14 Ağustos 2007 Salı

TEKASÜR SÜRESİ(MEVDUDİ)

Adı: Birinci ayetteki "tekasûr" kelimesi sureye isim olmuştur.

Nüzul zamanı: Ebu Hayyan ve Şevkanî, bütün müfessirlere göre bu surenin Mekkî olduğunu söylemişlerdir. İmam Suyutî'nin kavline göre en meşhur söz, bu surenin Mekkî olduğudur. Ancak bazı rivayetlerde surenin Medenî olduğu da kayıtlıdır. Bu rivayetler aşağıdadır.

İbn Ebî Hatim, Ebu Bureyde'den bu surenin Ensar'ın iki kabilesi olan Benî Harise ve Benî Hars hakkında nazil olduğunu rivayet etmektedirler. İki kabile birbirlerine karşı önce ileri gelenlerini, daha sonra da mezarlığa giderek ölülerini medhetmişlerdi. Bunun üzerine bu sure nazil olmuştur. Ancak nüzul hakkındaki Sahabe ve Tabiin üslubunu göz önüne alırsak, bu rivayetin Tekâsur suresinin nüzul zamanının delili olmayacağını anlarız. Yalnız bu surenin, onların haline uygun düşmesi söz konusu olabilir.

İmam Buharî ve İbn Cerir, Ubey b. Ka'b'tan şöyle rivayet etmişlerdir: Biz Rasulullah'ın, "Eğer insanoğlunun elinde iki vadi dolusu mal olsa üçüncü vadiyi ister. İnsanoğlunun karnını ancak toprak doyurur" buyurduğunu işittik. Tekâsur suresi nazil olana kadar bu sözü Kur'an'dan zannediyorduk... Bu Hadise dayanarak, Tekâsur suresinin Medenî olduğu söylenmiştir. Çünkü Ubey Medine'de Müslüman olmuştu. Ancak Ubey'in beyanında, Ashab-ı Kiram'ın bu hadisi ne anlamda Kur'an'dan zannettiklerine dair bir açıklama yoktur.

Eğer bu hadisi Kur'an'dan ayet zannetmeleri kastediliyorsa bunu kabul etmek mümkün değildir. Çünkü sahabenin büyük çoğunluğu Kur'an'a harf harf vakıftı. Bu Hadisin Kur'an'dan ayet olup olmadığı konusunda nasıl yanlışa düşebilirler ki? Eğer bu Hadisin Kur'an'dan olmasının anlamını, Kur'an'ın manasından alınmış bir söz olarak kabul edersek o zaman bu rivayet, Medine'de Müslüman olan ashabın Rasulullah'ın ağzından bu sureyi ilk duyduklarında onun yeni nazil olduğunu zannetmelerine delalet eder.

İbn Cerir, Tirmizî ve İbnü'l Münzir v.s. Hz. Ali'nin şu kavlini nakletmişlerdir: "Biz, Tekâsur suresi nazil olana kadar kabir azabı hakkında şüphe içindeydik." Bu surenin Medenî olduğuna delil olarak, kabir azabının Medine'de zikredildiği, Mekke'de bu konuya değinilmediği gösterilmiştir. Ancak bu doğru değildir. Çünkü Kur'an-ı Kerim'in pek çok Mekkî suresinde yer yer açık ifadelerle kabir azabı zikredilmiştir. Bunda şüpheye imkan yoktur. Mesela bkz. En'am 93, Nahl 28, Mü'minun 99-100, Mü'min 45-46. Bunların hepsi Mekkî surelerdir. Onun için, Hz. Ali'nin yukarıda söylediği söz bir şeye ispat olacaksa, o, yukarıda adı geçen ve kabir azabından bahseden Mekkî surelerden önce Tekâsur suresinin nazil olduğudur. Bu surenin nüzulu Sahabe-i Kiram'ın kabir azabı hakkındaki şüphesini gidermiştir.

Bu rivayetlere rağmen müfessirlerin çoğu bu surenin Mekkî olduğunda müttefiktirler. Bizim görüşümüz, bu surenin sadece Mekkî değil, aynı zamanda muhteva ve üslubundan da anlaşıldığına göre, Mekke döneminin ilk nazil olan surelerinden birisi olduğu yolundadır.

Konu: Bu surede insanlar dünyaya tapmalarının sonucu hakkında uyarılmışlardır. Ölüme kadar mal, servet yığmak maksadıyla ve lezzetler, kuvvetler elde ederek bu konuda birbiriyle yarışmak, bu eşyayı elde ettikten sonra da birbirlerine karşı kibirlenmek için gece gündüz çaba içindeyken kendilerini o kadar kaybetmişlerdir ki, daha önemli şeyler akıllarına bile gelmemiştir. Bunlar kötü sonları hakkında uyarılarak şöyle buyurulmuştur: Topladığınız bu nimetler sadece nimet değil, aynı zamanda sizin için bir imtihan vesilesidir. Her nimet için ahiret günü soru sorulacaktır.

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1 (Mal, mülk ve servette) Çoklukla övünmek, sizi 'tutkuyla oyalayıp kendinizden geçirdi.1

2 "Öyle ki (bu) mezarı ziyaretinize (Kabire gidişinize, ölümünüze) kadar sürdü."2

3 Hayır; ileride bileceksiniz,3

4 Yine hayır; ileride bileceksiniz.

5 Hayır; eğer siz kesin bir bilgiyle bilmiş olsaydınız,

6 Andolsun, o çılgınca yanan ateşi de elbette görecektiniz.

7 Sonra onu, hiç tartışmasız yakîn gözüyle (Ayne'l Yakîn) görmüş olacaksınız.

8 Sonra o gün, nimetten sorguya çekileceksiniz.4

AÇIKLAMA

1. Burada "elhakumu't tekâsur" kullanılmıştır. Bunun anlamı o kadar geniştir ki, uzun bir yazıda bile zor açıklanabilir. "Elhakum lehu"nun asıl manası "gaflet"tir. Ama Arapça'da bu kelime, "her şeyden ilgiyi kesen meşgale" anlamında kullanılır. Bu maddede "kelimesi kullanıldığında anlamı, "bir lehu (meşgale) seni o kadar "Elhakum" cezbetmiştir ki, gözünde hiçbir şeyin önemi kalmamıştır. O, senin üzerine musallat olmuştur. Gece gündüz onunla meşgul olarak herşeyden gafil olmuşsunuz."

"Ettekasür", "kesret"tendir. Onun üç anlamı vardır. Birincisi, insanın en fazla "kesret" elde etmek için çalışmasıdır. İkincisi, insanların bolluk elde etmek için birbirleriyle yarışması ve birbirlerinin üzerine çıkmaya çaba göstermesidir. Üçüncüsü, insanların birbirlerine karşı kibirli davranmalarının bolluk dolayısıyla olmasıdır.

Dolayısıyla, "elhakumu't tekâsur"un manası, tekâsur size o kadar çekici gelmiştir ki, ondan daha önemli şeylerden gafil olmuşsunuz. Bu cümlede, tekâsur ile ne kastedildiği açıklanmamıştır. "Elhakum" da hangi şeyden gafil olduğu izah edilmemiştir. "Elhakum" (sizi gafil etmiştir.) sözünün muhatabının kim olduğu belirtilmemiştir. Bunu tasrih etmemesinden dolayı bu kelimelerin ıtlakı çok geniş anlamlara, eğlence ve lezzet vasıtalarına, kuvvet vesilelerine, iktidar sağlama çabasına, ve onu elde etmek için yarışmalarına, elde edince de birbirlerine kibirli davranmalarına şamildir. Aynı zamanda "elhakum"un muhatabları da sınırlı değildir. Her devirde insanlar fert veya toplum olarak da olabilir. "Elhakumu't tekâsur"un insanları bu kadar cezbederek hangi şeyden gafil ettiği tasrih edilmemiştir. Bu nedenle anlamı çok geniştir. Yani bu tekâsur insanlara o kadar musallat olmuştur ki, onlar, daha önemli şeylerden gafil olmuşlardır. Onlar, hayat seviyeleri yükselsin diye kendilerini o kadar kaptırmışlardır ki, insanî seviyelerini düşürmeyi bile göze almışlardır. Çok fazla servet elde etmek isterken bunun hangi yolla olacağına aldırmazlar. Onlar refah, cismanî lezzetler ve çok fazla imkanlar elde etmek isterler. Ancak sonunun ne olacağını düşünmeden bu isteklere tutulmuşlardır. Onlar, çok fazla güç, en büyük askerî kuvvet ve en gelişmiş silahları elde etmek isterler. Bu yolda birbirleriyle yarış içindedirler. Fakat onlar, bütün bunların, Allah'ın arzında zulüm yapmak ve insanlığın felaketini hazırlamak anlamına geldiğini düşünemezler. Kısaca "tekâsur", insanları ve milletleri içine çeken sayısız şekillerdedir. Artık dünyadan, ondan faydalanmaktan ve dünyevî lezzetlerden başka bir şey düşünmeye meydan kalmamıştır.

2. Yani siz hayatınızı bu çaba ile tüketiyorsunuz. Hatta son nefesinize kadar bu düşünceden kurtulamıyorsunuz.

3. Yani, siz yanlış içindesiniz. Bu dünyanın malını, bolluğunu ve bu nedenle birbirinizden üstün olmanızı, ilerleme ve başarı olarak kabul ediyorsunuz. Oysa bu kesinlikle ilerleme ve başarı değildir. Yakında kötü sonu göreceksiniz ve hayatınız boyunca içinde bulunduğunuz hatanın ne kadar büyük olduğunu anlayacaksınız. Burada çok yakından kasıt ahiret olabilir. Çünkü ezelden ebede kadar bütün zamanlar gözünün önünde olan Zat (c.c) için binlerce ya da onbinlerce sene, zamanın küçük bir parçasıdır. Ancak bundan kasıt ölüm de olabilir. Çünkü o, hiçbir zaman insana uzak değildir.

Ölümden sonra insan, hayatı boyunca sarfettiği çabalarının kendisi için mutluluk ve hoş vaktine mi vesile, yoksa bahtsızlık ve kötü sonuna mı vesile olduğunu anlayacaktır.

4. Bu cümledeki "sonra" kelimesi, cehenneme koyduktan sonra sorgulayacak anlamında değildir. Asıl anlamı, "sonra bu haberi de size vermekteyiz ki, size bu nimet hakkında soru sorulacaktır." şeklindedir. Bu sorunun ilahî adalet kurulduğunda sorulacağı anlaşılmaktadır. Bunun delili olarak pek çok Hadiste Rasulullah'tan şu söz nakledilmiştir: "Allah kullarına verdiği nimetler hakkında, mü'min ve kafir herkese soracaktır." Küfran-ı nimet etmeyip Allah'a şükredenlerin sorgulamada başarılı olacakları ile, Allah'ın nimetlerine hak vermeyip söz ve amellerde de nankörlük yapanların hüsrana uğrayacakları ayrı bir meseledir.

Cabir b. Abdullah'tan şöyle rivayet edilmiştir: Rasulullah bize geldi. Biz de O'na taze hurmalar yedirdik ve soğuk su içirdik. Bunun üzerine Rasulullah şöyle buyurdu: "Hakkında soru sorulacak nimetlerden bir kısmı da bunlardır." (Ahmed, Neseî, İbn Cerir, İbn Mûnzir, İbn Merduye, Abd b. Humayd, Beyhakî, Şu'ab, Ebu Hureyre'den şöyle rivayet edilmiştir: Rasulullah, Ebubekir ve Ömer'e şöyle dedi: "Gelin, Ebu Leysim b. Etyan el-Ensarî'ye gidelim." Hep birlikte İbn Etyan'ın bağına gittiler. O da onlara bir hurma dalı getirdi. Rasulullah, "Hurmayı neden koparıp getirmedin?" buyurdu! O da "Ben, kendiniz seçerek yemenizi istedim" dedi. Onlar hurmaları yiyip soğuk suyu içtiler. Sonra Rasulullah şöyle buyurdu: "Nefsim elinde olana (c.c.) yemin ederim ki, bu nimetler hakkında kıyamet günü Allah (c.c.) sizden soracaktır. Bu serin gölge, soğuk hurmalar ve soğuk su, hepsi..." (Bu olayı muhtelif senetlerle Müslim, İbn Mace, Ebu Davud, Tirmizî, Neseî, İbn Cerir, Ebu Ya'la v.s. de Ebu Hureyre'den nakletmişlerdir. Bazı rivayetlerde Ensardan olan ev sahibinin ismi zikredilmemiştir. Bazı rivayetlerde ise, Ensardan bir şahıs denmiştir. Bu kıssayı muhtelif vasıtalar ve pek çok ayrıntı ile İbn Ebî Hatim Hz. Ömer'den, Ahmed, Rasulullah'ın azatlı kölesi Ebu Asiyb'ten nakletmişlerdir. İbn Hibban ve İbn Merduye hemen hemen aynı olan bir olayın Ebu Eyyub el Ensari ile de vuku bulduğunu İbn Abbas'tan rivayet etmiştir.)

Bu hadislerden açıkça anlaşılıyor ki, sorgulama sadece kafirlere değil, aynı zamanda salih mü'minlere de yöneliktir. Allah'ın size verdiği nimetlere gelince onlar sayısızdır ve saymak mümkün değildir.

Hatta İnsanın bilmediği nice nimetler bile vardır. Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur: "Siz Allah'ın nimetlerini sayamazsınız." (İbrahim, 34) Bu sayısız nimetler, Allah'ın doğrudan doğruya insana verdikleridir. Pek çok nimet te insanın çalışması sonucu elde ettikleridir. İnsanın çalışması karşılığı elde ettiği nimetler hakkında, bu nimetleri hangi vasıtayla elde ettiği ve ne için sarfettiği sorulacaktır. Allah'ın doğrudan doğruya bağışladığı nimetler hakkında o nimetleri nasıl kullandığı, topluca bütün nimetleri Allah'ın verdiğini itiraf edip etmediği, kalple, lisanla ve fiillen şükredip şükretmediği veya hepsinin bir tesadüf sonucu eline geçtiğini zannedip zannetmediği, bu nimetleri onlara pek çok tanrının mı yoksa Allah'ın mı verdiği konusundaki inancı, Allah'tan başka zatların da var olup onlara da ibadet ederek şükredip şükretmediği sorulacaktır.

TEKASÜR SÜRESİ(Seyyid KUTUB)

1- Mal ve evlat çoğaltma yarışı sizi oyaladı.

2- Nihayet kabirleri ziyaret ettiniz.

3- Hayır yakında bileceksiniz.

4- Yine hayır yakında bileceksiniz.

5- Hayır gerçeği kesin bilgi ile bilseydiniz,

6- Andolsun ki cehennemi göreceksiniz.

7- Andolsun ki onu gözünüzle kesin olarak göreceksiniz.

8- Sonra o gün size verilmiş olan her nimetten sorguya çekileceksiniz

"Mal ve evlat çoğaltma yarışı sizi oyaladı. Nihayet kabirleri ziyaret ettiniz."

Ey şaşkınlar ey mahmur gözlüler. Ey oyalananlar, mallarının, çocuklarının ve dünya nimetlerinin çokluğu ile öğünenler, sizler bunlardan ayrılacaksınız. Ey bulunduğu duruma aldanıp da ondan sonrasını hiç düşünmeyenler. Ey çokluğu ile övünen ve onur duyduğunuz şeyleri sonunda bırakıp içinde hiçbir övünme ve böbürlenmenin olmadığı dar bir çukura gidecek olanlar! Uyanınız ve bakınız... Doğrusu "Mal ve evlat çoğaltma yarışı sizi oyaladı. Nihayet kabirleri ziyaret ettiniz."

Ve ardından yüce Allah derin ve ağır bir etki ile kabirlere girdikten sonra onları bekleyen akıbetin korkusu ile kalplerini uyarıp çarpıyor. "Hayır yakında bileceksiniz."

Sonra bu etkiyi, aynı sözcüğü sağlam ve korkunç ses tonu ile tekrarlayarak sağlıyor.

"Yine Hayır yakında bileceksiniz."

Sonra pekiştirmenin mutlaklığına kalplere saldığı korku artıyor. Bu pekiştirme, gerisinde onların mahmurluk ve çoklukla övünme sapıklığı içinde korkunç olan gerçek yüzünü anlayamadıkları zor durumu, daha da ortaya koyuyor:

"Hayır gerçeği kesin bilgi ile bilseydiniz."

Sonra yüce Allah, bu korkunç ve gizli gerçeği açıklıyor:

"Andolsun ki cehennemi göreceksiniz."

Ve sonra bu gerçeği pekiştirerek kalplerde bıraktığı ürkünç etkiyi derinleştiriyor:

"Andolsun ki onu gözünüzle kesin olarak göreceksiniz."

Sonra yüce Allah sarhoşu ayıltan, gafili kendine getiren, şaşkını çeviren, uyuyanı uyandıran ve elindeki nimeti yüzünden kendisini titreten son uyarısını yapmaktadır. "Sonra o gün size verilmiş olan her nimetten sorguya çekileceksiniz.

O nimetleri nereden elde ettiğiniz ve nerelere harcadığınız elbette size sorulacaktır, emre itaat ederek mi kazandınız, emre uygun yerlere mi harcadınız? Allah'a isyan ederek mi elde ettiniz ve Allah'a isyan ederek mi harcadınız? Helalinden mi kazandınız ve helal yollara mı harcadınız? Haramdan mı kazandınız ve haram yerlere mi harcadınız? Nimete şükrettiniz mi? Mala yüklenmiş olan zekat borcunu ödediniz mi? Başkalarına da verdiniz mi? Muhtaçlara vererek onları kendinize tercih ettiniz mi yardım etmediniz mi? Çokluğu ile övündüğünüz ve böbürlendiğiniz şeylerden sorguya çekileceksiniz. Daldığınız oyun, eğlence ve sapıklık yüzünden hafife aldığınız bir sorumluluktur bu. Ama bunun gerisinde ağır mı ağır bir üzüntü ve keder vardır.

Bu sure kendisi ile yine kendisini anlatan insanın hissine kendi anlamını ve etkisini bırakan, insanın kalbinden dünya hayatının değersiz uğraşıları ve boş kalplerin gönül verdiği küçük değerleri atıp onların yerine Ahiretin endişelerini yerleştiren ve kalbi bu endişelerle dolduran bir suredir.

Sure dünya hayatını uzun bir film şeridinin üstünde yer alan ve aniden parlayıp kaybolan bir parıltı gibi canlandırmaktadır. "Mal ve evlat çoğaltma yarışı sizi oyaladı. Nihayet kabirleri ziyaret ettiniz." Dünya hayatının parıltısı bitmekte ve onun küçük sayfası dürülüvermektedir. Sonra zaman uzanmakta ve yükler de zamana paralel ağırlaşmaktadır. Bizzat ifadenin üslubu bu çağrışımı ve anlamı vermektedir. Ve anlattığı gerçek ile eşsiz ifadenin ahengi tam bir uyum sağla-maktadır.

İnsanın bu korku, ürperti ve azamet dolu sureyi başlangıcından enginlere doğru yükselen, sonunda ise sapasağlam ve görkemli bir yerde derin bir karara ulaşan etkileri ile birlikte okur-okumaz, yeryüzünde sürdürdüğü bu geçici hayatın sorumluluklarının ağırlığını omuzunda hissediyor. Sonra bunlardan taşıya-bileceklerini yükleniyor. Ve bu ağırlığın altında yoluna devam ediyor.

Sonra da kendini küçük ve değersiz olan şeylerden bile hesaba çekmeye başlıyor.

TEKASÜR SÜRESİ(Muhammed GAZALİ)

"Çoklukla övünmek sizi (o derece) oyaladı ki, kabirleri (dahi) ziyaret ettiniz (ölülerinizin çokluğunu bile hesaba kattınız)." (Tekâsür: 1-2)

Buradaki hitap putlara tapan müşriklere olup, istek ve arzularında dünyaya kö­le olan herkesi kapsaması caizdir. Biz insanların durumlarını düşündüğümüz­de akıllarım âhiret için kullanmayanların daha çok olduğunu görmekteyiz. Bunlar bazen âhireti önemsiz, basit, üzülmeye değmez bir olay olarak duyabiliyorlar. Âhiretle iştigal olayı, yaşam mücâdelelerinin Ötesinde olamaz. Bu ancak kendisinden haz alınan bir zafer ve enkaz yığınını kaldırmada diğerleriyle yarış olmalıdır. Bu ya­rış, ancak nefeslerin kesilmesi ve ölüme yenik düşme ile son bulur!

Kabir ziyaretleri, oraya girme ve defnedilme, bir ziyaret olarak isimlendirilmiştir. Çünkü kabir son sığınak değildir. Hesabını tamamlamak için insan oradan çıkartıla­caktır: "Sûr'a üflendi. İşte onlar kabirlerinden (kalkıp) Rableriıie koşarlar. Vah bize, bizi yattığımız yerden kim kaldırdı? İşte Rahman'in va'dettiği şey budur. Demek pey­gamberler doğru söylemiş!" (YâSîn: 51-52) Bunun için kabir, ötesine geçit yahut berzah(aralık)tır.

"Hayır, (olmaz bu), yakında bileceksiniz (hatanızı)! Yine hayır, yakında bile­ceksiniz!" (Tekâsür: 3-4)

Bu acıklı bilgi, ebedî yurda geçiş anında olacaktır. Bunun ardından dünyaya ta­panlara şöyle denilmektedir:

"Hayır, kesin bilgi ile (gerçeği) bilseydiniz (böyle yapmazdınız): Elbette cehen­nemi görür (onun varlığını gözle görmüş gibi kabul eder)diniz." (Tekâsür: 5-6)

Şayet siz peygamberleri doğrulasaydınız o zaman sizi cehennem azabından koru­yan başka bir tavır olurdu. İnsan bir hurma ile de yüzünü ateşten koruyabilirdi! Ama siz bunu yapmadınız. Bu yüzden ceza günü, ateşi hak ettiniz:

"Sonra onu yakîn gözüyle (açıktan açığa) göreceksiniz." (Tekâsür: 7)

"Sonra o gün (size verilen) nimetten sorulacaksınız." (Tekâsür: 8)

Âhirette faydalanıp da şükretmediği her nimetten ötürü insan sorguya çekilecek­tir. Kâfirlere denilir ki: "Dünya hayatında bütün güzel şeylerinizi zayi ettiniz; (orada) bunlarla sefa sürdünüz, tükettiniz." (Ahkaf: 20)

Çoklukla övünme ve faydalanmanın armağanı nedir? Aşağılık azabım, kendiniz hazırladınız: "Bu (durum), sizin yeryüzünde haksız olarak şımarmanızdan ve asın de­recede sevinip böbürlenmenizden ötürüdür." (Gâfir: 75)

TEKASÜR SÜRESİ(Elmalılı Hamdi YAZIR)

Oyaladı sizleri. "Elhâ" kelimesi "levh"den if'al babındandır. "Vav" dördüncü harf olarak vahi olduğu için "yâ"ya çevrildiğinden "elif", "yâ"dan değişmiş olarak yazılır. Eğlence demek olan "levh"in aslı gaflet olduğundan "ilhâ" eğlemek, boş bir şey ile aldatarak ve meşgul ederek oyalamak, işinden alıkoymaktır.

Tekâsür, çokluk kuruntusu, gururu, iddiası. "Kesret"den tefaül

babından. Biz çoğuz, hayır biz çoğuz diye birbirleriyle çokluk yarışı, çokluk gösterisi etmek, çokluk sevdası veya çokluk açıklaması ile kuruntuya düşmek, öğünmektir ki, dünyalıların genellikle kapılıp aldandığı bir gurur hâlidir. Neyin çokluğu ve neden alıkoyduğu açıkça belirlenmeyerek "ilhâ" (oyalama) ve "tekâsür" (çokluk kuruntusu) mutlak zikredilmiştir. Zira makamın gereğine göre zihin, muhtemel olan her şeyi anlayabilmek bakımından mutlak getirmenin bir şümullü belagati vardır. Bununla beraber manen bir kayda bağlamaya delalet eder karine de yok değildir.

Birinci olarak "ilhâ", oyalamak, meşgul olunması gereken gerçek maksatdan ve mühim olan iş ve görevden eğleyip alıkoymak demek olduğu ve bundan önceki sûrede "kâria" (kıyamet) ve "mizan" (tartı) zikredilmiş bulunduğu gibi, bundan sonra da kabirler zikrolunacağı için "ilhâ", gerek vacib ve gerek mendub olan gö r evlerden ve işlerden, insanın hakikaten işine yarar kasdettiği, maksadı olması gereken, zikir, marifet (bilgi), tefekkür, düşünme, şükür, taat ve ibadet gibi mühim işlerden alıkoymak; "Tekasür" de, buna karşılık ahirette işe yaramayacak, o kıyamet günü a m eller tartılırken tartıda ağır basmayacak, o kızgın ateşten korumayacak ve bundan dolayı geçici dünyada insanı aldatıp ahirete yalnız hesap, sapıklık, azap bırakacak olan gurur metâı şeylerin çokluğuyla öğünmek olacağı anlaşılır ki, Hadid Sûresi'ndeki "M u hakkak dünya hayatı bir oyun, eğlence, sûr, kendi aranızda övünme, mal ve evlat çoğaltma yarışıdır." (Hadid, 57/20) âyetinin mefhumu demektir. Nitekim Buhârî'de, İbnü Abbas'dan, "mal ve evlatda çokluk gururu" denilmiştir.

İkinci olarak: de "Elif-lâm" ahd için olarak nüzul sebebindeki mânâya işaret olur. Bunda ise bir kaç rivayet vardır: Bir çok tefsircinin zikrettiğine göre Abd-i Menaf oğulları ile Sehm oğulları, hangimiz daha çoğuz diye birbirlerine karşı öğünmüşlerdi. Abd-i Menaf oğulları çok g eldi, bunun üzerine Sehm oğulları, bizi dediler, cahiliye devrinde zulüm yok etti, haydin hem sağ olanlarımızı, hem ölmüş bulunanlarımızı sayışalım! Bunda da Sehm oğulları çok geldi, bu sûre bunun üzerine indi. Bazı rivayette de kabirlere kadar gittiler. İbnü Ebî Hâtim'in Ebu Büreyde'den bir nakline göre de: Ensar kabilelerinden Hârisoğulları ve Harsoğulları karşılıklı öğüşmüş ve çokluklarıyla böbürlenmişler. Bir taraf: "Bizde filan ve filan gibiler var" demiş, diğerleri de öyle demişler. Böyle dirileriy l e ögünüştükten sonra, "haydin kabirlere gidelim" demişler. Varmışlar, bir taraf kabirlere işaret ederek: "sizde filan filan gibiler

var mı?" demiş, diğerleri de o şekilde karşılık vermişlerdi, bunun üzerine nazil oldu, demiştir. Bu iki rivayete göre demek nüzul sebebi, ölülerle bile öğünecek derecede aded ile çokluk gururudur. Bu mânâda olan çokla öğünmeler de delalet bakımından buna katılmak gerekir. Ancak birincide bilfiil kabirlere kadar gidilmemiş, sadece kabirlerde bulunan ölülerin adları ve adedl e ri anılarak ögünülmüştür. Diğerinde ise bilfiil kabirlere kadar da gidilmiştir. Bir de Ensar Medine'de olduğu için, bununla sûrenin Medenî olduğuna delil getirilmiştir. Önceki ise meşhur olduğu vechile Mekkî olduğunu gösterir.

Bunlardan başka İbnü Cerir ve Âlûsî'nin kaydettiği üzere Buharî, Übeyy b. Ka'b (r.a.) den rivayet eylemişlerdir. Demiştir ki: Biz şu: "Âdemoğlunun iki vadi malı olsa üçüncü bir vadi daha isterdi, Ademoğlunun karnını ancak toprak doldurur, sonra Allah tevbe edenin tevbesini k a bul eder." kelâmını Kur'ân'dan görürdük, sonuna kadar nâzil oldu. Tirmizî ve İbnü Cerir, Abdullah b. Şihhir'den rivayet etmişlerdir ki: Anılan zat, Peygamber (s.a.v)in huzuruna varmış, Resulullah okuyormuş, buyurmuş: "Ademoğlu, "malım, malım" der. Halbuki malından sana ancak sadaka verip geçirdiğin, yahut yeyip tükettiğin, yahut giyip çürüttüğünden başka ne var?" Tirmizî, "bu hadis hasendir, sahihtir" der. İbnü Cerir de der ki: Resulullah'ın okuyup da akabinde öyle buyurması, çoklukla öğünmenin, mal öğünmesi olduğuna işaret eder. İşte bu rivayetlerden dolayı tefsircilerin bir kısmı önceki rivayetlere göre bu çokla öğünmeden maksad, adet çokluğuyla öğünme olduğunu kabul etmişler; bir kısım da sonraki rivayete göre mal çokluğu ile öğünme olduğuna kani olmuşlardır. Öncekiler nüzul sebebi olmakta açık olduğu gibi, sonraki de Resulullah'dan gelen sahih bir tefsir olduğu cihetle Buhârî'nin de işaret ettiği vechile ikisini de cem etmek âyetin mutlak oluşuna daha uygun ve birinci olarak beyan olunan a ç ıklamaya ve Hadid Sûresi âyetine de uymaktadır. Şu halde bundan bütün her şeyde çokluk yarışının kötülenmiş olması lazım gelmez, çokluğuyla öğünülecek şeyler de vardır.

Râzî de der ki: "Âyet, çokla gururlanmanın ve öğünüşmenin dinde kötülenmiş

olduğuna delalet ediyor. Akıl da, hakiki saadet de çokla gururun ve öğünmenin kötülenmiş olduğuna delalet eder. Hz. Abbas'ın su işleri elinde olmasıyla öğünmesi ve Şeybe'nin Kâbe'nin anahtarı elinde olmasıyla öğünmesi üzerine Hz. Ali: "Ben kılıcımla küfrün hortu m unu kestim, küfür müsle (yani burnu, kulağı kesik) oldu da, siz müslüman oldunuz." demişti, bu onların gücüne gitmişti. Bunun üzerine Tevbe Sûresi'nde "Hacılara su verme ve Mescid-i Haram'ı onarma işini yapanı, Allah'a, ahiret gününe inanan ve Allah y olunda cihad edenle bir mi tuttunuz?" (Tevbe, 9/19) âyeti nazil oldu diye gelen rivayet de bu cümledendir. "Ve Rabb'inin nimetini anlat." (Duhâ, 93/11) âyetinin tefsirinde de insanın başkaları tarafından kendisine uyulacağını sandığı takdirde itaat ve güzel ahlâk ile nimeti anmak üzere iftihar etmesi caiz olduğuna dair söz geçmiştir. Şu halde sabit olur ki: Dinde kötülenen mutlak çoklukla gururlanma değildir. Belki ilminde, taatte, güzel ahlâkta çokla gururlanmak öğülmüştür ve hayırların aslı odur. Onun için 'deki elif-lâm istiğrak için değil, ahd-i sabık (geçmiş ahd) içindir ki, o da dünya lezzetleri ve ilgileriyle çok öğünmedir. Çünkü Allah'a itaat ve kulluktan alıkoyan odur. Bu cihet, akıllarda karar kılmış ve dinlerde üzerinde ittifak edilmi ş olduğu cihetle çokluk üzerinde öğünmeye harf-i tarif getirilmesi güzel olmuştur. Biz de şunu ilave edelim ki: Hayırlarda yarışma, musabaka yalnız caiz olmakla kalmaz, aynı zamanda "yarışın" emirleriyle emredilmiş olduğunda da şüphe yoktur. "Hayırlarda yarışınız."(Bakara, 2/148; Maide, 5/48) emir; "Yarışanlar, bunun için yarışsınlar." (Mutaffifin, 83/26) teşvik etmektir. Râzî'nin akıldan maksadının da bu gibi nass (kesin dini delil)ların delaletleri olması gerekir. Bununla beraber hayırlar ve it a atlardaki çokluk yarışında da Allah için iyilik etmek, ihlas ve nimetleri anma halleriyle gösteriş ve kibir tarzında gurur ve öğünüşmeyi ayırmak, "Allah'ın size verdikleriyle şımarmayınız." (Hadid, 57/23), "Muhakkak Allah, kurumlu, böbürlenen insanla r ı sevmez." (Nisa, 4/36) gibi yüce âyetlerin mefhumlarını unutmamak lazım gelir. Zira hayır ve güzel amellerin güzelliği ve tartıda ağır gelmesi yalnız adedlerindeki çokluğundan dolayı değil, daha çok niteliklerindeki samimiyet ve ihsan iledir. "De ki: ' Murdarla temiz bir olmaz. Murdarın çokluğu hoşuna gitse de." (Maide, 5/100) buyurulmuştur. Burada kötülenmiş olan çokla gururlanmak da o gibi güzel amellerden alıkoyan ve içeriğinde bir çeşit oyun bulunan gururlanmadır. Bunun

nihayet kabre gidinceye kadar aldatan öyle dünyevî şeylerle ilgili gururlanma olduğuna şu da delalet eder. Ta kabirleri ziyaretinize kadar. Buna üç mânâ verilmiştir:

Birincisi: İlk zikrolunan nüzul sebebi rivayetlerine göre: Tekâsür (çokla gururlanma), çokluk davasıyla gurur ve iftihar sizleri öyle oyaladı, Allah'a itaat ve gazabından korunmak için yapılacak kârlı işlerinizden öyle alıkoydu ki, dirileri bitirdiniz de, hatta kabirlerdeki ölüleri saymaya, onlarla iftihar etmeye kadar gittiniz. Halbuki kabirleri ziyaret edenleri n çoklukla gururlanması, ölülerle öğünüp sevinmesi değil, onlardan ibret alarak gafletten uyanması ve o kızgın ateşten kurtulmak için tartıda ağır basacak güzel amellere çalışmaları gerekir, demektir. Bu şekilde birinci rivayete göre, kabirleri ziyaret, öl ü leri, saymakla öğünmekten mecaz veya kinaye olmuş olur ki Keşşaf sahibi bunu tercih etmiştir. İkinci rivayete göre ise mecaz ve kinayeye ihtiyaç yoktur. İkisinde de ve fiilleri hakikati üzere mazi (geçmiş zaman) mânâsınadırlar. Onun için tefsirciler i n çoğunluğu, âyetin zahiri, önceki rivayetler gereğince vaki olanı sayı bakımından çoklukla öğünmeye ve iftihar etmeye daha çok uyduğunu söylemişlerdir. İbnü Cerir'in rivayet ettiği vechile Katâde şöyle demiştir: "Biz, felan oğullarından çok çokluğuz, bi z felan oğullarından daha öndeyiz." diyorlar ve halbuki her gün sonlarına kadar düştükçe düşüyorlardı. Vallahi hep böyle gittiler, sonunda hepsi kabir ehli oldular". Şu halde bu mânâda olan diğer boş yere çoklukla öğünme ve iftihar etme gururları bundan ib a re ile değil, delaletle anlaşılmış, bundan sonraki zecri (zorlama) de bu sebeple yapılmış olur.

İkincisi: Tekâsür, yani dünya hırsı, mal, evlat ve adet çokluğuyla öğünme sevdası sizleri öyle gaflete düşürdü, eğledi, oyaladı ki, kabirlere gittiniz, ölüm anına kadar, yani canlarınız çıkıncaya kadar ömürlerinizi öyle dünyayı tutmak için sarfettiğiniz, boşuna eğlence ile geçirdiğiniz, akıbetiniz, ahiretiniz için gayret ve amelde bulunmadınız. Sadece mal ve evlat çoğaltmayı düşündünüz. Nihayet ölüm halin e geldiniz, ölmek, gömülmek üzere bulunuyorsunuz. Ey öyle olan gafiller! Sizler kendinizi kurtaramayacaksınız, cehennemi boylayacaksınız, demektir. Bu şekilde kabir ziyareti ölüm halinden eya ölümden ibaret olur. Nitekim bu mânâda Ahtal şöyle demiş:

"Bu sene, hiç bir dost on gece rahat kalamayacaktır.

Ya, yara sargısının acısını tatmıştır, yahut bir kabri ziyaret edecektir".

("Halil" kelimesi noktalı veya noktasız; "aşr" kelimesi, "ayn"ın fethası veya kesresi olmak üzere iki rivayet vardır).

Cerir de ona şöyle demiştir:

"Ebu Malik kabirleri ziyaret etti,

Fakat onları ziyaret edenlerin en alçağı oldu".

Üçüncüsü: Tirmizî, İbnü Cerir ve İbnü Münzir ve daha bazıları Hz. Ali kerremallahu vechehudan rivayet etmişlerdir: Demiştir ki: "Biz kabir azabı hakkında şüphe eder dururduk, ta nazil olana kadar". Demek ki "kabir azabını tadıncaya kadar" demektir. Yahut bu mânâya işaret etmekte ve bunun özellikle çok öğünmek kendilerini oyalamış olanlarla ilgisini gösterme k tedir. Çünkü o hırslı kâfirler kabre girdikleri veya girecekleri gün o gafletten uyanacak, bütün ömürlerince çoğaltmak için oyalandıkları gelip geçici şeylerden ayrıldıklarını ve yalnız vebalini yüklenip kaldıklarını göreceklerdir. Bu iki vecihte kabre g i rince o oyun ve çokla gururlanmanın kalmayacağına işaret edilmiş olur. Ve (ziyaret ettiniz) ya muzari (şimdiki veya gelecek zaman) mânâsında olup gerçekleşmesinin kesin olmasından dolayı mazi (geçmiş zaman) kipiyle ifade edilmiştir. Yahut geçmişte öl m üş olanlar üstün getirilmiş veyahut çokla öğünme hırsı yüzünden ölmek üzere bulunanlar veya fertlerin çokla gururlanma hırsı ile yıkılmaya yüz tutmuş olan kavim kabre girmek, kabir azabı çekmek hâlinde tasvir edilmiş demek olur. Hatta takdirinde olara k masdar ile tevil edilmiş, yani ziyaretimize kadar demek olduğu için, zaman mânâsından soyunmuş de olur. Tamamen mazi mânâsını muhafaza etmek üzere Ebu Müslim, Allah Teâlâ bu sûreyi kıyamet günü kâfirlere serzeniş olarak söyleyecek, demişse de "Hayır, eğer kesin bilgi ile bilseniz." hitabı bu mânâya pek yakışmaz. Kıyamette değil, dünyada ve kabirde bir hitap olmasını gerektirir.

Hikâye olunur ki, Arabinin birisi bu âyeti işittiği zaman şöyle demiştir: Kâbe'nin Rabbine yemin ederim ki kavim kıyamet için diriltilecek, çünkü "zair" (ziyaretçi) kelimesi munsariftir mukim değildir. Ömer b. Abdilaziz hazretlerinden de şöyle rivayet olunmuştur: Ziyaret eden kimse muhakkak dönecek, ya cennete, ya cehenneme gidecektir, demiş. Ziyaretçinin ziyaret yerinde, çok durmaması

da gerek olduğu için denilmiştir ki, bunda ölülerin kabirlerde pek çok durmayacağına da işaret vardır.

Yukarıdaki izahattan anlaşılacağı üzere âyette ün de nın da gayesi olması muhtemeldir. Öyle varlıkla gururlandınız ki, hatta kabirleri ziyaret ettiniz, ölülerle öğündünüz, yahut öyle oyaladı, eğlendirdi ki, ölülerle öğünmek üzere kabirleri ziyaret ettiniz. O derece eğlendiniz, yahut ölünceye, ölecek hale gelinceye, kabir acısını tadıncaya kadar eğlendiniz, demek olabilir. Önceki n üzul sebebi rivayetleri birinci ve ikinciye, sonraki de sonrakine uygun olur. Öncekilerde gaye mugayya (gaye edinilen)da dahil olarak kabir ziyareti malla öğünmenin ve oyalanmanın en yüksek sırrı demek olur. Sonrakinde ise gaye, mugayyadan hariç olup, k a bre gidilmekle malla öğünme ve oyalanma sona ermiş, kalmamış olur. Âyetin zahirine en uygun olan da öncekilerdir. Bu ise kabir ziyareti çok öğünmenin, oyalamanın son derecesi olmak itibarıyla kötüleme ve yasaklanmasını ifade eden bir azarlama demektir. F a kat bu kötüleme ve yasaklama mutlak değil, mezarlar ve mezardakilerle öğünme, gururlanma ve oyalanma mahiyetinde olmak kaydiyle kayıtlanmıştır. Şu halde böyle olmayanlar bu hükme dahil olmaz, mefhum-i muhalif (tersine anlayış)de kalmış bulunur ki, bunun d a kısaca hükmü burada sunulmuş olmak veya gayenin mefhumu ile amel edenlere göre caiz olmaya işaret etmektir. Susularak geçildiği takdirde de ahireti hatırlamak, düşünmek hikmetiyle meşru oluşu nebevî hadis ile beyan olunmuştur. Zira Ebu Davud'un rivayet e t tiği vechile "Size kabir ziyaretini yasaklamıştım. Kabirleri ziyaret edin, çünkü o ahireti hatırlatır.", daha yaygın olan diğer bir lafızda "Size, kabir ziyaretini yasaklamıştım, haydi onları ziyaret edin, çünkü o size ahireti hatırlatır." buyurulmuştur. Gerçi bu hadis mütevatir olmadığı için âyeti ne tahsis, ne takyid, ne de neshedemez. Onun için bunda söylenen yasaklama, âyetteki yasaklamadır, denemez. Fakat âyetin sustuğu veya mücmel olduğu noktaları beyan eder. Ve önce kabir ziyaretinin Peygambe r tarafından yasaklanmış olduğunu da haber verir. Bundan dolayı Fahreddin Razî, bu âyetin mânâsını açıklarken der ki: "Bununla Allah Teâlâ onları nefislerinden hayrete düşürüyor ki şöyle demek gibidir: Siz ne büyük şaşkınlık ediyorsunuz! Farzediniz ki siz ölülerinizle daha çoksunuz, fakat ondan ne çıkar, size onun ne faydası olur? Zira ziyaret bir yere gitmektir, bu ise bir çok maksatlarla olur, onların en önemlisi ve uymaya en layık olanı kalbi inceltmek ve

dünya sevgisini silerek ahireti düşünmektir. Çün kü kabirleri seyretmek onu meydana getirir. Nitekim Peygamber (s.a.v.) "Size kabir ziyaretini yasaklamıştım, haydi onları ziyaret edin, çünkü o size hatırlatmadır." buyurmuştur. Sizler ise onun aksini yaptınız, kalp sıkıntısı ve dünya sevgisine dalarak kabirleri ziyaret ettiniz. İşte önerme böyle tersine olduğu için Allah Teâlâ da bunu hayrete düşürme makamında zikretti". Yine bu mânâdan dolayı denilmiştir ki: Bu âyet geçmişlerle çokluk taslamak ve onunla öğünme ve gururlanmak için kabir ziyaretini çok yapanları uyarmaktır. İbret almak ve ahireti düşünmek için ziyaret edenlere değil. Nitekim diye başlayan Ebu Davud hadisi onun meşru olduğuna işaret eder. Bu söz doğrudur. Zira âyet, kabir ziyaretini mutlak olarak kötülemiş, çokla öğünme ve gururlanma suretiyle ziyaretleri kötülemiş ve azarlamış, diğer ciheti gayenin mefhumu ile sessiz bırakmış, onun da ahireti hatırlatmak için olanlarını hadis meşru kılmıştır. Fakat gariptir ki Âlûsî buna "Şüphe yok ki, âyetin bundan uzak olduğu açıktır." diye âyeti n ilgisi olmadığını söyleyerek itiraz etmiş, sonra da kısmen tasdik ederek: "Evet mezardaki ile öğünmek veya ziyaret ile gururlanmak için kabir ziyaretinin kötülünmesinde söz yoktur. Nasıl ki mutasavvıflara nisbet iddia eden cahillerden bir çokları, şeyhl e rin (Allah onlara rahmet eylesin) kabirlerini ziyaretle öyle yapıyorlar, onunla beraber taat itikad ettikleri birtakım kötülükler, yol diye tuttukları birtakım çirkinlikler ve daha ne işler yapmaktadırlar ki onlara satırların sineleri dar gelir." demiştir.

Görülüyor ki kendisi de kabir ziyaretini kötülemeyi, öğünme ve gururlanma ile kayıtlamış, sonra da onu bir takım kötülükler ve şerler işlemesine alet eden cahillere şiddetle hücum etmeye fırsat bularak, kabir ziyareti öğütlenme ve hatırlama için de olsa caiz değilmiş gibi ileri gitmiştir. Maksadı hadisin delalet ettiği ibret ve hatırlatma hikmetiyle meşru olan ziyareti inkâr değil, mefhum-i muhalif (zıt kavram) geçerli olmamak bakımından âyetin suskun olduğunu ve asıl söylenmesi kötülenmiş olan z i yaretleri kınama yönünde bulunduğunu söylemek olacaktır. Fakat bu münasebetle hadisin işareti ile meşruluk yönünü de açıklamış olan önceki sözü eleştirmesi doğru değildir. Gerçekte şeref ve şan ile gitmiş büyük geçmişlerin, babaların ve dedelerin iyilikle r ine ve olgunluklarına varis olmayan, onların hayır ve haseneleriyle ahlakî faziletlerini

daha ileriye götürmek için kendilerinde yaşatmayan, onların hayat ve akıbetlerini düşünmekle ibret almak, o şekilde kendisinin sonunu düşünmek istemeyip de sadece onların isim ve şanlarıyla öğünmek, ölmüşlerin çokluğuyla gururlanmak, çürümüş kemikleriyle övünmek, gömülmüş bulundukları kabirleri çiğneyerek üzerlerinde düğün ve eğlence yapar gibi ciciler bicilerle eğlenmek, yanı başında aç kalan komşusunu düşünmeyip de kimseye faydası olmaz, israftan başka ad verilmez masraflar bile yaparak gösteriş için kabir ziyaretlerine gidenlerin, kabir ziyaretini ters gayelerle kötüye kullanmış, çokla öğünmek kendilerini sapıtmış, tamamen "çoklukla öğünmek sizi kabirlere varınc a ya kadar oyaladı" âyeti mânâsında dahil, kötüleme ve kınamasına layık olduklarını hatırlatmak doğrudur. Fakat kabir ziyaretinin meşru olan yönü yokmuş ve bu âyette ondan bahsetmek münasebet almazmış gibi zannettirmek doğru değildir. Fıkıh kitaplarında ka b ir ziyaretinin dine uygunluğu ve adabı hakkında bahis vardır. Bu cümleden olarak "Dürrü Muhtar"da: "Kabir ziyaretinde bir sakınca yoktur, isterse kadınlar için olsun. Çünkü "Size kabir ziyaretini yasaklamıştım, haydi onları ziyaret edin." hadisi vardır" İmdaa, Mücteba, Bahir ve Redd-i Muhtar'da: "Doğrusu hadiste emrolunduğu için mendubdur". "Redd-i Muhtar"da: "Her hafta ziyaret olunur, en faziletli olan Cuma, Cumartesi, Pazar, Pazartesi, Perşembe günleridir". "Fethu'l-Kadir"de: "Sünnet olan, ayakta duadır. Nitekim Peygamber (s.a.v) Bakıa çıktığında öyle yapıyordu ve diyordu ki: "Selam sizlere müminler kavminin yurdu, biz de -inşâ Allah- sizlere katılacağız." "Şerh-i Lübab" da: "Ziyaretin adabındandır. Ziyaretçi âlemin baş ucundan değil, ayak ucundan g elir, fakat bu mümkün olduğu takdirdedir. Yoksa Peygamber (s.a.v.) bir ölünün başı ucunda Bakara Sûresi'nin baş tarafını, diğer bir ölünün ayak ucunda da sonunu okumuş olduğu sabittir. Edeplerinden biri de sahih olan lafzıyla selam vermektir, "aleyküm ü sselam" değil. Zira şöyle varid olmuştur: "Selam sizlere müminler kavminin yurdu, biz de -inşâ Allah- sizlere katılacağız, bizim ve sizin için Allah'dan afiyet dileriz". Sonra ayakta dua eder, oturursa hal-i

hayatındaki derecesine göre uzak veya yakın oturur ve Kur'an'dan kolayına geleni okur. Bu cümleden olarak Fatiha'yı ve Bakara Sûresi'nin başını e kadar ve Âyetül'kürsi ve Âmenerresulü, Yasin Sûresi, Mülk Sûresi, Tekâsür Sûresi ve on iki yahut onbir yahut yedi yahut üç kerre İhlas Sûresi, okuyab i ldiğini okur, sonra "Allahım, okuduğumuzun sevabını felana veya onlara ulaştır." der. Gerek kırâat ve gerek diğer amellerden ölüye sevap hediye edilmesi hakkında "İbnü Abidin"de geniş bilgi vardır. Özeti: Hac Ani'l-Gayr (Başkası adına haccetme) bahsi n de âlimlerimiz açıkça söylemişlerdir ki, insan namaz, oruç sadaka veya diğer amelinin sevabını başkasına yapabilir. (Hidaye). Hatta "Muhit"den naklen "Tatarhaniye"nin Zekât bahsinde: Sadaka veren için en faziletli olan bütün mümin erkek ve kadınlar için n i yet etmektir. Çünkü o onlara ulaşır, kendi sevabından da bir şey eksilmez. "Bahir" de: Bir kimse namaz kılsa veya oruç tutsa veya sadaka verse de sevabını gerek yaşayanlardan ve gerek ölülerden başkasına yapsa caiz olur. Ve sevabı, Ehl-i Sünnet ve'l-Cem a at'e göre onlara ulaşır. (Bedayî). Hafız İbnü Teymiyye, kırâet savabının Peygamber (s.a.v.) hazretlerine hediye edilmesini yasaklamak istemiş, çünkü onun yüksek şanına ancak onun izniyle cür'et edilebilir, o ise ona salevat getirmek ve onun için vesile i s temektir, demiş. Sübkî ve daha diğerleri ise bu gibi hususlarda özel izne ihtiyaç olmadığını İbnü Ömer'den ve daha başkalarından misal göstermekle beyan ederek onu reddetmişlerdir.

İmâm-ı Âzam, İmam Ebu Yusuf'a "Vasiyetname"sinde şöyle demiştir: Sultanından ilme uygun olmayan bir şey gördüğün zaman, onu kendisine itaatinle beraber an, çünkü onun eli senin elinden kuvvetlidir. Ona, "Ben senin sultan olduğun, başkaları üzerinde otoriteyi haiz bulunduğun şeyde sana itaat ediciyim. Ancak gidişatında ilme uygun olmayan bir şey arzedeceğim." dersin. Bunu sultanın yanında bir kerre yaparsan yeterlidir. Zira üzerine düşer ve devam edersen belki sana kahrederler. Bu da dinin yıkımı olur. Şayet senin dininde ciddiliğini ve iyilikleri emretmekteki hırsını anlama k için onu bir iki kerre yaparsa, bir kerre daha yaptığı zaman yanına sen yalnızca gir ve dinde öğüt ver. Eğer bid'at ehli (sapık mezheb sahibi) ise, sultan da olsa, onunla tartış, Allah'ın Kitabı'ndan ve Resulullah'ın sünnetinden bildiklerini söyle. Kabul ederse ne âlâ, etmezse artık seni ondan korumasını Allah Teâlâ'dan dile ve ölümü an. Üstadın ve kendilerinden ilim aldığın kimseler için bağışlanmalarını dile ve Kur'ân okumaya devam et, kabirleri, şeyhleri ve mübarek yerleri çok ziyaret et.

Hep bunl ar, kabir ziyaretinin de meşruluğunu, hikmetini, zamanını, usul ve

edeplerini göstermektedir. Dikkate şayandır ki bunlarda ölülerden bir şey istemek, "yetiş ey felan" gibi yardım istemek yoktur, ancak selam vermek "Allah'tan bize ve size afiyet dileriz." gibi gerek diriler ve gerek ölüler hakkında selamet ve afiyet için Allah'a dua etmek ve Kur'an okuyup sevabını hediye etmek ve bilhassa geridekilerin de onlara katılacağını düşünerek kamil iman ile gitmek için hazırlanmak üzere inşa Allah (Allah dilerse) d iye ilâhî iradeye sığınmak vardır ki, bunun özeti ölülerden birşey dilenmeksizin onlara sadece ruhlarını şad edecek, Allah katında mertebelerini yükseltecek sevap hediye edip, her ne dileyecekse Allah'tan dilemek ve bütün kalbiyle ahireti, sonunda o kab i rlere gidileceği ve o kabirlerin deşileceği ve gönüllerdekinin derileceği, insanların dağılmış çekirgeler ve dağların atılmış boyalı yünler gibi olacağı ve amellerin tartılıp tartıları ağır basanların razı olan geçime ve hafif gelenlerin kızgın ateşe ayrı l acağı günü düşünüp Allah'a kâmil iman ve güzel amel ile ermek azmini kuvvetlendirerek, insanları aldatan gurur ve çokla öğünme hırsından sıyrılıp tartıda ağır basacak hayır işlerle hayatın feyiz ve meyvesini derlemeye çalışmaktır. Ölenler, Allah katında d erecelerine göre ya razı olan geçim veya kızgın ateşe gitmek üzere Allah'a dönmüş veya döndürülmüşlerdir. Hayatta olanlar da "Kişi sevdiğiyle beraberdir..." sözü üzere sevdikleriyle haşrolunacaklarından, iyileri sevenler iyilerle, kötüleri sevenler de k ötülerle haşrolunacaklardır. Sevginin kıymeti de "İnananlar en çok Allah'ı severler." (Bakara, 2/165) âyeti gereğince Allah için olması ve "De ki: 'Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin." (Al-i İmran, 3/31) emri gereğince Allah için itaatte bulunmak dolayısıyladır. Yoksa ölenler Allah katında ne kadar iyi olurlarsa olsunlar. "Onlar bir ümmetti, gelip geçti: Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız sizindir. Siz, onların yaptıklarından sorulmazsınız." (Bakara, 2 /134) âyeti hükmünce, geçmişlerdir. Onların kazancı kendilerine, sizin kazancınız sizedir, siz onların amellerinden sorumlu olacak değilsiniz. Onun için onlarla öğünme ve gururlanmanın mânâsı yoktur. "Ancak sana ibadet ederiz ve ancak senden yardım bek l eriz." (Fâtiha, 1/5) anlaşması gereğince ibadet Allah'a ve yardım ise ancak Allah'tandır. Allah için halka yardım öğülmüş ve emredilmiş ise de halktan

dilenmek kötülenmiştir. Dirilerden istenmesi caiz olmayan, şeyleri ölülerden istemenin hiç yakışmayacağı da açıktır. Onlardan faydalanma, onların O hallerini ve gidişatlarını düşünerek ilmî, amelî eserlerinden ve güzel gidişatlarını yaşatmak suretiyle ruhaniyetlerinden istifadedir.> Onun için İbnü Abidin (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) "Redd-i Muhtar"da de r ki: "Veliler, Allah'a yakınlıkta farklıdırlar. Ziyaret edenlerin menfaatleri de, marifetleri ve sırları oranındadır." Bir insanın bir kitaptan bir proplemini halletmesi, geçmişlerden bir istifadesi olduğu gibi, bir kabri ziyaretle bir kitap okur gibi düş ü ncenin uyandıracağı hatıralara göre bir etki alması da tabiidir.

Bunun en güzeli de meydana gelen kalp inceliği ile ahiret hissini duyup, o uyanma ile hayata dönmek ve gaflet perdesini sıyırıp, kalan ömrünü hayır ve iyilikler ile Hakk'a kavuşanlara katılmak üzere hak yolunda güzel amellerle geçirmek azmini beslemektir ki, hadis-i şerifte buna: "Çünkü o size ahireti hatırlatır." diye tenbih edilmiştir. Böyle uyanma ile ibret alınması lazım gelen kabir ziyaretini, zıddına olarak, öğünme gururuyla çokl u kla öğünmek için yapmak, sıkıntının, gafletin son derecesi olduğundan dolayı öyle yapanlara "Çoklukla övünmek, sizi kabirlere varıncaya kadar oyaladı." hitabıyla azarlama yapılmıştır. Bu açıklama, kabir ziyareti, hakikat mânâsına olduğu takdirdedir. Bu n a, "Çoklukla öğünmek sizi ta kabirleri ziyaret edişinize kadar oyaladı." yani kabirleri ziyaret ettiğiniz zaman o çokla gururlanma ve oyalama kalmadı veya kalmaz, mânâsı verildiği takdirde gaye, gaye edilenden hariç olacağından kabir ziyaretlerinin düny a hırsına çokla öğünme ve oyalamaya son vereceğine de işaret edilmiş olur. Fakat yukarda açıklandığı üzere tefsirciler bu takdirde kabir ziyareti hakikat mânâsına olmayıp, ölümden kinaye olacağını söylemişlerdir. Çünkü çoklukla öğünmeye kesin şekilde son v e ren ölümdür. Gerçi bir ölü başında bulunmak ve bir cenazeyi kabre götürüp defnetmek veya sonra kabrini ziyaret etmek hallerinde de açıklandığı üzere kalbi olanlara bu anahtar ve hatırlatma hükmü inkişaf etmez değilse de bu, genel ve kesin olmadığı gibi, b u nlar hakikatle hep ölümün fer'i ve gereğidirler. Bir de bunlar

istenildiği takdirde yasak ve kötülenmiş değil, sözün gelişi gayeye yönelik olarak vacip veya mendub olmak gerekir. Yani asıl maksat oyalamayı beyan ile zorlama ve azarlamadan çok kabir ziyaretine sevketmek demek olur. Fakat bu haddizatında güzel bir mânâ olmakla beraber, bundan sonraki ile zecr (yasaklama)e uygun düşmez. Çünkü kelâmın sevki, gereğinde kelâmın yasaklama ve tehdidi, doğrudan doğruya ziyarete yönelmiş olmak lazım gelir. Bu ise z ıtlık ve çelişki olur. Bundan anlaşılır ki, kelâmın sevkedildiği şey kabir ziyareti değil, oyalama ve çokla öğünmekle kınamadır. Kelâmın yasaklama ve zorlaması da ona yöneliktir. Önceki vecihlerde ise çokla öğünmek için olan kötülenmiş kabir ziyareti bahi s konusu olarak gaye, gaye edinilende dahil olduğu için bu mahzur varid olmadığı gibi, gaye, gaye edilenden, kelâmın sevkedildiği şeyden hariç olmak üzere ölüm mânâsına olduğu takdirde de varid olmaz. Ve meâl şu olur: "Çokla öğünmek sizleri öyle gaflete d ü şürdü ki, tâ canlarınız çıkıncaya, tenleriniz kabirlere girinceye kadar.

2. Oyaladı sizleri. "Elhâ" kelimesi "levh"den if'al babındandır. "Vav" dördüncü harf olarak vahi olduğu için "yâ"ya çevrildiğinden "elif", "yâ"dan değişmiş olarak yazılır. Eğlence demek olan "levh"in aslı gaflet olduğundan "ilhâ" eğlemek, boş bir şey ile aldatarak ve meşgul ederek oyalamak, işinden alıkoymaktır.

Tekâsür, çokluk kuruntusu, gururu, iddiası. "Kesret"den tefaül

babından. Biz çoğuz, hayır biz çoğuz diye birbirleriyle çokluk yarışı, çokluk gösterisi etmek, çokluk sevdası veya çokluk açıklaması ile kuruntuya düşmek, öğünmektir ki, dünyalıların genellikle kapılıp aldandığı bir gurur hâlidir. Neyin çokluğu ve neden alıkoyduğu açıkça belirlenmeyerek "ilhâ" (oyalama) ve "tekâsür" (çokluk kuruntusu) mutlak zikredilmiştir. Zira makamın gereğine göre zihin, muhtemel olan her şeyi anlayabilmek bakımından mutlak getirmenin bir şümullü belagati vardır. Bununla beraber manen bir kayda bağlamaya delalet eder karine de yok değ ildir.

Birinci olarak "ilhâ", oyalamak, meşgul olunması gereken gerçek maksatdan ve mühim olan iş ve görevden eğleyip alıkoymak demek olduğu ve bundan önceki sûrede "kâria" (kıyamet) ve "mizan" (tartı) zikredilmiş bulunduğu gibi, bundan sonra da kabirler zikrolunacağı için "ilhâ", gerek vacib ve gerek mendub olan görevlerden ve işlerden, insanın hakikaten işine yarar kasdettiği, maksadı olması gereken, zikir, marifet (bilgi), tefekkür, düşünme, şükür, taat ve ibadet gibi mühim işlerden alıkoymak; "Te k asür" de, buna karşılık ahirette işe yaramayacak, o kıyamet günü ameller tartılırken tartıda ağır basmayacak, o kızgın ateşten korumayacak ve bundan dolayı geçici dünyada insanı aldatıp ahirete yalnız hesap, sapıklık, azap bırakacak olan gurur metâı şeyle r in çokluğuyla öğünmek olacağı anlaşılır ki, Hadid Sûresi'ndeki "Muhakkak dünya hayatı bir oyun, eğlence, sûr, kendi aranızda övünme, mal ve evlat çoğaltma yarışıdır." (Hadid, 57/20) âyetinin mefhumu demektir. Nitekim Buhârî'de, İbnü Abbas'dan, "mal ve ev l atda çokluk gururu" denilmiştir.

İkinci olarak: de "Elif-lâm" ahd için olarak nüzul sebebindeki mânâya işaret olur. Bunda ise bir kaç rivayet vardır: Bir çok tefsircinin zikrettiğine göre Abd-i Menaf oğulları ile Sehm oğulları, hangimiz daha çoğuz diye birbirlerine karşı öğünmüşlerdi. Abd-i Menaf oğulları çok geldi, bunun üzerine Sehm oğulları, bizi dediler, cahiliye devrinde zulüm yok etti, haydin hem sağ olanlarımızı, hem ölmüş bulunanlarımızı sayışalım! Bunda da Sehm oğulları çok geldi, bu s û re bunun üzerine indi. Bazı rivayette de kabirlere kadar gittiler. İbnü Ebî Hâtim'in Ebu Büreyde'den bir nakline göre de: Ensar kabilelerinden Hârisoğulları ve Harsoğulları karşılıklı öğüşmüş ve çokluklarıyla böbürlenmişler. Bir taraf: "Bizde filan ve fil a n gibiler var" demiş, diğerleri de öyle demişler. Böyle dirileriyle ögünüştükten sonra, "haydin kabirlere gidelim" demişler. Varmışlar, bir taraf kabirlere işaret ederek: "sizde filan filan gibiler

var mı?" demiş, diğerleri de o şekilde karşılık vermişlerdi, bunun üzerine nazil oldu, demiştir. Bu iki rivayete göre demek nüzul sebebi, ölülerle bile öğünecek derecede aded ile çokluk gururudur. Bu mânâda olan çokla öğünmeler de delalet bakımından buna katılmak gerekir. Ancak birincide bilfiil kabirlere k a dar gidilmemiş, sadece kabirlerde bulunan ölülerin adları ve adedleri anılarak ögünülmüştür. Diğerinde ise bilfiil kabirlere kadar da gidilmiştir. Bir de Ensar Medine'de olduğu için, bununla sûrenin Medenî olduğuna delil getirilmiştir. Önceki ise meşhur o l duğu vechile Mekkî olduğunu gösterir.

Bunlardan başka İbnü Cerir ve Âlûsî'nin kaydettiği üzere Buharî, Übeyy b. Ka'b (r.a.) den rivayet eylemişlerdir. Demiştir ki: Biz şu: "Âdemoğlunun iki vadi malı olsa üçüncü bir vadi daha isterdi, Ademoğlunun karnını ancak toprak doldurur, sonra Allah tevbe edenin tevbesini kabul eder." kelâmını Kur'ân'dan görürdük, sonuna kadar nâzil oldu. Tirmizî ve İbnü Cerir, Abdullah b. Şihhir'den rivayet etmişlerdir ki: Anılan zat, Peygamber (s.a.v)in huzuruna varmış, Resulullah okuyormuş, buyurmuş: "Ademoğlu, "malım, malım" der. Halbuki malından sana ancak sadaka verip geçirdiğin, yahut yeyip tükettiğin, yahut giyip çürüttüğünden başka ne var?" Tirmizî, "bu hadis hasendir, sahihtir" der. İbnü Cerir de der ki: Res u lullah'ın okuyup da akabinde öyle buyurması, çoklukla öğünmenin, mal öğünmesi olduğuna işaret eder. İşte bu rivayetlerden dolayı tefsircilerin bir kısmı önceki rivayetlere göre bu çokla öğünmeden maksad, adet çokluğuyla öğünme olduğunu kabul etmişler; bir kısım da sonraki rivayete göre mal çokluğu ile öğünme olduğuna kani olmuşlardır. Öncekiler nüzul sebebi olmakta açık olduğu gibi, sonraki de Resulullah'dan gelen sahih bir tefsir olduğu cihetle Buhârî'nin de işaret ettiği vechile ikisini de cem etmek âyetin mutlak oluşuna daha uygun ve birinci olarak beyan olunan açıklamaya ve Hadid Sûresi âyetine de uymaktadır. Şu halde bundan bütün her şeyde çokluk yarışının kötülenmiş olması lazım gelmez, çokluğuyla öğünülecek şeyler de vardır.

Râzî de der ki: "Âyet, çokla gururlanmanın ve öğünüşmenin dinde kötülenmiş

olduğuna delalet ediyor. Akıl da, hakiki saadet de çokla gururun ve öğünmenin kötülenmiş olduğuna delalet eder. Hz. Abbas'ın su işleri elinde olmasıyla öğünmesi ve Şeybe'nin Kâbe'nin anahtarı elinde olmasıyla öğünmesi üzerine Hz. Ali: "Ben kılıcımla küfrün hortumunu kestim, küfür müsle (yani burnu, kulağı kesik) oldu da, siz müslüman oldunuz." demişti, bu onların gücüne gitmişti. Bunun üzerine Tevbe Sûresi'nde "Hacılara su verme ve Mescid-i Ha r am'ı onarma işini yapanı, Allah'a, ahiret gününe inanan ve Allah yolunda cihad edenle bir mi tuttunuz?" (Tevbe, 9/19) âyeti nazil oldu diye gelen rivayet de bu cümledendir. "Ve Rabb'inin nimetini anlat." (Duhâ, 93/11) âyetinin tefsirinde de insanın başkaları tarafından kendisine uyulacağını sandığı takdirde itaat ve güzel ahlâk ile nimeti anmak üzere iftihar etmesi caiz olduğuna dair söz geçmiştir. Şu halde sabit olur ki: Dinde kötülenen mutlak çoklukla gururlanma değildir. Belki ilminde, taatte, güzel ahlâkta çokla gururlanmak öğülmüştür ve hayırların aslı odur. Onun için 'deki elif-lâm istiğrak için değil, ahd-i sabık (geçmiş ahd) içindir ki, o da dünya lezzetleri ve ilgileriyle çok öğünmedir. Çünkü Allah'a itaat ve kulluktan alıkoyan odur. Bu cihet, akıllarda karar kılmış ve dinlerde üzerinde ittifak edilmiş olduğu cihetle çokluk üzerinde öğünmeye harf-i tarif getirilmesi güzel olmuştur. Biz de şunu ilave edelim ki: Hayırlarda yarışma, musabaka yalnız caiz olmakla kalmaz, aynı zamanda " yarışın" emirleriyle emredilmiş olduğunda da şüphe yoktur. "Hayırlarda yarışınız."(Bakara, 2/148; Maide, 5/48) emir; "Yarışanlar, bunun için yarışsınlar." (Mutaffifin, 83/26) teşvik etmektir. Râzî'nin akıldan maksadının da bu gibi nass (kesin dini del i l)ların delaletleri olması gerekir. Bununla beraber hayırlar ve itaatlardaki çokluk yarışında da Allah için iyilik etmek, ihlas ve nimetleri anma halleriyle gösteriş ve kibir tarzında gurur ve öğünüşmeyi ayırmak, "Allah'ın size verdikleriyle şımarmayını z." (Hadid, 57/23), "Muhakkak Allah, kurumlu, böbürlenen insanları sevmez." (Nisa, 4/36) gibi yüce âyetlerin mefhumlarını unutmamak lazım gelir. Zira hayır ve güzel amellerin güzelliği ve tartıda ağır gelmesi yalnız adedlerindeki çokluğundan dolayı deği l, daha çok niteliklerindeki samimiyet ve ihsan iledir. "De ki: 'Murdarla temiz bir olmaz. Murdarın çokluğu hoşuna gitse de." (Maide, 5/100) buyurulmuştur. Burada kötülenmiş olan çokla gururlanmak da o gibi güzel amellerden alıkoyan ve içeriğinde bir çe ş it oyun bulunan gururlanmadır. Bunun

nihayet kabre gidinceye kadar aldatan öyle dünyevî şeylerle ilgili gururlanma olduğuna şu da delalet eder. Ta kabirleri ziyaretinize kadar. Buna üç mânâ verilmiştir:

Birincisi: İlk zikrolunan nüzul sebebi rivayetlerine göre: Tekâsür (çokla gururlanma), çokluk davasıyla gurur ve iftihar sizleri öyle oyaladı, Allah'a itaat ve gazabından korunmak için yapılacak kârlı işlerinizden öyle alıkoydu ki, dirileri bitirdiniz de, hatta kabirlerdeki ölüleri saymaya, onlarl a iftihar etmeye kadar gittiniz. Halbuki kabirleri ziyaret edenlerin çoklukla gururlanması, ölülerle öğünüp sevinmesi değil, onlardan ibret alarak gafletten uyanması ve o kızgın ateşten kurtulmak için tartıda ağır basacak güzel amellere çalışmaları gerekir, demektir. Bu şekilde birinci rivayete göre, kabirleri ziyaret, ölüleri, saymakla öğünmekten mecaz veya kinaye olmuş olur ki Keşşaf sahibi bunu tercih etmiştir. İkinci rivayete göre ise mecaz ve kinayeye ihtiyaç yoktur. İkisinde de ve fiilleri hakik a ti üzere mazi (geçmiş zaman) mânâsınadırlar. Onun için tefsircilerin çoğunluğu, âyetin zahiri, önceki rivayetler gereğince vaki olanı sayı bakımından çoklukla öğünmeye ve iftihar etmeye daha çok uyduğunu söylemişlerdir. İbnü Cerir'in rivayet ettiği vechi l e Katâde şöyle demiştir: "Biz, felan oğullarından çok çokluğuz, biz felan oğullarından daha öndeyiz." diyorlar ve halbuki her gün sonlarına kadar düştükçe düşüyorlardı. Vallahi hep böyle gittiler, sonunda hepsi kabir ehli oldular". Şu halde bu mânâda olan diğer boş yere çoklukla öğünme ve iftihar etme gururları bundan ibare ile değil, delaletle anlaşılmış, bundan sonraki zecri (zorlama) de bu sebeple yapılmış olur.

İkincisi: Tekâsür, yani dünya hırsı, mal, evlat ve adet çokluğuyla öğünme sevdası sizleri öyle gaflete düşürdü, eğledi, oyaladı ki, kabirlere gittiniz, ölüm anına kadar, yani canlarınız çıkıncaya kadar ömürlerinizi öyle dünyayı tutmak için sarfettiğiniz, boşuna eğlence ile geçirdiğiniz, akıbetiniz, ahiretiniz için gayret ve amelde bulunmadınız. Sadece mal ve evlat çoğaltmayı düşündünüz. Nihayet ölüm haline geldiniz, ölmek, gömülmek üzere bulunuyorsunuz. Ey öyle olan gafiller! Sizler kendinizi kurtaramayacaksınız, cehennemi boylayacaksınız, demektir. Bu şekilde kabir ziyareti ölüm halinden e y a ölümden ibaret olur. Nitekim bu mânâda Ahtal şöyle demiş:

"Bu sene, hiç bir dost on gece rahat kalamayacaktır.

Ya, yara sargısının acısını tatmıştır, yahut bir kabri ziyaret edecektir".

("Halil" kelimesi noktalı veya noktasız; "aşr" kelimesi, "ayn"ın fethası veya kesresi olmak üzere iki rivayet vardır).

Cerir de ona şöyle demiştir:

"Ebu Malik kabirleri ziyaret etti,

Fakat onları ziyaret edenlerin en alçağı oldu".

Üçüncüsü: Tirmizî, İbnü Cerir ve İbnü Münzir ve daha bazıları Hz. Ali kerremallahu vechehudan rivayet etmişlerdir: Demiştir ki: "Biz kabir azabı hakkında şüphe eder dururduk, ta nazil olana kadar". Demek ki "kabir azabını tadıncaya kadar" demektir. Yahut bu mânâya işaret etmekte ve bunun öze l likle çok öğünmek kendilerini oyalamış olanlarla ilgisini göstermektedir. Çünkü o hırslı kâfirler kabre girdikleri veya girecekleri gün o gafletten uyanacak, bütün ömürlerince çoğaltmak için oyalandıkları gelip geçici şeylerden ayrıldıklarını ve yalnız ve b alini yüklenip kaldıklarını göreceklerdir. Bu iki vecihte kabre girince o oyun ve çokla gururlanmanın kalmayacağına işaret edilmiş olur. Ve (ziyaret ettiniz) ya muzari (şimdiki veya gelecek zaman) mânâsında olup gerçekleşmesinin kesin olmasından dol a yı mazi (geçmiş zaman) kipiyle ifade edilmiştir. Yahut geçmişte ölmüş olanlar üstün getirilmiş veyahut çokla öğünme hırsı yüzünden ölmek üzere bulunanlar veya fertlerin çokla gururlanma hırsı ile yıkılmaya yüz tutmuş olan kavim kabre girmek, kabir azabı ç e kmek hâlinde tasvir edilmiş demek olur. Hatta takdirinde olarak masdar ile tevil edilmiş, yani ziyaretimize kadar demek olduğu için, zaman mânâsından soyunmuş de olur. Tamamen mazi mânâsını muhafaza etmek üzere Ebu Müslim, Allah Teâlâ bu sûreyi kıyam e t günü kâfirlere serzeniş olarak söyleyecek, demişse de "Hayır, eğer kesin bilgi ile bilseniz." hitabı bu mânâya pek yakışmaz. Kıyamette değil, dünyada ve kabirde bir hitap olmasını gerektirir.

Hikâye olunur ki, Arabinin birisi bu âyeti işittiği zaman şöyle demiştir: Kâbe'nin Rabbine yemin ederim ki kavim kıyamet için diriltilecek, çünkü "zair" (ziyaretçi) kelimesi munsariftir mukim değildir. Ömer b. Abdilaziz hazretlerinden de şöyle rivayet olunmuştur: Ziyaret eden kimse muhakkak dönecek, ya cen n ete, ya cehenneme gidecektir, demiş. Ziyaretçinin ziyaret yerinde, çok durmaması

da gerek olduğu için denilmiştir ki, bunda ölülerin kabirlerde pek çok durmayacağına da işaret vardır.

Yukarıdaki izahattan anlaşılacağı üzere âyette ün de nın da gayesi olması muhtemeldir. Öyle varlıkla gururlandınız ki, hatta kabirleri ziyaret ettiniz, ölülerle öğündünüz, yahut öyle oyaladı, eğlendirdi ki, ölülerle öğünmek üzere kabirleri ziyaret ettiniz. O derece eğlendiniz, yahut ölünceye, ölecek hale gelinceye, kabir acısını tadıncaya kadar eğlendiniz, demek olabilir. Önceki nüzul sebebi rivayetleri birinci ve ikinciye, sonraki de sonrakine uygun olur. Öncekilerde gaye mugayya (gaye edinilen)da dahil olarak kabir ziyareti malla öğünmenin ve oyalanmanın en yük s ek sırrı demek olur. Sonrakinde ise gaye, mugayyadan hariç olup, kabre gidilmekle malla öğünme ve oyalanma sona ermiş, kalmamış olur. Âyetin zahirine en uygun olan da öncekilerdir. Bu ise kabir ziyareti çok öğünmenin, oyalamanın son derecesi olmak itibarıyla kötüleme ve yasaklanmasını ifade eden bir azarlama demektir. Fakat bu kötüleme ve yasaklama mutlak değil, mezarlar ve mezardakilerle öğünme, gururlanma ve oyalanma mahiyetinde olmak kaydiyle kayıtlanmıştır. Şu halde böyle olmayanlar bu hükme dahil olm a z, mefhum-i muhalif (tersine anlayış)de kalmış bulunur ki, bunun da kısaca hükmü burada sunulmuş olmak veya gayenin mefhumu ile amel edenlere göre caiz olmaya işaret etmektir. Susularak geçildiği takdirde de ahireti hatırlamak, düşünmek hikmetiyle meşru o l uşu nebevî hadis ile beyan olunmuştur. Zira Ebu Davud'un rivayet ettiği vechile "Size kabir ziyaretini yasaklamıştım. Kabirleri ziyaret edin, çünkü o ahireti hatırlatır.", daha yaygın olan diğer bir lafızda "Size, kabir ziyaretini yasaklamıştım, hay d i onları ziyaret edin, çünkü o size ahireti hatırlatır." buyurulmuştur. Gerçi bu hadis mütevatir olmadığı için âyeti ne tahsis, ne takyid, ne de neshedemez. Onun için bunda söylenen yasaklama, âyetteki yasaklamadır, denemez. Fakat âyetin sustuğu veya müc m el olduğu noktaları beyan eder. Ve önce kabir ziyaretinin Peygamber tarafından yasaklanmış olduğunu da haber verir. Bundan dolayı Fahreddin Razî, bu âyetin mânâsını açıklarken der ki: "Bununla Allah Teâlâ onları nefislerinden hayrete düşürüyor ki şöyle d e mek gibidir: Siz ne büyük şaşkınlık ediyorsunuz! Farzediniz ki siz ölülerinizle daha çoksunuz, fakat ondan ne çıkar, size onun ne faydası olur? Zira ziyaret bir yere gitmektir, bu ise bir çok maksatlarla olur, onların en önemlisi ve uymaya en layık olanı kalbi inceltmek ve

dünya sevgisini silerek ahireti düşünmektir. Çünkü kabirleri seyretmek onu meydana getirir. Nitekim Peygamber (s.a.v.) "Size kabir ziyaretini yasaklamıştım, haydi onları ziyaret edin, çünkü o size hatırlatmadır." buyurmuştur. Sizler ise onun aksini yaptınız, kalp sıkıntısı ve dünya sevgisine dalarak kabirleri ziyaret ettiniz. İşte önerme böyle tersine olduğu için Allah Teâlâ da bunu hayrete düşürme makamında zikretti". Yine bu mânâdan dolayı denilmiştir ki: Bu âyet geçmişlerle çokluk t aslamak ve onunla öğünme ve gururlanmak için kabir ziyaretini çok yapanları uyarmaktır. İbret almak ve ahireti düşünmek için ziyaret edenlere değil. Nitekim diye başlayan Ebu Davud hadisi onun meşru olduğuna işaret eder. Bu söz doğrudur. Zira âyet, k a bir ziyaretini mutlak olarak kötülemiş, çokla öğünme ve gururlanma suretiyle ziyaretleri kötülemiş ve azarlamış, diğer ciheti gayenin mefhumu ile sessiz bırakmış, onun da ahireti hatırlatmak için olanlarını hadis meşru kılmıştır. Fakat gariptir ki Âlûsî b u na "Şüphe yok ki, âyetin bundan uzak olduğu açıktır." diye âyetin ilgisi olmadığını söyleyerek itiraz etmiş, sonra da kısmen tasdik ederek: "Evet mezardaki ile öğünmek veya ziyaret ile gururlanmak için kabir ziyaretinin kötülünmesinde söz yoktur. Nasıl k i mutasavvıflara nisbet iddia eden cahillerden bir çokları, şeyhlerin (Allah onlara rahmet eylesin) kabirlerini ziyaretle öyle yapıyorlar, onunla beraber taat itikad ettikleri birtakım kötülükler, yol diye tuttukları birtakım çirkinlikler ve daha ne işle r yapmaktadırlar ki onlara satırların sineleri dar gelir." demiştir.

Görülüyor ki kendisi de kabir ziyaretini kötülemeyi, öğünme ve gururlanma ile kayıtlamış, sonra da onu bir takım kötülükler ve şerler işlemesine alet eden cahillere şiddetle hücum etmeye fırsat bularak, kabir ziyareti öğütlenme ve hatırlama için de olsa caiz değilmiş gibi ileri gitmiştir. Maksadı hadisin delalet ettiği ibret ve hatırlatma hikmetiyle meşru olan ziyareti inkâr değil, mefhum-i muhalif (zıt kavram) geçerli olmamak bakımından âyetin suskun olduğunu ve asıl söylenmesi kötülenmiş olan ziyaretleri kınama yönünde bulunduğunu söylemek olacaktır. Fakat bu münasebetle hadisin işareti ile meşruluk yönünü de açıklamış olan önceki sözü eleştirmesi doğru değildir. Gerçekte şeref v e şan ile gitmiş büyük geçmişlerin, babaların ve dedelerin iyiliklerine ve olgunluklarına varis olmayan, onların hayır ve haseneleriyle ahlakî faziletlerini

daha ileriye götürmek için kendilerinde yaşatmayan, onların hayat ve akıbetlerini düşünmekle ibret almak, o şekilde kendisinin sonunu düşünmek istemeyip de sadece onların isim ve şanlarıyla öğünmek, ölmüşlerin çokluğuyla gururlanmak, çürümüş kemikleriyle övünmek, gömülmüş bulundukları kabirleri çiğneyerek üzerlerinde düğün ve eğlence yapar gibi cicile r bicilerle eğlenmek, yanı başında aç kalan komşusunu düşünmeyip de kimseye faydası olmaz, israftan başka ad verilmez masraflar bile yaparak gösteriş için kabir ziyaretlerine gidenlerin, kabir ziyaretini ters gayelerle kötüye kullanmış, çokla öğünmek kendi l erini sapıtmış, tamamen "çoklukla öğünmek sizi kabirlere varıncaya kadar oyaladı" âyeti mânâsında dahil, kötüleme ve kınamasına layık olduklarını hatırlatmak doğrudur. Fakat kabir ziyaretinin meşru olan yönü yokmuş ve bu âyette ondan bahsetmek münaseb e t almazmış gibi zannettirmek doğru değildir. Fıkıh kitaplarında kabir ziyaretinin dine uygunluğu ve adabı hakkında bahis vardır. Bu cümleden olarak "Dürrü Muhtar"da: "Kabir ziyaretinde bir sakınca yoktur, isterse kadınlar için olsun. Çünkü "Size kabir z iyaretini yasaklamıştım, haydi onları ziyaret edin." hadisi vardır" İmdaa, Mücteba, Bahir ve Redd-i Muhtar'da: "Doğrusu hadiste emrolunduğu için mendubdur". "Redd-i Muhtar"da: "Her hafta ziyaret olunur, en faziletli olan Cuma, Cumartesi, Pazar, Pazartesi, Perşembe günleridir". "Fethu'l-Kadir"de: "Sünnet olan, ayakta duadır. Nitekim Peygamber (s.a.v) Bakıa çıktığında öyle yapıyordu ve diyordu ki: "Selam sizlere müminler kavminin yurdu, biz de -inşâ Allah- sizlere katılacağız." "Şerh-i Lübab" da: "Ziyare t in adabındandır. Ziyaretçi âlemin baş ucundan değil, ayak ucundan gelir, fakat bu mümkün olduğu takdirdedir. Yoksa Peygamber (s.a.v.) bir ölünün başı ucunda Bakara Sûresi'nin baş tarafını, diğer bir ölünün ayak ucunda da sonunu okumuş olduğu sabittir. Ede p lerinden biri de sahih olan lafzıyla selam vermektir, "aleykümüsselam" değil. Zira şöyle varid olmuştur: "Selam sizlere müminler kavminin yurdu, biz de -inşâ Allah- sizlere katılacağız, bizim ve sizin için Allah'dan afiyet dileriz". Sonra ayakta dua eder, oturursa hal-i

hayatındaki derecesine göre uzak veya yakın oturur ve Kur'an'dan kolayına geleni okur. Bu cümleden olarak Fatiha'yı ve Bakara Sûresi'nin başını e kadar ve Âyetül'kürsi ve Âmenerresulü, Yasin Sûresi, Mülk Sûresi, Tekâsür Sûresi ve on iki yahut onbir yahut yedi yahut üç kerre İhlas Sûresi, okuyabildiğini okur, sonra "Allahım, okuduğumuzun sevabını felana veya onlara ulaştır." der. Gerek kırâat ve gerek diğer amellerden ölüye sevap hediye edilmesi hakkında "İbnü Abidin"de geniş bilgi vardır. Özeti: Hac Ani'l-Gayr (Başkası adına haccetme) bahsinde âlimlerimiz açıkça söylemişlerdir ki, insan namaz, oruç sadaka veya diğer amelinin sevabını başkasına yapabilir. (Hidaye). Hatta "Muhit"den naklen "Tatarhaniye"nin Zekât bahsinde: Sadak a veren için en faziletli olan bütün mümin erkek ve kadınlar için niyet etmektir. Çünkü o onlara ulaşır, kendi sevabından da bir şey eksilmez. "Bahir" de: Bir kimse namaz kılsa veya oruç tutsa veya sadaka verse de sevabını gerek yaşayanlardan ve gerek ölü l erden başkasına yapsa caiz olur. Ve sevabı, Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'e göre onlara ulaşır. (Bedayî). Hafız İbnü Teymiyye, kırâet savabının Peygamber (s.a.v.) hazretlerine hediye edilmesini yasaklamak istemiş, çünkü onun yüksek şanına ancak onun izniyle c ür'et edilebilir, o ise ona salevat getirmek ve onun için vesile istemektir, demiş. Sübkî ve daha diğerleri ise bu gibi hususlarda özel izne ihtiyaç olmadığını İbnü Ömer'den ve daha başkalarından misal göstermekle beyan ederek onu reddetmişlerdir.

İmâm-ı Âzam, İmam Ebu Yusuf'a "Vasiyetname"sinde şöyle demiştir: Sultanından ilme uygun olmayan bir şey gördüğün zaman, onu kendisine itaatinle beraber an, çünkü onun eli senin elinden kuvvetlidir. Ona, "Ben senin sultan olduğun, başkaları üzerinde otoritey i haiz bulunduğun şeyde sana itaat ediciyim. Ancak gidişatında ilme uygun olmayan bir şey arzedeceğim." dersin. Bunu sultanın yanında bir kerre yaparsan yeterlidir. Zira üzerine düşer ve devam edersen belki sana kahrederler. Bu da dinin yıkımı olur. Şayet s enin dininde ciddiliğini ve iyilikleri emretmekteki hırsını anlamak için onu bir iki kerre yaparsa, bir kerre daha yaptığı zaman yanına sen yalnızca gir ve dinde öğüt ver. Eğer bid'at ehli (sapık mezheb sahibi) ise, sultan da olsa, onunla tartış, Allah'ın Kitabı'ndan ve Resulullah'ın sünnetinden bildiklerini söyle. Kabul ederse ne âlâ, etmezse artık seni ondan korumasını Allah Teâlâ'dan dile ve ölümü an. Üstadın ve kendilerinden ilim aldığın kimseler için bağışlanmalarını dile ve Kur'ân okumaya devam et, k abirleri, şeyhleri ve mübarek yerleri çok ziyaret et.

Hep bunlar, kabir ziyaretinin de meşruluğunu, hikmetini, zamanını, usul ve

edeplerini göstermektedir. Dikkate şayandır ki bunlarda ölülerden bir şey istemek, "yetiş ey felan" gibi yardım istemek yoktur, ancak selam vermek "Allah'tan bize ve size afiyet dileriz." gibi gerek diriler ve gerek ölüler hakkında selamet ve afiyet için Allah'a dua etmek ve Kur'an okuyup sevabını hediye etmek ve bilhassa geridekilerin de onlara katılacağını düşünerek kamil iman ile gitmek için hazırlanmak üzere inşa Allah (Allah dilerse) diye ilâhî iradeye sığınmak vardır ki, bunun özeti ölülerden birşey dilenmeksizin onlara sadece ruhlarını şad edecek, Allah katında mertebelerini yükseltecek sevap hediye edip, her ne dil e yecekse Allah'tan dilemek ve bütün kalbiyle ahireti, sonunda o kabirlere gidileceği ve o kabirlerin deşileceği ve gönüllerdekinin derileceği, insanların dağılmış çekirgeler ve dağların atılmış boyalı yünler gibi olacağı ve amellerin tartılıp tartıları ağı r basanların razı olan geçime ve hafif gelenlerin kızgın ateşe ayrılacağı günü düşünüp Allah'a kâmil iman ve güzel amel ile ermek azmini kuvvetlendirerek, insanları aldatan gurur ve çokla öğünme hırsından sıyrılıp tartıda ağır basacak hayır işlerle hayatı n feyiz ve meyvesini derlemeye çalışmaktır. Ölenler, Allah katında derecelerine göre ya razı olan geçim veya kızgın ateşe gitmek üzere Allah'a dönmüş veya döndürülmüşlerdir. Hayatta olanlar da "Kişi sevdiğiyle beraberdir..." sözü üzere sevdikleriyle haşr o lunacaklarından, iyileri sevenler iyilerle, kötüleri sevenler de kötülerle haşrolunacaklardır. Sevginin kıymeti de "İnananlar en çok Allah'ı severler." (Bakara, 2/165) âyeti gereğince Allah için olması ve "De ki: 'Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyu n ki Allah da sizi sevsin." (Al-i İmran, 3/31) emri gereğince Allah için itaatte bulunmak dolayısıyladır. Yoksa ölenler Allah katında ne kadar iyi olurlarsa olsunlar. "Onlar bir ümmetti, gelip geçti: Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıkları n ız sizindir. Siz, onların yaptıklarından sorulmazsınız." (Bakara, 2/134) âyeti hükmünce, geçmişlerdir. Onların kazancı kendilerine, sizin kazancınız sizedir, siz onların amellerinden sorumlu olacak değilsiniz. Onun için onlarla öğünme ve gururlanmanın mân â sı yoktur. "Ancak sana ibadet ederiz ve ancak senden yardım bekleriz." (Fâtiha, 1/5) anlaşması gereğince ibadet Allah'a ve yardım ise ancak Allah'tandır. Allah için halka yardım öğülmüş ve emredilmiş ise de halktan

dilenmek kötülenmiştir. Dirilerden is tenmesi caiz olmayan, şeyleri ölülerden istemenin hiç yakışmayacağı da açıktır. Onlardan faydalanma, onların O hallerini ve gidişatlarını düşünerek ilmî, amelî eserlerinden ve güzel gidişatlarını yaşatmak suretiyle ruhaniyetlerinden istifadedir.> Onun içi n İbnü Abidin (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) "Redd-i Muhtar"da der ki: "Veliler, Allah'a yakınlıkta farklıdırlar. Ziyaret edenlerin menfaatleri de, marifetleri ve sırları oranındadır." Bir insanın bir kitaptan bir proplemini halletmesi, geçmişlerden bir i stifadesi olduğu gibi, bir kabri ziyaretle bir kitap okur gibi düşüncenin uyandıracağı hatıralara göre bir etki alması da tabiidir.

Bunun en güzeli de meydana gelen kalp inceliği ile ahiret hissini duyup, o uyanma ile hayata dönmek ve gaflet perdesini sıyırıp, kalan ömrünü hayır ve iyilikler ile Hakk'a kavuşanlara katılmak üzere hak yolunda güzel amellerle geçirmek azmini beslemektir ki, hadis-i şerifte buna: "Çünkü o size ahireti hatırlatır." diye tenbih edilmiştir. Böyle uyanma ile ibret alınması l azım gelen kabir ziyaretini, zıddına olarak, öğünme gururuyla çoklukla öğünmek için yapmak, sıkıntının, gafletin son derecesi olduğundan dolayı öyle yapanlara "Çoklukla övünmek, sizi kabirlere varıncaya kadar oyaladı." hitabıyla azarlama yapılmıştır. B u açıklama, kabir ziyareti, hakikat mânâsına olduğu takdirdedir. Buna, "Çoklukla öğünmek sizi ta kabirleri ziyaret edişinize kadar oyaladı." yani kabirleri ziyaret ettiğiniz zaman o çokla gururlanma ve oyalama kalmadı veya kalmaz, mânâsı verildiği takdir d e gaye, gaye edilenden hariç olacağından kabir ziyaretlerinin dünya hırsına çokla öğünme ve oyalamaya son vereceğine de işaret edilmiş olur. Fakat yukarda açıklandığı üzere tefsirciler bu takdirde kabir ziyareti hakikat mânâsına olmayıp, ölümden kinaye ol a cağını söylemişlerdir. Çünkü çoklukla öğünmeye kesin şekilde son veren ölümdür. Gerçi bir ölü başında bulunmak ve bir cenazeyi kabre götürüp defnetmek veya sonra kabrini ziyaret etmek hallerinde de açıklandığı üzere kalbi olanlara bu anahtar ve hatırlatma hükmü inkişaf etmez değilse de bu, genel ve kesin olmadığı gibi, bunlar hakikatle hep ölümün fer'i ve gereğidirler. Bir de bunlar

istenildiği takdirde yasak ve kötülenmiş değil, sözün gelişi gayeye yönelik olarak vacip veya mendub olmak gerekir. Yani asıl maksat oyalamayı beyan ile zorlama ve azarlamadan çok kabir ziyaretine sevketmek demek olur. Fakat bu haddizatında güzel bir mânâ olmakla beraber, bundan sonraki ile zecr (yasaklama)e uygun düşmez. Çünkü kelâmın sevki, gereğinde kelâmın yasaklama ve teh d idi, doğrudan doğruya ziyarete yönelmiş olmak lazım gelir. Bu ise zıtlık ve çelişki olur. Bundan anlaşılır ki, kelâmın sevkedildiği şey kabir ziyareti değil, oyalama ve çokla öğünmekle kınamadır. Kelâmın yasaklama ve zorlaması da ona yöneliktir. Önceki ve c ihlerde ise çokla öğünmek için olan kötülenmiş kabir ziyareti bahis konusu olarak gaye, gaye edinilende dahil olduğu için bu mahzur varid olmadığı gibi, gaye, gaye edilenden, kelâmın sevkedildiği şeyden hariç olmak üzere ölüm mânâsına olduğu takdirde de v a rid olmaz. Ve meâl şu olur: "Çokla öğünmek sizleri öyle gaflete düşürdü ki, tâ canlarınız çıkıncaya, tenleriniz kabirlere girinceye kadar.

3. İş öyle değil, sakının, öyle kabir ziyaretine varıncaya kadar çoklukla öğünme ve gururlanma ile oyalanmayın, sonu kabre varan dünyada çok önemli olan görevi unutup da boş, gelip geçici şeylerle eğlenip oyalanmak, mal çokluğuyla gururlanmak aklı olanlara yakışmaz; gerçek, sandığımız gibi değil. İlerde bileceksiniz. Ne büyük gaflette bulunduğunuzu, bulunduğunuz halin sonu ne kadar kötü olduğunu, sonucunu gördüğünüz zaman anlayacaksınız.

4. Sonra, hayır, ilerde bileceksiniz. Öncekini tekiddir. İkincinin birinciden daha belagatlı olduğuna delalet içindir. Bir de önceki ölüm sırasında veya kabirde, ikincisi de ölümden sonraki dirilme sırasında denilmiştir.

5. "Hayır öyle değil." Önceki yasaklamaları bir daha te'kiddir. Râzî der ki: "Bu iadenin güzel oluşu, çünkü her yerde 'ya diğer yerlerindekinden başka bir şey takip ettirmiştir. Bu şöyle demek gibidir: Yapmayın azabı hak etmiş olacaksınız, yapmayın daha diğer zararlara giriftar olacaksınız. Bu gibi tekrarlar ise belagatçılar katında çirkin değil, güzeldir, faydalıdır. Fakat Hasen'den rivayet edildiği üzere bu üçüncü 'nın "hakikaten, gerçekt e n" mânâsına olması da yakışır, yani doğrusu . Yakîn (kesin bilgi) ile bilesiniz. Dilimizde Arapça'dan olan "yakîn" ile sırf Türkçe olan "yakın" kelimelerini birbirine karıştırmamak gerekir. Türkçe "yakın", Arapça "karib" demek olduğu malumdur. Bununla b e raber Arapça olan "yakîn" de dilimize öyle mal olmuştur ki, çokları Türkçe "yakın"ı bile Arapçası gibi yazarlar. Bu kelimenin ilim ve edebiyat ıstılahımızda kıymeti çok büyüktür. Bütün ilim ve fende aranan gaye bu yakîne ermektir. Onun için "ilme'l-yakîn", "ayne'l-yakîn", "hakka'l-yakîn" deyimleri de birer klişe olmuştur. Yukarılarda da geçtiği

üzere "yakîn" aslında şeksiz ve tereddütsüz ilim mânâsına "yakn" gibi masdar veya mübalağalı ism-i fail olup ilmin sıfatından olarak bilinmektedir. "Müteyakkan" (şeksiz şüphesiz bilinen) mânâsına malumun sıfatı olarak da kullanılır. Özellikle "ölüm"ün de ismi olmuştur. Rağıb der ki: İlmin sıfatı olan yakîn, anlayışın sebatıyle nefsin sükunudur. Marifetin, dirayetin ve benzerlerinin üstündedir. İlm-i yakîn (kesin bi l gi) denilir, marifet-i yakîn denilmez. Seyyid'in beyanına göre de sözlükte yakin, şek ve şüphe olmayan ilimdir. İstılahta, "o şey öyledir diye öyle inanmaktır ki, başka türlü olması mümkün değil, inancı ile beraber olaya uygun ve yok olması mümkün olmaya n bir inanç ola. (Bu tarifin, ilme'l-yakîn, ayne'l-yakîn, hakka'l-yakîn mertebelerinin açıklaması hakkında Bakara Sûresi'nde "Onlar ahirete de kesinlikle inanırlar." (Bakara, 2/4) ve Vâkıa Sûresi'nde "İşte kesin gerçek budur." (Vâkıa, 56/95) âyetle r inde söz geçmişti. Oraya bkz.). Burada şunu söyleyelim ki, bu âyette mef'ul-i mutlak "kesin bilgi" tamlamasında yakînın üç mânâsına göre üç ihtimal vardır:

Birincisi: Yakîn ilmin sıfatı olmak mânâsıyla mevsufun sıfata veya âmmın hassa izafeti kabilinden olmasıdır ki, yakîn ilim, yakîn denilen sağlam biliş demektir.

İkincisi: İlmin malumuna izafeti kabilinden olmasıdır ki, emr-i müteyakkane yani şeksiz malumunuz bulunan şeyleri bilirsiniz gibi demektir. Tefsircilerin pekçoğu bu mânâyı söylemi şlerdir.

Üçüncüsü: "el-Yakîn", mevt (ölüm) mânâsına olarak ölümü bilmek, ölümü biliş, yahut ölüm ilmi, ölüm bilgisi ile ilerisini bilseniz, demek olur. Bazı tefsirciler de burada bu mânâyı vermişlerdir.

İnsanların ölümü bilişleri üç mertebededir:

Birincisi: Her aklı olan, benzerlerinin ölümünden inceleme ve kıyas yoluyla delil getirerek kendinin öleceğini de şüphesiz bilir ki bu ilme'l-yakîndir.

İkincisi: Ölüme çok yaklaştığında melekleri açıkça görmesiyle ölümü bilir ki bu da ayne'l-yak îndir.

Üçüncüsü: Tam öldüğü andaki biliştir ki, o da hakka'l-yakîndir. Önce ilme'l-yakîn, ayne'l-yakîn malumu olan yakîn o zaman kendisi olarak tahakkuk etmiştir. İlme'l-yakîn, bu üç mertebeye âmm olarak da kullanılır. Bu mânâlarla ilm-i yakîn ve ilm-i mevt (ölüm bilgisi) deyimi, mesela matematik ilmi, tıp ilmi, hayat ilmi, ruh ilmi (psikoloji), din ilmi, felsefe ilmi deyimleri kabilinden olarak

mânâ: Yakın bilgisini, ölüm bilgisini hakkıyla bilseniz de o ilim ile ilerisini, sonuçtaki cezayı bilseniz! demek olur. Sonra, bütün tefsirciler burada in cevabının hazfedilmiş olduğunda ittifak etmiş görünüyorlar. Ancak takdirinde bir-iki vecih söylemişlerdir:

1- Eğer ilerisini şüphesiz ilimle bilseniz öyle yapmazdınız, mal çokluğu ile öğünme sizi oyalamazdı, diye, öneri ile tayindir.

2- Zihinler mümkün olabilen her şekli düşünsün diye kapalı bir şekilde korkutmayı en yüksek derecede büyütmek üzere haziftir ki, eğer ilerisini şeksiz ilimle bilseniz neler neler yapardınız, yani öyle çalışır, öyle işler yapardınız ki, şimdi onun içeriği tarif ve tavsife sığmaz. Fakat biliyorsunuz, bilgisizlik ve gurur ile yanlış gidiyorsunuz, çokla öğünmek ve gururlanmakla vakit geçiriyorsunuz, demek olur. Tahkik ehlinin tercihleri de bu ikinci vecihtir.

Birçok k imseler ilim denilince, ilmin lafını etmek, onunla düşük ve fani maksatlar elde etmek zanneder. Lafıyla öğünmek ve çokla gururlanmayı, ilmi ve ilmin adını düşük maksatlar için kullanmayı hüner sayar. Halbuki düşünülürse, tefsircilerin hatırlattıkları vec h ile, bu âyette âlimlere çok büyük tehdit vardır. Zira bu âyet gösterir ki, çokla öğünmenin sonundaki âfet ve felakete kesin ilim hasıl olsaydı çokla öğünme ve gururlanmadan vazgeçerlerdi. Bu ise suçu gerektirir: Demek ki, çokla öğünme ve gururlanmayı terk e tmeyenlerde yakîn (kesinlik) hasıl olmaz. O halde ilmin gerçeğini sezmeyerek kötüye kullanan, bildiklerine imanı olmayan, bilgisiyle ilme yaraşır amelde bulunmayan, onunla beraber bilgin adını taşımak isteyenlerin vay haline, vay haline. İlmin şartlarında n birisi ve hatta en birincisi güzel amellerin en şiddetli uyarıcılarından olmasıdır. O, amel zamanında önünde bulunursa rehber, teşvikçi, öğütçü olur. Amel vakti geçtikten sonra olursa, o vakit de hasret ve nedamet olur. Bu hasret şöyle bir misal ile temsil edilir: Bir yolcu kâfilesi karanlık bir yerden geçmişler. Geçerken ayaklarına ilişen birtakım taşlardan zahmet çekmişler. Bir çokları sadece o zahmetten bir an önce sıyrılıp çıkmayı düşünerek geçip gitmişler, bazıları da o karanlıkta onlardan biraz alı p ceplerine, torbalarına koymuşlar. Sonra karanlıktan çıktıkları vakit bakmışlar ki o taşlar cevahir (kıymetli taşlar) imiş. O zaman her iki kısım da hasret ve nedametle ah çekmiş. Almış olanlar, "ah niye daha çok almadık" diye gam yemişler. Almayanlar da: "ah niye biz hiç almadık" diye çırpınıp dövünmüşler. İşte kıyamet günü kıyamet ehlinin hali bunun gibi olacaktır. Çalışanlar, "niye daha iyi çalışmadık" diye; çalışmayanlar da, "niye biz çalışmadık" diye üzüleceklerdir. Onun için gençler, hayat ve memat

( ölüm) için karanlıkları aydınlatacak olan yakîn ilmine (kesin ilme) çalışmalı, ilmi olanlar da güçleri yetebildiği kadar bilgilerini ahirette işlerine yarayacak, tartılarında ağır basacak güzel ameller yapmak için tatbik ve icraya çalışmalı, dünya zevki g e çirmeye, dünyada kalacak servetler toplamaya uğraşmamalı, kazançlarını hak ve hayır uğrunda sarfetmelidirler. Zira bu dünya eğlenecek yer değildir, istikbal geçidi, sırat çok tehlikelidir. Buyuruluyor ki:

Vallahi o cehennemi muhakkak göreceksiniz. O cehennem, önceki sûredeki "haviye" (çukur), nâr-ı hamiye denirken kızgın ateştir. Bununla o tefsir edilmiş, cehennem ateşi demek olduğu da anlatılmıştır. İlk bakışta bu âyet yukarıki in cevabı ve lâm-ı ibtidaiye (başlama lâmı) sanılır. Fakat öyle değ i ldir. Demin açıklandığı üzere in cevabı hazfedilmiş, bu "lâm", kasem (yemin) için olarak, cümle, hazfedilmiş cevabın sebebi olmak üzere baştan tehdittir. Bunun doğrudan doğruya e cevap olmamasının sebebini tefsirciler şöyle izah etmişlerdir. Zira " edatı bir şeyin imkânsız oluşu sebebiyle diğer bir şeyin de imkânsızlığını ifade içindir." Yani asıl vaz'ı şartının vuku bulmamasından dolayı cevabının vuku bulmadığını ifade içindir. Şu halde bu cümle ona cevap olsaydı, mânâ: kesin ilim (ilm-i yakîn) b u lunmadığından dolayı o cehennemin görülemediğini anlatmaktan ibaret olurdu. Durum bu ise sözün cereyanından ve bundan sonraki âyetlerin devamından anlaşılıyor ki maksat, o cehennemin, şimdi niçin görülmediğini beyan değil, ilerde muhakkak olarak görüleceğini beyan etmekle korkutmadır. Bu ise bunun e cevap değil, başlı başına ibtida-i kelâm (kelâm başlangıcı) olduğuna karinedir. Bu şekilde de lâmın kasem için olması açıktır. Gerçi bunu e cevap yaparak ve görmeyi ilim mânâsına, kalp görmesine yorar a k, dolayısıyla o korkutma ve tehdit mânâsını anlamak da mümkündür. "Eğer kat'i ilimle bilesiniz, elbette o cehennemi görecektiniz, yani göreceğinizi muhakkak bilecek anlayacaktınız, fakat bilmiyorsunuz. Onun için şimdi görmüyor, anlamıyorsunuz. Ama ilerde göreceğiniz muhakkak" demek olabilir. Fakat bu daha dolambaçlı, daha uzun bir yoruma ve takdir olur. Öbürü ise daha sade ve daha açıktır.

6. "Hayır öyle değil." Önceki yasaklamaları bir daha te'kiddir. Râzî der ki: "Bu iadenin güzel oluşu, çünkü her yerde 'ya diğer yerlerindekinden başka bir şey takip ettirmiştir. Bu şöyle demek gibidir: Yapmayın azabı hak etmiş olacaksınız, yapmayın daha diğer zararlara giriftar olacaksınız. Bu gibi tekrarlar ise belagatçılar katında çirkin değil, güzeldir, fa y dalıdır. Fakat Hasen'den rivayet edildiği üzere bu üçüncü 'nın "hakikaten, gerçekten" mânâsına olması da yakışır, yani doğrusu . Yakîn (kesin bilgi) ile bilesiniz. Dilimizde Arapça'dan olan "yakîn" ile sırf Türkçe olan "yakın" kelimelerini birbirine k a rıştırmamak gerekir. Türkçe "yakın", Arapça "karib" demek olduğu malumdur. Bununla beraber Arapça olan "yakîn" de dilimize öyle mal olmuştur ki, çokları Türkçe "yakın"ı bile Arapçası gibi yazarlar. Bu kelimenin ilim ve edebiyat ıstılahımızda kıymeti çok b ü yüktür. Bütün ilim ve fende aranan gaye bu yakîne ermektir. Onun için "ilme'l-yakîn", "ayne'l-yakîn", "hakka'l-yakîn" deyimleri de birer klişe olmuştur. Yukarılarda da geçtiği

üzere "yakîn" aslında şeksiz ve tereddütsüz ilim mânâsına "yakn" gibi masdar veya mübalağalı ism-i fail olup ilmin sıfatından olarak bilinmektedir. "Müteyakkan" (şeksiz şüphesiz bilinen) mânâsına malumun sıfatı olarak da kullanılır. Özellikle "ölüm"ün de ismi olmuştur. Rağıb der ki: İlmin sıfatı olan yakîn, anlayışın sebatıyle nefs i n sükunudur. Marifetin, dirayetin ve benzerlerinin üstündedir. İlm-i yakîn (kesin bilgi) denilir, marifet-i yakîn denilmez. Seyyid'in beyanına göre de sözlükte yakin, şek ve şüphe olmayan ilimdir. İstılahta, "o şey öyledir diye öyle inanmaktır ki, başka t ürlü olması mümkün değil, inancı ile beraber olaya uygun ve yok olması mümkün olmayan bir inanç ola. (Bu tarifin, ilme'l-yakîn, ayne'l-yakîn, hakka'l-yakîn mertebelerinin açıklaması hakkında Bakara Sûresi'nde "Onlar ahirete de kesinlikle inanırlar." (B a kara, 2/4) ve Vâkıa Sûresi'nde "İşte kesin gerçek budur." (Vâkıa, 56/95) âyetlerinde söz geçmişti. Oraya bkz.). Burada şunu söyleyelim ki, bu âyette mef'ul-i mutlak "kesin bilgi" tamlamasında yakînın üç mânâsına göre üç ihtimal vardır:

Birinc isi: Yakîn ilmin sıfatı olmak mânâsıyla mevsufun sıfata veya âmmın hassa izafeti kabilinden olmasıdır ki, yakîn ilim, yakîn denilen sağlam biliş demektir.

İkincisi: İlmin malumuna izafeti kabilinden olmasıdır ki, emr-i müteyakkane yani şeksiz malumunuz bulunan şeyleri bilirsiniz gibi demektir. Tefsircilerin pekçoğu bu mânâyı söylemişlerdir.

Üçüncüsü: "el-Yakîn", mevt (ölüm) mânâsına olarak ölümü bilmek, ölümü biliş, yahut ölüm ilmi, ölüm bilgisi ile ilerisini bilseniz, demek olur. Bazı tefsirciler de burada bu mânâyı vermişlerdir.

İnsanların ölümü bilişleri üç mertebededir:

Birincisi: Her aklı olan, benzerlerinin ölümünden inceleme ve kıyas yoluyla delil getirerek kendinin öleceğini de şüphesiz bilir ki bu ilme'l-yakîndir.

İkincisi: Ölüme çok yaklaştığında melekleri açıkça görmesiyle ölümü bilir ki bu da ayne'l-yakîndir.

Üçüncüsü: Tam öldüğü andaki biliştir ki, o da hakka'l-yakîndir. Önce ilme'l-yakîn, ayne'l-yakîn malumu olan yakîn o zaman kendisi olarak tahakkuk etmiştir. İlme'l-yakîn, bu üç mertebeye âmm olarak da kullanılır. Bu mânâlarla ilm-i yakîn ve ilm-i mevt (ölüm bilgisi) deyimi, mesela matematik ilmi, tıp ilmi, hayat ilmi, ruh ilmi (psikoloji), din ilmi, felsefe ilmi deyimleri kabilinden olarak

mânâ: Yakın bilgisini, ölüm bilgisini hakkıyla bilseniz de o ilim ile ilerisini, sonuçtaki cezayı bilseniz! demek olur. Sonra, bütün tefsirciler burada in cevabının hazfedilmiş olduğunda ittifak etmiş görünüyorlar. Ancak takdirinde bir-iki vecih söylemişlerdir:

1- Eğer ilerisini şüphesiz ilimle bilseniz öyle yapmazdınız, mal çokluğu ile öğünme sizi oyalamazdı, diye, öneri ile tayindir.

2- Zihinler mümkün olabilen her şekli düşünsün diye kapalı bir şekilde korkutmayı en yüksek derecede büyütmek üzere haziftir ki, eğer ilerisini şeksiz ilimle bilseniz neler neler yapardınız, yani öyle çalışır, öyle işler yapardınız ki, şimdi onun içeriği tarif ve tavsife sığmaz. Fakat biliyorsunuz, bilgisizlik ve gurur ile yanlış gidiyorsunuz, çokla öğünmek ve gururlanmakla vakit geçi riyorsunuz, demek olur. Tahkik ehlinin tercihleri de bu ikinci vecihtir.

Birçok kimseler ilim denilince, ilmin lafını etmek, onunla düşük ve fani maksatlar elde etmek zanneder. Lafıyla öğünmek ve çokla gururlanmayı, ilmi ve ilmin adını düşük maksatlar için kullanmayı hüner sayar. Halbuki düşünülürse, tefsircilerin hatırlattıkları vechile, bu âyette âlimlere çok büyük tehdit vardır. Zira bu âyet gösterir ki, çokla öğünmenin sonundaki âfet ve felakete kesin ilim hasıl olsaydı çokla öğünme ve gururlanmad a n vazgeçerlerdi. Bu ise suçu gerektirir: Demek ki, çokla öğünme ve gururlanmayı terketmeyenlerde yakîn (kesinlik) hasıl olmaz. O halde ilmin gerçeğini sezmeyerek kötüye kullanan, bildiklerine imanı olmayan, bilgisiyle ilme yaraşır amelde bulunmayan, onunl a beraber bilgin adını taşımak isteyenlerin vay haline, vay haline. İlmin şartlarından birisi ve hatta en birincisi güzel amellerin en şiddetli uyarıcılarından olmasıdır. O, amel zamanında önünde bulunursa rehber, teşvikçi, öğütçü olur. Amel vakti geçtikten sonra olursa, o vakit de hasret ve nedamet olur. Bu hasret şöyle bir misal ile temsil edilir: Bir yolcu kâfilesi karanlık bir yerden geçmişler. Geçerken ayaklarına ilişen birtakım taşlardan zahmet çekmişler. Bir çokları sadece o zahmetten bir an önce sı y rılıp çıkmayı düşünerek geçip gitmişler, bazıları da o karanlıkta onlardan biraz alıp ceplerine, torbalarına koymuşlar. Sonra karanlıktan çıktıkları vakit bakmışlar ki o taşlar cevahir (kıymetli taşlar) imiş. O zaman her iki kısım da hasret ve nedametle a h çekmiş. Almış olanlar, "ah niye daha çok almadık" diye gam yemişler. Almayanlar da: "ah niye biz hiç almadık" diye çırpınıp dövünmüşler. İşte kıyamet günü kıyamet ehlinin hali bunun gibi olacaktır. Çalışanlar, "niye daha iyi çalışmadık" diye; çalışmayanl a r da, "niye biz çalışmadık" diye üzüleceklerdir. Onun için gençler, hayat ve memat

(ölüm) için karanlıkları aydınlatacak olan yakîn ilmine (kesin ilme) çalışmalı, ilmi olanlar da güçleri yetebildiği kadar bilgilerini ahirette işlerine yarayacak, tartılarında ağır basacak güzel ameller yapmak için tatbik ve icraya çalışmalı, dünya zevki geçirmeye, dünyada kalacak servetler toplamaya uğraşmamalı, kazançlarını hak ve hayır uğrunda sarfetmelidirler. Zira bu dünya eğlenecek yer değildir, istikbal geçidi, sırat çok tehlikelidir. Buyuruluyor ki:

Vallahi o cehennemi muhakkak göreceksiniz. O cehennem, önceki sûredeki "haviye" (çukur), nâr-ı hamiye denirken kızgın ateştir. Bununla o tefsir edilmiş, cehennem ateşi demek olduğu da anlatılmıştır. İlk bakışta bu âyet yukarıki in cevabı ve lâm-ı ibtidaiye (başlama lâmı) sanılır. Fakat öyle değildir. Demin açıklandığı üzere in cevabı hazfedilmiş, bu "lâm", kasem (yemin) için olarak, cümle, hazfedilmiş cevabın sebebi olmak üzere baştan tehdittir. Bunun doğrudan doğruya e cevap olmamasının sebebini tefsirciler şöyle izah etmişlerdir. Zira " edatı bir şeyin imkânsız oluşu sebebiyle diğer bir şeyin de imkânsızlığını ifade içindir." Yani asıl vaz'ı şartının vuku bulmamasından dolayı cevabının vuku bulmadığını ifade içindir. Şu halde bu cümle ona cevap olsaydı, mânâ: kesin ilim (ilm-i yakîn) bulunmadığından dolayı o cehennemin görülemediğini anlatmaktan ibaret olurdu. Durum bu ise sözün cereyanından ve bundan sonraki âyetlerin devamından anlaşılıyor ki maksat, o cehennemin, şimdi niçin görülmediğini beyan değil, ilerde muhakkak olarak görüleceğini beyan etmekle korkutmadır. Bu ise bunun e cevap değil, başlı başına ibtida-i kelâm (kelâm başlangıcı) olduğuna karinedir. Bu şekilde de lâmın kasem için olması açıktır. Gerçi bunu e cevap yaparak ve görmeyi ilim mânâsına, kalp görmesine yorarak, dolayısıyla o korkutma ve tehdit mânâsını anlamak da mümkündür. "Eğer kat'i ilimle bilesiniz, elbette o cehennemi görecektiniz, yani göreceğinizi muhakkak bilecek anla y acaktınız, fakat bilmiyorsunuz. Onun için şimdi görmüyor, anlamıyorsunuz. Ama ilerde göreceğiniz muhakkak" demek olabilir. Fakat bu daha dolambaçlı, daha uzun bir yoruma ve takdir olur. Öbürü ise daha sade ve daha açıktır.

7. Sonra yemin olsun ki cehennemi yakin gözüyle göreceksiniz. Bu "ayne'l-yakîn" (yakîn gözü) tamlamasındaki "ayn"da iki vecih vardır. Birisi: "Ayn", göz mânâsına olmasıdır. Yakîn gözüyle, açıkça, önünüzde göreceksiniz, demek olur. Rü'yet (görmek)den zahir olan budur. Bu şekilde önceki görmek (rü'yet) tehdit, ikinci rü'yet mahşerde, sıratta görme demektir. Diğeri de "ayn", zat mânâsına olmaktır ki yakînin zatından, kendisinden ibaret

olan bir görüşle göreceksiniz, demek olur. Tefsircilerin çoğu burada mânâ bu olduğunu söylemişlerdir. Bu ise hakka'l-yakîn mânâsının aynı demektir. Bunda bilen, biliş, bilinen, gören, görüş ve görünen hep aynı şey olarak birleşmiş olur. Böyle biliş ve görüş de Allah korusun ancak o cehenneme girmekle olur. Onun için buna göre de demişlerdir ki, önce k i rivayet (görüş), ortaya çıkış esnasında, sonraki görüş girme esnasındadır.

8. Sonra vallahi o gün o nimetlerden muhakkak sorulacaksınız.

Naîm , kendisiyle tad alınan her türlü nimeti içerir. Hayat, sıhhat ve afiyet ve hatta içilen bir yudum tatlı, soğuk su da bunda dahildir. Sözün gelişine göre hitap, malla öğünme kendilerini oyun ile oyalamış olanlara; o nimetlerden maksad da öyle oyun ve gafletle tadılarak ve nimetlenerek dinden veya dinin görevleri ve sorumluluklarından alıkoyan nime t ler olmak açık görünür. Bu şekilde sorudan, sorgudan maksat da, o gün elden gidecek olan o nimetleri başa kakmak, onların acılarını, azaplarını çektirmektir. Onun için "Keşşâf"ta der ki: "İnsanın sorumlu olacağı ve cezalandırılacağı nimetler nedir? Çünkü hiçbir nimeti olmayan kimse yoktur, dersen, derim ki: O bütün himmeti lezzetlerini elde etmeye sarfedilmiş olan, ancak hoş yemek ve yumuşak giyinmek, vakitlerini eğlence ve oyunla geçirmek için yaşayan; ilim ve amele, layık oldukları önemi vermeyen; nefs i ne onların zorluklarını yüklemek istemeyen kimselerin nimetleridir. Fakat Allah Teâlâ'nın sırf kulları için yarattığı nimeti ve rızıkları ile faydalanıp, onlarla ilim tahsiline ve gereğince güzel ameller yapmaya çalışmak için kuvvet alan ve şükrünü yerine getirmeye çalışan kimseler ondan hariçtir. Resul-i Ekrem (s.a.v.) hazretleri rivayet olunduğu üzere ashabıyla bir hurma yiyip, üzerine su içtiklerinde "Bizi doyuran, suya kandıran ve müslümanlar olarak yaratan Allah'a hamdolsun." diye hamdederek buna işaret buyurmuştur.

Bunda dinden büsbütün gaflet eden kâfirler dahil olduğu gibi, dinî yükümlülüklerden gaflet eden fasık müminler de dahil olur. Yani bunlar, hep o nimetlerden sorumlu olacaklardır. Şükrünü bilen salih müminler değil. Beydâvî bunu şöyle özetlemiştir: "Naim (nimetler), yani o sizi oyalayan nimetler demektir. Hitap, dünyası dininden alıkoyan her kimseye, naim de onu işgal edene

mahsustur. Çünkü karine ve "De ki: 'Allah'ın kulları için var ettiği zineti ve temiz rızıkları kim haram etti?" (A'râf, 7/32) gibi birçok nasslar ona delalet eder. Bununla beraber ikisi de geneldir. "Herkes şükründen sorumlu olacaktır." da denilmiş; "Âyet, kâfirlere mahsustur." da denilmiştir. Hakikatte Hasen, Mükatil ve İbnü Abbas'dan rivayet edilerek bazı t efsirciler bu sûredeki hitapların kâfirlere, bundan dolayı bu âyetteki sorunun da cezalandırma sorusu olarak onlara mahsus olduğuna kani olmuşlardır. "Biz hiç, bir nankörden başkasını cezalandırır mıyız?" (Sebe', 34/17) buyurulmuş olmasıyla da delil ge t irmişlerdir. Fakat bundan maksad nimeti inkâr etme olduğuna göre önceki mânâya eşit olur. Diğer bir kısım tefsirciler de sûrenin sonundaki bu hitabın gerek kâfir, gerek mümin, gerek fasık, gerek salih bütün insanlara ait bir hitap, naimin de her nimeti i ç eren nimetler cinsi olduğunu söylemişlerdir. Bu şekilde sorudan maksat, yalnız başa kakmak için azarlama ve ceza sorgusu demek olmayıp, inkâr veya şükrü ortaya çıkaran ve ona göre ya ceza veya mükafat ile neticelenecek olan soru demek olur. Buna bir hayli haberlerle delil getirmişlerdir. Bu cümleden olarak: Tirmizî'nin Abdullah b. Zübeyr'den, babasından rivayet ettiği üzere âyeti nazil olduğu zaman Zübeyr b. Avvam (r.a.): Ey Allah'ın Resulü! Biz hangi nimetlerden sorgulanacağız? "O iki karadan ibaret: H urma ve su!" demişti. Resulullah: "Haberiniz olsun ki o olacak." buyurdu. Ebu Hüreyre'den rivayette: "İnsanlar ey Allah'ın Resulü, biz hangi nimetlerden sorgulanacağız? Onlar iki siyahtan ibaret düşman hazır, kılıçlarımız boyunlarımızda, demişlerdi. Res u lullah: "Muhakkak bu olacaktır" buyurdu. Tirmizî öncekine hasen ve ikinciden çok sahih, demiştir. Yine Ebu Hureyre'den: Resulullah (s.a.v) buyurmuştur ki: Kıyamet günü ilk önce sorulacak (yani kula nimetlerden sorulacak ilk soru) ona: Biz senin cismine sıhhat vermedik mi? Ve seni soğuk suya kandırmadık mı? denilmektedir. Tirmizî buna, "garib" demiştir. Hz. Ömer'den rivayet olunmuştur: Hangi naimden sorulacağız ey Allah'ın Resulü? Halbuki memleketimizden ve mallarımızdan çıkarıldık." demişti. Resulullah da, sizleri sıcaktan ve soğuktan koruyan meskenlerin,

ağaçların, çadırların gölgeleri ve sıcak günde soğuk su, buyurmuştur. "Kendi yurdunda emniyette, bedeni afiyette, gününün azığı yanında olan kimse sanki dünya tamamiyle ona tahsis edilmiş, onun olmuş gibidir." hadisi de ona yakındır.

Bir de Resulullah zamanında bir genç müslüman olmuştu. Resulullah ona Sûresini öğretmişti. Sonra da onu bir kadınla evlendirmişti. Kadının yanına girip de büyük bir cehiz ve birçok nimet görünce, "ben bunları istemem" diyerek çıktı gitti. Peygamberimiz sebebini sorunca: "Sen bana "Sonra o gün nimetlerden muhakkak sorulacaksınız." diye öğretmedin mi? Ben onların cevabını vermeye güç yetiremem." dedi, diye rivayet edilmiştir. Ve Enes'den rivayet edilmiştir ki: Bu âyet nazil olduğu zaman bir muhtaç kalkmış, "Benim üzerimde nimetten birşey var mı?" demişti. Resulullah "gölge, iki nalın, soğuk su" buyurdu.

Bu hususta rivayet edilen haberlerin en yaygını, Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, Nesaî, İbnü Mâce ve daha diğerlerinin Ebu Hureyre'den rivayet ettikleri şu hadistir: Bir gün Hz. Peygamber (s.a.v.) dışarı çıkmıştı. Ebu Bekir, Ömer (r. anhüma)'e rastladı. "Bu saatte sizi evlerinizden çıkaran nedir?" buyurdu. "Açlık ey Allah'ın Resulü." dediler. "Nefsim yed-i kudre t inde olan yüksek zata yemin ederim ki, beni de sizi çıkaran çıkardı. Öyle ise "kalkın" buyurdu. O'nun emrinde kalktılar, Ensar'dan bir zatın evine gittiler. Vardılar ki o, evinde yok, hanım: "Buyurun, merhaba" dedi, Peygamber (s.a.v): "Filan nerdedir?" bu y urdu. "Bize iyi su almaya gitti." dedi. Derken Ensarî geldi, Peygamber'i ve iki arkadaşını görünce: "Allah'a hamdolsun, bugün benden daha kerim (şerefli) misafirli kimse yok." dedi, hemen gitti, bir hurma dalı getirdi, koruğu da hurması da vardı. " Bundan buyuradurun." dedi ve kendisi bıçağı aldı, "Resulullah, sağılır sakın kesme!" buyurdu. O hemen onlar için bir koyun kesti, o koyundan ve o hurmadan yediler ve su içtiler. Ne zaman ki doydular ve kandılar, Resulullah (s.a.v.) Ebu Bekir ve Ömer'e bu y urdu ki: "Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki kıyamet günü bu nimetten sorulacaksınız".

İbnü Hibban'ın ve İbnü Merduye'nin İbnü Abbas'dan rivayetlerinde de:

Nebi (s.a.v.) ve iki arkadaşı Ebu Eyyüb el-Ensarî hazretlerinin evine gittiler, hanım: "Merhaba Allah'ın Nebisi (s.a.v.) ve yanındakiler!" dedi. Derken Ebu Eyyüb geldi bir hurma salkımı kesti, Hz. Peygamber: "Bunu bizim için niye kestin meyvesinden toplasaydın ya!" buyurdu. "Ey Allah'ın Resulü hem kuru hurmasından, hem tam olgunlaşm a yanından, hem olgun tazesinden yemenizi arzu ettim." dedi. Sonra bir oğlak kesti, yarısını kebap etti, yarısını pişirdi, Peygamber'in huzuruna getirip koyduğu zaman oğlaktan biraz aldı, onu bir yufkaya koydu da: "Ey Eba Eyyüb! Bunu Fatıma'ya yetiştir, zir a günlerden beri o böylesini tatmadı." buyurdu. Ebu Eyyüb de onu Fatıma (r.anha)'ya yetiştirdi. Ne zaman ki yediler ve doydular, Nebi (s.a.v.): "Ekmek, et, hurma, henüz olgunlaşmamış hurma, olgun taze hurma." buyurdu ve mübarek gözleri yaşardı, "nefsim kud r et elinde olan yüce Allah'a yemin ederim ki işte bu sorulacağınız nimetlerdir, Allah Teâlâ "Sonra o gün nimetlerden muhakkak sorulacaksınız." buyurdu, bu işte o kıyamet günü sorgulanacağınız nimetlerdir." dedi. Bu, ashabına ağır geldi. Bunun üzerine P e ygamber (s.a.v.) buyurdu ki: "Böylesine rastlayıp da el sürdüğünüz zaman "Allah'ın adıyla" deyin; doyduğunuz zaman da: "Hamdolsun Allah'a ki bizi doyurdu, nimetler verdi ve lütfuyla ihsan buyurdu." deyiniz, çünkü bu ona yeterlidir".

Daha bunlar gi bi hadislerden dolayı bu sorunun mümin ve kâfire genel olduğunu söylemişlerse de, bu son hadis Keşşaf'ın da seçmiş olduğu üzere şükredenlerin bu sorudan kurtulacaklarına delalet etmektedir. Fakat İmam Râzî "Tefsir-i Kebir"inde demiştir ki: Doğru olan, sor u nimetlerin, gerek lüzumlu olanlar ve gerek olmayanlar, hepsinden mümine ve kâfire genel olmasıdır. Çünkü Allah Teâlâ'nın lütfettiği şeylerin hepsi onun isyanına değil, itaatine sarfedilmek vaciptir. O halde soru da hepsinden vaki olur. Bunu, rivayet olu n an şu nebevi hadis de tekit eder: "Kıyamet gününde dört şeyden sorgulanmadıkça, kulun ayakları kımıldamaz: Ömründen; onu ne ile yoketti. Gençliğinden; onu nerede çürüttü. Malından; onu nereden kazandı ve nereye sarfetti. İlminden; onunla ne yaptı." Zira Peygamber (s.a.v.)'in bu zikrettiklerinde her nimet dahil olur. Bununla beraber Râzî şunu da hatırlatmıştır: Fakat kâfire olan soru, azarlama sorusudur, çünkü o şükrü terketmiştir. Mümine olan

soru, şereflendirme sorusudur, çünkü şükür ve itaat etmiştir.

Bunun özeti, burada sorumluluğun mânâsı, her nimetin kötü kullanılmasına; yerine sarfedilip edilmediğine göre sevap ve ceza gerektirmesi mânâsına, borçlanmanın hükmü olan sorumluluk demek olur. Bu sorumluluk ise gerek kâfir, gerek mümin her mükellef için şüphesizdir. Görevini yerine getirmeyip nimeti kötüye kullanan ceza için sorumlu, görevini güzel yapanlar da ecir ve sevap ile ödüllendirilmek için sorumludur. Hiçbiri ihmal edilecek değildir. Ve şüphe yok ki, nimet ne kadar çok olursa, görevi de o ora n da çok ve zor, sorumluluğu da o oranda büyük ve ağır olur. Onun için burada çokla öğünmenin oyalaması bahis konusu olmuştur. Onun için Resulullah ve ashabı geçimlerinde ümmetin en fakirleriyle düşüp kalkarak çokla öğünmekten son derece çekindirmişlerdir. Y ukarılarda da bilindiği üzere Hz. Peygamber ve Hz. Ebu Bekir zarurî fakirlik ile fakir değillerdi. Zikredilen o açlık halleri bütün ellerindekini Allah için ümmetin ihtiyaçlarına sarfetmekten haz duydukları isteğe bağlı fakirlik ile kerem ve sabır haller i idi. İsra Sûresi'ndeki "Sakın eli boynuna kelepçelenmiş gibi cimri olma. İsrafa dalarak da elini tamamen açma, sonra kınanır açıkta kalırsın." (İsrâ, 17/29) âyeti de bu gibi sebeplerle iktisadı tavsiye ederek nazil olmuştu. Şu halde görevli olmanın bir gereği demek olan sorumluluk, yalnız kâfirlere mahsus olamaz, elbette müminlere de şamildir. Bununla beraber Râzî'nin pek mutlak olan genellemesinde de birkaç noktada problem vardır:

Birinci olarak: "Kim mecbur kalırsa (başkasına) saldırmadan ve sınırı aşmadan (haram kılınanlardan) yemesinde bir günah yoktur." (Bakara, 2/173) âyeti gereğince zaruret hallerinde günah kaldırılmış olduğundan dolayı zaruret ölçüsünde sorumluluk kalkıyor demektir. Şu halde zaruret derecesi soru ve hesaptan istis n a veya tahsis edilmek gerekir. Nitekim "Zevaid-i Zühd"de Abdullah b. İmam Ahmed'in ve Deylemî'nin Hasen'den naklettikleri şu hadis de buna delalet eder. Resulullah (s.a.v.) buyurdu ki: Demiş: "Üç şey, kul onlarla sorgulanmaz: Gölgeleneceği bir çatı gölg e si ve belini kuvvetlendireceği bir ekmek kırığı ve avret yerlerini örteceği bir elbise". Bu şekilde Râzî'nin nimeti mutlak kabul etmesi üzere "malabudde minhu"den genellemesi cay-ı nazardır.

İkinci olarak: Asıl korkulacak mesele azarlama ve ceza sorusudur. Bunu ise Râzî, kâfirlere tahsis etmiş olmakla genelleştirmiş değil, "hitap, kâfirleredir" diyenlere iştirak etmiş oluyor:

Üçüncü olarak: Azarlamanın sebebini açıklarken şükrü terketmenin ve şeref vermenin sebebini şükür ve itaat ile talil ediyor, halbuki şükür ve itaat eden kamil mümindir. Fasık, mümin olmakla beraber itaatsizlik etmiş, eğlence ve çokla öğünmeye kapılmıştır. O hade azarlama sorusu da yalnız kâfirlere mahsus olmayıp fasıkları, asileri de içine alması gerekir. Görevli olmanın ge r eği sorumluluk da bunu gerektirir. Şu halde meseleyi "Keşşaf"ın izah ve "Beydâ-vî"nin özetlediği üzere bu âyette azarlama sorusu ve ceza sorusuna, hitabı gerek kâfir, gerek mümin çokla öğünme kendilerini alıkoyanlara, genellemeyi de -ahd lam'ı ile- alıkoy a n nimetlere tahsis ederek anlamak en doğru tefsirdir. Nitekim bundan sonraki Asr Sûresi'ndeki "Ancak iman eden ve güzel amel işleyenler... müstesna." (Asr, 103/3) istisnasıyla bu mânâ tamamen beyan edilmiş ve açıklanmıştır.