28 Haziran 2007 Perşembe

RAHMAN SÜRESİ(MEVDUDİ)

Adı: İlk kelime olan "Rahman", sureye ad olarak verilmiştir. Bu ad, surenin muhtevasıyla da alakalıdır. Zira surenin içinde baştan sona kadar Allah'ın rahmeti ve rahmetinin tezahürleri zikredilmiştir.

Nüzul Zamanı: Genellikle müfessirlerin tümü, bu surenin Mekki olduğu görüşündedirler. Gerçi bazı rivayetler, İbn Abbas, İkrime ve Katade'nin bu sureyi Medeni olarak niteledikleri şeklinde ise de, bu rivayetler diğerlerine ters düşmektedir. Ayrıca surenin muhtevası, diğer Mekki surelerle kuvvetli bir benzerlik göstermektedir. Hatta bu benzerlikler, surenin Hicretten çok önceleri Mekke'de nazil olduğunu teyid etmektedir.

Esma binti Ebu Bekir, şöyle bir rivayette bulunur: "Ben Rasulullah'ı Harem-i Şerif'te, Hacer'ul-Esved'in bulunduğu köşede gördüm. O dönemde henüz, "sana vahyedileni açıkça tebliğ et" ayeti nazil olmamıştı. Ancak müşrikler, Rasulullah namaz kılarken, "Febi eyyi alai Rabbikuma tukezziban" (şimdi Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?" kelimelerini işitiyorlardı." (Müsned-i Ahmed) Bu rivayetten anlaşıldığına göre bu sure, Hicr Suresi'nden önce nazil olmuştur.

İbn Ömer'den rivayet edildiğine göre, Rasulullah bir defasında, Rahman Suresi'ni okumuş (ya da bu sure onun huzurunda okunmuş) ve sonra "Niçin sizlerden cinlerin, Rabbine verdiği gibi bir cevap işitmiyorum?" demiş Sahabe "O cevap nedir ya Rasulullah?" diye sorunca, Hz. Peygamber (s.a) şöyle cevap vermiştir:

"Ben 'Şimdi Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?'" ayetini okuduğumda onlar "La bişeyyin min nimeti Rabbina nukezzibu" (Biz Rabbimizin hiçbir nimetini yalanlamıyoruz) dediler. (Bezzar, İbn Cerir, İbn Münzir, Darekutni, İbn Merduyye).

Aynı olay, Cabir b. Abdullah'ın rivayetinde şu ifadeler ile nakledilmiştir: "Rahman Suresi'ni dinledikten sonra ortalığı bir sessizlik kapladı. Bunun üzerine Rasulullah, "Ben bu sureyi cinlerin Kur'an dinlemek için geldikleri gece okuduğumda, onların cevabı bundan çok daha iyi idi.

Ben, "Ey cinler ve insanlar topluluğu..... şimdi Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz" ayetini okuduğumda onlar "Ey Rabbimiz Senin hiçbir nimetini yalanlamıyoruz. Hamd sadece sanadır." dediler." (Tirmizi, Hakim ve Hafız Ebu Bekir el-Bezzar)

Bu rivayetlerden, Ahkaf: 29-33'de bildirilen, cinlerin Kur'an'ı dinleme olayının kastedildiği anlaşılmaktadır. Nübüvvetin 10. yılında, Rasulullah Taif yolculuğundan dönerken Nahle vadisinde bir süre dinlenmiş ve namaz esnasında Rahman Suresi'ni okurken kendisini cinler dinlemiştir. Bazı rivayetlere göre, Rasulullah, okuduğu Kur'an'ın başkaları tarafından dinlendiğini biliyordu. Ya da Allah'ın, elçisine daha sonra bu hususu bildirip cinlerin verdiği cevabı aktarmış olması da mümkündür.

Ancak Rahman Suresi'nin, Hicr ve Ahkâf surelerinden önce nazil olduğu kesinlikle anlaşılmaktadır. Yine başka bir rivayetten anlaşıldığına göre Rahman Suresi'nin, Mekke'nin ilk döneminde nazil olan surelerden biri olduğu kesinlik kazanmaktadır. İbn İshak, Urve b. Zübeyr'den bu olayı şöyle nakleder: "Bir gün Ashab kendi arasında, Kureyşlilerin hiçbir zaman Kur'an'ı dinlememiş olduklarını ve dolayısıyla bir kez bile olsa onlara Kur'an'ı açıktan dinletecek olan şahsın kim olacağı hususunda konuşuyorlardı. İbn Mes'ud "Bu işi ben yaparım" deyince sahabeler, "Sana eziyet etmelerinden çekiniyoruz. Aramızda bu işi yapacak kimse öyle biri olmalı ki, kabilesi güçlü olsun, zira Kureyşliler kendisine bir zarar vermeye kalkıştıklarında, kabilesi onu savunur" dediler. İbn Mes'ud ise, "Siz bu işi yapmama izin verin, beni Allah muhafaza eder" dedi ve hemen ertesi gün sabahleyin Kureyş'in ileri gelenleri Harem-i Şerif'te sohbet ederlerken, O Kâbe'de Makam-ı İbrahim'e giderek, Rahman Suresi'ni yüksek sesle okumaya başladı. Kafirler önce İbn Mes'ud'un ne okuduğunu anlamadılar fakat kısa bir süre sonra O'nun, Allah'ın Rasulullah'a indirdiği ayetleri okuduğunu farkedince, ona saldırıp, yüzüne-gözüne vurmaya başladılar.

Fakat O buna rağmen Rahman Suresi'ni okumaya devam ederek, gücü yettiğince okumaktan vazgeçmedi ve sonunda arkadaşlarının yanına, oldukça perişan bir halde döndü. O'nu bu halde görünce arkadaşları "İşte biz de bundan korkuyorduk" dediler. İbn Mes'ud ise şöyle cevap verdi: "Allah'ın düşmanlarını, karşımda bugünkü kadar zavallı görmedim. Şayet isterseniz yarın yine gidebilirim". Arkadaşları ona, "Bu kadarı kafi. Sen onlara dinlemek istememelerine rağmen, dinlettin dediler." (İbn Hişam c. I sh: 336)

Konu: Bu sure, Kur'an'da, insanlar ile birlikte irade sahibi bir diğer varlık olan cinlere de hitap eden tek suredir. Yani, hem insanlara, hem de cinlere hitab edilmek suretiyle, Allah'ın sayısız nimet ve kudretine dikkat çekilmiş ve bu nimet ve kudret karşısında insanların ve cinlerin acz ve çaresizliğine işaret edilerek, onların Allah'ın karşısındaki sorumlulukları vurgulanmıştır. Ayrıca, Allah'a karşı gelmenin ve itaat etmemenin kötü sonuçları ile ona teslim olup, itaat etmenin hayırlı sonuçları anlatılmıştır. Kur'an'ın diğer bölümlerinde, cinlerin de insanlar gibi sorumluluk sahibi varlıklar olduğu, aralarında Müslümanların ve kafirlerin bulunduğu, Allah'a itaat edenlerin de, isyan edenlerin de, peygamberlere ve kitaplara iman edenlerin de, etmeyenlerin de mevcut olduğu beyan edilmiştir. Ancak bu surede, Kur'an'ın ve Hz. Peygamber'in (s.a) çağrısının sadece insanları değil, cinleri de kapsadığı açık bir ifade ile beyan edilmektedir.

Surenin başlangıcında hitap insanlaradır; zira yeryüzünün hilafeti onlara verilmiş, peygamberler insanların arasından çıkmış ve semavi kitaplar yine insanların dilinde nazil olmuştur. Ancak 13. ayette insanlarla cinlere birlikte hitap edilerek, her iki varlığa da aynı çağrı yapılmıştır.

Bu sure, kısa kısa cümlelerden oluşmuş bir tertibe sahiptir.

1-4. Bu Kur'an Allah tarafından nazil olmuştur ve insanlara hidayet vererek doğru yolu göstermek, Allah'ın rahmetinin bir gereğidir. İnsanları akıl ve şuur sahibi olarak yaratan da O'dur.

5-6. Kainatın tüm nizamı Allah'ın izniyle devam etmektedir ve Ona tabidir. Bu konuda hiçkimsenin bir müdahalesi sözkonusu değildir.

7-9. Allah, bu kainatın nizamını adalet üzere inşa etmiştir. Bu yüzden, bu nizamın tabi sınırları içinde kalın ve kuralları bozup hududa tecavüz ederek dengeyi bozmayın.

10-25. Allah'ın yaratmış olduğu harikulade mükemmeliyete işaret edilerek, insanların kendilerinden (gece ve gündüz) yararlandıkları nimetlere dikkat çekilmiştir.

26-30. İnsanlara ve cinlere hitap edilerek, evrendeki herşeyin geçici ve fani olduğuna, ancak Allah'ın zatının bundan müstesna bulunduğu gerçeğine dikkatleri çekilmiştir. Dolayısıyla küçük-büyük her mahluk, varlığını sürdürebilmek için Allah'a muhtaçdır. Çünkü evrendeki her olay, O'nun izin ve emrine binaen vuku bulmaktadır.

31-36. Her iki varlığa da (İns ve Cin) yakında kendilerine hesap sorulacağı, hiçkimsenin ise bu sorgulamadan kaçamayacağı ve kurtulamayacağı bildirilmektedir. Çünkü Allah, ins ve cinni her tarafından kuşatmıştır. "Kaçabilirseniz eğer, kaçın bakalım!"

37-38. Bu hesap kıyamet günündedir.

39-45. Suçlu olan insanların ve cinlerin kötü akibetleri bildirilmiştir.

46-78. İnsanlara ve cinlere verilecek olan mükafaat hakkında bahsedilerek, bu mükafatın kendilerine, dünyada iken Allah'dan korkarak ve bu idrak içerisinde yaşadıkları için verileceği söylenmiştir.

Bu sure bir hitabe biçimindedir. Coşku ve belağat dolu olan bu hitabede, Allah'ın kudretinin mükemmelliği, O'nun Cebbar ve Kahhar oluşu birer birer anlatılmıştır. Ceza ve mükafaat en ince ayrıntılarıyla beyan edilerek insanlara ve cinlere şöyle sorulmuştur: "Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?"

Biz ileride "alai" kelimesinin geniş bir anlamda kullanıldığına değineceğiz. Çünkü bu kelime, sure içerisinde çeşitli yerlerde, çeşitli anlamlarda kullanılmıştır. Cin ve insanlara soru şeklinde yöneltilen bir ifade, mahal ve mevki itibariyle özel anlamlar taşımaktadır.

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1 Rahman (olan Allah).

2 Kur'an'ı öğretti.1

3 İnsanı yarattı.2

4 Ona beyanı öğretti.3

5 Güneş ve ay (belli) bir hesap iledir.4

6 Bitki5 ve ağaç (O'na) secde etmektedirler.6

AÇIKLAMA

1. Yani, "Kur'an'daki talimatların kaynağı, bir insan değil, Rahman olan Allah'tır" Burada, bu talimatların nasıl gönderildiğinin açıklanmasına gerek duyulmamıştır, zira bu talimatları zaten Hz. Peygamber'in (s.a) ağzından işittikleri için, kendisine vahyolunduğu doğal olarak bilinmekteydi.

Böyle bir açılışın gerçek maksadı, Kur'an'ın, Hz. Muhammed'in (s.a) bir eseri olmayıp Allah'ın nazil ettiği bir vahiy olduğunun vurgulanmasıdır. Ayrıca Allah'ın diğer sıfatları yerine "Rahman" sıfatının kullanılmış olması da, özel bir anlam içerir. Yani, bu sözleri nazil etmesi, Allah'ın rahmetinin bir gereğidir. Çünkü O'nun Rahmeti, kendi mahlukatını karanlıkta bırakmaya elvermez. İşte bu yüzden Kur'an bir yol gösterici, dünyada ve ahirette kurtuluşun bir vasıtası olmak münasebetiyle gönderilmiştir.

2. Diğer bir ifadeyle, insanı yaratan Allah olduğu için, insana bir gayeye mebni bir yol göstermek de O'na düşer. Bu bakımdan, Allah'ın Kur'an'ı bir yol gösterici olarak göndermesi, Rahman sıfatı yanında "Hâlık" sıfatının bir gereğidir. Çünkü bir şeyi yaratan, onun yaratılış nedenini bileceğinden fonksiyonunu da belirler. Dolayısıyla Kur'an'ın Allah tarafından gönderilmiş olması gayet doğaldır.

Şayet böyle olmasaydı, bu şaşılacak birşey olurdu; zira bir şeyi yaratanın onun nedenini bilmemesi ve fonksiyonunu belirlememesi mümkün değildir. Allah, kainatın ve içindeki her mahlukun yaratılış gayesini belirlemiş, ona bir yol çizmiş ve bu yolda yaratılış gayesine uygun yürümesi için onu görevlendirmiştir. Hatta insanın bedenini, saçının her telini, küçücük hücrelerin fonksiyonlarını bile belirlemiştir. Bu, onların yaratılışından önce takdir edilmiştir. Buna rağmen, insan gibi bir varlığı yol göstericisiz bırakmak nasıl mümkün olabilir? Bu husus, Kur'an'da çeşitli yerlerde ve çeşitli konularla da açıklanmıştır.

"Doğru yola iletmek bize aittir" (Leyl: 12)

"Doğru yolu göstermek Allah'a aittir" (Nahl: 9)

(Firavun) "Rabbiniz kim ey Musa? dedi, (Musa) Rabbimiz, herşeye yaratılışını verip, sonra onu doğru yola iletendir dedi." (Taha: 49-50)

Yani, Allah bu kainatın nizamı içerisinde herşeyin vazifesini tayin etmiştir. Bu, kendi başına öyle kuvvetli bir delildir ki, ön yargısız düşünen herkes, "İnsana Allah tarafından bir peygamber gelmesini ve bir kitap gönderilmesini" gayet doğal karşılamak zorunda kalır.

3. "el-Beyan" kelimesinin bir anlamı, insanın kendi maksadını açıklaması, diğeri ise, hayır ve şer arasındaki farkın açıklanması demektir. Bu her iki anlamı da taşıyan küçük cümle ile (Ona beyanı öğretti) deliller tamamlanmıştır. Çünkü insanları hayvanlardan ayıran en önemli özellikler, konuşmak ve açıklamaktır. Bu özellikleri, insanın diğer varlıklardan üstünlüğünü ortaya koyar. Bu sadece konuşma özelliği değildir. Zira konuşmanın ardında akıl, şuur, idrak, fehim gibi yenetekler vardır ki, bunlar olmaksızın konuşmak mümkün değildir. Dolayısıyla insanda konuşma melekesinin olması, onun şuur ve irade sahibi olmasının delilidir. Kendisine böylesine yetenekler bağışlandıktan sonra, elbette insanın hidayeti şuursuz varlıklarınki gibi olacak değildir. Ayrıca insanoğlunun bir diğer özelliği de ahlâk duygusudur. İşte bu yüzdendir ki, insan gayet doğal olarak iyi-kötü, haklı-haksız, zulüm-adalet, doğru-yanlış arasındaki farkları anlar ve ahlâksızlık bataklığına gömülse dahi, bu özelliğini tamamen yitiremez. Bu özelliklerinin gereği olarak, insanlığın hidayeti, cebrî ve tabii kanunlara göre değil de vicdana ve şuura dayalı olarak düzenlenmiştir. Örneğin balığın yüzmesi, kuşun uçması ve insanın organlarının faaliyeti için her hangi bir eğitime ve öğretime gerek yoktur. Çünkü fıtraten nasıl görevlendirilmişlerse, o şekilde hareket etmek zorundadırlar. İnsanlar, kendi hayatları için kitapları, tebliğ ve telkinleri, okuma ve yazmayı, mantığı, eğitim ve öğretimin bir vesilesi olarak kabul edip doğal yeneteklerini bu konuda yeterli kabul etmezler. O halde insanı yaratanın, kendilerine verdiği bu görevi daha iyi yerine getirebilmeleri için insanlara yol gösterici olarak peygamberler ve kitaplar göndermesine niçin hayret edilsin? İnsan için hidayetin en uygun yolu budur. Çünkü "beyan" gibi bir nimet ile şereflendirilmiş bir varlığa, en uygun yol göstericilik vazifesini Kur'an yerine getirebilir.

4. Yani, Güneş, Ay ve yıldızların doğuş ve batışı, değişmeyen, muazzam bir kanuna tabidir. Bu kanunun sayesinde insanlar, mevsimlerin vaktini, günlerin sayısını, ürünlerin olgunlaşma zamanlarını tespit edebilmektedirler. Bunca varlığın yeryüzünde yaşayabilmesinin nedeni, Güneşin yeryüzünden belli bir mesafede tutulmuş olmasıdır. Şayet Güneş ölçüsüz hareket etseydi ve yeryüzüne yaklaşsa, ya da uzaklaşsa idi, bunca varlık yok olurdu. Ayrıca Güneş ve Ay birbirleriyle uyum içindedirler ve bizlerin kullandığı takvimler onların hareketlerine bağlıdır.

5. "en-Necm" kelimesi genellikle yıldızlar için kullanıldığı gibi, ayrıca gövdesiz ağaçlar (örneğin, kavun, karpuz, kabak vs.) için de kullanılır. Müfessirler, bu kelimenin anlamı hakkında ihtilaf etmişlerdir. İbn Abbas, Said b. Cübeyr, Süddi ve Süfyan es-Sevri, bu kelimeyi "Nebatat" anlamında kabul etmişlerdir. Çünkü bu kelimenin hemen ardından "ağaçlar" kelimesi gelmektedir. Böylece burada uyum sağlamışlardır. Bu görüşün aksine, Mücahid, Katade ve Hasan Basri, bu kelimenin "yıldızlar" anlamına geldiği görüşündedirler. Çünkü maruf mana budur ve "necm" kelimesinden herkes bu manayı anlar. Zaten güneş ve ay'dan sonra yıldızların zikredilmesi de gayet doğaldır. Çoğu müfessir ve mütercim ilk görüşü tercih etmekle birlikte, ikincisini yanlış kabul etmiştir. Biz ise, İbn Kesir'in "ikinci anlamı yıldızlar, dil ve konu itibarıyla daha uygundur" şeklindeki tercihine katılıyoruz. Çünkü Kur'an'ın diğer bölümlerinde de yıldızlar ve ağaçların secde etme olayı bir arada zikredilmiş ve Necm kelimesinden başka bir anlam çıkarmak mümkün olmamıştır. Örneğin:

"Görmedin mi, göklerde, yerde bulunan kimseler, Güneş, Ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanlar bir çoğu hep Allah'a secde etmektedirler" (Hac: 18)

Bu ayette yıldızlar güneş ve ay ile birlikte zikrolunmuşken, ağaçlar, dağlar ve hayvanlarla birlikte zikredilmiştir.

6. Yani, gökyüzündeki yıldızların ve yeryüzündeki ağaçların hepsi de Allah'a tabidirler ve O'nun koyduğu sınırların dışına bir santim bile çıkmazlar.

Bu iki ayette kainatın nizamını Allah'ın yarattığına ve bu nizamın O'na tabi olduğuna işaret edilmektedir. Yeryüzünden gökyüzüne kadar herşeyin hakimi Allah'tır ve yetkiler O'nun elindedir. O'nun yetkilerinde hiçkimse kendisine ortak değildir. Yegane mabud O'dur ve herkes O'na tabidir. Ve O'nun kuludur. Herşeyin tek sahibi ve Hakimi O'dur. Böylece Tevhidi düşünce haktır ve Kur'an işte bu düşünceyi tebliğ eder. Bu düşünceye rağmen küfrün ve şirkin içinde yaşayan bir kimse, tüm kainat nizamına aykırı ve onunla çelişkili bir halde yaşıyor demektir.

7 Gök ise, onu da yükseltti ve mizanı yerleştirip-koydu.7

8 Sakın mizanda 'haksızlık ve taşkınlık yapmayın.'

9 Tartıyı adaletle tutup-doğrultun ve tartıyı noksan tutmayın.8

10 Yere gelince;9 onu da (yaratılmış bütün) varlıklar için alçaltıp-koydu.10

11 Onda meyveler ve salkımlı hurmalıklar vardır,

12 Yapraklı taneler 11ve güzel kokulu bitkiler.

13 Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini12 yalanlayabilirsiniz?13

AÇIKLAMA

7. Yaklaşık tüm müfessirler "mizan" kelimesinden "adalet" anlamını çıkarmışlardır. Bu koca kainat içindeki bunca varlık, ve fezada dolaşan sayısız yıldız, gezegen vs. adalet ve denge üzerine kurulmuş bir nizama tabi kılınmasaydı, bu kainat bir saniye bile ayakta duramazdı. Nitekim milyonlarca yıldan bu yana kainatın ayakta durması, bu gerçeğe şahitlik etmektedir. Çünkü hava, su, toprak ve diğer unsurlar arasında uyum sağlanmamış olsaydı, hayatın devam etmesi bir yana, yaşamak mümkün bile olmazdı.

8. "Çünkü, kainatın nizamı adalet ve dengeye dayanır. Dolayısıyla size verilen yetki ve hareket dairesi içerisinde adaleti teessüs etmeniz gerekir. Şayet siz, kendinize tevdi edilmiş bir başkasının hayatını telef ederseniz, böyle yapmakla temelinde adalet saklı olan bu nizamı ifsad etmiş olursunuz. Bu nizam haksızlık ve adaletsizliği kabul etmez. Değil büyük bir zulüm, terazide hile yapmak suretiyle müşterinin hakkını yemek gibi küçük bir haksızlık dahi, adalet ve denge üzerine kurulu bu alemin nizamını sarsar.

Bu üç ayette, Kur'an talimatının biri tevhid, diğeri adalet olan iki önemli bölümünden, ikincisi açıklanmıştır. Böylece bu kısa cümlelerle, Rahman olan Allah'ın Kur'an vasıtasıyla gönderdiği hidayet vurgulanmış olmaktadır.

9. Bu ayetten, 25. ayete kadar, insanların ve cinlerin, kendilerinden yararlandıkları Allah'ın nimet ve ihsanları hakkında sözedilmiştir. Bu ayetlerden çıkarılacak ahlâki ders, insanların kendi iradeleriyle Allah'a ibadet ve itaat etmelerinin istenmiş olmasıdır. Kendilerine verilen serbest irade dolayısıyla ister Allah'a itaat ederler, isterlerse etmeyebilirler. Ancak doğal olarak ve ahlâken Allah'a ibadet etmeleri gerekir.

10. "" tertip ve tanzim etmek, yapmak, hazırlamak ve koymak demektir. Ayrıca yaratmak anlamında da kullanılır. Yani insanları ve diğer mahlukatı yaratmak gibi. İbn Abbas'a göre, "Enaam", sadece bedeni değil ruhu da kapsar. Mücahid, bu kelimeyi "Hakaik" şeklinde açıklar. Katade, İbn Zeyd, Şa'bi, tüm canlıların "Enaam" kapsamına girdiğini söyler. Nitekim lugat alimleri de aynı görüştedirler. Tüm bu açıklamalardan anlaşıldığı üzere, bazı kimselerin bu ayete dayanarak "Yeryüzündeki kaynakların hakimi devlettir" şeklinde çıkardıkları sonucun beyhude olduğu ortadadır. Bu kimseler, diğer ideolojilerin anlayışlarını Kur'an'a da sokmak istiyorlar. Oysa bu ayetin lafızlarından, siyak ve sibakından, "Enaam" kelimesinin sadece insanlığı kapsamayıp tüm mahlukatı da içerdiği açıkça anlaşılmaktadır. Dolayısıyla bu ayet, yeryüzünün "Halk" için yaratıldığı gibi komünist bir anlayışı doğrulamaz. Çünkü burada vurgulanmak istenen husus, kainat içinde her mahluk için uygun şartların sağlanmış olmasıdır. Yani, bu kainat kendi kendine meydana gelmemiştir. Onu yaratan ve uygun bir hale getiren Allah'tır. Bkz. Neml an: 73-74, Yasin an: 29-32, Mü'min an: 90-91, Fussilet an: 11-13, Zuhruf an: 7-10, Casiye an: 7

11. Yani, insanlar için yiyecekler, hayvanlar için yem.

12. "Âlâî" kelimesi ilerideki ayetlerde de tekrar tekrar kullanılmıştır. Biz bu kelimeyi çeşitli yerlerde çeşitli anlamlarda tercüme ettiğimiz için, başlangıçta bu kelimenin geniş anlamlarını açıklamak gerekiyor.

Bu kelime (Âlâî) genellikle müfessir ve lugat alimleri tarafından "nimetler" olarak tercüme edilmiştir.

a) İbn Abbas, Katade ve Hasan Basri'den de bu anlam nakledilmiştir. Bu hususta en önemli delil, Rasulullah'ın (s.a) "Cinler bu ayeti işittiklerinde, tekrar tekrar -biz Rabbimizin hiçbir nimetini yalanlamayız- diye cevap verdiler" şeklindeki hadisidir. Dolayısıyla bazı modern araştırmacıların "Bu kelime hiçbir surette -nimetler- anlamında kullanılmamıştır." şeklindeki görüşlerine itibar etmek mümkün değildir.

b) " Âlâî" kelimesi, "mükemmel ve şaşılacak kuvvet" anlamına da gelmektedir. Nitekim İbn Cerir et-Taberi, İbn Zeyd'in "Febi eyyi âlâî Rabbi kuma..."nın "Febi eyyi kudretillah" anlamına geldiği şeklindeki görüşünü nakletmektedir. Zaten kendisi de 37. ve 38. ayetleri yorumlarken "Alai" kelimesini "kudret" olarak açıklamıştır. İmam Razi'de 14-16. ayetleri tefsir ederken, bu ayetlerin nimeti açıklamak için değil, kudreti açıklamak için kullanıldığını, 22-23. ayetleri tefsir ederken de, yine bu ayetlerin Allah'ın nimetlerini değil, şaşılacak kudretini açıkladığını söyler.

c) " Âlâî" kelimesinin bir diğer anlamı ise özellikler, hamde layık sıfatlar, kemalat ve faziletler demektir. Bu anlamı hem müfessirler hem de lugat alimleri kullanmışlardır. Nitekim Arap şairlerinden bu konuda birçok örnek verilebilir.

Şair Nabiğa şöyle der:

"Hummu'l-muluk ve ebnai'l-muluk lehum

Fadlun alâ en-nasi fi'l- âlâî ve'n-ni'mi"

(Onlar krallar ve şehzadelerdir.

Halk üzerinde sıfat ve özellikleri bakımından üstündürler)

Şair Muhilhil, kardeşi Kuleybe için mersiye yazarken şöyle der:

"El-hazmu ve'l-azm, Kane min tabaihi

Ma kulli âlâihi, ya kavmi uşeyha."

(Akıllı ve azimli olmak onun özelliği idi.

Ey kavmim ben onun tüm özelliklerini açıklamış değilim.)

Fedale b. Zeyd'ul-Edvani, bir şiirinde " Âlâî" kelimesini "kemalat" anlamında kullanır.

"Tamammed alâi'l-bahilul medrehum"

(Zengin ama cimri bir adamın kemalatını başkaları överler)

Binaenaleyh, biz "Alâi" kelimesine mevki ve mahallerine uygun olmak üzere, farklı anlamlarıyla tercüme ettik. Fakat bazı yerlerde birkaç anlamı da ihtiva etmesine rağmen biz bir tek karşılığı ile yetinmek zorunda kaldık. Çünkü diğer dillerde bu kelimenin tam karşılığını bulmak çok zordur.

Örneğin yukarıdaki ayette, Allah'ın kainatı halk ettiği ve mahlukatın rızkını temin edebilmesi için en uygun vasıflarla bu nizamı yarattığı beyan edildikten sonra "Şimdi Rabbinizin hangi "Alâi"ini yalanlıyorsunuz" denilmektedir. Burada "Alâi" kelimesi "nimet" anlamında kullanılmıştır. Fakat ayrıca Allah'ın kemal ve kudretiyle O'nun hamde layık vasıfları da kastolunmuştur. Yani O'nun bu kainatta şaşılacak derecede birçok varlık yaratması ve onları en uygun şekilde rızıklandırması, kudret ve kemalinin bir göstergesidir. Her türlü yiyecek ve meyvayı halk etmesi, O'nun hamde layık sıfatlarına delalet eder. Çünkü O, mahluk için sadece rızık değil aynı zamanda lezzet ve zevk alması için meyveler yaratmıştır. Ayrıca Allah'ın yaratma sanatı için hurma ağacından kabuk içinde meyvalar yaratmış olması örnek olarak verilmiştir. Dikkat edilecek olursa nar, portakal, hindistan cevizi gibi diğer meyvalar da aynı güzellikte yaratılmışlardır; hatta buğday vs. gibi gece gündüz pişirip yediğimiz hububat dahi nazik kabuklar içindedir.

13. "Tükezziban" (yalanlıyorsunuz) ifadesiyle, insanların Allah'ın nimetlerine ve hamde layık sıfatlarına karşı takındıkları tavır kastedilmektedir.

a) Bazı kimseler, bu nimetleri Allah'ın yarattığına inanmazlar ve tüm bu maddelerin kendi kendilerine oluştuğunu ya da bir tesadüf sonucu kendiliğinden meydana geldiğini zannederler. Dolayısıyla bunun ardında bir hikmet olduğunu düşünmezler.

b) Bazı kimseler ise, bu nimetleri yaratanın Allah olduğunu kabul etmekle birlikte, O'nun ilahlığında başkalarının da pay sahibi olduğunu düşünerek onlara ibadet ederler. Allah'ın verdiği rızıktan faydalanmalarına rağmen, başkalarına "hamd-ü sena" ederler. Örneğin, bir kimseye bir takım yardımlarda bulunduğunuzu farzedin. Şimdi bu şahıs, sizin yanınızda ve sizin yardım ettiğiniz şey için, bir başkasına teşekkür ederse, siz ona ne dersiniz? Ona nankör ve yalancı demez misiniz?

c) Bazı kimseler de, tüm bu nimetleri Allah'ın verdiğine inanırlar fakat O'nun emirlerini yerine getirmezler. Allah'ın gönderdiği mesaja hiçbir şekilde kulak asmazlar. İşte bu da başka türlü bir nankörlüktür. Ve Allah'ın nimetlerini yalanlamaktır.

d) Bazı kimseler ise, Allah'ın nimetlerini yalanlamadıkları gibi, ayrıca nankörlük de etmezler. Ancak bu kimselerin yaşadıkları hayat tarzının nankörlük edenlerinkinden bir farkı yoktur. Bu tür kimseler, her ne kadar dilleriyle inkar etmemiş olsalar bile, fiilen Allah'ın nimetlerini yalanlamaktadırlar.

14 İnsanı, ateşte pişmiş gibi kuru bir çamurdan14 yarattı.

15 Cânn'ı (cinni) da 'yalın-dumansız bir ateşten'15 yarattı.

16 Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?16

AÇIKLAMA

14. İnsanların yaratılışının başlangıcı, Kur'an'da çeşitli bölümlerde, çeşitli safhalarıyla açıklanmıştır. Şimdi bu safhaları bir tertip içinde sırayla görelim.

a) Turab (toprak)

b) Tîn (çamur)

c) Tîn-i Lazîb (yapışkan çamur)

d) Hammen Mesnun (kuru çamur)

e) Salsalin min Hammin Mesnun ke'l-Fehhar (ateşte pişmiş gibi kuru çamur)

f) Beşer (topraktan suret, model, Allah onu kendi has ruhundan üflemiş ve meleklere secde etmelerini emretmiştir. Sonra da çift çift yaratmıştır.)

g) "Summeceale neslehu min sulâletin min main mehin" (sonra onun neslini bir özden, hakir bir sudan-başka bir ayette nutfeden verilmiştir- kıldı.)

Bu safhaları açıklayan aşağıda bir tertip içinde sıraladığımız ayetleri okuyunuz.

a) "Allah'ın yanında İsa'nın durumu Adem'in durumu gibidir. Onu topraktan yarattı. Sonra ona -ol-dedi. Artık olur." (Al'i İmran: 59)

b) "O, herşeyin yaratılışını güzel yaptı ve insanı yaratmaya çamurdan başladı." (Secde: 7)

c) "Şimdi sor onlara: Yaratılış bakımından kendileri mi daha çetin, yoksa bizim yarattıklarımız mı? Biz kendilerini yapışkan bir çamurdan yarattık" (Saffat: 11)

d-e) "İnsanı ateşten pişmiş gibi kuru çamurdan yarattı." (Rahman: 14)

f) "Ey insanlar! Sizi tek bir nefisten yaratan ve ondan eşini var edip ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üreten Rabbinizden korkun..." (Nisa: 1)

g) "Sonra onun neslini bir özden, hakir bir sudan kıldı." (Secde: 8)

h) "Ey insanlar! Eğer öldükten sonra dirilmekten kuşkuda iseniz, biz sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra alakadan, sonra yaratılışı belli belirsiz bir çiğnem etten yarattık ki, size (kudretimizi) açıkça gösterelim. Dilediğimizi belirtilmiş bir süreye kadar rahimlerde tutuyoruz, sonra sizi bir bebek olarak çıkarıyoruz. Sonra güçlerinize ermeniz için (sizi büyütüyoruz.) İçinizden kimi öldürülüyor, kimi de ömrün en kötü çağına (ihtiyarlığa) itiliyor ki, bilirken birşey bilmez hale gelsin. Yeri de ölmüş görürsün. Fakat biz onu üzerine suyu indirdiğimiz zaman titreşir kabarır ve her güzel çiftten bitirir." (Hac: 5)

15. "Maricin men narin" ifadesinde geçen "nar," ağaç ve kömürün yanmasıyla meydana gelen bir ateş değil, özel bir ateştir. "Mâric" ise dumansız alev demektir. Yani, ilk insan nasıl çamurdan yaratıldıysa, ilk cin de ateşten yaratılmıştır. Yine nasıl ilk insan topraktan yaratılmış ve onun nesli nutfe ile devam ediyorsa, ilk cin de ateşten yaratılmış ve nesli devam etmektedir. Dolayısıyla insanların babası Adem ise, ilk cin de, cinlerin babasıdır. Adem bir "beşer" olarak yaratıldıktan sonra, onun toprakla bir ilişkisi kalmamıştır. Çünkü artık onun bedeni et, kemik ve kandan müteşekkildir. Her ne kadar toprakla bir ilişkisi olsa dahi, bu doğrudan doğruya değildir. Tüm bunlar, cinler için de geçerlidir. Yani onlar ateşden yaratılmıştır ama, nasıl insanlar toprak değilse onlar da ateş değildir.

Bu ayetten iki husus anlaşılmaktadır.

a) Cinler, salt ruhi varlıklar değillerdir ve onların da maddi cisimleri vardır. Onlar halis bir ateşten yaratıldıkları için, insanlar onları göremezler; zira kendileri topraktan yaratılmışlardır. Bu hususa A'raf 27'de şöyle değinilmiştir:

"Ey Ademoğulları, şeytan, ana babanızı, çirkin yerlerini onlara göstermek için elbiselerini soyarak Cennetten çıkardığı gibi, sizi de bir belaya düşürmesin! Çünkü o ve kabilesi, sizin onları göremiyeceğiniz yerde sizi görürler..." (A'raf: 27)

Ayrıca cinler hızlı hareket etmekte, değişik şekillere dönüşmekte ve topraktan yaratılmış olan insanın görünmeden giremeyeceği yerlere, hiç hissettirmeden girmektedir. Bu özellikler, ateşten yaratılmış bir varlık için mümkündür.

b) Cinler, insanlardan farklı bir varlıktır. Çünkü onların yaratıldığı madde, insanların, hayvanların ve bitkilerin yaratıldığı maddeden farklıdır. Dolayısıyla bu ayet, bazı kimselerin öne sürdüğü gibi "cinler insanlardan bir kısımdır" şeklindeki iddiayı açıkça reddetmektedir. Bu iddiaya göre, bu ayette mizaç farklılığı vurgulanmıştır. Örneğin, bazı insanlar çok halim ve yumuşak bir yapıya sahip olurlarken, bazıları da ateşli ve öfkeli kimselerdir ki, bu kimselere şeytan demek daha doğru olur. Bu yorum Kur'an'ı tefsir değil tahrif etmektir. Önceki ayette insanın topraktan yaratılışı ayrıntılarıyla açıklanmıştır. Bu ayrıntılı açıklamalara rağmen akıllı bir insan, bu ayetin yumuşak mizaçlı insanları tarif ettiğini söyleyebilir mi? İnsanın kuru çamurdan, cinin de halis ateşten yaratıldığını beyan eden ayetlerden, birinin yumuşak, diğerinin de sert mizaçlı insanları kastettiği sonucunu çıkarmak mümkün müdür? Bkz. Zariat an: 53.

16. Burada " Âlâî" kelimesinin şaşılacak kudret anlamında kullanılmış olması daha münasiptir. Ayrıca nimetler şeklindeki anlam da anlaşılıyor. Topraktan insanı, ateşten cini yaratmak, Allah'ın yüce kudretinin bir göstergesidir. Ayrıca kendilerine dünyada önemli işler yapabilmeleri için, çeşitli yetenekler bağışlamış olması, Allah'ın insanlara ve cinlere büyük bir nimetidir. Bizler cinler hakkında her ne kadar yeterli bilgi sahibi değilsek de, insanoğlunun yaptığı önemli işleri açıkça görüyoruz. Şayet Allah insanlara, zihni ve akli yeteneklerinin yanında kuşların ve balıkların bedenleri gibi bir beden verseydi, insanın bu tür işleri becerebilmesi nasıl mümkün olacaktı? İnsana zihni yeteneklerine uygun bedeni uzuvlar, (el, ayak, göz, kulak, dil, boy vs.) bağışlamış olması Allah'ın büyük bir nimetidir. Çünkü akıl, şuur, icad etme yeteneği, istidlal ve yapıcı özellikleriyle bedensel özellikleri uyum sağlamasaydı, bu yetenekleri anlamsız kalırdı. İşte bu, Allah'ın hamde layık sıfatlarıdır. Zira, ilim, hikmet, merhamet ve kemal derecesindeki yaratıcı kuvveti olmadan insanı nasıl yaratabilirdi? Dolayısıyla bu muazzam yaratılışı kör ve sağır bir kuvvetin meydana getirmesi mümkün değildir.

17 O, iki doğunun da Rabbidir, iki batının da Rabbidir.17

18 Şu hade Rabbinizin hangi nimetlerini 18yalanlayabilirsiniz?

19 Birbirleriyle kavuşup-karşılaşmak üzere iki denizi salıverdi.

20 İkisi arasında bir engel (berzah) vardır; birbirlerinin sınırını geçmezler.19

21 Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?

22 İkisinden de inci ve mercan20 çıkar.21

23 Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini 22yalanlayabilirsiniz?

24 Denizde koca dağlar gibi yükselen gemiler23 de O'nundur.

25 Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini 24yalanlayabilirsiniz?

AÇIKLAMA

17. "Meşrikeyn ve mağribeyn" (iki doğu ve iki batı) ifadesiyle, kış ve yaz mevsimlerinin en kısa ve en uzun günleri kastediliyor olabilir. Ya da yeryüzünün yarı küresidir. Kış mevsiminin kısa günlerinde güneş, en dar açıdan doğar ve batar, yaz mevsiminin en uzun günlerinde güneş en geniş açıdan doğar ve batar. En uzun ve en kısa iki gün arasındaki günlerde güneşin doğuş ve batışı hergün farklı açılarda olur. Nitekim başka bir ayette (Meariç: 40) "Doğuların ve Batıların Rabbi" ifadesi kullanılmıştır. Ayrıca güneş bir yarı kürede doğarken, diğer bir yarı kürede batar. Bu şekilde düşünürsek, yeryüzünün iki doğusu ve iki batısı olmuş olur. "Doğuların ve batıların Rabbi" ifadesi de birkaç anlama gelebilir, 1) Güneş Allah'ın emriyle doğar ve batar, ayrıca bu, hergün farklı açılarda vuku bulur. 2) Yeryüzünün de güneşin de sahibi O'dur.

Çünkü bunların ayrı ayrı sahipleri olsaydı, bu kadar uyum içinde bulunamazlardı. 3) Doğunun ve batının ve ikisinin arasındaki herşeyin sahibi Allah'tır. Tüm bunları yaratmak ve güneş ve yeryüzünün hikmete dayalı nizamını kurmak O'na aittir.

18. Burada "Alâi" kelimesinin anlamının, mevki ve mahal itibarıyla "kudret" manasında olması daha muhtemeldir. Ve fakat aynı zamanda nimet ve hamde layık sıfatlar anlamını da ihtiva eder. Güneşin doğuşunu ve batışını bir kurala bağlamış olması, Allah'ın büyük bir nimetidir, çünkü bu değişmez kuralın, insanlara, hayvanlara ve bitkilere sayısız yararları vardır. Şayet mevsimler bu sisteme bağlı olarak devran etmeseydi, insanlar, hayvanlar ve bitkiler hayatlarını sürdüremezlerdi. Yarattığı mahlukat için her türlü uygun ortamı hazırlaması, Allah'ın rahmet, Rububiyet ve hikmetidir.

19. Bkz. Furkan an: 68

20. "Mercan", İbn Abbas, Katade, İbn Zeyd ve Dahhak'a göre, küçük incilerdir. İbn Mes'ud ise, mercanın Araplar tarafından deniz kabukları (istiridyeler) için kullanıldığını söyler.

21. "" (iki denizden çıkarlar.) Bazıları, inci ve mercanın tuzlu suda bulunduğunu söyleyerek, bunların hem tuzlu hem de tatlı suda nasıl çıkabileceği şeklinde itirazda bulunuyorlar. Bu itiraza şu şekilde cevap verilebilir: Bilindiği gibi denizlerde hem tuzlu sular, hem de tatlı sular toplanır. Dolayısıyla iki deniz ifadesiyle aynı husus kastolunmaktadır. Şayet bunların (inci ve mercan) deniz altında tatlı su kaynağı olan yerlerde veya onların meydana geldiği yerlerde hem tatlı hem de tuzlu suyun bulunduğu keşfolunursa hiç şaşırmamalıdır. Nitekim Bahreyn ülkesi, bu inci ve mercanların çıktığı en eski kaynaklardan birisidir. Orada deniz altında tatlı su kaynakları olduğu bilinmektedir.

22. Burada, "Alâi" kelimesinin "kudret" anlamında olması daha muhtemeldir. Bununla birlikte "nimetler ve hamde layık sıfatlar" şeklindeki manalar da kelimenin içinde saklıdır. Bunca kıymetli eşyayı yaratmış olması Allah'ın bir nimetidir. Ayrıca mahlukuna güzellik zevki vermekle birlikte bu zevkin tatmin olacağı güzel eşyaları da halk etmesi, Onun rububiyetinin şanındandır.

23. Yani, gemiler de O'nun kudretinin bir tezahürüdür. Ve insanlara, onlarla denizleri aşma yeteneği vermiştir. İnsanların gemileri yapmak için kullandıkları malzemeyi de Allah yaratmıştır. Ayrıca gemilerin deniz üzerinde dağlar gibi yüzebilmeleri, Allah'ın kanunu sayesinde mümkün olabilmektedir.

24. " Âlâî" kelimesinin, burada nimet ve ihsan anlamında olması kuvvetle muhtemeldir. Ancak yukarıda zikrettiğimiz gibi kudret ve hamde layık sıfatlara da işaret eder.

26 (Yer) Üzerindeki her şey25 yok olucudur;

27 Celal ve ikram sahibi olan Rabbinin yüzü (zatı) bakî kalacaktır.

28 Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini 26yalanlayabilirsiniz?

29 Göklerde ve yerde olan ne varsa O'ndan ister. O, her gün bir iştedir.27

30 Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini 28yalanlayabilirsiniz?

31 Ey (yeryüzüne yükletilmiş) iki ağırlık29 (olan ins ve cin), yakında (ahirette hesabınızı görmek üzere)30 sizin için de vakit bulacağız.

32 Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini 31yalanlayabilirsizin?

33 Ey cin ve ins toplulukları, eğer göklerin ve yerin bucaklarından aşıp-geçmeye güç yetirebilirseniz, hemen aşıp-geçin; ancak 'üstün bir güç (sultan)' olmaksızın aşıp-geçemezsiniz.32

34 Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?

35 İkinizin de üzerine ateşten yalın bir alev ve (bakır gibi erimiş) kıpkızıl bir duman 33salıverilir de 'kurtulup-başaramazsınız.

AÇIKLAMA

25. Bu ayetten 30. ayete kadar cinlere ve insanlara iki gerçek bildirilmiştir.

a) Sizler ve sizlere dünyada verilen bu varlık ebedi değildir. Ebedi ve zevali olmayan ancak Allah'ın zatıdır. Kainattaki herşey O'nun azametine ve şanına şehadet etmektedir. O'nun lütfu iledir ki, dünyadaki bunca nimet sizlere nasip olmuştur. Şayet bunu aranızdan kendi marifeti sayan bir kimse çıkacak olursa, bu sadece onun aptallığının ve kısır mantığının sonucundan başka bir şey değildir. Eline biraz güç geçen ve emri altına bir kaç kişiyi alan, hemen kendisini ilah sanmaya başlar. Oysa bu iktidarı ne kadar sürebilir ki? Zira insan, kainattaki bir bezelye tanesi kadar yer işgal etmez. Kendisine 50-60 yıllık bir iktidar verildiği için insanın büyüklenmesi çok anlamsızdır.

b) Sizler, Allah'tan başkalarını (melekler, peygamberler, evliyalar, Ay, Güneş vs.) mabud ittihaz ediyorsunuz ama onlar sizlerin ihtiyaçlarını gidermeye muktedir değillerdir. Çünkü onların bizzat kendileri Allah'a muhtaçtırlar. Gökyüzünde, yeryüzünde ve hatta tüm kainatta her olan, Allah'ın izniyle vuku bulmaktadır. Hiçbir mahluk bir başkasının kısmetini değiştiremez.

26. Burada "Alâi" kelimesi "kemalat" anlamında kullanılmıştır. Kim böbürlenir ve gururlanırsa, dili ile söylese bile, fiilen alemlerin Rabbini yalanlamış olur. Çünkü kendini büyük gören ve kendi hakkında bu şekilde düşünen her şahıs, aslında Allah'ın en üst makam ve mevkide bulunduğunu yalanlamış olmaktadır.

27. Yani, bu alem her an Allah'ın emriyle değişmektedir. Biri ölürken biri doğmakta, biri düşerken diğeri yükselmekte, biri hasta olurken öbürü sıhhat bulmakta, biri batarken başkası yüzmekte velhasıl her an değişmekte yeni şekiller almaktadır.

28. " Âlâî" kelimesinin, burada Allah'ın hamde layık sıfatları anlamında kullanılmasının daha uygun olduğu anlaşılmaktadır. Allah'a ortak koşan bir kimse, Allah'ın bazı sıfatlarını yalanlamaktadır. Örneğin, bir şahıs, "filan kimse benim şu hastalığımı iyileştirdi" dediğinde, Allah'ın ("Şafi" şifa veren) sıfatını yalanlamış olmaktadır. Yani şifayı veren Allah değil de, bir başkasıdır onun nazarında. Veya "filan şeyhin lütfuyla iş buldum" ve "filan türbe sahibinin yardımıyla şu muradıma erdim" dediğinde, güya rızkı verenin ya da murada erdirenin Allah değil de, o şeyhin veya türbe sahibinin olduğunu söylemek istiyor! Kısaca müşrik inançlar ve görüşler, son tahlilde Allah'ın bazı sıfatlarını yalanlamak ve inkar etmek demektir.

Şirk, zaten Allah'tan başkasını Semî, Basîr, Alimu'l-Gayb, mutlak hükümdar ve Kadir-i Mutasarrıf görmek ve Ulûhiyetinin diğer vasıflarıyla bezenmiş olduğunu sanmak ve bu sıfatlara sadece Allah'ın sahip olduğunu reddetmek demektir.

29. "Sekalâni" (iki yük) İfadesi, insanlara ve cinlere hitaben kullanılmıştır. Çünkü bu iki varlıktan da kafir olanları yeryüzünde yüktürler. Yukarıdaki hitab, 45. ayete kadar cinlere ve insanlara yönelik olarak sürmektedir. Dolayısıyla "Eyyuhe'l sakâlani." (ey iki yük) ifadesi kullanılmıştır. Adeta şöyle denmek isteniyor: "Ey hayırsız yaratıklar! (insanlar ve cinlerden kafir olanlar) Sizler bu yeryüzü için birer yüksünüz. Fakat çok geçmeden sizlerden hesap sorulacaktır.

30. Neuzubillah, bu ifade, Allah'ın henüz meşgul olduğu, dolayısıyla insanlardan ve cinlerden hesap sormak için fırsat bulamadığı anlamına gelmez. Doğrusu, Allah her safha için bir vakit tayin etmiştir ve ancak o vakit geldiği zaman o safha gerçekleşecektir, şeklindedir. Örneğin, Allah insanlardan ve cinlerden birçok nesil yaratmaktadır ve belli bir vakit sonra bu safha sona erecek, sonra da kıyametin vuku ile herşey bitecektir. Daha sonra ise belirlenmiş bir vakitte sorgulamanın sonucu olarak ceza-mükafat verilecektir. Dolayısıyla burada, ilk safhanın henüz sona ermediği, ama mutlaka bu safhanın da geleceği anlatılmaktadır.

31. Burada "Alâi" kelimesi iki anlama da gelebilir. Nitekim konuya dikkat edildiğinde her iki anlamın da kastolunduğu görülecektir.

a) Benim verdiğim nimetleri inkar etmekle nankörlük yapıyor ve şirk-küfür yolunu tutmakla isyan içine girmiş oluyorsunuz. Kıyamet günü hesap sorulduğunda hangi nimetlerimi yalanlayabileceksiniz bakalım? Bu nimetlerin kendi marifetiniz veya ilahlarınızın bir bağışı ya da şeyhlerinizin bir lütfu olduğunu söyleyebilecek misiniz?

b) Kıyamet gününde ceza ve mükafatın, Cennet ve Cehennemin olacağını şimdi inkar ederek, alayla karşılıyor ve o günün vuku bulmasının mümkün olacağına inanmıyorsunuz. O gün geldiğinde nasıl yalanlayacaksınız bakalım?

32. "Gök ve Yeryüzü" ifadesi ile kainat kastedilmektedir. Yani kainat Allah'ın kontrolu altındadır. Nerede bulunursanız bulunun, sorgulamadan kaçamazsınız. Şayet güç getirebileceğinize inanıyorsanız bir deneyin.

33. Metinde "Şuvaz" ve "Nuvas" kelimeleri geçmektedir. Şuvaz, dumansız alev, Nuvas ise alevsiz duman anlamına gelir. Bu iki şey arka arkaya, Allah'ın sorgusundan kaçmaya çalışan insanların ve cinlerin üzerine gönderilecektir.

36 Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?

37 Sonra gök yarılıp yağ gibi erimiş olarak kıpkırmızı bir gül olduğu zaman;34

38 Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsizin?35

39 İşte o gün, ne insana, ne de cinne günahından sorulmaz.36

40 Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini 37yalanlayabilirsiniz?

41 (Çünkü o gün) Suçlu-günahkârlar, simalarından tanınır da alınlarından ve ayaklarından yakalanıverir.

42 Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?

AÇIKLAMA

34. Burada, Kıyamet gününde göğün kapılarının açılacağı ve hiçbir mania kalmayıp tüm kainat nizamının bozulacağı zikredilmektedir. Ayrıca gökyüzünün kıpkırmızı bir deri gibi olacağı vurgulanmıştır. Yani, büyük felaket günü gökyüzüne bakıldığında, gök ateşle tutulmuş gibi görünecektir.

35. Sizler şimdi kıyametin vuku bulmasını mümkün görmüyorsunuz. Yani sizlere göre, Allah buna muktedir değildir. Oysa kıyamet vuku bulduğunda bunu kendi gözleriniz görecek ve sonra bakalım bunu yalanlayabilecek misiniz?

36. Suçluların, yüzlerinden nasıl belli olacakları hususunun açıklaması ileride yapılacaktır. Yani o kadar insan içerisinde, öncekiler ve sonrakiler toplanacak ama buna rağmen, "suçlu kim?" diye sorulmayacaktır. Çünkü suçlular, zaten korku içinde olacaklarından kendilerini belli edeceklerdir.

Nitekim güvenlik kuvvetlerinin yakaladığı bir grup içinde de çoğu zaman suçsuz ve günahsız insanlar bulunabilir. Ancak suçlular genellikle yüzlerinden anlaşılır. Çünkü korku içinde davranırlar. Ancak dünyada bu kural her zaman geçerli değildir. Hatta polis suçlulardan daha çok, suçsuz, günahsız insanlara eziyet eder. Dolayısıyla böyle bir olayda, suçsuzların yüzlerinde de korku ifadesi vardır. Ancak Allah katında, O'nun adaletinden kuşku duyulmayacağı için, suçsuzlar kendilerinden emin ve güvende olacaklarından, suçlular kendilerini yüzlerinden belli edeceklerdir.

37. Kur'an'a göre, insanoğlunun en ağır suçu, insanın gece gündüz yararlandığı nimetlerin sahibi Allah'ı tanımaması veya bu nimetlerin Allah katından değil de kendiliğinden geldiğini kabul etmesi ya da bir başkasının veya kendi becerisinin sonucu olduğunu sanmasıdır. Dolayısıyla bu tür insanlar o nimetlerin üzerinde, Allah'ın hakkının olmadığı düşüncesindedirler. Bir insanın, bu nimetleri Allah'ın kendiliğinden değil başka birinin şefaatıyla ona verdiğini kabul etmesi de, büyük bir suçtur. sonuç olarak bu tür insanlar, yanlış inanç ve düşüncelere dayanarak Allah'ın talimatlarına kulak asmaz ve Allah'ın yasaklarından kaçınmazlar. Böylece bu kimselerin işlediği her günah, Allah'ın nimetini inkar etmek demektir. Lisanen inkar sözkonusu olmasa bile, hatta aksi iddia edilse de değişen birşey olmaz. Ancak kalbinin derinliğinde Allah'ın nimetlerine inanan ve teyid eden, ama beşeri zaaf dolayısıyla, bir günah işleyen kimse, yaptığından pişman olarak, Allah'dan af dilerse, o Allah'ın nimetlerini yalanlamış sayılmaz. Dolayısıyla bu kimselerin dışındakilerin Allah'ın nimetini yalanlayan suçlular olduğu bildirilmiştir. Onlar huzura geldiğinde, kendilerine Allah'ın hangi nimetini yalanladıkları sorulacaktır. Nitekim Tekasür Suresi'nde (8), "Sonra o gün o nimetten sorulacaksınız" denilmiştir. Yani onlara "bu nimetleri sizlere biz vermemiş miydik? Sizler ise bu nimetleri size verene karşı nasıl davrandınız ve bu nimetleri nasıl kullandınız?" diye sorulacaktır.

43 İşte bu, suçlu-günahkârların kendisini yalanlamakta oldukları Cehennemdir.

44 Onlar, kendisiyle alabildiğine kaynar hale getirilmiş su arasında dönüp-dolaşırlar.38

45 Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini 39yalanlayabilirsiniz?

46 Rabbin makamından korkan kimse40 için ise iki Cennet41 vardır.

47 Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini 42yalanlayabilirsiniz?

48 Çeşit çeşit 'inceliklere ve güzelliklere' (veya her türden sık ağaçlara) sahiptirler.

49 Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?

50 İkisinde de akmakta olan iki pınar vardır.

51 Şu halde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?

52 İkisinde de her meyveden iki çift vardır.43

53 Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?

54 Astarları, ağır işlenmiş atlastan olan yataklar üzerinde yaslanıp-dayanırlar.44 İki Cennetin de meyve-devşirmesi (ordakilere) yakın (kolay)dır.

55 Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?

AÇIKLAMA

38. Yani, Cehennemde, susadıkça, çeşmelere koşacaklar ama orada kaynar sudan başka birşey bulamayacaklardır. Mecburen o kaynar sudan içecek ve yine susayacaklardır. Böylece Cehennem ile çeşme arasında koşarak cezalarını bulacaklardır.

39. Yani, o vakit geldiğinde de "Allah, kıyamet gününü getiremez, Cennet ve Cehennemi yaratamaz" diyebilecek misiniz bakalım?

40. Yani hesap gününe iman eden bir kimse, bu dünyada sorumsuz yaşamaz ve nefsini kontrol altına alır. Hak-batıl, zulm-adalet, temiz-necis, haram-helal arasındaki farkı temyiz eder ve bile bile Allah'ın emirlerinden yüz çevirmez. Dolayısıyla ileride zikredilen mükafatlar bu kimseler içindir.

41. "Cennet", bahçe anlamına gelir. Kur'an'da, salih kimselerin barınacağı yer, Cennet olarak adlandırılmıştır. Nitekim bazı yerlerde, "onlar için altlarından ırmaklar akan Cennetler vardır" ifadesi kullanılmıştır. Yani, büyük bahçeler içinde küçük bağlar vardır. Burada da her Cennet ehline iki Cennet verileceği ve onların içinde-ki ileride zikredilecektir -saraylar, hizmetçiler ve diğer nimetlerin bulunacağı beyan edilmiştir.

42. Bu ayetten surenin sonuna değin, "Alâi" kelimesi, nimet ve kudret anlamında kullanılmıştır. Ayrıca hamde layık sıfatlar anlamı da kelimenin içinde saklıdır. İlk anlam ele alındığında, cümle, "siz bu nimetleri yalanlasanız da, mü'minler yine de bu nimetlere sahip olacaklardır." şeklinde, ikinci anlama göre, "Sizler Allah'ın bu nimetlerini vermesinin mümkün olmadığını zannetseniz de, Allah bu nimetleri kullarına verecektir" şeklinde anlaşılır. Üçüncü anlamı ele alırsak şayet, cümle, -Neuzubillah- "Sizler Allah'ı iyilik ve kötülük arasındaki farkı temyiz etmekten aciz sanıyorsunuz, sizlere göre, Allah Teâlâ, bu koskoca kainatı yaratmıştır. Ama zalimle, adalet sahibi, hak ile çalışanla, batıla hizmet eden, hayır ile şer işleyen kimseler onu ilgilendirmez. Mazlumun adalet ve insaf göremeyeceğini, hayır işleyenlerin mükafaat alamayacağını sanıyorsunuz. Yine Allah'ı, zalimlere ceza, salihlere mükafat vermekten aciz olarak kabul ediyorsunuz. Sizler bu şekilde Allah'ın sıfatlarını inkar etmeye devam edin, ancak kafir ve zalimlerin Cehennemle, salih kulların ise Cennetle karşılaşacağı gün, yine inkar edebilecek misiniz?"

43. "İki Cennet" ifadesi ile meyveleri iki ayrı cins olan bahçelerin kastedilmesi mümkündür. Diğer bir anlamında, birinde dünyadaki meyvaların, öbüründe özel Cennet meyvalarının bulunduğu iki bahçe olabilir. Öyle ki, bu özel Cennet meyvalarının dünyadayken tasavvuru dahi mümkün değildir.

44. Yani, onların astarları bu şekilde olursa üstü nasıl olacaktır.

56 Orada bakışlarını yalnızca eşlerine çevirmiş 45(öyle) kadınlar vardır ki, bunlardan önce kendilerine ne bir insan, ne de bir cin dokunmamıştır.46

57 Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?

58 Sanki onlar yakut ve mercan gibidirler.

59 Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?

60 İhsanın karşılığı ihsandan başkası mıdır?47

61 Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?48

62 Bu-ikisinin ötesinde iki Cennet daha var.49

63 Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?

64 Alabildiğine yemyeşildirler.50

AÇIKLAMA

45. Kadının en önemli özelliği onun hayası ve iffetidir. Bu yüzden Allah Teâlâ, Cennetin nimetlerini beyan ederken, kadının güzelliğinden önce hayasını ve iffetini zikretmiştir. Güzel kadınlar, kulüp, gazino ve sinemalarda görülebilir. Nitekim güzellik yarışmaları tertiplendiğinde, seçkin ve en güzel kadınları bir araya toplarlar. Ancak bu kadınlara sadece zevk sahibi olmayan kimseler ilgi gösterirler. Çünkü hiçbir zevk sahibi, her gözün iştahla seyrettiği, herkesin malı olmaya istekli bir güzellikten hoşlanmaz.

46. Yani, bakire, evli, genç ve yaşlı tüm salih kadınlar bakire ve genç olarak, salih erkeklere zevce olacaklardır.

Bu ayetten, Cennette cinlerden saliha kadınların da olacağı anlaşılıyor. Bu kadınlar, tıpkı insanlardan saliha kadınlar gibi, cinlerden erkeklere eş olacaklardır. Nitekim onlara daha önceden, hiçbir erkek dokunmamış olacağı gibi, insanlardan salih kadınlara da hiçbir erkek dokunmamış olacaktır. Ayrıca bu ayetten, insanlardan saliha kadınların, yine insanlardan salih erkeklere eş verileceği gibi, cinlerden saliha kadınların da, yine cinlerden salih erkeklere verileceği anlaşılmaktadır. Yani aynı cinslerden çiftler meydana gelecektir.

47. Yani, dünyada nefsini Allah için haramlardan koruyan, helalin idraki içinde yaşayan ve Hak için her türlü külfete katlanan bir şahsın, bunca fedakarlığı için Hak Teâlâ'nın bir mükafaat vermemesi mümkün müdür?

48. Cennette verileceği va'd edilen nimetlere inanmayan bir kimse, aslında Allah'ın sıfatlarını inkar etmektedir. Şayet bu kimse, Allah'a inandığı halde, bu nimetleri inkar ediyorsa o zaman Allah hakkında batıl tasavvurlar içinde demektir. Çünkü o, Allah'ın kainatı yarattığını kabul etmekte ama-neuzubillah- kainatta cereyan eden olaylardan habersiz ve onlara karşı ilgisiz olduğunu sanmaktadır. Yani Allah rızası için can, mal ve nefsani isteklerden, fedakarlık eden kimselerden bir haberi olmadığını, ilgisiz bulunduğunu ve iyilik ile kötülük arasındaki farkı temyiz edemediğini, iyiliğe mükafat, kötülüğe ceza vermeye muktedir olmadığını vs. sanıyor. Bu yüzden, "Allah'ın kıyamet gününde iyilik ve ihsana, yine iyilik ve ihsan ile karşılık verdiğini bizzat gördüğünüz zaman bunu nasıl inkar edeceksiniz bakalım?" denilmektedir.

49. "Vemin dûnehumâ" (onlara iki bahçe daha verilecektir) ifadesindeki "dûn", lugatta şu üç anlamda kullanılır: a) aşağı, alçak, b) daha az faziletli c) birşeye ilave, ek. Bu anlamları dikkate aldığımızda, birincisi ayetin anlamı, "her Cennet ehline yukarıda zikri geçen iki Cennete (bahçeye) ek olarak, iki bahçe daha verileceği" şeklinde olur. İkincisi, "bu iki bahçe önceden zikri geçen bahçelerden daha aşağıda olacaktır" veya "Önceki iki bahçe, bunlardan daha güzel olacaktır" şeklinde bir anlam verilebilir. Şayet ilk ihtimali kabul edersek, Cennet ehline verileceği önceden bildirilen iki Cennetin yanısıra, onlara iki Cennet daha verilecek demektir. Fakat diğer ihtimalleri kabul edersek, iki Cennetin, "mukarrabin" iki Cennetin de "Ashabul-Yemin veya Ashab'ul-Meymene" olarak nitelendirilen mü'minlere verileceği anlamı çıkar. Çünkü Vakıa Suresi'nde salih insanlar, 1) Sabikûn veya mukarrabin, 2) Ashabul-Yemin veya Ashab'ul-Meymene olmak üzere iki kısım olarak zikredilmiştir. Ayrıca bu gruplara verilecek olan Cennetin nimetleri ayrı ayrı zikredilmiştir. Ayrıca Ebu Bekir'in, Ebu Musa el-Eşari'den rivayet ettiğine göre, Rasulullah şöyle buyurmuştur: "İki Cennet Sabikun ve Mukarrabin'e verilecektir. Orada tüm eşyaları altından olacaktır. Diğer iki Cennet de, Ashab'ul-Yemin'e verilecektir, onların eşyaları da gümüşten olacaktır." (Fethu'l-Bari, Kitab'ut-Tefsir, Rahman Suresi)

50. "", çok sık yemyeşil ağaçlık için kullanılır.

65 Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?

66 İçlerinde durmaksızın fışkırıp-akan iki pınar vardır.

67 Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?

68 İçlerinde (her türden) meyveler, eşsiz-hurma ve eşsiz-nar vardır.

69 Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?

70 Orada huyları güzel, yüzleri güzel kadınlar vardır.

71 Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?

72 Otağlar içinde korunmuş huri kadınlar.51

73 Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?

74 Bunlardan önce kendilerine ne bir insan, ne de bir cin dokunmamıştır.

75 Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?

76 Yeşil yastıklara ve çarpıcı güzellikteki döşeklere dayanıp-yaslanırlar.52

77 Şu halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?

78 Celal ve ikram sahibi olan Rabbinin adı ne yücedir.

AÇIKLAMA

51. Huriler için bakınız. Saffat an: 28-29, Duhan an: 42 "Çadırlar" ifadesiyle, dünyada zenginlerin bahçelerde piknik için kurdukları çadırlar kastolunuyor olabilir. Tahminen Cennet ehli kendi saraylarında hanımlarıyla yaşarken, çadırlarda huriler piknik için, her türlü eğlence için hazırlık yapacaklardır. Benim görüşüme göre önce iyi huylu salih kadınlar, sonra da ayrıca huriler zikredilmiş olduğundan, bunların, Müslüman hanımlarından farklı olarak Allah'ın yarattığı varlıklar olmaları sözkonusudur. Nitekim bu görüşümü, Hz. Ümmü Seleme'nin Hz. Peygamber'den (s.a.) rivayet ettiği bir hadis güçlendirmektedir.

Ümmü Seleme, Hz. Peygamber'e (s.a.) bir gün, "Ya Rasulallah, dünyadaki kadınlar mı, yoksa Cennetteki huriler mi daha iyidir?" diye sorduğunu söylüyor. Rasulullah, "Dünyadaki kadınların üstünlüğü yüzün astara üstünlüğü gibidir," diye cevap verir. Ümmü Seleme "Niçin" diye sorusunu tekrarlayınca, O şöyle buyurur: "Dünyadaki kadınlar namaz kıldıkları, oruç tuttukları ve birçok ibadette bulundukları için." (Taberani)

Bu hadisten anlaşıldığına göre, Cennet ehlinin hanımları bu dünyadaki kadınlar olacaklardır. Çünkü onlar dünyada iken iman etmişler, salih ameller işlemişler, iman ve salih amelleri dolayısıyla Cenneti hak etmişlerdir. Onlar eğer isterlerse ve kocaları Cennet ehli ise, kocalarıyla beraber olurlar. Kocaları Cennet ehli değilse, Allah Teâlâ onları salih kimselerle evlendirir. Hurilere gelince, onlar amelleri dolayısıyla Cenneti hak etmemişler, sadece Allah Cennet ehli için diğer nimetleri yarattığı gibi, onları da yaratmıştır. Bunlar güzel kadınlar olarak yararlanmaları için Cennet ehline verilecektir. Ancak herhalükarda bunlar, cin, peri vs. gibi yaratıklar olmayacaklardır. Çünkü insan başka bir cins ile ilişki kuramaz. Muhtemelen küçükken vefat eden kız çocukları, ebeveyni Cennet ehlinden değilse eğer, onlarla beraber olmayacağı için, huri olarak Cennet ehline verileceklerdir.

52. "" Arap cahiliye döneminde efsanelerde adı geçen cinler ülkesidir. Tıpkı bizim Urduca'da "Peristan" (periler ülkesi) dediğimiz gibi Araplar nadir olan ve ayrıca çok zeki kimselere "Abkar" derlerdi. Aynı deyim İngilizce'de "Genius" cinlerle ilgili kullanılmaktadır. Bu ifade ile Araplara, Cennetin istisnai, harikulade güzellikleri anlatılmak isteniyor.

RAHMAN SÜRESİ(Seyyid KUTUB)

1."Rahman" olan Allah.

2- Kur'an'ı öğretti.

3- İnsanı yarattı.

4- Ona düşüncesini açıklamayı öğretti.

5- Güneşin ve ayın konumları ve hareketleri belirli bir hesaba dayanır.

6- Bitkiler ve ağaçlar O'nun buyruğuna boyun eğerler.

7- O, göğü yüksek yarattı ve tartı ilkesini koydu.

8- Tartıda titiz olun diye.

9- Teraziyi doğru tutunuz, sakın eksik tartmayız.

10- Allah, yeryüzünü canlıların ayakları altına serdi.

11- Orada türlü türlü meyvalar, salkımlı hurma ağaçları var.

12- Yine orada yapraklı taneler, hoş kokulu bitkiler var.

13- Ey insanlar ve cinler, peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?

Burada sözü, anlamı, çağrışımı ve müzikal ahengi ile bilerek seçilen bir "giriş" ile karşı karşıyayız.

Evet "Rahman' olan Allah".

Dalga dalga yayılarak uzak enginlere varan sarsıcı sesi şu evrenin her yanında, şu varlığın bütün birimlerinde yankılanan bir çığlıktır kulaklarımıza gelen.

Evet "Rahman' olan Allah".

Perde perde yükselerek mesafeleri aşan, varlık aleminin katmanlarını titreştiren, her varlığa hitap eden ahengi ile, her varlığın dikkatini çeken, gökleri ve yeryüzünü dolduran, her kulağa ve her kalbe ulaşan bir çığlık.

Evet "Rahman' olan Allah: '

Arkasından birdenbire gelen bir suskunluk. Ayet bitiyor. Tüm evren de susup kulak kesiliyor. Bu çarpıcı girişi izleyecek olan büyük haberi bekliyor. Derken o beklenen ve bütün varlık aleminin vicdanını iliklerine kadar titreten haber geliyor.

İşte surenin "Rahman" olan Allah'ın nimetlerini açıklamayı konu edinen ilk bölümü ve o çarpıcı duyuruyu izleyen haber bu ayetlerden oluşuyor. İnceleyelim:

"Kur'an'ı öğretti:'

Bu, "Rahman" olan Allah'ın insana yönelik merhametinin somut göstergesi olan en büyük nimettir. Kur'an yanı. O, şu evrenin tüm yasalarının özenli ve eksiksiz bir tercüman; göklerin ve yerin sistemidir. İnsanlar bu kitaba sarılınca evrenin yasal sistemi ile bağ kurarlar; inançlarını, düşüncelerini, değer yargılarını, sosyal sistemlerini, davranışlarını varlık aleminin dayanağı olan değişmez temel üzerine oturturlar. Bu durum onlara huzur, güven, evrensel yasalarla aralarında anlayış ortaklığı ve iletişim kurma imkânı sağlar.

Kur'an, kendisine sarılanların algı organlarını ve duygularını şu güzel evrene açar. İnsanlar bu evreni ilk kez görmüş gibi olurlar. Kur'an onların kendi varlıklarına ilişkin algılarını tazeleyip güçlendirdiği gibi çevrelerini kuşatan evrene ilişkin algılarını da tazeleyip güçlendirir. Çevrelerindeki her şeye insanlarla iletişim kuran, insanlara sevgi saçan taze bir ruh aşılar. O zaman Kur'an'ın bağlıları, şu gezegen üzerindeki yolculukları boyunca nereye gitseler, nerede dursalar kendilerini dostlar arasında, cana yakın ahbaplar arasında bulurlar.

Kur'an, bağlılarının beyinlerine yüce Allah'ın yeryüzündeki halifeleri, onurlu temsilcileri oldukları; gökleri, yeryüzünü ve dağları dehşete düşüren yüce "emanet"in taşıyıcıları oldukları bilincini aşılar. Böylece bu insanlar, insanlıklarını gerçekleştirmekten doğan değerlerinin farkına varırlar. Bu amaca erdiren tek aracın "iman" olduğunu anlarlar. O iman ki, yüce Allah'ın soluğunu ruhlarında tazeler, O'nun insanlara yönelik en büyük nimetine gerçeklik kazandırır.

Bundan dolayıdır ki, Kur'an öğretme nimeti, insanı yaratma nimetinden önce anılmıştır. Çünkü bu canlının insan olma anlamı, bu nimet sayesinde gerçekleşebilir. Devam ediyoruz:

"İnsanı yarattı. Ona düşüncesini açıklamayı öğretti."

Burada şimdilik insanın yaratılışı olayını bir yana bırakalım. Surenin akışı içinde az ilerde bu konunun yeri gelecek. Zaten burada bu nimetin anılmasının amacı, onu izleyen, "düşünceyi açıklama" nimetine sözü getirmektir.

Biz insanın konuştuğunu, meramını anlattığını, düşüncesini açıkladığını, diğer insanlarla anlaştığını, onlarla iletişim kurduğunu hep görüyoruz. Bu sürekli gözlem bize bu ilâhi bağışın önemini, bu "harika" olayın müthişliğini unutturuyor. Bu yüzden Kur'an, birçok yerinde bu olaya dikkatlerimizi çekiyor, bizi onun üzerinde düşünmeye özendiriyor.

Evet insan nedir? Aslı nedir? Varlığa nasıl başlamıştır? Düşüncesini açıklamayı nasıl öğrenmiştir?

İnsan varoluşu, ana rahminde can bulan tek hücre ile başlar. Yalın, küçücük, minicik, basit, ancak mikroskopla görülebilen, belli-belirsiz tek bir hücre ile. Fakat kısa bir süre sonra bu tek cenin'e (embriyo'ya) dönüşüyor. Milyonlarca kemik, kas, sinir, deri ve kıkırdak hücresinde oluşan bir canlı biçimi olarak karşımıza çıkıyor. Sonra bu hücrelerden çeşitli organlarla bu organların işitme, görme, tadma, koklama ve dokunma gibi fonksiyonları oluşuyor. Sonra da en büyük harikalar ve en çarpıcı sırlar, yani kavrama, konuşma, bilinç ve sezgi yetenekleri ortaya çıkıyor. Bunların hepsi o tek, yalın, küçük, minicik, basit ve belli belirsiz hücreden kaynaklanıyor.

Nasıl ve nereden? "Rahman" olan Allah tarafından ve O'nun sanatının eseri olarak.

Biz konuşmanın, meram anlatmanın nasıl meydana geldiğini şöyle bir gözden geçirelim. Yüce Allah buyuruyor ki:

"Allah sizi hiçbir şey bilmez halde analarınızın karınlarından çıkardı. Size kendisine şükredesiniz diye işitme duyusu, gözler ve kalpler verdi." (Nahl suresi, 78)

Konuşma sisteminin yapısı, hiçbir zaman şaşırtıcılık vasfı sona ermeyecek bir harikadır. Dil, dudaklar, damak, dişler, gırtlak, soluk borusu, bronşlar ve akciğerler. Bütün bu organlar işbirliği halinde çalışarak meram anlatma zincirinin bir halkasını oluşturan "seslenme" işlemini meydana getirirler. Bu işlem, bütün önemine rağmen, bu karmaşık surenin mekanik yanını oluşturur. Süreç bunun ötesinde işitme duyusu ile, beyinle, sinirlerle, sonra da akılla ilişkilidir. O akıl ki, onun sadece adını biliyoruz, ne mahiyetinden ve ne de özünden haberimiz var. Hatta nasıl çalıştığı, fonksiyonunu hangi yöntemle gerçekleştirdiği konusunda hemen hemen hiç bir şey bilmiyoruz.

Konuşan bir insan herhangi bir sözcüğü nasıl seslendirir?

Bu olay, çok aşamalardan geçen, çok adımları olan, çok sayıda organik sistemin işbirliğini gerektiren, bazı aşamaları halâ bilinmeyen, şu ana kadar aydınlığa kavuşturulamamış olan, son derece karmaşık bir işlemdir.

Bu işlem, bilinçte o sözcüğü söyleyerek belirli bir meramı gerçekleştirmeye yönelik bir ihtiyacın belirmesi ile başlar. Bu ihtiyaç duygusu sonra idrak alanından, ya da akıldan veya ruhtan somut bir işlem aracı olan beyne gider. Ama bu geçişin nasıl olduğunu bilmiyoruz. Sonra da bilim adamlarının söylediklerine göre beyin, sinirler aracılığı ile bu belirli sözcüğü seslendirmeye ilişkin emir verir. Sözcüğün kendisini ise insana yüce Allah öğretiyor, anlamını o belletiyor. Bu sırada akciğerler depoladıkları havanın bir bölümünü dışarıya basarlar. Bu hava bronşlardan soluk borusuna, oradan gırtlağa geçerek ses tellerini titreştirir. Bu ses telleri insan yapısı hiçbir ses aygıtının, hiçbir müzik enstrümanının tellerine benzetilemeyecek oranda şaşırtıcı bir yapıya sahiptirler. Gırtlağa gelince sese dönüşen bu hava aklın isteğine göre biçim alır. Yani yüksek olur, alçak olur; hızlı olur, yavaş olur; sert olur, yumuşak olur, bas olur, tiz olur, ya da başka bir biçime ve niteliğe bürünür. Gırtlağın yanısıra dil, dudaklar, gırtlak ve dişler de devreye girer. Ses bu organlardan geçerken çeşitli harflerin çıkış yerlerindeki özel vurguların etkisi ile biçimlenir. Özellikle dil üzerinde her harfe özgü ses tonunu sağlayan çeşitli bölgeler vardır. Buralarda belirli vurgu gerçekleşerek belirli titreşimi gerektiren harf seslendirilir.

Bütün bu aşamaların sonunda bir tek sözcük seslendirilmiş olur. Bunun arkasından cümleler, konular, düşünceler, geçmişe, şimdiki zamana ve geleceğe ilişkin duygular gelir. Bütün bunlar şaşırtıcı, tuhaf ve ayrı birer alemdirler.` İnsanın şu tuhaf ve şaşırtıcı organizmasında oluşurlar. Onları meydana getiren, Rahman olan Allah'ın sanatı ve lütfudur.

Sonraki ayetlerde "Rahman" olan Allah'ın nimetlerinin evrensel fuardaki gösterisine devam ediliyor. Okuyoruz:

"Güneşin ve ayın konumları ve hareketleri belirli bir hesaba dayanır.

Burada ayın ve güneşin yapıları ile hareketleri arasında uyum sağlayan ince plâna dikkat çekiliyor. Kalpleri ürperti, dehşet ve bilinçle dolduran bu vurgulama, sözcükleri arasında geniş çaplı ve derinlikli gerçekler barındırıyor. Şöyle ki:

Güneş, uzaydaki gök cisimlerinin en büyüğü değildir. İnsanoğlunun sınırlarını bilmediği, uçsuz-bucaksız bir boşluk olarak algıladığı uzayda milyarlarca yıldız vardır. Bunların arasında güneşten daha büyükleri, ondan daha çok ısı ve ışık yayanları vardır. Meselâ araplar arasında "şıra el Yemanî" adı ile bilinen büyük ayı takımındaki Cırı us yıldızı, güneşten yirmi kat daha ağır ve güneşin elli katı kadar ışıklıdır. Arcturus yıldızı ise güneşin seksen katı hacminde ve ondan sekiz bin kat daha parlaktır. Suheyl yıldızının ışık yayma gücü de güneşinkinden iki bin beş yüz kat fazladır. Bu tablo bu şekilde genişletilebilir.

Fakat güneş, "yer" adını verdiğimiz şu küçük gezegen üzerinde yaşayan biz insanlar arasından en önemli yıldızdır. Çünkü bu gezegenin kendisi ve sakinleri güneş ışığının, güneş ısısının ve onun çekim gücünün etkisi altında yaşıyorlar, varlıklarını sürdürüyorlar.

Ay da öyle. O aslında yer yuvarlağının küçük hacimli bir uydusudur. Fakat yeryüzünün hayatı üzerinde büyük etkisi vardır. Denizlerde görülen gel-git olayının en önemli faktörü odur.

Güneşin hacmi, ısı derecesi, dünyamıza uzaklığı, yörüngesindeki dönüş hızı; bunun yanısıra ayın hacmi, dünyamıza uzaklığı ve yörüngesindeki dönüş hızı, bütün bunlar gerek yeryüzündeki hayata yönelik etkileri bakımından ve gerekse uzaydaki diğer yıldızları ve gezegenler arasındaki konumları açısından son derece ince ve duyarlı hesapların sağladığı dengelere dayanırlar.

Şimdi onların gezegenimizi ve üzerindeki hayat olayı yakından ilgilendiren bu hesaplı dengelerinin bazı yönlerinde göz gezdirelim: Güneşin dünyamıza uzaklığı doksan iki buçuk milyon mildir. Eğer o dünyamıza bundan daha yakın olsa yeryüzü ya yanar, ya erir, ya da uzaya yükselen bir buhar kitlesine dönüşürdü. Eğer bizden daha uzakta olsa o zaman da yerküremiz donar ve üzerindeki hayat ölüme dönüşürdü. Güneşin dünyamıza ulaşan ısısı, onun asıl ısısının iki milyonda biri kadardır.,Yeryüzündeki hayatın sürmesi için gereken optimal ısı derecesi bu kadardır. Meselâ eğer güneşin yerinde o iri ve güçlü radyasyonlu Cirius yıldızı olsaydı, yerküremiz buharlaşıp yokoluverirdi.

Şimdi de ayın hacmini ve dünyamıza olan uzaklığını ele alalım. Eğer ay şimdikinden daha büyük olsaydı, denizlerde meydana getireceği gel-git olayının yol açacağı su yükselmeleri yeryüzünü ve üzerindeki bütün varlıkları tufana boğardı. Eğer ay, yüce Allah'ın kıl kadar bile şaşmaz hesabına göre olduğundan daha yakınımızda olsaydı, sonuç dünyamız için aynı türden bir felaket olurdu.

Güneş ile ayın dünyamıza uyguladıkları çekim gücü gerek yerküresinin konumu ve gerekse uzay hoşluğundaki dönüşünün dengesi açısından hesaplı ve ölçülüdür. Dünyamızın bağlı olduğu güneş sistemi bütün uyduları ile Lyr burcundaki Vega yıldızına doğru saatte yirmi bin millik bir hızla hareket etmektedir. Buna rağmen milyonlarca yıllık yolculuğu boyunca sistemimiz, uzaydaki yıldızlardan biri ile çarpışmamaktadır.

Bu korkunç ve uçsuz-bucaksız uzay boşluğunda hiçbir yıldızın yörüngesi kıl ucu kadar bile sapma göstermez. Yıldızların hacimleri ve hareketleri arasındaki uyum ve denge hesapları arasında en ufak bir değişiklik meydana gelmez.

Yüce Allah "Güneşin ve ayın konumları ve hareketleri belirli bir hesaba dayanır" buyururken gerçekten ne kadar doğru söylüyor! Devam ediyoruz: "Bitkiler ve ağaçlar O'nun buyruğuna boyun eğerler."

Bir önceki ayet, şu koca evrenin yapısındaki plâna ve hesaba işaret etmişti. Bu ayette ise evrendeki doğrultu birliğine ve ilişkiye işaret ediliyor. Bu işaret de uyarıcı ve çarpıcı bir gerçeğe ileticidir. Şöyle ki:

Şu varlık bütünü ile kaynağına ve yoktan varedicisine kulluk ve boyun eğme bağı ile bağlıdır. Bitkiler ve ağaçlar, varlık aleminin bu doğrultusunu kanıtlayan iki örnektir. Kimi tefsir bilginleri ayetin orjinalindeki Necm sözcüğünün "gökteki yıldızlar" anlamına geldiğini ileri sürerken başka bazı tefsir bilginleri bu sözcüğün "ağaçlar gibi gövdesi üzerinde dik duramayan bitkiler" demek olduğunu söylemişlerdir. Sözcük ister o anlama alınsın, ister bu anlama geldiği kabul edilsin aynı kapıya çıkar. Her iki durumda da ayet, şu varlık alemindeki doğrultu birliğine ve iç ilişkiye işaret ediyor.

Evrenin tümü, ruhu olan canlı bir varlık bütünüdür. Gerçi bu ruhun göstergesi, biçimi ve dinamiklik derecesi varlıktan varlığa değişir, ama özü bakımından birdir.

İnsan kalbi bu gerçeği, yani tüm varlıklara yayılmış "hayat" gerçeği ile bu ruhun yaratıcıya yönelmiş olduğu gerçeğini çok eski çağlardan beri fark etmiştir. İnsan kalbi sezgi yolu ile bu gerçeği kavramıştır. Ama ne zaman bu sezgisini duyu organlarının deneyleri ile sınırlı olan aklın kriterleri ile ölçmeye kalkıştı ise kuşkuya kapılmış ve bu bilgiden uzak kalmıştır.

İnsanlık son yıllarda evrendeki yapısal birliği yansıtan gerçeğin bazı ön bilgilerine ermiştir. Ama bu yöntemle onun ruh taşıyan bir canlı olduğu gerçeğine erebilmekten halâ çok uzaklardır.

Pozitif bilim, günümüzde evren yapısının ana biriminin atom olduğunu, atomun da aslında radyasyondan, yani ışık enerjisinden ibaret olduğunu, evrenin temel ilkesinin hareket olduğunu ve hareketin evrenin birimleri arasındaki ortak özellik olduğunu düşünme eğilimindedir.

Fakat evrenin temel ilkesini ve ana özelliğini oluşturan bu "hareket" hangi tarafa doğrudur.

Kur'an bize diyor ki: Evren, ruhunun hareketi ile yaratıcısına yönelmiştir. Onun asıl hareketi budur. Evrenin bâr de yüzeysel hareketi vardır. Fakat bu hareket, onun ruhunun hareketinin dışa yansımasından başka bir şey değildir. Evrenin ruhsal. hareketi Kur'an'ın birçok ayetinde gündeme getirilir. Bu ayetlerin başlıcalarını birlikte okuyalım:

"Bitkiler ve ağaçlar O'nun buyruğuna boyun eğerler." (Rahman suresi, 6)

"Yedi kat gök, yer ve buralardaki varlıkların tümü O'nu tenzih ederler, noksanlıklardan uzak olduğunu dile getirirler. Evrendeki her varlık, O'nu överek tesbih eder, fakat siz bu varlıkların tesbihlerini anlayamazsınız." (İsra suresi, 44)

"Göklerdeki ve yerdeki tüm varlıkların ve havada süzülen kuşların Allah'ı noksanlıklardan tenzih ettiklerini görmüyor musun? Bu varlıkların tümü, Allah'a nasıl dua edeceklerini, O'nu nasıl noksanlıklardan tenzih edeceklerini bilirler." (Nur suresi, 41)

Bu gerçeği düşünmek, tüm evrenin Allah'a yönelik kulluklarını ve tesbihlerini izlemek insan kalbini acayip bir hazla doldurur. İnsan kalbi bu durumda çevresindeki tüm varlıkların duygu beraberliği ile yaratıcısına yöneldiğini, tüm varlıkların ruhları arasında bulunduğunu hisseder. Bu ortak ruhun tüm varlıklarda kımıldamadığını ve onları kendisine kardeş ve dost yaptığının bilincinde olur.

Onun için bu ayetin vurguladığı gerçek son derece geniş boyutlu, engin ufuklu ve derin anlamlar taşır. Devam ediyoruz:

TARTIYI DOĞRU TUTUNUZ

"O göğü yüksek yarattı ve tartı ilkesini koydu.

Tartıda titiz olunuz diye.

Teraziyi doğru tutunuz, sakın eksik tartmayınız: '

Göğe işaret etmenin amacı -Kur'an'ın, evrenin çeşitli kesimlerine yönelik diğer işaretlerinde olduğu gibi- insan kalbini gaflet uykusundan uyandırmak, kanıksamanın duyarsızlığından uzaklaştırmak, şu evrende egemen olan uyuma ve güzelliğe dikkatini çekmek, onu yoktan varederek çarpıcı güzelliklerle bezeyen "güçlü el"i tanımaya özendirmektir. '

Göğe işaret etmek. Bu kavramın anlamı ne olursa olsun insanın bakışlarını yükseklere, şu görkemli ve yüce uzaya yöneltir. Bu uzay uçsuz-bucaksız bir enginliktir, bilinen hiç bir sınırı yoktur. İçinde milyarlarca iri gök cismi hareket halinde olduğu halde hiçbir iki gök cismi bir noktada buluşmaz, hiç bir iki gezegen sistemi birbirleri ile çarpışmaz. Oysa güneş sistemimizin içinde bulunduğu galakside olduğu gibi bu takım yıldızlarını oluşturan yıldızların sayısı kimi zaman milyona varır. Güneş sistemimizin içinde bulunduğu saman yolunda yeralan kimi yıldızlar bizim güneşimizden dar`a küçükken kimileri de ondan binlerce kat daha büyüktür. Bizim güneş sistemimizin çapı bir milyon üç yüz otuzüç bin kilometre dolayındadır. Bütün bu yıldızlar ve bütün bu gezegen sistemleri uzayda korkunç hızlarla hareket halindedirler. Fakat onlar bu görkemli uzay boşluğu içinde, biribirlerinin uzağında yüzen, bu yüzden ne bir noktada buluşan ve ne de birbirleri ile çatışan birer zerre niteliğindedirler.

Yüce Allah, bu engin ve görkemli göğü yüksek yaratmanın yansıttığı yüceliğin yanıbaşında "tartı ilkesini" hak terazisini "koydu". Onu sabit, oynamaz, sarsılmaz, sağlam biçimde yerleştirdi. Kişilerin, olayların, nesnelerin değerleri, her türlü değerler, doğru ve duyarlı şekilde belirlensin diye bu ilkeyi yerleştirdi. Hiç bir şey yanlış değerlendirilmesin, hiçbir şey tartılırken cahilliğin, kötü amacın ve kişisel arzunun baskısı ile eksik ya da fazla tartılmasın diye yüce Allah bu ilkeyi insan fıtratının özüne aşıladığı gibi onu peygamberlerin getirip tanıttıkları ilâhi sistemin temel yasaları arasına kattı ve Kur'an'da da ona yer verdi "Tartı ilkesini koydu" buyurdu. Niçin?;

"Tartıda titiz olunuz diye."

Ne eksik ve ne de fazla tartınız. Devam ediyoruz:

"Teraziyi doğru tutunuz, sakın eksik tartmayınız."

Demek oluyor ki, tartıdaki denge, hakkaniyet ilkesi gözetilince, eksik ve fazla kutuplarının aşırılıklarına taşmaktan kaçınılınca kurulur.

Okuduğumuz ayetlerde yeryüzündeki ve toplum hayatındaki "hak" kavramı ile evrenin yapısı ve düzeni arasında ilişki kuruluyor. Aynı yaklaşımla hak kavramı ile soyut anlamdaki "gök" arasında da bağ kuruluyor. Çünkü yüce Allah'ın vahyi ve hayat sistemi, soyut anlamı ile gökten iniyor. Bu bağ kurulurken göğün somut anlamı da gözetilmiştir. Çünkü evrenin hayallere sığmaz büyüklüğü ile istikrarı yüce Allah'ın buyruğunu ve gücünün sınırsızlığını simgeler. Böylece göğün bu iki anlamı çarpıcı mesajları ve uyarıcı çağrışımları ile insan idrakinde buluşmuş, çakışmış olur. Devam edelim:

YERYÜZÜ NİMETLERİ

"Allah yeryüzünü canlıların ayakları altına serdi.

Orada türlü türlü meyvalar, salkımlı hurma ağaçları var.

Yine orada yapraklı taneler, hoş kokulu bitkiler var."

Uzun sürelerden beri yeryüzünde yaşadığımız için, bu gezegenin şartları ile ve görüntüleri ile içli-dışlı olduğumuz için, kendimiz de bu gezegenin sakinleri arasında bulunduğumuz için, bütün bu sebeplerden ötürü, bu yeryüzünü canlıların "ayakları altına seren" güçlü elin etkisini farkedemiyoruz. Bu güçlü el yeryüzünde huzur, istikrar ve rahatlık içinde barınmamızı sağlamıştır. Ama biz ne bu konforun, ne keyfini sürdüğümüz istikrarın olağanüstü anlamının ve ne de bu gezegende bize bağışlanan sayısız nimetlerin bilincinde değiliz. Yalnız zaman zaman bazı yanardağlar lav ve kül püskürtüyor, yer yer deprem felaketleri oluyor da ayaklarımız altındaki güvenle basmaya alıştığımız toprak sarsılıyor, dalgalanıyor, altüst oluyor. İşte ancak o zaman şu yeryüzünde yüce Allah'ın bir nimeti olarak keyfini sürdüğümüz istikrarın, dengenin ne demek olduğunu anlıyoruz.

Oysa eğer insanlar bağrında barındıkları bu yeryüzü hakkında birazcık kafa yorsalar bu gerçeğin her an bilincinde olmaları işten bile değildir. Bu yeryüzü yüce Allah'ın şu engin uzayında yüzen yoğunlaşmış bir toz bulutundan başka bir şey değildir. Evet bu uçsuz-bucaksız boşlukta yüzen yoğunlaşmış bir toz bulutu. Bu toz bulutu bu engin boşlukta bir yandan kendi ekseni çevresinde saatte yaklaşık bin millik bir hızla, öbür yandan da güneş etrafında saatte yaklaşık altmış bin mil hızla dönüyor. Bunların yanısıra bu gezegen, uydularından birini oluşturduğu güneş sistemi ile birlikte bir bütün olarak saatte yirmi bin mile varan bir hızla uzaydaki Lyr burcunda bulunan Vega yıldız kümesine doğru yolalıyor.

Evet, eğer insanlar sözünü ettiğimiz hızla uzayın enginliklerini yutan ve yüce Allah'ın gücünden başka hiçbir tutamağa bağlı olmayan bu yüzer toz bulutuna binmiş yolcular olduklarını düşünseler sürekli biçimde kalpleri ve bakışları yüce Allah'a dönük bulunur, ruhları ve eklemleri titrer, yeryüzünü canlıların ayakları altına seren, bu gezegeni onlar için istikrarlı bir barınak halinde tutan ezici iradeli tek Allah'a sığınmadan edemezlerdi.

Evet, yüce Allah üzerindeki varlıklarla birlikte hem kendi ekseni çevresinde hem güneş etrafında dönen, bunların yanısıra güneş sisteminin diğer gezegenleri ile birlikte sözünü ettiğimiz korkunç hızla yüzen bu gezegeni canlıların yaşamasına elverişli bir barınak yaptı ve burada onların rızıklarını, besin kaynaklarını da hazırladı. Okuduğumuz ayet bu besin kaynakları içinden genel olarak meyvaları ve özellikle "salkımlı hurmaları" anıyor. Ayetin orjinalinde yeralan "ekmam" sözcüğünün tekili olan "kem" sözcüğü "içinde hurma meyvasının oluştuğu salkım torbası" anlamına gelir-. Böylece hurma meyvesinin güzelliği yanında onun görünüşündeki estetiğe işaret ediliyor. Yine bu yeryüzü besinlerinden yapraklı ve çenekli taneler anılıyor ki, bu yapraklar ve çenekler kuruyunca hayvanlara yem oluyorlar. Yine bu yeryüzü besinlerinden "hoş kokulu bitkiler" anılıyor. Bu bitkilerin türleri çoktur. Kimi insanların yiyeceği olurken, kimi de hayvanlara yem olur, kimi de saçtıkları güzel kokularla insanlar için zevk ve haz kaynağı olurlar.

Buraya kadar yüce Allah'ın çeşitli nimetleri sayılıp döküldü. Bu nimetler Kur'an'ın öğretilmesi, insanın yaratılması, onun konuşma ve meramını anlatma yeteneği ile donatılması, güneşin ve ayın hesaplı bir dengeye bağlanmaları, göğün yüksek yaratılıp tartı ilkesinin yerleştirilmesi, yeryüzünün içindeki meyvalarla, hurmalarla, ekinlerle ve kokulu bitkilerle birlikte canlıların ayakları altına serilmesi idi. Sözün bu noktasında yüce Allah evren ve evrenliler karşısında cinlere ve insanlara şöyle sesleniyor:

"Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"

Bu sorunun amacı, belgelemek ve tanık tutmaktır. Çünkü bu noktada hiç bir insan, hiç bir cin, "Rahman" sıfatlı yüce Allah'ın nimetlerini inkâr edemez.

İNSAN VE CİNİN YARATILIŞI

Şimdiye kadar yüce Allah'ın insanlara ve cinlere yönelik nimetlerinin evrende olanları sayılmıştı. Şimdi onların kendi üzerlerinde beliren, özellikle varoluşlarında, ilk baştaki yaratılışlarında ifadesini bulan nimetler gündeme getiriliyor.



14- O insanı pişmiş çamuru andıran kuru balçıktan yarattı.

15- Cinleri de dumansız alevden yarattı.

16- Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?

Yaratma ve yoktan varetme nimeti, bütün nimetlerin temelini oluşturur. İlke olarak varolmak ile yokolma arasındaki mesafenin boyutları, insanoğlunun tanıdığı, bildiği hiçbir ölçü ile ölçülemez. İnsanoğlunun elinde olan ya da aklı ile kavrayabildiği bütün ölçüler bir varlık ile başka bir varlığı karşılaştırmaya yarar. Var olan ile "yok" olan arasındaki mesafeye gelince bunu insan aklı asla kavrayamaz. Aynı imkânsızlığın cinler için de geçerli olduğunu sanıyorum. Çünkü onlar da yaratıklara özgü karşılaştırma kriterlerini kullanan bir yaratık türüdürler.

Buna göre yüce Allah, cinlere ve insanlara yaratma ve yoktan varetme nimetini hatırlatırken aslında onlara kavrama sınırlarını aşan bir nimetten sözetmiş olmaktadır.

Yüce Allah bu hatırlatmanın arkasından insanların ve cinlerin hangi hammaddelerden yaratıldığını açıklıyor. İnsanoğlunun yaratılış hammaddesi de bir başka yaratıktır, yani sertçe dokunulduğunda ses veren, çınlayan kuru balçıktır. Kuru balçık, çamurdan ya da topraktan yaratılma sürecinin bir halkası olabileceği gibi insanın ve toprağın aynı elementlerden oluştuğu gerçeğini vurgulayan sembolik bir ifade de olabilir.

"Modern bilim, insan organizmasının, toprağın içerdiği elementleri aynılarını içerdiğini kanıtlamıştır. İnsan organizması karbondan, oksijenden, hidrojenden, fosfordan, kükürtten, azottan, kalsiyumdan, potasyumdan, sodyumdan, klordan, magnezyumdan, demirden, manganezden, bakırdan, florinden, kobalttan, çinkodan, silisyumdan ve alüminyumdan oluşur. Bu elementler, aynı zamanda toprağı da oluşturan elementlerdir. Gerçi bu elementlerin oranı insandan insana değiştiği gibi insan ile toprak arasında da değişiktir. Fakat oranlar bir yana, elementler aynı elementlerdir."

Yalnız modern bilimin bu buluşunu bu ayetin kesin açıklaması saymak doğru değildir. Kur'an'da dile getirilen gerçeğin amacı pozitif bilimin bu buluşu olabileceği gibi başka bir şey de olabilir. Yani bu benzeri ayetlerde insanın topraktan çamurdan ya da kuru balçıktan yaratıldığı gerçeği ile bağdaşan çok sayıdaki oluşum tarzlarından biri kastedilmiş olabilir.

Burada bir noktayı ısrarla vurgulamak istiyoruz. Bu nokta Kur'an'ın ifadelerini insan ürünü bilimsel buluşlarla sınırlamaktan kaçınılmasının gereğidir. Çünkü bilimsel buluşlar hem doğru, hem de yanlış olabilecekleri gibi insanın bilgi ufku genişledikçe, bilgi edinme yöntemleri çoğalıp olgunlaştıkça değişmeye, başkalaşmaya açıktırlar. Bazı iyi niyetli araştırmacılar Kur'an'daki ifadelerin anlamları ile bilimsel buluşlar arasında -bu buluşların deney sonucu mu, yoksa teori mi olduklarına bakmaksızın- uyum sağlamak için can atarlar. Bunun Kur'an'ın ileri görüşlülüğünü, mucizevi niteliğini kanıtlamak niyetiyle yaparlar. Oysa Kur'an, değişmez ifadeleri değişken bilimsel buluşlarla uyuşsa da, uyuşmasa da mucizedir. Onun ifadelerinin anlamları her zaman değişmeye ve başkalaşmaya açık olan, hatta temelden doğruya da yanlış sayılma ihtimali ile sürekli karşı karşıya bulunan bilimsel buluşların dar kalıplarına sıkıştırılamayacak derecede geniş kapsamlıdır. Bilimsel buluşların Kur'an'ın ifadelerini açıklamaya ilişkin tek faydası vardır. O da Kur'an'ın kafamızdaki anlamını genişletmektir. İnsanın gerek iç dünyasına, gerekse dış dünyasına ilişkin bir konuya ayetler kısaca değinmekle yetinmiş ise o konudaki bilimsel buluşlar ayetin anlamını düşünürken düşünce ufkumuzu zenginleştirebilir. Fakat bu durumlarda "filânca ayetin anlatmak istediği şey işte şu bilimsel buluştur" diye kestirip atmaktan kaçınmalıyız. Bunun yerine ' `şu bilimsel buluş, falanca ayetin anlamının bir bölümü olabilir" dememiz gerekir.

Cinlerin dumansız alevden yaratıldıkları konusuna gelince bu, insan ürünü bilimlerin sınırları dışında kalan bir meseledir. Bu konudaki tek kaynak, işte bu Kur'an'dır. Yani tüm varlıkları yaratan ve yaratıklarını herkesten daha iyi bilen yüce Allah'ın verdiği bilgidir. Ayetin orjinalinde geçen "meric" sözcüğü "rüzgârların hareket ettirdiği dil biçimindeki ateş alevi" demektir. Cinler şu yeryüzünde insanlarla birlikte yaşayabilen bir canlı türüdürler. Fakat onların nasıl yaşadıkları konusunda hiçbir bilgimiz yoktur. Yalnız kesin olarak şunu biliyoruz. Onlar da tıpkı insanlar gibi, bu Kur'an'ın muhataplarıdırlar. Nitekim incelemekte olduğumuz bu surenin yanısıra aşağıdaki ayet de bu gerçeği dile getirir:

"Hani cinlerden bir grubu, Kur'an'ı dinlesinler diye sana göndermiştik..."(Ahkaf suresi, 29) Yukarıdaki ayette cinlere ve insanlara yöneltilen seslenişin amacı onlara varoluşları nimetini hatırlatmak, hangi hammaddeden yaratıldıklarını bildirmektir. Bu nimet bütün dïğer nimetlerin temelini oluşturur. Bu yüzden hemen arkasından bu surede sık sık tekrarlanan belgeleme ve tanık tutma içerikli değerlenme ayeti geliyor. Okuyalım:

"Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?



17- O iki doğunun da Rabbidir, iki batının da.

18- Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?

Bu işaret, insan kalbini engin bir coşku ile dolduruyor. Bu coşku, insan hangi doğrultuya yönelirse, hangi tarafa dönerse bakışlarını hangi ufuklara dikerse yüce Allah'ın orada olduğuna ilişkin bilinçten kaynaklanır. Buna göre "doğu"ların ve "batı"ların bulunduğu yerlerde yüce Allah vardır. Yüce Allah "Rabb"lık sıfatı ile, dileği ile, sınırsız otoritesi ile, nuru ile, yönlendirmesi ve doğru yola erdiren rehberliği ile oralardadır.

Burada sözü edilen "iki doğu"dan ve "iki batı"dan maksat güneş ile ayın doğup battıkları yerler olabilir. Bu yorum, yukardaki ayetlerin birinde güneş ile ayın yüce Allah'ın nimetleri arasında anılmış olmaları ile uyuşmaktadır. Ayrıca bu kavramlar, güneşin yaz ve kış mevsimlerindeki farklı doğuş ve batış yerleri olduğuna dikkatlerimizi çekme amacı da taşıyabilirler.

Her neyse bizim öncelikle dikkat edeceğimiz espri bu işaretin çağrışımıdır. Bu çağrışımın içeriği şudur: "Doğu" ve "batı" diye adlandırdığımız yerlerde -diğer her yerde olduğu gibi- yüce Allah vardır. Gezegenleri, yıldızları, sistemleri hareket ettiren el, O'nun güçlü elidir. O'nun nuru, O'nun "Rabb'lık otoritesi evrenin her tarafına yayılmıştır. Doğulara ve batılara yönelik böyle bir düşünce, böyle bir irdeleme çabası, böyle bir gözlem insan kalbine bilinç birikimi, insan kafasına ruhları ve organları coşturan bir bilinç birikimi kazandırır.

Yüce Allah'ın "iki doğu'' ve "iki batı" üzerindeki egemenliği, O'nun evren ile bütünleşen nimetlerinin bir bölümünü oluşturur. Bu yüzden dış dünyaya yönelik kısa bir bakıştan sonra bu surede sık sık karşımıza çıkan bildiğimiz değerlendirme ayeti ile yüzyüze geliyoruz:

"Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz

Sözkonusu "iki doğu" ve "iki batı" yüce Allah'ın iki doğal mucizesi olmalarının ötesinde aynı zamanda insanlara ve cinlere yönelik iki ilâhi nimettirler. Çünkü bu iki doğal olay yeryüzünün tüm sakinlerine yarar sunmaktadır. Hatta hayatın temel sebeplerinden birdirler. Öyle ki, bu olaylardan biri ya da her ikisi aksasa yaşama şartları ortadan kalkar.

Uzak ufuklara doğru çıkılan bu gezintinin arkasında yine yeryüzüne dönülüyor. Dikkatler bu gezegenin kabuğunu saran suya çekiliyor. Bu suyun her aşaması belirli bir plâna bağlıdır. Yüce Allah onun türünü, akacağı yerleri ve sağlayacağı yararları inceden inceye plânlamıştır. Okuyoruz:



19- Acı ve tatlı sulu iki denizi birbiri üzerine salarak yanyana getirdi.

20- Ama aralarında birbirlerine karışmalarını önleyen bir engel vardır.

21- Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?

22- Her iki denizden de inci ve mercan çıkar.

23- Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?

24- O'nun denizlerde yüzen, dağlar gibi iri gemileri vardır.

25- Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?

Bu ayette sözü geçen "iki deniz" biri suları acı ve öbürü suları tatlı olan iki tür su birikintisidir. Birinci su birikintisi ile denizler ve okyanuslar, öbürü ile akarsular, nehirler kastediliyor. Ayetin ifadesine göre bu iki su birikintisi birbiri üzerine salınıyor, karşılaşmaları sağlanıyor, fakat içiçe geçmiyorlar, suları birbirine karışmıyor, hiç biri belirli sınırı aşmıyor, görevinin ötesine taşmıyor. Çünkü aralarında yüce Allah'ın sanatının eseri olan ve doğal yapılarından kaynaklanan bir engel vardır.

Suların yerküre üzerinde bu şekilde dağılmış olmaları amaçsız bir rastlantının sonucu değildir. Tersine bu dağılım hayret verici bir plâna dayanır. Yerkürenin dörtte üçünü birbirlerine akıntısı olan tuzlu sular kaplar, kalan dörtte birlik bölümü karalardan oluşur. Bu miktarlardaki tuzlu su yerküreyi kuşatan atmosferi temizlemek için, onu sürekli biçimde hayata elverişli durumda tutmak için gereklidir.

"Uzun yüzyıllar boyunca yerküreden çoğu zehirleyici olan gazlar yükseldiği halde dünyamızı saran hava tabakası temiz kalır, kirlenmez, insanın yaşaması için gerekli olan bileşim dengesi bozulmaz. Bu dengeyi sağlayan mekanizma, o engin su kitleleri, yani okyanuslardır."

Güneşin ısısının etkisi ile bu büyük ve engin su kütlesinden buharlar çıkar. Bu buharlar sonra yağmur olarak tekrar yeryüzüne iner. Bu yağmurlar çoğu nehirler olmak üzere çeşitli tatlı su kaynakları oluşur. Okyanusların genişliği, güneş ısısı, atmosferin yüksek katlarının soğukluğu ve diğer bazı meteorolojik faktörler arasındaki uyumun etkisi ile tatlı su kütlesini oluşturan yağmurlar meydana gelir. Bitkilerin, hayvanların ve insanların hayatı işte bu tatlı suya dayanır.

Yaklaşık olarak bütün akarsular denizlere dökülürler. Akarsular yeryüzünün tuzlarını denizlere, okyanuslara taşırlar. Fakat denizler ve okyanuslar akarsuların özelliğini bozmazlar, geriye akıp onlara karışmazlar. Normal olarak akarsu yatakları deniz düzeyinden yüksektir. Bundan dolayı deniz ve okyanus suları kendilerini besleyen akarsulara doğru yürümez, tuzlu suyu ile onların yataklarını kaplamaz, böylece akarsuyun özelliklerini bozup fonksiyonlarını engellemez. Bu ikisi arasında yüce Allah'ın sanatının eseri olan sözkonusu doğal engel vardır. Bu yüzden bu iki su türü birbirine karışmaz.

Buna göre bu iki su kütlesi türünün ve bunların arasındaki doğal engelin yüce Allah'ın nimetleri arasında anılması yerindedir, tuhaf değildir. Okuyoruz:

"Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"

Arkasından insanların gündelik hayatlarında yakından tanıdıkları iki deniz kaynaklı nimet türü anılıyor. Okuyoruz:

"Her iki denizden de inci ve mercan çıkar."

İnci aslında bir hayvan türüdür. "İnci belki de denizlerin en enteresan yaratığıdır. Bu canlı denizlerin derin yerlerinde yaşar. Üzerinde, kendisini tehlikelerden koruyan kireçli bir kabuk vardır. Bu hayvanın öbür canlı varlıklardan farklı bir yapısı ve yaşama tarzı vardır. Balıkçı ağına benzer ince örgülü acayip bir ağı vardır. Bu ağ süzgeç görevi görür. Suyun, havanın ve besin maddelerinin hayvanın vücuduna girmesini sağlarken kum ve çakıl taşı gibi zararlı maddelerin girişine engel olur. Bu ağın altında hayvan ağızları bulunur. Her ağızda dört dudak vardır. Eğer bir kum tanesi, bir çakıl ya da zararlı bir canlı şu ya da bu biçimde sözkonusu kabuktan içeri gererse hayvan hemen kaygan bir sıvı salgılayarak o yabancı maddeyi kuşatır, sonra bu sıvı içindeki yabancı madde ile birlikte donarak inciye dönüşür. Oluşan incinin iriliği, sözkonusu yabancı maddenin hacmine göre değişir."

"Mercan da yüce Allah'ın enteresan yaratıklarından biridir. Denizlerin beş metre ile üçyüz metre arasında değişen derinliklerinde yaşar. Vücudunun alt kısmı ile bir taşa ya da bir deniz gibi bitkisine tutunur. Vücudunun üst kısmında bulunan ağız boşluğu bazı çıkıntılarla kaplıdır. Hayvan bu çıkıntıları besinini sağlamak için kullanır. Çoğunlukla deniz böceği gibi küçük canlılardan oluşan avlar bu çıkıntılara dokunur-dokunmaz hareketsiz hale gelerek bu çıkıntılara yapışıp kalır: Sonra bu çıkıntılar kasılarak ağza doğru eğilirler. Böylece insanların yemek borusunu andıran dar bir kanaldan geçerek hayvanın vücuduna girer.

Bu hayvan üreyici hücreler salgılayarak çoğalır. Bu hücreler yumurtacıkları döller. Böylece oluşan embriyo, bir taşa konar ya da bir deniz-altı bitkisine tutunur ve bir süre sonra tıpkı diğer hayvan türlerinde görüldüğü gibi, ayrı bir canlı olur.

Yaratanın gücünün bir kanıtı olarak bu hayvanın bir başka üreme biçimi vardır. Bu üreme biçimi tomurcuklanmadır. Bu yolla meydana gelen yavru tomurcuklar anaç tomurcuklarla birlikte bulunur. Böylece mercan ağacı oluşur. Bu ağacın kalın olan gövdesi dallanma noktalarına yaklaştıkça incelir ve tepe noktasında son derece ince olur. Mercan ağacının boyu otuz santim kadar olur. Canlı mercan adaları portakal sarısı, karanfil kırmızısı, zümrüt mavisi ve koyu siyah gibi çeşitli renklerde olurlar.

Kırmızı mercan, hayvanın canlı kısımlarının yokoluşundan sonra geride kalan katı omurgadır. Bu ölü hayvanların kalkerli iskeletleri büyük koloniler meydana getirir.

Kuzey-doğu Avustralya'daki "Büyük Mercan Seddi" zincirleme kayalar oluşturan bu mercan kolonilerinin en tanınmışıdır. Bu kaya zincirinin uzunluğu bin üçyüz elli mil, genişliği ise elli mil kadardır. Bu kaya zinciri sözünü ettiğimiz küçük canlılardan oluşmuştur."

Bilindiği gibi inciden ve mercandan pahalı ve değerli süs eşyaları ve takılar yapılır. Yüce Allah, kullarına bu iki nimetini hatırlattıktan sonra bu surenin sembolü olan değerlendirme ayeti ile yine yüzyüze geliyoruz:

"Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"

Sonra denizlerde yüzen ve büyüklükleri bakımından dağları andıran gemiler gündeme geliyor. Okuyoruz:

"O'nun denizlerde yüzen, dağlar gibi iri gemileri vardır."

Görüldüğü gibi yüce Allah, denizde yüzen gemileri kendine mal ediyor. Çünkü onlar O'nun gücü ile yüzebiliyorlar. Onları engin denizlerde dalgaların pençesinden koruyan O'dur. Onları denizlerin dalgalı yüzeylerinde tutup batmamalarını sağlayan O'nun dengeleyici gücüdür. O yüzden bunlar "O'nundur". Gerçekten gemiler, eski dönemlerde olduğu gibi günümüzde yüce Allah'ın insanlara bağışladığı başlıca nimetlerden biridir. Bunlar insanlara hatırlanmaya değer, hiçbir zaman inkar edilemeyecek önemde ulaşım imkânları, konfor şartları, geçim ve kazanç kaynakları sağlarlar. Bu imkânlar yalanlanamayacak ve inkâr edilmeyecek derecede önemli ve belirgin oldukları için yüce Allah yine soruyor:

"Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"'

Bu noktada görünen evren sayfasının gözden geçirilmesine son veriliyor. Fani alemin sayfası kapatılıyor. Tüm yaratıkların karaltıları gözlerden kâyboluyor. Tüm canlılar meydandan çekiliyor Yüce Allah'ın keremli ve kalıcı varlığı ortalığa doluyor. Kalıcılıkta ve ululukta tek ve ortaksız olarak beliriyor. Geçiciliğin ve yokoluşun gölgesini gözlemekte olan insan idrakinde "kalıcılık" realitesi yerleşiyor.



26- Yeryüzündeki her şey yok olacaktır.

27- Sadece kerem sahibi, yüce Rabbinin varlığı süreklidir.

28- Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?

Bu ifadenin gölgesi altında nefesler kesiliyor, sesler korkudan kısılıyor, el ayak hareketsiz kalıyor. Yokoluşun gölgesi bütün canlıları kaplıyor, bütün hareketleri kuşatıyor, göklerin ve yeryüzünün ufuklarını sarıyor. Yüce Allah'ın kalıcı ve kerem saçıcı varlığı vicdanları, vücudun tüm organlarını zamanı, mekânı gölgesi altına alıyor, tüm varlık alemini ululuğun ve saygınlığın örtüsü altına alıyor.

İnsanın dili ve kalemi bu tabloyu tasvir edemez, Kur'an'ın bu ifadesine hiçbir şey ekleyemez. Bu ifade insan vücudunun bütün organlarına ürpertili bir sükunet, kapsayıcı bir yücelik, korku dolu bir suskunluk dolduruyor. Gözlerimizin önünde her tarafı bomboş bırakan bir yokoluş, hareketten eser bırakmayan koyu bir ölüm tablosu canlandırıyor. Hareket ve hayatla dolup taşan şu evrende artık hiçbir kımıldama yoktur. Bu tablo aynı zamanda sürekli kalıcılık realitesini gözlerimizin önünde canlandırır, bu realitenin damgası insan idrakine vurulur. Gerçi insan, hayatının deneyimleri içinde böyle bir realiteye, yani sürekli kalıcılık gerçeğine yabancıdır, ama bu şaşırtıcı Kur'an ifadesini okurken onu derinliğine kavrar.

Bu derin dokunuşun arkasından bildiğimiz değerlendirme ayeti ile yüzyüze geliyoruz. Yüce Allah bu realitenin evrene yerleşmesini, yani evrendeki her şeyin yok oluşunun arkasından sadece Allah'ın keremli ve yüce varlığının kalmasının pratiğe yansıtılmasını cinlere ve insanlara yönelik bir nimet sayarak onların dikkatlerini bu nimete çekiyor. Okuyalım:

Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"

Bu bir nimettir. Daha doğrusu öbür bütün nimetlerin temelini oluşturur. Çünkü bütün bu varlıklar, o kalıcı varlıktan, O'nun yasalarından, O'nun düzeninden ve kendine özgü niteliklerinden kaynaklanır. Bu varlıklara ilişkin yasalar, değer yargıları, akıbetler, ödüller ve cezalar da bu kalıcı varlığa dayanır' Tüm varlıkları yaratan, yoktan var eden O "sürekli canlı"dır. Herşeyi koruyan, gözeten de O'dur. Hesaba çeken, ödülleri ve cezaları belirleyen de O'dur. Sürekli kalıcılık ufkundan ölümcül, fanilik alanını denetim altında tutan da O'dur. O halde bütün nimetler bu "sürekli kalıcılık" realitesinden kaynaklanır. Bu alemin varlık sahnesine çıkışı ve düzenli işleyişi bu gerçeğe, yani yokoluşun, geçiciliğin ötesindeki "sürekli kalıcılık" gerçeğine dayanır.

Ölümcül ve geçici alemin ötesindeki "sürekli kalıcılık" gerçeğinden bir başka gerçek doğar ki, o da şudur: Bütün ölümcül (fani) yaratıklar, varoluşlarının devamını sağlayacak tüm ihtiyaçları için o tek, eşsiz, ortaksız, ihtiyaçsız, yüce diriye yönelirler.



29- Göktekiler ve yerdekiler hep O'ndan bir şey isterler. O her gün (her an) yeni bir işle meşguldür.

30- Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?

31- Ey insanlar ve cinler, yakında sizinle hesaplaşmak için özel vakit ayıracağız.

32- Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz:

33- Ey cinler ve insanlar, eğer göklerin ve yerin sınırlarını aşarak kaçmaya gücünüz yetiyorsa kaçınız. Fakat ancak özel bir gücünüz varsa bunu başarabilirsiniz.

34- Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?

35- Üzerinize dumansız alev ve bakır eriyiği püskürtülür de bu azaptan sizi kurtaran bulunmaz.

36- Peki, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

Evet, göktekiler ve yerdekiler her şeyi O'ndan isterler. O'nun kapısı dilek kapısıdır. O'ndan başkasından hiç bir şey istenmez. Çünkü o "başkası" kim olursa olsun, ölümcüldür, fanidir; dilek kapısı olmaya elverişli değildir. Herkes dileğini O'na yöneltir; dilekleri tek O karşılayabilir. Sırf O'nun kapısını çalanın eli boş dönmez. O'ndan başkasına el açan kimse dilek kapısını şaşırmış, umut kulpunu elinden kaçırmış ve cevap alma şansını yitirmiştir. Çünkü ölümcül bir varlığın, başka bir ölümcül varlığa verecek nesi olabilir? Kendisi ihtiyaç içinde olan bir zavallı başka bir "muhtaç"ın derdine nasıl çare olabilir?

Yüce Allah sürekli meşguldür, her an yeni bir iş yapıyor. Sınırı olmayan bu evrenin tümü O'nun plânına dayanır, O'nun dileğine bağlıdır. O'dur bu evreni çekip-çeviren. Bu çekip-çeviricilik, bu yöneticilik bu evreni hem bir bütün olarak ve hem de evrenin her bireyini, her birimini teker teker içerir. Hatta her canlı organ, her hücre, her atom bu ortaksız yönetimin şemsiyesi altındadır. Her şeyi O yarattığı gibi her şeyin fonksiyonunu da O belirler. Sonra da her nesneyi, fonksiyonunu yerine getirirken gözetimi altında tutar.

Bu kapsamlı yönetim filizlenen her tomurcuğu, dalından düşen her yaprağı, yerin derinliklerinde gizlenen her tohumu, yaş-kuru her şeyi, denizlerdeki tüm balıkları, deliğindeki her kurtçuğu, kuytu köşesindeki her böceği, inindeki her vahşi hayvanı, yuvasındaki tüm kuşları, her yumurtacığı, her civcivi, her kanadı, her tüyü ve tüm canlı organizmaların her hücresini izler.

Bu kapsamlı ve ayrıntılı yönetimin yüce sahibini, hiçbir işi öbür işinden alıkoymaz; görünür-görünmez hiçbir şey O'nun bilgisinin kapsamı dışında kalmaz. Yeryüzünde yaşayan cinlerin ve insanların tüm işleri de O'nun bu faaliyet alanı içindedir. Bundan dolayı O, insanlara ve cinlere bu nimetini hatırlatıyor, tescil etme ve tanık tutma amacı ile bu nimeti dile getiriyor. Okuyalım:

"Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"

KIYAMET

Böylece ölümcüllüğün ötesindeki sürekli kalıcılık gerçeği vurgulanmış oldu. Arkasından her şeyin o tek kalıcı varlığa yöneldiği gerçeği hatırlatıldı. Arkasından tüm varlıklara ilişkin faaliyetlerin, plânlamaların ve yönetilmelerin O ortaksız yöneticinin dileğine bağlı olduğu, bunun kullara yönelik bir lütuf, bir dilek olduğu açıklandı.

Bu genel gerçeğin ve onun türevleri olan öbür gerçeklerin vurgulanması ile evrenin gözler önüne serilmesine ve insanlar ile cinlerin karşısına dikilmesine son verilerek surenin yeni bir kesitine geçiliyor. Bu kesit tehdit ve korkutma içeriklidir. Tehdit, ürkütücü ve tüyler ürperticidir. Korkutma sarsıcı ve dehşet uyandırıcıdır. Bu tehditli ve korkutmalı cümleler, surenin bundan sonraki akışı boyunca insanların ve cinlerin karşısına çıkarılacak olan kıyamet dehşetine zihinleri hazırlayıcı bir nitelik taşır.

Evet; "Ey insanlar ve cinler, yakında sizinle hesaplaşmak için özel vakit ayıracağız: '

Aman Allah'ım! Ne korkunç, ne sarsıcı bir dehşet! Buna insanlar ve cinler şöyle dursun; sıradağlar, yıldızlar ve gezegenler bile dayanamaz.

Allah... Yüceler yücesi Allah. Allah güçlü, her şeyi yapabilen, ezici iradeli, buyruğuna karşı durulmaz, büyük, ulu Allah. Evet, yüceler yücesi Allah, şu iki zavallı, küçücük varlık türü ile, insanlar ve cinler ile hesaplaşmak üzere başbaşa kalacağını bildiriyor. Hem de tehdit ve intikam yansıtan bir dille.

Bu çok önemli bir olay. Büyük bir dehşet. Her türlü düşünceyi, her türlü ihtimali aşan çarpıcı bir gelecek.

Aslında yüce Allah'ın meşgul olması sözkonusu değildir ki, vakit ayırması, zamanını boşaltması sözkonusu olsun. İfadenin amacı olayı insanın idrakine yaklaştırmak, tehdide sarsıcı ve dehşet saçan bir somutluk kazandırmak, bu tabloyu hayalinde canlandıran herkesi tepeden tırnağa titretmektir. Yoksa tüm evren bir tek sözle yaratılmıştır. Bir tek "ol" sözü ile. Buna göre yokedilişi, mahvedilişi için de bir tek söz yeterlidir, o söz üzerine herşey göz açıp kapayıncaya kadar yok olur. Peki yüce Allah sırf insanlarla ve cinlerle başbaşa kalıp da onların hesabına el koyduğunda, onları cezalandırmaya hazırlandığında bu zavallıcıkların halleri nice olur?

Bu korku dolu dehşet tablosunun gölgesi altında yüce Allah bu zavallılara yine soruyor:

"Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"

Arkasından korkutmanın ve sarsmanın dozajı arttırılarak insanlara ve cinlere meydan okunuyor. Bu meydan okuyuşta ellerinden geliyorsa göklerin ve yeryüzünün boyutları dışına kaçarak Allah'ın sillesinden kurtulmaları öneriliyor.

"Ey insanlar ve cinler, eğer göklerin ve yerin sınırlarını aşarak kaçmaya gücünüz yetiyorsa kaçınız: '

Nasıl ve nereye kaçacaklar?

"Fakat ancak özel bir gücünüz varsa bunu başarabilirsiniz."

Oysa böyle bir güç, ancak onun ortaksız sahibinin elinde vardır. İnsanlar ile cinler bir kere daha aynı soru ile karşı karşıya geliyorlar:

"Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"

Acaba zavallıların yalanlamaya kalkışacak, hatta ağızlarını açıp bir şey söylemeye yeltenecek en ufak bir güçleri, bir cesaret kırıntıları kaldı mı?

Fakat bu ezici saldırı kampanyası son noktasına kadar sürüyor. Korkunç tehdidin soluğu bu zavallıların ense kökünü yoklamaya devam ediyor. Yüz kızartıcı akıbetleri somut olarak gözleri önüne seriliyor. Okuyalım:

"Üzerinize dumansız alev ve bakır eriyiği püskürtülür de bu azaptan sizi kurtaran olmaz.

Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"

Bu tablo, insanların ve tüm varlıkların alışageldiklerinin ötesinde, insanların ve tüm varlıkların hayallerindeki imajları aşan korkunçlukta bir dehşet tablosudur. Benzerine rastlanmayan, orjinal bir tablodur. Kur'an'da buna yakın içerikte birkaç tablo çizilmiştir. Ama onlar buna benzemekle birlikte tam olarak bunun gibi değildirler. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Varlıklı yalanlayıcıları benimle başbaşa bırak." (Müzzemmil suresi, 11)

"Şu tek olarak yarattığım adamla beni başbaşa bırak." (Müddessir suresi, 11)

Fakat "Ey insanlar ve cinler, yakında sizinle hesaplaşmak için özel vakit ayıracağız" ayeti, yine de bu ayetlerden daha sert, daha etkileyici, daha korkunç ve daha dehşet saçıcıdır.

Bu noktadan itibaren surenin sonuna kadar kıyamet günü sahneleri ile yüzyüze geleceğiz. Kıyamét günü evrenin alt-üst oluşunu canlandıran tablo ile bunu izleyecek olan hesap verme, azaba çarpılma ve ödül alma tabloları gözlerimizin önüne getirilecek.

Bu tabloların sunuluşu, surenin girişinin genel havası ve evrensel alanı ile uyumlu bir evrensel tablo ile başlıyor. Okuyalım:



37- Gök parçalanıp da kırmızı gül renginde bir yağ eriyiğine dönüştüğü zaman;

38- Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?

39- O gün ne insana ne de cinne suçu sorulmaz.

40- Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?

41- Suçlular yüz ifadelerinden tanınarak perçemlerinden ve ayaklarından yakalanırlar.

42- Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?

43- İşte suçluların yalanladıkları cehennem budur.

44- Cehennem ile kaynar su arasında mekik dokurlar.

45- Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?

Evet; "Gök parçalanıp da kırmızı gül renginde bir yağ eriyiğine dönüştüğü zaman.

Kırmızı gül renginde, fakat yağ sıvılığında.

Kıyamet günü evrenin nasıl olacağına ilişkin ayetlerin toplamı, o gün bütün gezegenlerin, yıldızların ve gök cisimlerinin büyük bir yıkıma uğrayacaklarını, yörüngelerini ve hareket düzenlerini kaybederek kaosa düşeceklerini bildirmektedirler. Yukarda okuduğumuz ayetin de aralarında bulunduğu bu ayetlerin başlıcalarını şimdi birlikte gözden geçirelim:

"Yer sarsıldıkça sarsıldığı, dağlar ufalandıkça ufalanıp da toz duman haline geldiği zaman".(Vakıa suresi, 4-6)

"Göz kamaştığı, ay tutulduğu, güneş ile ay biraraya getirildiği zaman".

"Güneş dürüldüğü, yıldızlar karardığı, dağlar yürütüldüğü, on aylık gebe develer başıboş bırakıldığı, vahşi hayvanlar biraraya toplandığı, denizler kaynatıldığı zaman." (Tekvir suresi, 1-6)

"Gök yarıldığı, yıldızlar boşluğa dağıldığı, denizler birbirine akıtıldığı zaman."

"Gök yarıldığı, ona yaraşır biçimde Rabbine kulak verip boyun eğdiği, yer genişletildiği, içinde olanları atıp boşaldığı, ona yaraşır biçimde Rabbine kulak verip boyun eğdiği zaman." (İnşirak suresi, 1-5)

Gerek bunlar, gerekse aynı konuyu ele alan diğer ayetler o gün tüm evreni etkileyecek olan o dehşetli olaya işaret ederler. Bu olayın iç yüzünü yüce Allah'tan başka hiç kimse bilmez.

Evet; "Gök parçalanıp da kırmızı gül renginde bir yağ eriyiğine dönüştüğü zaman;

Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"

Devam ediyoruz:

"O gün ne insana ne de cinne suçu sorulmaz: '

Bu tablo, o bol tanıklı günün tablolarından biridir. O gün değişik tablolar gerçekleşecektir. Kiminde kullar sorguya çekilecektir. Kiminde kullara hiçbir soru sorulmayacaktır. Kiminde herkes kendini savunmaya girişecektir. Kiminde sorumluluğu, suçu ortağının üzerine atacaktır. Kiminde konuşmaya. tartışmaya, çekişmeye izin verilmeyecektir. Kısacası o gün uzun, bitmez bir gündür. Her tablosu dehşet dolu ve bol tanıklıdır.

SUÇLULAR VE CEHENNEM

Bu ayette hiçbir insana ve cinne günahlarının sorulmayacağı tablodan sözediliyor. Çünkü o tabloda herkesin niteliği ve davranış birikimi biliniyor. Kötülük izleri kara lekeler halinde ve iyilik izleri beyaz parıltılar halinde yüzlerde belirir. Gerek bu belirtiler gerekse o belirtiler yüz hatlarında okunur. Böyle bir durumda yalanlama ve inkâr etme olur mu?

"Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"

"Suçlular yüz ifadelerinden tanınarak perçemlerinden ve ayaklarından yakalanırlar."

"Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"

Bu sahne hem korkunç ve hem de korkunçluğunun yanısıra küçük düşürücüdür. Çünkü suçluların ayakları yüzü ile birleştiriliyor. Sonra bu biçimde, kargatulumba cehenneme atılıyorlar. O anda yalanlama ve inkâr etme olur mu?

Bu sahne gözler önünden geçerken, suçluların perçemlerinden ve ayaklarından tutulup cehenneme atılma işlemleri sürerken ayet, bu gösterinin izleyicilerine dönüyor. Onlar sanki bu sure okunurken oradadırlar. Kendilerine şöyle sesleniliyor:

"İşte suçluların yalanladıkları cehennem budur: '

İşte şimdi gördüğünüz gibi o önünüzdedir. Devam ediyoruz: "Cehennem ile kaynar su arasında mekik dokurlar.

"Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"

Isısı son derece yüksek bir su. Sanki ateşte pişen bir yemek! Cehennemliklere cehennemin kendisi ile bu kaynar sıvı arasında mekik dokutulur. Bakın, işte şu anda onlar bu iki azap kaynağı arasında gidip geliyorlar.



MÜ'MİNLER VE CENNET

46- Rabbinin huzuruna çıkacağı andan korkanlara cennette bir konut verilecektir.

47- Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?

48- Bu cennet konutlarının bahçeleri sık dallı ağaçlarla kaplıdır.

49- Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?

50- Bu iki konutta birer pınar akmaktadır.

51- Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?

52- Bu konutların bahçelerindeki ağaçlarda her meyvanın iki çeşidi vardır.

53- Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?

54- Bu konutlarda ağırlananlar astarları yaldızlı atlastan minderlere yaslanırlar. Her iki konutun bahçelerindeki ağaçların meyvaları yere yakındır, kolayca devşirilebilirler.

55- Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?

56- Bu konutlarda gözleri erkeklerinden başkasını görmeyen, daha önce ne insan ve ne de cin kökenli bir erkeğin, el değdirmediği eşler vardır.

57- Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?

58- O eşler sanki birer yakut ve mercandırlar.

59- Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?

60- İyiliğin, iyilikten başka bir karşılığı olabilir mi?

61- Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?

62- Bu iki cennet konutunda ali düzeyde iki cennet konutu daha vardır.

63- Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?

64- Bu konutların renkleri koyu yeşildir.

65- Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?

66- İki konutta sürekli kaynayan iki pınar vardır:

67- Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?

68- İki konutun bahçelerinde de çeşitli meyva, hurma ve nar ağaçları vardır.

69- Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?

70- O konutlarda iyi huylu, güzel kadınlar vardır.

71- Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?

72- O kadınlar ceylan gözlüdürler ve çadırlarının dışına hiç çıkmazlar.

73- Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?

74- Daha önce onlara ne cin ne insan kökenli hiçbir erkeğin eli değmemiştir.

75- Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz

76- Bu konutlarda ağırlananlar yeşil yastıklara ve güzel işlemeli minderlere yaslanırlar.

77- Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?

78- Kerem sahibi, ulu Rabbinin adı ne yücedir!

"Rabbinin huzuruna çıkacağı andan korkanlara cennette bir konut verilecektir."

"Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"

İncelediğimiz Kur'an surelerinde ilk kez "iki cennet" deyimi ile karşılaşıyoruz. Bu iki cennetin, bildiğimiz büyük cennetin bölümleri olması en yakın ihtimaldir. Fakat özel olarak anılmaları, düzeylerinin yüksekliği yüzünden olabilir. Vakıa suresini incelerken cennetliklerin başlıca iki gruptan oluştuklarını, bu grupların "öncüler" ile "amel defterleri sağ ellerine verilenler" olduklarını göreceğiz. Bu iki gruba sunulacak nimetler birbirinden farklı olacaktır. Burada sözü edilen iki cennetin yüksek mertebeli bir gruba ayrıldığını düşünebiliriz. Bu yüksek mertebeli grup, Vakıa suresinde sözü edilen "öncüler" grubu olabilir. İlerdeki ayetlerde iki başka cennetten daha söz edildiğini göreceğiz. Bu cennetlerin de bu öncü" grubu izleyen cennetliklere ayrıldığını düşünüyoruz. Bu grup "amel defterleri sağ ellerine verilen"lerin grubu olabilir.

Her neyse. Şimdi bu ilk iki cenneti görelim. Birkaç saniyeliğine içlerinde yaşayalım:

"Bu cennet konutlarının bahçeleri sık dallı ağaçlarla kaplıdır."

"Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"

Bu konutların bahçeleri küçük dallı, serinletici ağaçlarla kaplıdır. Bu konutlar sulak ·ve yeşillikli bahçeler üzerinde kurulmuştur.

``Bu iki konutta birer pınar akmaktadır."

"Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"

Bu konutların bahçelerinin suyu boldur. Kullanılması kolay ve konforludur.

"Bu konutların bahçelerindeki ağaçlarda her meyvanın iki çeşidi vardır."

"Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"

Bu konutların bahçelerinin meyvaları çeşit çeşit ve boldur.

Peki bu cennet konutlarının sakinlerinin durumları nasıldır? Şimdi onlara bakalım:

"Bu konutlarda ağırlananlar astarları yaldızlı atlastan minderlere yaslanırlar. Her iki konutun bahçelerindeki ağaçların meyvaları yere yakındır, kolayca devşirilebilirler."

"Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"

Bu konutlardaki minderlerin astarları, yaldızlı ipektendir ve kabarıktır. Minderlerin astarları böyle olunca, kim bilir yüzleri ne kadar alımlıdır. Ayrıca ağaçlarının dalları yere yakındır. Meyvaları zorluk çekilmeden devşirilebilir.

Bu cennet konutlarının nimetleri ve konforu bu kadarla da bitmiyor. Bu nimetlerin son derece iç açıcı başka bir örneği daha vardır. Okuyoruz:

"Bu konutlarda gözleri erkeklerinden başkasını görmeyen, daha önce ne insan ve ne de cin kökenli bir erkeğin, el değdirmediği eşler vardır."

"Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"

Bu eşlerin duyguları da, bakışları da temizdir, iffetlidir. Eşlerinden başkasına bakmazlar. Üzerlerine ne insan ve ne de cin eli değmemiştir, tam anlamı ile lekesizdirler. Bunların yanısıra gözalıcı ve parlak tenlidirler:

"O eşler sanki birer yakut ve mercandırlar."

"Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"

Bu saydıklarımız, Rabbinin karşısına çıkacakları anın korkusunu kalplerinde taşıyanların ödülüdür. Böyle bir kul yüce Allah'ı hep görüyor gibi davranır. Rabbinin kendisini gördüğünün bilincinde olur. Böylece Peygamberimizin tanımı ile "ihsan" mertebesine erer. Sonunda da "Rahman" sıfatlı Allah'ın lütfu olarak bu "ihsan"ın ödülünü alır. Okuyoruz:

"İyiliğin, iyilikten başka bir karşılığı olabilir mi?"

Bu nimet ve ihsan gösterisi sırasında bu surede alışageldiğimiz ayeti her nimet ayının sonunda tam yerini buluyor:

"Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"

Şimdi de öbür iki cennetin konuklarını izleyelim:

"Bu iki cennet konutunda alt düzeyde iki cennet konutu daha vardır."

"Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"

Bu iki cennet konutu, önceki iki cennet konutundan daha alt düzeydedir.

Bunlar; "Bu konutların renkleri koyu yeşildir."

"Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"

Bu cennetlerin bahçeleri içlerindeki otlardan ötürü koyu yeşildir. Ayrıca;

"İki konutta sürekli kaynayan iki pınar vardır."

"Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"

Buradaki pınarlar kaynıyor. "Kaynama", "akma"dan önce gelen bir harekettir. "

"İki konutun bahçelerinde de çeşitli meyva, hurma ve nar ağaçları vardır. "Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"

Oysa önceki iki cennetin bahçelerindeki ağaçlarda her tür meyvenin iki çeşidi vardı.

"O konutlarda iyi huylu, güzel kadınlar vardır." "Peki Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"

Ayetin orjinalindeki "ha" "ye" ve "ra" harflerinden oluşan sözcük "hayrat" biçiminde de okunabilir, "hayyırat" biçiminde de okunabilir. Öyle de okunsa, böyle de okunsa, taşıdığı anlam aşağıdaki ayette açıklanıyor:

"O kadınlar ceylan gözlüdürler ve çadırlarının dışına hiç çıkmazlar. "Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"

Çadır" sözcüğü, çöl hayatını; çağrıştırır. O çöl hayatına ilişkin bir konfordur, ya da çölde yaşayan insanların isteklerinin sembolik bir ifadesidir. Bu cennetlerdeki çadırların dışına hiç çıkmazlar. Oysa daha önceki iki cennetin kadınları "erkeklerinden başkasına bakmazlar" diye tanımlanmışlardı.

"Daha önce onlara ne cin ne insan kökenli hiçbir erkeğin eli değmemiştir. "Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"

Görülüyor ki, iffet temizliği, her iki cennet gurubundaki kadınların ortak niteliğidir.

Şimdi de bu iki cennet konutunda ağırlananları izleyelim:

"Bu konutlarda ağırlananlar yeşil yastıklara ve güzel işlemeli minderlere yaslanırlar:

Ayetin orjinalindeki "refref" sözcüğü "minder" anlamındadır ve Akbar yapımı gibi tanımlanıyor. Amaç minderin üstün kaliteli olduğunu arapların daha kolay anlamasını sağlamaktır. Çünkü araplar bütün enteresan nesneleri ve eşyayı cinde bir vadinin adı olan "Akbar"a malederlerdi. Fakat önceki iki cennetin minderlerinin astarları yaldızlı atlastandı ve orman bahçelerindeki ağaçların dalları kolayca devşirtilmeyi sağlayacak biçimde yere yakındı. Görülüyor ki, o iki cennet konutu ile bu iki cennet konutu arasında düzey farkı vardır.

Her iki tür cennetin nimetlerinin tanıtılmasından sonra aynı değerlendirme ayeti ile yüzyüze geliyoruz:

"Peki, Rabbinizin hangi nimetini yalanlıyorsunuz?"

Yüce Allah'ın evrendeki, yaratıklar üzerindeki ve ahiretteki nimetlerini gözler önüne seren bu surenin bitiminde son çarpıcı mesajla yüzyüze geliyoruz. Bu mesaj, kerem sahibi yüce Allah'ın adını saygı ile anıyor. O ki, tüm canlılar ölüp yok olduktan sonra onun keremli varlığı sürekliliğini devam ettiriyor.

"Kerem sahibi, ulu Rabbinin adı ne yücedir!"

Tam da "Rahman" suresine uygun bir bitiştir bu.