3 Ağustos 2007 Cuma

ŞEMS SÜRESİ(MEVDUDİ)

Adı: Surenin birinci ayetindeki "Şems" kelimesi sureye isim olmuştur.

Nüzul zamanı: Üslubtan, bu surenin Mekke döneminin başlangıcında nazil olduğu anlaşılmaktadır. Ancak bu surenin nüzul zamanı, Mekke'de Rasulullah'a muhalefetin şiddetlendiği dönemdedir.

Konu: Sure, iyilik ve kötülük arasındaki farkı anlatmaktadır. İyilik ve kötülük arasındaki farkı anlamamakta ısrar eden insanlar ise kötülüğün sonu ile korkutulmaktadırlar.

Sure konu bakımından ikiye ayrılmıştır. Birinci kısım başlangıçtan 10. ayete kadar devam eder. İkinci kısım da 11. ayetten surenin sonuna kadar sürer. Birinci kısımda üç şey anlatılmıştır: Birincisi, güneş ve ay, gece ve gündüz, yeryüzü ve gökyüzü ve gökyüzünün birbirinden farklı ve birbirine zıt olması gibi iyilik ile kötülük de birbirinden farklıdır. Netice olarak da birbirine zıttır. Bunlar şekil olarak aynı olmadıkları gibi netice itibariyle de aynı olamazlar. İkincisi, Allah (c.c.) insana hisler ve zihnî yetenekler vererek onu bu dünyada tamamen habersiz bırakmamıştır. Fıtrî bir ilham aracılığıyla, şuuraltında bile olsa iyi ile kötü arasındaki farkı anlayabilecek, doğru ve yanlışı, hayır ve şerri birbirinden ayırdedebilecek hissi vermiştir. Üçüncüsü, insanın geleceği Allah'ın ona verdiği irade ve kararı kullanarak iyi ya da kötü eğilimlerden hangisini güçlendirip hangisini bastıracağına bağlıdır.

Eğer iyilik eğilimlerini güçlendirir, takviye ederse ve kötü eğilimlerden de nefsini temizlerse o zaman felah bulacaktır. Bunun tersine eğer nefsinin iyilik eğilimlerini bastırırsa, kötülük eğilimlerini ise serbest bırakır ve güçlendirirse başarısızlığa, hüsrana uğrayacaktır.

İkinci kısımda tarihten bir örnek olarak Semud kavmi verilmiş ve risaletin önemi vurgulanmıştır. Allah (c.c.) her insana ilim ilhamı vermişse de, bu, hidayeti için yeterli olmadığından dünyaya peygamberler gönderilmiştir. İnsan hayır ve şerri yanlış felsefe ve ölçülere göre tayin ederek sapıklığa düştüğü için, Allah (c.c.) onların fıtrî ilhamına destek olmak üzere peygamberler aracılığıyla vahiy göndermiştir. Bunun nedeni, peygamberler insanlara, iyiliğin ve kötülüğün ne olduğunu açıkça göstersinler diyedir. Bunun bir örneği Hz. Salih (a.s)'dir. O, Semud kavmi için gönderilmiştir. Ama Semud kavmi kötülüğe o kadar batmıştı ki Hz. Salih'e karşı koyup O'nu yalanlamışlardı. İspat için Hz. Salih'ten bir mucize istemişlerdi. Onların bu taleplerine karşı Allah (c.c.) bir deveyi mucize olarak göndermişti. Ama buna rağmen onlar kötülüklerinden vazgeçmediler ve içlerinden en kötüleri olan birisi bu deveyi öldürdü. Bunun sonucunda da bütün kavim helak edildi.

Semud kıssası anlatılırken hiçbir yerde Kureyş'e hitap edilmemiştir. Yani bu surede Kureyş'e hitaben, "eğer siz Semud kavmi gibi Nebi'yi yalanlarsanız onların sonuna uğrarsınız" denmemiştir. O dönemde Mekke'deki şartlar tıpkı Hz. Salih ve Semud kavminin içinde bulunduğu kötü şartlar gibiydi. Onun için bu şartlarda Semud kavmini kısaca açıklamak yeterliydi. Çünkü Mekke'deki vaziyet, tıpkı tarihteki Semud kavminin işaret edilen şartlarına uyuyordu.

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1 Güneşe ve onun parıltısına1 andolsun.

2 Onu izlediği zaman aya,

3 Onu (güneş) parıldattığı zaman gündüze,

4 Onu sarıp-örttüğü zaman geceye,2

5 Göğe ve onu bina edene,3

AÇIKLAMA

1. Burada "duha" kelimesi kullanılmıştır. Kelime, aydınlık ve ısıya da delalet etmektedir. Arapça'da bunun genel anlamı, güneşin epeyce yükselmesini ifade eden kuşluk vaktidir. Ama güneş yükseldiği zaman sadece aydınlık değil ısı da verir. Onun için "duha" kelimesi güneş'e nispet edildiği zaman, "aydınlık" ve dolayısıyla gündüzün güneşli olması tam olarak ifade edilmiş olur.

2. Yani, gece geldiğinde güneş örtülmüş olur. Gündüzün aydınlığı gece olunca kararır. Bu durum şöyle açıklanmıştır: Gece güneş'e ortaktır. Çünkü gece olduğu zaman güneş ufuktan aşağı batar. Dolayısıyla unun aydınlığı dünyanın gece olan kısmına ulaşmaz.

3. Yani, tavan gibi onu yeryüzüne astık. Bu ayette ve sonraki iki ayette "ma" kelimesi kullanılmıştır. Yani, "ma bennahâ", "ma tahahâ", "ma sevvaha" şeklinde kullanılmıştır. Müfessirler bu "ma"yı mastar olarak anlamışlardır. Buna göre ayetleri şöyle tefsir etmişlerdir: "Gökyüzünü kaim etmeye yemin olsun", "yeryüzünü beşik yapmaya yemin olsun", "nefsin düzenlenmesine yemin olsun". Bu üç cümleden sonraki ifade olan "nefse takva ve fücuru ilham etti" sözü, yukarıdaki tefsirlere uymamaktadır. Diğer müfessirler "ma"yı, "men" veya "ellezi" manasında anlamışlar ve bu cümlelerin anlamını şöyle vermişlerdir: "gökyüzüne asan", "yeryüzünü döşeyen" ve "nefsi düzenleyen". Bize göre bu ikinci şekil doğrudur. "ma"nın Arapça'da cansız ve aklı olmayan mahluklar için kullanıldığına itiraz edilmez. Kur'an-ı Kerim'in pek çok örneğinde mevcut olduğu gibi, "ma" "men" yerine kullanılmıştır. Mesela "ve la entum abidune ma a'bud" (Kafirun-3), "Fenkihu ma tabe lekum min en-nisa" (Nisa 3), "ve la tenkihu ma nekaha âbâ ukum minen-nisâ" (Nisan-22).

6 Yere ve onu yayıp döşeyene,

7 Nefse ve ona 'bir düzen içinde biçim verene,'4

8 Sonra ona fücurunu (sınır tanımaz günah ve kötülüğünü) ve ondan sakınmayı ilham edene (andolsun).5

AÇIKLAMA

4. Düzenlemekten kasıt, insana doğru ve dik bir cisim verilmesi; el, ayak ve beyin itibariyle insanın uygun bir hayat yaşayabilmesi için bunların hepsinin uyumlu olmasıdır. İnsana görme, duyma, dokunma, tatma ve koklama hisleri verilmiştir. Bunların aracılığıyla en iyi şekilde ilim elde edebilir. Ona akıl, düşünce ve mantık, hayal gücü, hafıza, temyiz gücü, karar verme gücü, irade kuvveti ve diğer pek çok kuvvetler bağışlanmıştır. Bunlar dolayısıyla dünyada iş yapmaya muktedirdir. "Düzenleme" ifadesi, insanların kötü yaratılmadığı, iyi fıtrat üzere yaratıldığına da şamildir. Yapısında hiçbir eğrilik ve eksiklik bırakılmamıştır ki doğru yola gitmesine engel olsun. Aynı konu Rum suresinde şöyle belirtilmiştir: "Sen yüzünü Allah'a birleyici olarak doğruca din'e çevir. Allah'ın fıtrat kanununa ki, insanları ona göre yaratmıştır. Allah'ın yaratması değiştirilemez. İşte doğru din odur. Fakat insanların çoğu bilmezler" (Rum 30). Rasulullah (s.a) da şöyle açıklamıştır: "Her çocuk fıtrat üzere yaratılmıştır. Ancak ana ve babası onu Yahudi, Hristiyan veya Mecusi yapar. Hayvan ana karnından sağlam olarak doğar. Onu, kulağı kesik olarak doğmuş gördün mü?" (Buharî, Müslim). Yani müşrikler cahiliye hurafeleri dolayısıyla sonradan hayvanların kulaklarını keserler. Yoksa Allah (c.c.) hiçbir hayvanı ana karnından, kulağı kesik olarak dünyaya göndermez. Diğer bir hadiste Resulullah şöyle buyurdu: "Rabbim buyuruyor ki, ben bütün insanları hanif (salim fıtrat) olarak dünyaya gönderdim. Sonra şeytanlar gelerek onu din (onun fıtrî dini)'den saptırdılar. Benim helal ettiklerimi onlara haram ettiler. İnsanlara bana ortak koşmalarını söylediler. Oysa o ortaklar hakkında hiçbir delil indirmemiştim." (Müsned-i Ahmed) Müslim'de de bunun benzeri bir rivayet vardır.

5. "İlham", "lehm" kelimesinden türemiştir. "Yutmak" anlamına gelir. "Lahama şey'un ve tehemehû" yani, "filan şahıs o şeyi yuttu" ve "elhemtuhu eş-şey" yani "ona yutturduk". Bu anlam esas alınarak, anlam itibariyle "ilham", ıstılah olarak Allah (c.c.) tarafından insanlara şuur dışında, zihinlerinde yerleştirilmiş manasında kullanılmıştır.

İnsanın nefsine iyi ve kötü'yü ilham etmenin iki anlamı vardır. Birincisi, yaratıcısı ona iyi ve kötü eğilimi yerleştirmiştir ve bu his herkeste mevcuttur. ikincisi, herkeste şuursuz olarak şu tasavvurlar oluşmuştur: Ahlâk bakımından hangi şey iyi, hangi şey kötüdür ve iyi ahlâk ve amel ile kötü ahlâk ve amel birbirine eşit değildir, fücur (kötü ahlâk) çirkin bir şeydir, takva (kötülükten sakınmak) iyi bir şeydir. Bu düşünceler insan için yabancı değildir. İnsanın fıtratı buna aşinadır. Yaratıcısı ona doğuştan iyi ve kötüyü temyiz etme yeteneği vermiştir. Aynı nokta Beled suresinde şöyle ifade edilmiştir: "Biz ona hayır ve şer olmak üzere iki yol gösterdik" (Beled 10). Dehr suresinde ise "Biz ona yolu gösterdik. Ya şükredici veya nankör olur" (Dehr 3) denmiştir. Kıyamet suresinde de şöyle buyurulmuştur: "Kendini kınayan (nedamet çeken) nefse yemin ederim ki..." (Kıyamet 2) ve "Doğrusu insan kendisini kurtarmak gayesiyle delil gösterse bile (kendini kurtaramaz). Çünkü gözü, dili ve ayağı gibi bütün uzuvları kendi aleyhinde şahitlik eder" (Kıyamet 14-15)

Burada şu iyice anlaşılmalıdır ki, Allah (c.c.) fıtrî ilhamı her mahlukatın mahiyetine göre vermiştir. Tâhâ suresinde şöyle ifade edilmiştir. "Rabbimiz, herşeye yaratılışını verip sonra onu doğru yola iletendir, dedi." (Tâhâ 50). Örneğin hayvanların her çeşidine kendi ihtiyacına göre ilim ilhamı verilmiştir. Sözgelimi balık kendi kendine yüzmeye başlar, kuşlar uçar, arılar kendi kendine petek yapar. İnsanlara da çeşitli mahiyetlerine göre ilham yoluyla ilim verilmiştir. İnsanın bir yönü, hayvanî varlığa sahip olmasıdır. Bu açıdan ilham yoluyla ilme en iyi örnek, doğumdan hemen sonra çocuğun annesinden süt emmeye başlamasıdır. Eğer Allah (c.c.) fıtrî olarak ona bu ilmi vermeseydi dünyadaki hiçbir teknik bunu öğretemezdi. İnsanın diğer yönü, kendisine akıl verilmiş olmasıdır. Bu bakımdan insanlar ilham yoluyla verilen ilim işinde peş peşe keşif ve icatlarda bulunarak medeniyeti ileri götürmüşlerdir. İcat ve keşiflerin tarihine bakılırsa görülecektir ki, icat kişinin kafa yormasının sonucu değildir. Her icat, başlangıçta insanın zihninde birdenbire oluşan ilhama dayanarak gerçekleşmiş, sonra da yeni bir icat olmuştur. Bu iki mahiyet dışında kişinin bir de ahlâkî varlığı sözkonusudur. Bu bakımdan Allah (c.c.) ona hayır ve şerrin farkını; hayrın iyi, şerrin ise kötü bir şey olduğunu ilham olarak vermiştir. Bütün insan toplumlarının hayır ve şer tasavvurundan yoksun olmaması evrensel bir gerçektir. Bu nedenle tarihteki her nizamda iyiliğe mükafaat ve kötülüğe ceza tasavvuru vardır. Değişik şekilde de olsa bu vardır. Her devirde ve medeniyetin her seviyesinde bu tasavvurun mevcut olması, bunun insanın fıtratında mevcut olduğunun apaçık ispatıdır. Diğer bir delil de, bu tasavvuru insanın fıtratında Hakim yaratıcısının varetmesidir. Çünkü bu tasavvurun, insanın meydana geldiği maddi unsurlardan ve bu dünyanın maddî nizamını işleten kanunlardan kaynaklandığına dair bir iz yoktur.

9 Onu arındırıp-temizleyen gerçekten felah bulmuştur.

10 Ve onu (isyanla, günahla, bozulmalarla) örtüp-saran da elbette yıkıma uğramıştır.6

11 Semûd 7(halkı) azgınlığı dolayısıyla yalanladı;8

12 En 'zorlu bedbahtları' ayaklandığında,

13 Allah'ın elçisi onlara dedi ki: "Allah'ın (deneme için size gönderdiği) devesine ve onun su içme-sırasına dikkat edin."9

14 Fakat onlar, onu yalanladılar, deveyi de yere yıkıp öldürdüler:10 Rableri de günahları dolayısıyla 'onları yerle bir etti, kırıp geçirdi'; orasını da dümdüz etti.

15 (Allah, asla) Bunun sonucundan korkmaz.

AÇIKLAMA

6. Burada, yukarıdaki ayetlerde zikredilen şey üzerine yemin edilmiştir. Şimdi bu şeylerin nasıl delil olduğunu düşünelim. Kur'ân-ı Kerim'in üslubunda, insanın zihnine yerleştirilmek istenen gerçekler için, görülen şeyleri delil olarak ileri sürmek vardır. İnsan bu şeyleri ya görmekte ya da bu şeyler kendi içinde mevcut bulunmaktadır. Bu üsluba uyularak burada da birbirine zıt iki şey, alamet ve neticelerinin aynı olmadığı, birbirinin tersi olduğu şeklinde ileri sürülmüştür. Bir tarafta güneş çok parlak ve aynı zamanda sıcaktır. Onun karşısında ay'ın kendisi aydınlık değildir. Güneş varken o gökte olmasına rağmen görünmez. Ancak güneş battıktan sonra parlar. O zaman da geceyi gündüze çevirecek kadar aydınlık olmaz. Ayrıca onun parlaklığında, güneşin ısısı ile meydana gelen şeyleri oluşturacak kadar sıcaklık da yoktur. Ama ay'ın kendine has bazı özellikleri de güneşte yoktur. Aynı şekilde bir tarafta gündüz diğer tarafta gece olması birbirinin zıttıdır.

İkisinin tesir ve sonuçları da aynı değildir. hatta en ahmak insan bile gece ve gündüzün aynı olduğunu, aralarında fark bulunmadığını söyleyemez. Diğer taraftan, Allah (c.c.) göğü yükseğe asmış ve yeryüzünü gökyüzü altında yatak gibi döşemiştir. İkisi de kainata ve nizamına hizmet etmektedirler. Ama ikisinin tesir ve neticeleri gök ile yer kadar farklıdır. Bu deliller ileri sürüldükten sonra insanın nefsine işaret edilerek şöyle buyurulmuştur. İnsanın parçalarını, hislerini, zihnî kuvvetlerini tam bir uygunluk içinde düzenleyerek; yaratıcısı onun içine, birbirine zıt olan iyilik ve kötülüğü iki eğilim olarak yerleştirmiştir. Aynı zamanda ilham yoluyla ikisi arasındaki fark da anlatılmıştır. Buna göre birisi fücurdur ve kötü bir şeydir, öbürü ise takvadır ve iyi bir şeydir. Şimdiye dek güneş ve ay, gece ve gündüz, gök ve yeryüzü nasıl aynı şey olmadıysa, onların tesir ve neticeleri nasıl birbirinden farklı ise, fücur ve takva da birbirine zıttır. Buna rağmen ikisinin sonucu nasıl aynı olabilir? İnsan bu dünyada iyilik ve kötülüğü bir tutmaz. Hayır ve şer, iyi ve kötünün ölçüsü ne olursa olsun onun iyi kabul ettiği şey değerlidir, onu övmelidir. Karşılığında ayrıca mükafaat da vermelidir. Bunun tersine onlara göre kötü olan şey de kötülenmelidir ve onu işleyene ceza verilmelidir. Ama asıl karar insanın elinde değildir. Bu, insana fücur ve takvayı ilham eden yaratıcıya aittir. Aslında fücur, yaratıcı indinde fücurdur. Takva da O'nun kabul ettiği takvadır. Allah'ın indinde bu iki şeyin neticesi de ayrıdır. Birisi kendini tezkiye edenlerin kurtuluşa ve başarıya erişeceği sonuçtur. Diğeri ise, kendini nefsanî isteklere bağlayanların sonucudur. Onlar başırısızlığa ve hüsrana uğrayacaklardır.

"Tezkiye"nin manası temizlemek, yetişmektir. Siyak ve sibaktan da anlaşılıyor ki, kim nefsini fücurdan temizler, takvaya yükselir ve içinde iyilik geliştirirse o kişi kurtuluşa ulaşır. Bunun karşısında "dessâhâ" kelimesi kullanılmıştır. Bu kelimenin mastarı "tedessiye"dir. Manası bastırmak, örtmek, kaçırmak ve saptırmaktır. Siyak ve sibakına göre anlamı şöyle olur: Nefsinin iyilik eğilimlerini bastıran ve nefsini kötülük eğilimlerine çeken kişi. Fücura o kadar destek verir ki, takvayı bastırır ve tıpkı toprağın ölüyü saklaması gibi takvayı saklar. Bu kişi hüsrana uğrayacaktır. Bazı müfessirler bu ayetin manasını şöyle vermişlerdir, "Hüsrana düşmüş o kişi ki, Allah (c.c.) onun nefsini bastırmıştır." Ancak bu tefsir dil bakımından yanlıştır. Çünkü Kur'an'ın beyan şekline aykırıdır. Burada failin Allah (c.c.) olduğu söylenmek istenseydi o zaman ayet şöyle olurdu: "Kurtulmuş o kimse ki Allah (c.c.) onun nefsini bastırmış". İkincisi, bu tefsir aynı konuyla ilgili olarak Kur'an'ın diğer yerlerinde geçen ifadeye terstir.

A'lâ suresinde Allah (c.c.) şöyle buyurmuştur: "Kendini tezkiye eden mutluluğa ermiştir." (A'lâ 14) Allah (c.c.) Abese suresinde Rasululüllah'ı muhatab alarak şöyle buyurmuştur: "Onun tezkiye olmamasından sana ne?" (Abese7). Bu iki ayette kendini temizlemek kulun fiili olarak zikredilmiştir. Ayrıca Kur'ân-ı Kerim'de yer yer bu dünyanın insan tipi için imtihan yeri olduğu belirtilmiştir. Mesela Dehr suresinde, "Doğrusu biz insanı, halden hale geçirdiğimiz karışık bir nutfeden yarattık. İmtihan için onu işitici, görücü yaptık" (Dehr 2) denmiştir. Mülk suresinde de şöyle buyurulmuştur: "O, hanginizin daha güzel iş yapacağınızı denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O üstündür, bağışlayandır" (Mülk 2). Buradan anlaşılıyor ki, eğer imtihan eden imtihan edilenleri önceden temizlemişse imtihanın bir anlamı yoktur. Onun için sahih tefsir, Katade, İkrime ve Said b. Cübeyr'den rivayet edilen tefsirdir. Buna göre "zekkâha" ve "dessâha"nın faili Allah (c.c.) değil, kuldur. İbn Abbas'tan Dahhak, ondan Cüveybir b. Said, ondan İbn Ebî Hatim'in rivayet ettiğine göre Rasulullah (s.a) bu ayetin anlamını şöyle açıklamıştır: "Kurtuluşa ulaşmış o nefs ki Allah (c.c.) onu temizlemiş". Bu Hadis Rasulullah'tan sabit değildir. Çünkü Hadis'in senedindeki Cüveybir, metruk-u hadis'tir. Dahhak ise İbn Abbas'ı görmemiştir. Fakat İmam Ahmed, Müslim, Neseî ve İbn Ebi Şeybe'nin Hz. Zeyd b. Erkam'dan rivayet ettiği hadis sahihtir. Rasulullah bu hadiste şöyle dua etmiştir: "Allah'ım nefsime takva bağışla ve onu temizle. Sen temizleyenlerin en iyisisin, velimsin, mevlamsın." Benzeri kelimelerle İmam Ahmed, Taberânî, İbn Merduye ve İbn Münzir; Abdullah b. Abbas ve Hz. Aişe'den rivayet etmişlerdir. Anlamı şudur: Kul tezkiye için istekte bulunabilir. Onu nasip ve tevfik etmek her hâlükârda Allah'a bağlıdır. Aynı şey "tedessiye" için de geçerlidir. Allah (c.c.) kimsenin nefsini zorla kötülüğe sevketmez. Ama bir insan kötülükte ısrar ederse Allah (c.c.) onu takva ve tezkiyeden mahrum eder. Onun nefsini bırakır ki pisliğe batarsa batsın.

7. Yukarıdaki ayetlerde "kaide" izah edilmiştir. Şimdi tarihten örnek verilerek konu açıklanmıştır. Önceki açıklamalarla bu tarihi örnek arasında nasıl bir bağ olduğunu anlamak için, Kur'an'ın diğer izahlarının ışığında, 7. ayet ile 10. ayet arasında beyan edilen iki temel gerçek üzerinde düşünülmelidir.

Birincisi, "insanın nefsini düzenleyip doğru fıtrat üzere yarattık." Allah (c.c.) ona fücur ve takvayı ilham etmiştir. Kur'an bu gerçeği beyan ederek demektedir ki: Fücur ve takvanın ilham ile bilinmesi, herkesin kendisine ayrıntısı ile bir yol bulması için yeterli değildir. Bu maksat için Allah (c.c.) Peygamberlere vahy ile ayrıntılı hidayet vererek, fücurun ne olduğu ve ondan nasıl sakınılacağını, takvanın da ne olduğu ve nasıl elde edileceğini açıkça bildirmiştir.

Eğer insan vahiy aracılığıyla gönderilen bu açık hidayeti kabul etmezse o zaman fücurdan kurtulamaz ve takvaya yol da bulamaz.

İkincisi bu ayetlerde de görüldüğü gibi ceza ve mükafaat, fücur ve takva yolunu istemenin muhakkak bir sonucudur. Nefsi fücurdan temizleyerek takva yolunda ilerlemenin doğal sonucu kurtuluştur. İyi eğilimleri bastırarak kendini fücur içinde bırakmanın doğal sonucu da hüsran ve helâktır.

Bu konuyu anlatmak için tarihten Semud kavmi bir örnek olarak verilmiştir. Çünkü önceki azaba uğrayan kavimlerden yerleşim yeri Mekkelilere en yakın olan kavim bunlardı. Hicaz'ın kuzeyinde onların tarihi kalıntıları mevcuttu. Mekkeliler ticaret için Şam'a gittiklerinde buradan geçerlerdi. Cahiliyet şiirlerinde Semud kavminden çokça bahsedilmesinden anlaşılıyor ki, Araplar bu kavim ve onun akıbeti hakkında çok bilgiye sahiptiler.

8. Yani, hidayetleri için gönderilen Hz. Salih'in nübüvvetini yalanlamışlardı. Onların Hz. Salih'i yalanlamaları ve O'na isyan etmelerinin sebebi, izledikleri fücur ve fıskı terketmeye hazır olmamalarıydı. Takvayı da kabul etmek istemiyorlardı. (Bkz. A'raf 73-76, Hud 61-62, Şuara 141-153, Neml 45-49, Kamer 23-25).

9. Kur'an'ın diğer yerlerinde bunun tafsilatı şöyle beyan edilmiştir: Semud kavmi Hz. Salih'e, "eğer doğruysan bir mucize göster" demişlerdi. Bunun üzerine Hz. Salih mucize olarak bir dişi deve getirmişti. Bu devenin, yeryüzünde ne isterse yiyeceğini, suların, bir gün onların hayvanlarına bir gün de bu deveye ait olacağını söylemişti. Eğer bu deveye dokunurlarsa kendilerine şiddetli bir azabın dokunacağını bildirmişti. Bunun üzerine onlar korkudan bir müddet deveye dokunmamışlardı. Ancak daha sonra Semud kavmi, asi ve kötü reislerini deveyi öldürmek için teşvik ettiler ve o da deveyi öldürdü. (A'raf 73, Şuara 154-156, Kamer 29).

10. A'raf suresinde bildirildiğine göre, Semud halkı deveyi öldürdükten sonra Hz. Salih'e, "bizi korkuttuğun azabı getir" dediler (A'raf 77). Hud suresinde şöyle denir: Hz. Salih onlara, "üç gün evlerinizde rahatça yaşayın, sonra azab gelecek. Bu öyle bir uyarıdır ki yalan çıkmayacak" dedi (Hud 65). Yani Allah'ın, dünyadaki padişahlar ve hükümdarlar gibi, harekete geçmeden önce sonucunun ne olacağını düşünmeye ihtiyacı yoktur. O'nun iktidarı herşeyin üstündedir. Allah, Semud kavminin taraftarlarının intikam alabileceğini düşünmekten de münezzehtir.

ŞEMS SÜRESİ(Seyyid KUTUB)

1- Güneşe ve onun ışığına,

2- Ardından gelmekte olan Ay'â,

3- Onu ortaya koyan gündüze,

4- Onu bürüyen geceye,

5- Göğe ve onu yapana,

6- Yere ve onu yayana.

Yüce Allah, bu varlıkların ve kainat tablolarının üstüne yemin ettiği gibi, ruhun üstüne, ona yetenekler verilmesinin ve iyilik ile kötülüğün ilham edilmesinin üstüne, yemin ediyor. Bu yemin ayette sıralanan yaratıklara büyük bir değer kazandırmaktadır. Ayrıca bu yeminden yararlansınlar ve "bu yaratıklar ne gibi değerler ve ne gibi anlamlara sahip ki yüce Allah'ın kendi üzerlerine yemin etmesine uygun olmuşlar" diye düşünmeleri için insanların dikkatini bunların üstüne çeviriyor.

Kainat sahneleri ve onun dış görüntüleri ile insan kalbi arasında kelimenin tam anlamı ile gizli bir dil vardır. insan kalbi bu dil ile fıtratın özünde ve duyguların derinliğinde tanışmıştır. Kainat tabloları ile insan ruhu arasında, karşılıklı etkileşim ve hiçbir ses ve hiçbir çığlık çıkmadan karşılıklı bir konuşma ve dertleşme vardır. Evet, kainat tabloları insan kalbi ile konuşurken, ruha ilham verirken, canlılığını yitirmemiş insan denen varlığa uygun bir hayat sunarken, hiçbir çığlık ve ses duyulmaz. insan o tablolarla yüzyüze gelirken, onlara yönelirken ve karışlıklı dostluğu, konuşmayı, etkileşimi ve ilhamı yazarken hiçbir çığlık ve ses duyulmaz.

Bunun için Kur'an-ı Kerim, insan kalbini çeşitli yerlerde, çeşitli üsluplarla kainat tablolarına yöneltir. Bazen doğrudan doğruya yapar bunu bazen de, şu yaratıkların ve tabloların üstüne yemin edilmesinde olduğu gibi, dolaylı dokunuşlarla ve bunların arkalarından gelen gerçekleri bir çerçeveye koyarak, yapar. Bizler özellikle bu cüzde, bu tarz yönlendirme ve dokunuşları çok fazla gördük. insan kalbini duygu ve ilham istesin ve -karşılıklı olarak anlaştıkları dil ile- fısıldamış olduğu işaretleri, çevreye yaydığı konuşmaları kainattan alsın diye, kainata varıp konuşması için uyarmayan, bir tek sure yoktur.

Burada Güneşin ve aydınlığının üstüne insana ilhamlar veren bir yeminle and içildiğini görmekteyiz... Evet genel olarak Güneşin ve özel olarak da onun ufuktan yükselip de kuşluk vaktine girdiği zamanı üstüne yemin edildiğini görmekteyiz. Çünkü Güneşin en hoş ve en tatlı olduğu zaman kuşluk zamanıdır. Bu, kışın insanı ısıtan canlandıran ve harekete geçiren; yazın da sevimli bir ılıklığın yayıldığı, öğle sıcağının insanı bunaltmasından önceki parlak bir aydınlığın çevreyi kuşattığı andır. O halde Güneş, kuşluk zamanı en sevimli ve en berrak anındadır. Bazıları ayet metninde yer alan (Duha) sözcüğünün bütün bir günün tamamı anlamına geldiğini söylemişler ise de, biz bu sözcüğün akla ilk gelen anlamı olan "Kuşluk zamanı" anlamında olduğunu kabul ediyor ve bu uzak anlama yönelmeyi gerekli görmüyoruz. Çünkü gördüğümüz gibi, "Kuşluk zamanın''nın insan hayatında özel anlamları vardır.

Ve biz yine burada Güneşi izleyen Ay'ın üstüne de yemin edildiğini görmekteyiz. Güneşin ardından hoş, şeffaf, parlak ve berrak ışığı ile doğan ayın üstüne yemin edildiğini görmekteyiz. Kuşkusuz insan kalbi ile, parlayan mehtap arasında eskiden beri süregelen bir dostluk ve bir sevgi bağı vardır. insanın iç alemine ve ruhunun derinliklerine işleyen vicdanın her noktasını kaplayan bir sevgidir bu. insanlar hemen iletişim kurar, yakınlaşır ve insan kalbi bu sevgi ile hangi durumda buluşursa buluşsun derhal silkinir ve kendine gelir. Mehtabın insan kalbine yönelik fısıltıları ve ilhamları vardır. Mehtap yaratıcıyı tesbih eder, her türlü eksikliklerden uzak olduğunu fısıldar durur. Ayın aydınlığında duygu yeteneğini yitirmemiş gönüller, nerede ise bu fısıltıları ve ilhamları duyar gibi olurlar. insan kalbi zaman zaman, mehtaplı bir gecede her yeri kuşatan nur ve aydınlık okyanusunda yüzdüğünü, kirlerinden arındığını, hisseder. Mehtaplı bu gecede susamışlığını tamamen giderir. Bu sevimli ışıkla kucaklaşır da o nurun içinde yüce Allah'ın varlığı ile sükunet bulup huzura kavuşur.

Sonra güneşi açığa çıkaran gündüzün üstüne yemin edilmektedir. Ki bu da ayetin metninde geçen (Duha)'nın bütün gün demek olmadığına, aksine günün özel bir zamanı olduğuna işaret etmektedir. Ayet metninde yer alan "Onu ortaya çıkaran" ifadesinde "O" zamiri daha önce geçen güneş sözcüğünün yerine kullanılmıştır. İlk akla gelen böyle olmasıdır. Ne var ki Kur'an'ın iması bu zamirin "yeryüzü" sözcüğü yerine kullanılmış olduğunu göstermektedir. Buna göre ayetin anlamı, "Yeryüzünü ortaya çıkaran gündüze yemin ederim" demek olur. Kur'an üslubunun tıpkı bunun gibi ifadelerin akışı içinde gizli, dolaylı çağrışımları vardır. Çünkü bu çağrışımlar insan hissi tarafından tanınmaktadır. Dolayısı ile Kur'an ifadesi bu çağrışımları gizlice hissettirir. Gündüz yeryüzünü açığa çıkarır ve gözler önüne serer. Gündüzün insan hayatında bilindiği gibi birçok etkileri vardır. Fakat insanoğlu hergün tekrar tekrar gelen gündüzün güzelliğini ve etkilerini unutabilir. İşte bu gibi hallerde gelen böylesi kısacık dokunuşlar insanı uyandırır ve bu büyük olayı düşünmeye teşvik eder. "Onu örtüp bürüyen geceye" ifadesi de böyledir. Buradaki "bürüyüş" yukardaki "açığa çıkarış"ın karşıtı ve tersidir. Gece herşeyi bağrına basar ve bürüyüp gizler. Bu tablonun da insan ruhuna etkisi ve aynen gündüz gibi insan hayatında izleri vardır.

Sonra da yüce Allah, gökyüzünün ve onun kuruluşunun üstüne yemin etmekte ve "Göğe ve onu yapana yemin ederim." buyurmaktadır. Ayet metninde geçen "Ma" sözcüğü, başına geldiği fiil burada olduğu gibi mastar isme dönüştüren edatlardandır. Gökyüzü denince insanın aklına ilk gelen şey, nereye dönersek dönelim, içine yıldızların ve kendi yörüngelerinde yol alan yığın yığın serpiştirilmiş olduğu kubbe gibi tepemizde görmüş olduğumuz enginliktir. Gökyüzünün gerçek yüzünü ise kavramaktan aciziz. Bizim tepemizde birbirini tutmuş olarak gördüğümüz nesne, sistemi bozulmayan ve değişmeyen bir yapıya sahiptir. Bundan dolayı gökyüzü değişmezliği ve birbirini tutmuş olması ile "kurulma ve yapılma" özelliğini elde eder. Ancak gökyüzü nasıl kurulmuştur, başını ve sonunu bilmediğimiz uzayda yüzercesine yol alırken, kendisini oluşturan parçalar dağılmasınlar diye onları tutan nedir? İşte bizler bütün bunları bilmiyoruz. Bu konuda söylenenler, değişme ve çürütülme olasılığı olan sadece birer varsayımdan ibarettir. Bu görüşlerin ne değişmezliği ve ne de söylenmiş son söz almaları sözkonusudur. Ancak herşeyin arkasından kesin olarak bildiğimiz bir şey varsa o da; bu akıllara durgunluk veren yapıyı yüce Allah'ın kudret elinin tutuyor olmasıdır. "Gökleri ve yeryuvarlağını dengede tutarak yörüngelerinden çıkmalarını önleyen sadece Allah'tır. Eğer onlar yörüngelerinden çıkacak olsalar onları O'ndan başka hiç kimse dengeye getiremez." (Fatır 41) İşte bilgi adına kesin olarak bildiğimiz biricik gerçek budur.

Yine yüce Allah yeryüzüne ve onun yayılmasına yemin etmektedir. Ayet metninde geçen (Tahv) sözcüğü, tıpkı (dahv) gibi, yaymak, döşemek, hayata elverişli hale getirmek demektir. Bu başlı başına bir gerçektir ki, gerek insan cinsinin ve gerekse canlı olan öteki yaratıkların hayatları bu gerçeğe dayanır. Yeryüzünde yüce Allah'ın kudret elinin yoktan var ettiği bu özellik ve uygunluklar, evet O'nun planlaması ve idaresi uyarınca yeryüzünü yaşamaya elverişli yapan. iste bu özellikler ve bu uygunluklardır. Anlayabildiğimiz kadarı ile, bu özelliklerden birisi aksasa veya bozulsa, ne yeryüzü yaşanabilir olma özelliğini koruyabilir ve ne de burada yaşama, bu biçimi ile sürerdi. Yeryüzünün yayılması bir başka ayette şöyle ifade olunur: "Ardından yeri düzenlemiştir. Soyunu ondan çıkarmış ve otlak yer meydana getirmiştir." (Naziat 30) İşte yeryüzünün döşenmesi bu özelliklerin ve uygunluğun en büyüğüdür. Ve bu işi üstlenen ise sadece yüce Allah'ın kudret elidir. Burada yeryüzünün döşenmesi bu özelliklerin ve uygunluğun en büyüğüdür. Ve bu işi üstlenen ise sadece yüce Allah'ın kudret elidir. Burada yeryüzünün döşenmesinden söz ediliyorsa, bununla ancak ve ancak bu döşemenin gerisindeki kudret elinden söz ediliyor demektir. Ve insan kalbi ibret alması ve öğüt elde etmesi için böylesi bir dokunuşla ele alınıyor ve ona dokunuluyor.

Şimdi bu yeminin devamında evrene, evrenin tablolarına ve dış görüntülerine bağlı olarak insan yaratılışına ait en büyük gerçek geliyor. Bu gerçek, birbirine bağlı ve birbiri ile uyumlu olan şu varlık alemindeki en büyük mucizelerden birisidir.



7- Kişiye ve onu şekillendirene,

8- Sonra da ona iyilik ve kötülük kabiliyeti verene andolsun ki,

9- Kendini arıtan saadete ermiştir.

10- Kendini fenalıklara gömen kimse de ziyana uğramıştır.

Bu dört ayet, buna ek olarak daha önce geçen Beled suresinin "Biz ona eğri ve doğru iki yol gösterdik" (Beled 10) ayeti ve insan suresinin, "Ve gerçekten biz ona yolunu gösterdik. O ya şükredicidir ya inkar edicidir." (İnsan 3) ayeti, islamın, insan psikolojisinin temelini oluşturur. Bu ayet insanın karekterinin ve mizacının çift yönlülüğünü ifade eden ayetlerin hem tamamlayıcısı ve hem de o ayetlerle ilgisi olan bir ayettir. Söz gelimi bu ayetlerden birisi Sad suresinin "Rabbin meleklere demişti ki: Ben çamurdan bir insan yaratacağım. Onu biçimlendirip ona ruhumdan üflediğim zaman, derhal secde edin. Meleklerin hepsi birden secde ettiler." (Sad 71-73) Öte yandan bu ayet kişisel sorumluluğu ifade eden ayetlerle de ilişkilidir ve onlara da tamamlamaktadır. Nitekim yüce Allah, Müddessir suresinde "Her nefis kazandığı ile tutukludur." (Müddesir 38) buyurur. Ayraca bu ayet yüce Allah'ın insana yönelik olarak yaptıklarını, o insanın davranışlarına göre ayarladığını ifade eden ayetlerin de tamamlayıcısı gibidir ve onlarla ilgisi vardır. Nitekim yüce Allah, Ra'd suresinde şöyle buyurur: "Herhangi bir toplum tutumunu değiştirmedikçe Allah onun konumunu değiştirmez." (Rad 11)

Bu ve benzeri ayetlerden İslam'ın insana bakışı bütün çizgileri ile ortaya çıkıyor. Buna göre insan denen şu yaratık, çift yönlü bir mizaçta, çift yönlü yetenekte ve çift yönlü eğilimde yaratılmıştır. Biz "çift yönlü" deyimi ile insanın yaratılış gerçeğini ifade etmek istiyoruz. Şöyle ki insan ilahi soluk ile bir çamur parçasından yaratılmıştır. Bu gerçek bize insan yapısının çift yönlülüğünü yani hem iyiliğe hem kötülüğe, hem doğruluğa hem de sapıklığa meyyal olduğunu göstermektedir. insan neyin iyilik ve neyin kötülük olduğunu ayırabilir. Nitekim yine insan kendini iyiliğe de kötülüğe de aynı oranda yöneltebilir. Bu güç, onun benliğinin özünde gizlidir. Kur'an-ı Kerim bu gücü, zaman zaman "ilham" sözcüğü ile ifade eder. "Kişiye ve onu şekillendirene, sonra da ona iyilik ve kötülük kabiliyeti verene andolsun." Bazen de bu gücü Kur'an "hidayet" doğru yolu bulma, sözcüğü ile ifade eder. "Biz ona eğri ve doğru iki yol gösterdik." (Beled 10) Kısacası bu güç insanın özünde "yetenek" şeklinde gizlidir. Kutsal mesajlar, yönlendirmeler ve dış etkenler bu yetenekleri uyarmaktan, bilemekten öteye gidemez. Bunlar ancak ve ancak bu yetenekleri şu veya bu yöne yönlendirme fonksiyonunu üstlenebilirler. Ancak hiçbir zaman bu yetenekleri yoktan var edemezler. Çünkü onlar, doğuştan yaratılmışlardır. insanın tineti şeklinde içine yer etmiştir. Ve ona gizlice ilham edilmiştir.

Bir de insanın benliğinde gizli olan ve doğuştan gelme yeteneklerinin yanında sağ duyu vardır ki, bu güç insanın benliğinde onu yönlendirir. İşte insan bu güce göre sorumluluk taşır. Kim bunu kendini arıtıp temizlemede, kendisindeki yeteneklerini geliştirmede kullanırsa, o kişi kurtuluşa ermiştir. Kim de bunu karartır, köreltir ve cılızlaştırırsa, ziyana uğramıştır. "Kendini arıtan saadete ermiştir, kendini fenalıklara gömen kimse de ziyana uğramıştır."

Öyleyse insana, seçmeyi ve yönlendirmeyi sağlayan sağ duyunun bahşedilmesinin bir sonucu olarak sorumluluk yüklenecektir. "Yönlendirmeyi sağlayan" dedik, bununla insanın doğuştan gelen ve hem iyilik alanında hem de kötülük alanında aynı derecede gelişmeye uygun olan yeteneklerin yönlendirmesini sağlayan güçtür demek istiyoruz. O halde bu öyle bir güçtür ki karşılığında sorumluluk vardır, karşılığında yükümlülükler vardır ve karşılığında özveri vardır.

Yüce Allah insanlara acıdığı için, onları ne fıtratlarına kazınmış yeteneklerine ve ne de hareketlerine hakim olan sağduyu gücüne bırakmıştır, aksine insanoğluna, ince ve değişmez ölçüler veren, imanın ilhamlarını gerek ruhunda gerek vücudunda ve gerekse kendini saran çevresinde bulunan "doğru yol"un delillerini gözlerinin önüne seren, azgın arzuların kışkırtıcılığını önünden kaldırıp Hakk'ı gerçek biçimi ile görmesini sağlayan "Kutsal mesajlarla" ile onu desteklemiştir. Böylece insanoğlunun önünde yol hiçbir kuşku ve karanlığa yer kalmadan apaçık olarak belirir. Ve İşte o zaman sağduyu kendi seçtiği ve üzerinde yürüdüğü yönün gerçek niteliğini bilerek ve kavrayarak hareket eder.

İşte bunların tümü yüce Allah'ın insanoğlu için istedikleridir. Bunların çerçevesinde gerçekleşen şeylerin tümü yüce Allah'ın dilemesi ve genel planlaması uyarınca gerçekleşmiş demektir.

Olabildiğince kısa olarak ifade edilen bu değerlendirmeden eğitim alanında yönlendirmeye dair değerli birçok gerçekler çıkar. Bu gerçeklerden birincisi insan denen şu varlığın değerinin yükseltilmesidir. Çünkü insan yöneldiği yönün sorumluluğunu yüklenmeye uygun duruma getirilmiştir. Ve kendisine seçme ve tercih etme özgürlüğü verilmiştir. (Bu özgürlük insana, tercihinde vé seçiminde sözkonusu özgürlüğün verilmesini dileyen kutsal dileme çerçevesinde verilmiştir.) Şu halde, özgürlük ve sorumluluk insan denen şu yaratığa şerefli bir yer sağlar. Ve bu iki özellik, şu varlık aleminde yüce Allah'ın ruhundan üflediği ve kudret eli ile biçimlendirdiği, dünyada birçok yaratıktan daha üstün kıldığı şu insana uygun yüce bir mertebe sağlar.

Bu gerçeklerden ikincisi, insan denen şu yaratığa gelecek sorumluluğun yüklenmesi ve daha önce değindiğimiz gibi kutsal dileme çerçevesinde kendi işinin kendi eline verilmesidir. Bunun sonucu olarak insanın duygularında uyanma sağlanır. Çekinme ve takva duygusu meydana gelir. Ve insanoğlu bilir ki, yüce Allah'ın kendisi hakkındaki kaderi (planlaması) bizzat kendisinin davranışlarına göre gerçekleşir. "Herhangi bir toplum, tutumunu değiştirmedikçe, Allah onun konumunu değiştirmez." (Rad 11) Bu ağır bir sorumluluktur. Bunu yüklenen kişi dikkatsizlik edemez ve dalgınlığa düşemez.

Sözkonusu gerçeklerden üçüncüsü, insana değişmeyen kutsal ölçülere sürekli olarak başvurma ihtiyacını hissettirmesidir. Bundan hedefi ise, insanın arzularının kendisini yanılıp saptırmadığının, ve ihtiraslarının kendisini felakete sürüklemediğinin ve arzularını tanrılaştıranlara yüce Allah'ın belirlediği akıbete kendisinin layık olmadığının kesin inancı içinde olmasıdır. Ve insanoğlu böylelikle yüce Allah'a yakın olur. Onun doğru yolu göstermesi ile doğruyu bulur. Yolun karanlıklarından O'nun verdiği ışık ile aydınlanır.

Şu halde, insanoğlunun nefsin temizlenmesi ve arındırılması çabasında ulaşabileceği yüksekliğin sonu yoktur. Evet insan yüce Allah'ın coşkun nurunda yıkanırken ve çevresinde fışkıran varlık kaynaklarının selinde temizlenip arınırken ulaşabileceği yüksekliğin sonu yoktur.

Bütün bunlardan sonra yüce Allah, nefsini saptıran doğru yolu bulmasına engel olan ve onu kirleten kimsenin başına gelecek zarara ve kötü akıbete örnek sergiliyor. Bu örnek Semud kavminin başına gelen ilahi gazap (kızgınlık) ceza ve helak ta canlanmaktadır.



11- Semud kavmi azgınlığı yüzünden Hakkı yalanladı.

12- İçinden azgını ileri atılınca

13- Allah'ın elçisi onlara: ' Allah'ın devesine ve onun su içme hakkına dokunmayın" dedi.

14- Onu yalanladılar, deveyi kestiler. Rabbleri de, günahları yüzünden azabı başlarına geçirdi, orayı dümdüz etti.

15- Allah bu işin sonundan korkmaz.

Semud kavminin ve Peygamberleri Salih (a.s.)'ın hikayesi Kur'an'da bir çok yerde geçer. Biz de tefsirimizde bu kavimden söz edildiği her yerde bu konuya değindik. Bu yerlerin en yakını bu cüzde, yer alan Fecr suresidir. Hikayenin ayrıntılarını öğrenmek isteyen oraya başvurabilir.

Burada ise, yüce Allah, Semud kavminin azgınlığı yüzünden peygamberlerini yalanladıklarını ve yalanlamanın nedeninin sadece azgınlık olduğunu belirtiyor. Bu azgınlık ise onların en sapıklarının ileri atılması şeklinde somutlaştırılmaktadır. Çünkü yüce Allah'ın devesini kesen, o ileri atılandır. Tüm Semud kavmi içinde işlemiş olduğu suç yüzünden en azılı ve uğursuz olanı da o idi. Oysa yüce Allah'ın Peygamberi, bu hareketi yapmadan önce onları uyarmış ve onlara: "Sakın Allah'ın devesine el sürmeyiniz. Sakın bir gün size bir gün deveye ayırmış olduğu suyun bölüşüm düzenini çiğnemeyiniz:' demişti. Çünkü onlar Peygamberden bir mucize isteyince kendilerine bunu şart koşmuş ve bu dişi deveyi bir mucize olarak vermişti. Kuşkusuz bu devenin özel bir durumu vardı. Ancak biz bunun ayrıntılarına girmeyeceğiz. Çünkü yüce Allah bu konuda bize daha fazla bilgi vermemektedir. İşte bunun üzerine onlar Peygamberlerini yalanlamışlar ve deveyi kesmişlerdi. Deveyi kesen ise İşte en azgınları idi. Ancak ne var ki hepsi sorumlu tutuldular ve dişi deveyi tümü birden kesmiş kabul edildiler. Aslında onlar o azgının elini tutup da deveyi ortaklaşa kesmemişlerdi fakat onun yapmasına göz yummuşlardı. Bù, dünya hayatında, sosyal sorumluluğu ortaklaşa yüklenme konusundaki islamın temel prensiplerinden birisidir. Ancak bu prensip ahirette verilecek cezalarda kişisel sorumluluk ilkesi ile çelişmez. Çünkü hiçbir kimse başkasının günahını yüklenmez. Üstelik, karşılıklı olarak nasihat etmeyi, dayanışmayı ve iyiliğe teşvik etmeyi ihmal etmek, azgınlık ve kötülük edenlere engel olmamak da günahtır.

Ve İşte o anda kudret eli harekete geçiyor ve büyük bir darbe ile kıskıvrak yakalıyor. "Rabbleri de günahları yüzünden azabı başlarına geçirdi. Orayı dümdüz etti."

Ayet metninde geçen "demdeme" gazap ve arkasından gelenlerin ibret alacağı biçimde cezalandırmak ve kıskıvrak yakalamak demektir. Kelimenin söylenişi bile, gerisinde nelerin olduğunu çağrıştırmakta ve ses tonu ile anlamını canlandırmakta nerede ise korkunç ve dehşetli bir tablo çizmektedir. Yüce Allah onların yaşadıkları yerleri dümdüz etmiş altını üstüne getirmişti. Bu, sert ve şiddetli felaketin canlandığı bir tablodur.

Yüce Allah, "Bu işin sonundan korkmaz." Kimden korksun? Niçin korksun? Niye korksun? Ayetin bu ifadesi ile, sonuç olarak kendisinden çıkan anlam kastedilmektedir. Yaptığının sonucundan korkmayan kişi eğer kıskıvrak yakalayacak olursa, adamakıllı sımsıkı yakalar. Nitekim Allah'ın sımsıkı yakalaması böyle olmuştur. Rabbinin kıskıvrak yakalaması şiddetlidir. Bu etki, ilhamı ve çağrışımı gönüllere işlemesi hedeflenen bir etkidir.

Böylece insan nefsinin gerçekleri bu büyük varlık aleminin gerçekleri ve değişmez tabloları ile birbirine bağlanıyor. Ayrıca bunların ikisi de, yüce Allah'ın yalanlayanlàrı ve azgınları yakalamak ve helak edişteki kanununa bağlanıyor. Bu helak ediş, herşeye bir süre belirleyen, her olaya bir oluş zamanına, her işi bir hedefe bağlayan hikmet sahibinin takdiri dahilinde oluyor. O hem ruhların , hem kainatın ve hem de kaderin Rabbidir.

ŞEMS SÜRESİ(Muhammed GAZALİ)

"Güneşe ve O'nun aydınlığına andolsun. O'nu takip ettiği zaman Ay'a andol-sun." (Şems: 1-2)

Göğün tam ortasında Güneş'e baktığımda O'nun sanki azıcık karış karış arttı­ğını görüyorum. Ardından bilimadamlarımn, "Güneş dünyamızdan birbuçuk milyon defa büyüktür." sözlerini hatırlıyorum, bizden yüz elli milyon kilo­metre uzaktaki bir mesafe! Sadece altı milyar beşerî üzerinde taşıyan dünyamızla do­kuz gezegene tâbi olan yıldızlar! Bu güneş ve diğer güneşler arasında dönüp ona tâ­bi olanlar, ufuk boşluğunda sayılmayacak kadar çoktur. Bu, çokluğu ile insanı hayre­te bırakan olaylar, zaman dilimleri ve boyutları bilinmeyen geniş evrenin dar zaviye­sinde deveran etmektedir.

Hayretler içinde dedim ki: Evren ne kadar da geniş! Şaşkınlığımı devam ettirdim: Bu evrenin yaratıcısı ne kadar da büyük! "Doğu da, batı da Allah'ındır. Nereye dö­nerseniz Allah'ın yüzü (zâtı) oradadır. Şüphesiz Allah(ın rahmeti ve nimeti) geniştir. O (her şeyi) bilendir." (Bakara: 115)

Bu aşağılanmış gezegende, kendisine seçme özgürlüğü tanınan Ademoğlu yaşı­yor. Kendisine seçme Özgürlüğü tanındığı için inanan inanır, küfreden de küfreder. Arşın taşıyıcıları ve göklerde bulunanlar, Ademoğulları'ndan inananlara istiğfar eder­ler: "Arşı taşıyanlar ve onun çevresinde bulunanlar, Rablerini överek teşbih ederler, O'na inanırlar ve mü'mİnler için mağfiret dilerler," (Gâfir: 7) "Neredeyse gökler (O'nun heybetinden, ta) üstlerinden çatlayacaklar. Melekler, Rablerini hamd ile teş­bih ederler; yerdekiler için de mağfiret dilerler." (Şûra: 5)

Şems ve benzeri sûreler, özlü anlamlar ve hızlı göndermeler içeren kısa sûreler­dendir. Fakat Şems Sûresi yeterli ve çok nettir. Bu yüzden yararlı ruhî bir gıda olsun diye beş vakit namazda çok tekrarlanır.

Allah, sûrenin baş tarafında, nefsini antanların kurtulacağına ve nevalarına uyanların hüsrana uğrayacaklarına dair yedi kez yemin ediyor. İnsanlar, gaflet ve alçalma dışında helak olabilirler mi? Semûd günahkâr olmuş ve azmıştır. O kavmin cezası ne olabilir? Ayaklar altına alman çer çöp olmuşlardır.

ŞEMS SÜRESİ(Elmalılı Hamdi YAZIR)

"Güneşe ve onun parıltısına yemin olsun".

Nâziât Sûresi'nde geçtiği üzere "duhâ"nın asıl mânâsı güneşin, doğduğu mer'i ufuktan yükselip ışığının parlama ve yayılmasıyla bakanlara açıkça görünmesidir. Sonra o vakti ifade etmekte hakikat olmu ştur.

O zaman kerahet vakti geçmiş olur. Bu aydınlığın başlamasına dahve (kuşluk), biraz sonrasına duhâ (kaba kuşluk), daha sonrasına zevale yakına kadar "hâ"nın fethası ve med ile dahâ (koca kuşluk) denir. Kuşluk vakti kesilen kurbana da udhiyye ve dahiyye denilmiş, daha sonra bu genelleştirilerek her kurbana bu isim verilmiştir. Burada "güneşin duhası" denilerek onun güneşe ait olduğu belirtilmesi nedeniyle tefsirciler bunu güneşin doğarak parlayan ışığı diye tefsir etmişlerdir.

Önce güneşin görünsün görünmesin bütün özellikleriyle mutlak olarak kendisine, sonra da özel olarak ortaya çıkış halindeki ışığına yemin ile başlanmıştır. Çünkü âlemin ışık saçan kandili olan güneş, doğmasında da batmasında da görülen özellikleriyle sistemindeki hare k et ve hayat değişimlerinin başlıca bir kaynak ve yörüngesi; ışığı ile de bize ufuklarımızdaki maddi âlemin en büyük aydınlatma ve ortaya çıkarma vasıtası ve böylece yaratıcının lütuf ve inayetini, kudret ve büyüklüğünü tanıtan, kendimizde ve içimizde bulu n an aydınlıkları anlamaya vesile olan en açık bir ibret âyetidir.

Güneşten bize doğru yayılan görülen görülmeyen, bildiğimiz bilmediğimiz nice faydalar bulunabilmekle beraber bunlar içinde en belli olan ısı ve ışıktır. Duhada en çok hissedilen de bu ikisidir. Güneş pek ateşli bir ısı kaynağı olmak

itibarıyla, önceki sûrenin sonundaki nâr=ateş ile uygun düşmektedir. Fakat güneş denilince önce gözümüze çarpan ışıktır. Işık, üzerine doğduğu ve yansıdığı şeylerin dış hudutlarıyla benzerlerini taşıyarak gözü olan şuur sahiplerine göstermek üzere karşımızda şekillendirir. Bu şekillenme ve görüntüler bizim gözlerimizden şuur nuruyla kavranılarak nefsimizde eşyanın dış şekilleriyle belirlenmesine vesile olur ve ışığın böyle dış ile iç arasında ard arda yansımal a rla şuura gelmesinden hasıl olan bu belirlenmelerden ve bunlara katılan diğer hislerimizden gönlümüzde gittikçe ruhî ve manevî bir âlem oluşup gelişir ve biz bunları "ben" ve "ben değil" arasında birer âyet olarak okuya okuya, akıl ve ruhumuzla mânâ ve ka v ramlarına şuur edine edine zevk ve irademizi onlara yöneltip birleştire birleştire eşyanın hakikatlerini incelemeye ve onların dışta ve içte birleşme cihetinden Hak yönü tanıma gayesine yol buluruz. O şekilde gözlerimiz, gönüllerimiz Hak nuru ile nurlanar a k parlak dolunay gibi aydınlanır ve nefislerimiz ondan aldığı ilhâm feyzi ile maddî karanlıklardan sıyrıla sıyrıla temiz ve nurlu hakikat âleminde huzurlu bir şekilde gelişip ilim ve amel bakımından temizlenip feyizlenerek "Hem kendisi hoşnut, hem de R abbi kendisinden hoşnut bir halde."(Fecr, 89/28) Rabb'ine döner de "Gir kullarımın içine, gir cenetime."(Fecr, 89/29-30) hitabıyla kurtuluşa eren temizlenmiş nefislerden olur.

Işığın şuurumuza gelmesinden önce dış mahiyeti ve hakikati, her ne olursa olsun, onun tam anlamıyla ışık oluşu, bizim şuur nurumuzla birleşerek hem dışa hem içe ait bir özellikle gözümüzde parlayışında ve dolayısıyla bizi kendimizden ötesiyle birleştiren algılama nurunun en açık bir misali oluşundadır. Bunun en belirgin olanı güneşin ışığı, onun da en açık olanı duhasıdır. Bundan dolayı güneş bize her şeyden önce ışığıyla görünür. Güneş denildiği zaman da biz herşeyden önce onun ışığını anlarız. Bundan onun kültesine ve diğer özelliklerine geçeriz ki bu bize şuurumuzdan kendim i ze ve ötemize geçişimizin de bir misalini vermiş olur. Zira göz ve şuuru olmayanlar için nur, ışık ve güneş kavramı yoktur. Onun için görünen ve görünmeyen bütün özellikleri ile ilgili olmakla beraber bilhassa etrafımızı aydınlatmak suretiyle nefislerimi z e karşı irşat niteliğini taşıyarak şuurumuzun dıştaki bir timsali olan ışığının özelliğine dikkat çekmek hikmetine dayandığı açıklanmak üzere "onun parıltısına" buyurulmuş ve yine bu nükte ile ardından ışığın çeşitli durumları ve ışığın zıddı olan kara n lığın hakim olduğu zamanlar içinde gök ve yerde görülenden görülmeyip düşünülene doğru harici bir gidişle Allah'ı tanımaya, sonra da nefsin ruhani kıymeti ve şerrini ve hayrını anlayacak şekilde bir ilham alabilecek seviyede

düzeltilmesi yönü açıklanarak akli ve manevi duygularla insanın kendisini inceleme yürüyüşü içinde temizlenmeye, yükselmeye ve kurtuluşa sevketmek ve bu yolu göstermek için şu yeminler birbirine girmiş şekilde ard arda getirilmiştir:

2. Ve Ay'a yemin olsun. Güneşten başka aya da yemin olsun, fakat her zaman değil onun peşinden geldiği zaman, yani güneşe uyduğu, onun batmasının ardından onu andırır bir surette doğduğu zaman ki bu tam anlamıyla ayın ondördünden onaltısına kadar "Leyâli-i bîz" (beyaz geceler) denilen dolunay g ecelerinde görünür. Gerçi başlangıçtaki hilal şeklinde onbeş onaltısına kadar hatta sonundaki mihak gecesi (kameri ayın son üç gecesi) dışında her gece az çok görülebilirse de onaltısından sonra git gide gecikip eksilerek uzaklaştığı için izleme ve uyma d u rumundan çıkmaya başladığı gibi, gittikçe büyüdüğü ilk haftalarında da henüz kütlesi tamam olmadan veya tamama yaklaşmadan evvel, bir güneşin ardından ona bağlı ikinci derecede bir güneş doğuyormuş gibi tam anlamıyla güneşe bağlı olmuş olmaz. Ancak ayın o r talarında dolunay gecelerindedir ki güneşin batması sırasında veya batmasının hemen ardından onu andıracak şekilde dolgun bir şekilde nurlu olarak doğar ve sabaha kadar da ışığı uzanıp gider. O zaman aya tam anlamıyla "güneşin talisi" yani güneşin ardında n onun gibi gelen ikinci bir güneş demek açık olur.

TELÂ, "tülüv" mastarından fiil-i mazi (geçmiş zamanlı bir fiil)dir. ve diye yâî (ya'lı) de, vâvî (vav'lı) de olur. Nitekim gibi da böyledir.

Tülüv; tabi olmak, birine uyup ardınca gitmek tir. Okumak mânâsına tilavet de bu köktendir. Razî der ki: Ayın güneşe tabi olmasıyla ilgili birkaç izah şekli vardır:

1. Güneş battığında ayın doğmada kalmasıdır ki ayın ilk yarısında olur. Güneş batınca ay aydınlatma hususunda ona tabi olur. Bu, Ata'nın İbnü Abbas'tan naklettiği görüştür.

2. Güneş batınca, ayın da batmada ona uymasıdır ki bu hilâl gecesi olur. Bu, Katâde ile Kelbî'nin görüşüdür.

3. Ferrâ demiştir ki: Bu tülüv'den, yani bağlı olmaktan maksat ayın güneşten ışık almasıdır. "Filan, şu hususta filana tabi olur." denilir ki onu ondan alır demektir.

4. Zeccâc demiştir ki: yuvarlak hale gelmesi ve olgunlaşması zamanıdır. O vakit ay, ışık ve nurda ikinci bir güneş gibi olur. Yani ışığı olgunluğa erince aydınlatma hususunda güneşin yerine geçer gibi olur ki bu, leyali-i biz denilen ayın ondört, onbeş ve onaltıncı gecelerindedir.

5. Ay görünen şekliyle kütlesinin büyüklüğünde güneşe tabi olduğu gibi, insanların menfaatlerinin bunların hareketine bağlı olması hususunda da ay güneşe tabi olur.

Bu izahlardan her biri özel bir mânâ ifade temekle beraber hepsi, güneşin arkasından ayın ona bir uyuşu veya bir benzeyişi halini ve dolayısıyla ona uyup benzediği zaman demek olduğunu, bunun da doğma veya batmada, ışık veya kütlede veya faydada düşünülebileceğini anlatmış oluyor. Bu mânâ, ayın halden hale geçerken ışığını güneşten aldığını da dolayısıyla anlatmış olursa da, yemine bir kayıt olarak zikredildiği için o değişikliklerin her zamanına değil, bilhassa güneşe en çok u yduğu veya benzediği zaman ile kayıtlanmasını gerektiriyor. Bu ise Zeccâc'ın açıkladığı üzere, ayın ikinci bir güneş gibi olduğu dolunay gecelerinde açık olur. Sözün akışı hareket üzerinde değil, ışık üzerinde olmak itibariyle bu mânâ açıktır. Uyma ve tak i p mânâsına gelen tülüv, bir hareket mânâsını da içerse veya böyle bir mânâyı gerektirse de bunun ışık itibariyle bir uyma ve hareket olması yaraşır. Çünkü ay harekette dünyaya, ışıkta güneşe tabidir. Dünyanın etrafında döner. Güneşe olan konumuna göre ışığı değişir. Hareketi nazar-ı itibara alan beşinci izahta, ayın hareketi doğrudan doğruya güneşin hareketine bağlı olduğu zannedilmemek için ışık açısından, kütlesinin görünüşte büyümesi; hareket açısından da, hareketine insanların fayda ve yararlarının bağ l ı olması itibariyle benzerlik mânâsında bir uyma olduğunu açıklamıştır. Bunlar ise dördüncü izahta dahil demektir. Üçüncü izah şekli, mânâyı lazimi (gerekli mânâ) olmak gerektir.

İkinci izah şekli, ilk hilale dikkat nazarlarını çekmek itibariyle uygun ise de, ayın sadece güneşin batması durumunda onun peşinden çıktığının söylenmesi itibariyle tercih etmeyi gerektirecek bir sebep olmadan tercihte bulunmak gibidir.

Birinci izah şekli, hilalden tam dolunaya kadar ayın ilk yarısında günden güne artan gelişme safhalarını göstermek itibariyle dördüncüden daha kapsamlı

ve maksat, ayın güneşe yönelmesinin arttığı ve doğması güneşin batmasını takip ettiği müddetçe ışığını artıra artıra olgunluk gayesine ve adeta ikinci bir güneşi andıran dolunay haline gelişini hatırlatmak olduğuna göre hepsinden daha anlamlıdır. Fakat asıl maksat, güneşin parıltısı gibi ayın da o olgunluk zirvesinde olan ışığına ve bunun güneşin ışığına tabi ve ondan sonra gelerek ikinci derecede olduğunu anlatarak bununla nefs-i mülheme ( i lham alan nefis)nin olgunlaşma ve düzelmesine bir zemin hazırlamak olduğuna göre dördüncü izah daha güzel ve daha açıktır. Bu suretle nurlanan aya yemin de, ışığın ateş gibi olan hararetli özelliğinden soyutlanarak sırf nur halinde yansıyan ve duyu organl a rıyla duyulandan akıl yoluyla bulunana, görülenden görülmeyene, eserden müessir (eseri yapan)e geçişe vesile olan diğer bir durumuna yemin olmuş olur.

Eğer tilavet kökünden istiare-i tebeiyye olarak düşünülüp de ayın ışığında duyularımızla göremediğimiz güneşin yansıyan ışığını dünyamıza yayarak onu akıl sahiplerine akli delil ile andırması, bir okuyucunun Allah'ın kitabından bir âyet okuyarak mânâsını lafzî delil ile anlatmasına benzetilecek olursa hem ilham alan nefsin temizlenmesi haline, hem de Kur'ân'a Nur ismi verilmesine de işaret edilmiş olacağı için pek beliğ bir izah şekli olacaktır.

3. "Güneşi açtığı zaman gündüze yemin olsun".

Tecliye, tecelli ettirmek, parlaklık ve açıklık vermek, yani iyice açıp ortaya çıkarmaktır. Zamir, daha önce açık isim olarak geçmiş olan Güneş'in yerini tutmaktadır. Güneş ışığının ufkun üstünde ortaya çıkıp yayılma vakti demek olan gündüzün güneşi açıp ortaya çıkarma zamanı ise, havada sis ve bulut gibi bir kapanıklık eseri bulunmayan açık gündüz z amanı demektir. Bu da güneş ışığının tam bir yayılma ile diğer bir durumuna yemindir.

Gündüz, güneş ışığının dünyaya aksetmesinin bir neticesi olduğu halde, bunun, güneşi açtığının söylenmesi, yani güneşin eseri olan ışığın güneşi etkileyen bir şey gibi gösterilerek "gündüz, güneşi açtığı vakit" denilmesi ve güneşin ışığından ve aydan sonra bir de buna yemin edilmesi elbette çok dikkate değerdir. Bunda güneşin bizim dışımızda ve içimizde tecelli etmesinin bir engel bulunmama şartına bağlı olduğuna ve e serin lazımı dahi o eseri meydana getiren zatı göstermede etken olduğuna ve bu delaletin açık ve gizli olması eserin açık ve gizliliği ile uygun olduğuna bir dikkat çekme vardır. Yani gördüğümüz gündüz, güneş ışığının; ışık da güneşin varlığını gösterir. G üneşin görülmesi ışığının görülmesi vasıtasıyladır. Işığın bizde bir izlenimi olan gündüz, ne kadar engelsiz ve açık

olursa ışık da o oranda aydınlık; ışık ne kadar engelsiz ve açık olursa güneş de o oranda açık olur. Gündüz hava bulutlu olunca güneş doğrudan doğruya görülmez, dolayısıyla aklen bilinir.

4. Ve geceye yemin olsun onu, (yani güneşi) bürürken. Bu da gecenin güneşi ve bütün ufukları sarıp kaplıyarak nur ve ışığı tamamen örtmeye başladığı veya örtmeye devam etmek üzere bulunduğu halindeki koyu karanlık zamanına yemindir ki, açık gündüzün ve ışığın tam zıddı olan karanlığa, geçici karanlığa ve engelin gelme zamanına dikkati çekmek suretiyle "eşya zıddıyla ortaya çıkar" kuralınca yine ışığın önemine ve özellikle zahiri nur ve ışığın k a ybolduğu bir zamanda kaybolmayıp onun yokluğunu duyan ve onunla etkilenen nefsî şuurun kıymetine de dolayısıyla dikkat çekmedir. Bunda maddenin nur ve ışığın görünmesine engel olan karanlık tabiatıyla ayın görünmediği son günlerine ve nefsin cahillik, küf ü r, gam, sıkıntı, gaflet ve tembellik veya şehvet perdelerinin örtmesiyle hak yolu bulmaktan mahrum kalma hallerine ve yok olma anına da işaret vardır. Onun için önceki yeminler müjde, bu yemin ise korkutma mahiyeti taşımaktadır. Öncekilerde mazi (geçmiş z a man kipi) "açtığı zaman" , "uyduğu zaman" denildiği halde bunda şimdiki ve geniş zaman kipiyle "onu örterken" buyrulması; nur, geçmişte dahi olsa faydalı olup hükmü ve önemi var ise de karanlığın önemi ancak ilk hücum anıyla devamı sırasında olduğ u na bir işarettir. Yani, bürüyeceği sıra veya bürürken demektir.

Bir de Fecr Sûresi'nde geçtiği üzere bunlara yeminden asıl maksat, meydana gelişleri nefiste şuurla birleşen nitelikleri ile varlığını gösterdikleri o yüce Rabb'i hatırlatmak olduğundan dolayı buyuruluyor ki:

5. Göğe ve onu öyle enteresan bir biçimde bina edene yemin olsun. "Allah onu bina etti. Yüksekliğini yükseltti ve nizamına koydu."(Nâziât, 79/27-28) mânâsınca onda asılı yıldızları ve cisimleri yaratıp aralarındaki yüksek ve geniş mesafe ve yükseklik ile beraber birbirlerine bitişik bir bina bölümleri ve parçaları gibi tam bir kudretle bağlıyarak o yükseklikte denge ve düzenine koyup içinde yaşanacak yükseltilmiş ve süslenmiş bir bina halinde yapıp düzelten yüce Allah'a, y a hut onu öyle bina edişine, inşa ediş tarzına, kanunlarına

6. ve (özellikle onun içinde yaşadığınız) arza ve onu döşeyene, bir döşek gibi döşeyip üzerinde yaşanabilecek ve kalınabilecek şekilde altınıza seren o yaratıcıya veyahut öyle döşeyişine, döşeyişindeki eşsiz tarz ve biçime yemin olsun. (Geniş bilgi için, "Ondan sonra da yeri döşedi."(Nâziât, 79/30) âyetinin tefsirine bkz.) ile , Nâziât

Sûresi otuzuncu âyette geçen ile gibi ve aynı mânâda olarak döşeyip yaymak, düzgün sermek mânâsına " tahiv" kökündendir. Yâî de olurlar.

Düzgün yayılmış ve geniş arza "taha", büyük ve yayvan gölgeliğe "tahiye, mathiyye ve mathuvve" denilir. Arzın tahvı ve dahvi demek, yer kabuğunun oluşturulmasıyla yüzeyinin yaşamaya elverişli bir şekilde döşenmesidir. Tefsirciler der ki: Böyle olması onun küresel olmasıyla çelişki teşkil etmez. ""Bakmazlar mı yere, nasıl yayılmış?"(Ğâşiye, 88/20) hatırlatması gereğince deneysel gözlem ve delillerle sabittir ki yer geometrik anlamda tam bir küre olmamakla beraber kü revi, yani küremsidir.

Dağları, dereleri, ovaları ve denizleri gibi girinti ve çıkıntılarıyla kutuplarının basıklığı küreselliğine engel olmaz. Kütlesinin büyüklüğü göz önüne alınca bunlar onun üstünde bir portakal kabuğunun pürüzleri derecesinde kalır. Bu döşenişin tabiriyle anlatılması da bunu gösterir. Nitekim karpuz ve kabak gibi sapsız olarak yer üzerine döşenip yayılan sebze ve bitkilere "mutahhiye" denilir.

7. Bunların, hep canlı ve insan yaratılışının mukaddimesi ve bunları algılayarak karanlıktan çıkıp yaratıcısını tanımak ve gereğince ahlâk düzeyine yükselecek ilham alabilir bir nefsin düzeltilmesi meselesi ile ilgili olduğunu hatırlatmak için de buyruluyor ki: Bir nefse ve onu düzeltene yemin olsun. Yani, üzenine koyan Allah'a, y a hut onu düzene koymasına yemin olsun.

kelimesinin nekre ve belirsiz olarak söylenmesi, onun büyüklüğünü veya çokluğunu göstermek içindir. Büyüklük ifade etmek için olunca, "büyük bir özel nefis" demek olur. Ki bu özelliği ya şahsı ile ilgili, veya nev'i ile ilgili ya da cinsi ile ilgili olabilir. Şahsi büyüklük düşünülmesi halinde Hz. Âdem'in veya Hz. Muhammed (s.a.v.)'in nefsi akla gelir. Büyüklük, nefsin nev'i ile ilgili olması durumunda seçkin bir tür nefis, yani diğer nefislere baş olmaya layık, peygamberliğe mazhar bir mukaddes nefis türü demek olup Peygamberlerin nefislerini kapsar. Fakat bu iki takdirde yeminin gelecek olan cevabında "onu kirletti" ve "onu temizledi" zamirlerinde istihdam> gözetilmesi gerekir.

Büyüklük nefsin cinsi ile i lgili olması durumunda ise, bir cins nefis, hayvan nefislerinden ayrı bir özellik taşıyan insani nefis cinsi demek olur ki cevaba bu daha uygundur. Nefis kelimesinin nekre olarak gelmesinden maksadın çokluk olduğunu tercih edenlerin muradı da bu olmalıdır. Yani her hangi bir insan nefsi murat olunmak gerekir. Zira hiçbir kayıt konmadan çokluk kastedilirse birçok nefisten herhangi bir nefis demek olur. Bu ise organik bir bedende bir birlik ve olgunluk ifade edebilen herhangi bir nefis, hayvansal nefsi ve bi t kisel nefsi de içine alır. Ancak mutlak, kemaline sarf olunmak veya "onu düzeltti" ve "ona kötülüğünü ve takvasını ilham etti" karineleriyle kayıtlanmak suretiyle insan nefsinin cinsi şeklinde tahsis edilebilir. Nefsin cinsinin büyüklüğü murat edildiği takdirde ise bilhassa insan nefsinin bir cinsi olan "nefs-i müdrike" (idrak edici nefis) doğrudan doğruya anlaşılır.

Nefis, ruh ile bedenden oluşan zat veya bedeni idare eden ruhtur. Nefis deyince bunlar anlaşılır. Bedenin düzgünleştirilmesi, yaratılışının "Onu düzeltip ruhumdan ona üflediğim zaman."(Hıcr, 15/29) âyeti mânâsınca ruh üfürülebilir bir seviyeye getirilmesidir. Nefsin düzgünleştirilmesi ise, ruhun üflenmesiyle olgunlaşmasına kabiliyetli olmak üzere uzuvlarının ve iç ve dış kuvvetlerinin düzenine konulmasıdır.

"Onu bina edene", "onu döşeyene" ve "onu düzenine koyana" âyetlerinde geçen nın mevsul veya mastar ma'sı olması hakkında tefsircilerin iki görüşü vardır. Mevsul olması, doğrudan doğruya bu fiillerin yapıcısı olan yüce Allah'ın bildirmesi nedeniyle daha açık ve sözün akışına daha uygundur. Ancak yüce Allah hakkında şey tabirinin kullanılması zahire uymaz gibi görünür. Bundan dolayı Ferra, Zeccâc, Müberred, Katade ve daha bir çokları bunu mastar ma'sı kabul ederek, "yap m ası, döşemesi ve düzenine koyması" diye tefsir edileceği görüşüne varmışlardır. Bu durumda gelecek "ona ilham etti" fiili de bunlara bağlı olduğundan mastar mânâsına alınarak "ilham etmesi" demek olur. Zemahşeri'nin belirttiği bozukluk bulunmaz. Fakat b u nda da bu dört fiilin altında gizli bulunan fail zamirlerin, yerlerini tuttukları isimlerin zikredilmemiş olması zahire uymaz. Zamirin yerini tutmuş olduğu ismin hükmen bilinmiş olması da yeterli olabilirse de, fiili

hatırlatmaktan asıl maksat fâilini hatırlatmak olduğu için nın mevsul olması daha açık ve nazımda daha uyumludur.

Bu âyetlerde yerine denilmiş olması ise iki sebeptendir:

Birisi, 'da müphemlik daha kuvvetli olmak ve hayret mânâsında kullanılmak itibarıyla "şanı hayret veren bir yapıcı " mânâsına Allah'ın zatını tam olarak anlamanın mümkün olmadığına ima nüktesidir.

Diğeri de, Allah'ı tanımayanlara bu fiillerle tanıtılmak üzere, "o sizin tanımadığınız Allah, bunları yapan yüce yaratıcıdır" demek mânâsını ifade içindir. "Mâ"nın mastar mâ'sı olması durumunda ise bu mânâ dolambaçlı olarak anlatılmış olacaktır. Bundan dolayı biz de meâlde "mevsul" olmasını tercih ederek tefsirde mastar mâ'sı olmasına da işaret ettik.

8. Görülüyor ki, güneşten başlayan ve gecesi, günd üzü, yeri ve göğüyle âlemi dolaştıran yemin, dıştaki delillerden sonra nefsin anlaşılması deliliyle önce Allah'a döndürülmüştür. O yüce yaratıcı ki, insan nefsini yaratıp düzenine koymuş. Kabiliyet vermiş de ona kötülük ve takvasını ilham etmiştir.

İLHÂM, aslında bir şeyi bir defada yutmak mânâsına "lehm" kökünden if'âl kalıbında bir mastar olup bir anda yutturmak mânâsınadır. Bundan, bir mânâyı gönüle düşürmek ve telkin etmek mânâsında meşhur olmuştur.

FÜCÛR, haktan sapmak, hak yolu yarıp düzeninden çıkarak kötülük ve isyana düşmektir. Bilhassa zina etmek, yalan söylemek, daha Türkçesi edepsizlik etmek mânâsında kullanılır. Böyle kötü ve günah olan fiillere de fücur denilir.

TAKVA da fücurun zıddı olarak, nefsi kurtarmanın, Allah'ın koruması altında fenalıktan sakınmanın ismidir. Neticesi korunmak olan hayır ve itaat fiillerini kapsar. Şu halde bir nefse fücurunu ve takvasını ilham etmek, fücur yapmasını ve ondan korunmasını kalbine duyurmak ve dolayısıyla onu ikisi arasında kendi seçimi ile başbaşa bırakmak mânâsına sanılabilirse de asıl mânâ kötülüğün kötülük, yani nefse zarar, bozukluk; takvanın da takva, yani nefsi koruma, iyi olduğunu duyurmak ve dolayısıyla yapılması veya yapılmaması günah ve kötü olan işlerden sakınmak; takva ve hayır olan işleri yaparak korunmak gerektiğini telkin etmedir. Zira "kötü" kavramı yermeyi ve dolayısıyla yasaklamayı, "takva" kavramı ise övmeyi ve dolayısıyla yapılmasının emredilmesini gerektirir. Bir de takva sadece "sakınmak" mânâsına bir mastar olmayıp b ir mastar ismi olduğu için burada ona karşılık olarak zikredilen fücur da "günah

işlemek" mânâsına mastar olmayıp yapılması veya yapılmaması kötü olan şer ve günah işler mânâsına isim olması yaraşır. Bu nedenle de fücûr ve takvayı ilham, bir nefse "bunları yap" diye ikisinin de yapılmasını ilham mânâsına olmayıp herhangi bir işte "bu kötüdür, şer ve günahtır, nefsi fenalığa sürüklemektir. Şu yönden zarardır, yapma. Şu da takvadır. Hayır ve itaattır. Fenalıktan korunmadır, yap" diye bir nefse şerri ve hayrı, kötü ve iyiyi, zarar ve yararı beyan ve telkin ederek birinden sakındırıp birini yapmak iyi olacağını duyurmak demek olur. Kuşku yok ki yüce Allah her nefse, bir iyilik, kötülük, kâr ve zarar duygusu vermiştir. Bunun birisi sonuç itibarıyla o nefis ha k kında tehlike, birisi de kazanç ve başarıdır. Onun için insan zarardan kaçınır, kâra atılır. Bu toplu mânâ ile ilham, yaratılıştan her nefiste genellikle cereyan eder. Şu kadar ki insan sonuç itibarıyla hangi şeyin iyi, hangi şeyin kötü olduğunu her husu s ta aklıyla her zaman bilemez. Özellikle kişi ömrünün yeterli olamayacağı derecede uzun tecrübelere bağlı olan şeyleri bir nakil ve duyurma olmadıkça hiç bilemez. Bunlar ilham alabilir, kudsi nefislere vahiy ile veya asırlarca süren tecrübelerle bildirlir.

Bir de birçok insan, iyiyi kötüyü, doğru ve gelecek açısından değil de sonu ne olursa olsun bugün için ve yalnız kendine, kendinin o anda hemen duyacağı zevke göre ölçer. Başkalarını kendisi gibi düşünmez. Diğerlerinin elem ve zararını önemsemez. Kendisi için iyi zannettiği şeyin başkaları için kötü olup olmadığını ve kendi hakkında ilerisi için dahi iyi olacak şekilde aslında ve Hak katında iyi ve kârlı olup olmayacağını hesaba katmaz. Veya "gün bugündür" der ilerisine inanmaz da birçok kötülüğü sad e ce kendisine bugün için bir zevk veya fayda olduğundan dolayı yapar, birçok iyilikten de bugün kendisine zor geldiği için kaçınır. Oysa bu insan esas itibarıyla elem ve lezzet, kötülük ve iyilik, şer ve hayır işlerini duymakta bulunduğu için başkalarını d a kendisi gibi düşünerek "hak" fikriyle hareket etse ve ayrıntılarını bilmediği veya tecrübe etmediği şeyleri bilenlerden sorsa ve bulamadığı ve belirleyemediği takdirde de o işin kendine ait olduğunu ve zevkine hoş geldiğini veya gelmediğini bir tarafa bı r akarak genel olarak aslındaki hakkını düşünüp kalbine, vicdanına başvursa yüce Allah onun kalbine o işin kötü mü veya takva mı olduğunu ilham eder, duyurur. Çünkü o bir şer ise mutlaka gönlü bulanır, "yapmasam iyi olur" der. Hayır ise gönlü bir huzur ve r a hatlık duyar. Onun için hadis-i şerifte: "Müftüler sana fetva verseler de sen kalbine danış.";

"Seni işkillendirecek şeyi bırak, işkillendirmeyeceğe geç." buyrulmuştur. Ancak kişi kötülüğü bir alışkanlık halinde yapa yapa fıtratı tamamen bozulmuş ve "Allah tarafından kalpleri mühürlenmiş."(Bakara, 2/7) kişiler takımından olmuş olursa başka. Bu şekilde bu âyet, önceki sûredeki "Ona iki yolu gösterdik."(Beled, 90/10) âyetinin bir tefsiri demektir. İki yol, biri şer olan kötülük, biri de hayır ol a n takva gayesi; hidayet de bunları ilham edip açıklayarak kötülükten nehiy, takvayı emirdir. Fücurun yani kötünün hayırdan önce zikredilmesi ise, kötülüğü savmak, menfaat elde etmekten daha önce, başka bir deyişle temizleme, süslemeden daha önce olduğu iç i ndir. Zira maksat kötülükten sakındırmak, takvayı teşvik etmektir.

9. İşte bu anlatılan zahiri aydınlatmaları yaratan ve onlarla beraber daha birçok nimeti içinde bulunduran göğü bina eden ve yeri döşeyen ve bunları, kendini, iyi ve kötüyü idrak edecek ilham alabilen nefsi yaratıp düzene koyarak ona iç nuruyla kötülük ve takvasını ilham eden yüce Allah'a yemin olsun ki o nefsi temizleyen kimse yani günahlardan temizleyip takva ile terbiye etmek ve geliştirmek suretiyle feyizlendiren kimseler; b a şka bir mânâ ile, Allah'ın böyle temizlediği, ilham almış temiz nefis, gerçek kurtuluşu buldu. "Gir kullarımın içine, gir cennetime."(Fecr, 89/29-30) hitabına nail olarak kurtulup muradına erdi.

10. Onu korumayıp günahlarla alçaltarak gömen hileci kimseler, yahut başka bir mânâ ile, Allah'ın öyle alçaltıp gömdüğü günahkâr ve alçak nefis de gerçekten zarar edip hüsrana uğradı. Kendini kurtaramayıp bütün hayalleri ters yüz olmuş ve her ümitten mahrum olarak "Allah ne olurdu, hayatım için önceden h ayır yapsaydım."(Fecr, 89/24) diye diye sonsuz azap, kopmaz bağ içinde hasret ve hüsrana düştü gitti.

Tefsircilerin çoğunun açıklamasına göre yeminlerin cevabı bu iki cümledir. Asıl olan yeminin cevabında denilmek ise de yemin uzamış olduğu için kaldırılmıştır. Buna göre bu sûrenin ruhu ve bütün anlatılmak istenenler bu iki cümlede özetlenmiştir.

Yukarıdan beri defalarca geçtiği üzere "tezkiye", keskin ile zekatın aslı olan "zeka" fiilinin tef'il kalıbından gelmiş şeklidir.> Bu ise arılık dediğimiz temizlik,

paklık, taharet mânâsıyla artıp büyümek demek olan nema, feyiz ve bereket mânâsınadır. Dolayısıyla ile tezkiye; temizlemek, geliştirmek, feyizlendirip büyütmek ve temize çıkarmak mânâlarına gelir. Bu şekilde nefsi temizleme tabiri başlıca üç mânâda kullanılır:

BİRİNCİSİ: Onu kirletecek küfür, cehalet, kötü duygular, yanlış inançlar, fena huylar gibi kötü şeylerden temizlemek.

İKİNCİSİ: Temizleyip koruyarak iman, ilim, irfan, iyi, iyiliksever duygular, güzel, ilâhî ahlâk, takva özellikleriyle terbiye edip ilâhî tecellilere nail olarak, çevresine zekat verecek, hayır ve bereket yayacak şekilde feyizlendirmektir ki, bu iki mânâ ile nefsi temizlemeye çalışmak, onu yaratanın bir hakkı olmak üzere insanın görevi ve yararı gereğidi r. Onun için bu temizleme, bu işi yapması itibarıyla insana; sebep olması itibariyle mürşit ve öğretici durumda bulunan diğer şahsa; takdir edilmesi, başarılması ve yaratılması itibariyle Allah'a nisbet olunur. Burada açık olan mânâ da budur.

ÜÇÜNCÜSÜ: Nefsi tezkiye etmek, nefsin temiz olduğunu takdir veya son derece feyiz alıp gelişmiş olduğuna hükmetmek suretiyle temize çıkarmak, övmek mânâsına gelir. Nitekim şahitlik yapacak birini tezkiye etmek bu mânâdandır. İnsanın bu mânâ ile nefsini tezkiye etm e ğe hakkı yoktur. Henüz akibetini görmeyen ve kaderin sırrını bilmeyen insan için böyle bir iddia ile böbürlenme gurur ve cehalet ile düşüştür. Necm Sûresi'nde "Nefsinizi temize çıkarmayın. Allah, günahlardan korunanı en iyi bilendir."(Necm, 53/32) buyr u larak insanların kendilerini temize çıkarmaktan nehyedilmeleri bu mânâ iledir. Onun için burada bu mânâ düşünülecek olursa nefisten ibaret; nın faili (öznesi) altında gizli zamiri o nefsi düzenine koyup kendisine ilham veren Allah lafzının; zamir i de nefisten ibaret olan lafzının yerini tutan ve sıla cümlesini "men" ism-i mevsulüne bağlayan bir bağ olarak "Allah'ın temize çıkardığı nefis kurtuluşa erdi" diye anlamak gerekir. Önceki mânâda ise insan; nın fâili (öznesi) bu insanın yerini tuta n zamiri, sıla cümlesini ism-i mevsule bağlıyan bir bağ; zamiri de nefsin yerini tutan bir zamir olarak "nefsini temize çıkaran insan kurtuluşa erdi" diye anlamak da yeterlidir. Akla ilk gelen de budur. Mutezile bu mânâda israr etmek istemişlerse de Ehl-i sünnet ikinci yönü de caiz görmüşler, her mânâsıyla temizlemenin Allah'a isnadın daha doğru olduğunu söylemişlerdir. Onun için meâlde iki yöne de ihtimalli olacak bir şekilde ifade edilmiş, tefsirde her iki yön de gösterilmiştir.

Gerçekte insanın nefsini, ruhunu temizlemeye çalışması sonunda faydası kendisine ait olan bir vazifedir. İnsan iradesini bu yönde kullanmakla "Allah'a yardım ederseniz o da size yardım eder."(Muhammed, 47/7) mânâsı gereğince Allah'a hizmet ederek Allah'ın yardımına ere r.

İmam Ahmed, İbnü Şeybe, Müslim ve Nesai Zeyd b. Erkam'dan rivayet etmişlerdir ki Resulullah (s.a.v.): "Allah'ım! Benim nefsime takvasını ver ve onu temizle. Sen onu temizleyenlerin en hayırlısısın. Sen onun velisi ve mevlasısın." diye dua ederdi. Taberani ve daha bazılarının İbnü Abbas'tan rivayetinde de Hz. Peygamber (s.a.v.) bu âyeti okuduğu zaman durur ve bu duayı söylerdi. Bundan ve Buhari, Müslim ve Ebu Davud'da bununla ilgili rivayet olunan bazı hadislerden dolayı bazıları bu mânânın daha t e rcihe şayan olduğunu ve bu şekilde , fiillerinin hepsinde gizli fail (özne) zamiri tek düzen içinde Allah lafzının yerini tutacağı için nazmın daha uyumlu olacağını söylemişlerdir. Fakat asıl mesele insanın kendisi hakkında kendi kazancıyla sorumluluğu n u anlatmak olduğu için, önceki izah şekli daha anlamlıdır. Resulullah (s.a.v)'ın dua etmesi de kendi kazancı cümlesindendir. "onu kirletip gömen" âyetinin izah şekli de böyledir.

TEDSİYE, tezkiyenin zıddıdır. Devs, bir şey gelişip büyümeyerek bodur ve cılız kalmak ve gizlenmek mânâlarınadır. Bundan tef'il kalıbında türetilen tedsiye de, bir kimseyi hile ile ayartıp fesada düşürmek mânâsına gelir. Bununla beraber demişlerdir ki, bu kelimenin aslı "dess"ten türemiş olan "tedsis" ir. Kendisinde bir ci n sten iki harf yanyana bulunan bir kelime olduğu için, tef'îl kalıbından mazisi "dessese"de üçüncü sin, "doğan kuşu, konmak için süzüldü" yerinde denilmesi gibi illet harfine dönüştürülerek "dessâ" olmuştur. Dess ve dissise, bir şeyi bir şeyin altına gömüp gizlemek ve toprağa gömmek mânâsınadır. Bizim desise tabirimizin aslı dissise mastarıdır. Desis, hiçbir ilaç ile giderilmeyen koltuk kokusuna, casusa ve küle gömülüp kebap olmuş ete denir. Dessas da bir tür pis ve kötü yılana denir. İşte tedsis ve tedsiye bu mânâlarla ilgili olarak bir şeyi iyice gömmek ve hile yapmak, bir şeyi hile ile bozup fenalaştırmak ve iyice örtüp gizlemek, gömmek mânâlarını ifade eder. Şair demiştir ki:

"Sen Amr'ı berbat edip gömen kimsesin.

Böylece onun hanımları ondan dul kalıp dağıldılar."

Demek ki nefsi tedsiye, ruhu faziletli ve erdemli şeylerle temizlemeyip kötü işler ve kötü ahlâk ile fesada vermek, sonunda kokup gömülmeye mahkum bayağı beden kirleri, katı hayvani gayeler, gösteriş gibi şeytani ve karanlık hislerle çürütüp kokutarak maddiyata gömmek ve ahirette, küle gömülmüş "kebap" gibi cehennem ateşine kapatmaktır.

İlâhî ilhâm ile nefsi temizlemenin nur, gündüz ve gök ile; nefsi kirletmenin de gece karanlığı ve yer ile münasebeti de açıktır. Allah'ın insan tabiatına üflemiş olduğu o ruhu, o ilâhî nuru böyle gömmek ise ne büyük kayıp, ne büyük hüsrandır.

11. Bunu bir misal ile açıklığa kavuşturmak için buyruluyor ki: "Semud, azgınlığından dolayı yalanladı".

Defalarca geçtiği üzere Semud, Arab-ı bâideden, yani tamamen helak ve yok olmuş ve yok oluş kıssası dillere destan olarak kalmış meşhur bir kavimdir. Birçok sûrede beyan olunduğu üzere yüce Allah onlara Peygamber olarak Salih (a.s.)'i göndermişti. Doğruluğuna dair bir âyet, bir mu c ize istediklerinde "Bu, Allah'ın dişi devesi, sizin için bir alâmettir. Bırakın onu Alah'ın arzında otlasın. Sakın ona bir fenalık yapmayın. Yoksa elem verici bir azaba uğrarsınız."(A'râf, 7/73) buyrulduğu gibi, bir Allah devesi, olağanüstü bir dişi deve âyet olarak gösterilmiş ve "Su içme hakkı bir gün onun, belli bir gün de sizindir."(Şuara, 26/155) mânâsı gereğince ona su verilmesi için nöbet ve sıra usulüyle bir gün ayrılmış ve Allah'ın arzında yayılmak üzere bırakılması ve kötülükle dokunulmaması, dokunulduğu takdirde elem verici bir azap geleceği haber verilmiş idi ki, devenin yaratılışı bir mucize olduğu gibi, bu haber de bir mucize oluyordu. O kavim buna inanmamış, yalanlama ile karşılamış idi. Yalan kötü bir şey olduğu gibi, gerçek ve doğru ol a n bir haberin yalan olduğunu söylemek de kötü bir iş, bir yalan; bir peygamberin verdiğ haberi yalanlamak ise onu gönderen Allah'ı inkârdır.

Da'va kalıbında "tağva", azgınlık mânâsına mastardır. Kayaları kesip biçen Semud, kuvvetlerine güvenerek azgınlıkları sebebiyle peygamberlerine inanmayıp yalanladılar.

12. En azgınları atılıp ortaya çıktığı zaman, yani o yalanlamanın görünen alâmeti o vakit oldu. İçlerinden en azgın bedbahtları olan birisi, ki Kudar b. Salif diye meşhurdur, o azap tehdidini yalanlayarak deveyi tepelemeye kalkıştığı sırada göründü. Bütün kavim de ona ve beraberindekilere

engel olmayıp sustukları ve bıraktıkları için onlar da onun gibi yalanlamış ve azgınlıkta ona katılmış oldular.

13. O vakit Allah'ın Resulü, yani "Semud'a da kardeşleri Salih'i gönderdik."(A'râf, 7/73) âyetiyle onlara peygamber olarak gönderildiği bildirilen Salih (a.s) onlara şöyle demişti: "Allah'ın devesi" (sakındırma mânâsı üzere mansup olmakla fiili zikredilmemiştir.) Yani, sakının, dokunmayın A llah'ın devesine, peygamberine mucize kıldığı deveye ve onun sükyasına, yani gününde onun suvarılmasına mahsus olan suyuna da dokunmayın.

14. Fakat o en azgın kişi ve beraberindekiler ve dolayısıyla o kavim o Allah'ın elçisini yalanladılar. Söylediklerine, o "sakın ha yapmayın" demesine ve korkutmasına inanmadılar da onu, o deveyi devirdiler, vurup öldürdüler.

AKR'ın asıl mânâsı, bir hayvanın ayaklarını biçip yıkarak öldürmektir. Rabb'leri de günahları sebebiyle onları yere vurup sürte sürte ezdi, hışmını bası basıverdi, azabını uygulayıverdi. "Onları korkunç bir gürültü yakalayıverdi." (Hıcr, 15/73, 83), "Onları bir sarsıntı tutuverdi." (A'râf, 7/78, 91, 155) ve "Alçaltıcı azabın yıldırımı onları yakalayıverdi." (Fussilet, 4 1 /17) buyrulduğu üzere bir gürültü, bir sarsıntı, bir alçaltıcı azap yıldırımla çarpıp yere sererek hepsini kırdı geçirdi. Hem de onu eşit yaptı. O yere vurmayı, o azabı yalnız en azgınlarına ve bizzat onun beraberinde bulunanlara değil, Salih peygambere iman etmeyen, susmak ve dokunmamak suretiyle o azılıya katılmış bulunanların hepsine, çoluğuna çocuğuna eşit şekilde uyguladı. Hepsini düpedüz kökünden yok etti. Yahut, yeri üzerlerine geçirip düzleyiverdi. Bu tesviye (düzleme) de önceki tesviyenin bir k arşılığı demektir.

DEMDEME, açıklandığına göre fiilinin tekrarıyla elde edilen bir fiildir. Demme, boya veya yaldız sürmek, badana yapmak, gemiyi zift ile kalafatlamak gibi, bir şeyi bir şeye sürüp sıvamaktır. Yeri düzlemek, bir kimseye şiddetli azap etmek, bir adamın başını ezmek ve halkı kırıp geçirmek mânâlarına gelir. "Demdeme" bunun tekrarlanmış şekli olarak katlısını yapmaktır ki, fiilde birbiri ardınca bir yinelenme ile her tarafından kaplıyacak bir kuşatma ve kuvvet ifade eder. denilir k i, "kabri, üzerine yıkıp basa basa tamamen düzledi" demektir. Cevheri "Sıhah"ında der ki: "Bir şeyi demdeme yaptım demek, onu yere yapıştırdım ve sürte sürte ezdim." demektir. "Kamus"ta: "Kavme demdeme etti ve kavmin üzerine demdeme yaptı demek, onları öğütüp yok etti." demektir ki tekrar tekrar

düzlemek, azap etmek mânâsından alınmıştır. Aynı şekilde hışım, öfke ve gazap mânâsına gelir. denilir ki, "onu hışım tuttu" demektir. Hışım ve öfkeyle homurdanarak söz söylemek mânâsına da gelir. "Ona karşı öfkeli öfkeli gürleyerek söyledi." demektir.

Tefsirciler burada başlıca tekrarlanan "sıvama" ve "kabri tamamen bastırma" mânâsından; günahlarını başlarına geçirip üzerlerine öfkeyle azabı uygulamak ve köklerini kazıyarak yok etmek, kırıp geçirmek mânâlarına tefsir etmişler ve "onu dümdüz etti" fiilindeki zamirinin de işaret ettiğimiz gibi demdeme mastarının ve bu karine (ipucu) ile Arzın yerini tuttuğunu söylemişlerdir ki, birisi azabın eşit şekilde hepsine genelleştirildiğini, birisi de o yo k etmenin, onların yere geçirilmesi suretiyle olduğunu ve oturdukları yerlerin başlarına geçirilip düpedüz bir harabeye çevrildiğini veya yok olmalarıyla yerin düzlenmiş bulunduğunu ifade eder. Bu zamirin "demdemen" mastarının yerini tutması daha açık ve ş u zamiri de uygundur.

15. Ve o, onun akibetinden korkmaz. Yani Allah verdiği cezanın sonundan, acaba sonunda bir zarar veya sorumluluk gelir mi? diye endişe edecek değildir. O, sonunda yaptıklarının hesabını vermeğe mecbur olan ve ona göre verdiği cezalarda, ettiği azaplarda akibetinden korkması lazım gelen yaratılmış hükümdar ve hakimlere benzemez. Çünkü onun üstünde onu sorumlu tutacak, ona bir zarar verebilecek hiçbir kuvvet ve kudret yoktur. O hakkın kendisidir. Her şeyi yapmaya kendiliğinden layık, her ne yapsa hakkıdır. Bütün mülk onun olduğu için mülkünde "Dilediğini yapan"(Hud, 11/107) ve "yaptığından mesul olmaz."(Enbiya, 21/23) bir zat olarak dilediğini yapar, kimsenin karşı çıkma ve karışmaya hak ve selahiyeti olmadığı gibi zerrece bir za r ar verebilme ihtimali de yoktur. O, yok ettiği yaratıkların daha iyisini yaratma ve yok edilmelerinden sonra da onlara dilediği sevap ve cezayı verebilme gücüne sahip olduğu için, onun yok etmesi kendisi hakkında bir zarar teşkil etmeyeceği gibi, başkası h akkında bir zulüm değil, hak ve adaletin ta kendisi olur. Zira hakkın zatının üstünde bir hak ölçü ve ilkesi yoktur. O nefisleri önce düzgün hale getirip yaratan Allah, onları bu şekilde genel olan günahlarından dolayı cezalandırmada eşit tutmakla bir hak s ızlık değil, adalet yapmış olur.

Bu BİRİNCİ izaha göre vav, mukadder bir soruya cevap olarak gelen başlangıç cümlesinin başında bulunan vav olup "korkmaz" fiilin fail (özne) zamiri Allah lafzının yerini tutmaktadır. Bu cümle yaratılmışların sorumluluğunu, yaratıcının sorumsuz ve yaptığından sorumlu tutulmaz olduğunu anlatarak

cezanın şiddetiyle beraber hak olduğunu açıklamak ve dümdüz etmeden hatıra gelebilecek sakıncalı kuruntu ve vehimleri defetmektedir. Yüce Allah hakkında korku asla tasavvur edilemeyeceği için bu ifadenin, onların Allah katında zelil ve hakir olduklarını tasvir için bir istiare-i temsiliyye olduğu da söylenmiştir. Bundan başka burada başka iki izah şekli daha söylenmiştir.

İKİNCİSİ, zamirinin, "Resul" isminin yerini tutmasıdır ki, "o resul ne oldu?" şeklinde mukadder bir soruya karşı, o resul bu cezasının sonucundan korkmaz. Zira o onları sakındırmış, peygamberlik görevini yapmış olduğu için ona korku ve sorumluluk yoktur demek olup "Azap emrimiz gelince Salih'i ve bera b erindeki iman etmiş olanları, tarafımızdan bir rahmet ile kurtardık." (Hûd, 11/66) mânâsıyla temizlenmiş nefislerin kurtuluşlarına misal olur.

ÜÇÜNCÜSÜ de Süddî, Dahhâk, Mukatil ve Zeccâc'ın görüşlerine göre "vav", hal bildiren vav olup zamir "eşkâ" (en azılı) şahsın yerini tutmaktadır. "Halbuki o azılı kişi işlediği suçun cezasından korkmuyordu." demek olur.

Tefsircilerin bazısı, yeminin cevabı, bu Semud kıssasından anlaşılan mânâya göre, sûrenin sonunda mukadder olduğu görüşüne varmışlardır. Buna göre sûrenin asıl geliş gayesi özetle şu mânâ olur: Güneşe, onun parıltısına,... yemin olsun ki sizin içinizden Allah'ın Resulünü yalanlayanlara azap muhakkaktır. Evvelki izah şeklinde ise "Elbette nefsini temizleyen kurtulmuş; onu kirletip gömen zi y an etmiştir." bölümü büyük önerme makamında asıl cevap olup bu kıssa onu misal ile isbat ve vurgulama olduğundan neticenin şöyle dallara ayrılması gerekir: İşte Allah'ın ilham ve hidayetine uyup nefislerini takva ile temizleyenler kurtuluşu bulduğu gib i, nefislerini temizlemeyip de aksine kötülük ve isyan ile fesada uğratmış olanlar, Allah'ın elçisini yalanlayıp azgınlarına uyan ve bu yüzden günahlarıyla yok olup giden Semud gibi Resulullah (s.a.v.)'ı yalanlayıp azgınlara uyarak kendilerini neticede az a ba mahkum edip kaybeder ve hüsrana uğrarlar. O halde Allah'ın Resülüne ve nuru olan Kur'ân'a inanmaya, uymaya ve nefislerinizi takva ile temizlemeye ve geliştirmeye çalışınız ki kurtuluşa eresiniz. Denilmiş ki, bilhassa Semud kıssasıyla öğüt vermek, ilk m u hatap olan Araplar'ın yurtlarına yakın olduğu içindir.

Yorum ve işaret açısından da şöyle denilebilir: Bu kıssanın özel olarak

seçilmesinin nedeni şudur: Burada "Allah'ın devesi" bedene; "Salih", ruha; "devenin su nöbeti" de marifete işaret olduğuna göre, Semud kıssası insan nefsinin hallerine uygun, bu sûre de nefsin mutluluk ve bedbahtlıktaki mertebelerini açıklama akışı içerisinde geldiği için özellikle bu kıssa zikredilmiştir.

ŞEMS SÜRESİ(Muhammed ESED)

Bu sureye nüzulünden itibaren adını veren anahtar kelime, birinci ayetinde geçmektedir. Bu surenin 97. sureden (Kadr) hemen sonra nazil olduğu kabul edilmektedir.
1 GÜNEŞİ ve onun aydınlık veren parlaklığını düşün, 2 ve güneşi(n ışığını) yansıtan1 ayı!
3 Dünyayı2 gün ışığına çıkaran gündüzü düşün, 4 ve onu karanlığa boğan geceyi!
5 Gökyüzünü ve onun hârika yapısını3 düşün, 6 ve yeryüzünü, onun (uçsuz bucaksız) genişliğini!
7 İnsan benliğini4 düşün ve onun nasıl (yaratılış) amacına uygun şekillendirildiğini;5 8 ve nasıl ahlakî zaaflarla olduğu kadar Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle de donatıldığını!6
9 Her kim [benliğini] arındırırsa, kesinlikle mutluluğa erişecektir, 10 onu [karanlığa] gömen ise hüsrandadır.
11 SEMÛD [kavmi,] kaba bir küstahlıkla [bu] hakikati yalan saydı;7 12 içlerinden en onulmaz azgınları, [zulüm yapmak için] ileri atılırken, 13 Allah'ın Elçisi onlara: “Şu dişi deve Allah'ındır, öyleyse bırakın suyunu içsin [ve ona bir zarar vermeyin]!”8 demişti.
14 Ama onlar Elçi'yi (hiçe sayıp) yalanladılar ve deveyi vahşîce boğazladılar;9 bunun üzerine Rableri, bu günahları yüzünden onları yıkıma uğrattı ve tümünü birden yok etti: 15 çünkü [onlardan] hiç biri başlarına gelecek şeyin korkusunu taşımıyordu.10
DİPNOTLAR
1 Lafzen, “onu izleyen (telâhâ)”, yani güneşi. Hicret'ten sonra 2. yüzyılda yaşamış olan büyük dilbilimci Ferrâ'ya göre, “bunun anlamı, ayın ışığını güneşten aldığıdır” (Râzî'nin nakli). Bu, aynı zamanda Râğıb'ın da yukarıdaki ibare ile ilgili yorumunu yansıtmaktadır.
2 Lafzen, “onu” -açık bir şekilde “dünya”ya yahut “yeryüzü”ne işaret eden bir zamir (Zemahşerî). Dikkat edilince görülecektir ki 1-10. ayetler, bütün varlık âleminde yaratılıştan mevcut olan -hem fizikî hem de ruhî- kutupluluğu yansıtmakta ve onu Yaratıcı'nın birliği ve benzersizliği ile kıyaslamaktadır.
3 Lafzen, “ve onu inşa edeni” -yani, görünen âlemin (ki semâ’nın bu bağlamdaki karşılığıdır) uyumunu ve bütünlüğünü sağlayan olağanüstü vasıfları. Benzer şekilde, müteakiben yeryüzü ile ilgili olarak lafzen “onu yayanı” şeklinde yapılan atıf da, göründüğü kadarıyla, onun genişliğinin güzelliğini ve çok yönlülüğünü sağlayan vasıflara bir telmîhtir.
4 Başka birçok örnekte olduğu gibi, oldukça geniş bir anlam yelpazesine sahip olan (bkz. 4:1 ile ilgili not 1'in ilk cümlesi) nefs terimi, burada bir bütün olarak insan benliğini veya kişiliğini gösterir: fiziksel bir beden ile genelde “ruh” olarak tanımlanan ama ne olduğu tam olarak tasavvur olunamayan hayat özünün bileşimi olan bir varlık.
5 Lafzen, “ve onu ...'e uygun olarak yapanı [veya “şekillendireni”] (sevvâhâ).” Sevvâ fiilinin özel anlamı için bkz. yukarıdaki anlamda kullanıldığı ilk yer olan 87:2, not 1. İnsana ve “insan kişiliği”ni oluşturan şeye yapılan atıf ile bedensel ihtiyaçların ve dürtülerin, duyguların ve entellektüel faaliyetlerin kopmaz bir şekilde birbirlerine sıkı sıkıya bağlandıkları canlı bir varlığın son derece kompleks mahiyetine yapılan işaret, evrenin tasavvur edilemez azametini -insanın kavrayabildiği ve nüfûz edebildiği kadarıyla- Allah'ın yaratıcı gücünün etkili bir kanıtı olarak düşünme çağrısı ile devam etmektedir.
6 Lafzen, “ve [düşün,] ona hayasızca işlerini (fucûrahâ) ve Allah'a karşı sorumluluk bilincini (takvâhâ) aşılayanı” -yani, insanın hem üstün ruhî mertebelere yükselme hem de açık ahlakî zaaflar gösterebilme özelliğine aynı ölçüde sahip olduğu gerçeği, insan tabiatının temel bir karakteristiğidir. En derunî anlamıyla, insanın kötü/yanlış davranabilme özelliği, onun doğru davranma yeteneğinin bir eşidir: başka bir deyişle, her “doğru” seçime bir değer kazandıran ve böylece insanı ahlakî olarak serbest irade sahibi kılan şey, temelde mevcut bulunan bu eğilim kutupluluğudur (karş. bu bağlamda 7:24-25, not 16).
7 Burada insanın potansiyel günahkarlığının bir tasviri olarak sunulan Semûd kavminin kıssası için bkz. 7:73-79 ve ilgili notlar.
8 “Allah'a ait olan dişi deve” konusunda bkz. sure 7, not 57. “Bırakın içsin” yasaklayıcı emri ile ilgili olarak da bkz. 26:155 ve ilgili not 67. Bu pasajın kurgusu, dişi deve menkıbesinin İslam öncesi Arabistan'ında iyi bilindiğini göstermektedir.
9 ‘Akarûhâ 'nın bu çevirisi için bkz. 7:77, not 61.
10 Onların Allah'ın yarattıklarına karşı merhametsizliklerinin, O'nun intikamından korkmadıklarını ve dolayısıyla O'na gerçekten inanmadıklarını gösterdiğine işaret.