray gibi büyük, hem de hopa sürüleri gibi çok, sarı s arı kıvılcımlar atacaktır. Düşünmeli ki, kıvılcımları böyle olan alevler ne kadar salgın olacaktır. Artık böyle bir üç çatallı gölgeye sığınmanın ne felaket olduğunu anlamalı.

34. Vay haline, o gün yalanlayanların! Yani gerek o ateşe ve gerek o üç çatallı gölgenin o ateşten korumayıp böyle bir felaket olduğuna inanmayıp da ona sığınanların! "Bugün, konuşamıyacakları gündür..."

Onlardan korunanlara gelince.

Meâl-i Şerifi

41- Kuşkusuz takva sahipleri gölgeler altında ve pınar başlarındadır.

42- Canlarının çektiğinden türlü meyveler arasındadırlar.

43- (Onlara): "Yaptıklarınıza karşılık afiyetle yiyin, için" (denir).

44- İşte biz güzel amel işleyenleri böyle mükafatlandırırız.

45- O gün yalanlayanların vay haline!

46- Yiyin, zevklenin biraz, çünkü siz suçlularsınız.

47- O gün yalanlayanların vay haline!

48- Onlara: "Rüku edin" denildiği zaman etmezler.

49- Vay haline o gün yalanlayanların!

50- Artık bundan (Kur'an'dan) sonra hangi sö ze inanacaklar?

35. Vay haline, o gün yalanlayanların! Yani gerek o ateşe ve gerek o üç çatallı gölgenin o ateşten korumayıp böyle bir felaket olduğuna inanmayıp da ona sığınanların! "Bugün, konuşamıyacakları gündür..."

Onlardan korunanlara gelince.

Meâl-i Şerifi

41- Kuşkusuz takva sahipleri gölgeler altında ve pınar başlarındadır.

42- Canlarının çektiğinden türlü meyveler arasındadırlar.

43- (Onlara): "Yaptıklarınıza karşılık afiyetle yiyin, için" (denir).

44- İşte biz güzel amel işleyenleri böyle mükafatlandırırız.

45- O gün yalanlayanların vay haline!

46- Yiyin, zevklenin biraz, çünkü siz suçlularsınız.

47- O gün yalanlayanların vay haline!

48- Onlara: "Rüku edin" denildiği zaman etmezler.

49- Vay haline o gün yalanlayanların!

50- Artık bundan (Kur'an'dan) sonra hangi söze inanacaklar?

36. Vay haline, o gün yalanlayanların! Yani gerek o ateşe ve gerek o üç çatallı gölgenin o ateşten korumayıp böyle bir felaket olduğuna inanmayıp da ona sığınanların! "Bugün, konuşamıyacakları gündür..."

Onlardan korunanlara gelince.

Meâl-i Şerifi

41- Kuşkusuz takva sahipleri gölgeler altında ve pınar başlarındadır.

42- Canlarının çektiğinden türlü meyveler arasındadırlar.

43- (Onlara): "Yaptıklarınıza karşılık afiyetle yiyin, için" (denir).

44- İşte biz güzel amel işleyenleri böyle mükafatlandırırız.

45- O gün yalanlayanların vay haline!

46- Yiyin, zevklenin biraz, çünkü siz suçlularsınız.

47- O gün yalanlayanların vay haline!

48- Onlara: "Rüku edin" denildiği zaman etmezler.

49- Vay haline o gün yalanlayanların!

50- Artık bundan (Kur'an'dan) sonra hangi söze inanacaklar?

37. Vay haline, o gün yalanlayanların! Yani gerek o ateşe ve gerek o üç çatallı gölgenin o ateşten korumayıp böyle bir felaket olduğuna inanmayıp da ona sığınanların! "Bugün, konuşamıyacakları gündür..."

Onlardan korunanlara gelince.

Meâl-i Şerifi

41- Kuşkusuz takva sahipleri gölgeler altında ve pınar başlarındadır.

42- Canlarının çektiğinden türlü meyveler arasındadırlar.

43- (Onlara): "Yaptıklarınıza karşılık afiyetle yiyin, için" (denir).

44- İşte biz güzel amel işleyenleri böyle mükafatlandırırız.

45- O gün yalanlayanla rın vay haline!

46- Yiyin, zevklenin biraz, çünkü siz suçlularsınız.

47- O gün yalanlayanların vay haline!

48- Onlara: "Rüku edin" denildiği zaman etmezler.

49- Vay haline o gün yalanlayanların!

50- Artık bundan (Kur'an'dan) sonra hangi söze inanacaklar?

38. Vay haline, o gün yalanlayanların! Yani gerek o ateşe ve gerek o üç çatallı gölgenin o ateşten korumayıp böyle bir felaket olduğuna inanmayıp da ona sığınanların! "Bugün, konuşamıyacakları gündür..."

Onlardan korunanlara gelince.

Meâl-i Şerifi

41- Kuşkusuz takva sahipleri gölgeler altında ve pınar başlarındadır.

42- Canlarının çektiğinden türlü meyveler arasındadırlar.

43- (Onlara): "Yaptıklarınıza karşılık afiyetle yiyin, için" (denir).

44- İşte biz güzel amel işleyenleri böyle mükafatlandırırız.

45- O gün yalanlayanların vay haline!

46- Yiyin, zevklenin biraz, çünkü siz suçlularsınız.

47- O gün yalanlayanların vay haline!

48- Onlara: "Rüku edin" denildiği zaman etmezl er.

49- Vay haline o gün yalanlayanların!

50- Artık bundan (Kur'an'dan) sonra hangi söze inanacaklar?

39. Vay haline, o gün yalanlayanların! Yani gerek o ateşe ve gerek o üç çatallı gölgenin o ateşten korumayıp böyle bir felaket olduğuna inanmayıp da ona sığınanların! "Bugün, konuşamıyacakları gündür..."

Onlardan korunanlara gelince.

Meâl-i Şerifi

41- Kuşkusuz takva sahipleri gölgeler altında ve pınar başlarındadır.

42- Canlarının çektiğinden türlü meyveler arasındadırlar.

43- (Onlara): "Yaptıklarınıza karşılık afiyetle yiyin, için" (denir).

44- İşte biz güzel amel işleyenleri böyle mükafatlandırırız.

45- O gün yalanlayanların vay haline!

46- Yiyin, zevklenin biraz, çünkü siz suçlularsınız.

4 7- O gün yalanlayanların vay haline!

48- Onlara: "Rüku edin" denildiği zaman etmezler.

49- Vay haline o gün yalanlayanların!

50- Artık bundan (Kur'an'dan) sonra hangi söze inanacaklar?

40. Vay haline, o gün yalanlayanların! Yani gerek o ateşe ve gerek o üç çatallı gölgenin o ateşten korumayıp böyle bir felaket olduğuna inanmayıp da ona sığınanların! "Bugün, konuşamıyacakları gündür..."

Onlardan korunanlara gelince.

Meâl-i Şerifi

41- Kuşkusuz takva sahipleri gölgeler altında ve pınar başlarındadır.

42- Canlarının çektiğinden türlü meyveler arasındadırlar.

43- (Onlara): "Yaptıklarınıza karşılık afiyetle yiyin, için" (denir).

44- İşte biz güzel amel işleyenleri böyle mükafatlandırırız.

45- O gün yala nlayanların vay haline!

46- Yiyin, zevklenin biraz, çünkü siz suçlularsınız.

47- O gün yalanlayanların vay haline!

48- Onlara: "Rüku edin" denildiği zaman etmezler.

49- Vay haline o gün yalanlayanların!

50- Artık bundan (Kur'an'dan) sonra hangi söze inanacaklar?

41. Ve'l-Mürselât sûresi de burada sona erdi. Fakat o hüküm günü gerçekten gelmeden ona inanmayanların arkası alınmış olmıyacağından, bunu Nebe' sûresi, takip edecektir.



42. Ve'l-Mürselât sûresi de burada sona erdi. Fakat o hüküm günü gerçekten gelmeden ona inanmayanların arkası alınmış olmıyacağından, bunu Nebe' sûresi, takip edecektir.



43. Ve'l-Mürselât sûresi de burada sona erdi. Fakat o hüküm günü gerçekten gelmeden ona inanmayanların arkası alınmış olmıyacağın dan, bunu Nebe' sûresi, takip edecektir.



44. Ve'l-Mürselât sûresi de burada sona erdi. Fakat o hüküm günü gerçekten gelmeden ona inanmayanların arkası alınmış olmıyacağından, bunu Nebe' sûresi, takip edecektir.



45. Ve'l-Mürselât sûresi de burada sona e rdi. Fakat o hüküm günü gerçekten gelmeden ona inanmayanların arkası alınmış olmıyacağından, bunu Nebe' sûresi, takip edecektir.



46. Ve'l-Mürselât sûresi de burada sona erdi. Fakat o hüküm günü gerçekten gelmeden ona inanmayanların arkası alınmış olmıyacağından, bunu Nebe' sûresi, takip edecektir.



47. Ve'l-Mürselât sûresi de burada sona erdi. Fakat o hüküm günü gerçekten gelmeden ona inanmayanların arkası alınmış olmıyacağından, bunu Nebe' sûresi, takip edecektir.



48. Ve'l-Mürselât sûresi de burada so na erdi. Fakat o hüküm günü gerçekten gelmeden ona inanmayanların arkası alınmış olmıyacağından, bunu Nebe' sûresi, takip edecektir.



49. Ve'l-Mürselât sûresi de burada sona erdi. Fakat o hüküm günü gerçekten gelmeden ona inanmayanların arkası alınmış olmıyacağından, bunu Nebe' sûresi, takip edecektir.



50. Ve'l-Mürselât sûresi de burada sona erdi. Fakat o hüküm günü gerçekten gelmeden ona inanmayanların arkası alınmış olmıyacağından, bunu Nebe' sûresi, takip edecektir.

MÜRSELAT SÜRESİ(Muhammed ESED)

Adını ilk ayetinde geçen mürselât (ki, Kur’an'ın tedrîcen vahyine işaret eder) kelimesinden alan bu sure, kronolojik olarak, 104. sure (Hümeze) ile 50. sure (Kâf) arasındaki bir zamana, yani hemen hemen Hz. Peygamber'in risalet görevini yüklenmesinin dördüncü yılına yerleştirilebilir.
1 DÜŞÜN bu [mesaj]ları, dalga dalga1 gönderilen 2 ve sonra fırtına şiddetiyle patlayan!
3 Düşün bu [mesaj]ları, [hakikati] dört bir yana yayan,
4 böylece [doğru ile eğriyi] kesin şekilde2 ayıran,
5 ve sonra bir öğüt ve hatırlatmada bulunan,
6 suçlardan arınma[yı vaad eden] veya bir uyarı[da bulunan]!3
7 BAKIN, bekleyip görün denilen4 her şey mutlaka gerçekleşecektir.
8 Yıldızlar söndüğü zaman [gerçekleşecek,]
9 ve gök parçalandığı zaman,
10 ve dağlar toz gibi ufalandığı zaman,
11 ve bütün elçiler belirlenen bir vakitte toplanmaya çağırıldıkları zaman...5
12 Ne zaman gerçekleşecek [bütün bunlar]?
13 [Doğruyu yanlıştan] Ayırd etme Günü!6
14 Bu Ayrım Günü'nün nasıl bir gün olacağını bilebilir misin?
15 O Gün vay haline hakikati yalanlayanların!
16 Biz, geçmişin o [günahkar]larını yok etmedik mi? 17 İşte sonrakileri de onlarla aynı yola sokacağız:7 18 [çünkü] Biz, günaha batmış olanlarla böyle uğraşırız.
19 O Gün vay haline hakikati yalanlayanların!
20 Sizi basit bir sıvıdan yaratmadık mı, 21 [rahmin içinde] sağlam bir şekilde muhafaza ettiğimiz [bir sıvıdan], 22 önceden belirlenmiş bir süreyle?
23 Biz, [insanın yaratılışını] işte böyle gerçekleştirdik: ne mükemmeldir Bizim [bir şeyi] gerçekleştirme kudretimiz!8
24 O Gün vay haline hakikati yalanlayanların!
25 Biz toprağı toplanma yeri yapmadık mı 26 diriler ve ölüler için?9 27 Onun üzerinde haşmetli, sarsılmaz dağlar meydana getirmedik mi ve size içmeniz için tatlı sular vermedik mi?10
28 O Gün vay haline hakikati yalanlayanların!
29 HAYDİ, yalanlayıp durduğunuz şu [kıyamete] doğru gidin bakalım!
30 Üç katlı gölgeye11 doğru gidin, 31 hiçbir [serinliği] olmayan ve ateşten korumayan (gölgeye), 32 [yanan] kütükler gibi (ateşten) kıvılcımlar saçan, 33 kızgın dev halatlar gibi!12
34 O Gün vay haline hakikati yalanlayanların, 35 hiçbir söz söyle[ye]meyecekleri, 36 ve özür dilemelerine izin verilmeyeceği o Gün.
37 O Gün vay haline hakikati yalanlayanların, 38 [onlara şöyle denilecek, doğru ile eğri arasındaki] o Ayrım Günü: “Sizi eski zamanların o [günahkar]ları ile bir araya getirdik; 39 ve eğer bir bahaneniz [olduğunu sanıyorsanız], haydi (onu kullanıp) Beni atlatmaya çalışın!”
40 O Gün vay haline hakikati yalanlayanların!
41 [AMA,] Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşıyanlar, [serin] gölgeler altında ve pınarlar arasında oturacaklar, 42 ve canlarının istediği her meyve[den tadacaklar]; 43 [ve onlara:] “[Hayatta iken] yaptıklarınızın karşılığı olarak afiyetle yiyip için!”13 denilecek.
44 İyilik yapanları işte böyle ödüllendiririz; 45 [ama] o Gün vay haline hakikati yalanlayanların!
46 [DOYUNCAYA] kadar yiyip için ve biraz sefanızı sürün, siz ey günahkarlar!14 47 [Ama] o Gün, vay haline hakikati yalanlayanların! 48 Ve onlara “[Allah'ın huzurunda] baş eğin!” denildiğinde buna uymazlar: 49 o Gün, vay haline hakikati yalanlayanların!
50 Peki, bundan sonra, başka hangi habere inanacaklar?

DİPNOTLAR

1 Yani, birbiri ardından: Kur’an'ın tedricî olarak, safha safha vahyedilişine işaret. Bir sonraki cümle ise (ayet 2), tersine, ilahî kelâmın bir bütün olarak sahip olduğu gücü ve etkiyi anlatmaktadır. Yemin edatı ve'yi “Düşün” şeklinde çevirmem konusunda bkz. sure 74, 23. notun ilk bölümü.
2 Lafzen, “[bütün] farklılığıyla (farkan)”. Karş. 8:29 ve ilgili not; ayrıca 2:53, not 38.
3 Yani, suçtan arınmayı sağlayan şeyi -başka bir deyişle, doğru davranışın prensiplerini- ve ahlakî olarak yanlış olan ve kaçınılması gereken şeyleri göstererek.
4 Lafzen, “size vaad edilen”, yani yeniden dirilme.
5 Yani, Allah'ın mesajlarını ilettikleri kişi ve topluluklar aleyhine veya onlar lehine şahitlik yapmaları için (karş. 4:41-42, 5:109, 7:6 veya 39:69).
6 Bu, her zaman Kıyamet Günü'ne işaret eden yevmu'l-fasl ifadesinin kronolojik olarak Kur’an'da ilk geçtiği yerdir (karş. 37:21, 44:40, 78:17 ve bu surenin 38. ayeti): yeniden dirildiğinde insanın kendisine ve geçmişteki eylem ve tavırlarının gerisindeki sebep ve saiklere mükemmel, kusursuz bir bakış açısı kazanacağını sık sık tekrarlayan Kur’ânî ifadeye telmîh (karş. 69:1 ve ilgili not 1).
7 Sümme bağlacının -ki burada “İşte” olarak çevrilmiştir- kullanılması, “sonraki” günahkarların (âhirûn), bu dünyada Allah'ın akıl-sır ermez, derinliğine erişilmez hikmeti gereği bir belaya uğramasalar da öteki dünyanın azabına mutlaka uğrayacaklarını ifade eder.
8 İnsanın varoluş sahnesine çıkarılma süreci (23:12-14'de tasvir edilmiştir) açık bir şekilde Allah'ın yaratıcı faaliyetine ve dolayısıyla varlığına işaret etmektedir. Sonuç olarak, insanın bundan dolayı şükretmeyişi, Kur’an'ın “hakikati yalanlamak” olarak tanımladığı bir nankörlük derecesine varmaktadır.
9 Bu, yalnızca toprağın diri ve ölü insanlar ve hayvanlar için bir kalım/yerleşim yeri olduğu gerçeğine işaret etmekle kalmaz, ama aynı zamanda bütün organik hayatta, ilahî bir kanun olarak, doğma, büyüme, yaşlanma ve ölme devr-i dâim şeklindeki hareketine işaret eder -böylece, “ölüden diriyi ve diriden ölüyü meydana getiren” Yaratıcı'nın varlığının bir kanıtı olarak görülür (3:27, 6:95, 10:31 ve 30:19).
10 Bu ayet, önceki ile paralel olarak, Allah'ın cansız varlıkları yaratmasına işaret etmekte ve böylece O'nun, evrenin hem organik hem de inorganik bütün tezahürleriyle Yaratıcı'sı olduğu gerçeğini teyid etmektedir.
11 Yani, ölümün, yeniden dirilmenin ve Allah'ın yargısının (gölgesine); ki üçü de günahkarların kalbine korku salar.
12 Lafzen, “bükülmüş sarı halatlar gibi”, sarı renk, “ateşin rengidir” (Beğavî). Birçok müfessir ve Kur’an'ın şimdiye kadarki bütün çevirmenlerinin cimâlât'ı (hem cimâlet, hem de cimâleh olarak okunmuştur) “develer” şeklinde çevirmeleri, son derece uygunsuz bir karşılık olduğu için kabul edilemez durumdadır; bu bağlamda bkz. 7:40'ın ikinci bölümü ile ilgili not 32 -“halatın iğne deliğinden geçebilmesinden daha kolay giremeyecekler cennete”. Yukarıdaki ayette de çoğul isim cimâleh (veya cimâlât), “bükülmüş halat” veya “dev halatlar”ı gösterir -bu anlam, İbni ‘Abbâs, Mücâhid, Sa‘îd b. Cubeyr ve başkaları tarafından kuvvetle vurgulanmıştır (karş. Taberî, Beğavî, Râzî, İbni Kesîr; ayrıca Buhârî, Kitâbu't-Tefsîr). Ayrıca yıldız kaymalarının hareketini gözlememiz de, “kızgın dev halatlar” şeklindeki çevirimizi haklı çıkarmaktadır. Benzer şekilde, kasr kelimesini tamamen anlamsız olan “kaleler”, “saraylar” vb. şeklindeki klasik karşılıklarının yerine bu bağlamda “[yanan] kütükler” şeklinde çevirmem de yukarıda zikredilen otoritelere dayanmaktadır.
13 Cennet zevklerinin bu sembolizmi için bkz. Ek I.
14 Lafzen, “siz, günaha batmışlardansınız (mücrimûn)”.