11 Haziran 2007 Pazartesi

SAD SÜRESİ(MEVDUDİ)

Adı : Açılış harfi (sad), surenin adı olmuştur.

Nüzul zamanı : İleride de açıklanacağı gibi Hz. Peygamber (s.a) Mekke'de İslâm'ı açıkça anlatmaya başladığı zaman, daveti Kureyş'in ileri gelenleri arasında bomba etkisi yapmıştı. Bu bakımdan surenin, risaletin 4. yılında nazil olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim bazı rivayetlere göre bu sure, Hz. Ömer İslâm'a girdikten sonra nazil olmuştur. Hz. Ömer'in ise, Habeşistan hicretinden sonra müslüman olduğu bilinmektedir. Fakat surenin Ebu Talib'in hastalığı zamanında nazil olduğunu bildiren rivayetlere itibar edilirse, o zaman bu surenin risaletin 10. veya 11. yılında indiğini kabul etmek gerekir.

Tarihsel arka-plan: İmam Ahmed, Nesei, Tirmizî, İbn Cerir, İbn Şeybe, İbn Ebi Hatim ve İbn İshak'dan alınan nakillerin özeti aşağıda verilmiştir:

Ebu Talib hastalandığında, Kureyş'in ileri gelenleri biraraya gelerek aralarında istişare etmişler ve Ebu Talib'in, yeğeni Muhammed'le aralarını düzeltmesi için, kendisine arabuluculuk teklifinde bulunmayı kararlaştırmışlardır. Çünkü, Ebu Talib öldükten sonra Hz. Muhammed'e (s.a) dokunacak olurlarsa, tüm Arap kabilelerinin, kendileri için, "Amcası hayatta iken, ona dokunmaya cesaret edemediler. Ama Ebu Talib öldükten sonra Muhammed'e saldırdılar" diye ta'n edeceklerini düşünmüşlerdir.

İşte bu karar üzerine, Kureyş'in ileri gelenlerinden 25 kişilik bir heyet Ebu Talib'in yanına girmiştir. Heyetin içinde, Ebu Cehil, Ebu Süfyan, Umeyye b. Halef, As b. Vail, Esved b. Muttalib, Ukbe b. Muayt, Utbe ve Şeybe gibi ileri gelen kafirler vardı. Bu heyet doğruca Ebu Talib'in yanına giderek, her zaman yaptıkları gibi, Hz. Peygamber'i amcasına şikayet ettiler ve ona şöyle dediler: "Muhammed kendi dini üzerinde kalsın, biz de kendi dinimiz üzerinde kalalım. O bizim dinimize karışmazsa biz de onu kendi dininde serbest bırakır ve kime ibadet ederse etsin ona dokunmayız. Ama o da bizim tanrılarımızı kötülmesin ve halk arasında dinini yaymaya çalışmasın." dediler (müfessirler yukarıdaki tespiti hangi kaynaklara dayandırarak yaptıklarını belirtmemişlerdir. ancak, lay doğruysa bu, kabul edilebilir, makul bir görüştür.) Kureyş müşrikleri İslâm yayılmaya başladığı için oldukça perişandılar. İslâm'ın davetçisi, şerefli, lekesiz bir geçmişe sahip, akıl ve ciddiyet bakımından tüm Kureyş'in en seçkin kimselerindendi. Onun sağ kolu Hz. Ebu Bekir ise, değil sadece Mekke'nin, çevredeki kabilelerin de şerefli, dürüst ve zeki bir insan olarak tanıdıkları bir şahsiyetti. Şimdi de Hz. Ömer gibi cesur ve azimetli kişiliğe sahip birinin de onlarla birleştiğini görünce, tehlikenin boyutlarının büyüdüğünü hissetmişlerdir.

Konu: Yukarıda zikredilen olaylara ve anlatılanlara surenin girişinde değinilmiştir. Kafirlerle Hz. Peygamber (s.a.) arasındaki konuşma hakkında, kafirlerin İslâm'ı, kendisinde bir eksiklik, yanlışlık gördükleri için değil, kin, haset ve körü körüne atalarını taklit ettiklerinden dolayı reddettikleri söylenmiştir. Çünkü onlar kendi içlerinden bir peygambere tabi olmayı hazmedemiyorlardı. Bunun üzerine Ebu Talib, Hz. Peygamber'i (s.a) yanına çağırarak ona "Ey yeğenim! Kavmimizin ileri gelenleri bana geldiler. Onlar, aranızda âdilane bir anlaşmanın olup, bu çekişmezliğin sona ermesini istiyorlar" dedi ve sonra yeğenine Kureyşlilerin teklifini iletti. Hz. Peygamber (s.a.) ise amcasına şöyle bir cevap verdi: "Ey amcacığım! Ben onlara öyle bir kelimeyi kabul ettirmeye çalışıyorum ki, bu kelimeyi kabul ettikleri takdirde, onlara sadece Araplar değil, tüm dünya tabi olur." Kureyş heyetine Hz. Peygamber'in (s.a.) bu cevabı iletilince fena halde bozularak, cevap veremediler. Böylesine makul bir teklifi reddedebilecek kelimeleri hemen bulamamışlardı. Fakat kendilerine geldikten sonra, "Biz bir kelime değil, bin kelime bile söylemeye razıyız. Ama o kelime nedir?" dediler. Hz. Rasulüllah (s.a) "O kelime, la ilahe illallah'tır." diye cevap verdi. Bu cevabı duyar duymaz, Kureyş heyeti aniden hiddetlenerek ayağa kalktı ve söylenerek (ki ne söylediklerini surenin başında Allah Teâlâ beyan ediyor) çıkıp gittiler. İbn Sa'd "Tabakat" adlı eserinde, bu olayın tümünü sadece "Bu, Ebu Talib'in son hastalığı değildi" şeklindeki farklılıkla, yukarıdaki gibi zikretmiştir. Ona göre bu olay, "filan şahıs müslüman olmuş, filan şahıs İslâm'a girmiş" şeklindeki haberlerin kulaktan kulağa yayıldığı ilk dönemde vuku bulmuştur.

Öyle ki, bu haberler halk arasında yaygınlaşınca, Kureyş'in ileri gelenleri, Ebu Talib'e, Hz. Peygamber'i (s.a.) İslâm'ı anlatmaktan vazgeçirmesi için peşisıra heyetler gönderdiler. İşte bu heyetlerden birisi de yukarıda zikredilen heyettir.

Zemahşerî, Razî, Nisaburî ve bazı müfessirlere göre, bu heyet, Hz. Ömer İslâm'ı kabullendiği zaman Ebu Talib'e gitmiştir. Çünkü Hz.Ömer'in müslüman olması onları oldukça sarsmıştı. Fakat bu iddiayı doğrulayacak nitelikte hiçbir işaret yoktur. Çünkü onlar, sırf cehaletlerinden dolayı, içlerinden sadece bir kimsenin hakikati görmüş olmasının imkansız olduğunu öne sürerek, hakikatı tereddütle karşılıyorlardı. Üstelik bu hakikati, yani Tevhid ve Ahiret düşüncesini sadece inkâr etmekle kalmayıp, alay konusu da yapıyorlardı.

Bundan sonra Allah, "Alay ettiğiniz ve önderliğini kabul etmeye yanaşmadığınız bu şahıs, sizlerin üzerinde galip gelecek ve yine bu şehirde (Mekke'de) onun ayakları altında kalacaksınız." diye kafirleri uyarmıştır.

Ardından arka arkaya 9 peygamber zikredilmiştir. Ancak Hz. Davud ve Hz. Süleyman'ın kıssası, diğerlerinden daha ayrıntılı bir biçimde beyan edilmiştir.

Böylelikle Allah, Kur'an'ı okuyan kimselerin zihinlerine şu hususları yerleştirmek istiyor: "Adalet kesinlikle tarafsızdır. Allah katında ancak dürüst olan, yanlışta ısrar etmeyen, yanlışlık yapsa bile, hemen arkasından tevbe edip, dünyada ahiret hesabını dikkate alarak yaşayan kimseler makbuldur."

Daha sonra, isyan eden ve müslüman kimselerin ahiretteki hayatlarının bir tablosu çizilmiştir. Bu bölümde kafirlerin dikkati iki noktaya çekilmektedir. Birincisi, "Hiç düşünmeden körü körüne önderlerinizin peşinden koşuyor ve dalâlet yolunu takip ediyorsunuz. Fakat yarın onlar takipçilerinden önce kendilerini cehennemde bulacaklar ve birbirlerini suçlayacaklardır."

İkincisi, "Bugün mü'minleri zelil ve hakir görüyorsunuz ama yarın kendiniz azab içindeyken, cehennemde onlardan kimsenin bulunmadığını hayretle göreceksiniz."

Surenin sonunda Adem ile İblis kıssası yer almaktadır. Bu kıssanın beyan edilmesinin amacı, Kureyş'in kafirlerine, Hz. Peygamber'i (s.a.) kabul etmelerine kibirlerinin mani olduğunun hatırlatılmasıdır. Çünkü aynı kibir, İblis'i Adem'e secdeden alıkoymuştu. "Allah'ın Adem'e verdiği mevki ve rütbeye rağmen, İblis sırf hasedinden ötürü Allah'a karşı gelmiş ve lanete müstehak olmuştu. Şimdi de Allah, Hz. Muhammed'e (s.a) bir mevki ve rütbe vermişken sizler sırf hasedinizden dolayı ona karşı çıkıyorsunuz. Allah onu bir peygamber olarak görevlendirmiş olmasına rağmen, Hz. Muhammed'i (s.a) reddediyorsunuz. Bu yüzden sizlerin sonu İblis'in sonu gibi olacaktır.

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1 Sâd,1 Zikir2 dolu Kur'an'a andolsun;

2 Hayır; o küfredenler (boş) bir gurur ve bir parçalanma içindedirler.3

3 Biz kendilerinden önce, nice kuşakları yıkıma uğrattık da onlar feryad ettiler; ancak (artık) kurtulma zamanı değildi.

4 İçlerinden kendilerine bir uyarıcı-korkutucunun gelmiş olmasına şaştılar.4 Kâfirler dedi ki: "Bu, yalan söyleyen bir büyücüdür."5

5 "İlahları bir tek ilah mı yaptı? Doğrusu bu, şaşırtıcı bir şey."

6 Onlardan önde gelen bir grup: 6"Yürüyün, ilahlarınıza karşı (bağlılıkta) da kararlı olun;7 çünkü asıl istenen budur" diye çekip gitti.8

AÇIKLAMA

1. Tüm huruf-u mukattaa'larda olduğu gibi burada da "sâd" harfinin anlamını belirtmek kolay değildir. Ancak İbn Abbas ve Dahhak'ın verdikleri anlam mantıklıca görülüyor. Onlar "sâd" harfinin "vesadıkfigavlihi" (Sözünde doğru olandır) veya "sadaka Muhammed" (Muhammed ne söylüyorsa doğrudur) anlamına geldiğini öne sürmektedirler. Nitekim bizler de Urduca'da "sâd" harfini aynı anlamda kullanırız. Sözgelimi, bir şahıs bir şey söylediğinde "sâd" deriz. Yani, "Onu tasdik ediyorum, onu doğruluyorum" demektir bu.

2. "Zikir sahibi" iki anlama da gelebilir. Birincisi, şerefli Kur'an, ikincisi nasihat dolu Kur'an, yani unutulanları hatırlatıp, gafletten uyandıran Kur'an.

3. İbn Abbas ve Dahhak'ın "Sad" harfi hakkında yaptıkları tevili kabul edersek eğer, bu cümlenin anlamı şöyle verilebilir. "Şerefli ve nasihat dolu Kur'an'a yemin olsun ki, Muhammed'in söyledikleri doğrudur." Ancak "sad" harfinin diğer huruf-u mukattaa gibi (kimsenin anlamını bilemeyeceğini) kabul edersek, o takdirde yeminin cevabının hazfedilmiş olduğunu kabul etmemiz gerekir. Nitekim sonraki cümleler bu hususu izah ediyor. O halde tam karşılığı şöyle vermek mümkündür. "Kafirlerin inkâr etmeleri bu dinin bir eksikliği olduğundan veya Rasulüllah'ın Kur'an'ı anlatışındaki yetersizlikten dolayı değildir. Asıl neden onların içinde bulundukları cahilce kibir ve inatlarıdır. Buna bizzat Kur'an da şahadet etmektedir. Çünkü Kur'an'ı önyargısız okuyan kimse, onda hiçbir çelişkinin olmadığı gerçeğini açıkça teslim edecektir.

4. Bu akılsızlar, kendi içlerinden bir insanın, onları uyarmak için görevlendirilmiş olmasına şaşıyorlar. Oysa, farklı bir yaratık gönderilseydi ya da durup dururken dışarıdan gelen bir yabancı peygamberlik iddiasında bulunsaydı, işte o zaman bu şaşılacak bir şey olurdu ve onlar haklı görülebilirdi. Çünkü insanların duygularına ve problemlerine vakıf olmayan farklı bir yaratığın insanlara örnek olması düşünülebilir mi? Ya da aniden çıkıp gelen bir yabancı peygamberlik iddiasında bulunuyorsa, onun iddiasında haklı olup olmadığı nasıl bilinebilir.

5. Hz. Peygamber (s.a.) hakkında "sihirbaz" ifadesini şunun için kullanıyorlardı: "Bu adam (Hz. Muhammed) o kadar etkileyici biridir ki, peşinden gidenler, ne kadar zarar görürlerse görsünler, yine de ondan kopmuyorlar. Baba oğlunu, oğlu babasını sırf o adam yüzünden terk ediyor. Kadın kocasından, kocası karısından yine onun yüzünden ayrılıyor. Hatta kendi öz vatanlarını bile terk etmeyi göze alıyorlar. İşleri ve ticaretleri zarara uğrasa da, uğramasa da, akrabalarıyla bir ilgileri kalsa da kalmasa da, her türlü işkence de dahil hiçbir şey onları, Muhammed'in kendilerine öğrettiği düşüncelerden vazgeçirmeye yetmiyor." (Bkz. Enbiya an: 5.)

6. Bu, Kureyş'in ileri gelenlerinden bir heyetin Ebu Talib'e gelerek, Hz. Peygamber (s.a) ile yaptıkları görüşmeye işaret etmektedir.

7. Hz. Peygamber'in (s.a) heyete " La ilahe illallah sözünü kabul ettiğniz takdirde tüm dünya sizlerin olur." şeklinde söylediği söze atıfta bulunulmaktadır.

8. Yani, onlar demek istiyorlar ki, "Muhammed'in amacı İslâm değil, asıl o, bizi kendisine tabi kılmak istiyor."

7 "Biz bunu diğer dinde işitmedik,9 bu, içi boş bir uydurmadan başkası değildir."

8 "Zikir (Kur'an), içimizden ona mı indirildi?" Hayır, onlar benim zikrimden bir kuşku içindedirler.10 Hayır, onlar henüz benim azabımı tatmamışlardır.

9 Yoksa, güçlü ve üstün olan, karşılıksız bağışlayan Rabbinin hazineleri onların yanında mıdır?

10 Yoksa göklerin yerin ve bu ikisi arasında bulunanların mülkü onların mı? Öyleyse, sebepler içinde (bir imkân ve güç bularak göğe) yükselsinler.11

11 Onlar, burada, (çeşitli) fırkalardan olma bozguna uğratılmış bir ordu(durlar).12

12 Onlardan önce de Nuh kavmi, Ad ve kazıklar sahibi13 Firavun da yalanlamıştı,

13 Semud, Lût kavmi ile Eyke halkı da. İşte onlar da, (Allah'a karşı isyanda birleşen ve güç toplayan) fırkalar(dı).

14 Hepsi de peygamberleri yalanladılar, böylece azabla-sonuçlandırmam (onlara) hak oldu.

AÇIKLAMA

9. Yani, "Ne bizim atalarımız, ne civardaki Yahudi ve Hıristiyanlar, ne İran ve Irak'taki mecusîler, ne de tüm Arablardan hiçkimse" sadece "Bir olan Allah, alemlerin Rabbidir" dememiştir. Onlar da Allah'ın sevdiği kimselere değer verirler, türbelere yüz sürerler, adak ve kurban keserler. Bazıları evlat sahibi olmak için dua eder, bazıları rızk için yalvarırlar ve hepsi de dualarının kabul edileceğine, bu zatlardan feyz aldıklarına ve bu kimselerin kendilerinin tüm sorunlarını çözdüklerine yürekten inanırlar. Şimdi Muhammed'in, "Onların Allah'ın saltanatında hiçbir paylarının olmadığı ve tüm yetkinin Allah'ın elinde olduğu" şeklinde, hiç kimsenin söylemediği sözleri sarfettiğini duyuyuyoruz.

l0. Yani, "Onlar seni değil bizi yalanlıyorlar. Senin doğruluğundan asla şüphe etmiş değillerdir. Fakat sen, gönderdiğim zikir doğrultusunda, emrolunduğun gibi onlara tebliğ etmeye başlayınca, hemen şüphelenmeye başladılar. Oysa daha önce senin doğruluğun hakkında tereddütsüz yemin ediyorlardı." (Aynı konu En'am: 33'te de zikrolunmuştur. Bkz. En'am an: 21.)

11. Bu, kafirlerin, "Muhammed'in dışında, Allah'ın peygamberlik göndereceği başka kimse yok muydu?" şeklindeki sorularına bir cevaptır. Cevapta şöyle deniliyor: "Bunlar ne zamandan beri yetki sahibidirler ki, kimi peygamber göndereceğimi onlara sorma ihtiyacı duyayım? Gerçekten yetki sahibi olmak istiyorlarsa eğer, aya çıksınlar ve kainatı ele geçirmek için çabalasınlar. Sonra da dilediklerini peygamber olarak göndersinler." Kureyş'in ileri gelenlerinin ikide bir tekrarlayıp durdukları, "Peygamberlik makamına Kureyş'deki diğer zengin ve güçlü kimseler değil de, niçin Muhammed layık bulunmuş?" şeklindeki iddiaları Kur'an'ın çeşitli yerlerinde zikredilmiştir. Bkz. İsra: 100, Zuhruf: 31-32.

12. Burada Mekke'ye işaret olunmaktadır. Yani, "Bunlar yine aynı şehirde mağlup olacaklardır. Onlar belki Rasulüllah'ı hor ve hakir görerek reddediyorlar ama öyle bir zaman gelecek ki, kendilerini Peygamber'in ayakları altında bulacaklardır."

13. Firavun hakkında "kazıklar sahibi" şeklinde bir tanımlama yapılmıştır. Çünkü, onun saltanatı yere çakılmış kazıklar gibi sapasağlamdı. Ya da şöyle denilebilir: "Ordusunda fazla asker olduğu için, ordunun konakladığı yerde çok sayıda kazık diktirirdi." Veya "Kim kendisine karşı gelirse, onu kazığa oturturdu." Bu bağlamda, Mısır'daki Ehramları yeryüzüne kazık gibi çakmış olmasının da kastedilmesi mümkündür.

15 Bunlar da, (geldiğinde) bir anlık gecikmesi bile olmayan bir tek çığlıktan14 başkasını gözetlemiyorlar.

16 (Alaylı alaylı) Dediler ki: "Rabbimiz, hesap gününden önce (azabdan bize vadettiğin) payımızı çabuklaştırıver."15

17 Onların söylemekte olduklarına karşı sabret 16ve bizim güç sahibi kulumuz Davud'u 17hatırla;18 çünkü o, (her tutum ve davranışında Allah'a) yönelip-dönen biriydi.

18 Doğrusu biz dağlara boyun eğdirdik, akşam ve sabah onlar kendisiyle birlikte (Allah'ı) tesbih ederlerdi.

19 Ve toplanıp gelen kuşları da. Hepsi de onunla (Allah'ı tesbih etmede uyum içinde) yönelip-dönmekte olanlar idi.19

20 Onun mülkünü güçlendirmiştik. Ona hikmet ve anlatım çarpıcılığını vermiştik.20

21 Sana o davacıların haberi geldi mi? Hani onlar mihraba (Davud'un bulunduğu yere girmek için) yüksek duvardan tırmanmışlardı.21

AÇIKLAMA

14. Yani, "Tek bir patlama onları yok etmek için yeterlidir." Şöyle bir anlam da verilebilir: "Bundan sonra onlara hiçbir fırsat verilmeyecektir."

15. Yani, "Allah'ın azabının çok dehşetli olmasına rağmen, onlar o kadar akılsız davranıyorlar ki, Hz. Peygamber'le (s.a.), kendisinden azabı hemen getirmesini isteyerek alay ediyorlar."

16. Bu, kafirlerin şu itirazlarına bir cevaptır:

a) O Muhammed, sihirbazın ve yalancının biridir.

b) Allah, Muhammed'den başka peygamber gönderecek kimse bulamadı mı?

c) Muhammed'in amacı, İslam'a tebliğ vs. değildir. O'nun asıl maksadı başkadır.

17. Bu cümle "Kulumuz Davud'u hatırlayın" şeklinde de tercüme edilebilir. İlk şekildeki tercümeye göre bu cümle, "Davut'un kıssasından ibret alın." İkinci tercümeye göre ise, "Bu kıssayı hatırlayın. Çünkü sizlerin sebretmesine yardımcı olacaktır." şeklinde anlaşılabilir. Bu kıssanın beyan edilmesi ile iki husus vurgulanmış ve kelimeler her iki anlama da delâlet edilebilecek şekilde kullanılmıştır. İzah için bkz.. Bakara an: 273, İsra an: 7 ve 63, Enbiya an: 70-73, Neml an: 18-20, Sebe an: 14-16.

18. "Ellerin sahibi" şeklindeki ifade, "kuvvet sahibi" anlamına gelir ve mecazen kullanılmıştır. Hz. Davud'a bu sıfatlar, şu yüzden atfedilmiştir.

1) Cismanî kuvvet: Hz. Davud bu kuvveti Calut karşısında göstermiştir.

2) Askerî ve siyasî kuvvet: Hz. Davud civardaki tüm müşrik toplulukları yendiğinde sağlam bir İslâmi devlet kurmuştur.

3) Ahlâkî kuvvet: Hz. Davud bir yönetici olmasına rağmen, bir fakir gibi yaşamış ve Allah'ın hududları içinde kalmıştır.

4) İbadet kuvveti: Hz. Davud, devlet yönetimi ile ve sürekli cihadla iştiğal etmesine rağmen (sahihayn'in rivayetlerine göre), gün aşırı oruç tutar ve gecelerinin üçte birini Allah'a ibadetle geçirirdi. İmam Buhari'nin Hz. Ebu Derda'dan rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.), Hz. Davud'un zikri geçtiği yerde, "O, Allah'a çok ibadet eden biriydi" derdi.

19. İzah için bkz. Enbiya an: 71.

20. Yani Hz. Davud çok fasih ve beliğ konuşurdu. O konuştuğunda karşısındaki kimseler, ne demek istediğini açıkça anlarlardı. Hüküm verdiğinde de, açıkça hüküm verirdi. Hem ilim, hem de konuşma bakımından faziletli olmak, ancak böyle birine nasip olabilirdi.

21. Asıl maksat, kıssanın beyanı olmasına rağmen, kıssa anlatılmadan önce kıssanın kahramanının (Hz. Davud) şahsiyeti ve ne tür özelliklere sahip olduğu vurgulanmıştır.

22 Davud (un yanın)'a girdiklerinde, o, onlardan ürkmüştü;22 onlar dediler ki: "Korkma, iki davacıyız, birimiz diğerimize haksızlıkta bulundu. Şimdi sen aramızda hak ile hükmet, kararında zulme sapma ve bizi doğru yolun ortasına yöneltip-ilet."

23 "Bu benim kardeşimdir,23 doksan dokuz koyunu vardır, benimse bir tek koyunum var. Buna rağmen "Onu da benim payıma (koyunlarıma) kat" dedi ve bana konuşma (tarzın)da üstün geldi."24

24 (Davud) Dedi ki: "Andolsun senin koyununu, kendi koyunlarına (katmak) istemekle sana zulmetmiştir.25

Doğrusu, (emek ve mali güçlerini) birleştirip katan (ortak)lardan çoğu, birbirlerine karşı tecavüz ederler; ancak iman edip de salih amellerde bulunanlar başka. Onlar da ne kadar azdır." Davud, gerçekten bizim onu denemeden geçirdiğimizi sandı, böylece Rabbinden bağışlanma diledi ve rükû ederek 26yere kapandı ve (bize gönülden) yönelip-döndü.

25 Böylece onu bağışladık. Şüphesiz onun bizim katımızda gerçekten bir yakınlığı ve varılacak güzel bir yeri vardır.27

26 "Ey Davud, gerçek şu ki, biz seni yeryüzünde bir halife kıldık. Öyleyse insanlar arasında hak ile hükmet, istek ve tutkulara (hevaya) uyma; sonra seni Allah'ın yolundan saptırır. Şüphesiz Allah'ın yolundan sapanlar, hesap gününü unutmalarından28 dolayı onlar için şiddetli bir azab vardır."

AÇIKLAMA

22. "Korkmuştu"çünkü o iki kişi normal yoldan değil, duvardan atlayarak odasına girmişlerdi.

23. "Kardeş"kelimesiyle nesebî bir kardeşliği değil, din kardeşliğini kasdetmiştir.

24. İlerideki konuyu daha iyi kavrayabilmek için burada biraz durulması gerekiyor. Çünkü mezkur şahıs, davacı olduğu kimse için "Benim koyunumu zorla aldı" demek istememiştir. O şöyle demiştir: "Bu kardeşimin 99 koyunu var, benimse bir tek koyunum." yani kardeşim büyük güce sahip bir zengin, bense fakir bir kimseyim. Bu yüzden de, onun isteklerine karşı çıkma cesaretini kendimde bulamıyorum.

25. Burada Hz. Davud'un, sadece bir tarafı dinleyerek karar verdiği zehabına kapılmak yanlıştır. Çünkü davacının konuşup davalının susmuş olmasından, onun suçunu kabullenmiş olduğu anlamı çıkar. Bunun üzerine de Hz. Davud kararını vermiştir.

26. Burada secdenin gerekli olup olmadığında ihtilaf vardır. İmam Şafî, bu secdenin bir peygamberin tevbesi olduğunu öne sürerek secdenin vacib olmadığını söylemiştir. İmam Ebu Hanife ise, burada secdenin vacib olduğu kanaatindedir. Nitekim bu görüş hakkında İbn Abbas'dan üç rivayet nakledilmiştir. İkrime'nin İbn Abbas'dan rivayet ettiğine göre bu ayet, secdeyi gerekli kılar. Çünkü (İbn Abbas) Hz. Peygamber'i (s.a.) bu ayeti okuduktan sonra secde ederken gördüğünü söylemiştir. (Buhari, Ebu Davud, Tirmizî, Neseî, Müsned-i Ahmed). İkinci rivayet Said b. Cübeyr'den nakledilmiştir.

Hz. Peygamber (s.a) Sad Suresi'ni okurken secde etti ve şöyle buyurdu: "Davud tevbe ve şükür için secde etmişti. Biz de şükretmek için secde ediyoruz." Yani onun tevbesi bu yüzden kabul olmuştur. (Neseî). Üçüncü rivayeti Mücahid nakletmiştir. "Allah Teâlâ Kur'an'da "Allah'ın doğru yolu gösterdiği kimselere uyun" diye emretmiştir. Bu Davud da bir peygamberdi ve secde etmişti. Hz. Peygamber (s.a.) de ona uyarak secde etmiştir. (Buhari). Bu üç rivayet de İbn Abbas'dan mervidir. Ebu Said el-Hudri şöyle bir rivayette bulunmuştur: "Rasulüllah bir gün hutbede "Sad" Suresi'ni okudu ve bu ayete geldiği zaman, minberden inerek secde etti. Orada bulunanlar da Hz. Peygamber'le (s.a.) birlikte secde ettiler. Yine, Rasulüllah bir defasında hutbede bu ayeti okudu. Orada bulunanlar ayeti işitince secde etmeye hazırlandılar. Rasulüllah: "Bu, bir peygamberin tevbesi idi. Fakat sizler secde etmeye hazırlanıyorsunuz" diyerek minberden indi ve secde etti. Orada bulunanlar da onunla birlikte secde ettiler." (Ebu Davud). Bu rivayetlerden secde etmenin vucubiyeti anlaşılmıyorsa da, en azından Hz. Peygamber'in (s.a.) bu mevkide secde ettiği açıkça görülmektedir. Dolayısıyla secde etmek herhalde daha efdaldir. Nitekim İbn Abbas'dan yukarıda zikrettiğimiz rivayetler secde etmenin gerekliliğine delâlet etmektedirler.

Bu ayetin şu şekilde anlaşılması da mümkündür. Allah burada "rüku etti" biçiminde bir ifade kullanmıştır. Ancak tüm müfessirler ittifakla bu ifadenin "secde etti" anlamına geldiği görüşündedirler. İfadenin orijinalinden hereketle İmam-ı Ebu Hanife ve arkadaşları, namazda ve namaz dışında bu ayeti işiten bir kimsenin secde yerine rüku edebileceğini söylemişler ve görüşlerine delil olarak Allah'ın "secde" yerine "rüku" kelimesini kullanmış olmasını göstermişlerdir. Bundan anlaşıldığına göre rüku, secdenin yerine geçebilir. Nitekim Şafii mezhebi fakihlerinden İmam Hattabi de aynı görüştedir. Ancak bu düşünce her ne kadar makul ise de, Hz. Peygamber (s.a.) ve sahabelerinden rükunun secde yerine yapılabileceği şeklinde bir rivayet yoktur. Dolayısıyla secde yapmaya bir engel olduğu takdirde, rüku edilebilir. Aksi halde bunu bir adet haline getirmek doğru değildir. Nitekim Ebu Hanife ve arkadaşlarının kastetmiş oldukları da bu değildir. Onlar sadece secde yerine rüku'nun da olabileceğini söylemişlerdir.

27. Hz. Davud'un hata yaptığı meselenin koyun meselesine benzer olması gerekir. Çünkü karar verdiği esnada aniden imtihan olunduğunu hatırlamıştır. Ancak bu hatası affedilemeyecek kadar önemli değildir. Bu yüzden Allah onu affettiği gibi ayrıca mertebesini de yükseltmiştir. Allah, onu, kendi kendine pişman olması, secde ve tevbe etmesi dolayısıyla affetmiş ve onun ne bu dünyadaki ne de öbür dünyadaki makamına bir halel gelmemiştir.

28. Bu uyarı nedeniyle Hz. Davud tevbe etmiş ve Allah da onun bu tevbesini kabul ederek mertebesini yükseltmiştir. Bundan anlaşıldığına göre, Hz. Davud'un davranışında nefsanî bir zaafın payı vardı ve ayrıca -muhtemelen- hükümdar oluşu sebebiyle gücünü adil olmayan bir biçimde kullanmıştı. Oysa bu şekilde davranmak bir hükümdara yakışmazdı.

Bu bağlamda aklımıza üç soru geliyor. 1) Hz. Davud ne yapmıştı? 2) Allah Teâlâ, onun bu davranışını niçin açıkça değil de imalı bir şekilde zikretmiştir? 3) Bu olaydan ne gibi bir ders çıkarabiliriz?

Yahudi ve Hıristiyanların mukaddes kitaplarını okumuş olanlar şu hikâyeyi bilirler; (eğer o kitaplara inanırsak) "Hz. Davud Hititli Urya'nın karısıyla zina etmiş ve daha sonra Urya'yı kasten savaşa göndererek öldürmüştür. Sonra da karısını nikahı altına almıştır." Ayrıca bu kitablara göre zina yaptığı bu kadından Hz. Davud'un oğlu Hz. Süleyman olmuştur. Bu hikâye Kitab-ı Mukaddes'in II. Samuel 11. ve 12. bölümlerinde ayrıntılı bir şekilde kayıtlıdır. Kur'an'ın nüzulünden asırlar önce Kitab-ı Mukaddes'de kayıtlı olan bu olayı bütün dünyadaki Yahudi ve Hıristiyanlar okuyorlar, işitiyorlar ve ayrıca inanıyorlar da. Bu yüzden tüm dünyada, batı ülkelerinde, İsrailoğulları'nın dini eserlerinde bu ithamın geçmediği hiçbir kitap adeta yoktur.

"Ve Rab Natan'ı, Davud'a gönderdi. Ve yanına gelip ona dedi: Bir şehirde biri zengin ve öbürü fakir iki adam vardı. Zengin adamın pek çok koyunları ve sığırları vardı. Ve fakir adamın satın almış ve beslemiş olduğu küçük bir dişi kuzudan başka bir şeyi yoktu; ve kuzu onun yanında kendisiyle ve çocukları ile beraber büyümüştü; ve lokmasından yer, tasından içer, koynunda yatardı. O kendi kızı gibiydi. Ve zengin adama bir yolcu geldi ve kendisine gelen yolcuya hazırlamak için kendi koyun ve sığırlarından almaya kıyamadı, fakir adamın kuzusunu aldı ve yanına gelen adam için onu hazırladı. Ve o adama karşı Davud'un öfkesi çok alevlenip Natan'a dedi: Hayy olan Rabbin Hakkı için bunu yapan adam ölüm oğludur ve bu şeyi yaptığı ve acımadığı için kuzuyu dört kat ödeyecektir. Ve Natan Davud'a dedi: O adam sensin. İsrail'in Allah'ı Rab şöyle diyor: Ben seni İsrail üzerine kral olarak meshettim ve ben seni Saul'un elinden kurtardım ve efendinin evini sana ve efendinin karılarını koynuna verdim. Ve İsrail'le Yahuda evini sana verdim. Ve eğer bu az gelse idi, sana daha neler verirdim. Niçin Rabbin gözünde kötü olanı yaparak onun sözünü hor gördün? Hititli Urya'yı kılıçla vurdun ve karısını kendine karı olarak aldın ve Urya'yı Amman Oğulları'nın kılıcı ile vurdun.

Ve şimdi kılıç ebediyyen senin içinden ayrılmayacak; çünkü beni hor gördün ve Hititli Urya'nın karısını kendine karı olarak aldın. Rab böyle ediyor: İşte, kendi evinden sana karşı kötülük çıkaracağım ve senin gözlerinin önünde karılarını alıp komşuna vereceğim ve bu güneşin gözü önünde o, senin karılarınla yatacak. Çünkü sen gizlice yaptın, fakat ben bu şeyi tüm İsrail karşısında ve güneşin karşısında yapacağım." (II. Samuel, 12: 1-2.)Bu kıssa herkes tarafından bilindiği için Kur'an bu olayı ayrıntılarıyla ele almamıştır. Zaten Sünnetullah'da bu tür olaylar ayrıntılarıyla beyan edilmez. İşte bu yüzden ima yoluyla anlatılmıştır. Ayrıca bu olayın hiç de Ehli kitab'ın anlattığı gibi olmadığı da zikredilmiştir. Asıl olay, Kur'an'da açıkça anlaşılacağı üzere Hz. Davud'un Urya'dan (ya da ismi ne olursa) karısıyla evlenme isteğinde bulunmuş olmasıdır. Bu istek, sıradan bir insan tarafından değil, güçlü bir hükümdar ve önemli bir şahsiyet tarafından yapılmıştır. Kadının kocası ise sıradan bir vatandaştı. Hz. Davud böyle bir teklifte bulunmuş olmasına rağmen, teklifinin ardında bir cebr unsuru bulunmuyordu, ama yine de sıradan bir vatandaşın böyle bir teklifin altında ezilmemiş olması mümkün değildir. Urya Hz. Davud'a belki de olumlu bir cevap verecek iken, halktan iki salih insan aniden Davud'un huzuruna girmiş ve güya ondan aralarındaki hadise ile ilgili karar vermesini istemiş olabilirler. Hz. Davud önce aralarındaki davayı, gerçek bir hadise sanmış ve davacıyı dinledikten sonra hükmünü vermiştir. Ancak bu hükmü verirken vicdanında muhasebe yaparak, "İşte senin Urya'ya yaptığın teklif ile, bu güçlü adamın yaptığı teklif arasında bir fark yoktur. Ben onun bu teklifini zulüm diye niteleyip, karar verdikten sonra, aynı zulmü neredeyse irtikap edeceğim" şeklinde düşünmüş olacak ki, bu gerçeği hemen anladığında secdeye gitmiş ve Allah'a tevbe ederek bu teklifinden vazgeçmiştir.

Kitab-ı Mukaddes'de bu olay en çirkin şekle büründürülerek anlatılmıştır. Biraz düşünecek olursak olayın şöyle cereyan ettiğini anlayabiliriz. Hz. Davud, o kadının sıradan birinin yerine, bir hükümdarın karısı olmasının daha münasip düşeceğini düşünmüş olabilir. Ve böyle bir düşünceden hareketle kadının (Urya'nın karısının) üstün özelliklerini duymuş ve -muhtemelen- böyle bir kadının kocasına sözkonusu teklifi iletmiştir. O dönemde bu tür şeyler, toplum içinde normal karşılanıyordu. Çünkü başka birinin karısını beğenen şahıs hiç çekinmeden kadının kocasına "karını boşa onunla ben evleneyim" diyebiliyordu. Böyle bir teklifle karşılaşan kimse, hiçbir şekilde gocunmaz hatta dost hatırı için sırf arkadaşı evlenebilsin diye karısını boşardı. Ancak Hz. Davud böyle bir teklifde bulunacağı zaman karşısındaki kimsenin sıradan bir insan olduğunu hesap etmemiştir. Zira, Hz. Davud sıradan bir insan olmadığı gibi, ayrıca bir hükümdardır.

Yaptığı teklifte bir cebr sözkonusu olmasa dahi, sırf sahip oldukları nitelikler bakımından, karşısındaki kişi onun bu teklifini emir olarak telakki edebilirdi. Temsili bir davaysa, Hz. Davud'un bu olayı vicdanen muhasebe etmesine ve hatasını farkeder etmez teklifinden vazgeçmesine neden oldu. Böylece bu iş de kapanıvermiş oldu. Fakat bir süre sonra kadının kocası bir savaş esnasında şehit düşmüştür. Adamın şehit düşmesi üzerine karısı dul kaldığı için, Hz. Davud onu kendisine nikâhlamıştır. Ancak yahudilerin habis zihniyeti bu olayı efsane haline sokmuştur. Ayrıca böylesine çirkin bir olayın ortaya atılma nedenlerinden biri de bir grup yahudinin Hz. Süleyman'a cephe alıp düşman kesilmiş olmalarıdır. Dolayısıyla bu kimseler olayı abartarak Hz. Süleyman'ı karalamaya çalışmışlardı. (Bkz. Neml an:56) Yahudiler bu yüzden -Maazallah- Hz. Davud'un Urya'nın hanımını kendi sarayının çatısı üzerinde çırılçıplak yıkanırken gördüğü ve kadını sarayına getirterek onunla zina ettiği ve kadının hamile kalması üzerine de kocasını Benu Amum'lularla yapılan bir savaşa gönderdiği şeklinde bir hikâye düzmüşlerdir. Güya komutan Yuab'a "Urya'yı, öldürebileceği bir yere tayin etmesini" emretmiştir. Urya öldürülünce de Hz.Davud onun karısını kendisine nikahlamış ve bu kadından Hz. Süleyman doğmuştur. İşte tüm bu yalan iftira ve zulmü yahudiler Kitab-ı Mukaddes'e kaydetmişlerdir. Ve ne yazık ki hâlâ okunup durmaktadır. Binaenaleyh Hz. Musa'dan sonra İsrailoğulları'na ihsan edilen bu iki büyük insanı bu şekilde zelil etmeye çalışmışlardır.

Müfessirlerden bir grup, bu efsaneyi hemen hemen benimseyerek İsrailoğulları'nın rivayetlerini kabul etmişlerdir. Ancak Hz. Davud'un zina etmesi ve kadının hamile kalması ile ilgili bölümlerini çıkararak diğer kısımları aynen nakletmişlerdir. Başka bir grup müfessir ise, bu olayla o iki kişinin (koyun) davası arasındaki ilgiyi reddederek bu kıssayı anlamsız bir şekilde tevile yeltenmişlerdir. Ama bu tevilin de aslı yoktur. Ve bir kaynağa dayanmamaktadır. Ayrıca ayetlerin siyak ve sibakına da uygun düşmemektedir. Buna rağmen müfessirlerden bir grup bu olayı doğru bir şekilde değerlendirmişler ve bu gerçeğe ulaşmışlardır. Örneğin bazıları şöyle demektedirler.

Mesruk ve Said b.Cübeyr'in İbn Abbas'dan rivayet ettiklerine göre "Hz. Davud bir adama karısını boşaması için "karını boşa da onunla ben evleneyim" şeklinde bir teklifte bulunmuştur, o kadar." (İbn Cerir).

Zemahşeri, "Keşşaf" isimli tefsirinde "Allah'ın Hz. Davud kıssasını anlatımından, Hz. Davud'un bir kimseden karısın boşaması için ricada bulunması anlaşılmaktadır. " diyor.

Cessas, "Hz. Davud'un evlenmek istediği kadın o adamın karısı değil nişanlısı idi. Hz. Davud kadına kendisiyle evlenmesi teklifinde bulunmuştur. Bunun üzerine de Allah, kendisini "Bir mü'min kardeşinin nişanlısına evlenme teklifinde bulunuyorsun. Oysa senin birçok hanımın var." diye uyardı." demiştir. (Ahkamu'l-Kur'an), Bazı müfessirler bu görüşün Kur'an ile uyuşmadığını söylemişlerdir.

Çünkü Kur'an'da olay "Benim bir tek koyunum var, onu da bana ver dedi" şeklinde ifade edilmektedir. Ve Hz. Davud "O, senin koyununu kendi koyunlarına katmayı istemekle sana zulmetmiştir" şeklinde bir hüküm vermiştir. Dolayısıyla bu örnek, bu kadının Urya'nın karısı olduğu takdirde bir anlam ifade eder. Eğer onun nişanlısı olsaydı, ayetteki ifadenin şöyle olması gerekirdi: "Ben bir koyun almak istiyorum, ama o 'bırak o koyunu da ben alayım' diyor."

Kadı İbnü'l-Arabi "Ahkamu'l-Kur'an" adlı eserinde, bu olayı oldukça ayrıntılı bir şekilde ele almıştır. "Olayın aslı Hz. Davud'un bir şahsa "hanımını boşa da onu ben alayım" şeklinde ciddi bir teklifinden ibarettir... Kur'an'da o şahsın Hz. Davud'un teklifini kabul etip etmediği belirtilmemiştir. Ayrıca, Hz. Davud'un o kadınla evlendiği ve ondan Hz. Süleyman'ın doğduğu da açıklanmamıştır....Hz. Davud'un uyarıldığı mesele, o kadının kocasına, boşanması için yaptığı tekliften başka bir şey değildi.... Çünkü böyle bir davranış her ne kadar caiz ise de, bir peygambere bu şekilde davranması yakışmazdı. Bu yüzden Allah onu uyardı ve nasihatte bulundu."

Bu yorum, ayetlerin siyak ve sibakıyla uygun düşmektedir. Nitekim bu kıssa ile düşündüğümüzde, Allah'ın bu olayı iki nedenden ötürü beyan ettiği sonucuna varırız. Birincisi, Hz. Muhammed'e, kafirlerin "sihirbaz ve yalancı" şeklindeki ithamlarına sabretmesi ve zalimlerin zina ve cinayet suçuyla itham ettikleri Hz. Davud'u hatırlaması öğütlenerek, ondan, kafirlerin söylediklerine göğüs germesi istenmktedir. İkincisi, kafirler şu şekilde korkutulmaktadır: "Sizler bu dünyada hiç çekinmeden zulüm yapmakta ve yalan, iftira düzmektesiniz. Ama Allah'ın yanında bu yaptıklarınızdan hesaba çekilmeden bırakılmayacaksınız. Çünkü Allah en makbul ve sevgili kullarını bile, yaptıklarından hesaba çekmeden bırakmayacaktır." Sonuç olarak Hz. Peygamber'e, (s.a.) sanki şöyle demesi emredilmiştir: "Davud'un kıssasını anlat ki, ne kadar seçkin özelliklere sahip olursa olsun yine de onu yaptıklarından hesaba çektiğimiz bilinsin."

Bu noktada yanlış bir anlayışı düzeltmekte yarar görüyoruz. Davacı kimse, din kardeşinin 99 koyunu olduğunu ve onun kendisinde bulunan bir koyunu da istediğini söylemektedir. Bundan Hz. Davud'un 99 hanımı olduğu ve onun bir hanım daha alarak eşlerinin sayısını 100'e tamamlamak istediği anlaşılmaktadır. Fakat bu örnekle, Hz. Davud ile Hititli Urya arasındaki olayın kelimesi kelimesine mutabakat arzettiğini düşünmek zorunda değiliz. Çünkü bizler de, günlük hayatımızda 40-50-60 gibi tabirleri çokluk ifade etmek için bir deyim şeklinde kullanırız. Ünlü müfessir Nisaburî, Hasan Basri'den, "Hz. Davud'un hanımlarının sayısının 99 olmadığını, bu ifadenin sadece temsilen kullanıldığını" rivayet eder. (Bu kıssa hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. [Tefhimat] adlı eserim, C: 2. sh: 29-44.)

27 Biz gökyüzünü, yeryüzünü ve ikisi arasında bulunan şeyleri batıl29 olarak yaratmadık. Bu, küfredenlerin zannıdır. Ateşten (görecekleri azabtan) dolayı vay o küfretmekte olanlara.

28 Yoksa biz, iman edip salih amellerde bulunanları yeryüzünde bozgunculuk çıkaranlar gibi30 (bir) mi tutacağız? Ya da muttakileri facirler gibi (bir) mi tutacağız?

29 (Bu Kur'an,) 31Ayetlerini, iyiden iyiye düşünsünler ve temiz akıl sahipleri öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz mübarek bir kitaptır.

30 Biz Davud'a Süleyman'ı armağan ettik.32 O, ne güzel kuldu. Çünkü o, (daima Allah'a) yönelip-dönen biriydi.

31 Hani ona akşama yakın, bir ayağını tırnağı üstüne diken, öbür üç ayağıyla toprağı kazıyan, yağız atlar sunulmuştu.33

32 O da demişti ki: "Gerçekten ben, mal34 (veya at) sevgisini Rabbimi zikretmekten dolayı tercih ettim." Sonunda bu atlar (koştular ve toz) perdesinin arkasına saklandılar.

33 "Onları bana geri getirin" (dedi). Sonra da (onların) bacaklarını ve boyunlarını okşamaya başladı.35

AÇIKLAMA

29. Yani, "Bu kainat bir hikmete, maksada ve adalete dayanmaksızın, boşuboşuna yaratılmamıştır." Bu cümle önceki konunun bir özeti olduğu kadar, sonraki konuya da bir giriş niteliği taşımaktadır.

Önceki konuda, "Sizler ne yaparsanız yapın hesap sorulmayacak kadar bu hayat sorumluluktan ve adaletten bağımsız değildir. İyilik yapanların iyilik, kötülük yapanların kötülük bulamayacağını mı sanıyorsunuz? Sizler bu dünyayı, onu yaratanın eğlence için yarattığı bir oyuncak mı zannediyorsunuz? Yani, insanı yaratmakla anlamsız bir iş mi yapmıştır?" denilmektedir. Bu konu Kur'an'ın değişik yerlerinde de işlenmiştir.

"Bizim sizi boş yere, bir oyun, eğlence olarak yarattığımızı ve sizin bize döndürülüp getirilmeyeceğinizi mi sandınız?" (Müminun: 115)

"Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları eğlenmek için yaratmadık. Onları sadece gerçek bir sebeble yarattık. Fakat onların çoğu bilmiyorlar. Hüküm günü, hepsinin buluşacağı gündür." (Duhan: 38-40)

30. "Yani, sizler iyi bir insan ile kötü bir insanın sonunun aynı olacağını mı sanıyorsunuz? Şayet ahirette ceza ve mükafat olmayacaksa, bunun Allah'ın adaletine aykırı düşeceği açıkça ortadadır. Aksi takdirde iyilik ve kötülük kavramları diye bir şey olmazdı. Yine böyle olmasaydı salih ve iyi insanlar her türlü musibet ve belayı göze alarak iyilik etmeye çalıştıkları için aptal kabul edilirlerdi. Çıkarcılar, fâcir ve fâsıklar ise zulüm yaparak her türlü ahlâksızlığı işledikleri için -Maazallah- akıllı sayılırlardı.

31. "Mübarek" yani, hayır ve saadeti bollaştıran. "Kur'an mübarek bir kitabtır." Çünkü eşsiz bir kitabtır: Bu eşsiz kitabtan hidayet alan, her türlü yararı elde eder ve bu kitap onu zarardan korur.

32. Hz. Süleyman'ın (a.s) bahsi daha önce geçmişti. Bkz. Bakara an: 104. İsra an: 7, Enbiya an: 70-75, Neml an: 18-56, Sebe an: 12-14.

33. "Essatinatülciyad", dururken sakin, fakat koşarken de hızlı koşan atlar için kullanılır.

34. "Hayr" bolluk anlamına gelir. Ancak burada mecazen, atlara atfen kullanılmıştır. Hz. Süleyman bu atları Allah yolunda cihad için beslediğinden, burada "hayr" ifadesi geçmiştir.

35. Bu ayetlerin tercüme ve tefsiri hakkında, müfessirler arasında ihtilaf vardır.

Bir grup müfessir, bu ayetlerden, Hz. Süleyman'ın atları muayene ederken ve onları koştururken, ikindi namazını kılmayı unuttuğu anlamını çıkarmışlardır. Bazıları ise, Hz. Süleyman'ın ikindi ve akşam namazı sırasında bir virdi olduğunu ve virdlerini unutup güneş battığı için, atların getirilmesini emrettiğini, sonra da atlar getirildiğinde, onların ayaklarını kestiğini, başka bir deyişle atları Allah'a kurban ettiğini söylemişlerdir. Zira atlar onu Allah'ı anmaktan alıkoymuştur. Bu yorumu kabul edersek, ayetlerin anlamı şöyle olur: "Ben" dedi, "Mal sevgisine o kadar daldım ki, Allah'ı anmayı (ikindi namazı veya virdi) unuttum.

Öyle ki güneş battı." "Onları (atları) getirin" diye emretti ve onların bacaklarını ve boyunlarını kesti. "Bu yorumu büyük müfessirler yapmış olmasına rağmen, tercih edilemez. Çünkü üç konuda kendiliklerinden tevil yapmışlardır. 1) Onlar, Hz. Süleyman'ın ikindi namazını veya virdlerini unuttuğunu söylemişlerdir. Oysa Kur'an'daki ayetten en çok, "Ben" dedi, "Mal sevgisine o kadar daldım ki, Allah'ı anmayı unuttum." anlamı çıkabilir. İkindi namazından veya virdden bahsedilmemektedir. İkincisi, onlar "güneş battı" diyorlar, fakat metinde, "güneş" lafzı yoktur. Burada "Hatta tevârat bil-hicab" (perdenin arkasına gizlendiler) denilerek "es-safinatu'l-ciyad" (yağız atlar) ifadesi ile ilişki kurulmaktadır. Yani, "Perdenin arkasına gizlenenlerin", "yağız atlar" olduğu hemen anlaşılıyor. Ayrıca onlar, Hz. Süleyman'ın atların bacaklarına ve boyunlarına elleriyle değil kılıçlarıyla dokunduğunu (kestiğini) varsayıyorlar. Oysa Kur'an'da "kılıçla dokunmak" şeklinde bir kullanım varit değildir. Dolayısıyla "dokunma" ifadesinin kılıçla olduğu şeklinde bir anlam çıkarmak mümkün değildir. Ben şahsen bu tür tefsirlere prensip olarak karşıyım. Bana göre Kur'an'da olmayan ifade biçimleriyle, ayetlere anlam vermek, ancak şu dört şarta bağlıdır:

1) Ayetlerin siyak ve sibakı, böyle bir anlamın çıkarılmasına müsaitse,

2) Kur'an'ın başka bir yerinde, çıkarılan anlamı destekleyici başka bir karine (veya karineler) varsa.

3) Eğer ayeti sahih bir hadis izah ediyorsa.

4) Güvenilir bir kaynakla bildirilmişse. Sözgelimi tarihi bir bilgi varsa ve onu arkeolojik tespitler, ilmi belgeler destekliyorsa. Şayet şer'î bir hüküm sözkonusu ise, muteber fıkıh eserleri dikkate alınabilir.

Tüm bunların dışında, kendiliğinden bir kıssa icad ederek Kur'an'ı anlamaya çalışmak, bence sakıncalı bir davranış olur.

Yukarıdaki, "tercüme-tefsir"den biraz farklı olarak, bazı müfessirler, "hatta tevârat bil-Hicab" (perdenin arkasına gizlendiler) ve "Ruddûhâ aleyye" (onu bana getirin) şeklindeki ifadelerde geçen zamirlerin, güneşe işaret ettiğini söylemektedirler. Yani, ikindi vakti geçmiş ve güneş batmıştı. Hz. Süleyman bunun üzerine kainatı idare eden meleklere, güya, "güneşi geri getirin de, ikindi namazını eda edebileyim" demiştir. Böylece güneş geri gelmiş ve Hz. Süleyman namazını eda etmiştir. Fakat bu tefsir, önceki tefsirden daha da mantıksızdır. Gerçi bu itirazımızla, Allah'ın güneşi geri getirmeye gücü olmadığını söylemek istemiyoruz ama yine de bunun konuyla hiçbir ilgisi yoktur. Çünkü Hz. Süleyman'dan bu kadar büyük mucizeler südûr etmiş olsaydı eğer, o zaman bunu kendisi zaten zikretmiş olurdu. Ayrıca gerçekten de, güneş battıktan sonra tekrar geri gelmiş olsaydı, bu kadar büyük bir hadisenin dünya tarihine geçmiş olması gerekirdi.

Bu tefsiri desteklemek için bazı zevat, birtakım hadisleri öne sürerek, güneşin battıktan sonra geri gelme olayının birkaç kez vuku bulduğunu iddia etmişlerdir. Bu yüzden miraç mücizesini, güneşin geri gelmesi olarak zikrederler. Hendek Savaşı sırasında Hz. Peygamber'in (s.a.), battıktan sonra güneşi geri getirdiğini, yine Hz. Ali, Hz. Peygamber'in (s.a.) kucağında uyuduğu için ikindi namazını kılamadığından dolayı, Hz.Peygamber'in dua ederek güneşi geri getirdiğini söylerler. Bu rivayetler yukarıdaki yorumu desteklemek için zikredilmelerine rağmen, yukarıdaki yorumdan daha da anlamsızdırlar. Hz. Ali ile ilgili hadisi İmam İbn Teymiyye, her yönüyle ele aldıktan sonra uydurma olduğunu ispatlamıştır. İmam Ahmed b.Hanbel, "Bu hadis asılsızdır", İbn Cevzi ise "Kuşkusuz bu hadis uydurmadır" demişlerdir. Hendek Savaşı ile ilgili hadis, bazılarına göre zayıf, bazılarına göreyse uydurmadır. Miraç hadisesine gelince bu olayın hakikati şöyledir: "Mekkeli müşrikler Hz. Peygamber'den Mirac'ı ispatlamasını isteyince o; "Kudüs yolunda falan kafilede filan hadise vuku buldu" demiştir. Mekkeli müşrikler o kafilenin Mekke'ye ne zaman varacağını sorduklarında Hz. Peygamber (s.a.), "şu gün gelecektir" diye cevap vermiştir. O gün geldiğinde, Kureyş kafirleri bütün gün o kafileyi beklemiş ve akşam olmuştur. Bunun üzerine Rasulüllah kafile gelmeden önce güneş batmasın diye dua etmiş ve gerçekten de kafile güneş batmadan önce gelmiştir. Bazı raviler bu hadiseyi rivayet ederlerken, o gün güneşin bir saat geç battığını söylemişlerdir. Böylesine önemli bir hadis için, bu kadar zayıf şahitliklerin kabul edilmesi mümkün mü? Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi güneşin geri gelmesi ve günün bir saat uzaması büyük bir olay olduğu için, tüm dünyanın bu olayları bilmiş olması gerekirdi ve sadece birkaç insanla sınırlı kalmazdı.

Müfessirlerden bir başka grup da bu ayetlerin anlamını, önyargısız bir kimsenin okuyup anladığı gibi anlamışlardır. Bu müfessirlerin yorumuna göre bu hadise şöyledir: "Hz. Süleyman bir dizi yağız atı sürdüğü zaman, "Bu atları sadece Allah rızası için seviyorum. Öyle ki onlarla cihad edilerek Allah'ın kelimesi yükselsin" demiştir. Sonra atları koşturdu. Atlar o kadar hızlı koşmuşlardır ki gözden kaybolmuşlardır. Daha sonra atları geri getirmiştir." İbn Abbas'a göre Hz. Süleyman onların bacaklarını ve boyunlarını okşamıştır. Bana göre doğru tefsir budur. Çünkü bu yorum, ayetlerin siyak ve sibakına uygundur. Burada dışarıdan kelimeler ithal etmeye gerek yoktur. Çünkü bu fazladan kelimeler, ne hadislerde, ne de İsrailî haberlerde bulunmaktadır.

Burada, Allah'ın Hz. Süleyman için, "Benim en iy kulumdur. Beni çokça zikrederdi." şeklinde buyurması dikkate değerdir. Hz. Süleyman hakkında söylenen bu sözlerden, şöyle denilmek istendiği anlaşılıyor: "Bu kulum herşeyi benim için sever, mütekebbirler gibi sahip olduğu mal-mülkten dolayı gurura kapılmaz ve beni çokça hatırlar."

34 Andolsun, biz Süleyman'ı denemeden geçirdik. Tahtının üstünde bir ceset bıraktık. Sonra (eski durumuna) döndü.

35 "Rabbim, beni bağışla ve benden sonra hiç kimseye nasib olmayan bir mülkü bana armağan et. Şüphesiz sen, karşılıksız armağan edensin."36

AÇIKLAMA

36. Önceki ayetler, gelecek konunun bir başlangıcı idi. Yani, Allah önce Hz. Davud'u övmüş, sonra da imtihan ettiğini beyan ederek, "Ben onu uyardım, Davud da tevbe ve secde etti demiştir." Aynı şekilde Allah, Hz. Süleyman hakkında "Beni çokça zikreden bir kuldu" dedikten sonra, "Andolsun biz Süleyman'ı imtihan ettik. Tahtının üzerine bir ceset bıraktık, sonra bize (tevbe ederek) yöneldi, demiştir." Diğer bir deyişle, Allah Teâlâ her iki kıssada da iki hususu anlatmak istiyor. Birincisi, "Peygamber hata yaptığında, onlar bile sorgulanmadan bırakılmazken, diğerlerinin özelliği ne ola ki?" İkincisi, "Bir kul bir hata yaptıktan sonra, asla inat etmemeli ve hatasının farkına varır varmaz tevbe etmelidir." Bu davranışları sonucunda Allah bu kullarını (Hz. Davud ve Hz. Süleyman) affetmiş ve ayrıca onların derecelerini yükseltmiştir.

a) Hz. Süleyman'ın içine düştüğü fitne acaba nedir?

b) Onun tahtı üzerine ceset bırakılmasının anlamı nedir?

c) Bu cesedin oraya bırakılmasıyla, nasıl bir uyarı oldu da, Hz. Süleyman hemen tevbe etti?

Bu soruların cevaplanmasında müfessirler 4 ayrı yol takip etmişlerdir.

Bir grup müfessir, çok uzun bir efsane rivayet etmiştir. Ancak bu efsanenin ayrıntılarında birçok ihtilaf vardır.

Bu efsane şu şekilde özetlenebilir: Onlara göre karısı 40 gün putlara tapmış olmasına rağmen, Hz. Süleyman'ın bundan haberi olmamıştır. Diğer bir rivayete göre, Hz. Süleyman birkaç gün evden çıkmamış ve mazlumların şikayetlerini (dinleyip), dertlerini halletmemiştir. Bunun üzerine şu şekilde cezalandırılmıştır: Güya şeytan, onun ins, cinn ve rüzgarlara hükmettiği yüzüğünü çalmıştır. Yüzüğü çalınınca bu güçten mahrum kalan Hz. Süleyman 40 gün sersem sersem dolaşmıştır. Fakat onun yerine şeytan hüküm sürmüştür. Tahtının üzerine atılan cesed ile de Hz. Süleyman'ın tahtına oturan şeytan kastedilmektedir. Hatta bazı kimseler daha da ileri giderek, Hz. Süleyman'ın hanımlarının bile o şeytandan korunamadıklarını ileri sürmüşlerdir. En sonunda devlet büyükleri ve alimler, şeytandan şüphelenmiş ve onun Hz. Süleyman olmadığını anlamışlardır. Şeytan'a Tevrat'ı göstermişler ve o Tevrat'ı görünce hemen kaçmıştır. Kaçarken yüzüğü denize düşürmüş veya kendisi atmıştır. Yüzüğü bir balık yutmuş, tesadüfen (!) balığı da Hz. Süleyman yakalamıştır. Balığın karnını temizlemek için yardığında kendi yüzüğünü bulmuş ve bulur bulmaz da tüm ins ve cinn emrine hazır olmuştur. Bu hikâyenin tümü baştan sona kadar hurafedir. Bu hikâyeyi Ehl-i Kitab'dan gelerek müslüman olan mübtedirler (yani müslümanlar), İsrailiyat'tan nakletmiş ve zamanla müslümanlar arasında yayılarak revaç bulmuştur. Ne tuhaftır ki, bazı büyüklerimiz (!) Kur'an'ın tafsilatı olarak bu hurafeleri nakletmişlerdir. Oysa Hz. Süleyman'ın gücü yüzüğe dayanmıyordu. Ayrıca Allah, şeytana, peygamberlerin suretine girme gücünü ve insanları bu şekilde saptırma izni vermiş değildir. Allah hakkında böyle bir sûizanda bulunmak da mümkün değildir, ki O, peygamberini hataları dolayısıyla cezalandırmak için, şeytanı onun suretine soksun ve böylece ümmetinin mahvolmasına göz yumsun. Bu mümkün değildir. Yine en önemlisi, bizzat Kur'an bu yalanları reddetmektedir. Kur'an'da, Hz. Süleyman'ın bu imtihandan sonra af dilemesi üzerine, onun hatasının affedildiğinden ve sonra da şeytanlarla rüzgarın emrine verildiğinden bahsedilir. Tefsirlerde ise, tam aksine, şeytanın bu yüzük dolayısıyla Hz. Süleyman'a tabi olduğu söylenir. Büyüklerimizin(!) sözkonusu ayetleri hiç dikkate almamalarına hayret ediyorum.

Diğer bir grup müfessire göre, Allah, Hz. Süleyman'a 20 sene sonra bir evlad verince, şeytanlar, Hz. Süleyman'dan sonra onun hükümdar olup kendilerinin yine esir kalacağını düşünerek korkmuşlar ve bu yüzden çocuğu öldürmeye karar vermişlerdir.

Hz. Süleyman bunu öğrenince çocuğunu büyümesi için bulutlarda saklamış. Allah Teâlâ da Hz. Süleyman'ın kendisine tevekkül etmeyerek bulutlara güvenmesine öfkelenmiş ve çocuğun cesedini tahtına bırakmıştır. Bu hikâye de Kur'an'a aykırıdır ve hiçbir kaynağa dayanmaz. Çünkü burada da, rüzgarın ve şeytanların bu hadiseden önce Hz. Süleyman'ın emrinde olduğu varsayılmıştır. Oysa Kur'an, tam aksine şeytanların ve rüzgarın bu hadiseden sonra Hz. Süleyman'ın emrine verildiğini belirtir.

Üçüncü bir grup müfessire göre ise, Hz. Süleyman, "Bu gece, 70 hanımımla birden yatacağım ve her hanımımdan bir mücahid doğacak diye yemin etmiştir. Ancak bu yemini yaparken "inşaallah" demediği için o gece sadece bir hanımı hamile kalmış ve ondan da yarısı ceset bir çocuk doğmuştur. Bunu üzerine hanımı bu çocuğu Hz. Süleyman'ın tahtı üzerine bırakmıştır." Bu hadisi Ebu Hureyre'nin Hz. Peygamber'den (s.a.) rivayet ettiği nakledilir. Bu hadisi Buhari, Müslim ve diğer muhaddisler çeşitli senetlerle nakletmişlerdir. Buhari'de bile muhtelif yerlerde ve muhtelif senetlerle bu hadis nakledilmiştir. Bu hadislerde Hz. Süleyman'ın hanımlarının sayısı bazen 60, bazen 70 bazen 90 veya 99, bazılarına göre 100'e kadar varmıştır. Çoğunluğunun rivayet senetleri kuvvetli hadislerdir. Bu yüzden hadisin sıhhat bakımından reddedilmesi (tenkit edilmesi) mümkün değildir. Fakat hadisin aklen kabul edilmesi ise imkan haricidir. Çünkü bizzat hadisin muhtevası, Rasulüllah'ın (s.a) böyle bir şey söylemediğini adeta haykırıyor. Çok kuvvetli bir ihtimale göre Hz. Peygamber (s.a.) bu olayı yahudilere istinaden ve başka birine misal olarak anlatmıştır. Dinleyenler de yanlış anlamışlar ve Hz. Peygamber'den (s.a.) bu olayı gerçek bir hadiseymiş gibi rivayet etmişlerdir. Böylesine akla aykırı hadisleri, sırf kuvvetli senet dolayısıyla kabul ettirmeye çalışırsak din bir eğlence haline gelir. Herkes bizzat kış mevsiminde gecelerin, 10-11 saatten fazla olmayacağını hesaplayabilir. Hz. Süleyman'ın en az 60 hanımı olduğunu kabul eder, bir saatte de hiç nefes almadan 6 hanımına uğradığını ve 10-11 saat sürekli onlarla birlikte olduğunu düşünecek olursak bunun fiilen mümkün olmadığı sonucuna varırız. Sanıyorum Hz. Peygamber (s.a.) bu kadar mantıksız bir hikâyeyi gerçek bir olay olarak anlatmamıştır. Ayrıca hadislerin hiçbir bölümünde Hz. Süleyman'ın tahtı üzerine atılmış olan ceset ile yarı ceset çocuğun bir ilgisi olduğuna dair bir ima bile yoktur.

Dolayısıyla bu olayı, Hz. Peygamber'in (s.a.) bu ayetin tefsiri olması münasebetiyle anlattığını iddia etmek mümkün değildir. Belki bu çocuğun doğuşundan sonra Hz. Süleyman'ın tevbe-istiğfar etmesini makul karşılayabiliriz, ama, "Ey Allah'ım! Bana senden sonra hiç kimseye nasip olmayan bir saltanat ver." şeklindeki duasını makul karşılamak mümkün değildir.

Diğer bir yorum ise İmam Razi tarafından yapılmıştır. "Hz. Süleyman bir hastalığa yakalanmış veya başka bir tehlike dolayısıyla sıkıntı ve üzüntü içinde zayıflayarak bir deri bir kemik kalmıştı. Yani, öyle bir hale gelmiş ki, cansız ceset denecek kadar zayıflamıştır." Fakat bu yorum Kur'an'a uymaz. Çünkü Kur'an'daki ifade aynen şöyledir: "Andolsun biz Süleyman'ı imtihan ettik. Tahtının üstüne bir ceset bıraktık, sonra bize yöneldi." Bu ayeti okuyan herhangi bir kimse, söz konusu cesedin Hz. Süleyman'ın cesedi olmadığını hemen anlar. Anlaşılan odur ki, Hz. Süleyman bir hata yapmış ve bunun üzerine Allah kendisini uyarmıştır. Sonuçta ise hatasını idrak eden Hz. Süleyman, Allah'a yönelmiştir.

Bu bir gerçektir ki, bu bölüm Kur'an'ın en müşkül yeridir ve kesinlikle sarih bir şekilde tefsir edilemez. Hz. Süleyman'ın "Rabbim beni affet ve bana benden sonra hiçkimseye nasip olmayan bir saltanat ver" şeklindeki duasını İsrailoğulları'nın tarihi ışığında değerlendirirsek şayet, Hz. Süleyman'ın, kalbinde oğlunun tahta geçmesi arzusunu taşıdığını ve bu muhteşem saltanatın zürriyyeti boyunca devam etmesini istediğini anlarız. Bu arzu ve istek kendisi için bir fitne (imtihan) olduğu için Allah onu uyarmıştır. Nitekim Hz. Süleyman'ın veliahtının, büyüdüğünde kıymetsiz biri olduğu ortaya çıktı ve babasının saltanatını devam ettiremedi. Hz. Süleyman'ın tahtı üzerine bir cesedin bırakılması muhtemelen şu şekildedir: Hz. Süleyman önce mirasını (saltanatını) bu ehliyetsiz, kabiliyetsiz ve hiçbir özelliğe sahip olmayan oğluna bırakmak istiyordu. Dolayısıyla Hz. Süleyman bu isteğinden vazgeçti ve bu saltanatın kendisi ile birlikte son bulmasını, nesiller boyunca devam etmemesini Allah'a dua ederek taleb etti. İsrailoğulları tarihinden de, Hz. Süleyman'ın kendi yerine geçmesi için kimseye vasiyette bulunmadığı ve herhangi bir tavsiye de yapmadığı anlaşılmaktadır. Fakat Hz. Süleyman'dan sonra devletin ileri gelenleri Hz. Süleyman'ın oğlunu tahta çıkarmışlar ve kısa bir süre içinde İsrailoğulları'na bağlı 10 kabile Kuzey Filistin'de ayrı bir devlet kurmuştur. Beytü'l-Mukaddes'de ise sadece Yahuda kabilesi kalmıştır.

36 Böylece biz, rüzgârı onun buyruğu altına verdik. Onun emriyle dilediği yöne yumuşakça eserdi.37

37 Şeytanları da; her bina ustasını ve dalgıç olanı.

38 Ve (kötülük yapmamaları için) sağlam kementlerle birbirine bağlanmış38 diğerlerini.

39 "İşte bu, bizim vergimizdir. (Ey Süleyman) Artık sen de hesaba vurmaksızın, ver ya da tut."39

AÇIKLAMA

37. Bu hususun izahı daha önce Enbiya Suresi'nde yapılmıştı. Enbiya Suresi'nde rüzgarlarla ilgili olarak "Er-Rîhe âsifeten" (sert düzgar) ifadesi kullanılırken, burada, "tecrîbi emrihi ruhaen" (Onun emriyle yumuşak bir şekilde akıp gider) denilmektedir. Yani, "Hz. Süleyman'ın ticarî gemi filosu, emriyle duruma göre yumuşak bir şekilde akıp gider."

38. İzah için bkz. Enbiya an: 75, Neml an: 23-28, 45-47.

"Şeyatîn" ifadesi ile Hz. Süleyman'ın azgınlıkları dolayısıyla bağladığı cinnler kastedilmektedir. Fakat bu ifade onların zincirlerle bağlandığı anlamına gelmez. Onları, keyfiyetini bilemediğimiz bir şekilde, kaçamayacakları ve azgınlık yapamayacakları bir hale getirmiştir.

39. Bu ayet üç anlama da gelebilir: 1) Sana sayısız nimetler bağışladık, dilediğine verir, dilediğine vermezsin. 2) Sana ihsan ettiklerimizi dilediğine verebilirsin, senden bir hesap istemeyeceğiz. 3) Cinler senin tasarrufun altına verilmiştir. İster serbest bırak, ister bırakma, bir hesap sormayacağız.

40 Şüphesiz, onun bizim katımızda gerçekten bir yakınlığı ve varılacak güzel bir yeri vardır.40

41 Kulumuz Eyyub'u da hatırla.41 Hani o: "Herhalde şeytan, bana kahredici bir acı ve azab dokundurdu"42 diye Rabbine seslenmişti.

42 "Ayağını depret. İşte yıkanacak ve içecek soğuk43 (su, diye vahyettik).

43 Katımızdan ona bir rahmet ve temiz akıl sahiplerine bir öğüt 44olmak üzere kendi ailesini ve onlarla birlikte bir benzerini de bağışladık.45

44 "Ve eline bir deste (sap) al, böylece onunla vur ve andını bozma."46 Gerçekten, biz onu sabredici bulduk. O, ne güzel kuldu. Çünkü o, (daima Allah'a) yönelip-dönen biriydi.47

AÇIKLAMA

40. Burada, Allah'ın gururlu kimselerden nefret ettiği kadar, kendisinden korkan kimseleri de sevdiği anlatılmak isteniyor. Hata yapan bir kul hatasında inat eder ve tüm uyarılara rağmen, tavrını değiştirmezse, onun sonu tıpkı Adem ve İblis kıssasında anlatıldığı gibi, İblis'inkine benzer.

Tam aksine hata yapan bir kul, Allah'dan korkarak af dilerse, Allah kendisini bağışlar. Tıpkı Hz. Davud ve Hz. Süleyman'ı bağışladığı gibi. Nitekim Hz. Süleyman'ın tevbesini kabul ettikten sonra Allah, onun duasına icabet etti ve ona hiçkimseye nasip olmayan bir saltanat bağışladı. Hiçbir kuluna vermediği yetkiyi, cinleri ve rüzgarları emrine tahsis ederek ona verdi.

41. Bu kısım, Hz. Eyyub'un zikrinin geçtiği 4. yerdir. Daha önce En'am: 84 ve Enbiya: 83-84'de zikredilmişti. Ayrıntı için bkz. Enbiya an: 76-79.

42. "Şeytan bana bir musibet dokundurdu" ifadesiyle Hz. Eyyub, şeytan'ın hastalık ve musîbet verme gibi bir güce sahip olduğunu söylemek istememiştir. O, şiddetli bir hastalığa yakalanmış olması, mal ve servetini kaybetmesi ve tüm yakınlarının kendisinden yüz çevirmesinden ziyade, şeytanın kendisine vesvese yoluyla eziyet etmesinden yakınıyordu: "O şeytan bana vesvese vererek, meyus olmamı istiyor, beni nankör olmaya itiyor ve sabretmemem için elinden geleni yapıyor" demek istiyordu. Hz. Eyyub'un yakarışını bu şekilde anlamayı iki nedenden ötürü tercih ettim: 1) Kur'an'a göre Allah şeytana sadece vesvese yoluyla tesir etme özelliği vermiştir. Ona, Allah'ın kullarına hastalık ve maddi eziyetler vermek suretiyle, onları Allah yolundan saptırma şeklinde bir yetki tanımamıştır. 2) Enbiya Suresi'nde Hz. Eyyub'un Allah'a yalvardığı yerde şeytanın adı bile geçmemektedir.

43. Yani, Allah'ın emriyle ayağını yere vurduğunda oradan su fışkırmış ve Hz. Eyyub, o sudan içtikten ve banyo yaptıktan sonra hastalığı geçmiştir. Muhtemelen Hz. Eyyub bir cilt hastalığına yakalanmış olmalıdır. Nitekim Kitab-ı Mukaddes'de Hz. Eyyub'un vücudunun baştan başa sivilcelerle kaplı olduğu zikredilir.

44. Burada her akıl sahibi için bir ibret ve ders vardır. Yani insanoğlu ne halde olursa olsun, Allah'a isyan etmemeli ve O'ndan ümidini kesmemelidir. İyilikde, kötülükde kendisinden başka ilâh olmayan Allah'ın elindedir. O, dilediğini iyi bir durumdan çok kötü bir duruma uğratır, çok kötü bir durumdan da iyi bir duruma yükseltir. Dolayısıyla akıl sahibi her insan ümit ettiğini sadece Allah'dan beklemelidir.

45. Rivayetlere göre, Hz. Eyyub'un dışında herkes, hatta çocukları bile kendisinden uzaklaşmışlardır. Bu yüzden "Biz ona şifa verdiğimizde ailesi ona döndü. Ondan sonra biz kendisine eskisinden daha fazla mal ve evlat verdik." denilmiştir.

46. Bu cümle üzerinde biraz durmak gerekir. Hz. Eyyub hasta iken, hanımını bir miktar sopa vurarak döveceğine yemin etmiştir. Ancak sağlığına kavuştuğunda, günahsız hanımını döveceği için ettiği yeminden pişmanlık duymuştur. Dövmese yemin etmiş olduğu için günaha girecektir, dövse masum ve vefakâr eşine boşuna haksızlık edecektir. Allah bu sorunu şöyle halletmiştir: "Kaç adet sopa vuracaksan eline o kadar çöp al ve bir demet yap, sonra da o demetle eşine bir kez vur. Böylece hem yeminin yerine gelmiş olur, hem de eşin boş yere eziyet görmez."

Bazı fakihler böyle bir yöntemin sadece Hz. Eyyub'a mahsus olduğunu söylerlerken, bazıları da, başka kimselerin de bu fırsattan yararlanabileceklerini savunmuşlardır. İlk görüşü İbn Asakir, İbn Abbas'dan, el-Cassas ise Mücahid'den nakletmişlerdir. İbn Malik de aynı görüştedir.

Diğer görüş ise İmam Ebu Hanife, İmam Yusuf, İmam Muhammed, İmam Züfer ve İmam Şafiî tarafından öne sürülmüştür. Onlara göre sözgelimi bir kimse hizmetçisine 10 sopa vurmaya yemin ettiğinde, 10 sopayı birleştirerek ona vursa yemini yerine gelmiş olur. Ancak 10 sopanın hepsinin de hizmetçinin vücuduna değmiş olması gerekir. Nitekim. Hz. Peygamber'den (s.a.) rivayet edilen bir hadisde, o, hasta bir zaniye böyle ceza vermiştir. Çünkü zina eden şahıs o derece hasta idi ki 100 sopaya dayanması mümkün değildi. El-Cassas'ın Hz. Sa'd b. Ubade'den rivayet ettiğine göre, "Beni Sa'd kabilesinden bir şahıs zina etmişti. Ancak o kadar hastaydı ki bu şahıs, bir deri bir kemik kalmıştı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.) bu zaniye "100 çöpü olan bir hurma dalıyla bir kez vurulmasını" emretmişti. (Ahkamu'l-Kur'an, ayrıca bu hadis, Müsned-i Ahmed, Ebu Davud, Neseî, İbn Mace, Taberânî, Abdurrezzak ve daha birçok hadis kitaplarında kayıtlıdır.) Hz. Peygamber (s.a.) hasta ve zayıf olan biri üzerinde hadd cezasını bu şekilde tatbik etmiştir. Ayrıca fukaha, bu tür bir ceza için çeşitli şartlar öne sürmüştür. Örneğin her çöpün suçlunun vücuduna dokunması ve ayrıca da eziyet vermesi gibi.

Bu bağlamda "Yemin eden bir kimsenin, ettiği yemin sahih bir sebebe dayanmıyorsa, ne yapılmalıdır?" şeklinde bir soruyla karşılaşıyoruz. Hz. Peygamber (s.a.) "Böyle bir durumda kişi en iyi olanı yapmalıdır. Çünkü yeminin kaffareti budur" demiştir. Diğer bir rivayete göre ise, "Bu yanlış iş yerine iyi bir iş yapmalıdır ki, böylece yeminine keffaret olsun" diye buyurmuştur. Ayet-i Kerime bu ikinci rivayeti teyid etmektedir.

Çünkü sadece yanlış bir iş yapmamak, yeminin keffareti olsaydı Allah, Hz. Eyyub'a yemini yerine getirmesi için, eline bir demet sopa (çöp) alıp hanımına onunla vurmasını söylemezdi. O takdirde şöyle denilebilirdi: "Sen yanlış bir iş yapma ki böylece bu senin keffaretin olsun." İzah için bkz. Nur an: 60.

Ayrıca bu ayetten yemin eden bir kimsenin, yemini hemen yerine getirmesinin gerekmediği anlaşılıyor. Çünkü Hz. Eyyub (a.s) hastayken yemin etmiş ve sıhhatine kavuştuktan sonra da yeminini hemen yerine getirmemiştir.

Bazı alimler, bu ayeti "hile-i şer'iyye"ye delil kabul etmişlerdir. Bunun Allah Teâlâ'nın Hz. Eyyub'a gösterdiği bir çözüm olduğundan da bir şüphe yoktur. Fakat bu, sorumluluktan (farzdan) kurtulmak için gösterilen bir yol değil, sadece bir kötülükten kaçınmak içindi. Dolayısıyla İslâm hukukunda bile, ancak kişinin kendisine veya bir başkasına yapacağı zulüm, günah ve kötülüğü bertaraf etmesi şartıyla caizdir. Aksi takdirde haramı helal kılmak, farzdan kaçınmak ve iyiliği terk etmek için yapılan hile günah üstüne günahtır, hatta son tahlilde küfre bile girebilir insan. Çünkü art niyetle hile yapmaya çalışan bir kimse, güya Allah'ı kandırmaya çalışıyordur. Sözgelimi bir kimse zekat vermemek için, yılın bitiminden önce malını başkasına devrederse, sadece farzı terk etmiş olmaz, aynı zamanda farzdan kurtulduğunu da sanarak Allah'ı aldatmaya çalışmış olur. Bazı fakihlerin bu gibi hilelere eserlerinde yer vermiş olmaları, şer'i hükümlerden nasıl kaçınılacağını göstermek için değildir. Bilakis hile-i şer'iyeye başvuran bir adamın davasına bakarken hakimin zahire göre hükmedip, sonucu Allah'a bırakması için yapılan hileyi bilmesini sağlamaktır.

47. Hz. Eyyub'un (a.s) kıssasının beyan edilmesinin amacı, siyak ve sibaktan anlaşıldığına göre, müslümanlara ne kadar büyük olursa olsun bir musibete uğradıklarında sabretmeleri ve sadece Allah'tan yardım istemeleri gerektiğini öğretmektir. Çünkü uğradığı musibetin (imtihanın) süresi uzamış olsa da, bir kul Allah'tan ümidini keserek, başkalarına sığınmamalı ve bunun Allah'tan olduğunu bilmelidir. Hz. Eyyub da sabretmiş ve sonunda Allah Teâlâ kendisine mal ve sıhhatini yeniden iade etmiştir. Bu şekilde musibete duçar olan kimse, vesveseye düşmesine rağmen, sabrettiği takdirde, Allah, Hz. Eyyub'a gösterdiği gibi, ona da bir çıkış yolu gösterir.

45 Güç ve basiret sahibi48 olan kullarımız İbrahim'i, İshak'ı ve Yakub'u da hatırla.

46 Gerçekten biz onları, katıksızca (ahiretteki asıl) yurdu49 düşünüp-anan ihlas sahipleri kıldık.

47 Ve gerçekten onlar, bizim katımızda seçkinlerden ve hayırlı olanlardandır.

48 İsmail'i, Elyesa'ı50 ve Zülkifl'i51 de hatırla. Hepsi de hayırlı olanlardandır.

AÇIKLAMA

48. "El" ve "Basiret" kelimeleriyle kuvvet ve kudret kastolunmaktadır. Peygamberlerin kuvvet sahibi olarak nitelenmelerinin nedeni, onların amel sahibi ve itaat ve günahlardan korunma hususunda güçlü olmalarıdır. Onlar, Allah'ın kelimesini yükseltmek için çok mücadele eden kimselerdir. Basiret sahibi olmalarına gelince, kastedilen sadece gözlerin görmesi değil, hakkı görerek tanımalarıdır. Onlar dünyada kör gibi yaşamazlardı. Sahip oldukları ilim ve basiret dolayısıyla doğru yolu görürlerdi. Bu çok latif bir ifade biçimidir. Böylelikle hidayet içinde olan kimselerin, bu iki haslete (kuvvet ve basiret) sahip oldukları anlatılmak istenmektedir. Çünkü kuvvet ve basiret sahibi olmak için hidayet üzere olmak gerekir. Ancak onlar, aydınlık ile karanlık arasındaki farkı ayırdedebilirler.

49. Onların başarılı olmaları, kalblerinde dünyaya meyletmekten eser olmayıp, tüm çabalarının ahirete yönelik olması dolayısıyladır. Onlar, ahireti hem kendileri hatırlarlar hem de başkalarına hatırlatırlardı. Allah bu yüzden mertebelerini yükseltmiş ve onlara dünyaya meyleden kimselerin ulaşmalarının mümkün olmadığı mekanlar vermiştir.

Buradaki diğer bir incelik ise, Allah Teâlâ'nın ahiret için "ed-Dar" tabirini kullanmış olmasıdır. Bu ifadeyle dünyanın insanoğlu için geçici olduğu, insanın sonunda buradan göçeceği ve fakat asıl yurdun ahiret olduğu anlatılmak isteniyor. Ancak ahiret yurdunu kurmak için çaba harcayanlar basiret sahibidirler. Allah katında makbul kullar bu kimselerdir. Geçici yurdu (dünyayı) güzelleştirmek için çırpınırken, ahiret yurdunu unutan kimseler, sadece akılsızlık etmiş olurlar. Allah ise bu tür insanları sevmez.

50. Kur'an'da "Elyesâ" ismi, biri En'am 86'da, diğeri de burada olmak üzere iki kez geçmektedir. Bu iki yerde de herhangi bir açıklama yapılmamış ve sadece diğer peygamberlerle birlikte isminin zikredilmesiyle yetinilmiştir. Hz. Elyesâ, İsrailoğulları'nın büyük peygamberlerinden birinin adıdır. Ürdün nehrinin sahil kenarında, "Abel meholah" denilen bir beldenin sakinlerindendi. Yahudiler kendisini "Elisha" adıyla anarlar. İlyas (a.s) tebliğde bulunmak üzere Şam ve Filistin'e gittiğinde, yerine Hz. Elyesâ'yı bırakmıştır. Bu olay şu şekilde cereyan etmiştir; Hz. İlyas (a.s) bir gün Hz. Elyesâ'nın köyünden geçerken onu 12 çift öküzle arazisini sürerken görmüş ve üzerine abasını atmıştır. Bunun üzerine Hz. Elyesâ tarlasını bırakarak, Hz. İlyas'ın yanında kalır. Allah Hz. İlyas'ı göğe alınca da, onun görevini Hz. Elyesâ sürdürür. (II. Krallar. 2. bölüm) Bu olayla ilgili Kitab-ı Mukaddes'in, II. Krallar 2. bölümden 13. bölüme kadar oldukça ayrıntılı bilgi verilmektedir. Bu bilgilerden anladığımıza göre, Kuzey Filistin'deki İsrailî yönetim, şirk, putperestlik ve ahlâksızlık çukuruna battığında, Hz. Elyesâ, Yehu bin Yausefet bin Nemsi sülalesinden gelen o dönem krallarına başkaldırmıştır. Çünkü İsrailoğulları arasında kötülük bu kralların davranışlarından dolayı yayılmıştı. O (a.s), bu sülalenin Baal putuna tapma eylemlerine son vererek, bu sülaleyi tamamen ortadan kaldırdı. Fakat yine de yapılan bu devrime rağmen, İsrailoğulları arasında kök salmış kötülükleri tamamen kazımak mümkün olmadı. Hz. Elyasa'nın vefatından sonra kötülükler tekrar filizlendi ve daha sonra Asurlular arka arkaya İsrail devletine saldırılar düzenlediler. (Ayrıntılı bilgi için bkz. İsra an: 7, Saffat an: 70-71.)

51. Kur'an'da "Zülkifl" ismi, yine biri Enbiya Suresi'nde diğeri burada olmak üzere iki kez geçmiştir. Hz. Zülkifl hakkında Enbiya Suresi'nde ayrıntılı bilgi verilmiştir. (Bkz. Enbiya an: 81.)

49 Bu, bir zikr'dir. Şüphesiz muttakiler için, elbette varılacak güzel bir yer vardır.

50 Adn cennetleri; kapılar onlara açılmıştır.52

51 İçinde yaslanıp-dayanmışlardır; orda birçok meyve ve şarap istemektedirler.

52 Ve yanlarında da bakışlarını yalnızca eşlerine çevirmiş yaşıt kadınlar53 vardır.

53 İşte, hesap günü size va'dedilen budur.

54 Hiç şüphesiz bu, bizim rızkımızdır, bitip tükenmesi de yok.

55 Bu (böyle işte); gerçekten azgınlar için de muhakkak varılacak kötü bir yer vardır.

56 Cehennem; onlar oraya girerler; ne kötü bir yataktır o.

57 İşte bu; tatsınlar onu: Kaynar su ve irin.54

58 Ve onun şeklinden başka, çift çift (olan daha beter azablar) vardır.

59 (Müşrik olan hakim güçlere:) "İşte bu(nlar) da sizinle birlikte (küfür ve zulümde) göğüs gerenlerdir. Onlara bir merhaba (bile) yok. Çünkü onlar ateşe gireceklerdir." (denilir).

60 (Onlara uyanlar) Derler ki: "Hayır, sizler; asıl size merhaba yok. Bunu (azabı) siz bizim önümüze sürdünüz. Ne kötü bir durak."

61 Derler ki: "Rabbimiz, kim bunu bizim önümüze sürdüyse, onun ateşteki azabını kat kat arttır."

62 Ve derler ki: "Bize ne oluyor ki, kendilerini şerir (kötü) lerden saydığımız adamları göremiyoruz."55

63 Biz onları bir alay konusu edinmiştik; yoksa gözler mi onlardan kaydı?"

64 Bu, cehennem halkının birbiriyle çekişip-tartışması kesin olan bir gerçektir.

AÇIKLAMA

52. "Kapıları kendilerine açılmış Adn Cennetleri" yani, onlar cennetin her yerinde bir engel olmaksızın dolaşabilecekler. Diğer bir anlamıyla da, onlar bir kapının açılmasını istediklerinde, kapılar kendiliğinden açılacaktır. Üçüncü bir anlamı da Kur'an'ın aşağıda zikrettiğimiz ayetinde anlatıldığı gibi olabilir.

"Oraya varıp da kapıları açıldığında bekçileri onlara: "Selam size, ne hoşsunuz, ebedi kalmak üzere girin buraya" dediler. (Zümer: 73)

53. "Yaşıt dilberler" ifadesiyle kocası ile hanımının aynı yaşta olacağı anlatılmak isteniyor.

54. "gassak", lugatta irin, cerahat, kan ve gözyaşı anlamına gelmekle birlikte, ayrıca çok soğuk ve tiksindirici bir şekilde kokan nesneler için de kullanılır. Diğer anlamları da ihtiva ediyorsa da burada ilk anlamda kullanılmıştır.

55. Burada kastedilen, kâfirlerin dünyada iken hor gördükleri mü'minlerdir. Yani, kâfirler kendilerini ve liderlerini cehenneme götürdükleri halde, "Dünyada iken Allah, peygamber ve ahiret'ten bahsettikleri için kendileriyle alay ettiğimiz ve küçümsediğimiz müslümanları burada göremiyoruz" diyeceklerdir.

65 De ki:56 "Ben, yalnızca bir uyarıcı-korkutucuyum.57 Ve bir olan, kahreden Allah'tan başka ilah da yoktur."

66 "Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbidir, üstün ve güçlü olan, bağışlayandır."

67 De ki: "Bu (Kur'an), büyük bir haberdir."

68 Sizler ise, ondan yüz çeviriyorsunuz.58

69 "Mele-i A'lâ (yüce topluluk) tartışıp dururken, benim hiç bir bilgim yoktur."

70 "Bana ancak, benim yalnızca apaçık bir uyarıcı korkutucuyum diye vahyolunmaktadır."

71 Hani Rabbin meleklere:59 "Gerçekten ben, çamurdan bir beşer yaratacağım"60 demişti.

72 "Onu bir biçime sokup, ona ruhumdan üflediğim61zaman da siz onun için hemen secdeye kapanın."62

73 Meleklerin hepsi topluca secde etti;

74 Yalnız İblis hariç. O büyüklük tasladı ve (böylece) kafirlerden oldu.63

AÇIKLAMA

56. Bu bölümde, surenin tekrar başındaki konuya dönülüyor. Bu bölümü okurken, surenin başlangıcındaki ayetleri hatırda tutarak okursanız, anlatılanları daha iyi kavrarsınız.

57. 4. ayette Allah, içlerinden birinin çıkıp, haber verdiği şeye Mekkeli müşriklerin hayret ettiklerini bildirmişti. Şimdi ise, Allah Teâlâ, Hz. Peygamber'in (s.a) onlara, "Benim vazifem sizleri sadece uyarmaktır" demesini emrediyor. Yani, "Benim görevim bir bekçi gibi, sizlerin yanlış yola gitmenizi engellemek değildir. Eğer benim uyarıma kulak asmazsanız, zararda olan sizler olursunuz. Cahil kalmak istiyorsanız şayet, gaflet içinde yüzmeye devam edin. Nasıl olsa eninde sonunda gerçeği göreceksiniz."

58. Bu, kâfirlerin "İlâhları tek bir ilâh yaptı, bu ne acaip bir şeydir" şeklindeki sözlerine verilmiş bir cevaptır. Bu yüzden, "Siz ne kadar karşı çıkarsanız çıkın, bu bir gerçektir ve değişmez" denilmektedir.

Bu cevap sadece gerçeği beyan etmekle kalmıyor, yanısıra beraberinde deliller de getiriyor. Müşrikler birçok ilâha kulluk etmelerine rağmen, Allah'a inanıyorlardı. Burada şöyle denilmek isteniyor adeta: "Gerçek ve tek ma'bud Allah'dır. Çünkü O, herşeye galip olandır. Gök, yer ve kâinat O'nun egemenliğindedir. Kâinatta O'nun dışında taptıklarınız da Allah'ın yarattıklarındandır. Bu mahlukları hâlık olan Allah'a nasıl olur da ortak koşarsınız? Hangi mantıkla bu mahlukların O'nun ortağı olduğunu söyleyebiliyorsunuz?"

59. Bu tartışma, ayette de zikredildiği gibi Allah ile İblis arasında geçmektedir. Burada dikkate değer nokta, "mele-i â'lâ"nın (yüce topluluk) melekler olmasıdır. Yani Allah, İblis ile doğrudan muhatap olmayıp, melekler aracılığıyla konuşmuştur. Ancak Allah'ı, mele-i â'lâ'nın içinde farzetmek yanlış bir anlayış olur. Bu kıssa daha önce de Kur'an'ın diğer bölümlerinde beyan edilmişti. (Bkz. Bakara an: 35-53, A'raf an: 10-15, Hicr an: 17-19, İsra an: 71-82, Kaf an: 46-48, Taha an:92-106).

60. "Beşer"lugatta, üstünü başka bir şeyin örtmediği cisim anlamına gelir. İnsanın yaratılışından sonra, bu ifade ona atfen kullanılmıştır. Ancak bu kullanım, insanın topraktan (yapılmış) çırılçıplak bir model oluşuyla ilgilidir.

61. (Bkz. Hicr an: 17-19, Secde an: 16)

62. (Bkz. Bakara an: 45, A'raf an: 10)

63. (Bkz. Bakara an: 47, Kehf an: 48)

75 (Allah) Dedi ki: "Ey İblis, iki elimle yarattığıma64 seni secde etmekten alıkoyan neydi? Büyüklendin mi, yoksa yüksekte olanlardan mı oldun?"

76 Dedi ki: "Ben ondan daha hayırlıyım, sen beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın."

77 (Allah) Dedi ki: "Öyleyse ordan (cennetten) çık,65 artık sen kovulmuş66 bulunmaktasın."

78 "Ve şüphesiz, din (kıymetteki hesap) gününe kadar benim lanetim senin üzerindedir."67

79 Dedi ki: "Rabbim, öyleyse onların dirilip-kaldırılacakları güne kadar bana süre tanı."

80 Dedi ki: "O halde sen, (kendilerine) süre tanınanlardansın."

81 "Bilinen vaktin gününe kadar."

82 Dedi ki: "Senin izzetin adına andolsun, ben, onların tümünü mutlaka azdırıp-kışkırtacağım."

83 "Ancak onlardan, muhlis68 olan kulların hariç."

84 (Allah) "İşte bu haktır ve ben hakkı söylerim" dedi.

85 "Andolsan, senden69 ve içlerinde sana tabi olacak olanlardan70 tümüyle cehennemi dolduracağım."

86 (Ey Peygamber) De ki: "Ben, buna karşı sizden bir ücret istemiyorum71 ve (kendiliğinden) bir yükümlülük getirenlerden de değilim."72

87 "O (Kur'an), alemler için yalnızca bir zikir (öğüt ve hatırlatma)dir."

88 "Gerçekten onun haberini bir zaman sonra73 öğreneceksiniz."

AÇIKLAMA

64. Bu, insanın faziletli ve şerefli bir varlık oluşuna delâlet eder. Çünkü bir kral bile sıradan işlerini hizmetkarlarına yaptırır. Oysa burada Allah, insanı kendi elleriyle yarattığını buyurmaktadır.

"İki elimle yarattım" ifadesine gelince, bununla insanların hem ruhlarının, hem de bedenlerinin yaratılmış olmaları kastolunuyor. İşte insan bu ruhu dolayısıyla eşref-i mahlukat olmuştur.

65. Yani, bu yer, Allah'ın Adem'i yarattığı; İblis'e, Adem'e secde etmesini emrettiği, İblis'in de karşı gelerek âsi olduğu yerdir.

66. "Recm" taşlamak (taş atmak) ve öldürmek anlamına gelir. Burada mecazen bir kimsenin (şeytanın) şerefli bir makamdan aşağı indirilerek zelil edilmesi anlamında kullanılmıştır. Nitekim A'raf Suresi'nde de, bu şekilde ifade edilmiştir. "Defol, çık buradan. Sen artık zelil olanlardansın."

67. Burada, İblis'in lanetlenmesinden sonra cezaya çarptırılmayacağı anlatılmak istenmiyor. Aksine İblis'in kıyamet gününe kadar lanetli olarak yaşayacağı, sonra da işlediği cürümlerden dolayı cezalandırılacağı kastolunuyor.

68. İblis'in bu sözü, "Ben Allah'ın salih kullarını (saptırmaya) çalışmayacağım" anlamına gelmez. Burada İblis, salih kimseleri saptırmak için uğraşacağını, ancak yoldan çıkarmayı başaramayacağını söylemektedir.

69. "Sen" denilmekle sadece İblis değil, tüm şeytanlar ve insanları dalâlete sürükleyenler kastedilmektedir.

70. Tüm kıssa, Kureyş'in ileri gelenlerinin, "Kur'an'ın indirileceği insan tek sen mi kalmıştın?" şeklindeki alaylarına bir cevaptır. Daha önce onlara 9. ve 10. ayetlerde şöyle cevap verilmişti:

"Yoksa daima üstün olan, çok lütufta bulunan Rabbinin rahmet hazineleri onların yanında mı? Yoksa göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların mülkü onların mı? Öyleyse sebebler üzerinde yükselsinler."

Kureyş'in ileri gelenlerine verilen diğer bir cevap ise, şu şekildedir: "Sizlerin Muhammed'e gösterdiğiniz kibir ve hased, tıpkı İblis'in Adem'e gösterdiği kibir ve hased gibidir. İblis de Allah'ın emirlerine karşı gelmiş ve Allah, Adem'i halife tayin ettiği için secde etmekten kaçınmıştı. Şimdi sizler de Allah'ın emrine karşı geliyor ve Allah onu peygamber olarak tayin ettiği halde, Muhammed'e tabi olmuyor ve ona karşı çıkıyorsunuz." Bu müteselsil teşbih şu şekilde son bulmaktadır: "Yaptıklarınızda devam ederseniz, sizler de dünyada lanetlenir, ahirette cehenneme girersiniz."

Ayrıca bu kıssada iki husus vurgulanmıştır:

1) Dünya hayatında Allah'a isyan eden kimse, aslında İblis'in tuzağına düşmüştür. Zaten o da, " insanoğlunu tuzağıma düşüreceğim" diye bu niyetini açıkça ilan etmişti. 2) Allah'a karşı büyüklenen kimse Allah'ın büyük nefretini kazanır ve böyle bir kul için af sözkonusu değildir.

71. Yani, benim hiçbir şahsi çıkarım yoktur ve ben çıkarlarım için size tebliğde bulunuyor değilim.

72. Yani, "Ben liderlik hırsı için sahte iddialar peşine düşen kimselerden değilim" Bu sözler, Hz. Peygamber'in (s.a) ağzından sadece Mekke müşriklerine haber vermek için söylettirilmemiştir. Ayrıca Hz. Peygamber'in (s.a) onların arasında geçirdiği 40 senelik hayatın kendisi de buna şahittir. Çünkü Mekke'deki herkes Hz. Muhammed'in (s.a.) sahtekârın biri olmadığını bilirdi. Tüm Mekkeliler, Hz. Muhammed'in (s.a) önderlik hevesini tatmin etmek için sahte iddialar peşinde koşmayacağına şahittirler.

73. Yani, "Sizlerden ömrü vefa edenler, birkaç sene sonra, verdiğim haberlerin gerçekleştiğini bizzat göreceklerdir."

SAD SÜRESİ(Seyyid KUTUB)

1- Sad, zikir sahibi, şanlı Kur'an'a and olsun ki.

2- İnkâr edenler bir gurur ve ayrılık içindedirler.

3- Onlardan önce nice nesilleri helak ettik de feryad ettiler. Oysa artık kurtuluş zamanı değildi.

Bu bir harftir... "Saad" Yüce Àllah, şanı yüce olan bu Kur'an'a yemin ettiği gibi harfe de yemin etmektedir. Ve bu harf Allah yapısıdır. O'nu yoktan var eden O'dur. İnsanın gırtlağında bir ses olarak onu yaratan ve Kur'an ifadesinin kendi benzerlerinden oluştuğu hece harflerinden biri olarak onu var eden de O'dur. Bu harfler insanın elinin altında olduğu halde, Kur'an onların eli altında değildir. Çünkü onun kaynağı Allah'dır. Ve o ses, insanlığın ne Kur'an konusunda, ne de Kur'an dışındaki konularda bir benzerini yapmaya güç yetiremediği Allah yapısı bir belgedir. Bu ses "Saad" insan gırtlağının çıkardığı bir sestir. Ve ancak insan gırtlağından eşsiz bir şekilde yaratan Allah'ın kudretiyle çıkar. Zira Allah hem gırtlağın hem de çıkardığı seslerin yaratıcısıdır. İnsanlar bu sesleri çıkaran canlı gırtlağı yapma gücüne sahip değillerdir. Eğer insanlar, bünyelerinin, vücutlarının en küçük parçasında dahi mevcut olan harika mucizeleri düşünüp görebilselerdi bu gırtlağın da harika bir mucize olduğunu anlarlardı!? Eğer düşünebilselerdi, yüce Allah'ın kendi içlerinden seçtiği bir adama vahiy göndermesine hayret etmez, dehşete kapılmazlardı. Zira vahiy, onların bedenlerini her biri bir mucize olan özelliklerle donatılmış halde yaratmaktan daha garip, daha akıl almaz bir olay değildir.

"Sad, zikir sahibi şanlı Kur'an'a andolsun ki."

Kur'an-ı Kerim hukuki yasamaları, kıssaları ve ahlâki öğütleri içerdiği gibi, zikri de kapsamaktadır. Yalnız zikr ve Allah'a yöneliş ön planda gelmektedir. Kur'an-ı Kerim'de en temel gerçek budur. Hattâ hukuki yasamalar, kıssalar ve bunların dışındaki konular bu zikrin bir bölümünden öte bir şey değildir. Bunların hepsi bir bütün olarak, Kur'an-ı Kerim'de Allah'ı hatırlatır ve kalbi O'na doğru yönlendirir. Ayette geçen -ziz-zikr- cümlesi, sözü edilen, herkesçe bilinen, Kur'an anlamına da gelebilir. Zira zikir kavramı Kur'an'ın en temel özelliklerinden biridir:

"İnkâr edenler bir gurur ve ayrılık içindedirler."

İfadedeki bu ani değişiklik, dikkatleri üzerine çekmektedir. Sanki buradan birinci konu olan "Saad" hecesine ve zikir sahibi Kur'an'a yemin konusundan ayrı bir konuya geçiliyor. Halbuki birinci yemin, ifadenin dış görünüşüne bakılırsa, henüz tamamlanmış değildir. Çünkü sadece kendisine yemin edilen nesneden söz edilmiş, niçin yemin edildiği belirtilmemiştir. Sonra hemen müşriklerden, içinde bulundukları böbürlenmeden ve zorluk çıkarmalarından söz edilmeye başlanmıştır. Aslında birinci konunun bu şekilde kesik bırakılması zahiri bir kesikliktir. Bu da, ardından gelecek konunun önemini arttırmaktadır. Çünkü, yüce Allah "Saad" hecesine ve "zikir" içerikli Kur'an'a yemin etmiştir. Bu da Kur'an'ın yüce bir değeri olduğunu, yüce Allah'ın kendisine yemin etmesinin bu değerinden kaynaklandığını göstermektedir. Bunun yanında müşriklerin bu Kur'an hakkında büyüklük taslamaları ve zorluk çıkarmaları sergilenmiştir. Demek ki bu konu, ifade değişikliğini belirten "Bel" edatından önce de sonra da bir bütünlük gösteren tek bir konudur. Yalnız üslûptaki bu ifade değişikliği, dikkatleri yüce Allah'ın bu Kur'an'a değer verişiyle müşriklerin ona

Karşı büyüklük taslamaları ve zorluk çıkarmaları arasındaki farklılığa yöneltmektedir. Bu ayırım gerçekten önemli bir gerçeği yansıtmaktadır!

Büyüklük taslama ve zorluk çıkarmaları dile getirildikten sonra kendileri gibi ilahi mesajı yalan sayan, büyüklük taslayan, işi yokuşa süren önceki milletlerin yıkılış ve yok oluş sayfasına yer veriliyor. Onların hallerini ortaya koyan bu sahne ilginçtir. Yardım diliyorlar; yardımlarına koşan yok. Büyüklük taslayacak halleri kalmamış artık. Zillet üzerlerine çökmüş, işi zora koşmaktan vazgeçmişler. Merhamete sığınmışlar... Fakat iş işten geçtikten sonra...

"Onlardan önce, nice nesilleri helak ettikte feryat ettiler. Oysa artık kurtuluş zamanı değildi."

Umulur ki, onlar bu manzara ile karşılaştıklarında gururlarından, böbürlenmelerinden vazgeçerler, zorluk çıkarmadan dönüş yaparlar. Daha önceki milletlerin başlarına geleni düşünüp, kendi başlarına da aynı şeylerin geleceğini hesap ederken bağrışmalarına, feryatlarına, imdat istemelerine, bakıp ders alırlar. Çünkü önlerinde feryat etme, ve imdat isteme konumuna düşmeden önce geniş bir fırsat var. Henüz iş işten geçmemiş, imdadın ve kurtuluşun imkânsız hale geleceği gün gelip çatmamıştır! ..

Müşriklerin nasıl bir üstünlük tasladıklarını, işi nasıl zora koştuklarını, detaylı olarak vermeden, onların kalplerini bu şekilde titretiyor ve bu şekilde ağır baskı ve etki altına alıyor. Sonra meseleyi açıyor ve onların içinde bulundukları büyüklük taslama ve karşı çıkma olayını anlatıyor:



4- Aralarından bir uyarıcı gelmesine şaşırdılar. İnkârcılar; "bu yalancı bir sihirbazdır" dediler.

5- Tanrıları bir tek tanrı mı yapıyor? Bu, cidden tuhaf bir şeydir.

6- Onlardan ileri gelenler; "yürüyün, tanrılarınıza bağlılıkta direnin, sizden istenen şüphesiz budur. "

7- Biz bunun söylediğini babalarımızın bağlı olduğu son dinde de işitmedik. Bu uydurmadan başka bir şey değildir.

İşte üstünlük taslama budur: "Kur'an aramızda O'na mı indirilmeliydi?" Zorluk çıkarmaları ise şudur: "Tanrıları bir tek tanrı mı yapıyor?" "Biz bunun söylediğini babalarımızın bağlı olduğu son dinde de işitmedik...!" "Bu yalancı bir sihirbazdır" "Bu uydurmadan başka bir şey değildir." Ve buna benzer nice bahaneler...

Peygamberin, bir insan olmasına akıl erdirememe hikâyesi çok eskidir. İnsanlık dönüp dolaşıp buna takılmıştır. Her millet, bunu bir gerekçe olarak ileri sürmüştür. İlk günden beri bütün peygamberlere yöneltilen bir itirazdır. Buna rağmen her zaman peygamber, insanlar arasından seçilmiştir. İnsanlar da her seferinde bu itirazlarında tekrar edip durmuşlardır.

"Aralarından bir uyarıcı gelmesine şaşırdılar."

Halbuki akla ve mantığa en uygun, en yatkın şey, uyarıcının (peygamberin) insanlardan olmasıdır. İnsanların nasıl düşündüklerini, nasıl hissettiklerini bilen, anlayan, içlerinde neler dolaştığını, bünyelerinde nelerin hareket ettiğini, ne gibi eksiklikler ve zaaflarla mücadele ettiklerini, ne tür eğilimleri, arzuları istekleri olduğunu anlayabilen, hangi işe, hangi çabaya güçlerinin yettiğini, hangilerine yetmediğini, ne gibi sorunlarla ve problemlerle karşı karşıya bulunduklarını, nelerin etkisinde kaldıklarını, nelere karşı hassas olduklarını bilen bir insan...

Kendisi de insanlardan biri iken, insanların arasında yaşayan, pratik hayatı ile onlara örnek olan, insanların, onun hayatını örnek almalarını sağlayan bir insan. İnsanların onu kendilerinden biri olduğunu ve onunla kendileri arasında bir bağ, bir benzerlik bulunduğunu hissettikleri bir insan. Bu durumda o insanlar, onların uymalarını istediği, kendisinden de uyduğu, uymaları için çağrıda bulunduğu bu hayat sistemini, yaşam tarzını rahatlıkla benimseyebilirler. Bu sistemi uygulama imkânı bulabilirler. Zira bu programı kendilerinden olan bir insan, onların gözleri önünde bizzat hayatında uygulamış bulunmaktadır...

Kendilerinden bir insan. Aynı kuşaktan olan, aynı dili konuşan. Kavramlarını, alışkanlıklarını, geleneklerini ve hayatlarının detaylarını bilen, onların da onun dilini bildikleri, dediklerini anladıkları, kendisiyle anlaşabildikleri, onunla karşılıklı ilişki içinde bulundukları, bir insan... Bu nedenle türlerinin ayrılığı, dillerinin ayrılığı, hayatlarının tabiatı (doğası) ya da detaylarının farklılığı yüzünden kendileri ile onun arasında bir kopukluğun bulunmadığı bir insan...

Ne yazık ki, olması en uygun ve en zorunlu olan şey, sürekli olarak hayret konusu, kabul etmemenin ekseni ve yalan saymanın ana gerekçesi yapılmıştır! Zira onlar peygamberin insanlar arasından seçilmesinin hikmetini bir türlü kavrayamadıkları gibi, peygamberliğin temel özelliklerine ilişkin düşüncelerinde de yanılgıya düşmüşlerdir. Peygamberliği Allah'a giden yolda, insanlığın gerçek bir önderliği, liderliği kabul edecekleri yerde, onu, insanlara yakın olması, rahat anlaşılması gereken, sırlarla çevrili gizemli bir hayal olarak düşünmüşlerdir! Peygamberliği, elle tutulmayan, aydınlıkta gözükmeyen, açıkça anlaşılmayan, insanların dünyasında bir realite olarak yaşamayan, etrafta uçuşan hayalı bir önderlik biçiminde görmek istemişlerdir! Bu durumda ise, saçma-tutarsız olan kendi inançlarını oluşturan efsaneleri kabul ettikleri gibi, onu da, gizemli bir efsane olarak kabul etmekten başka çare bulamamışlardır.

Ne var ki, yüce Allah özellikle, bu son peygamberlik ile insanlığın gerçekliği olan, tertemiz bir hayat yaşamasını dilemiştir. Arı-duru, tertemiz ve üstün bir hayat olmakla beraber, şu yeryüzünde gerçekliği bulunan bir hayat. Kuruntu değil! Hayal değil! Efsaneler ve ütopyaların semasında uçuşan bir ideal değil! Gerçekleşmesi mümkün olmayan ve bu nedenle hayallerin ve kuruntuların kuytu dehlizlerine kaçan bir hayat değil!

"İnkârcılar: `Bu yalancı bir sihirbazdır' dediler."

Onlar, yüce Allah'ın kendilerinden bir adama vahiy göndermesini imkânsız gördükleri için böyle söylediler. Kamuoyunu Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- aleyhine çevirmek, onun sözlerindeki apaçık gerçeği ve kişiliğinden belli olan doğruluğu gölgelemek için böyle dediler.

Şüphe götürmeyen bir gerçektir ki, Kureyş'in ileri gelenleri gerçek anlamda tanıdıkları Abdullah'ın oğlu Muhammed'e -salât ve selâm üzerine olsun- "Bu bir sihirbazdır" "Bu bir yalancıdır" gibi yakıştırmalarda bulunurken, kendileri bir an dahi bu söylediklerinin doğruluğuna inanmamışladır! Bu gölgeleme, saptırma ve ileri gelenlerin büyük bir ustalıkla kotardıkları aldatma savaşının silahlarından başka bir şey değildi. Onlar, bu savaş ile, İslam inancıyla somutlaşan ve bu ileri gelenlerin kendilerine basamak, dayanak yaptıkları çürük değerleri ve temelsiz makamları-mevkileri sarsan, gerçeğin karşısında kendilerini ve konumlarını korumaya çalışıyorlardı!

Daha önce, Kureyş büyüklerinin Mekke'de kendi çıkarlarını, kitleler arasında konumlarını korumak-Hacc mevsiminde Mekke'ye gelen kabileleri, yeni dine ve bu dinin önderi olan Hz. Muhammed'e -salât ve selâm üzerine olsun karşı şartlandırmak için O'na ve O'nun önderlik yaptığı gerçeğe karşı menfi propaganda savayı kullanma konusunda, nasıl anlaştıklarını açıklamıştık. Burada da aynı olayı aktarıyoruz.

İbn-i İshak der ki: Hac mevsimi geldiğinde, Kureyş'in ileri gelenleri, yaşlı ve deneyimli olan Velid İbn-i Muğire etrafında toplandılar. Velid onlara dedi ki: Hac mevsimi yaklaştı. Bu sezonda Arapların elçileri size geleceklerdir. Onlar şimdi Muhammed'in yaptıklarını duymuşlardır. Siz, onun hakkında görüş birliğine varın. Ayrılığa düşüp birbirinizi yalanlamayın. Sözleriniz birbiriyle çelişmesin.

Onlar dediler ki: Ey Velid, sen buyur söyle. Tutarlı bir görüş ortaya at da, biz de öyle söyleyelim. Velid: Aslında siz söyleyin, ben sizi dinliyorum, dedi. Onlar dediler ki, "kâhin diyelim. Velid: Hayır. Allah'a yemin ederim ki, O kâhin değildir. Biz çok kâhin gördük. Bu, kâhinlerin uzaktan geldiği zannedilen, anlaşılmayan, kafiyeli sözleri değildir dedi. Onlar dediler ki: "cin çarpmış" diyelim. Velid: O deli değildir. Çok cin çarpmış gördük, onları biliyoruz. Onun sözleri boğuk seslerine, insanların içlerine nüfuz etmelerine ve vesveselerine benzemektedir dedi. Onlar dediler ki: "Şair" diyelim. Velid: Bu şiir değil. Biz beyitleriyle, kıtalarıyla, açığı-kapalısı ve uzunuyla şiirin her çeşidini biliyoruz. O yüzden bu şiir değildir, dedi. Onlar "Büyüdür" diyelim dediler. Velid: O büyücüleri de büyülerini de çok gördük. Bu, onların üfürüklerine ve düğümlerine benzememektedir, dedi. Bunun üzerine onlar; "Velid ya ne diyelim?" diye sordular. Velid: "O Allah'a yemin ederim ki, O'nun sözünün bir tatlılığı var. Kökü sağlam biçimde oturmuştur. Dalları meyve vermiştir. Siz, O'nun hakkında ne söylerseniz söyleyin, mutlaka bu, sözünüzün saçma olduğu ortaya çıkacaktır. Bu konuda söylenebilecek en yakın söz `Bu adam bir büyücüdür.' Büyü gibi etki eden bir söz söylüyor, böylece oğul ile babasını, kardeş ile kardeşini, koca ile karısını, insan ile akrabalarını birbirinden ayırıyor, demenizdir" dedi. Bu konuda anlaşan Kureyş'in ileri gelenleri kalkıp gittiler. Hacc mevsiminde hacılar gelmeye başladığında insanların yollarına oturuyor, oradan gelip-geçen herkese Muhammed'in yaptıklarını anlatıp, ondan sakınmalarını söylüyorlardı...

İşte Kureyş büyüklerinin "O büyücüdür, yalancıdır" sözleri hakkındaki asıl görüşleri buydu. Onlar böyle derken aslında kendilerinin böyle demekle yalan söylediklerini biliyorlardı. Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- büyücü ve yalancı olmadığını çok iyi biliyorlardı.!

Müşrikler, Hz. Muhammed'in kendilerini bir olan Allah'a tapmaya çağırmasına da hayret etmişlerdir. Halbuki bu çağrı en doğru söz, ve kulak verilmeye en layık çağrıydı:

"Tanrıları bir tek tanrı mı yapıyor? Bu, cidden tuhaf bir şeydir. Onlardan ileri gelenler: Yürüyün, tanrılarınıza bağlılıkta direnin, sizden istenen şüphesiz budur." "Biz bunun söylediğini, babalarımızın bağlı olduğu son dinde de işitmedik. Bu, uydurmadan başka bir şey değildir."

Kur'an'ın ifade üslubu, onların rahat anlaşılabilen ve doğuştan gelen bu gerçek karşısında nasıl irkildiklerini tasvir ediyor:

"Tanrıları bir tek tanrı mı yapıyor?" Bu sanki insanın aklına sığmayan bir iddiadır. "Bu cidden tuhaf bir şeydir." Kelimenin söylenişi bile `Ucaab' (tuhaf irkilişin şiddetini, çapını ve büyüklüğünü ortaya koymaktadır!

Kur'an'ın ifade tarzı müşriklerin kitlelerin kalbindeki bu gerçeğe karşı koymak ve onların atalarından kalma çürük inançlarına bağlı kalmalarını sağlamak, bu yeni dinin çağrısı ardında dış görünüşün ötesinde çirkin hesapların olduğu imajını vermek için nasıl bir yönteme baş vurduklarını da tasvir etmektedir. Onların işlerin iç yüzünü bilen ve yeni dinin bu çağrısının arkasında nelerin gizlendiğini anlayan büyükler olarak kendilerini halka tanıttıklarını ortaya koymaktadır. "Onlardan ileri gelenler, `yürüyün, tanrılarınıza bağlılıkta direnin, sizden istenen şüphesiz budur."

Öyleyse bu yeni çağrı ile amaçlanan ne din ne de inançtır. Burada amaç, bunların ötesinde başka bir şeydir. Bu konuyu, halk kitleleri, ehliyetli olan uzmanlarına bırakmalıdır. Gizli-kapaklı hesaplardan anlayan ve yapılan manevraları kavrayabilen yetkili kişilere havale etmelidir. Kitleler, atalarından kalma geleneklerine bağlı kalmalı, bilinen ilahlarına tapmaya devam etmeli ve bu yeni çağrı ile ortaya konan manevranın perde arkasını düşünmemeli, onunla ilgilenmemelidir! Zira halkın bu çağrıya karşı direnebilecek yetenekli ve yeterli uzmanları vardır. Kitleler müsterih olmalıdır. Zira, sözde ileri gelen büyükler, onların ilahlarını inançlarını ve milletin çıkarını en güzel şekilde kollamaya çalışacaklardır!

Bu yöntem, zalim yöneticilerin kitleleri kamuoyunu ilgilendiren konularla ilgilenmekten, gerçekleri düşünmekten alıkoymak için sürekli olarak kullandıkları alışılagelen bir plandır. Zira, kitlelerin bizzat kendilerinin gerçekleri öğrenmek için uğraşmaları ilahi mesajı hesaba katmayan yöneticiler ve yine bu özelliği taşıyan ileri gelenler, büyükler için ciddi tehlike oluşturur. Onların, kitleleri içinde boğdukları saçma planlarını temelsiz planlarını deşifre eder. Zaten, gayri meşru yönetimler kitleleri ancak temelsiz planlar için de boğarak hayatlarını sürdürebilirler!

Sonra, kendilerine en yakın inanç sisteminin, yani Ehl-i Kitab'ın inanç sisteminin maskesini kullanarak insanları ikna etmeye çalışıyorlar. Tabii ki, bu inanç sistemine onu salt tevhid ilkesinden saptıracak bir takım efsaneler, mitolojiler karıştırdıktan sonra.

Müşrikler, bu oyunlarım gizlemek ve insanlara kabul ettirmek için kendilerine en yakın olan inanç sisteminin ana ilkelerini kullanıyorlar. Salt Tevhid'in çizgisinden saptırıcı bir takım hurafeler ve mitolojilerle karışan Ehl-i Kitab'ın inanç sistemini bu konuda kendileri için bir maske yaparak diyorlar ki:

"Biz, bunun söylediğini babalarımızın bağlı olduğu son dinde de işitmedik. Bu uydurmadan başka bir şey değildir."

Bu sırada teslis (üçleme) Hristiyanlıkta, Üzeyr efsanesi de Yahudilik'te yaygın bir inanç haline gelmişti. İşte Kureyş'in büyükleri "Biz bunun söylediğini babalarımızın bağlı olduğu son dinde de işitmedik." derken bu inançlara dikkatleri çekmek istiyorlardı. Yani Kureyş'in büyükleri Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- Allah'ı mutlak anlamda birleme (Tevhid) çağrısını şimdiye kadar hiç kimseden duymadık. Öyleyse onun bu çağrısı uydurma bir çağrıdan başka bir şey değildir, demek istiyorlardı.

İslam dini, Tevhid inancını net bir şekilde ortaya koymak ve daha önceki inanç sistemlerinde bulunan Tevhid'in etrafında meydana gelen sapmaları, uydurma anlayışları ve mitolojileri temizlemek için son derece özen göstermiştir.

İslam'ın bu konuya özen göstermesinin nedeni, Tevhid'in bütün kainatın temelini oluşturan en büyük ve en başta gelen gerçek olmasıdır. Bütün bir kainatın bu gerçeğe açık ve kesin bir şekilde tanıklık etmesidir. Aynı zamanda Tevhid, insan hayatının hem ana ilkelerinde hem de detaylarda kendisi üzerinde kurulmadığı müddetçe huzura kavuşamayacağı temel kaidedir.

Biz, Kureyş'in ilahlarının sayısını bire indirgeyen İslam inancına karşı direnmesinden, bu girişim karşısından hayrete ve dehşete düşüşünden... Kureyş'ten önceki müşriklerin asırlarca ve bu asırlarda kendilerine gönderilen ilahi mesajlar boyunca hep bu gerçeğe karşı durmalarından... Bunun yanında Allah tarafından gönderilen her peygamberin bu konuda telkinlerini yoğunlaştırmalarından, peygamberlik makamının bu gerçeğin temeli üzerine kurulmasından... Tarih boyunca bu gerçeğin yerleştirilmesi için insanlığın ne denli büyük zorlukları göğüslediğinden, sıkıntılara katlandığından söz ederken, evet işte bu konudan söz ederken, bu gerçeğin değerini, az da olsa, açıklamak, bu konuyu açmak istiyoruz.

Tevhid inancı her şeyin başında gelen, büyük ve önemli bir gerçektir. Bütün bir varlık onun temeli üzerinde durmaktadır. Evrendeki her şey, O'nun bir tanığı, bir belgesidir.

Gözlerimizle, apaçık olarak gördüğümüz bu evrende hükmeden evrensel (doğal) yasaların birliği, bu yasaları belirle~en, düzenleyen iradenin de tek olması gerektiğini haykırmaktadır. Nerede ve ne zaman bu evrene baksak bu gerçek ile yasaların birliği ile karşılaşırız. Bu, onlara hükmeden iradenin birliğini ön plana çıkaran bir birliktir.

Bu evrende bulunan her şey, sürekli ve düzenli bir hareket içindedir. Bu evrendeki canlı-cansız her şeyin ilk birimini (en küçük parçasını) oluşturan küçücük atom, sürekli bir hareket içindedir. Bu küçücük atom protonlardan oluşan, çekirdeğin etrafında hareket eden (dönen) elektronlardan oluşmaktadır.

Tıpkı, Güneş sistemindeki gezegenlerin Güneş etrafında döndükleri gibi. Nitekim Güneş sisteminden ve yıldızlara benzer kütlelerden oluşan Saman yolu da kendi ekseni etrafında dönmektedir.

Gezegenlerde, Güneşte ve Samanyolu'nda dönüş istikameti birdir. Batıdan doğuya doğru gitmektedir. Saat yelkovanının tersine!

Dünya ve diğer gezegenleri meydana getiren temel unsurlar aynıdır. Yıldızların temel elementleri Dünyanın temel elementleridir. Elementler atomlardan oluşmaktadır. Atomlar ise elektronlardan, protonlardan ve nötronlardan meydana gelmektedir... Hepsi istisnasız olarak bu üç teme1 yapıtaşından oluşmaktadır.

Maddenin üç temel unsura indirgendiği sırada bilginler de "enerjileri" bir tek asla indirgemektedirler. Işık ve ısı. Alfa, Beta ve Gama ışınları gibi Dünyadaki tüm ışınlar aslında bir tek enerjinin değişik şekillerinden öte bir şey değildir. Bunların hepsi aynı oranda hızlı bir şekilde yayılmaktadır. Tek farklı yönleri, dalga boylarının değişikliğidir.

Madde, üç temel yapı taşından oluşmaktadır: Enerjiler ise kesintisiz dalgalardan oluşmaktadır.

Einstein ileriye attığı özel izafiyet teorisinde madde ile enerji arasında bir özdeşlik kurmakta ve "Madde ile enerji tamamen aynıdır" demektedir. Yapılan bilimsel deneyler onun bu görüşünü doğrulamaktadır. Son bir deney, onun görüşünü, dünyanın duyabileceği en yüksek sesle haykırarak doğruladı. Bu da atomun bombasında parçalanması deneyiydi.

Buna göre medde (kütle) ile enerji aynı şeyin iki değişik biçimde ortaya çıkışını simgeleyen eş değerli iki kavramdır.

İşte bu evrenin oluşumundaki (birliğin) bütünlüğün ifadesidir. İnsanlar ancak gözleme dayanan son deneylerinde bunu öğrenebilmişlerdir . Evrenin düzeninde de apaçık gözlemlenen bir bütünlük (birlik) vardır. Nitekim sürekli hareket yasasını açıklarken buna değinmiştik. Sonra bu öyle düzenli-uyumlu bir harekettir ki, bu evrende onun dışında kalan hiçbir şey diğeri ile çekişmiyor. Bütün varlıklarda mevcut olan bu hareket biri, diğerini etkisiz bırakmayacak ve biri diğeri ile çatışmayacak biçimde düzenlenmiş, dengelenmiştir. Bu hareket ile birlikteki dengenin en güzel örneği uzayda dönüp giden gezegenler, yıldızlar, koca koca galaksilerdir:

"Hepsi belli bir yörüngede (felekte) yüzmektedirler." (Yasin Suresi, 40)

Bu düzenli-uyumlu hareket, bu koca uzayda onu meydana getirenin bu varlıkların hareketlerini, uzaklıklarını ve konumlarını belirleyenin de bir olduğunu, bu tek olan kudretin onların yapılarını ve hareketlerini bildiğine şahitlik etmektedir. İnsanları hayretler içinde bırakan bu evrenin özünde söz konusu hareketlerin özelliklerin hepsini yerleştiren olduğunu göstermektedir.

Bu evrenin düzeninin haykırdığı ve evrende yer alan her şeyin kendisi lehinde tanıklık ettiği birlik gerçeğini irdeleme konusunda bu kadarcık kısa bir işaretle yetiniyoruz.

Bu öyle bir gerçektir ki, insanların düzeni ona dayandırılmadığı sürece düzelemez, ayakta duramaz. Bu gerçeğin insanın vicdanında netleşmesi etrafını kuşatan evrene ilişkin düşüncelerini bu evrendeki konumlarını ve evrenin içinde yer alan canlı-cansız tüm varlıklarla ilişkilerini ciddi boyutlarda etkilemektedir. Sonra onların tek Allah düşüncelerinin ve onların Allah'la ilişkileri gerçeğinin üzerinde de etkili olmaktadır. Bunun ötesinde ve dışında kalan evrendeki cansızlar ve canlılar ile alâkalı düşüncelerine tesir etmektedir. Bunların hepsi insanın duygularını şekillendirme ve hayattaki bütün işlerine bakış açılarını belirleme açısından köklü bir öneme sahiptir.

Bir olan Allah'a inanan ve bu birlik gerçeğinin anlamını kavrayan insan, Rabb'ı ile ilişkilerini bu ilkenin doğrultusunda şekillendirir. Allah'ın dışında kalan canlı ve cansız varlıkların hepsiyle ilişkilerini bu ilkeye göre düzenler. Her birini yerli yerince yerleştirir. Bunun dışına taşmaz. Güçlerini, enerjilerini ve duygularını farklı karakterlere sahip ilahlar arasında dağıtmaz! Allah'ın dışında başına musallat olan Allah'ın yarattıkları arasında güçlerini ve duygularını dağıtma zorunda kalmaz!

Bir olan Allah'ın bir olan kaynağı olduğuna inanan insan bu varlıkla ve orada bulunan canlı ve cansız varlıklarla ilişkilerini tanışma, yardımlaşma, kaynaşma ve sevgi ilkelerine dayandırır. İşte bu bakış açısı, hayata, evrendeki bu birliğe inanmayan, kendisi ile etrafını kuşatan canlı ve cansız varlıklar arasında bu bakış açısını hesaba katmayan insanların asla zevkine eremeyeceği bir neşe, bir zevk kazandırır.

Evrene hükmeden ilahi yasanın birliğine inanan insan, yüce Allah'ın yasamalarını ve yönlendirmelerini özel bir özenle alır, kabul eder. Böylece insanın hayatına hükmeden yasa ile bütün bir evrene egemen olan değişmez yasa arasında bu uyuma-ahenge ulaşır. Yasaların içinden Allah'ın yasalarını tercih eder. Zira insanın hareketi ile evrenin bütün hareketi arasında bir ahenk sağlayan biricik yasa ilahi yasadır.

Öz olarak ifade edersek, bu gerçeğin anlaşılması insan kalbinin (vicdanının) düzelmesi, belli bir yöne (istikamete) yönelmesi, aydınlanması, etrafını kuşatan evrenle uyum içine girmesi, kendi hareketi ile evrenin bütün hareketinin birbiriyle ahenk içine girmesi, kendisi ile yaratıcı arasındaki ilişkilerinde netliğe kavuşması, kendisi ile çevresini kuşatan evren arasındaki ve de kendisi ile evrendeki tüm canlı ve cansız varlıklar arasındaki ilişkilerinde netliğe kavuşması için zorunludur. Bunlara bağlı olarak gerçekleşecek ahlaki, sosyal ve hayati tüm etkilenmeler, hayatın her alanındaki değişmeler için zaruridir.

İşte bu nedenle Tevhid inancının yerleştirilmesine onca özen gösterilmiştir. Her peygamberlik ve her peygamber döneminde bu kesintisiz ve sürekli çaba, önemini daima korumuştur. Bütün peygamberler -salât ve selâm hepsinin üzerlerine olsun- tevhid kavramı üzerinde amansız bir biçimde ısrar etmişlerdir.

Kur'an-ı Kerim'in özellikle Mekke'de inen surelerinde Tevhid konusuna ve bu konunun gereklerine verilen önem bu konuda gösterilen çaba, özen ve ısrar kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Aynı konu Medine'de inen surelerde de bu surelerin teşhis ve tedavi ettiği konuların karakterlerine uygun tablolarla ortaya konmuştur.

İşte müşriklerin, Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- üzerinde o kadar ısrar etmesine bir türlü akıl erdiremedikleri temel gerçekte budur.

Onlar, bu gerçekten söz etmemesi için Hz. Muhammed ile tartışmalara girişiyorlar, konuyu evirip-çevirip, insanların onun bu tutumuna ve bu gerçeğe akıl erdirememeleri için ellerinden geleni yapıyor, bütün yollara başvurarak insanları ondan alıkoymaya, uzaklaştırmaya çalışıyorlardı.

Bundan sonra Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- Allah tarafından bir peygamber olarak seçilmesini dillerine dolamaya başlıyorlar:



8- "Kur'an, aramızda O'na mı indirilmeliydi?" dediler. Doğrusu bunlar Kur'an hakkında şüphe içindedirler. Hayır, onlar azabımı henüz tadmadılar. "

Aslında bu konuda hayret edilecek bir olay yoktu. Sadece kıskançlık vardı ortada olan, İnatçılığa, büyüklük taslamaya ve düşmanlığa neden olan kıskançlık. İbn-i İshak der ki: Bana Muhammed İbn-i Şihad ez Zühri haber verdi. Kendisine şöyle haber verilmiş: Ebu Süfyan İbn-i Harb, Ebu Cehil İbn-i Hişam ve Zühre oğullarından müttefiki Ahnes İbn-i Şürayk İbn-i Amr İbn-i Vehb es-Sakafi evinde namaz kılmakta olan Peygamberimizi -salât ve selâm üzerine olsun- dinlemek için çıkıp gittiler. Her biri kendisine uygun bir yer bulup dinlemeye koyuldu. Kimsenin kimseden haberi yoktu. Bütün gece boyunca şafak atana kadar onu dinlediler. Tanyeri ağarınca ayrılıp gittiler. Yolda karşılaştılar. Birbirlerini kınadılar. "Bir daha böyle yapmayalım. Eğer milletin alt tabakasından bazıları sizi böyle yaparken görürlerse bu onları etkiler" deyip ayrıldılar. İkinci gecede tekrar herkes gelip yerini aldı. Yine onu dinlemeye koyuldular. Sabah olana kadar onu dinlediler. Tan yerinin ağarması üzerine dağıldılar. Yolda yine karşılaştılar. Birbirlerine önceki gün söylediklerinin aynısını söylediler. Sonra ayrılıp gittiler. Üçüncü gece olunca yine herkes eski yerini aldı. Bütün bir gece onu dinlediler. Tan yeri ağarınca oradan ayrıldılar. Yolda tekrar karşılaştılar. Birbirlerine: "Bir daha böyle bir iş yapmayacağımız üzerine anlaşmadan buradan ayrılmayacağız" deyip bu konuda anlaştılar. Sonra ayrılıp gittiler... Sabah olunca Ahnes İbn-i Şurayk bastonunu aldı, kalktı. Ebu Süfyan'a gitti. Ebu Süfyan evindeydi Ahnes: Ey Ebu Hanzele Muhammed'den duydukların hakkındaki görüşün nedir? Söyle bakalım" dedi. Ebu Süfyan dedi ki: Ey Ebu Sa'labe; Allah'a yemin ederim ki; bildiğim ve anlamını anladığını şeyler işittiğim gibi, anlamını anlamadığım ve ne demek olduğunu çıkaramadığım şeyler de duydum" Ahnes dedi ki: Yemin ettiğin Allah'a ben de yemin ederim ki, ben de öyleyim!.. Ahnes daha sonra oradan ayrıldı. Ebu Cehil'e gitti. Onu da evinde buldu. "Ey Ebu Hakem, Muhammed'den duydukların hakkındaki kanaatın nedir? diye sordu. Ebu Cehil: Ne işitmişim? diye söze girdi. Biz Abdumenaf oğulları ile şan-şerefte yarışıyorduk. Onlar yedirdiler biz de yedirdik, onlar taşıdılar (yüklendiler), biz de taşıdık (yüklendik), onlar verdiler, biz de verdik. Nihayet her alanda onlarla eşit biçimde atbaşı gidiyorduk. Yarışan iki süvari gibiydik. Onlar tam bu sırada: "Gökten kendisine vahiy gelen bir peygamberimiz var" dediler. Buna ne zaman ulaşacağız? Allah'a yemin ederim ki, asla ona inanmayacak ve onu doğrulamayacağız! Bunun üzerine Ahnes kalktı ve çekip gitti...

Gördüğümüz gibi bu kıskançlıktan öte bir şey değildir. Ebu Cehil üç gün boyunca kendisiyle mücadele ettiği ve her defasında yenik düştüğü bu gerçeği kıskançlığından dolayı kabul edemiyor! Bu, Hz. Muhammed'in hiç kimsenin ulaşmasına imkân bulunmayan yüce bir makama ulaşmasını çekememekten başka bir şey değildir. Aşağıdaki cümlede ifadesini bulan anlayışın temel mantığı da budur:

"Kur'an, aramızda O'na mı indirilmeliydi?"

Şu sözleri söyleyenler de bunlardı: "Bu Kur'an iki şehirden büyük bir adama indirilmeli değil miydi?" (Zuhraf Suresi, 31) Onlar "iki şehir" demekle Mekke ve Taif'i kastediyorlardı. Müşriklerin ileri gelenleri, hakimiyeti, yönetimi ellerinde bulunduran büyükleri, bu iki şehirde yaşıyorlardı. Bunlar her yeni bir peygamberin gelme zamanının yaklaştığını duyduklarında hemen din yolu ile liderliği elde etmeye çalışıyorlardı. Yüce Allah'ın bilerek Hz. Muhammed'i -salât ve selâm üzerine olsun- peygamber olarak seçtiğini, rahmetinin kapılarına ona açtığını, diğer insanların değil, yalnız onun bu işe lâyık olduğunu bildiği için rahmetinin hazinelerini, ona açtığını duyduklarında kıskançlıklarından dolayı sarsılanlar da bunlardı.

Az önce ki sorularına aşağılama, uyarı ve tel,dit kokan bir cevap veriliyor. "Doğrusu bunlar Kur'an hakkında şüphe içindedirler. Hayır, onlar azabımı henüz tadmadılar."

Onlar soruyorlar: "Kur'an, aramızda O'na mı indirilmeliydi?"

Oysa, onlar bizzat "zikir" diye ifade edilen Kur'an'dan kuşku duyuyorlardı. Kur'an'ın gerçekliği konusunda bir takım kuşkular besleseler de, onun Allah katından geldiğine kesin kanaat getiremiyorlar. Ama, onun bilinen insan sözlerinin çok üstünde olduğunu kabul ediyorlar. Sonra onların Kur'an hakkındaki sözlerini ve bu konudaki şüpheleri bir kenara itilerek azap tehdidiyle yüzyüze getiriliyorlar.

"Hayır, onlar azabımı henüz tatmadılar."

Sanki onlara şöyle deniyor: Onlar şimdi dilediklerini söylüyorlar. Zira azaptan uzakta bulunuyorlar. Ama onu bir tattılar mı artık böyle bir şeyi asla söylemezler. Çünkü o zaman onlar her şeyi anlayacaklardır...

Sonra, yüce Allah'ın onların aralarından Hz. Muhammed'i kendisine peygamber olarak seçmesini çok görmelerine sıra geliyor. Bu konuda onlara bir soru yöneltiliyor: Allah'ın rahmetinin hazineleri sizin elinizde mi ki, onu kime vereceğine, kime vermeyeceğine siz karar veriyorsunuz?



9- Yoksa, gürlü ve çok ihsan sahibi olan Rabb'inin rahmet hazineleri, onların yanında mıdır?

Allah'a karşı edeplerini takınmadıkları, kulları aşan meselelere burunlarını soktukları için eleştiriliyor. Yüce Allah dileğine verir, dilediğinden de alır. Üstün ve güç sahibi olan 0'dur. Hiç kimse O'nun iradesine karşı duramaz. Yine O çok bağışlayan ve cömert olandır. O'nun bağışı asla tükenmez.

Onlar, Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- Allah tarafından elçi olarak seçilmesini çok görüyorlar. Peki onlar, hangi hakla ve hangi sıfatla

Allah'ın bağışını dağıtıyorlar? Halbuki onlar Allah'ın rahmetinin hazinelerine sahip değiller?!

10- Yahut, göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların hükümranlığı, onların elinde midir? Öyle ise sebeplere sarılıp ta göğe yükselsinler (de hükümranlığı ele geçirsinler bakalım).

11- Onlar derme çatma hiziplerden meydana gelmiş ordudur ki, işte şurada bozguna uğratılmışlardır.

Bu onların ileri sürmeye yeltenemeyecekleri bir iddiadır. Göklerin yerin ve ikisi arasındakilerin sahibi ancak bağışlayabilir, vermeyebilir. Dilediği kimseyi öne çıkarabilir, seçebilir. Onlar göklerin, yerin ve bu ikisi arasında bulunan varlıkların sahipleri olmadıklarına göre ne diye sahip olan, tasarruf hakkı olan Allah'ın dilediğini yapmasına burunlarını sokuyorlar?

Aşağılama ve susturma yöntemi gereği göklerin, yerin ve bu ikisi arasındaki varlıkların sahibi olmalarına ilişkin sorudan sonra eğer siz bunlara sahip iseniz: "Öyle ise sebeplere sarılıp ta göğe yükselsinler (de hükümranlığı ele geçirsinler bakalım)" yani göklere, yere ve bu ikisi arasında bulunan varlıklara el koyun, Allah'ın hazinelerine hükmedin. Dilediklérinize verin, dilemediklerinize vermeyin. Zira dilediğini yapma yetkisine sahip bulunan, mülkün ve tasarrufun elinde bulunduğu yüce Allah'ın seçmesine karşı koymanın gereği budur!

Onları aşağılamayı amaçlayan bu varsayım, onların gerçek durumları gözlerinin önüne serilerek sona erdiriliyor:

"Onlar derme çatma hiziplerden meydana gelmiş ordudur ki, işte şurada bozguna uğratılmışlardır."

Onlar yenilgiye uğratılmış, `oraya' bir köşeye atılıvermiş bir ordu olmaktan öteye gidemezler. Bunlar, az önce sözü edilen mülkü ve onca hazineyi kullanma imkânına kavuşamazlar. Allah'ın mülkünde meydan gelen işler onları ilgilendirmez. Onlar Allah'ın iradesini değiştiremezler. Allah'ın dilediği şeye karşı gelmeye güçleri yetmez onların. Onlar "derme-çatma bir ordudurlar" Tanınmayan, hoşlanılmayan, basit bir ordudurlar. "Bozguna uğramışlardır." Sanki yenilgi bu ordunun en belirgin sıfatıdır. Ona yapışmıştır. Yapısında vardır bu yenilgi! "Hiziplerden oluşan bir ordu" yönelişleri ve arzuları farklı olan gruplardan!

Allah'ın ve peygamberinin düşmanları ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar, imkânları ne kadar geniş olursa olsun ve yeryüzünde bir süre zorbalıkla hakimiyetlerini sürdürürlerse sürdürsünler, sonuçta Kur'ani ifadenin burada tasvir ettiği durumdan öteye geçemezler. Yüce Allah bu zorbaların tarih boyunca nice örneklerini veriyor. Bir de bakıyoruz ki, hepsi: "Onlar derme çatma hiziplerden meydana gelmiş ordudur ki, işte şurada bozguna uğratılmışlardır"

12- Onlardan önce de Nuh kavmi, Ad kavmi ve sarsılmaz bir saltanat sahibi Firavun'da yalanlamıştı.

13- Semud kavmi, Gut kavmi ve Eyke halkı da yalanlamıştı. İşte bunlar da peygamberlerine karşı birleşen kabilelerdir.

14- Hepsi peygamberleri yalanladılar da azabımı hak ettiler.

Bunlar tarihte Kureyş'ten önce yaşayan milletlerin örnekleridir: Hz. Nuh'un toplumu, Ad toplumu, yere kazıklar gibi çakılan Ehramların sahibi Fira'avn, Semud toplumu, Lut'un toplumu, sık orman içinde yaşayan ve Eykeliler diye bilinen Hz. Şuayb'ın toplumu. "İşte bunlar da peygamberlerine karşı birleşen kabilelerdir." Bunların hepsi peygamberlerin mesajlarını yalan saymışlardı. Azgın, taşkın ve zalim olan bu toplulukların halı nice oldu? "Yalanladılar da azabımı hak ettiler."

Hakkettikleri cezaya çarptırıldılar. Yok olup gittiler. Geride yenilgilerini ve yıkılışlarını simgeleyen kalıntılar dışında hiçbir şey bırakmadılar!

İşte tarihte gelip geçmiş olan birleşmiş orduların sonu buydu. Şimdikilere gelince, bunlar genel olarak kıyamet gününün arifesinde yeryüzünde hayatı sona erdirecek olan "çığlığa" havale edilmiştir.

15- Bunlar da ancak, bir an gecikmesi olmayan tek bir çığlık beklemektedirler.

Onun geri dönmesi yok. Bu çığlık gelince ansızın gelir. Onlara sağılan devenin memesinden akan sütün iki damlası arasındaki zaman aralığı kadar bile bir süre tanımaz. Zira bu çığlık kendisi için belirlenen ve ne ileri ne geri alınamayan zamanda gelir. Nitekim yüce Allah İslam ümmeti için de bunu takdir etmiştir. Onu bekletmiş ve zaman tanımıştır. Daha önceleri, peygamberlerine karşı gelen müşrikleri cezalandırdığı gibi onları yıkıma uğratıp yok etmemiştir.

Bu yüce Allah'ın onlara rahmetinden, acımasından kaynaklanıyordu. Fakat onlar bu rahmetin değerini bilemediler, bu bağışa karşı ona şükretmediler. Hemen cezaya çarptırılmalarını istediler. Allah'ın kendileri için belirlediği günden önce paylarını ve nasiplerini vermesini istediler!



16- İnkârcılar ise dediler ki; "Rabb'imiz! Bizim azab payımız! hesap gününden önce ver.

Kur'an'ın anlatımı tam bu sırada onları kendi hallerine bırakıp, Hz. Peygambere yöneliyor. Toplumun anlayışsızlığına, Allah'a karşı edeplerini takınmamasına cezayı hemen istemesine, Allah'ın cezasını yalan saymasına ve Allah'ın rahmetini inkâr etmesine karşı O'nu teselli ediyor, kendisinden önceki peygamberlerin başına gelen musibetleri, sınanmaları ve bu sınanmalardan sonra Allah'ın rahmetinin onlara kavuşmasını hatırlaması gerektiğini bildiriyor...

Şimdi ele alacağımız bölümün tamamı, peygamberlerin -salât ve selâm üzerine olsun- hayatlarından alınan kıssalardan ve örnek davranışlarından oluşmaktadır. Bunlar anlatılıyor ki, Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- onları hatırlasın. Toplumundan gördüğü yalanlama, itham, iftira ve hayret türünden tepkilere karşı dirensin, insanın içini daraltan, canını sıkan bu gibi sıkıntılara karşı sabretsin.

Bu kıssalar aynı zamanda Peygamberimizden önceki peygamberlerin ilahi rahmete kavuştuklarını, onlara bol bol nimet ve fazilet yağdığını sergilemekte, yüce Allah'ın onlara yetki ve iktidar verdiğini, büyük bağışlarda bulunup onları koruduğunu ortaya koymaktadır. Bu da müşriklerin yüce Allah'ın Hz. Muhammed'i elçi olarak seçmesine akıl erdirememelerine bir cevap niteliğindedir. Hz. Muhammed'in peygamberlerin ilki olmadığını açıklamaktadır. Bu peygamberlerin bazılarına yüce Allah peygamberliğin yanında yetki ve iktidar da vermiştir. Dağları ve kuşları bazılarının emrine ~ermiştir. Bazılarının emrine rüzgarı ve şeytanları vermiştir... Hz. Davud ve Hz. Süleyman gibi... O halde yüce Allah'ın doğru olan Hz. Muhammed'i Kureyş'in içinden seçerek onu son peygamber yapması ve O'na Kur'an'ı indirmesi konusunda hayret edilecek ne var ki?

Ayrıca bu kıssalar, yüce Allah'ın sürekli olarak elçilerini (peygamberlerini) gözetip koruduğunu, yönlendirmeleri, direktifleri ve eğitmesiyle onları nasıl kolladığını tasvir etmektedir. Bu peygamberlerin hepsi birer insandı. Tıpkı Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- bir insan olduğu gibi. Onların her birinde beşeri zaaflar da bulunuyordu. Fakat yüce Allah onları, zaafları ile baş başa bırakmıyor, kendilerini koruyordu. Onlara yapacaklarını açıklıyor ve kendilerini yönlendiriyordu. Günahlarını bağışlamak ve onlara ikramda bulunmak için kendilerini sınavlardan geçiriyordu... İşte bu bölümde anlatılan olaylar peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- kalbine huzur veriyor, Rabb inin kendisini koruduğunu, hayatının her adımında, her aşamasında O'nun himayesi ve gözetimi altında olduğuna bütün kalbiyle güvenmesine zemin hazırlıyordu.



17- Ey Muhammed! Onların söylediklerine sabret, kulumuz, Davut'u an. Çünkü o daima Allah'a yönelirdi.

"Sabret" bu, bütün peygamberlerin üzerinde buluştukları yolun işaretidir. Tüm peygamberlerin hayatları tarih boyunca izlenen bu yolda geçmiştir. Onların hepsi bu yolda yürümüştür. Hepsi zorluklara göğüs germiş, hepsi sınanmış ve hepsi sabretmiştir. Sabır onların hepsinin yol azığı olmuştur. Hepsinin karakteri olmuştur. Hepsi peygamberler makamındaki derecesine göre sabır yükü taşımıştır. Onların hepsinin hayatları sınavlarla, sıkıntılarla, acılarla yoğrulmuş bir deneyimdir. Hatta onların bolluk ve rahat içinde oluşları dahi, bir sınavdan ibarettir. Sıkıntılara, zorluklara karşı sabrettikten sonra nimetlere karşı sabredip edemediklerinin bir mihengiydi. Bu her iki hal de sabretmeye ve dayanmaya ihtiyaç duyar...

Bütün peygamberlerin hayatlarını Kur'an-ı Kerim'in bize anlattığı biçimde gözlerimizin önünden geçirdiğimizde bu hayatın belkemiğini sabrın oluşturduğunu, bu hayatın içinde en etkili faktörün sabır olduğunu görüyoruz. Denenme ve sınanmanın bu hayatın özünü ve mayasını oluşturduğunu görebiliyoruz.

Sanki bu özellikle seçilmiş bir hayattı. Sınanma ve sabır aşamalarından oluşan insanlığın gözleri önüne serilmiş eşsiz bir hayat. Yüce Allah bu seçkin hayat ile insan ruhunun zaruri ihtiyaçlara ve sıkıntılara nasıl üstün geleceğini, yeryüzünde övünç kaynağı olan her şeyi nasıl aşabileceğini, arzulardan, isteklerden ve

aldatıcı zevklerden nasıl arınılacağını, samimi olarak nasıl Allah'a yönelip sınavında başarıya ulaşılacağını, nasıl Allah'ın her şeyden öne geçirileceğini göstermek istiyor... Sonuçta, insanlara şöyle demek istiyor: İşte yol budur. Yükselmenin ve yücelmenin yolu budur. Allah'a giden yol budur işte.

"Onların söylediklerine karşı sabret" Onlar daha önce şöyle demişlerdi: "Tanrıları bir tek tanrı mı yapıyor? Bu, cidden tuhaf bir şeydir." (Sad Suresi, 5)

Şöyle de demişlerdi: "Kur'an, aramızda Muhammed'e mi indirilmeliydi?" (Sad Suresi, 8) Buna benzer daha nice şeyler söylemişlerdi. Yüce Allah peygamberini onların söylediklerine karşı sabretmeye çağırıyor. Kalbiyle tertemiz, onurlu insan örnekleri ile beraber yaşamasını tavsiye ediyor; bu kâfir insan tipleriyle değil. Bu onurlu insanlar Hz. Peygamberin -salât ve selâm üzerine olsun- peygamber olan kardeşleriydi. Peygamberimiz onları hatırlıyor, kendisi ile onlar arasında sarsılmaz-sağlam bir yakınlık hissediyordu. Onlardan soy, yakınlık ve kardeşlik bağları bulunan birinden söz eder gibi bahsediyordu. Zaman zaman: "Yüce Allah kardeşim falana rahmet etsin... Veya falan şöyle-şöyle yaptığına göre ben daha rahat yaparım" diyordu.

"Onların söylediklerine sabret, kulumuz Davud'u an. Çünkü o daima Allah'a yönelirdi."

Burada Hz. Davud "kuvvetli bir adamdı" ve "Allah'a yönelen bir adamdı" gibi sıfatlarla anılıyor. Hz. Nuh'un, Ad'ın, köklü uygarlığın egemeni olan Firav'un, Hz. Lût'un ve Eyke halkının sözü edilmeden önce Hz. Davud'dan söz ediliyor. Bunlar zalim ve azgın toplumlardı. Onların kuvvetlerinin dış görünüşü azgınlık, taşkınlık ve ilahi mesajı yalan sayma şeklinde ortaya çıkıyordu. Davud'a gelince, O kuvvet sahibi olmasına rağmen Allah'a yöneliyordu. İtaatı, tövbesi, ibadeti ve Rabb'ini hatırında bulundurması ile sürekli Rabb'i ile ilişki içindeydi. Güç ve iktidarı elinde bulundurması onu bu asıl eyleminden alıkoymuyordu.

Hz. Davud'un kıssasının baş tarafı Bakara suresinde geçmişti. Orada Hz. Davud Talut'un ordusunda Hz. Musa'dan sonraki İsrailoğulları arasında görünmüştü. Bu sırada İsrailoğulları kendilerine gönderilen peygambere: `Bize bir komutan tayin et de Allah yolunda savaşalım" demişlerdi. Peygamberleri onlara Talut'u komutan tayin etmiş, bu komutanın emrinde düşmanları olan Calut ve ordularına karşı savaşmıştılar. Hz. Davud Calut'u öldürdü. Bu sırada Hz. Davud henüz genç yaşta bulunuyordu. İşte bu dönemlerde yıldızı parlamaya başladı. Neticede hükümdar olmuştu. Artık büyük bir güce kavuşmuştu. Fakat O buna rağmen Allah'a yöneliyor, itaatı, ibadeti, tövbekârlığı ve Allah anması ile Rabb'ine dönüş içindeydi.

Yüce Allah, Hz. Davud'a peygamberlik ve hükümdarlık yanında lütuf olarak sürekli Allah ile birlikte olan bir kalp ve yanık bir ses vermişti. Rabb'ini takdis eden, yücelten mersiyelerini bu yanık sesiyle okuyor, zikir içinde kendinden geçmesi ve okuyuş güzelliği açısından önemli bir paya sahip oluşu nedeniyle kendi bünyesi ile evrenin yapısı arasındaki engellerin kalktığı bir düzeye ulaşıverdi. Böylece Hz. Davud'un gerçekliği, dağların ve kuşların gerçekliği ile bütünleşiyor ve hepsi onu yüceltiyor ve ibadetlerini ona takdim ediyordu. Bir bakmışsın dağlarla birlikte Allah'ı yüceltmeye duruyor, bir daha bakmışsın, kuşlar başına toplanmış kendisinin de onların da Rabb'ı olan Allah'ı noksan sıfatlardan arındırmaya koyuluyorlar. ,



18- Biz dağları onun emrine verdik. Sabah-akşam onunla beraber tesbih ederler.

19- Her taraftan toplanıp gelen kuşları da onun buyruğu altına vermiştik. Her biri ona yönelmekteydi.

İnsanlar bu haber karşısında hayretten dehşete düşebilirler... Cansız olan görkemli dağlar Hz. Davud ile birlikte sabah-akşam yüce Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih ediyorlar. Hem de Hz. Davud'un Rabb'i ile baş başa kaldığı, onu zikreden, yücelten nağmelerini okuduğu her zaman. Kuşlar onun nağmelerini dinlemek, şiirlerini onunla birlikte tekrar itmek için başına toplanıyorlar... İnsanlar bu haber karşısında hayretten afallayabilirler. Çünkü bu onların alışageldikleri yasalara aykırıdır. Onların alıştıkları yasalara göre insan türü, hayvan türü ve dağlar arasında engel vardır. Bunlar birbiriyle diyalog kuramazlar!

Fakat dehşet bunun neresinde? Hayret bunun neresinde? Bütün bu yaratıkların geçekliği birdir. Cinsleri şekilleri, sıfatları ve çehreleri birbirinden ayıran farkların ötesindeki gerçeklikleri birdir. Bütün varlıkların yaratıcısı olan Allah konusunda hepsi birleşir. Canlısıyla, cansızıyla her şeyi bu noktada bütünleşir. İnsanın Rabb'ı ile ilişkisi-bağlı gerçek samimiyet, aydınlanma ve arınma derecesine vardığında bu engellerin hepsi ortadan kalkar. Hepsinin yalın gerçekliği ortaya çıkar. Bu varlıkların temel özelliklerini oluşturan ve onları alışılan hayatın içinde birbirinden ayıran cins, şekil, sıfat ve cehre engellerinin ötesinde ilişkiye geçirir!

Yüce Allah kullarından biri olan Hz. Davud'a bu özelliği vermişti. Dağları onun emrine vermişti. Sabah-akşam onunla birlikte Allah'ı anıyor, onu takdis ediyorlardı. Kuşları da etrafında toplayarak terennümlerini tekrar etmelerini, Allah'ı yüceltmelerini sağlamıştı. Bu servet ve iktidarın ötesinde peygamberlik ve Allah'ın seçkin kulu olma ile birlikte kendisine verilmiş ilahi bir armağandı.

20- O'nun hükümranlığını kuvvetlendirmiş, O'na hikmet ve açık, güzel konuşma yeteneği vermiştik.

Hz. Davud'un hükümranlığı sağlam ve güçlüydü. Hikmet ve sağduyu ile hükümranlığını sürdürüyordu. Ayeti kerimede geçen "faslul-hitap" kavramı onun verdiği hükümdeki tereddütsüzlüğünü ve kesin kararlılığını ifade etmektedir. Bu özellik hikmet ve kuvvet ile bütünleştiğinde insanlık dünyasında yargı ve iktidardaki olgunluğun zirvesini oluşturur.

Bütün bu özelliklerine rağmen Hz. Davud sınanma ve denenme ile karşılaşıyor. Allah'ın gözü kendisinden ayrılmıyor. Onu koruyor. Adımlarına kılavuzluk ediyor. "Allah'ın Eli" onunla beraber oluyor. Ona zaaflarını ve hatalarını gösteriyor. Onu yolun tehlikelerinden koruyor. Ona nasıl korunacağını öğretiyor.



21- Sana davacılarının haberi geldi mi? Hani odasının duvarına tırmanmışlardı.

22- Hani Davud'un yanına girmişlerdi de, Davud onlardan korkmuştu. "Korkma dediler, biz iki davacıyız. Birimiz ötekinin hakkına saldırdı. Şimdi sen aramızda hak ile hükmet, adaletten ayrılıp bize zulmetme, bizi doğru yola çıkar. "

23- "Bu kardeşimin doksandokuz dişi koyunu var. Benim ise bir tek dişi koyunum var. Böyle iken onu da bana ver dedi ve tartışmada beni yendi.

24- Davud: "And olsun ki, senin dişi koyununu kendi dişi koyunlarına katmak istemekle, sana büyük haksızlık etmiştir. Doğrusu ortakların çoğu birbirlerinin haklarına tecavüz ederler. İnanıp yararlı iyi iş yapanlar bunun dışındadır ki, sayıları ne kadar azdır. " demişti. Davud kendisini denediğimizi sanmıştı da, Rabb'inden mağfiret dileyerek eğilip secdeye kapanmış, tevbe etmiş, Allah'a yönelmişti.

Bir peygamber olan Hz. Davud'un uğradığı bu fitnenin açıklaması ise şöyledir: Hz. Davud bazı zamanlarını idari işleri görmek, insanlar arasında hüküm vermek için; bazı zamanlarını ise camide yüce Allah'ı takdis etmek, beyitler okumak, ibadet etmek, Rabb'i ile baş başa kalmak için ayırırdı. Rabb'i ile baş başa kalmak ve ibadet etmek için camiye girdiğinde, insanların arasına çıkıncaya kadar kimse yanına gitmezdi.

Bir gün üzerine kapalı olan mabedin içine iki kişinin duvarlardan atlayarak girdiklerini gördüğünde korkuya kapılmıştı. Zira inanmış ve güvenilir insanlar bu şekilde mabede girmezlerdi. Bu iki adam hemen onu yatıştırmaya çalıştılar: "Korkma dediler, biz iki davacıyız. Birimiz ötekinin hakkına saldırdı." Senin huzurunda mahkeme olmaya geldik. "Şimdi sen aramızda hak ile hükmet, adaletten ayrılıp bize zulmetme, bizi doğru yola çıkar." Hemen biri söze girerek sorunu arz etti:

"Bu kardeşimin doksandokuz dişi koyunu var. Benim ise bir tek dişi koyunum var. Böyleyken onu da bana bırak." (Onu da bana ver. Emrime, hizmetime ver) dedi. "Ve tartışma da beni yendi." (Yani, sözleriyle üstüme geldi ve bana kaba davrandı.)

Bu olay, davacılardan birinin arz ettiğine göre, başka şekilde yorumlanması mümkün olmayan apaçık bir zulmü ifade etmektedir. Bu nedenle Hz. Davud bu apaçık zulmü bir davacıdan dinledikten sonra, sözü diğer davacıya vermeden, ondan hiçbir açıklama istemeden ve onun delilini dinlemeden hemen hükmünü vermeye geçmiştir: "Davud `Andolsun ki, senin dişi koyununu kendi dişi koyunlarına katmak istemekle sana büyük haksızlık etmiştir. Doğrusu ortakların çoğu birbirlerinin haklarına tecavüz ederler. İnanıp yararlı iyi işi yapanlar bunun dışındadır ki, sayıları ne kadar azdır' demişti."

Öyle anlaşılıyor ki, bu aşamada her iki adam da hemen kalkıp gitmiştir. Çünkü bunlar sınama için gelen iki melekti! Yüce Allah'ın insanların başına geçirip Hak ve adalet ile hükmedebilmesi için önce gerçeği araştırmasını istediği peygamberi sınamaya gelmişlerdi. Onlar olayı özellikle etkileyici ve çarpıcı bir biçimde sunmuşlardı... Fakat yargıcının hemen parlamaması, acele hüküm vermemesi icab eder. Zira diğer davacıyı dinledikten sonra meselenin tamamı veya bir kısmı değişebilir. Birinci davacının sözlerinin yalan, eşsiz veya aldatmadan öte bir anlam ifade etmediği ortaya çıkabilir!

İşte bu sırada Hz. Davud bunun bir sınanma olduğunu fark etmiştir.

"Davud kendisini denediğimizi sanmıştı."

Burada onun temel karakteri kendisine yetişmiştir... O Rabb'ine yönelen bir kişiydi... "Rabb'inden mağfiret dileyerek eğilip secdeye kapanmış, tevbe etmiş, Allah'a yönelmişti."



25- Böylece onu bağışladık. Yanımızda onun yüksek bir makamı ve güzel bir geleceği vardır.

Hz. Davud'un buradaki sınanmasına ilişkin açıklamalarda bazı tefsir kitapları büyük ölçüde yahudi efsanelerinin etkisinde kalmışlardır. Buralarda sözü edilen özelliklerden peygamberleri tenzih ederiz. Bunlar peygamberlik gerçeği ile asla bağdaşmaz. Yahudi efsanelerinden kaynaklanan bu mitolojileri bir parça hafifletmeye çalışan rivayetler dahi onlara dalmışlardır. Aslında bu rivayetler okunmaya bile değmez. Tümüyle reddetmek gerekir. Sonra bunlar:

"Yanımızda onun yüksek bir makamı ve güzel bir geleceği vardır. " ayetine de terstir.

Kıssadan sonra yer alan Kur'an yorumu da bu sınamanın karakterini ortaya koymaktadır. Bu sınanma ile kendisine yöneltilen direktifi belirginleştirmektedir. Yüce Allah'ın insanlar arasında hükmetmesi ve onları idare etmesi için görevlendirdi i kuluna yöneltilen direktif, bu sınanma ile somutlaşmıştır.

26- Ey Davud! Biz seni yeryüzünde hükümdar yaptık. İnsanlar arasında adaletle hükmet, keyfine uyma, sonra bu seni Allah'ın yolundan saptırır. Allah'ın yolundan sapanlara, hesap gününü unuttuklarından dolayı çetin azab vardır.

Demek ki, Bu sınamanın konusu, yeryüzünde halifelik görevi, insanlar arasında hükmederken hakka bağlılık, kendi arzu ve isteğine uymamadır. Bir peygamberin kendi arzusuna uyması demek, onun tepkisel olması, araştırmaması, incelememesi, sağlıklı hükme ulaşmak için sabırlı ve temkinli olmamasıdır. Böylesi bir hareket mantığı esas alındığında, sonuçta sapıklığa düşülür. Sapıklığın sonunu açıklayan ayetten sonra gelen bölüm ise, genel bir hükümdür. Allah'ın yolundan sapmanın sonuçlarım ortaya koymaktadır. Bu ceza ise, Allah'ın onu unutması ve kıyamet gününde onu cezaya çarptırmasıdır.

Yüce Allah kulu olan Hz. Davud'u koruduğundan, O işin başında hemen toparlanıyor. Yüce Allah ilk fırsatta hemen O'nu bu işten geri çeviriyor. Uzakta olan akıbetten O'nu sakındırıyor. Halbuki O, henüz bir adını dahi atmamış. Bu, yüce Allah'ın seçkin kullarına bir ihsanıdır, lütfudur. Peygamberler insan olmaları nedeniyle az da olsa ayakları takılarak sendeleyebilir. Yüce Allah onları, ellerinden tutarak hemen ayağa kaldırır, onlara doğruyu öğretir. Onları dönüş yapmaya muvaffak eder, günahlarını bağışlar. Bu sınavdan sonra onlara rahmetin kapılarını açar...

Yeryüzü halifeliği ve insanlar arasında hükmetme hak ilkesine bağlanıyor ve sözün gelişi içinde Hz. Davud'un kıssası sona ermeden önce bu Hak, ilkesi büyük bir temele dayandırılıyor. Göğün, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin kendisine dayandığı temele. Bütün bu evrenin yapısında yer alan köklü temel. Bu gerçek yeryüzü halifeliğinden ve insanlar arasında hükmetmekten daha kapsamlıdır. Bu yeryüzünden daha ağırdır. Aynı şekilde dünya hayatından daha geniş boyutludur. Çünkü bu Hak, özünü kuşattığı gibi ahiret hayatını da kuşatmaktadır. Son peygamberlik de bu Hak üzere gelmiştir. Kur'an-ı Kerim'de bu kapsamlı Hak'kı açıklamak için gelmiştir



27- Göğü, yeri ve ikisi arasında bulunanları boşuna yaratmadık, inkâr edenler, kainatın boş bir tesadüf eseri olduğunu söylerler, bu onların zannıdır. Vay ateşe uğrayacak inkârcıların haline.

28- Yoksa biz, iman edip iyi işler yapanları, yeryüzünde bozgunculuk yapanlarla bir mi tutacağız.?

29- Ey Muhammed! Bu Kur'an çok mübarek bir kitaptır. Onu sana indirdik ki, ayetlerini düşünsünler ve akıl sahipleri öğüt alsın.

İşte bu şekilde bu üç ayette sözünü ettiğimiz o köklü, derin, kapsamlı ve ürpertici büyük gerçek bütün yönleri, boyutları ve halkaları ile gözler önüne serilmektedir. Yerin, göğün ve ikisi arasında bulunan varlıkların yaradılışı boşuna değildir. Başıboş bir temel üzerinde kurulmuş da değildir bunlar. Bunlar birer gerçektir ve gerçek üzerinde kurulmuşlardır. Diğer gerçekler, bu büyük ve temel haktan dal budak salmıştır. Yeryüzü halifeliğindeki hak, insanlar arasında hükmetmedeki hak, insanların duygularını ve işlerini eylemlerini düzenlemedeki hak, hep bundan kaynaklanmıştır. İnanan ve güzel işler yapanlarla yeryüzünde bozgunculuk yapanlar bir değildir. Allah'a gerçek anlamda bağlananların kriteri kötü insanların kriteri gibi değildir. Ayetleri üzerinde iyi düşünsünler, akıl sahipleri bu köklü gerçekleri güzelce hatırlasınlar. Yüce Allah'ın gönderdiği kutsal kitabın parmak bastığı gerçekleri inkârcılar-kafirler düşünemez anlayamazlar. Zira onların fıtratları, bu evrenin oluşumunda köklü biçimde yerleştirilen Hak ilkesi ile temas halinde değildir. Bu nedenle onlar Rabb'leri hakkında kötü düşünürler ve Hak'kın cezasından hiçbir şey kavrayamazlar: "Bu onların zannıdır. Vay ateşe uğrayacak inkârcıların haline!

Yüce Allah'ın insanlar için belirlediği yasalar manzumesi (şeriat) evrenin yaradılışında mevcut olan temel yasanın bir parçasıdır. Allah tarafından gönderilen Kutsal Kitap ise bu yasanın dayanağını oluşturan Hak'kın bir açıklamasıdır. Yeryüzündeki halifelerden ve insanlar arasında hükmeden hakimlerden istenen adalet, bu köklü-kapsamlı hakkın ancak bir yönüdür. Bu parça, Hak'kın diğer parçaları ile tam bir uyum içine girmedikçe insanların işleri düzelmez. Allah'ın şeriatından, halifelikte Hak'tan ve hükümdeki adaletten ayrılmak hiç kuşkusuz, göklerin ve yerin temellerini ayakta tutan evrensel yasadan sapmaktır. Öyle ise, bu gerçekten büyük bir cinayettir. Dehşet verici bir kötülüktür. Sonunda ezilmeyi ve yok olup gitmeyi kaçınılmaz hale getirecek olan dehşet verici evrensel kuvvetlerle, güçlerle çarpışmaktır. Allah'ın yasasından evrenin temel konumundan ve varlığın doğal yapısından sapmış-ayrılmış olan hiçbir zalimin basit, sınırlı gücü ile dehşet verici, ezip geçici, kainat kuvvetlerine; önüne gelen her şeyi öğütüp geçen evrenin acımasız çarkına karşı üstün gelmesi asla mümkün değildir!

İşte bu, düşünebilen insanların üzerinde güzel düşünmesi, akıl sahiplerinin iyi değerlendirmesi gereken konulardan biridir.

Söz konusu önemli büyük gerçeği ortaya koymak amacı ile kıssanın ortasına yerleştirilen bu ara yorumdan sonra tekrar Hz. Davud'un kıssasına dönülüyor ve Hz. Davud ile oğlu Süleyman`a verilen Allah'ın nimetleri ile yüce Allah'ın O'na bahşettiği imkânlar ve lütuflar dile getiriliyor. Bunun yanında O'nun sınanması ve denenmesi, yüce Allah'ın O'nu koruması, bu sınav ve denemeden sonra O'nu nimetlere boğmasından söz ediliyor:



30- Biz Davud'a Süleyman'ı hediye ettik. Süleyman ne güzel kuldu! Doğrusu O daima Allah'a yönelirdi.

31- Ona bir akşam üstü, çalımlı ve safkan koşu atları sunulmuştu.

32- "Süleyman! Gerçekten ben at (mal) sevgisine Rabb'imi anmayı sağladıkları için düştüm" dedi. Atlar koşup toz perdesi arkasından kayboldular.

33- Süleyman! "Atları bana getirin " dedi. Bacaklarını ve boyunlarını okşamaya başladı.

34- Andolsun, Süleyman'ı denedik. Tahtının üstüne bir ceset gibi bıraktık, sonra O, yine eski haline döndü.

35- Süleyman: "Rabb'im! Beni bağışla, bana benden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir hükümranlık ver. Sen şüphesiz daima bağışta bulunansın " dedi.

36- Bunun üzerine Süleyman'ın buyruğu ile istediği yere kolayca giden rüzgârı emrine verdik.

37- Bina ustalarını ve dalgıçlık yapan şeytanları da emrine verdik.

38- Demir zincirlere bağlı diğer yaratıkları da onun emrine verdik.

39- İşte bizim bağışımız budur; "ister ver, ister tut, hesapsızdır" dedik.

40- Doğrusu onun, bizim yanımızda yüksek bir makamı ve güzel bir geleceği vardı.

Burada cins atlar anlamında ki "Safinatul Ciyad" kavramı ile Hz. Süleyman'ın tahtı üzerine atılan "ceset" kavramına ilişkin işaretler var. Tefsir kitaplarının ve rivayetlerinin içeriklerine bakarak bu iki işarete ilişkin kalbime yatan bir yorum veya bir rivayete rastlayamadım. Bu konudaki tüm açıklamalar asılsız İsrail efsaneleri temelsiz veya saptırmalara, (yanlış yorumlara) dayanmaktadır. Ben de bu iki olayı kalbime yatacak biçimde düşünüp yorumlama imkânına ulaşamadım ki, bu düşüncelerimi burada aktarıp hikâye edeyim. Bunları açıklama vé tasvir etme konusunda sahih bir hadisin dışında sağlıklı bir kaynağa da rastlayamadım. Burada sözünü ettiğimiz aslında sahih bir hadistir. Ama bu sahih hadisin açıklamaya çalıştığımız bu iki olayla ilgisi sağlam değildir. Bu hadis de Ebu Hureyre'nin (Allah ondan razı olsun) Allah'ın elçisinden -salât ve selâm üzerine olsun- rivayet edip Buhari'nin sahihinde merfu olarak tahris ettiği hadistir. Hadisin metni şöyle "Hz. Süleyman bir ara: Bu gece yetmiş kadınla yatacağım. Her biri Allah yolunda cihad edecek bir süvari doğuracak dedi ve "Allah dilerse" cümlesini eklemedi. Hz. Süleyman bu yetmiş kadınla yattı. Ancak hiç birinin çocuğu olmadı. Yalnız bir tanesi yarım bir çocuk doğurdu. Canımı elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, eğer inşallah deseydim, bu kadınların hepsi birer erkek çocuk doğurur ve bunların hepsi Allah yolunda cihad eden süvariler olurlardı." Buradaki ayetlerin işaret ettiği sınama konusu bu olay ve cesed'in de bu yarım çocuk olması mümkündür. Fakat bu sadece bir olasılıktır...

Atın hikâyesine gelince; deniliyor ki, Hz. Süleyman akşamleyin bir atını arıyordu. Bu nedenle güneş batmadan önce kılması gereken namazın zamanı geçti. Onu bana getirin dedi. Getirdiler. Rabb'ini anmasına engel olduğu için boynunu ve bacaklarını okşayıp sevdi. İkramda bulundu. Çünkü bu Allah yolunda cihad için beslenen bir attı. Bu her iki rivayetin de sağlıklı bir temeli yoktur. Onun için bu konuda sağlıklı bir şey söylemek de zordur.

Bu nedenle sağlam temellere dayanmak isteyen birisi Kur'an da işaret edilen bu iki olay hakkında kesin bir şey söyleyemez.

Burada söylenebilecek en son söz şudur ki: Yüce Allah diğer peygamberlerini yönlendirmek, yol göstermek, attıkları adımları hatalardan uzaklaştırmak için bir takım sınavlardan geçirdiği gibi elçisi olan Hz. Süleyman'ı -selâm üzerine olsun- da yönetim ve otorite konusundaki uygulamaları ile ilgili olarak bir sınavdan geçirmiştir. Hz. Süleyman bu konuda Rabb'ine yönelmiş ve O'na dönüş yapmıştır. hatalarının bağışlanmasını dilemiştir. Dua ederek umutla Allah'a yönelmiştir.

"Süleyman: `Rabbim! Beni bağışla, bana benden sonra kimsenin ulaşamayacağı bir hükümranlık ver. Sen şüphesiz daima bağışta bulunansın' dedi."

Hz. Süleyman'ın bu duasının en güzel yorumu, bencil bir istekte bulunmadığıdır. O bununla mucize şeklinde gerçekleşen özel bir nimet istemiştir. Böylece onun istediği niteliktir, nicelik değildir. Bu dua ile, O belli bir özelliği olan ve kendisinden sonra gelecek olan tüm iktidarlardan farklı bir hakimiyet istemiştir. Bu hakimiyetin belirlenmiş bir karakteri vardır. İnsanların tanımadığı, görmediği, alışmadığı bir hakimiyettir bu.

Yüce Rabb'i de O'nun bu duasını kabul buyurmuştur. O'na bilinen, alışılan hakimiyetin de ötesinde başka hiç kimseye verilmeyecek olan özel bir hakimiyet vermiştir.

"Bunun üzerine Süleyman'ın buyruğu ile istediği yere kolayca giden rüzgarı, emrine verdik."

Bina ustalarını ve dalgıçlık yapan şeytanları da emrine verdik." Demir zincirlere bağlı diğer yaratıkları da onun emrine verdik." Rüzgârın Allah'ın izniyle kullarından birinin emrine verilmesi, onun Allah'ın iradesine bağlı olma özelliğini değiştirmez. Rüzgârın yüce Allah'ın iradesine bağlılığı şüphe götürmez. Onun emrine bağlı ve O'nun belirlediği temel yasalara uygun olarak eser. Yüce Allah'ın belli bir zaman diliminde kullarından birisinin ilahi iradeyi ifade etmesini ve onun emrinin ilahi emre uygun olmasını dilemesi, rüzgârı onun istediği tarafa kolayca çevirmesi tuhaf bir şey değildir. Yüce Allah, böyle bir kolaylık sağlayabilir. Bu, çeşitli şekillerde meydana gelebilir. Yüce Allah Kur'an-ı Kerim de peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki, iki yüzlüler, kalplerinde hastalık bulunanlar, şehirde kötü haberler yayanlar, bu hallerinden vazgeçmezlerse seni onlara musallat ederiz. sonra orada senin yanında ancak az bir zaman kalabilirler." (Ahzab Suresi, 60) Peki bunun anlamı nedir? Bunun anlamı şudur: Eğer onlar vazgeçmezlerse, bizim irademiz seni onların başına musallat etmeye ve onları Medine'den çıkarmaya yönelecektir. Bu da senin kendi iradeni ve arzunu onlarla savaşma ve onları sürgün etmeye yöneltmenle gerçekleşecektir. Böylece bizim onlara yönelik irademiz senin vasıtanla yerini bulmuş olacaktır. İşte bu da yüce Allah'ın dilemesiyle Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- dilemesi arasındaki uygunluğun bir şeklidir. Doğal olarak Allah'ın iradesi ve dilemesi bu işin temelini oluşturur. Fakat, Allah'ın iradesi ve dilemesi yine Allah'ın istemesine bağlı olarak peygamberin iradesi ve dilemesi şeklinde gerçekleşmektedir. Bu da rüzgârın Hz. Süleyman'ın emrine verilmesi olayını daha rahat anlamanızı sağlamaktadır. Yani Hz. Süleyman'ın bu rüzgârları yönlendirmesi, isteklerinin Allah'ın emri doğrultusunda olması koşuluna bağlanmıştır. Yani rüzgâr yüce Allah'ın emri dışına çıkmamakta, bu emre uygun olan direktiflerin hizmetine girmiş olmaktadır.

Yüce Allah, cinleri de Hz. Süleyman'ın emrine vermiştir ki, O'na dilediğini yapsınlar. Karada ve denizde aradığı her şeyi O'na çıkarıp getirsinler. Ayrıca emrine vermiş olduğu bu cinlerden kendisine karşı gelenleri ve bozgunculuk yapanları cezalandırması, ellerini ve ayaklarını biraraya getirip zincire vurması veya onları ikişer ikişer veya gerektiğinde daha fazla sayıda biraraya getirip demir halkalarla bağlama gücü vermişti.

Sonra ona şöyle denilmişti: Yüce Allah'ın sana verdiği gücü ve nimetleri dilediğin gibi kullanabilirsin. Dilediğine her istediğini verebilirsin. Dilediğini de istediğin kadar kısabilirsin.

"İşte bizim bağışımız budur; ister ver, ister tut, hesapsızdır dedik."

Bu da ikramın ve faziletin doruğa ulaşmasıdır. Sonra bütün bunlara ek olarak da O'nun, dünyada, yüce Rabb'i katında bir yakınlığı olduğu, ahirette ise güzel bir geleceği bulunduğu belirtilmektedir:

"Doğrusu onun, bizim yanımızda yüksek bir makamı ve güzel bir geleceği vardı."

Bu ise, yüce Allah'ın hoşnutluğuna, korumasına, ihsanına ve ikramına ulaşmada hayli yüksek bir dereceyi ifade etmektedir.

Şimdi tekrar sınama ve sabretme ile ilgili hikâyeye ve bundan sonra gelen ihsan ile ikram olayına devanı ediyoruz. Sözün akışı içinde Hz. Eyyüb'ün kıssası ile buluşuyoruz:



41- Ey Muhammed! Kulumuz Eyyüb'ü da an. O Rabb'ine "Doğrusu şeytan bana yorgunluk ve azab verdi" diye seslenmişti.

42- Biz de ona "Ayağını yere vur! İşte yıkanacak ve içilecek soğuk bir su " dedik.

43- Ona bizden bir rahmet ve sağduyu sahiplerine bir ibret olarak ailesini ve onlarla beraber bir eş daha bağışladık.

44- Ey Eyyüb: "Eline bir demet sap al, onunla vur, yeminini bozma" demiştik. Gerçekten O çok sabırlı bir kulumuzdu, daima Allah'a yönelirdi

Hz. Eyyüb'ün kıssası ve sabrı dillere destan olacak kadar yaygınlık kazanmıştır. Öyle ki, bu sınama ve sabır insanlık tarihinde eşsiz bir örnek olarak yad edile gelmiştir. Yalnız bu konuya da, nezihliğini gölgeleyecek yahudi efsaneleri (israiliyat) karışmıştır. Bu kıssa ile ilgili olarak ileri sürülebilecek en güvenilir anlayış, Hz. Eyyüb'ün Kur'an-ı Kerim'de de ifade edildiği gibi Rabb'ine yönelen iyi bir Allah eri olduğudur. Yüce Allah O'nu bir sınavdan geçirmiş, O da güzel biçimde sabretmişti. Öyle anlaşılıyor ki, Hz. Eyyüb'ün sınanması, bütün malını, ailesini ve sağlığını aynı dönemde yitirmesi şeklinde olmuştu. Fakat O, buna rağmen Rabb'ı ile bağını gevşetmedi, O'na güveninden bir şey kaybetme-di ve ilahi takdirin her şeyine gönül rızası ile katlandı.

Şeytan bu dar günlerinde Hz. Eyyüb'e vefakâr kalan bir avuç dostları-ki bu dostlarından biri de eşiydi aracılığıyla bir takım kötü telkinlerde bulundu. "Eğer yüce Allah Hz. Eyyub'u sevseydi, onun başına bunca belayı yağdırmazdı." Şeklinde ki, sözler ile şüphe yaymaya çalıştı. Hz. Eyyub'un dostları da bu sözleri onunla konuşuyorlardı. Bu ise Hz. Eyyub'u uğradığı sıkıntı ve belalar-dan daha fazla üzüyor, rahatsız ediyordu. Bu şeytani telkinlerden bazılarını eşi kendisiyle konuşurken dile getirince Hz. Eyyub, eğer Allah'ın izniyle sağlığına kavuşursa bu eşine bir söylentiye göre sayısı yüz diye bilinen-belli sayıda dayak atacağına yemin etti.

Bu sırada Hz. Eyyub şeytanın eziyetlerine ve dostlarını kandırarak onları etkisi altına alışına karşı uğradığı sıkıntıları Rabb'ine şikayet etti. Bu eziyet kendisini ciddi boyutlarda etkiledi.

"Doğrusu şeytan bana yorgunluk ve azab verdi diye seslenmişti."

Yüce Rabb'i onun doğruluğunu, dürüstlüğünü ve gösterdiği sabrı, şeytanın manevralarından duyduğu nefreti ve onlara kanmadığını görünce rahmetini ona ulaştırdı. Sınanmasına son verdi, sağlığını geri verdi. Ayağı ile yere vurmasını, oradan serinleten bir kaynağın fışkıracağını, onunla yıkanıp suyundan içmesi halinde sağlığına kavuşacağını ve yaralarının iyileşeceğini bildirdi.

"Biz de O'na; "Ayağını yere vur! İşte yıkanacak ve içilecek soğuk bir su dedik."

Ve Kur'an'a Kerim buyuruyor ki;

"Ona bizden bir rahmet ve sağduyu sahiplerine bir ibret olarak ailesini ve onlarla beraber bir eş daha bağışladık."

Bazı rivayetlerde deniyor ki, yüce Allah O'nun önceki çocuklarını diriltti. Ve onlar kadar daha verdi. Ayetin açık anlamından yüce Allah'ın O'nun ölen çocuklarını dirilttiğine dair bir açıklama yoktur. Ayetin anlamı şöyle de olabilir: Hz. Eyyub sağlık ve mutluluğuna tekrar dönünce sanki yok olan ailesi tekrar etrafında kümelendi. Bunlara ilave olarak ilahi korumanın, rahmetin ve ikramın bir cilvesi olarak başkaları da O'na verildi. Bunlar akıl ve anlayış sahipleri için güzel bir anı niteliğindedir.

Burada kıssaların sunuşlarında önemli olan, yüce Allah'ın sınavdan geçirdiği kullarına, sabrettikleri ve onun hükmüne gönülden razı oldukları takdirde, nasıl büyük lütuf ve ihsanlarda bulunduğunun tasvir edilmesidir.

Hz. Eyyub'un eşine dayak atma yeminine gelince; yüce Allah O'na ve O'nu korumaya çalışan, göğüsledikleri sınamaya sabreden eşine merhametinden dolayı kolay bir çözüm göstermiştir. Hz. Eyyub'un yemin ederken belirlediği sayıdaki sopaları birleştirerek onların hepsiyle bir kere vurmasını emretmiştir. Böylece Hz. Eyyub, yemininin gereğini yapmış ve onu çiğnememiş olacaktı.

"Ey Eyyub! `Eline bir demet sap al, onunla vur, yeminini bozma' demiştik."

Bunca kolaylık ve onca ikram, Allah'ın erlerinden biri olan Hz. Eyyub'un musibetlere göğüs germesinin güzelce itaat edip ona sığınmasının mükafatı olarak Rabb'i tarafından verilmişti.

"Gerçekten O çok sabırlı bir kulumuzdu; daima Allah'a yönelirdi."

Hz. Peygambere -salât ve selâm üzerine olsun- bir hatırlatmayı ve karşılaştığı zorluklara karşı sabretmeyi aşılayan ve bir ölçüye kadar detaylı sayılan bu üç kıssanın sergilenişinden sonra surenin akışı içinde bazı peygamberlere kısaca işaret ediliyor. Burada da Hz. Davud, Hz. Süleyman ve Hz. Eyyub'un -selâm üzerlerine olsun- kıssalarındaki tema işleniyor. Sınanma ve sabırdan sonra ikram ve lütuflara kavuşma... Bu bölümde kendilerinden söz edilen peygamberlerin bazıları bu üç peygamberden önce gelmiştir. Gönderildikleri zaman bellidir. Bazılarının hangi tarihte peygamber olduklarını bilmiyoruz. Zira Kur'an-ı Kerim ve elimizdeki sağlam kaynaklar bu tarihi belirlememişlerdir.



45- Ey Muhammed! Güçlü ve anlayışlı olan kullarımız İbrahim, İshak ve Yakub'u da an.

46- Biz onları Ahiret yurdunu düşünen, gönülden bağlı kullar yaptık.

47- Onlar bizim yanımızda seçkin ve hayırlı kimselerdir.

48- İsmail'i, Elyas'ı, Zülkifl'i yi de an. Hepsi iyilerdendir.

49- Bu bir hatırlatmadır. Korunanlar için güzel bir gelecek vardır.

50- Kapıları onlara açılmış, Adn cennetleri vardır.

51- Orada tahtlara yaslanmış olarak çeşitli meyveler ve içecekler isterler.

52- Yanlarında bakışlarını yalnız kocalarına diken kendileriyle yaşıt güzeller vardır.

53- İşte hesap günü için size söz verilen bunlardır.

54- Doğrusu, verdiğimiz rızıklar tükenmez.

55- Bu böyledir; ancak azgınlara kötü bir gelecek vardır.

56- Cehenneme girerler. Orası ne kötü bir konaktır.

57- İşte bu kaynak su ve irindir, artık onu tadsınlar.

58- Ve daha başka çeşit çeşit azab vardır.

59- İnkârcıların ileri gelenlerine "işte bu topluluk sizinle beraber gerçeğe karşı direnenlerdir. Onlar rahat yüzü görmesin. Onlar mutlaka ateşe gireceklerdir" denir.

60- Toplulukta bulunanlar ise; "Hayır, asıl siz rahat yüzü görmeyin; bizi buraya getiren sissiniz, ne kötü bir duraktır" derler.

61- Rabb'imiz! Bunu kim başımıza getirdiyse, ateşte onun azabını kat kat artır" derler.

62- Bize ne oldu ki, dünyada iken kötülerden saydığınız adamları burada niçin görmüyoruz? derler.

63- Hani onlarla alay ederdik. Yoksa onları gözden mi kaçırdık?

64- İşte ateş halkının tartışmaları böyledir ve bunlar gerçektir.

Hz. İbrahim, Hz. İshak, Hz. Yakup ve aynı şekilde Hz. İsmail kesin olarak Hz. Davud ve Hz. Süleyman'dan önce peygamber olmuşlardı. Fakat Onların Hz. Eyyub'tan önce mi, sonra mı peygamber olduklarını bilmiyoruz. Elyesa ve Zülkifl peygamberlerin durumu da Hz. Eyyub'un durumu gibidir. Bu son iki peygamber hakkında bir kaç kısa işaretten başka bir açıklamaya Kur'an-ı Kerimde yer verilmemiştir. İsrailoğulları'na gönderilen peygamberlerden birinin adı İbranice "İlyesa"dır. Bu da tercihe şayan görüşe göre Arapça'daki "Elyesa"dır. Zülkifl hakkında ise Kur'an-ı Kerimin onu "seçkinlerden" biri olarak nitelemesinden başka bir şey bilmiyoruz.

Yüce Allah, Hz. İbrahim'i, İshak'ı ve Yakub'u "kuvvetli ve basiretli kullarımız" diye tanıtıyor. Bu da onların elleriyle güzel işler yaptıklarını, sağlıklı görüş veya doğru düşünce sahibi olduklarını ortaya koyan bir kinayedir. Sanki güzel iş yapmayanın hiç eli yokmuş, sağlıklı düşünmeyenin aklı ve görebilme yeteneği yokmuş gibi!

Bunun yanında onların onurlandırıcı sıfatlarından da söz ediliyor. Yani yüce Allah onlara özellikle güzel bir sıfat vermiştir ki, ahiret yurdunu hatırlasınlar. Bunun dışında kalan her şeyden soyutlansınlar:

"Biz onları, ahiret yurdunu düşünme özelliğiyle temizleyip kendimize halis kul yaptık."

İşte onların özelliği ve üstünlüğü budur. Onları Allah katında seçkin insanlar haline getiren de bu özellikleridir:

"Onlar bizim yanımızda seçkinlerden, hayırlılardandır.

Yüce Allah, aynı şekilde Hz. İsmail, Hz. Elyesa ve Hz. Zülkifl'in de seçkinlerden olduğuna tanıklık etmektedir. Peygamberlerinin sonuncusu ve elçilerinin en seçkinini onları hatırlaması, onlarla yaşaması, onların sabırlarını ve Allah'ın onlara merhametini düşünmesi için yönlendirmektedir. Yalancı ve sapık olan toplumundan gördüğü sıkıntılara karşı sabretmesini istemektedir. Zira sabır peygamberliklerin yoludur. Çağrıların yoludur. Yüce Allah sabreden kullarını yüzüstü bırakmaz. Sabırlarına karşılık onlara iyilik, rahmet ve bereket verir. Onları seçkin kulları arasına katar... Allah'ın katındaki mükafat daha iyidir. Tuzak kuranların tuzakları ve yalan sayanların yalanlamaları Allah'ın rahmeti koruması, ikramı ve ihsanı yanında basitleşmektedir.

Önceki bölüm, yüce Allah'ın seçkin kullarıyla birlikte geçen hayat ve anılarla ilgili bir gezintiydi. Sınanma ve sabır, rahmet ve ikram durumlarını sergiliyordu. Yani, yeryüzünde ve bu dünyada yaşanan o yüksek değerli hayatın bir hatırlatmasıydı. Şimdi ayetlerin akışı, devam etmektedir. Gerçek anlamda Allah'a bağlı olan kullarla, ilahi mesajı yalan sayan azgınların ahiret alemindeki, öbür hayattaki durumlarını sergilemektedir. Onların bu hallerini bir kıyamet sahnesinde gözler önüne sermektedir. Bu konu "Kur'an da Kıyamet Sahneleri" kitabından biraz kısaltarak aktarıyoruz.

Sahne, bütünü, bölümleri, çehreleri ve şekilleriyle birbirini tamamen iki manzara ile başlıyor: Gerçek anlamda Allah'a bağlı olan "takva sahiplerinin" ve onları bekleyen "güzel bir geleceğin" manzarası... Tam karşısında Allah'a karşı gelen "azgınların" ve onları bekleyen "kötü bir geleceğin" manzarası... Birincilerin durumu iyi. Onlar için Adn cennetleri vardır. Kapıları onlara sonuna kadar açıktır. Onlar orada yan gelip yatacak, rahat edeceklerdir. En güzel yiyecekler ve en güzel içecekler onlarındır. Ayrıca onlar için genç-güzel huriler vardır. Bunlar güzelliklerine rağmen "gözleri eşlerinden başkasını görmeyen" gözleri başkasını aramaz ve başkasına takılmaz. Hepsi de genç ve yaşıttır. Bu sürekli bir zevk ve Allah katından verilen bir rızıktır. "Bitmez-tükenmez bu nimetler"

Diğerlerine gelince onların bir konakları vardır. Fakat orada rahat yüzü görülmez. Burası cehennemdir. "Orası ne kötü bir konaktır" Onların orada kaynak sulardan içecekleri, kusmuktan yiyecekleri .vardır. Bu da ateşe girenlerin vücutlarından süzülüp akan pis ve iğrenç şeylerdir! Ya da onların bu türden daha nice ezaları, cefaları vardır ki, bunlara ayeti kerimede "ezvac" yani birbirine benzer eziyetler denilmektedir.

Sahne, kapsadığı karşılıklı konuşmalarla somutlaşan, canlı hale gelen üçüncü manzara ile tamamlanıyor. Burada cehennemlik olan azgınlardan bir topluluk görülüyor: Bunlar dünyada birbirini seven, birbirine dost olan kimselerdi. Bu gün onlar birbirini tanımıyor, birbirinden kaçıyorlar. Bunların bazıları sapıklığı aşılıyor, bazıları mü'minlere karşı üstünlük taslıyor, onların çağrılarını, cennete ilişkin inançlarını alaya alıyorlardı. Nitekim Kureyşin ileri gelenleri de böyle yapıyor ve: "Kur'an aramızda O'na mı indirilmeliydi" (Sad Suresi. 8) diyorlardı.

Şimdi onlar bölük-bölük ateşe atılıyorlar. İşte onlar şimdi birbirlerine: "İşte bu topluluk sizinle beraber gerçeğe karşı direnenlerdir." dediklerine cevapları ne oluyor? Cevapları öfke dolu, tepki dolu: "Onlar rahat yüzü görmesin. Onlar mutlaka ateşe gireceklerdir." Peki kendileriyle alay edilenler susuyorlar mı? Hayır! Onlar da cevap veriyorlar: "Toplulukta bulunanlar ise; `Hayır asıl siz rahat yüzü görmeyin, bizi buraya getiren sizsiniz, ne kötü bir duraktır' derler." Yani bu azaba düşmemize siz sebep oldunuz. Birden öfke, bunalım ve intikam dolu bir dua yükseliyor. "Rabb'imiz! Bunu kim başımıza getirdiyse, ateşte onun azabını kat-kat artır derler."

Sonra ne oluyor? İşte onlar mü'minleri arıyorlar. Dünyada kendilerine karşı üstünlük tasladıkları, haklarında kötü düşündükleri, cennete ilişkin inançlarını alaya aldıkları mü'minler... Evet onlar inananları arıyorlar. Onları kendileri gibi ateşte bulamıyorlar. Birbirlerine soruyorlar: Onlar nerede? Onlar nereye gittiler? Yoksa burada oldukları halde biz mi onları göremiyoruz? "Bize ne oldu ki, dünyada iken kötülerden saydığımız adamları burada niçin görmüyoruz? derler." (Bir kıraatte göre "Ette haznahum Sihriyyen" cümlesi soru değil, normal haber cümlesidir. Biz de bu kıraatı tercih ettik. Zira buna göre anlamı daha açık ve sağlıklı almaktadır. Bu durumda "Ette haznahum Sihriyyen" (onları alaya alırdık) kendisinden önceki cümleyi tamamlamış ve "ricalen" (adımlar) kavramının sıfatı olur.)

Halbuki onların arayıp sordukları adamlar uzakta, cennettedirler!

Sahne, cehennemliklerin gerçek durumlarını ortaya koyarak sona eriyor!

"İşte ateş halkının tartışmaları böyledir ve bunlar gerçektir."

Onların sonları ile gerçekten Allah'a bağlı takva sahiplerinin sonları arasında öyle mesafeler var ki. Bunlar onların kendilerini alaya aldıkları, Allah'ın onları seçmesini çok gördükleri kimselerdi. Onlar: "Rabb'imiz! Bizim azab payımızı hesap gününden önce ver" derken, paylarını almakta acele ederken bu kadar kötü bir nasibin kendilerini beklediğini hiç düşünmemiş olmalılar!

Surenin son bölümü baş tarafta işlenen tevhid, vahiy ve ahiretteki ceza-mükafat meselelerine tekrar dönmektedir. Bu arada vahyin bir delili olarak Hz. Adem'in kıssasına değinilmekte, o gün yüceler aleminde meydana gelen olaylardan söz edilmektedir. O günden kıyamet günündeki hesaba çekilmenin sapıklık veya doğru yol üzerinde olmaya bağlandığı belirtilmektedir. Kıssa aynı zamanda şeytanın içindeki kıskançlık duygusunun onu azdırdığını ve Allah'ın rahmetinden uzaklaştırdığını da ortaya koymaktadır... Çünkü o, yüce Allah'ın Hz. Adem'e verdiği nimeti ve ihsanı çok görmüştü. Şeytan ile Ademoğulları arasındaki ateşi sönmeyen ve asla gevşemeyen sürekli mücadeleyi ve savaşı da sergilemektedir. Bu savaşın amacı daha çok insanın şeytanın ağına düşürülmesi, onların kendisiyle beraber ateşe girmeleri ve böylece ataları Hz. Adem'den intikam alınmasıydı. Zira şeytanın kovuluşuna o sebep olmuştu. Bu savaş amaçları belli olan bir savaştır. Ama ne yazık ki, Ademoğulları ezeli düşmanlarına teslim olmaktadırlar!

Sure, vahiy konusunu ve onun ötesindeki gerçeğin önemini pekiştirerek sona eriyor. Fakat ilahi mesajdan haberi olmayanların ve onu yalanlayanların bu gerçekten haberleri dahi olmamaktadır!



65- Ey Muhammed! De ki, "Ben sadece bir uyarıcıyım. Gücü her şeye yeten tek Allah'tan başka tanrı yoktur.

66- Göklerin-yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabb'ı olan Allah, daima üstündür, çok bağışlayandır.

Akıl erdiremeyen hayret eden ve dehşete kapılan ve "tanrıları bir tek tanrımı yapıyor? Bu gerçekten tuhaf bir şeydir? diyen müşriklere de ki; bu gerçeğin ta kendisidir: "Gücü her şeye yeten tek Allah'tan başka tanrı yoktur."

Yine onlara de ki; benim görevim sadece uyarmak ve sakındırmaktır. Bunun ötesinde lehimde ve aleyhimde bir şey yoktur... Bundan sonra insanları tek başına her şeye egemen Allah'a havale etmekten başka yapabileceğim bir şey yoktur. "O göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin Rabb'idir." Onun hiçbir ortağı yoktur... Göklerde-yerde veya bu ikisi arasında bulunan herhangi bir tarafta O'ndan başka sığınak da yoktur... "Aziz olan" O'dur; güçlü, kuvvetli olan O'dur. Bağışlayan" da O'dur. Günahları affeden, tevbeleri kabul eden ve himayesine sığınanları bağışlayan da O'dur. Yine onlara de ki; benim size getirip sunduğum, sizin de kendisinden yüz çevirdiğiniz bu gerçek sizin tahmin edemeyeceğiniz kadar büyük ve çok önemli bir hakikattir. Bunun ötesinde öyle gerçekler vardır ki, siz bunların hepsinden habersizsiniz.



67- De ki; "Bu Kur'an, büyük bir haberdir."

68- Fakat siz ondan yüz çeviriyorsunuz?"

O gerçekten yakın olan dış görünüşünden çok daha büyük bir olaydır. Çünkü O, bütün bu evrenin içinde yüce Allah'ın eşsiz işlerinden biridir. Bütün bu evreni ilgilendiren önemli işlerinden biridir. Bu varlık aleminde o Allah'ın kaderinden bir parçadır. Göklerin ve yerin durumundan kaybolup giden geçmişin ve uzakta bulunan geleceğin halinden kopuk ve uzak bir şey değildir.

Bu büyük haber, Mekke'deki Kureyş'i, yarımadadaki Arapları, o zaman yeryüzündeki yaşayan çağdaş kuşağı aşmak, yer zaman olarak belirlenmiş, sınırlandırılmış ortamı aşmaya, tüm çağlara ve nesillere ulaşıp insanlığın geleceğini etkilemeye, sonlarını ona göre belirlemeye gelmişti. Hem de yeryüzüne ulaştığı ilk günden itibaren ve Allah'ın kendisi için belirlediği zaman dilimi dolana kadar... Bu Kur'an bütün bir evrenin düzeni içinde kendisi için belirlenen zamanda inmiştir ki, Allah'ın kendisi için belirlediği bu zaman diliminde görevini yapsın, fonksiyonunu icra etsin.

İnsanlığın seyir çizgisi, kudret elinin bu büyük haberle belirlediği yola girmiştir. Bu konuda O'na iman etsinler veya ona engel olsunlar, yanında savaşsınlar veya ona karşı dirensinler fark etmez. İster O'nun indiği kuşaktan olsunlar, istér sonra gelen kuşaklardan olsunlar. Yolun seyri değişmez. İnsanlık tarihinde hiçbir olay veya hiçbir haber bu büyük haberin geride bıraktığı izler gibi kalıntı bırakmamıştır.

Kur'an-ı Kerim öyle değerler, öyle düşünceler ortaya koymuş, bu yeryüzünün hepsini, insanlık nesillerinin tümünü kuşatan öyle ilkeler öyle sistemler yerleştirmiştir ki, Araplar bunları asla düşünememişlerdi. Araplar o zamanlar bu haberin yeryüzünün çehresini değiştirmek, tarihin akışına yön vermek, bu hayatın geleceğine ilişkin ilahi takdiri gerçekleştirmek, insanlığın hem vicdanını hem de günlük hayatını etkisi altına almak ve bunların hepsini bütün bir evrenin seyir çizgisi göklerin, yerin ve bu ikisi arasında bulunan her şeyin yaradılışında gizli olan gerçek ile bütünleştirmek, temasa geçirmek için geldiğini ve bunun kıyamete kadar süreceğini, insanların ve hayatın takdirini yönlendirmedeki görevini eksiksiz yapacağını kavrayamıyorlardı.

Bu günkü müslümanlar da bu haber karşısında tıpkı Arapların durdukları gibi durmaktadırlar. Onun karakterini ve onun varlığın karakteriyle ilgili bağını kavrayamıyorlar, onda gizli olan gerçeği düşünmüyorlar ki, bunun evrenin yapısında gizli olan gerçeğin ta kendisi olduğunu anlasınlar. Onun insanlığın tarihinde ve onun seyir çizgisinde meydana getirdiği etkileri gerçekçi olarak ortaya koyamıyorlar. Bu haber'in insanlığın hayatını belirlemede ve tarihin çizgisini yönlendirmede etkisini azaltmaya, oynadığı rolü sürekli olarak basitleştirmeye özen gösteren düşmanlarının ortaya koyduğu bir anlayışla değil, özgürce bir anlayışla Kur'an'ın bu eylemini ortaya koyamıyorlar... İşte bu nedenle müslümanlar kendi görevlerinin gerçek değerini anlamıyorlar. Geçmişteki, şu andaki ve gelecekteki görevlerinin değerini... Bu görevlerinin yeryüzünde dünyanın sonuna kadar devam edeceğini anlayamıyorlar...

Kur'an'la muhatab olan ilk Araplar sanıyorlardı ki, bu mesele sadece kendilerini ve Abdullah'ın oğlu Muhammed'i -salât ve selâm üzerine olsun- ilgilendirmektir. Onların aralarından Muhammed'in seçilip ona Kur'an'ın indirilmesinden ibaret sanıyorlardı olayı. Onlar bütün güçlerini bu yüzden hep böyle yüzeysel bir şekilciliğe sıkıştırmışlardı. Şimdi Kur'an bununla onların dikkatlerini çekmekte, bakış açılarını bu sığlıktan kurtarmaya çalışmaktadır. Yani mesele bu bakış açısından çok daha büyük, çok daha önemlidir. Olay hem kendilerini hem de Abdullah'ın oğlu Muhammed'i -salât ve selâm üzerine olsun- çok çok aşmaktadır. Muhammed bu haber'in sadece taşıyıcısı ve insanlara duyurucusudur. O bunu kendisi uydurmamıştır. Eğer Allah'ın öğretmesi olmasaydı bunun ötesinde ne olacağını bilemezdi. Yüceler aleminde neler olup bittiğini bilmiyordu. Bunları sadece yüce Allah ona bildirmiştir.



69- Mele-i A'la'da kendi aralarındaki tartışmaları hakkında benim hiçbir bilgim yoktu.

70- Ben gelecek tehlikeleri apaçık uyarıcı olduğum içindir ki, bana vahy olunuyor.

Bundan sonra surenin akışı insanlığın kıssasına dönüyor. Ta başta yüceler aleminden onların seyir çizgisini belirleyen, kaderlerini ve sonlarını şekillendiren olaylarla ilgili açıklamaya geçiyor. İşte Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- dünyanın son döneminde insanlara açıklamak ve onları uyarmak için görevlendirildiği gerçek de budur.



71- Rabb'im Meleklere demişti ki; ben çamurdan bir insan yaratacağım.

72- Onu biçimlendirip ona ruhumdan üflediğim zaman derhal ona secde edin.

73- Meleklerin hepsi birden secde ettiler.

Biz insanlar yüce Allah'ın meleklerle nasıl konuştuğunu, nasıl konuşacağını bilemiyor, anlayamıyoruz. Meleklerin Allah'tan nasıl emir aldıklarını ve onların nasıl bir varlık olduklarını kavrayamıyoruz. Tek bildiğimiz yüce Allah'ın Kur'an-ı Kerimde onlara ilişkin bize verdiği bilgilerdir. Aslında kesin bir sonuç alınmayan ve bir yararı da olmayan bu tür konulara dalmaya da gerek yoktur. Biz sadece Kur'an'ın anlattığı biçimde kıssanın esprisi, temel amacı üzerinde yoğunlaşmalıyız.

Yüce Allah bu insan denen varlığı çamurdan yaratmıştır. Yani insanın tüm organizması çamurdandır. Sadece nereden geldiği ve nasıl geldiği bilinmeyen "Hayat Sırrı" hariç. İnsan denen bu varlığın, adı geçen bu sırrın dışında bütün organları çamurdandır. Bu çamurun bir insan olmasını sağlayan "Kutsal Soluk" dışındaki her şeyi çamurdandır. Vücudunun bütün elementleri çamurdandır. Yani insanın anası topraktır. İnsan bu toprağın ana maddelerinden meydana gelmiştir. Gizemli olan bu ilahi sır ondan ayrıldığında söz konusu organlar tekrar toprağa dönüşeceklerdir. Hayatta insanın seyir çizgisini belirleyen bu "Kutsal Soluğun" etkileri ondan ayrılınca tümüyle toprağa dönüşecektir.

Biz bu "Kutsal Soluğun" niteliğini, niceliğini bilemiyoruz. Sadece etkilerini, izlerini biliyoruz. İşte bu kutsal soluğun etkileri insan denen bu varlığı yeryüzündeki diğer varlıklardan ayırmıştır. Akli ve ruhi yönden yükselmeye elverişli olan özel yeteneğiyle onu diğer varlıklardan farklı kılmıştır. İşte bu özellik insan aklının geçmişin deneyimlerinden yararlanmasını, geleceğini ona göre planlamasını, programlamasını sağlamıştır. Bedenin akıl ve duyu organları ile algılanan varlıkları aşarak akıllara ve duyulara kapalı olan gizemli (bilinmez) dünya ile iletişim kurmasını temin etmiştir.

Akli ve ruhi yönden yükselebilme özelliği sadece insanlara özgü bir özelliktir. Bu, yeryüzünde diğer canlılar bu özelliğe sahip değildir. İlk insanın yaratıldığı sırada değişik türlerden ve cinslerden canlılar vardı. Bu uzun tarih süreci boyunca hiçbir tür veya cins, akli ve ruhi yönden bu tür bir gelişme gösterip ilerleme kaydetmemiştir. Bunların hiçbir türünde ilerleme görülmemiştir. Organik ilerlemenin varlığını kabul ettiğimiz takdirde bile hiçbir şey değişmemektedir.

Yüce Allah bu insan denen varlığa ruhundan bir soluk üflemiştir. Zira O'nun iradesi insanın yeryüzünde halife olmasını dilemiştir. Belirlediği sınırlar dahilinde bu evrenin anahtarlarını, yeryüzünün imarını ve bunun için gereken güç ve enerjileri ona teslim etmeyi uygun görmüştür.

Yüce Allah, insana bilgide ilerleme gücü vermiştir. O gün, bugündür insan bu ilahi soluğun kaynağı ile bağını sağlamlaştırdıkça ve sağlıklı bir biçimde bu kaynağa başvurdukça ilerlemiştir. Ne zaman, bu yüce kaynaktan sapmışsa yapısındaki ve hayatındaki bilgi akımlarının ahengi bozulmuş ve onu ileriye doğru yönlendirecek uyumlu-eksiksiz yönelişin istikameti değişmiştir. Bu birbiriyle çelişen akımlar onun yönelişindeki düzgünlüğü gölgelemeye başlamıştır. Onun insani özelliklerinin ters tepki yapmasına yol açmasa da, gerçek yükseliş merdiveninden onu aşağıya doğru yuvarlatmıştır. İsterse hayatın herhangi bir alanındaki bilimleri ve deneyimleri geniş bir yer tutmuş olsun, fark etmez.

Kütlesi küçük, gücü sınırlı, ömrü kısa, bilgisi sınırlı olan insanın bu şerefli Rabb'ini lütuf olmadan bu onurlu derecesine ulaşması mümkün değildir. Yoksa o kim bu derece kim? İnsan bu dünya gezegeni üzerinde yaşayan milyonlarca . canlı türünden canlı cinsinden sadece biri olan küçük, değersiz basit bir yaratıktır. Dünya gezegeni de yıldızlardan sadece birinin uydularından biridir. Allah'tan başkasının genişliğini ve büyüklüğünü dahi kavrayamadığı uzayda bu türden milyarlarca yıldız vardır... Öyleyse insan denen bu varlığı Rahman'ın meleklerinin kendisine secde etmesi derecesine ulaştıran bu büyük latif sırdan başka nedir ki? İnsan işte bu ilahi sır ile onurlanmış, şereflenmiştir. İlahi sır kendisinden ayrılınca veya ondan elini eteğini çekince değersiz olan aslına, yani çamura dönecektir!

Melekler, yaratılışları gereği Rabb'lerinin emrine kulak verdiler, gereğini yaptılar:

"Meleklerin hepsi birden secde ettiler."

Nasıl? Nerede? Ne zaman? gibi soruların hepsi yalnız Allah'ın bildiği gayb konularına girer. Bunların bilinmesi kıssanın amacına ve ana fikrine etki etmez. Çünkü burada önemli olan çamurdan yaratılan insanın değerini takdir etmek, yüce Allah'ın ruhundan ona üflemekle onu asıl kaynağı olan çamurdan ne kadar yükselttiğini ortaya koymaktır.

Melekler, Allah'ın emrine bağlılıklarından ve O'nun emirle mutlaka bir hikmeti ortaya koymak istediği bilincinde olduklarından hemen secdeye kapanmışlardır.



74- Yalnız İblis secde etmedi, büyüklük tasladı ve kafirlerden oldu.

75- Allah: `Ey İblis, iki elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir? Böbürlendin mi, yoksa yücelerden mi oldun?"

76- İblis: `Ben ondan üstünüm. Beni ateşten yarattın. Onu çàmurdan yarattın " dedi.

Acaba iblis de meleklerden biri miydi? Açık olan duruma göre hayır.

Zira eğer o meleklerden olsaydı karşı gelmezdi. Çünkü melekler Allah'ın emirlerine karşı gelmezler. Kendilerine verilen emri hemen yerine getirirler. İlerde İblis'in ateşten yaratıldığı da ifade edilecektir. ?~feleklerin ise nurdan yaratıldıkları bildirilmektedir... Fakat İblis buna rağmen meleklerle beraberdi ve secde etmekle yükümlüydü. Secde emri sırasında ona secde etmesinin açıkça bildirilmemesi, emre karşı gelişi nedeniyle onun tavrına değer vermemek içindi. İblis'in de secde emri ile yükümlü olduğunu kendisine yöneltilen azarlamadan anlıyoruz.

"Allah: Ey İblis, iki elimle yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir? Böbürlendin mi, yoksa yücelerden mi oldun?"

Kendi ellerimle yarattığım insana secde etmene engel olan nedir? Yüce Allah her şeyin yaratıcısıdır. Öyleyse bu insanın yaradılışında bu kadar taktire şayan bir özelliğin olması gerekmektedir. Bu özellik insana Rabb'ani yardım ve koruma özelliğidir. Bu yardımın bir delili olarak ruhundan bir soluğu onun bünyesine yerleştirmesidir.

Büyüklük mü tasladın? Emrime karşı. "Yoksa yücelerden mi oldun?" Boğun eğmeyen.

"İblis: `Ben ondan üstünüm. Beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın' dedi."

Bu karşı gelişin temelinde kıskançlık var. Hz. Adem'in çamur'dan yaratılışının ötesinde ona değer kazandıran temel faktörü hesaba katmama veya görmezlikten gelme var. Aslında o bu onurlandırmayı hak etmiştir. Bu gözler önüne serilen tutumuyla bütün olarak iyilikten uzak düşmüş bir karaktere sahip olan kişinin çirkin cevabıdır.

Şimdi çirkin biçimde şımaran bu yaratığın kovulmasını öngören yüce ilahi ferman çıkıyor:

77- Allah: "Çık oradan sen artık kovulmuş birisin. "

78- Ceza gününe kadar lanetim senin üzerinedir dedi.

Biz ayeti kerimede geçen "oradan çık" cümlesinin "cennetten çık mı" yoksa "Allah'ın rahmetinden çık mı"? anlamına geldiğini kesin belirleme imkanına sahip değiliz. Bu da olabilir, diğeri de. Bu konuda fazla ileri-geri tartışmalara girmeye de gerek yok. Bu, yüce Allah'ın uygun emrine karşı isyan ve cüretkârlığın cezası olan kovuluş, lanet ve gazaptır.

Burada kıskançlık, kine yani İblis'in içindeki intikam hırsının kesinleşmesine, alevlenmesine dönüşüyor

79- İblis "Ey Rabbim! O halde tekrar dirilecekleri güne kadar bana mühlet ver" dedi.

Yüce Allah'ın dilemesi, ilminde takdir edilen hikmet gereği İblis'in bu isteğinin yerine getirilmesini gerektirmiştir. Ona istediği fırsatı vermiştir. Şeytan kinini dindirecek hedefini de açıklıyor.



80- Allah: "Haydi sana mühlet verildi.

81- O belli vaktin gününe kadar.

82- İblis: senin izzet ve şerefine andolsun ki, onların tümünü azdıracağım dedi.

83- Yalnız onlardan ihlas sahibi kullar hariç.

Bununla metodunu ve yolunu belirlemiştir. O Allah'ın yüceliğine yemin ederek tüm insanları saptıracağını söylüyor. Üzerlerinde hiçbir otoritesi olmayan insanların dışında kimseyi müstesna tutmuyor. Bunları dışarıda bırakırken de keyfinden değil, onları saptırmaktan aciz düştüğü için istisna ediyor! Böylece kendisi ile onun tuzağından ve aldatmasından kurtulanlar arasındaki engeli, kendisi ile onlar arasındaki koruyucuyu açıklamış oluyor. Bu koruyucu da onları sırf Allah'a bağlayan kulluk bilincidir bu. İşte bu kurtuluş dizgini ve hayat ipidir. Hayata doğru çeken bağ budur... Kurtuluş ve kaybedişte yine yüce Allah'ın iradesine ve takdirine uygun olarak gerçekleşmektedir... Bu nedenle yücè Allah iradesini açıklamış, yolunu ve programını belirlemiştir.

84- Allah: "İşte bu doğrudur. Ben gerçeği söylüyorum.

85- Sen ve sana uyanların hepsiyle cehennemi dolduracağım dedi.

Yüce Allah zaten her zaman doğruyu, gerçeği söyler. Kur'an-ı Kerim bu olguyu bu surenin değişik yerlerinde ve değişik vesilelerle belirtip pekiştirmektedir. Duvarların üzerinden atlayarak Hz. Davud'a gelen davacılar ona şöyle demişlerdi: "Şimdi sen aramızda hak ile hükmet, adaletten ayrılıp bize zulmetme" (Sad Suresi, 22). Yüce Allah kulu olan Hz. Davud'a şöyle demişti. İnsanlar arasında adaletle hükmet, keyfine uyma (Sad Suresi, 26) Bundan sonra da göklerin ve yerin yaradılışında gizli olan gerçeğe değinmişti: "Biz göğü, yeri ve ikisi arasında bulunanları boşuna yaratmadık." (Sad Suresi, 27) Sonra yüce güç ve kudret sahibinin diliyle hak'tan söz ediliyor. "İşte bu doğrudur. Ben gerçeği söylüyorum." Bu yerleri ve şekilleri farklılık gösterse de yapısı ve karakteri değişmeyen Hak'tır. İşte bu doğru söz de onun bir parçasıdır. "Sen ve sana uyanların hepsiyle cehennemi dolduracağım."

Demek ki, bu şeytan ile Ademoğulları arasındaki mücadeledir. Bilerek bu mücadeleye girişiyorlar. Sonuç yüce Allah'ın apaçık ve şaşmayan sözünde ifade edildiği için kesin olarak bilinmektedir. Bu apaçık durumdan sonra herkes yaptığı tercihinin sonucuna katlanmak zorundadır. Allah'ın rahmeti onları cahil ve habersiz bırakmak istemediğinden kendilerine uyarıcı peygamberler göndermiştir.

Bu bölümün ve aynı zamanda Surenin sonunda Hz. Peygamber'e -salât ve selâm üzerine olsun- onlara son sözünü söylemesi için emir veriliyor.

86- Ey Muhammed! De ki; "Buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum, kendimden bir şey teklif edenlerden de değilim. "

87- Bu Kur'an, alemler için bir öğüttür.

88- Onun haberlerinin doğruluğunu bir süre sonra gayet iyi anlayacaksınız.

Bu sonucu açıkladıktan ve uyarıcı gönderdikten sonra kurtuluş için yapılan içtenlikle çağrıdır. Öyle içli bir çağrı ki, bu çağrıyı yapan adam hiçbir ücret talep etmemektedir. Bu sağlıklı yaratılışa sahibi olan davetçidir. Normal diliyle konuşuyor. Zorlanmaya yapmacık hareketlere baş vurmuyor, insana yakın olan fıtrat (yaradılıştan gelen) mantığının gereği dışında hiçbir şey istemiyor. Bu Kur'an insanlara bir hatırlatmadır. Çünkü insanlar unutabilirler, habersiz kalabilirler. Bu gün ona kulak vermeseler de geçekten o en büyük haberdir. Bir süre sonra onun haberini öğreneceklerdir, onlar. Hem bu yeryüzündeki haberini -zaten birkaç sene sonra bu sözün doğruluğunu öğrendiler- hem de bilinen gündeki haberini yüce Allah'ın kesin sözü, gerçekleştiği zaman öğreneceklerdir: "Sen ve sana uyanların hepsiyle cehennemi dolduracağım" dedi.

İşte bu surenin girişi, konusu ve ele aldığı meselelerle tam uyum sağlayan bir sondur. Derinlerde yankılanan ve ilerde meydana geleceklerin dehşetini ortaya koyan bir sarsma meydana getiriyor: "Onun haberlerinin doğruluğunu bir süre sonra gayet iyi anlayacaksınız."