24 Haziran 2007 Pazar

ZARİYAT SÜRESİ(MEVDUDİ)

Adı: Surenin ilk kelimesi olan "Ez-Zariyat"dan alınmıştır. Zariyat kelimesiyle başlayan sure anlamına gelir.

Nüzul Zamanı: Konular ve ifade tarzından açıkça anlaşılmaktadır ki bu sure, Hz. Peygamber'in (s.a) İslam'a daveti karşısında yalanlama, alaya alma ithamlarının büyük boyutlara ulaştığı, zulüm ve işkence değirmeninin henüz dönmeye başladığı bir dönemde nazil olmuştur. Bu bakımdan bu surenin de Kaf Suresi'nin nazil olduğu dönemde indiği anlaşılmaktadır.

Konu: Büyük bölümü Ahiret konusundadır. Sonunda Tevhid inancına çağrı yapılmaktadır. Bununla birlikte Hz. Peygamber'in (s.a.) sözlerine inanmamanın ve kendi cahilce (ahmakça) düşüncelerinde ısrar etmenin bu tutumu benimseyen kavimlerin nasıl mahvolduğu insanlara hatırlatılmaktadır.

Ahiret hakkında bu surenin küçük fakat son derece anlamlı ayetlerinde anlatılanlar şunlardır: "İnsan hayatının sonu hakkında insanların çeşitli inançları kendiliğinden açık bir şekilde görüşler getirememekte, aksine hiçbir ilmi dayanakları olmaksızın tahminle ve benzetmelerle bir takım görüş ve nazariyelere dayandığını ispat etmektedir."

Biri, öldükten sonra hayat yoktur demekte, diğeri ölümden sonra hayata inanmakta fakat bunun tenasüh (öldükten sonra ruhun başka bir varlığa geçerek yaşamaya devam etmesi) şeklinde olduğunu iddia etmekte, bir diğeri ahiret hayatını, ceza ve mükafatı kabul etmekte fakat amellerin (davranışların) cezasından kurtulmak için binbir çeşit kurtarıcılar araya sokmaktadır. Böyle büyük ve çok önemli bir konuda insanın, kanaat, görüş ve akidesinin yanlış olması bütün hayatını yanlış yola itecek ve geleceğini de mahvedecektir. İlmi gerçeklere dayanmadan sadece tahmin ve kıyaslara dayanan bir inanç kurmak çok büyük bir ahmaklıktır. Bu durum, bir kimsenin çok büyük bir yanlış anlayış sonucu bütün ömrünü kör bir gaflet içinde geçirip öldükten sonra aniden hiç hazırlıklı olmadığı bir olayla karşılaşması demektir. Böyle konular hakkında doğru kanaat elde etmenin tek bir yolu vardır. O da insanların ahiret hakkında Allah'tan vahiy yoluyla elde ettikleri bilgiyi dikkatle incelemeleridir. Yeryüzü ve gök düzenine hatta kendi varlığına dikkatle bakarak bunları basiretle incelediği takdirde, bu bilginin doğru olduğunu ispat eden delilleri her yerde görecektir. Bu arada rüzgar ve yağmur düzeni, yeryüzünün yaratılışı ve oradaki diğer (bütün) mahlukları, insanın kendi varlığını, gökyüzünün yaratılışı ve dünyanın bütün çift olarak yaratılan varlıkları, ahiretin birer ispatı olarak öne sürülmüşlerdir. Ve insanlık tarihi de kainat düzeninde yapılan herşeyin bir karşılığı olduğunu gösteren örneklerle doludur. Kur'an'da bunlar seçilerek belirtilmiştir.

Daha sonra insanlar tek Allah'a inanmaya çağrılarak kısa bir ifade ile buyurulmuştur ki: Allah sizi başkalarına kulluk için değil, ancak kendisine kulluk etmeniz için yaratmıştır. O, gıdasını sizden alan ve yardımınız olmadan ilahlığını sürdüremeyen uydurma mabutlarınız (putlar) gibi değildir. O, herkese rızık veren ilahtır, hiç kimseden rızık istemeye muhtaç değildir. O'nun ilahlığı kendi gücüyle kaimdir.

Bunlar arasında şu da belirtilmiştir ki; peygamberlere her ne zaman karşı konulmuşsa akla uygun delillerle değil ancak inat, aksilik ve ahmakça bir gurura dayanarak karşı konulmuştur. İşte bu gün Hz. Muhammed'e (s.a) reva görülen muamelenin itici sebebi serkeşlik ve azgınlıktan başka bir şey değildir. Bundan sonra Hz. Muhammed'in (s.a) bu serkeşlere önem vermemesi, kendi davet ve uyarılarına devam etmesi bildiriliyor. Çünkü Hz. Peygamber'in (s.a) daveti o serkeşlere tesir etmese de iman edenlere faydalıdır.

Serkeşlikte ısrar eden zalimlere gelince, bunlardan önce bu yolda yürüyenler hak ettikleri azabı bulmuşlardır. Bunların hak ettikleri azab da hazırdır.

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1 Tozu dumana katıp savuran (rüzgâr)lara.

2 Derken, ağır yük taşıyan (bulut)lara.1

3 Sonra kolaylıkla akıp gidenlere,

4 Sonra iş(ler)i taksim edenlere2 andolsun.

5 Size va'dedilmekte olan, hiç tartışmasız doğrudur.3

6 Şüphesiz (din) hesap ve ceza da mutlaka gerçekleşecektir.4

AÇIKLAMA

1. Bütün müfessirler "Zariyat" kelimesinden; dağıtan, toz kaldıran rüzgarların kastedildiği görüşünde birleşmişlerdir. Ve "Ağır yük kaldıranlar"'dan da denizlerden milyonlarca ton su buharını bulut şeklinde kaldıran rüzgarlar kastedilmektedir. Bu tefsir Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz. Abdullah bin Abbas, Hz. Abdullah bin Ömer ve Mücahid, Said bin Cübeyr, Hasan Basri, Süddi ve diğerlerinden nakledilmiştir.

2. "Fel Cariyati Yusran" ve "Fel Mükassimati Emran" ayetlerinin tefsirinde müfessirler arasında ihtilaf vardır. Bir grup, bu ikisinden de maksat sadece rüzgarlardır, görüşünü tercih etmişler ve böyle anlamayı uygun bulmuşlardır. Yani bu rüzgarlar bulutları sürüklerler, daha sonra yeryüzünün çeşitli bölgelerine dağıtarak Allah Teala'nın emrine uygun olarak nereye ne takdir edilmişse o kadar suyu dağıtırlar.

İkinci grup da "Fel Cariyati Yüsran" ile hızlı giden gemilerin kastedildiğini ileri sürmüşler ve "Fel Mukassimati Emran" ile "Allah'ın emrine uygun olarak mahlukata kısmetini dağıtan melekler kastedilmektedir" derler.

Bir rivayete göre Hz. Ömer (r.a) bu iki ayetin bu mânâya geldiğini söyleyerek şöyle buyurmuştur: "Eğer ben Peygamber'den (s.a) işitmeseydim bunu söylemezdim".

Buna dayanarak büyük alim Alûsî: "Bu ayetin bunun dışında başka bir mânâya geldiğini ileri sürmek doğru değildir. Başka mânâ verenler yersiz bir cüret sergilemiş olurlar" demiştir. Ancak İbni Kesir, "Bu rivayetin senedi zayıftır" demektedir. Bu bakımdan Rasulullah böyle söylemiştir diyemeyiz.

Sahabe ve Tabiinden sayılan bir topluluğun bu ikinci yorumu naklettiğinde de şüphe yoktur. Fakat müfessirlerden büyük bir topluluk da ilk tefsiri yapmışlardır. Ve bu tefsir, söz dizisine, bu sözün ahengine, ifadenin düzenine daha çok uygunluk göstermektedir. Hindistan alimlerinden Şah Refiuddin, Şah Abdulkadir, Mevlana Mahmud el-Hasan da tercümelerine ilk mânâyı almışlardır.

3. "Tûadûne": Bu iki anlama gelir. Birincisi, "Size va'dedilen", ikincisi, "Kendisiyle tehdit olunduğunuz" şeklindedir. Lüğavi bakımdan her ikisi de geçerlidir. Ancak ikinci anlam, mahal itibariyle daha uygundur. Çünkü burada, hesap gününe inanmayan müşriklere, kafirlere, münafık ve fasıklara seslenilmektedir. Dolayısıyla biz bu fiili, tehdit, ikaz, uyarı anlamında şöyle tercüme ettik: "(Kendisiyle) tehdit olduğunuz muhakkak doğrudur."

4. İşte üzerine yemin edilen o söz budur. Bu yeminden maksat da; emsalsiz bir düzen ve sistemle gözleriniz önünde cereyan eden yağmur yağmasındaki muazzam kanun ve bu kanunda açık bir şekilde müşahede edilen hikmet ve maslahatlar, bu dünyanın milyonlarca seneden beri körükörüne oynanan gayesiz ve mânâsız bir evcilik oyunu olmadığına, bilakis gerçekte her şeyin bir gaye ve maslahata dayalı, son derece hikmetli bir düzen olduğuna şehadet etmektedir. Bu düzende hiçbir şekilde insan gibi bir varlığa akıl, şuur, mantık ve idare tercihlerini vererek insanda iyilik ve kötülüğün ahlaki duygusunu yaratarak ve ona her çeşit iyi, kötü, doğru ve yanlış iş yapma fırsatlarını vererek; sergerdelik, vurdu kaçtılık, mânâsız ve lüzumsuz olarak gönderilmesi mümkün değildir. Ve kendisine verilen kalp, beyin ve beden güçlerinin kendisinden sorulmaması, bunlarla yaptıklarından hesaba çekilmemesi, dünyada iş yapması için kendisine verilen geniş imkanları ve Allah'ın sayısız yaratıklarına hükmetmek için kendisine verilen yetkileri nasıl kullandığından da sorumlu tutulmaması yine mümkün değildir. Her şeyin bir yaratılış gayesi olan bu kainat düzeninde, sadece insan gibi büyük bir varlığın yaratılması nasıl gayesiz olabilir? Herşeyin bir hikmete bağlı olduğu düzende, yalnızca insanın yaratılması nasıl lüzumsuz ve sebepsiz olabilir? Akıl ve şuur taşımayan yaratık türlerinin yaratılmasına sebep ve maslahatı, bu fani alemde tamamlanıp bitmektedir. Bu bakımdan onun hayatı bittikten sonra yok edilmesi tamamen akla uygundur. Çünkü onlara hiçbir irade verilmemiştir ki, hesaba çekilmeleri için yeniden dirilsinler.

Ama akıl, şuur ve irade taşıyan bir yaratık olan insanın yaptığı hareketler sadece bu fani dünya ile sınırlı değil, bilakis ahlaki bir karakter de taşır. Ve bu ahlaki sonuçları doğrudan hareketler dizisi sadece hayatın son demine kadar sürüp, ondan sonra bitmez, öldükten sonra da o hareketlerin ahlâki sonuçlarından sorumlu olur. Sadece onun normal dünya hayatının tükenmesinden sonra, o hayvanlar ve bitkiler gibi nasıl yok edilebilir? Onun kendi iradesiyle yaptığı iyilik ve kötülüklerin karşılığını hak ve adalete tam uygun şekilde bulması gerekir. Çünkü bu diğer varlıkların aksine irade sahibi bir varlık olarak yaratılmasının hikmetinin icabıdır. Onun hesaba çekilmemesi, onun ahlaki hareketlerinin ceza ve mükafatının verilmemesi ve iradesiz yaratıklar gibi ömrünün son bulması ile onun da yok edilmesi halinde şüphesiz bu insanın yaratılması baştanbaşa mânâsız ve lüzumsuz olacaktır. Halbuki herşeyi bir hikmetle yaratan Allah'tan mânâsız bir iş beklenemez. Bununla birlikte ahiretin, hesaba çekilmenin olacağına, bu dört kainat olayı üzerine yemin edilmesinin bir başka sebebi daha vardır. Ahireti inkar edenler öldükten sonraki hayatı şu iddialarla imkansız kabul etmektedirler. Biz öldükten sonra toprağa karışacağız ve her zerremiz toprak içinde darma dağınık olacak, daha sonra bu darmadağınık olan vücut zerreleri bir araya getirilecek, biz de tekrar meydana geleceğiz, bu nasıl mümkün olur diyorlardı. Bu yanlış şüphe, ahiretin varlığına delil olarak gösterilen o dört kainat olayını dikkatle inceledikten sonra kendiliğinden ortadan kalkmaktadır.

Güneş ışınları hararetinin ulaştığı yeryüzünün bütün su birikintilerine tesir etmektedir. Bu olayla sayısız su damlaları uçmakta ve kendi birikintilerinde kalmamaktadırlar. Ama onlar bu birikintilerden uçmakla yok olmamakta, buharlaşarak havada tek tek zerreler halinde kalmaktadırlar. Daha sonra Allah'ın emriyle hava bu buhar zerrelerini toplamakta, sıkışmış bulutlar şeklinde bir araya getirmektedir. Bu bulutları yeryüzünün çeşitli bölgelerine dağıtmakta ve Allah tarafından belirtilen zamanın gelişi ile daha önce olduğu şekilde damlalar halinde yeryüzüne tekrar dönmektedir. Bu manzarayı insan hergün görmektedir. Bu olay, ölen insanların vücutlarının her parçasının Allah'ın tek bir işareti ile biraraya geleceğine ve o insanların daha önce dünyadaki oldukları şekilde diriltileceklerine şehadet etmektedir. Bu zerreler ister toprak içinde ister su içinde isterse havada olsun, mutlaka şu yeryüzü veya onun çevresinde bulunmaktadırlar. Su buharının zerrelerinin havada dağılmasından sonra hava vasıtası ile yeniden toplayıp, onları su şeklinde yağdırarak tekrar yeryüzüne indiren Allah için, insan vücutlarının dağılmış zerrelerini hava, su, toprak içinde toplayıp bir araya getirerek yeniden eski şekillerinde yaratması niçin zor olsun?

7 'Özen içinde yollar ve yörüngelerle donatılmış' göğe andolsun;5

8 Siz, gerçekten birbirini tutmaz bir söz (çelişkili ve aykırı görüşler) içindesiniz.6

9 Ondan çevrilen çevrilir,7

10 Kahrolsun, o 'zan ve tahminle yalan söyleyenler';8

11 Ki onlar, 'bilgisizliğin kuşatması' içinde habersizdirler.9

12 "Hesap ve ceza (din) günü ne zaman?" diye sorarlar.

13 O gün onlar, ateşin üstünde tutulup-eritilecekler.10

AÇIKLAMA

5. Ayette "Zat'il-Hubuk" kelimesi geçmektedir. Hubuk ise yollar demektir. Rüzgarların esmesi ile çöllerin kumlarında ve durgun suların üzerinde meydana gelen dalgalara, yosma yapılmış saçlardaki kıvrımlara da denir. Burada gökyüzüne hubuklu denmesi ya göküzünde dağılmış olan, esen rüzgarlar tesiri ile durmadan değişen ve hiçbir zaman bir şekilde durmayan, birbirine benzemeyen şekiller alan çeşitli bulutlardan veya geceleyin gökyüzüne yayılan ve insanlar tarafından çeşitli şekillerde görülen ve hiçbir kümesinin şekli diğerine benzemeyen yıldızlardan dolayı öyle buyurulmuştur.

6. Bu değişik sözlere karşı, çeşitli şekillerde olan gökyüzüne yemin edilmesi, benzetme bakımındandır. Yani gökyüzünde bulutlar ve yıldızlar kümelerinin nasıl muhtelif şekilleri varsa ve aralarında da bir aynilik bulunmuyorsa ahiret konusunda sizin değişik sözleriniz de işte böyledir. Ve herbiri diğerinden farklıdır... Biri der ki: Bu dünyanın başlangıcı ve sonu yoktur, ezeli ve ebedidir. Ve herhangi bir şekilde dünyanın son bulması, kıyamet kopması da düşünülemez. Kimi der ki: Bu kainat düzeni yaratılmış ve sonradan olmuştur. Bir gün de gelip son bulacaktır.

Ama insan bünyesinden yok olan şeyin daha sonra yeniden eski şeklini alması mümkün değildir. Mümkün kabul eden de vardır, fakat onun da inancı, insan; amellerinin iyi veya kötü sonuçlarının karşılığını bulmak için tekrar bu dünyaya dönecektir, şeklindedir. Kimi cennet ve cehenneme inanmaktadır. Ama bunu tenasuh (ruh göçü) ile karıştırmaktadır. Buna göre, günahkar cehenneme girerek de cezasını çeker, bu dünyada da azap çekmek için yeniden bu dünyaya döner, biçimindedir. Kimi der ki, dünya hayatının kendisi bir azaptır. İnsan nefsinin maddi hayatla ilgisi ona karşı hırsı devam ettiği müddetçe o, tekrar tekrar ölüp dirilerek bu dünyaya gelmeye devam edecektir. Onun hakiki kurtuluşu (NİRVANA) nefsinin tamamen yok olmasından sonradır. Kimi, ahiret, cennet ve cehenneme inanmasına rağmen; Allah'ın kendi biricik oğlunu haç'a gerdirip öldürecek bütün insanların ilk ve ezelî günahının bedelini ödediğini, o oğula iman ettikten sonra kişinin kendi çirkin amellerinin sonuçlarından (azabından) kurtulacağını iddia etmektedirler. Diğer bazı insanlar ahiret, hesaba çekilme ve herşeye iman etmelerine rağmen, Allah katında çok sevgili veya çok güçlü olan bazı büyükleri şefaatçi kabul etmektedirler. Bu dünyada her şeyi yaptıktan sonra bile bu zatların eteğine yapışınca azaptan kurtulabileceklerini kabul etmektedirler. Bu büyük zatlar konusunda, bu inançta olanlar arasında da bir uyuşma yoktur, her zümre kendine ayrı ayrı şefaatçiler edinmişlerdir. İddiaların bu kadar farklı oluşu ve sözlerin birbirini tutmayışı açıkça insan mantığına şunu haykırmaktadır ki; vahiy ve peygamberliğe ihtiyaç duymadan insanın kendisi ve bu dünyanın sonu konusunda kurduğu hayaller, ileri sürdüğü kanaatler ilim dışı hayaller ve kanaatlerdir. Yoksa insan elinde bu konuda hakikaten doğrudan doğruya, kendi başına gerçeği bilme imkanı olsaydı, bu kadar farklı ve çelişkili kanaatler ortaya çıkmazdı.

7. Ayette "Ondan yüz çeviren, Hak'tan yüz çevirendir" cümlesi geçmektedir. Bu cümledeki "anhü" zamirinin iki gidiş yeri vardır. Biri amellerin cezası, diğeri sözlerin çeşitli oluşlarınadır. Birinci hale göre bu ilahi buyruğun maksadı şudur: "Amellerin karşılığı mutlaka görülecektir. Her ne kadar siz bu konuda çeşitli inançlarda iseniz de buna inanmaktan ancak Hak'tan yüz çevirenler çekinirler." İkinci hale göre de denmek istenen şey şudur: "Bu çeşitli sözlerden dolayı ancak haktan yüz çevirenler sapıtırlar."

8. Bu sözlerde Kur'an-ı Kerim çok önemli bir gerçek üzerinde insanı uyarıyor. Tahmin ve benzetmelere dayanarak kanaat kurmak, dünya hayatının basit birtakım meselelerinde bir dereceye kadar geçerli olabilir. Her ne kadar ilim yerine geçmese, ilmi yolla ispatlanmasa bile...

Bütün hayatımız boyunca yaptığımız işlerden dolayı, birine karşı sorumlu ve hesap vermek durumunda mıyız değil miyiz; hesap vermek durumunda isek kimin karşısında, ne zaman ve ne cevap verme durumunda olacağımız, bu cevap vermede başarı ve başarısızlıkların sonuçları ne olacaktır? Bütün bunlar, insanın sadece kendi tahmin ve kanaatine dayanarak bir akide kurması, sonra da bu çürük ipliğe bütün hayat sermayesini sermesi doğru olmaz. Çünkü bu kanaat yanlış çıkarsa bunun mânâsı; "Kendi kendini tamamen mahvetmek olur" demektir. Buna ilaveten bu mesele baştan başa kişinin kendileri hakkında sadece kanaat ve tahminlerle sağlam bir görüş kurabileceği konulardan değildir. Kanaat, insanın duyular dairesi içinde olan konularda geçerlidir. Bu konu ise, hiçbir yönü ile duyular dairesi içine girmemektedir. Bu sebeple bu konu hakkında sağlam bir tahminde bulunulması mümkün değildir. İnsanın his ve idrak gücünün ötesindeki konularda sağlam bir kanaat elde edebilmesinin nasıl olacağına gelince, bunun cevabı Kur'an-ı Kerim'de yer yer verilmiştir. Ve bu sureden de insanın kendi başına doğrudan doğruya hakikate ulaşamayacağı cevabı ortaya çıkmaktadır. Gerçek ve şaşmaz bilgiyi Allah Teala kendi peygamberi vasıtası ile vermektedir. Bu bilginin sağlamlığı hakkında insan kendini şu yolla tatmin edebilir; yer ve gökte, hatta bizzat kendi nefsinde varolan sayısız alametlere bir göz atıp bakması ve sonra benzeri olmayan bir tarzda yaratılanları, peygamberin haber verdiği hakikatleri acaba isbat eden işaretler mi, diye düşünmesi veya diğer insanların ortaya attığı çeşitli görüşleri destekleyen deliller midir diye incelemesi gerekir. İşte bu; Allah ve ahiret hakkında Kur'an-ı Kerim'in bildirdiği ilmi araştırma yoludur. Bu yoldan saparak kendi kanaat ve tahminine göre hareket eden herkes kaybetmiştir.

9.Yani onlar, yanlış tahminlerden dolayı nasıl bir sonuca gittiklerini hiç bilmiyorlar. Bu tahminlere dayanarak bir yol tutanlar dosdoğru felakete gidenlerdir. Ahireti inkar eden bir kişi, hiçbir şekilde hesap vereceğinin hazırlığı içinde değildir. Ve o öldükten sonra hiçbir yeni hayatın olmayacağı hayali içinde boğulmuştur. Halbuki bir gün ansızın tahminlerinin-beklentilerinin tamamen tersine, ikinci hayata gözlerini açar açmaz burada her amelinin hesabını vereceğini anlayacaktır. Ömrünün tamamını, öldükten sonra yine bu dünyaya geri döneceğim hayali ile geçiren herkes, ancak öldükten sonra bütün geri dönüş kapılarının kapandığını öğrenecek, herhangi bir yeni amelle önceki hayatın amellerinin telafi edilebilmesi için hiçbir fırsatın kalmadığını ve önünde başka bir hayatın olduğunu, bu hayatta artık sonsuza dek kendi dünya hayatının sorumluluklarını yükleneceğini de anlayacaktır.

Nefsimi tatmin eder, isteklerini tamamen yerine getirirsem mutlak yok oluş halinde varlık aleminin günahlarının azabından kurtulurum ümediyle kendini felakete atan kimse, ölüm kapısından geçer geçmez, önünde yok oluşu değil, devamlı var oluşu görecektir. Kendisine verilen vücut nimetinin, onu güzelleştirip düzeltmesi yerine, tahrip etmek için bütün gücünü harcamasının hesabını verecektir. İşte böyle birini, Allah'ın oğlunun günahlarının ödeyeceği safsatasına veya herhangi bir büyük zatın şefaatci olacağına güvenmesi sonucu, hayatı boyunca Allah'a isyanla yaşamışsa, Allah'ın huzuruna varır varmaz hiçbir kimsenin günahları ödemeyeceğini ve hiç bir kimsenin kendi gücü ile ya da kendi makbuliyetinden dolayı kimseyi Allah'ın elinden kurtaramayacağını anlamış olacaktır. Evet bütün bu tahmine dayanan inançlar gerçekte birer afyondur ve bu afyonun verdiği uyuşukluk içinde bu insanlar idraksiz ve düşüncesiz kalmışlardır. Bunlar Allah'ın ve peygamberlerin bildirdikleri sağlam bilgiyi bir tarafa atarak içine gömüldükleri cehaletin kendilerini nereye götürdüğünden habersizdirler.

10. Kafirlerin hesap günü ne zaman olacak, diye sormaları, bilgi elde etmek için değildi, alay ve istihza içindi. Bu bakımdan onlara cevap, işte bu ölçü ve ahenk içinde verilmiştir. Bu ahenk, tamamen kötü hareketlerde bulunan birine bu hareketlerden vazgeçmesi için nasihat ederken, bir gün bu hareketlerin kötü akibetine uğrarsın, sonu kötü gelir deyince; o, bu söze karşılık, alaya alarak "Beyefendi o gün ne zaman gelecek, hangi gündür?" diye sizden sorması gibidir. Onun bu soruşunun o kötü akibetin tarihini öğrenmek için olmadığı, nasihatlerinizle alay etmek için olduğu meydandadır. Bu sebeple ona en iyi cevap "Sizin musibetiniz, felaketiniz geldiğinde o gün gelmiş olacak." şeklinde verilir. Bununla birlikte şunu da bilmelidir ki ahiret konusunda, ahireti inkar eden biri ciddiyetle konuşarak da bu konuda uygun olmayan ifadelerle konuşabilir. Ama kafası tamamen berbat, fikri tamamen bozuk olmadığı müddetçe; "Söyle, ahiretin tarihini bildir, o gün ne zaman gelecek" diye sormaz. Onun tarafından bu soru ne zaman sorulsa, alay ve istihza şeklinde olacaktır. Çünkü ahiretin meydana geleceği tarihi açıklamanın veya açıklamamanın asıl konuyla bir ilgisi yoktur. Biri bundan dolayı ahireti inkar etmiyor. Ahiretin geliş senesinin, ayının, gününün bildirilmemesinden dolayı reddetmiyor. O, filan sene filan ay filan tarihte olacağını duysa da inanacak değil. Belli bir tarih söylemek katiyyen bir inkarcıyı kabul etmeye mecbur eden delil olamaz. Çünkü bundan sonra da -O gün gelmeden önce o gün- gerçekten kıyametin kopacağına nasıl kesinlikle inanabilir? sorusu akla gelecektir.

14 "Tadın fitnenizi.11 Bu, sizin pek acele isteyip durduğunuz şeydir."12

15 Şüphesiz muttaki olanlar,13 cennetlerde ve pınarlardadırlar;

16 Rablerinin kendilerine verdiğini alanlar olarak.14 Çünkü onlar, bundan önce ihsanda (güzel davranışta) bulunanlardı.

17 Gece-boyunca da pek az uyurlardı.15

18 Onlar, seher vakitlerinde istiğfar ederlerdi.16

AÇIKLAMA

11. Fitne kelimesi burada iki mânâ taşıyor. Biri, "Bu azabınızı tadınız." İkincisi, "Dünyada çıkardığınız fitnelerin tadına bakınız" demektir. Arapça'da bu kelimeye aynı anda bu iki mânânın verilmesi mümkündür.

12. Kafirlerin "Artık o kıyamet günü ne zaman gelecek" sorularının altında: Onun gelişi niçin gecikiyor? Biz onu inkar ettiğimiz, yalanladığımızdan dolayı azaba uğrayacağımız gerektiğine göre o gün niçin gelmiyor mânâsını gizliyordu. Bu bakımdan cehennem ateşinde kavrulurken onlara denecek ki, "İşte bu sizin çabuk gelmesi için çırpındığınız şeydir. Bu ayetlerden şu mânâ da kendiliğinden çıkmaktadır. İsyan eder etmez Allah'ın sizi yakalamaması büyük bir iyiliği idi. Düşünmek, anlamak ve kendinize gelmek için size uzun bir mühlet verdi durdu. Ama siz öyle ahmaktınız ki, bu mühletten faydalanacağınız yere tersine o günün size çabuk gelmesini istediniz durdunuz. Artık çabuk gelmesini isteyip durduğunuz şeyin ne olduğunu alın görün.

13. Ayetlerin akışından "muttaki" kelimesinin şu mânâyı ifade ettiği açıkça anlaşılmaktadır. Müttaki demek: Allah'ın Kitabı'nın ve Peygamberi'nin verdiği haberlere iman edip ahirete inanan, ahiret hayatını kazanmak için kendilerine tavsiye edilen yolu seçen ve Allah'ın azabına uğratacağı kendisine bildirilen gidişattan çekinen demektir.

14. Ayetin kelime kelime tercümesi, "Rab'lerinin kendilerine verdiği şeyleri onlar alacaklar" şeklinde ise de, yer ve durum icabı burada "almak" kelimesi, sadece düz bir "almak"tan ibaret değildir. Bazılarına cömert biri avuç dolusu ikramlarda bulunurken onların üşüşerek o ikramları kapışması gibi sevinerek memnuniyetle alması demektir. Birine sevdiği bir şey verilince onu alışta memnuniyetle kabul etme manası kendiliğinden çıkmaktadır. Kur'an-ı Kerim'in bir yerinde şöyle buyurulmuştur:

"İnsanlar bilmiyorlar mı ki; Allah Teala kulları tarafından yapılan tevbeleri kabul eder ve sadakaları alır" (Tevbe Suresi /104) Burada sadakaları almak demek sadece onları doğrudan almak değil beğenerek, sevinerek kabul etmektir.

15. Müfessirlerden bazıları, bu ayetin mânâsını şöyle anlamışlardır: "Bütün geceyi uyuyarak geçiren ve onun hiç değilse bir bölümünü az ya da çok, gecenin başlangıcında veya ortasında ya da sonunda uyanarak Allah'a ibadet etmeyen az sayıda idi." Bu şekilde tefsir küçük çapta kelime farklılıkları ile birlikte İbn Abbas, Enes bin Malik, Muhammed el Bâkır, Mutarrif bin Abdullah, Ebul-Aliye, Mücahid, Katade, Rebi bin Enes ve diğerlerinden nakledilmiştir.

Diğer bazıları bunun mânâsını şöyle açıklamışlardır: "Onlar, gecelerinin büyük bir bölümünü Allah Teala'ya ibadet ile geçirirler, az uyurlardı." Bu ifade Hasan Basri, Ahnef bin Kays ve İbn Şihab Zuhrî'ye aittir. Daha sonraki müfessirler ve mütercimler bu ifadeyi tercih etmişlerdir. Çünkü ayetin kelimeleri, o yer ve durum açısından, bu tefsir şeklinin daha uygun düştüğü görülmektedir. Bundan dolayı biz de tercümemizde bu mânâyı tercih ettik.

16. Yani gecelerini ahlaksızlıklar, itaatsızlıklar ve çirkin hareketlerle geçirdikleri halde, yine de hiçbir şekilde tevbe etmeyi, istiğfar etmeyi akıllarından bile geçirmeyen kimselerden değillerdi onlar. Aksine onlar, gecenin büyük bir bölümünü Allah'a ibadet ile geçirirlerdi de yine de sabaha doğru, seher vakti Rab'lerinden "Ya Rabbi üzerimize düşen kulluk borcumuzu ödemekte kusurlarımız oldu" diye af ve mağfiret dilerlerdi.

"Onlar bağışlanmayı isterler" buyruğunda -bu tutum ve hareket tarzının onların hoşuna gittiğine- bir işaret vardır. Rablerine kulluk yapma yolunda canlarını feda ederler, yine de bundan dolayı şişinip, iyilikleri üzerine övünme yerine, ağlayıp sızlayarak hatalarının bağışlanmasını isteyecek kadar onlar kulluk şanına layıktılar. Elbette bu tutum, günah işleyen ve onlarla öğünen utanmazların tutumu olamazdı.

19 Onların mallarında dilenip-isteyen (ve iffetinden dolayı istemeyip de) yoksul olan için de bir hak vardı.17

20 Yeryüzünde kesin bir bilgiyle inanacak olanlar için ayetler vardır.18

21 Ve kendi nefislerinizde de.19 Yine de görmüyor musunuz?

AÇIKLAMA

17. Diğer bir ifade ile: Bir taraftan Rablerinin hakkını onlar böylece kabul ederler ve yerine getirirler, diğer taraftan da kullarla olan tutumları böyle idi demektir. Az olsun, çok olsun, Allah Teala'nın kendilerine verdiği herşeyde sadece kendi ve çoluk çocuğunun hakkı olduğunu onlar kabul etmezler, aksine "Bizim şu mallarımızda, yardımımıza muhtaç olan her Allah'ın kulunun hakkı vardır" derler. Onlar insanlara yardımı; yaptıkları iyilik karşılığında teşekkür etsinler, minnet duysunlar ve onları iyiliklerinin yükü altında tutsunlar diye hayrat olarak değil, bunları onların birer hakkı olduğunu kabul ettiklerinden ve kendilerinin bir vazifesi saydıklarından dolayı yaparlardı. Dahası onların bu insanlık hizmeti kendilerine dilenmeye gelen dilencilerle sınırlı değil, rızkını temin etmekten mahrum kaldıklarını öğrendikleri kimseleri de içine alırdı. Bunlara yardım için huzursuz olurlardı. Himayesiz yetim bir çocuk varsa, yardımcısız dul bir kadın mevcutsa, rızkını kazanmak için elini kolunu kullanamayan bir malul kimse varsa, gelirini yitirmiş ve işinden olmuş olup kazancı ihtiyaçlarına kafi gelmeyen biri mevcutsa, herhangi bir afet kurbanı olmuş olup kendi eksiklerini kendisi karşılayamayan biri varsa... Yani durumlarını öğrendikleri ve ellerinden tutup yardım edebilecekleri herhangi bir ihtiyaç sahibi yoktu ki onun, kendileri üzerinde hakkı olduğunu kabul etmeyip ona yardım etmekten kaçınmış olsunlar.

İşte şu üç sıfattır ki bunlardan dolayı Allah Teala onlara müttaki ve ihsan yapan kimseler diye hükmetmiş ve bu sıfatlar onları cennete layık kılmıştır diye buyurmuştur. İşte o üç sıfattan biri şudur: Ahirete iman ederek onlar Allah'ın ve Rasulü'nün, "Ahiret hayatını mahvedicidir" diye bildirdikleri hareketlerden kaçınmışlardır. İkincisi ise, onlar Allah'a kulluk hakkını canlarını feda ederek yerine getirmişler. Bununla öğünme ve güvenme yerine, bağışlanmayı istemişler, Allah'a istiğfar etmişlerdir. Üçüncüsü de: Onlar Allah'ın kullarına hizmet ederken onlara iyilik ve lütufta bulunduklarını değil, kendi vazifelerini yaptıklarını, onların haklarını verdiklerine inanarak hareket etmişlerdir. Burada şunu bir daha bilmek gerekir ki; iman erbabının malları içinde fakir ve yoksulların hakları olduğunu belirten buyruktan; şer'an kendilerine farz olan zekat kastedilmemektedir. Bilakis bu zekat verildikten sonra gücü yeten bir mü'minin, şeriatın mecbur kılmasının dışında, kendi malı içinde duyduğu ve gönlünden vermeği arzu ettiği bir haktır. İbni Abbas, Mücahid, Zeyd bin Eslem ve diğer büyük zevat bu ayeti böyle açıklamışlardır. Aslında bu ilahi buyruğun özü şudur: Müttaki ve iyilik yapan insan hiçbir zaman; "Allah'ın ve kullarının malım içinde olan haklarını zekat vermek sureti ile verdim ve bu sorumluluktan tamamen kurtuldum, artık her çıplağın, açın, felakete uğramış kimsenin yardımına koşmaya mecbur değilim" diyerek yanlış düşünceye saplanmaz. Bunun aksine, gerçekten iyilik yapan ve müttaki olan Allah'ın kulu her zaman gücünün yettiği her iyilik için can-ı gönülden hazırdır, ve güzel amel için dünyada kendisine bir fırsat düşerse onu elden kaçırmaz. "Yapılması üzerime farz olan iyiliği ben yaptım, artık daha fazla iyiliği niçin yapalım." diye düşünmesi tahmin edilemez. İyiliğin kadrini bilen kimse onu bir yük kabul ettiğinden dolayı o yükün altına girmez, hatta kendi menfaatinin bir sebebi olarak kabul ederek, daha çok kazanmaya istekli olur.

18. İşaretlerden murat; ahiretin mümkün olduğuna ve onun gerekli ve lüzumlu olduğuna şahadet eden işaretlerdir. Yeryüzünün kendi varlığı ve yapılışı, onun güneşten belirli bir mesafe ve uzaklıkta belli bir eğiklikte konuluşu, ışık ve sıcaklığın düzenli bulunuşu, çeşitli mevsimlerin o dünyaya geliş ve gidişi, üzerinde hava ve su ayarlanması, karnında çeşit çeşit, sayısız hazinelerin konuluşu, üzerine münbit bir örtünün geçirilmesi, onun da üzerinde cins cins sayısız, hesapsız bitkilerin bitirilmesi, içinde kara, deniz, hava canlılarının sayısız cinslerini yaratması, orada her cins hayat için uygun durumlar ve uygun gıdayı ayarlaması, orada insanı yaratmadan önce tarihin her devrinde insanın günlük ihtiyaçlarını değil, ilim ve medeniyet yolunda ilerlerken ihtiyaç duyacağı bütün malzemeleri ve ihtiyaçları yaratması, bu ve diğer sayısız işaretler, gözü gören herkesi yeryüzüne ve onun çevresine baktığı zaman kendine çekecek ve o insanı hayrete düşürecektir.

Hakiki imana kalbinin gözünü kapatan kimsenin durumu başkadır. O bunların hepsini görecek, ama hakikikati gösteren hiçbir işaret görmeyecek. Fakat kalbi katılık ve inatçılıktan arınmış, doğruluğa açılmış olan kimse bunları görerek, bunların hepsi bir tesadüfün sonucu, birkaç milyon sene önce kainatta aniden oluşmuş şeyler diye asla düşünmez. Aksine, "Bu son derece hikmetli sanat mutlaka herşeyi gören ve bilen kadiri mutlak bir Allah'ın yaratmasıdır" inancına varacaktır ve bu yeryüzünü yaratan O Allah, ne insanları öldükten sonra tekrar diriltmekten aciz olabilir, ne de yeryüzündeki akıl ve şuur sahibi bir yaratığı irade vererek başıboş, yularsız hayvan gibi bırakacak kadar bilgisiz biri olabilir. İradenin verilmesi kendi kendini hesaba çekmeyi gerektirir. İrade olmazsa hikmet ve adalete uygun düşmez. Mutlak kudretin var olması dünyada insan türünün işi tamamlandıktan sonra yaratıcısı istediği zaman hesaba çekmek için herbirini ölüp kaldıkları dünyanın her köşesinden diriltilerek ayağa kaldırabileceğini kendiliğinden ispat etmektedir.

19. Yani dışarıya bakmaya da lüzum yoktur. Kendi içinize baktığınızda, bu hakikate şahadet eden sayısız işaretleri bulacaksınız. Nasıl mikroskopla görülebilen bir tohumu ve yine kendisi gibi mikroskopla görülebilen bir başka tohumla birleştirerek anne vücudunun bir köşesinde sizi yaratmış, nasıl sizi bu karanlık köşede besleyerek derece derece geliştirmiş, nasıl size emsalsiz bir güzellikle vücut ve hayrete düşüren kabiliyetlerle dolu bir nefis vermiş nasıl sizin yaratılışınız kemale erip tamamlanır tamamlanmaz anne karnının dar ve karanlık dünyasından çıkararak sizi bu geniş dünyaya bu ihtişamla getirmiştir? Çok kuvvetli, kendi kendine çalışan bir makinayı içinize koymuş, doğduğunuz günden gençlik ve ihtiyarlığınıza kadar nefes alma, gıdaları hazmetme, kan yapma ve bütün damarlarda onu dolaştırma, artıkları dışarı çıkartma, vücudun eskimiş parçaları yerine yenilerini hazırlama, içerden meydana gelen veya dışardan gelen yıkımlara karşı koyup verdikleri zararları tamir eden, hatta yorulduktan sonra sizi dinlendirmek için uyutma işine varıncaya kadar kendi kendine yapmayı sağlamıştır. Enteresan bir beyin kafatası içine konulmuş, kıvrım kıvrım derinliklerine de akıl, fikir, düşünce, şuur, mantık, irade, hafıza, istek, arzu ve duygular, eğilimler ve benimsemeler ve diğer zihni güçlerin paha biçilmez servetleri ile doldurulmuştur. Pek çok bilgi edinme vasıtaları size verilmiş, göz, kulak, burun ve bütün vücudu kaplayan deri, her çeşit bilgiyi size ulaştırmaktadır. Dil ve anlatma gücü size verilmiş bununla siz içinizdekileri açıklayabiliyorsunuz. Ve daha vücudunuzun bu mükemmel saltanatı üzerine bütün bu kabileyetlerden istifade ederek görüşler edinesiniz diye şahsiyetiniz bir başkan olarak oturtulmuştur.

Artık hangi yolda vakitlerinizi, gücünüzü sarfetmeniz gerektiğine, neyi reddedip neyi kabul etmek, neyi hedef alıp almamaya siz karar veriniz. Bu insan varlığı, yani bu bünye, yaratılarak dünyaya getirildiğinizde yetişmeniz, büyümeniz ve şahsiyetinizin gelişip ilerlemesi için ne kadar eşya ve malzemenin hazır edildiğine biraz bakın! Ancak onun sayesinde siz hayatın belli bir noktasına ulaşarak kendi güçlerinizi kullanabiliyorsunuz. Bu güçleri kullanmak için yeryüzünde size vasıtalar verildi, imkanlar sağlandı, pek çok şeyi kullanma gücü verildi, pekçok insanla çeşitli işler yaptınız. Önünüzde küfür ve iman, itaat ve isyan, haksızlık ve adalet, iyilik ve kötülük, hak ve batılın bütün yolları açılmıştı. Ve bu yollardan herbirine çağıran ve herbirine alıp götüren vasıtalar da vardı. Sizden kim hangi yolu seçmişse, kendi sorumluluğu altında seçmiştir. Çünkü karar verme ve tercih yapma gücü onda bir emanetti, herkes tercihine uygun olarak niyet ve iradesini kullanma fırsatını elde edince bundan faydalanarak kimi iyi oldu kimi kötü, kimi iman yolunu seçti kimi küfür ve şirk ya da tabiatcılık yolunu seçti. Kimi nefsini haram isteklerden alıkoydu, kimi nefsinin kölesi olarak herşeyi yaptı, kimi zulüm yaptı, kimi zulme katlandı, kimi hakları verdi, kimi hakları gasbetti, kimi son nefesine kadar dünyada iyilik yaptı, kimi ise hayatının son anına kadar kötülük yaptı durdu, kimi hakkın sesini yükseltmek için can verdi, kimi de batılı yüceltmek için hak yolda olanlara sürekli eziyet etti.

Artık, manevi güçlerinin gözleri tamamen kör olmamış bir şahıs, böyle bir varlığın (insanın) yeryüzüne tesadüfen geldiğini söyleyebilir mi? Bunun arkasında idare eden, ona hükmeden hiçbir hikmet, hiçbir maksat yoktur diyebilir mi? Herhangi bir iyiliğin semeresi ve hiç bir kötülüğün hiçbir meyvesi yoktur, hiçbir zulmün, herhangi bir adaleti ve hiçbir zalimin sorguya çekilmesi olmayacaktır diye iddia edebilir mi? Bu tür sözleri aklı kör olan biri veya insanın yaratılmasının arkasında herhangi bir hikmet sahibinin hikmeti bulunduğuna inanmayacağına daha önceden yemin etmiş biri diyebilir. Ama inatçı olmayan akıl sahibi biri, insanın nasıl, hangi kuvvet ve kabiliyetlerle yaratılıp bu dünyaya gönderildiğine, bu dünyada ona verilen değerin şüphesiz büyük bir hikmetin eseri olduğuna inanmadan edemez. Eseri bu olan Allah'ın hikmetinin mutlaka insandan amellerinin sorulmasını gerektirdiğine de inanır. Allah'ın kudreti hakkında insanı ancak mikroskopla görülebilecek kadar küçük bir tohumdan başlatarak onu bu dereceye ulaştırdıktan sonra tekrar onu yaratamayacak diye şüpheye düşmesi asla doğru ve uygun değildir.

22 Gökte rızkınız vardır ve size va'dolunmakta olan da.20

23 İşte, göğün ve yerin Rabbine andolsun ki, hiç tartışmasız, o (size va'dedilen) sizin (kendi aranızda) konuştuklarınız kadar, kuşkusu olmayan kesin bir gerçektir.

24 (Ey Nebi!)21 Sana İbrahim'in ağırlanan konuklarının haberi geldi mi?22

25 Hani, onun yanına girdiklerinde: "Selam" demişlerdi. O da: "Selam" demişti. "(Haklarında bilgim olmayan) Yabancı bir topluluk."23

26 Hemen (onlara) sezdirmeden ailesine gidip,24 çok geçmeden semiz bir buzağı25 ile (geri) geldi.

AÇIKLAMA

20. Gökyüzünden; ebedi ve yüce alem, rızıktan ise; dünyada insanlarn yaşaması, hareket etmesi için verilen herşey, "Tuadûne" den de kıyamet, haşir, neşir, hesaba çekilme, mükafaat ve ceza, cennet ve cehennem kastedilmiştir. Bunların görüleceği de bütün semavi kitaplarda ve Kur'an-ı Kerim'de vadedilmektedir. İlahi buyruktan kastedilen şudur: Sizden kime dünyada ne verileceği, hesaba çekilmeniz ve amellerin cezası için ne zaman çağrılacağınız da orada, ebedi ve yüce alemde kararlaştırılmaktadır.

21. Burada ikinci hizbin sonuna kadar peygamber ve bazı geçmiş kavimlerin akibetlerine sürekli ardısıra kısa işaretler yapılmıştır. Bunlardan ikisi bilhassa kafalara yerleştirilmek istenmektedir.

Biri şudur: Kendisinde, iyilik yapanlar için mükafat ve zalimler için ceza verildiğine dair sürekli misallerin bulunduğu Allah'ın Mükafaatlar Kanunu, insanlık tarihinde devamlı işlemiştir. Bu dünya hayatında bile yaratıcının insanla olan münasebetinin sadece tabiat kanunlarına dayanmamakta oluşu, bilakis onunla manevi ve ahlaki kanunun tesiri olduğuna açık bir delildir. Kainat sisteminin karakteri, maddi bünyesi içinde yaşayan yaratığa manevi ve ahlaki amelleri yapma fırsatı verdiğine göre, ona hayvanlar ve bitkilerinkinde olduğu gibi sadece tabiat kanunları ile muamele etmemeli, aksine onun ahlaki amellerine karşılık, ahlaki kanunlar da koymalıdır.

İşte bu mesele kendiliğinden bu sistem içindeki tabiat aleminde insanın işi bittikten sonra halis ahlaki kanunlara uygun olarak ahlaki amellerin sonuçlarını tamamen elde etmesini sağlayan bir zamanın mutlaka gelmesi gerektiğine açık bir işaret vardır. Çünkü bu tabiat aleminde ahlâkî amellerin mükafatı eksiksiz ele geçirilemez. Tarihi delillerle kafalara yerleştirilen ikinci mesele de şudur: Peygamberlerin sözlerine inanmayıp hayatlarının bütün akışını Allah'ın birliğini, peygamberliği ve ahiret gününü inkâra bağlamış kavimler nihayet helâk olmaya müstahak olmuşlardır. Peygamberler vasıtasıyla gönderilen, Allah'ın Ahlak Kanunları ve onlara uygun olarak insanların amellerinin ahirette yapılacak olan sorgusunun tamamen gerçek olduğunu tarihin sürekli tecrübesi göstermektedir. Çünkü bu kanundan koparak kendi kendini sorumsuz kabul eden topluluklar dünyada kendi gidişlerini tayin etmişler, nihayet mahvoluşa gitmişlerdir.

22. Bu olay Kur'an-ı Kerim'de ayrıca üç yerde daha geçmiştir.

23. Ayetin akışı göz önüne alınınca bunun iki mânâsı olabileceği görülür. Biri şudur: Hz. İbrahim (a.s) kendi misafirlerine: "Sizlerle daha önce hiç görüşme şerefini bulamadım. Siz belki bu bölgeye yeni teşrif ettiniz" dedi. İkincisi de şudur: Onların selamına karşılık verdikten sonra Hz. İbrahim (a.s) kendi içinden söyledi ya da evde onları yemeğe çağırma hazırlığı yapmak için giderken kölelerine şöyle söyledi: "Yabancıya benzeyen bir kısım adamlar var, daha önce bu civarda bu şekil ve biçimde insanlar hiç görülmemiştir."

24. Yani, kendi misafirlerine, "Ben size yemek hazırlıyorum" demedi. Onları oturtarak misafirlerin, yapma, etme, zahmete lüzum yok, eziyet olmasın dememeleri için sessizce yemek hazırlamak için gitti.

25. Hûd Suresi'nde "Kızartılmış dana" ifadesi vardır. Burada ise "Onun iyice seçerek semiz ve taze danayı kızarttırması" bildirilmektedir.

27 Derken onlara yaklaştırıp (önlerine sürdü); "Yemez misiniz?" dedi.

28 (Onlar yemeyince) Bunun üzerine onlardan içine bir tür korku düştü.26 "Korkma" dediler ve ona bilgin bir erkek çocuk müjdesini verdiler.27

29 Böylece karısı çığlıklar kopararak geldi ve yüzüne vurarak: "Kısır,28 yaşlı bir kadın (mı doğum yapacakmış)? dedi.

30 Dediler ki: "Öyle. (Bunu) Senin Rabbin buyurdu. Çünkü O, hüküm ve hikmet sahibi olandır, bilendir."29

31 (İbrahim) Dedi ki: "Şu halde sizin asıl isteğiniz nedir, ey elçiler?"30

32 Dediler ki: "Gerçek şu ki biz, suçlu-günahkâr bir kavme gönderildik."31

33 "Üzerlerine çamurdan (iyice sertleşip kaskatı kesilmiş) taşlar yağdırmak için."

34 "(Ki bu taşların her biri,) Rabbinin katında ölçüyü taşıranlar için (herkese ayrı ayrı) işaretlenmiştir."32

AÇIKLAMA

26. Yani onlar yemeğe ellerini uzatmayınca Hz. İbrahim'in kalbinde korku meydana geldi. Bu korkunun sebebi, yabancı misafirlerin birinin evine gidip yemek yemekten sakınmaları, kabile hayatında kötü bir niyet taşıyarak geldiklerine işaret olduğundandır belki de.

Fakat ağırlık şu noktadadır ki: Onların çekinmesinden Hz. İbrahim (a.s) bunların insan şeklinde gelen melekler olduğunu anladı. Çünkü meleklerin insan şeklinde gelmeleri çok önemli durumlarda olur. Bu bakımdan bunların böyle gelişlerini gerektiren korkunç bir mesele mi var diye korkuya kapıldı.

27. Hûd Suresi'nde bunun Hz. İshak'ın doğum müjdesi olduğu bildirilmektedir ve orada Hz. İshak (a.s) vasıtası ile kendisine Yakub (a.s) gibi bir torun nasip olacağı müjdesi de verilmiştir.

28. Yani, "Ben yaşlı, çok önceden çocuktan kesilmiş bir kadınım. Şimdi benim çocuğum mu olacak?" İncil'in anlattığına göre o zaman Hz. İbrahim yüz yaşında, Hz. Sara da doksan yaşında imiş. (Tekvin: 18-17)

29. Bu olayda anlatılmak istenen şudur: Rabbine kulluk vazifesini dünyada tam olarak yerine getiren kişiye ahirette en iyi muamele yapılacaktır. Genel taibat kanunları açısından çocuk yapamayacak yaşta ve ömrü boyunca çocuğu olmayıp ve çocuğunun olmasından ümidini kesen yaşlı karısına rağmen bu dünyada ona bu lütuf verildi. Bu lütfun verilmesi ile Allah ona sadece bir evlat vermiş olmadı, bu güne kadar kimseye nasip olmayan emsalsiz bir evlat vermiş oldu. Dünyada, soyundan peş peşe dört peygamber gelen böyle ikinci bir insan yoktur. Kendisinden üç nesil boyunca peygamberlik devam eden ve Hz. İsmail, Hz. İshak, Hz. Yakub ve Hz. Yusuf (a.s) gibi yüce değerde peygamberlerin hanedanından çıktığı o kişi sadece Hz. İbrahim idi.

30. Meleklerin insan şeklinde gelmesi çok önemli bir işten dolayı olacağından, Hz. İbrahim (a.s) onların geliş sebebini sormak için "Hatb" kelimesini kullanmıştır. "Hatb" Arapça'da basit cintsen bir iş için değil, pek çok önemli ve büyük bir iş için kullanılır.

31. Lût kavmi kastedilmiştir. Onların kötülükleri o kadar çoğalmıştı ki: Sadece "Suçlu kavim, günahkar topluluk" sözünden kim kastedildiği belli oluyordu. Bundan önce de Kur'an-ı Kerim'de aşağıda belirtilen yerlerde bu kavmin zikri geçmiştir.

32. Yani teker teker her taşa, Rabbin tarafından hangi günahkara ceza verileceği işaret edilmiştir. Hûd ve Hicr Sureleri'nde onların şehirlerinin altüst edileceği ve üzerlerine pişmiş çamurdan taşlar yağdırılacağı bildirilerek azabın teferruatı anlatılmıştır. Şiddetli yer sarsıntısının tesiriyle bütün bölgenin altüst edildiği, depremden kurtularak kaçan insanları ateş saçan maddeden yapılmış taş yağmurunun yok ettiğini bu ayetten dolayı kafamızda canlandırabiliriz.

35 Bu arada, mü'minlerden orda kim varsa çıkardık.33

36 Ne var ki, orda müslümanlardan olan bir evden başkasını da bulmadık.34

37 Ve orada, acıklı bir azabdan korkanlar için bir ayet bıraktık.35

AÇIKLAMA

33. Hz. İbrahim'in (a.s) yanından bu meleklerin nasıl Hz. Lut'un (a.s) yanına ulaştığı ve orada onlarla Lut kavmi arasında neler geçtiğinin anlatılması terkedilmiştir.

Bu açıklamalar Hud, Hicr, Ankebut surelerinde geçmiştir. Burada sadece o kavme azap nazil olduğu sıradaki son vakit anlatılmaktadır.

34. Yani bütün kavmi içinde ve onların yaşadığı topraklarda iman ve İslam ışığının bulunduğu bir tek ev vardı. O da sadece Lut'un (a.s) evi idi. Gerisi, bütün topluluk olarak azgınlık, sapıklık ve fısku fücur içinde idi. Baştan başa memleketleri pislikle dolu idi. Bu bakımdan Allah Teala, o tek evin insanlarını çıkararak kurtardı, ondan sonra da o günahkar kavmin hiçbir ferdinin kurtulamadığı felaketi o memlekete indirdi.

Bu ayetle üç önemli konu açıklanmaktadır:

1) Allah Teala'nın ceza kanunu bir topluluk içerisinde az miktarda da olsa iyilik bulunduğu müddetçe o topluluğun tamamen imhasına hükmetmez. Kötü insanların çoğunluğu karşısında kötülüğü durdurmaya iyilik yoluna çağırmaya çalışan küçük bir topluluk bulunduğu müddetçe Allah Teala o kavme yaşama fırsatı verir ve hayırdan tamamen kopmadıkları için yaşama mühletini uzatır; ama bir toplum, içinde tuz kadar bile iyilik ve hayır kalmamış hale gelmişse, bu durumda Allah'ın kanunu şudur: Birkaç iyi insan memleketlerindeki kötülüğe karşı uğraşa uğraşa yorularak aciz ve güçsüz kalmışlarsa onları her nasıl olurlarsa olsun, Allah kendi kudreti ile çıkararak kurtarır ve diğer insanlara da akıllı bir mal sahibinin kirlenmiş ve çürümüş meyvelerine yaptığını yapar.

2) "Müslüman" sadece Hz. Muhammed'e tabi olan ümmetin adı değildir. Ondan önceki bütün peygamberler ve onlara tabi olanlar da müslümandı. Onların dini, İbrahim dini, Musa dini, İsa dini gibi ayrı ayrı değildi. Onların hepsi Müslüman idi, dinleri de İslam'dı. Kur'an-ı Kerim'de bu gerçek hiçbir şüpheye yer kalmayacak şekilde yer yer açıkça anlatılmıştır. Örnek olarak aşağıdaki ayetlere bakınız. Bakara: 128, 131, 132, 133, Al-i İmran: 67, Maide: 44, 111, Yunus: 72, 84, Yusuf: 101, A'raf: 126 ve Neml: 31, 42, 44.

3) "Mü'min" ve "Müslim" kelimeleri bu ayette tamamen aynı mânâda kullanılmıştır. Bu ayet Hucurat Suresi'nin 14. ayetiyle bir arada okunursa "Mü'min" ve "Müslim" Kur'an-ı Kerim'in iki ayrı deyimidir, diye iddia eden ve her yerde kendi ayrı mânâlarında kullanıldığını "Müslüman" kelimesinin iman etmeden sadece dış görünüşü ile İslam dairesi içine giren kişiye dendiğini savunan kimselerin hataları apaçık görülmektedir. (Daha geniş bilgi için bakınız: Hucurat an: 31)

35. Bu işaretten maksat Ölü Deniz (Lut Gölü)dir. Bu gölün güney kısmı bugün bile büyük bir felâketin izlerini taşımaktadır. Eski eserlerin uzman araştırıcılarına göre, Lut kavminin büyük şehri, şiddetli depremden dolayı yer altına gömülmüş, üzerine de Lut gölünün suları basmış olacak. Çünkü bu gölün "Ellisan" adındaki yarımada görünümündeki bölümü güneyde bulunmakta ve açıkça daha sonra meydana geldiği anlaşılmaktadır. Eski Lût gölünün bu yarımadanın kuzeyine kadar görülen tarihi kalıntıları, güneyde bulunan tarihi kalıntılardan çok farklıdır. İşte bundan dolayı önceleri güney kısmının bu göl yüzeyinden yüksekte olduğu, daha sonra herhangi bir zamanda batarak o gölün altına gömüldüğü tahmin edilmektedir. Batma zamanı da Milattan aşağı yukarı ikibin sene önce olduğu anlaşılmaktadır. Bu da tarih olarak Hz. İbrahim ve Hz. Lût'un devirleridir.

1965 yılında eski eser araştırıcılarından ABD'den bir heyet "Ellisan"da içinde yirmibinden fazla kabrin bulunduğu bir mezarlık bulmuşlardır. Bundan da oranın yakınında mutlaka büyük bir şehrin vaktiyle kurulmuş olduğu tahmin edilmektedir. Fakat birarada bu kadar büyük bir mezarlığın kurulmasına sebep olan herhangi bir şehrin kalıntılarına civarda rastlanmamıştır. Bundan da mezarlığı bu olan şehrin, gölde battığı tahmini kuvvet kazanmaktadır. Gölün güney bölgesindeki yerlerde şu anda bile her tarafta felâketin kalıntıları vardır. Toprak içinde madeni eşyalar ve bol miktarda tabii gaz bulunması göz önüne alınarak bir vakitler yıldırımların düşmesinden veya depremlerin çıkarttığı lavlardan dolayı burada bir cehennem halinin yaşandığı tahmin edilmektedir. (Bkz. Şuara an: 114)

38 Musa (olayın)da da (düşündürücü ayetler vardır). Hani biz onu açık bir delille Firavun'a göndermiştik;36

39 Fakat o, 'bütün kişisel ve askeri gücüyle' yüz çevirdi ve: "(Bu,) Ya bir büyücü veya bir delidir" dedi.37

40 Bunun üzerine, biz onu ve ordularını yakalayıp denize attık; (ki o,) 'kınanacak işler yapıp-durmaktaydı'.38

41 Ad (kavmin)de de (ayetler vardır). Hani onların üzerine de köklerini kesen (akîm) bir rüzgâr gönderdik.

42 Üzerinden geçtiği her şeyi (olduğu gibi) bırakmıyor, mutlaka onu çürütüp-kül gibi dağıtıyordu.39

43 Semud (kavmin)de de (ayetler vardır). Hani onlara: "Belli bir süreye kadar metalanıp-yararlanın" denmişti.40

AÇIKLAMA

36. Yani böyle açık mucizeler ve böyle apaçık alametlerle gönderdi. Bu alemet ve mucizelerden de onun (Hz. Musa a.s) yer ve göğün yaratıcısı tarafından görevlendirilerek gönderildiğinden hiç şüphe kalmamıştı.

37. Yani bazen o (Firavun), o Peygamber'e (Hz. Musa (a.s) "Sihirbaz" dedi, bazan da, "Bu delinin biridir" dedi.

38. Bu kısa ifadede tarihin büyük bir destanı toplanmıştır. Bunu anlamak için gözümüzün önüne satvet ve azametinden çevredeki bütün kavimlerin korktuğu Firavun'un, o zaman dünyanın en büyük medeniyet ve ilim merkezinin büyük diktatörü olduğunu getirelim.

Onun ordusuyla birlikte ansızın birgün sular içinde boğulup kaybolmasının sadece Mısır'da değil çevredeki bütün kavimler arasında da dillere destan olacağı açıktır. Kendi memleketinde ya da dünyanın başka milletleri arasında, ona matem tutan, arkasından iyiliklerini överek ağıtlar yakan, ya da en azından, "Yazık oldu, bu felaketin kurbanı olanlar ne iyi insanlardı" diyecek kimse yoktu. Buna karşılık dünya onun zulmünden bunaldığından dolayı, onun ibret veren sonuna bakarak herkes rahat bir nefes almış, huzur duymuş, her dil ona lanetler yağdırmıştı. Bu hadiseyi duyan herkes, "O zalim böyle bir akibete layıktı" diye sevinç çığlığı atmıştı. Duhan Suresi'nde de durum şu kelimelerle anlatılmıştır: "Onlara yer ve gök ağlamadı." (Geniş bilgi için bakınız. Duhan an: 25)

39. Bu rüzgar için, çocuğu olmayan kısır kadınlar için söylenen "Akıym" kelimesi kullanılmıştır. Arapça'daki kelime mânâsı "kuru" demektir. Kelime mânâsı göz önüne alınırsa; değdiği şeyi kavuran, kurutup bırakan sert ve kuru rüzgar demek olur. Ve eğer kullanıldığı mânâ göz önüne alınırsa o zaman kısır kadın gibi hiçbir fayda sağlamayan, geçip gittikten sonra hiçbir faydalı iz bırakmayan rüzgar demektir. Böyle bir rüzgar ne yumuşak olur,ne yağmur getirir, ne ağaçların meyvelerine faydalıdır, ne de havanın esmesi ile beklenilen faydalardan birini sağlar. Kur'an-ı Kerim'in diğer yerlerinde bildirildiğine göre bu rüzgar sadece hayırsız ve kuru bir rüzgar değildi, hatta son derece şiddetli kasırga şeklinde insanları kaldırıp kaldırıp yerlere çalan bir afet şeklinde idi. Sürekli sekiz gün, yedi gece boyunca esmiş, Ad kavminin bütün yurdunun altını üstüne getirmişti. (Geniş bilgi için bakınız: Fussilet an: 20-21, Ahkaf an: 25-28)

40. Müfessirler arasında bu mühletten ne kastedildiğinde ihtilaf vardır. Katade: "Bu, Semud halkının Hz. Salih'in (a.s) devesini öldürdükten sonra Allah'ın onları "Üç gün boyunca yiyin için ondan sonra sizin üzerinize azabım gelecektir" diye uyardığı Hud Suresi'nin bu ayetine işaret ediyor" demektedir. Hasan Basri'ye göre de, bu ayetin anlamı: "Eğer siz tevbe ve iman yolunu seçmezseniz, belli bir zamana kadar dünyada size yeyip, içme, rahat yaşama mühleti verilecek, ondan sonra da felaketiniz gelecek, belânızı bulacaksınız." şeklindedir. Bu iki tefsirden ikincisinin daha doğru olduğu anlaşılıyor. Çünkü daha sonraki şu ayet; "Sonra onlar Rablerinin emrinden yüz çevirdiler" bildiriyor ki, burada bildirilen mühlet yüz çevirme hareketinden önce verilmişti. Ve o kavim halkı bu yüz çevirme hareketlerini, Allah Teala'nın bu uyarısından sonra yapmışlardı. Hud Suresi'ndeki ayette bunun aksine olarak üç gün boyunca verildiği bildirilen mühletin o zalimlerin son ve kesin yüz çevirme ve karşı gelmelerinden sonra verildiği anlaşılmaktadır.

44 Ancak Rablerinin emrine baş kaldırdılar; böylece bakıp-dururlarken, onları yıldırım çarpıp-yakaladı.41

45 Artık ne ayağa kalkmaya güç yetirebildiler, ne de yardım bulabildiler.42

46 Bundan önce Nuh kavmini de (yıkıma uğrattık). Çünkü onlar, fasık olan bir kavim idi.43

47 Biz göğü 'büyük bir kudretle' bina ettik ve şüphesiz biz, (onu) genişletici olanlarız.44

48 Yeri de biz döşeyip-yaydık; ne güzel döşeyici olanlar(ız).45

49 Ve biz, her şeyi iki çift yarattık.46 Umulur ki öğüt alıp-düşünürsünüz.47

50 Öyleyse, Allah'a doğru (yönelip, şirkten ve bozulmalardan) kaçın. Gerçekten ben sizi, O'ndan yana açıkça uyarıp-korkutmakta olanım.

51 Allah ile beraber başka bir ilah(ı ortak) kılmayın. Gerçekten ben sizi, O'ndan yana açıkça uyarıp-korkutmakta olanım.48

AÇIKLAMA

41. Kur'an-ı Kerim'in çeşitli yerlerinde bu azap için çeşitli kelimeler kullanılmıştır. Bir yerde ona "Recfa" (Korkutan ve kaldırıp yere vuran afet) denmiştir.

Bir yerde de "Sayha" (Gürültü ve bağırma) diye açıklanmıştır. Başka bir yerde ise, "Tağiye" (Son derece şiddetli ve büyük afet) kelimesi kullanılmıştır. Bu ayette ise o azaba "Saika" denmiştir. Yıldırım gibi aniden inen felâket demek olduğu gibi, şiddetli gürültü de demektir. Galiba bu azap, korkunç seslerle, gürültüler çıkaran bir yer sarsıntısı ve depremlerle gelmişti.

42. Ayette "Muntasıriyn" kelimesi geçmektedir. İntisar kelimesi Arapça'da iki mânâda kullanılır. Biri, kendi kendini herhangi bir saldırıdan koruyan, kurtaran. Diğeri de saldırandan intikam alan demektir.

43. Ahiret hakkında tarihi deliller ortaya koyulduktan sonra onu ispat etmek için afakî deliller öne sürülmüştür.

44. "musiûn" Mûsi; güç ve kudret sahibi demek olduğu gibi, genişleten demek de olur. İlkine göre bu ilahi buyruğun mânâsı şöyle olur: Bu gökyüzünü, birinin yardımı ile değil, kendi gücümüzle yarattık. Onun yaratılması bizim gücümüzün üstünde birşey değildir. Buna rağmen siz nasıl olur da, bizim sizi tekrar yaratamayacağımızı düşünebilirsiniz?

İkincisine göre de mânâ şu demektir: Bu büyük kainatı biz sadece bir kere yaratıp bırakmadık, aksine o kainatta sürekli genişletme yapıyoruz. Ve her an o kainat içinde yaratmamızın yepyeni, dehşete düşüren gelişmeleri olmaktadır. Böyle güçlü ve muazzam yaratıcının şahsını, yeniden yaratma konusunda siz nasıl aciz sanabilirsiniz?

45. Bunun izahı açıklama notu 18'de geçmiştir. Fazla bilgi için bakınız, Neml an: 74, Yasin an: 29, Zuhruf an: 7-10.

46. Yani, dünyadaki herşey eşleme sistemine göre yapılmıştır. Bu herşeyi ile dünya alemi bazı şeylerin bazı şeylerle eş olduğu kaidesi üzerinde yürümektedir. Ve sonra onların eş olmasından çeşitli terkipler meydana gelmektedir.

Bu dünyada hiçbir şey kendisi ile başka bir şeyin eş olmadığı teklik halinde değildir. Herşey kendi eşi ile birleşerek bir meyve vermektedir. (Geniş bilgi için bkz. Yasin an: 31, Zuhruf an: 12)

47. Burada söylenmek istenen şudur: Bütün kainatın eşleme sistemine göre yaratılması, dünyanın da her şeyinin eşeş olması, ahiretin varlığının kesinliğini açık şekilde ispatlayan bir gerçektir. Biraz dikkatle düşünürseniz aklınız şu sonuca ulaşacaktır: Madem ki dünyada herşeyin bir eşi vardır ve herşey kendi eşi ile birleşmeden meyva verememekte, kendini devam ettirememektedir? O halde bu dünya hayatının nasıl bir eşi olmaz? Bunun eşi de elbette ki ahirettir. Eğer o olmasa idi bu da kesinlikle meyvasız kalır, mânâsız olurdu. İlerdeki konuyu anlamak için, burada şunu iyi anlamak lazımdır.

Her ne kadar buraya kadar bütün sözler ahiret konusu üzerinde devam edip gelmişse de; bu sözler ve delillerde Allah'ın birliğini ispat etmeye ait ifadeler de bulunmaktadır. Yağmur sistemi, yeryüzünün yaratılışı, gökyüzünün kuruluşu, insanın kendi bedeni ve varlığı ve kainatta herşeyin çift olması kanununun şayanı hayret işleyişi vs. bütün bunlar ahiretin olabilirliğini ve mutlaka olması gerektiğini ispat ettiği gibi, bu kainatın sahipsiz ve ilahsız olmadığını veya pek çok ilahlar olmayıp bir tek Kadir-i Mutlak (herşeye gücü yeten) hikmet sahibi Allah'ın onun yaratıcısı, düzenleyicisi ve sahibi olduğunu da ispat etmektedir.

Bu bakımdan ilerde bu delillere dayanarak Allah'ın birliğine inanmaya çağrı da yapılmaktadır. Buna ilaveten ahirete inanmanın kesin sonucu, insanın Allah'a isyanı terkedip itaat ve kulluk yolunu seçmesidir. "Ben kimseye karşı sorumlu değilim, dünyada yaşadığım sürece yaptığım işlerin hesabını da kimseye verecek değilim." diyerek gaflet ve dalâlette bulunduğu müddetçe insanoğlu Allah'dan yüz çevirir, ondan uzak yaşar. Bu yanlış düşünce ne zaman kalkarsa o anda kişi vicdanında, kendi kendini başıboş, sorumsuz zannederek ne kadar büyük bir hata yaptığını anlar ve birden içinde kabaran bu pişmanlık duygusu onu Allah'a dönmeye mecbur eder. Buna göre ahirete ait deliller biter bitmez arkasından "O halde Allah tarafına koşun" buyurulmuştur.

48. Her ne kadar bu ifade Allah kelamı ise de konuşan Allah Teala değil, Hz. Peygamber'dir. Sanki söz aslında şöyledir: Allah (c.c) Hz. Peygamber'in (s.a) dili ile "Allah tarafına koşun! Ben size onun tarafından haber getiriyorum." demektedir. Bu şekilde ifade örneği, Kur'an-ı Kerim'in birinci suresi, yani "Fatiha Suresi'nde" vardır. Onda da buyruk şüphesiz Allah Teala'nındır. Fakat konuşan kuldur.

Nasıl ki orada "Ey iman edenler! Rabbinize şöyle dua ediniz" denmemiştir. Ama sözün gelişinden dolayı, kendiliğinden bunun Allah Teala'nın kullarına öğrettiği bir dua olduğu görülmektedir. Onun gibi burada da "Ey Peygamber! Sen o adamlara söyle" ifadesi kullanılmamış, ama sözün gelişi kendiliğinden Allah Teala'nın emrine uygun olarak Hz. Peygamber'in ortaya koyduğu, Allah'ın birliğine inanmaya davet olduğu görülmektedir. Fatiha Suresi'nden başka Kur'an-ı Kerim'in muhtelif yerlerinde, bu çeşit ifadeler vardır. Bu ifadelerde kelam Allah'a aittir. Sözü konuşan ise, bazı yerlerde melekler, bazı yerlerde Peygamber'dir. Sözü söyleyenin kim olduğu açıkça belirtilmemekle beraber, konunun gelişi, sözlerin akışı, kendiliğinden Allah'ın bu buyruğunun kimin dilinden söylendiğini açığa çıkarmaktadır. (Örnek olarak bakınız: Meryem: 64-65, Saffat: 159-167, Şûra: 10).

52 İşte böyle; onlardan öncekiler de herhangi bir peygamber gelmeyiversin, mutlaka onlar da: "Büyücü veya cinlenmiş" demişlerdir.49

53 Onlar bunu (tarih boyunca) birbirlerine vasiyet mi ettiler? Hayır; onlar, 'azgın ve taşkın (tağiy)' bir kavimdirler.50

54 Öyleyse sen, onlardan yüz çevir; artık sen, kınanacak değilsin.51

55 Sen öğüt verip-hatırlat; çünkü gerçekten öğütle-hatırlatma, mü'minlere yarar sağlar.52

56 Ben, cinleri de, insanları da, yalnızca bana ibadet etsinler diye yarattım.53

AÇIKLAMA

49. Allah'ın gönderdiği peygamberlerin ağzından ahiret haberini ve Allah'ın birliğine inanmaya daveti duyan insanların, onlara büyücü, mecnun demeleri ilk defa bugün olmuş bir olay değildir. İnsan türünü doğru yola sevketmek için peygamber gelmeye başladığından bu güne kadar cahillerin böyle bir ahmaklığı aynı şekilde tekrar edip geldiklerine baştanbaşa peygamberlik tarihi şahittir. Hangi peygamber gelip de "Siz birçok ilahların kulları değilsiniz, ancak tek bir Allah sizin yaratıcınız, ma'budunuz ve kısmetlerinizin sahibi ve onları size ayırandır" demişse, cahiller "Bu adam sihirbazdır, büyüsü ile aklımızı bozmaya çalışmaktadır," diyerek kıyameti koparmışlardır. Hangi peygamber gelip de "Siz başıboş, sorumsuz olarak dünyaya bırakılmadınız. Aksine, hayat defterinizi dürdükten sonra Rabbiniz ve Malikinizin önüne çıkıp hesap vereceksiniz. O hesap sonunda amellerinizin ceza ve mükafatını bulacaksınız" diye haber verdiğinde o ahmaklar "Bu delidir, aklında eksiklik vardır, öldükten sonra biz nasıl olur da tekrar diriliriz." diye bağırıp çağırmışlardır.

50. Yani binlerce seneden beri çeşitli memleketler ve milletlerin insanlarının, peygamberlerin çağrısı karşısında aynı tutumu benimsemeleri, aynı yolu seçmeleri ve aynı tarzda sözleri peygamberlerine karşı kullanmaları, bir peygamber gelip davete başlayınca ona şöyle cevap verin diye bir toplantı yaparak geçmiş ve gelecek nesillerin aralarında anlaşma yaptıkları düşünülemez. O halde aynı tutum ve aynı cevap tarzı niçin sürekli tekrarlanır? Bunun sebebi, hepsinin ortak yönünün serkeşlik, azgınlık ve edepsizlikten başka birşey olmamasıdır. Çünkü her devirde cahil insanlar, Allah'a kul olmaktan uzaklaşıp, O'nun hesaba çekmesinden korkusuz olarak, dünyada yularsız develer gibi yaşamayı arzu etmişlerdir. Bu bakımdan ve sadece bu bakımdan, kim olursa olsun, onları Allah'a kulluk yapmaya ve Allah'tan çekinerek yaşamaya çağırmışsa ona onlar aynı biçimde cevap vermişlerdir. Bu buyruktan bir diğer önemli hakikate de ışık yakılmaktadır. O hakikat de şudur: Yolunu şaşırmak, dalâlet ve doğru yolu bulmak, hidayet, iyilik ve kötülük, zulüm ve adalet ve buna benzer diğer işlerin insan karakterinde tabiatıyle var olan iticiliklerin meydana çıkışı, her devirde ve yeryüzünün her köşesinde aynı olmaktadır. Sebepler ve vasıtaların gelişmesinden dolayı görünüşte şekilleri ne kadar değişik görünürse görünsün bu ayrılık değişmemektedir. Bugünün insanı, tanklar, uçaklar ve hidrojen bombaları ile savaşsa, eski devir insanları ise taşlar, sopalarla savaşsa da, insanlar arasında savaşın temel itici sebeplerinde kıl payı fark olmamıştır. Aynı bunun gibi bugünün inkarcısı, inkarı için ne kadar deliller ortaya dökerse döksün, akılcı yoldan isbatlar yapmaya çalışırsa çalışsın, onun bu yolda gitmesinin itici sebepleri, bundan altıbin sene önceki bir inkarcıyı kendisine doğru çeken itici sebeplerin aynıdır. İddialarının temel yapısında da önceki liderlerinin iddialarından hiçbir farklı taraf yoktur.

51. Bu ayetle dini tebliğ etmenin çok iyi anlaşılması gereken bir kaidesi anlatılmaktadır. Hak ve hakikate çağıran biri, ne zaman ki birine akla yatkın deliller göstererek, davetini açık açık ortaya sererse, onun şüphelerine itirazlarına ve delillerine cevap da verirse, hak ve hakikati açıklamak için üzerine düşen görevi yerine getirmiş, vazifesini yapmış olur. Bundan sonra hâlâ o şahıs, yanlış inanç ve düşüncesinde ısrar ederse, onun hiçbir vebali, hakka çağıran üzerine düşmez. Artık o şahsın peşine düşmek, onunla münakaşa uğruna ömrünü feda etmek mecburiyetinde değildir. Hak davetcisinin işi sadece bu bir adamı nasıl olursa olsun kendi inancına ortak etmekten ibaret de değildir. Davetçi vazifesini yapmıştır.

O inanmazsa inanmasın, inkarcının iltifat etmemesi davetçiyi -sen bir adamın yanlış yola gitmeye devam etmesine göz yumdun, çünkü o şahıs kendi dalâletinin sorumlusudur- diye suçlu duruma düşürmez. Peygamber aleyhisselam'a hitap edilerek -hâşâ- sen tebliğinde yersiz ve lüzumsuz bir yolla halkın üzerine düştün de Allah Teala seni menetmek istiyordu, gibi bir şeyden dolayı bu kaide anlatılmamıştır. Aslında bunu anlatmanın sebebi şudur: Bir hak davetçisi ne zaman ki bazı insanlara en makul yollarla ve en akla yatkın ifadelerle anlatma vazifesini yerine getirmiş, onların içinde inat ve kavgacı tutumun izlerini görerek de onlardan uzak kalmayı tercih etmişse, inkarcılar peşine düşerek onu suçlamaya başlamışlardır ve "Vay efendim siz hakka davetin önderisiniz, biz meseleyi anlamak için sizinle konuşmak istiyoruz ama siz bize iltifat etmiyorsunuz" demişlerdir. Halbuki onların maksadı sözü dinlemek, anlamak değil, aksine davetçiyi münakaşalara boğmak ve sadece onun vaktini harcamaktır. Bu bakımdan Allah Teala kendi mukaddes kitabında açık ifadelerle şöyle buyurmuştur: "Böyle adamlara iltifat etme, onlara yüz vermemenden dolayı hiçbir zaman sen azarlanmayacaksın." Bundan sonra hiçbir kimse Hz. Peygamber'i "Siz kitap getirdiniz, o yüzden bize dini anlatmakla görevlisiniz. Bu bakımdan bizim sözlerimize niçin cevap vermiyorsunuz" diye suçlayamaz.

52. Bu ayette davetin ikinci kaidesi açıklanmaktadır. Hakka Davet'in asıl amacı, kendilerine ulaştırıldığında ona değer verip onu kabul edecek vasıftaki temiz fıtratlara iman nimetini götürmektir. Ancak davetçinin, binlerce insan arasında bu temiz fıtratlı insanları tanıyabilmesi mümkün olmadığından, toplumda mevcut temiz fıtratlı insanlara iman nimetinin ulaşabilmesi için o sürekli kendi tebliğ ve davet çalışmalarını sürdürür. Çünkü bu tip insanlar iman edecek yetenektedirler. İşte davetin asıl amacı bu insanları toplayıp biraraya getirmektir. Davetçi insanların davete kulak verip-vermeyeceklerini, imanı kabul edip-etmeyeceklerini ancak yaptığı bu çalışmalardan sonra anlayabilir. Karşısındaki insanların kalpleri katılaşmış ve iman etmeyecek kimseler olduklarını anladığı andan itibaren davetçi kendi kıymetli vaktini bu insanlara harcayarak ziyan etmemelidir. Çünkü onlar, kendilerine verilen nasihattan ders almazlar. Bu kimseler üzerinde vakit ve enerji sarfedileceğine, davetten istifade etmek isteyen kimselere yönelinmelidir.

53. Yani, "Ben ins ve cinni, başkalarına değil, bana ibadet etsinler diye yarattım. Onlar bana kendilerini yarattığım için ibadet etmelidirler. Çünkü onları başkaları değil, ben yarattığım için, ibadet edilme hakkı da bana aittir. Onları ben yarattığım halde, nasıl başkalarına ibadet edeblirler?"

Burada akla şöyle bir soru gelebilir: "Allah sadece insanları ve cinleri yarattığını belirtmiş. Oysa O tüm kainatı Yaratan değil midir? Ayrıca kainattaki her zerre Allah'a ibadet etmekteyken, niçin sadece insanların ve cinlerin Allah'a ibadet etmeleri için yaratıldıkları söylenmektedir?" Bu soru şu şekilde cevaplanabilir: Cin ve insanlar kendilerine Allah'a ibadet etme veya yüz çevirme ya da başkalarına ibadette bulunma hürriyeti verilmiş olan yaratıklardır. Kainattaki diğer varlıklar ise, böylesine bir irade hürriyetine sahip değillerdir. Onlar Allah'ın koyduğu yasalara uyarak, Allah'a ibadet etmenin dışında başka bir seçeneğe sahip olmadıklarından sadece insanlara ve cinlere hitap edilmiştir. Onlar dilerlerse kendilerini yaratan Allah'a ibadet ederler, dilerlerse O'ndan yüz çevirip, kendilerini yaratmayan başka varlıklara ibadet ederler. Ancak bu şekilde davrandıkları takdirde fıtratlarının dışına çıkmış olurlar. Bu bakımdan insanlar ve cinler, kendilerini yaratan Allah'ın dışında başka hiçkimseye ibadet etmeleri için yaratılmadıklarını bilmeli ve kendileri için doğru olan, onlara verilen bu hürriyeti yanlış yolda kullanmamak olduğunu anlamalıdırlar. Bu hürriyeti doğru yolda kullanarak, tıpkı vücutlarındaki her zerrenin Allah'ın kanunlarına uyarak, O'na ibadet ettiği gibi, onlar da kendi iradeleriyle Allah'a ibadet etmelidir.

"İbadet" kelimesi burada sadece namaz, oruç vs. ibadetlere atfen kullanılmamıştır. Bu yüzden ayeti, cin ve insanların sadece namaz, oruç, tesbih vs. için yaratılmış oldukları biçiminde anlamak yanlıştır. İbadet kavramı içine, bu saydıklarımız da girmekteyse de hepsi bu değildir. Bu ifadenin tam anlamı, cin ve insanların Allah'tan başkasına tapmamalarını, itaat etmemelerini, hiç kimseye boyun eğmeyip, sadece Allah'ın karşısında eğilmelerini, O'nun emirlerine itaat edip, O'ndan korkmalarını, sadece Allah'ın dininin kurallarına uymalarını, O'nun dışında hiçkimseden birşey beklememelerini ve hiçkimsenin önünde dua etmek için el açmamalarını tazammun eder. (İzah için bkz. Sebe an: 63, Zümer an: 2, Casiye an: 30)

Ayrıca burada, cinlerin insanlardan ayrı bir yaratık oldukları da üstü kapalı bir biçimde açıklanmış olmaktadır. Kur'an'da insanların bir kısmına cin dendiği biçiminde iddialar öne süren kimseler de, bu iddialarını düzeltmelidirler. Nitekim aşağıdaki ayetlerde kimsenin karşı koyamayacağı derecede kuvvetli deliller mevcuttur. En'am: 128, A'raf: 38, 179, Hud: 119, Hicr: 27, 33, İsra: 88, Kehf: 50, Secde: 13, Sebe: 41, Sad: 75-76, Fussilet: 25, Ahkaf: 18, Rahman: 15, 39, 56, Ayrıntılı bilgi için bkz. Enbiya an: 21, Neml an: 23, 45, Sebe an: 24.

57 Ben, onlardan bir rızık istemiyorum ve ben, onların beni doyurup-beslemelerini de istemiyorum.54

58 Hiç şüphesiz, rızık veren, O, metin kuvvet sahibi olan Allah'tır.55

59 Artık gerçekten, zulmedenler56 için, (geçmişteki) arkadaşlarının günahlarına benzer bir günah vardır. Şu halde acele etmesinler.57

60 Kendilerine va'dedilen o (azab) günlerinden dolayı vay o küfretmekte olanlara.

AÇIKLAMA

54. Yani, "Benim cin ve insanlara hiçbir ihtiyacım yoktur. Bana ibadet edip etmemeleri Uluhiyetimi etkilemez. Ancak, ibadet etmek insanın fıtratının gereğidir. Çünkü insan Rabbine ibadet etmek için yaratılmıştır ve fıtratının aksine davranması kendi zararınadır."

"Ben onlardan rızık istemiyorum. Beni beslemelerini de istemiyorum," şeklindeki bu ifadede çok latif bir işaret mevcuttur. Allah'tan yüz çevirenler, başkalarına ibadet etmektedirler, ama kainatta Allah'ın dışındaki tüm sahte ma'budlar kendilerine ibadet edenlere muhtaçtırlar. Bu sahte ma'budlar kullarına rızık veremedikleri gibi, üstelik onlar tarafından korunurlar. Şayet kulları onlara ibadet etmekten vazgeçerlerse, onca şan ve şevketlerinden eser kalmaz. Tek ve gerçek ma'bud Allah'tır. O kendi kuvvetiyle kaimdir. O kullarına muhtaç değildir. Bilakis herşeyi O kullarına ihsan eder.

55. "Metîn", sağlam, sarsılmayan demektir.

56. Buradaki "zulüm" ile doğruyu ve hakikati çiğnemek ve fıtratı bozmak kastedilmektedir. "Zulmedenler" ise, siyak ve sibaktan da anlaşıldığı gibi, Allah'tan başkasına kulluk edenler, ahireti inkar edip dünyada sorumsuzca yaşayarak hiç hesaba çekilmeyeceğini sananlar ve kendilerine hakikatlerden haber vermeye çalışan peygamberleri yalanlayanlardır.

57. Bu ayet, "Kıyamet nerede kalmış, niçin gelmiyor?" diyenlere verilmiş bir cevaptır.

ZARİYAT SÜRESİ(Seyyid KUTUB)

1- Esip savuranlara.

2- Yükünü yüklenenlere.

3- Kolayca süzülenlere.

4- İşi ayıranlara and olsun.

5- Size va'dedilen, mutlaka doğrudur.

6- Ceza muhakkak olacaktır.

Bu kısacık ve hızlı etkilerin böylesine anlamı kapalı ifadelerle gelmesi -giriş kısmında da belirtildiği gibi- insanın his ve duygularına bambaşka ilhamlar ve belirli duygular vermekte ve kalbi dikkate değer bir işe ve dikkat edilmesi gerekli bir duruma bağlamaktadır. İlk nesiller arasında da birçok kişi ayette geçen "zariyat", "hamilat", "cariyat" ve "mukassimat" kelimelerinin anlamını sormak zorunda kalmışlardır.

İbn-i Kesir tefsirinde derki: Haccac oğlu Şu'be, İbn-i Ar'ananın oğlu Halid oğlu Semmak'tan, o da Hz. Ali'den şunu duyduğunu belirtmiştir. Aynı şeyi Şu'be de Ebu Bezze oğlu Kasım'dan, Kasım Ebu Tufeyl'den o da Hz. Ali'den rivayet etmiştir. Ayrıca birçok kanallardan mü'minlerin halifesi Hz. Ali'nin aynı şeyleri söylediği nakledilmiştir. Buna göre Hz. Ali, Kufe Camiinde minbere çıkarak der ki: "Bugün bana, Allah'ın kitabından ve Resulullah'ın -salât ve selâm üzerine olsun- hadisinden ne sorarsanız size karşılığını vereceğim: ' Bunun üzerine İbn-i Keva ayağa kalkar ve ey mü'minlerin halifesi, Kur'an'da geçen Zariyat (esip savurana) kelimesinin anlamı nedir diye sorar. Hz. Ali "Rüzgardır" der. Ya, Hamilat (yükünü yüklenenlere) ne demektir der. Hz. Ali "O da buluttur" karşılığını verir. Sonra, Cariyat (kolayca süzülenler) ne demektir deyince, Hz. Ali "O da gemilerdir" der. Mukassimat (işi ayıranlar) ne demektir deyince Hz. Ali " Meleklerdir " der.

Temim kabilesinden Asel oğlu Sabiğ Hz. Ömer'e gelerek, bu kelimelerin anlamlarını sorar. Hz. Ömer, Hz. Ali'nin rivayet olunan görüşlerinin aynısı gibi cevap verir. Fakat Hz. Ömer; bu soruyu soran adamın inad ve yanıltmak için sorduğunu anlayarak onu izlettirmiş ve tevbe edip, önceki kanaatından artık içinde hiçbir fikir kalmadığına ağır yeminlerle yemin edene dek halk ile bir araya gelmesini yasak etmiştir.

Bir rivayet de gösteriyor ki; bu kapalı ifade ve tedbirleri birtakım yanıltıcılar, arkasına gizlendikleri paravana olarak kullanıp onu her rastladıklarını soruyorlardı.

Bu ifadeleri, İbn-i Abbas, İbn-i Ömer, Mücahid, Cübeyr oğlu Sait, El Hasen Katade, Süddi ve birçokları aynı şekilde tefsir etmişlerdir. İbn-i Kesir'in de dediği gibi, İbn-i Cerir ve İbn-i Hatem de bu yolda görüş belirtmişlerdir.

Allah Teala insanların gerek bildikleri gerekse bilmedikleri bir çok taneleri, tozları, birçok bitkileri aşılayan aşıları ve bulutları esip savuran "rüzgara", yine kendisinin dilediği yerlere sevk ettiği yağmur yükünü taşıyan "bulutlara" kudreti ile gerek suya gerek gemilere ve gerekse tüm kainata vermiş olduğu rahatça akıp süzülmeyi sağlayan özellik sonucu suyun yüzünde rahatça akıp süzülen "gemilere", sonra da Allah'ın emirlerini taşıyıp istediğine uygun olarak dağıtan, kendilerine özel işleri ayırıp kainattaki olayları ona göre ayıran "meleklere" yemin etmektedir.

Rüzgar da, bulut da, gemi de, melekler de Allah'ın yarattıklarından birer yaratıktır dırlar. Yüce Allah onları kendi kudreti için birer vasıta dileği için birer perde olarak kullanıyor. Ve onların kanalı ile Allah'ın gerek kainatında gerekse kulları hakkındaki kaderi gerçekleşiyor. Yüce Allah yöneltmeyi hedeflemektedir ki böylece kalpler onların gerisindeki gerçekleri idrak etsinler. Onları yoktan var eden kendilerini dilediği gibi kullanan ve belirlenmiş kaderi kendileri vasıtası ile gerçekleştiren Allah'ın kudret elini görsünler diye... Bu yaratıklardan özellikle bu biçimde söz edilmesi, kalbin dikkatini bunların gizli sırlarına ekmekte, sonra da bunlardan böylesine ruhlara ilham verecek tarzda sözedilmekte ardından insan kalbi bu yaratıkların yaratıcısı olan Allah a bağlanmaktadır.

Sonra bir başka yönden bu yaratıkların her halde rızık konusu ile de ilgisi olsa gerek. Nitekim surenin devamının hedefi insanı rızkın esaretinden özgür kılmak ve onun ağırlığı altında ezilmekten kurtarmaktır. Rüzgarların, bulutların, gemilerin rızık ile ve rızkın neden ve araçları ile ilişkisi gayet açıktır. Meleklere ve onların işleri taksim etmelerine gelince, şüphesiz ki meleklerin taksim ettikleri işler arasında bu rızık konusu da vardır. Bundan dolayı surenin bu iri kısmı ile sure içinde çeşitli yerlerde ele aldığı temel konu arasındaki ilgi apaçık ortaya çıkmaktadır.

Allah Teala bu dört yaratık üstüne yemin ederek, bu yemini ile "Şüphesiz ki size va'dolunan mutlaka doğrudur, ceza muhakkak olacaktır" hükmünü güçlendirmektedir. Allah Teala, insanların iyiliklerine iyilikle, kötülüklerine de kötülükle karşılık vereceğini va'detmiştir. Eğer bu dünyada hesaplarını geciktirecek olursa, öteki dünyada geciktirip onlara mühlet verecek değildir. O halde dünyada hesap mutlaka kaçınılmazdır. "Ceza muhakkak olacaktır."

Allah'ın va'di doğrudur. Mutlaka ya burada ya orada gerçekleşecektir. Allah'ın insanlara va'dettiği şeyler arasında onlara vereceği rızık ve bu rızkı kendi kutsal dileği uyarınca geniş veya dar olarak kendi üzerine alması da vardır. Allah'ın va'di her yerde doğru olduğu gibi bu rızık konusunda da doğrudur, haktır.

Elbette Allah'ın insanlara va'dettiği şeyler O'nun dilediği şekilde ve istediği zamanda gerçekleşecektir. Dolayısı ile bu konunun Allah açısından üzerine yemin edilmeye ihtiyacı yoktur. Allah Teala'nın bu dört yaratığın üstüne yemin etmekteki hedefi, -daha önce de belirttiğimiz gibi- insanların dikkatlerini bu yaratıklara çekmektir. Ki böylece kalpler bunların gerisindeki eşsiz yaratma sanatını Allah'ın kudretini, planlayıcılığını, yöneticiliğini idrak edip anlasınlar çünkü bu yaratma, bu kudret, bu idare, insanın ruhuna bu yaratıkların bu düzen ve bu ölçü içinde yaratıcısı olan Allah'ın va'dinin mutlaka hak ve doğru olduğunu ilham etmelerinin yanısıra, insanların hayırlı, şerli bozuk veya iyi olmalarına göre, hesaba çekileceklerini ilham etmektedir. Çünkü üzerine yemin edilen bu varlıkların benlikleri, bunların boşu boşuna, tesadüf eseri ve hassasiyetten uzak rast-gele yaratılmadıklarını ima etmektedir... İşte böylece, bu yaratıklar insanın dikkatini kendilerine çeken, duygularını kendilerine yönelten yeminin yardımı ile, güçlü alametler ve bambaşka güçlü ilham ve anlamlar içeren deliller haline gelmektedir. Bu da ilham ve terbiye yollarından birisi ve kainatın dili ile doğrudan doğruya insan fıtratına seslenmektir.

7- Yolları bulunan göğe andolsun ki.

8- Ey inkarcılar, siz, şüphesiz çeşitli görüştesiniz.

9- Çevrilen, ondan çevriliyor.

Yüce Allah, halkaları içiçe girmiş sağlamca örülmüş bir zırh gibi sağlam yapılı ve ahenkli gökyüzü üstüne yemin etmektedir.

Ayette geçen "Hubük" kelimesi gökyüzündeki bulutların şekillerinden birisini ifade ediyor olabilir. Bulutların rüzgar estiği zaman dalgalanan kum ve su gibi -zırh misali- süslü ve nakışlı oldukları anı canlandırıyor olabilir. Veya bu yörüngelerin gökyüzüne yerleştirilmesini ve gök cisimlerinin son derece girift ve son derece ahenkli olan yörüngelerinin sürekli bulundukları durumlarını yansıtıyor da olabilir.

İşte Allah Teala, hareli yollarda bezeli gökyüzü üstüne yemin ederek onların görüşlerinin aynı olmadığını, görüşlerinin dayanak, destek ve istikrardan uzak ve çelişik olduğunu istikrar ve değişmezlikten yoksun olduğunu açıklıyor. Kimisinin o sözden döndüğünü kimisinin de hâlâ kanaatini değiştirmediğini dolayısı ile taşıdıkları fikirde ne bir istikrar ne ahenk ve ne de değişmezlik olmadığını aksine şaşkınlığın sürekli endişenin sürdüğünü belirtiyor. İşte batıl da her zaman böyledir. Sarsak ve kaypak toprak parçası gibidir. Işıksız ve işaretsiz bir çölü andırır. Batıl, bir kararda durmaz değişmez bir temele bağlı değildir, hassas bir ölçüsü yoktur. Batıla sapan insanlar bir araya gelir gelmez bir müddet sonra hemen birbirlerine arkalarını dönerler, birbirlerine düşerler ve aralarında bir çekişmedir başlar, bir boğuşmadır sürüp gider.

Onların kararsızlıkları, uyuşmazlıkları ve sıkıntılı ve zor durumları, ahenkli düzgün ve hareli yollarla bezenmiş gök tablosu karşısında daha da açığa çıkıyor.

KAHROLSUN YALANCILAR

Bundan sonra yüce Allah sözü değiştiriyor ve onların ahiret günü konusunda tam bir vehim ve zan içinde olduklarını ve bu konudaki görüşlerinin herhangi bir gerçeğe ve kesin bilgiye dayanmadığını belirtiyor. Onların bu apaçık hak konusunda ayrı ayrı görüşler taşıdıklarını ifade ediyor. Sonra da onlara ahiret gününü göz doyurucu canlı bir tablo içinde canlandırıyor:

10- O çeşitli görüşleri atan yalancılar kahrolsun.

11- Onlar aptallık içinde ne yaptıklarını bilmezler.

12- "Ceza günü ne zaman?" diye sorarlar.

13- O gün onların ateşe sokulacakları gündür.

14- "Azabımızı tadın! Acele gelmesini beklediğiniz şey budur işte " denir.

Ayette geçen "Hars" kelimesi, hassas bir ölçüye dayanmayan tahmine dayalı takdir ve zan demektir. Allah Teala o ölçüye dayanmayan tahmini yürütenlere ölüm bedduasında bulunmaktadır. Aman Allah'ım ne kadar korkunç! Allah'ın onların hakkında ölüm istemesi (bedduası) onların ölüm fermanı demektir. "O çeşitli görüşleri atan yalancılar kahrolsun". Az sonra durumları daha da açıklık kazanıyor. "Onlar aptallık içinde ne yaptıklarını bilmezler." Onlar, sapıklık ve vehimlere gömülmüşlerdir, uyanıp bir türlü kendilerine gelmezler. Bu ifade, onların cehalet ve gaflet içinde çevrelerinde olan hiçbir şeyi hissetmez ve düşünmez bir halde sanki sarhoşlar gibi gaflet içinde gezinip durduklarını belirtirken bambaşka bir izlenim uyandırmakta ve vermektedir.

Çünkü onlar aklı başında ve bilinçli her akıllının görüp kabul edeceği apaçık bir konuyu düşünüp kavrayamıyorlar ve "Ceza günü ne zaman? diye sorarlar". Bilmek ve öğrenmek için değil, fakat ayette gösterildiği gibi özellikle "eyyane" kelimesini kullanarak sormalarından anlaşılacağı üzere, yalanlamak ve o günün geleceğini uzak bir ihtimal ve imkansız gördüklerini belirtmek için soruyorlar.

Bundan dolayı, Allah Teala onların imkansız ve tuhaf gördükleri kıyamet günündeki tabloları ile yansıtıyor onları. Onlar bu tabloda maden cevherinin özü cürufundan ayrılsın diye yıkılması gibi ateşte yıkılıyorlar. "O gün onların ateşe sokulacakları gündür." Ve bunun yanısıra, o sıkıntı dolu durumda bir de acı verici azarlama vardır: "Azabımızı tadın! Acele gelmesini beklediğiniz budur işte."

Onların durumlarını canlandıran bu ifade sorularına en güzel cevaptır. Tablodaki bu şiddet sahnesi ise o yalancıların içinde yaşadıkları gaflet ve umursamazlık hallerine bir karşılıktır. Bu da yüce Allah'ın onların ölümlerini istemesinin doğruluğuna bir delildir. Hem de kendilerinin ateşe sokulacakları günde en şiddetli ve en katı biçimi ile...

MUTTAKİLERİN İBADETİ

Öbür tarafta, karşı sayfada başka bir tablo canlanmaktadır. Bir başka grubun, kesin olarak inanan, kendini kuruntulara kaptırmayan, sakınan, böbürlenmeyen uyanık olan, ibadet eden ve bağışlanmasını dileyen ve ömrünü cehalet ve gaflet içinde geçirmeyen bir grubun tablosu canlanmaktadır.

15- Doğrusu Allah a karşı gelmekten sakınanlar, cennetlerde, pınar başlarındadırlar.

16- Rab'lerinin, kendilerine verdiğini alırlar. Çünkü onlar bundan öncede güzel davranırlardı.

17- Geceleri pek az uyurlardı.

18- Seher vaktinde de istiğfar ederlerdi.

19- Mallarında dilenci ve yoksul için bir hak vardı.

Bu zümre... Uyanık müttakiler zümresi... Allah'ın kendilerini gözetmesi ve onların kendi kendilerini gözetmeleri konusunda son derece hassas olan bir zümredir. Bunlar "Cennetlerde, pınar başlarındadırlar." Dünya hayatında sanki görüyormuşçasına Allah'a ibadet etmelerine ve Allah'ın kendilerini gördüğüne kesin iman etmelerine bir ödül olmak üzere Rab'lerinin kendilerine vermiş olduğu nimet ve ihsanı almış olarak, cennetlerde ve pınar başlarındadırlar. "Çünkü onlar bundan önce güzel davrananlardı."

Allah Teala onların iyi davranışlarını, huşu dolu, incelik ve hassasiyet dolu bir tabloda canlandırıyor:

"Geceleri pek az uyurlardı. Seher vaktinde de istiğfar ederlerdi." Herkesin uyuduğu gecenin karanlığında uyanıktır onlar. Bağışlanma ve rahmet dileyerek Rab'lerine yönelirler. Uykuyu çok az tadarlar ve geceleyin az uyurlar. Gecenin bağrında Rab'leri ile başbaşa olurlar. Vücutları yataklarından uzaklaşır. Allah'ın rahmetini beklemek onları tüy gibi hafifletmiş ve uyuyup da ağırlıklarına ağırlık katmamışlardır.

Hasenü'l Basrî: "Geceleri pek az uyurlardı" ayetini tefsir ederken der ki: "Onlar gece namazının güçlüğüne göğüs gererler, gecenin çok az bir kısmında uyurlar, ibadetlerine gayret ederler, ibadetlerini seherlere kadar uzatırlar ki sonunda bağış dilekleri tam seher vaktine tesadüf etsin: '

Katade der ki: "Onlar geceleri pek az uyurlardı" ayetini Kays oğlu Ahnef "Onlar çok az uyurlardı" diye açıklar, sonra da "Ben bu ayete konu olanlardan değilim" dermiş.

Hasanü'l Basrî anlatıyor: Kays oğlu Ahnef dermiş ki: "Benim amelimle cennetliklerin amellerini karşılaştırdığımda bizim onlardan çok uzakta olduğumuzu gördüm. Çünkü bizler onların amellerine ulaşamayız. Onlar geceleyin çok az uyurlar. Sonra kendi amelimi cehennemliklerin ameli ile karşılaştırdığımda gördüm ki onlar, hayırsız bir topluluktur, Allah'ın kitabını yalanladıkları gibi O'nun Peygamberlerini ve öldükten sonra dirilmeyi yalanlamışlardır, bizim içimizdeki en hayırlılarımızın ise, iyi bir ameli başka bir kötü ile karıştırdıklarını gördüm " Eslem oğlu Zeyd'in oğlu Abdurrahman der ki: Temim oğulları kabilesinden birisi babama der ki: Ey Usamenin babası! Öyle bir nitelik ki kendimizde bulamıyorum hiç. Allah Teala bir zümreden söz ediyor ve buyuruyor ki: "Geceleri pek az uyurlardı." Biz ise vallahi gecenin az bir kısmında ibadet ediyoruz. O zaman babam -Allah kendisinden razı olsun- ona: "Ne mutlu uyku basınca uyuklayan uyanınca da Allah'tan korkana" diye karşılık verir.

Bu öyle bir haldir ki, tabiinden iman ve yakin mertebesinde yol almış kalbur üstü kimseler bunu inceliyorlar ve kendilerini bu mertebenin gerisinde buluyorlar ve Allah'ın özel olarak seçtiği görevlerini tam yapmaya muvaffak ettiği ve bundan dolayı iyi kimselerden yazdığı bazı kimselerin bu makamı elde ettiklerini görüyorlardı.

Onların Rab'leri ile olan durumları bu. İnsanlar ve dünya malı ile olan durumlarına gelince bu da iyi davrananlara yaraşacak şekildedir. "Mallarında yoksullar ve dilenciler için bir hak vardır."

Onlar isteyip de kendisine verilen dilenci ile, susup haya eden ve dolayısı ile de mahrum kalan yoksulun paylarını ayırırlar. Her ikisinin payı da mallarında farz kılınan bir hak olarak kabul ederler. Ve sınırı belirtilmemiş olan bu hak görevini gönüllü olarak yaparlar.

Bu işaret, surenin gönülleri ihtirasın esaretinden, cimriliğin yükünden ve rızıkla meşgul olmanın kötü akıbetinden korumak için rızık ve mülk konusunu ele almasına uygun düşmektedir. Öte yandan bu işaret, müttakilerin niteliklerini ve iyi davrananların tablolarını canlandırıp tamamlarken surenin ikinci kesimine geçiş için hazırlık mahiyetindedir.

20- Kesin inanacak insanlar için yeryüzünde nice deliller vardır.

21- Kendi canlarınızda da nice deliller vardır. Görmüyor musunuz?

22- Rızkınız da, size va'dedilen azab da göktedir.

23- Göklerin ve yerin Rabb'ine and olsun ki bu vaad, sizin konuşmanız kadar kesin ve gerçektir.

Bu da yeryüzünde ve ruhlarda Allah'ın varlığını ve kudretini gösteren delillere bir göz atış, takdir edilen nasip ve yazılmış olan rızık konusunda dikkatleri gökyüzüne yöneltmektir. Bu göz atış büyük bir yeminle son bulmaktadır. Ve Allah Teala kendi zatı ve bu bölümde sözünü etmiş olduğu Göklerin ve yerin Rabbi niteliği (sıfatı) üstüne yemin ederek kendi katından gelen bu va'din kesin gerçek olduğunu belirtmektedir.

"Kesin inanacak insanlar için yeryüzünde nice deliller vardır." "Kendi canlarınızda da nice deliller vardır. Görmüyor musunuz?" Üzerinde yaşadığımız şu gezegen Allah'ın zatına ve sanatının harikalarına işaret eden delillerin sergilendiği muazzam bir fuardır. Öyle bir fuar ki şu ana kadar o harikaların çok az bir kısmını görebildik. Ve bizler bu fuarda her geçen gün yeni bir harika ile karşılaşıyor ve her gün yeni bir şey öğreniyoruz. Tıpkı bu fuar gibi bir başka fuar da bizlerin içimizde gizlidir. Bu fuar insan ruhudur. Yalnız içinde yaşadığımız yer kürenin sırları değil bütün varlık aleminin sırlarını içinde saklayan sır küpü insan ruhunun, fuarıdır bu fuar.

Bu iki ayet bu kısacık işareti ile akılları yerinden oynatan şu iki fuara dikkat çekmektedir. Ama bu kısacık işaret, bu iki fuarın kapılarını onları görmek isteyenlere, ruhunu tatmin etmek isteyenlere, ardına kadar açmaktadır. Ve hayatın, nimet, sevinç, canlı ibretlerle dolup taşacak kadar anlamlı hale getirmek isteyenlere ayrıca hayatına kalpleri yücelten, ömürleri uzatan gerçek marifetin (bilginin) çok değerli hazinelerini doldurmak isteyenlere kapılarını ardına kadar açmaktadır!

Kur'an ayetleri her ortamda, her çevrede her hal ve şartta kendisi ile amel edilsin diye hazırlanmıştır. Her ruha, her kafaya ve her akla herbirinin alabileceği ve dayanabileceği kadar olmak üzere hazinelerinden belirli kısmını açabilir.

İnsanlık bilgi basamaklarında yükseldikçe düşünce ufukları genişledikçe, bilgisi artıp tecrübeleri çoğaldıkça, kainatın ve ruhun sırlarını çözdükçe Kur'an-ı Kerim'den alacağı payı çoğalır, istifadesi o derece büyük olur. Ve Kur'an ayetlerinden elde edeceği azık, öğüt çeşit çeşit olur. Bu öyle bir Kitap'tır ki, onu Allah'tan alan, sırlarını tam olarak anlayan ve o sırlarla birlikte yaşayan Peygamberin, ondan bahsederken dediği gibi, "Bu kitabın harikaları bitmez tükenmez, tekrar tekrar okumakla yeniliğini kaybetmez: ' Peygamber bu sözleri kendi ruhunda bulunan canlı tecrübeye dayanarak söylemiş ve bu tecrübeyi bu ifade kalıplarına dökerek dile getirmiştir.

Bu Kur'an'ı ilk defa duyanlar, yeryüzünde ve ruhlarda Allah'ın varlığı ve kudretini gösteren delillerden kendi paylarına düşeni aldılar. Ve kendi bilgi, tecrübe ve yetenekleri oranında hazinelerini teslim aldılar. Aynen bunun gibi onlardan sonra gelen nesiller de kendi bilgi, tecrübe ve marifetlerine uygun olarak nasiplerine, paylarına düşeni aldılar. Bizler de kendi bilgi, marifet ve tecrübemizin genişliğine göre ve bu koca kainattaki bitmez tükenmez sırlardan keşfedebildiklerimiz oranda payımıza düşeni almaktayız. Bizden sonra gelecek nesiller de, henüz bizim için yeryüzünde ve ruhlarda açıklık kazanmamış olan delillerden hazır bekleyen nasiplerini alacaklardır. Ama bu kutsal ve görkemli olan iki fuar (yeryüzü ve ruhumuz) yenilikler ve harikalarla dopdolu olarak zamanın sonuna kadar devam edip gidecektir.

Şu yeryüzü, şu hayat için hazırlanmış, bütün özellikleri ile hayatı karşılamak ve devam ettirmek için hazırlanmış olan şu yeryüzü, akıllara durgunluk veren kainat okyanusunda nerde ise bizce bilinen yegane gezegendir. Yıldızlar ve gezegenlerle dopdolu olan şu kainatta sadece bilinen yıldızların sayısı -ki bilinenler kainatın gerçek yüzüne oranla söz edilemeyecek kadar azdır- yüz milyonlarca galaksidir. Her bir galakside de yüz milyonlarca sabit yıldız vardır. Gezegenler işte bu yıldızların uydularıdır. İşte yerküre bu yıldız okyanusu içinde hayat için elverişli tek gezegendir.

Sayılara sığmayan bunca yıldız ve gezegene rağmen yeryüzü, bu çeşit bir hayatın oluşup devam etmesi için elverişli tek yerdir. Şayet yeryüzünün gerçekten çok olan özelliklerinden en ufak birisi zedelenecek olsa, üzerinde bu çeşit hayatın sürmesi imkansızlaşırdı. Şayet dünyanın hacmi değişip büyüse veya küçülse, güneşin karşısındaki durumu değişip güneşe yaklaşıp uzaklaşsa, güneşin hacmi ve ısı derecesi değişecek olsa, yeryüzünün şuradan veya buradan ekseni üzerindeki eğimi değişecek olsa, yeryüzünün kendi ekseni veya güneş çevresindeki hareketi değişip de daha hızlı ya da daha ağır dönecek olsa, dünyamızın uydusu olan ayın hacmi ya da dünyaya uzaklığı değişecek olsa, dünyamızdaki kara ve denizlerin birbirine oranları değişip de, bunlardan herhangi biri artıp eksilecek olsa, şayet, şayet, şayet... daha yeryüzünde hayatın oluşması ve devam etmesi için kendisinin uygunluğuna etki eden bilinen ve bilinmeyen binlerce dengeye kadar bu varsayım uzatılabilir.

Bütün bu sayılanlar şu kutsal fuarda sergilenen ve Allah'ın varlığı ve kudretini gösteren deliller değil midir?

Sonra... Yeryüzünde barınan canlılar için saklanmış ve depolanmış olan şu yiyecekler... Yerkürenin yüzeyinde barınan, havasında süzülüp uçan, veya sularında yüzen veya mağara ve oyuklarında gizlenen veya toprağın bağrında ve içinde gizlenen bunca canlılar... Bu basit ve bileşik yapıda olan, hazır yiyecekler sayılara sığmaz bunca canlıların yine sayısız gıdalarını temin etmek için çeşit çeşit şekil ve türlerde olabilen bu yiyecekler... Toprağın bağrında gizlenen, suyunda akan, havasında esen, yüzeyinde biten, yeryüzüne güneşten ve bazıları bilinen ve bazıları bilinmeyen alemlerden gelen, bu azıklar ve yiyecekler... Bütün bunlar, bu yeryüzünü hayat için elverişli bir yuva olarak kuran ve yeryüzünü sayılara sığmayan türde canlılar için hazırlayan yüce iradenin planlaması uyarınca fışkırıp, çıkmaktadır.

Yeryüzünün tablo ve manzaraları, hangi köşesinde göz atılırsa atılsın, neresine adım atılırsa atılsın, çeşit çeşittir. Bitip tükenmez harikalarla dopdolu bu manzaralar, bu ovalar, bu vadiler, bu alçak sahalar ve dağlar, bu deniz ve göller, nehir ve sular, birbirine komşu kimi verimli kimi verimsiz arazi parçaları, şu üzüm bahçeleri, tarlalar, şu tek ve iki gövdeli hurma ağaçları.. Bu manzaralardan her birisini, bir an olsun yaratma ve değiştirmeden geri durmayan sürekli yaratma ve değiştirmenin kutsal eli durmadan değiştirip türlü türlü şekiller verir. İnsan kurak bir yere varır bir başka manzara görür, otlarla bezeli bir yere rastlar bir başka tablo görür. Yemyeşil bitkiler varken gördüğü ayrı bir tablodur. Hasat zamanı gider karşılaştığı manzara sararmış solmuş bir başka haldir. Bir adım bile değiştirmemiştir seyrettiği yeri ama karşılaştığı farklı farklı manzaralardır.

Bu yeryüzünde yaşayan canlılar, bitkiler, hayvanlar, kuşlar, balıklar, sürüngenler ve haşereler... İnsanı bir tarafa bırakalım. Çünkü Kur'an insanlardan özel olarak söz etmekte, onları özel olarak ele almaktadır... Sayılarının ne kadar olduğunu belirlemek bir yana -çünkü imkansızdır- cins ve türlerinin sayısı, bile henüz keşfedilemeyen bunca yaratıklar ve bunların içinden her bir yaratık başlı başına bir topluluktur. Herbiri başlı başına bir harika... Her hayvan, her kuş, her sürüngen, her haşere, her kurtçuk ve her bitki... Hatta ve hatta, bir kurtçuğun her kanadı, bir çiçekteki her yaprak, bir yaprağın her damarı harikaları bitmez tükenmez akıllara durgunluk veren bu kutsal fuarda sergilenmektedir.

İnsan, hatta insanların topyekün tümü böyle düşünmeye devam etseler ve yeryüzündeki harikalara ve bu harikaların gösterdiği delillere işaret etmeye çalışsalar, ne sözleri biterdi ne de işaretleri... Kur'an ayetleri, düşünsün ve ibret alsın diye beşer kalbini uyarmaktan bu gezegen üzerindeki seyahat boyunca bu dehşetli fuarda harikaları sergilemekten ve yolculuk boyunca bu sergilemenin sağlayacağı nimet. ve sevinci tattırmaktan başka bir şey yapmıyor. Fakat Kur'an insan kalbi gözlere ve basiretlere sergilenmekte olan bu ilahi müze ile gaflet uykusundan uyansın diye kalbine şöyle bir dokunup geçiyor. İnsan şu dünya denen gezegende yolculuğunu düşünerek ibret alarak geçirsin diye şöyle bir dokunup geçmektedir. Bu gezegende yolculuğunu, harikaları görerek, düşünerek ve kendi benliğinde gizli olan şu akıllara durgunluk veren yaratmayı düşünerek, büyük bir hazla sürdürsün diye şöyle bir dokunuyor. Ama insanoğlu bundan habersizdir, dikkati başka şeylerdedir.

Doğrusunu söylemek gerekirse, insan yaratıkların yüzlerini, özelliklerini, hareketlerini ve adetlerini en güzel yaratıcının yarattığı bir müzede dolaşan gezgin bir kul gözü ile düşününce ve yolculuğunu sürdürünce gerçekten de haz ve heyecan verici saniyeler geçirir. Ya bütün hayatını bu yüce hazlarla dolu alemde geçiren insanların duyacağı zevk ve sevinç nice olur?

İşte Kur'an-ı Kerim, bu tür dokunuşları ile insanı yeniden yaratıyor. Yeni bir duygu ile yoktan var ediyor. İnsana yeni bir hayat sunarak hak veriyor. Yeryüzünde düşünmesi imkansız ve eşi bulunmaz bir zevk ve sürur veriyor, insana.

İşte Kur'an bu tür düşünce ve idrak yüceliği istemektedir, insandan. Beşer kalbine bu hazineyi ancak iman verir. Bu yüce hazzı henüz yeryüzünde çamur ve toprak dünyasında iken ancak iman hazırlar insana.

İmdi... Birinci bakış yeryüzü sergisine idi. İkinci gezinti ruhlardaki harikaların fuarında idi. Bunlardan sonra, perdelerle örtülü yüce gaybın, görülmez alemin fuarı gelmektedir. Ki bu belirlenmiş rızık ve yazılmış olan nasiplerin yer aldığı fuardır.

"Rızkınız da size va'dedilen azab da göklerdedir."

Bu hayret veren bir işarettir doğrusu. Rızkın gözle görülen araçları yeryüzünde olmasına rağmen, insan yeryüzünde çalışıp didinirken ve rızkını ve nasibini çalışma ve didinmesinden beklerken Kur'an-ı Kerim, insanın bakışlarını ve ruhunu gökyüzüne, görünmeyen aleme Allah'a çeviriyor. Ki insanoğlu belirlenen rızkını ve yazılan nasibini oradan beklesin diye... Yeryüzü ve yeryüzündeki gözle görünen rızık araçları ise inananlar için Allah'ın varlığı ve kudretine birer delildirler. Gönülleri rızıklarını Allah'ın ihsanından beklesinler diye ve yeryüzünün ağırlıklarından ve ihtirasın pençesinden kurtarmak için Allah'a döndüren birer delildirler. Onun için Kur'an gözle görülen rızık araçlarına bu araçları yaratan ilk kaynaktan rızkı beklemeye engel olma fırsatı tanımaz.

İman eden bir kalp bu işaretin iç yüzünü kavrar ve olduğu gibi anlar. Bu işaretten maksadın yeryüzünü ve rızık araçlarını ihmal etmek demek olmadığını ve kendisinin yeryüzünde halifelikle ve orayı kalkındırmakla yükümlü olduğunu bilir. Bu işaretten hedefin, ruhun bu araçlara bağlanmaması ve yeryüzünü kalkındırırken Allah'ı unutmamak demek olduğunu bilir. Yeryüzünde çalışıp rızkı gökten beklemek gerektiğini, rızkın araçlarına sarılıp fakat, kendisine rızık verenin bu araçlar olmadığına kesin iman etmek gerektiğini, rızkının gökte planlanmış olduğunu ve Allah'ın va'dettiği şeyin mutlaka olacağını bilir.

İşte böylece insanın kalbi yeryüzünde gözle görülen araçlara esir olmaktan kurtulur. Aksine insan ruhu bu araçlarla göklerin yüceliklerine doğru kanat çırpar. Rızık araçlarında onların yaratıcısını gösteren deliller görüp kalbi gökyüzüne bağlı, ayakları yeryüzünde yaşarken göklerin yüceliklerine kanat çırpar insanoğlu... İşte bunu istemektedir Allah insanlar için... Çamurdan yaratıp, ruhundan bir soluk üflediği ve alemlerde birçok yaratıklardan üstün kıldığı bu yaratık için bunları istemektedir...

İnsanın en üstün durumda olduğu bu konumun gerçekleşmesi için tek vasıta imandır. Çünkü insan ancak bu takdirde Allah'ın kendisini yaratırken hedeflediği duruma, içine bozukluk ve sapıklık nüfuz etmeden Allah'ın insanları yarattığı önceki orjinal ve saf duruma gelebilir...

Yeryüzüne, ruhlara ve gökyüzüne bu kısa bakışlardan sonra, yüce Allah yüce zatı üstüne yemin ederek, bütün bu sözlerin doğru olduğunu belirtiyor:

Göklerin ve yerin Rabb'ine and olsun ki bu vaad, sizin konuşmanız kadar kesin ve gerçektir."

Onların kendi aralarında konuşması nasıl bir gerçek ise, konuşup konuşmadıkları konusunda nasıl ki görüş ayrılığına düşüp tartışmıyorlar, bu konuda kuşku duymuyorlar ve bundan nasıl emin iseler, aynen bunun gibi bu kutsal sözlerin de tümü gerçektir, kuşkusuzdur. Ve Allah söylenenlerin en doğrusudur.

Esmaî'den naklolunan ve Zemahşerî'nin Keşşaf'ında zikrettiği güzel bir söz vardır. Biz rivayet bakımından ihtiyatlı olmakla birlikte güzel olduğu için buraya almayı uygun görüyoruz:

"Basra camisinden çıkmıştım. Devesine binmiş bir bedevi çıkageldi. Bedevi: - Hangi kabiledendir bu adam? dedi. Ben de:

- Asma oğulları kabilesinden dedim. Bedevi: - Nereden gelirsin? diye sordu. Ben de:

- Rahman'ın sözünün okunduğu yerden dedim. Bedevi:

- O sözden oku bakalım dedi. Bunun üzerine Zariyat suresini okumaya başladım. Baştan 22 nci ayete gelince, Bedevi:

- Yeter dedi. Kalktı devesini yatırdı ve boğazladı. Etini gelene ve geçene dağıttı. Kılıcına ve yayına yöneldi, onları kırdı ve gitti. Bir müddet sonra ben Harun er Raşit ile tavaf ediyordum. Bir de baktım ki birisi ince bir ses ile beni çağırıyor. Döndüm ve gördüm ki o bedevi. Sararmış solmuş ve incelmişti. Bana selam verdi ve aynı sureyi okumamı istedi. Aynı ayete gelince bir çığlık attı ve dedi ki: "Biz Rabb'imizin bize va'dinin gerçek olduğunu bulduk" (A'raf, 44). Sonra:

Başka var mı dedi. Ben de "Göğün ve yerin Rabb'ine and olsun ki bu vaad, sizin konuşmanız kadar kesin ve gerçektir" ayetini okudum. Bir çığlık daha attı ve:

- Sübhaneallah dedi. Kim öfkelendirdi celal sahibini ki yemin etmiş O? Sözünü kim tasdik etmemiş ki yemine başvurmuş dedi. Bu sözü üç kere tekrar etti ve ruhunu teslim etti: '

Bu bir menkıbedir. Doğru olabilir de olmayabilir de... Ama bu menkıbe bizlere Allah'ın yemininin ne kadar yüce olduğunu hatırlatması bakımından önemlidir. Allah'ın zatına ve göğün ve yerin Rabbi olması niteliğine yemininin yüceliğini hatırlatması bakımından önemlidir. Çünkü bu yemin, yemin edilerek pekiştirilen gerçeğe de bir yücelik katmaktadır. Ki bu gerçek kaseme ve yemine gerek kalmayacak kadar apaçık bir gerçektir.

Buraya kadar anlatılanlar surenin birinci bölümü idi. İkinci bölüm ise Hz. İbrahim, Lut, Musa'nın -selâm üzerlerine olsun- hikayeleri ile, Hud Peygamberin kavmi olan Ad, Salih Peygamberin kavmi olan Semud ve Nuh peygamberin kavmine dair hikayelere işaretleri içermektedir. Bu bölümün önceki bölümle ve aynı zamanda surenin akışı içinde kendisini izleyen bir sonraki bölümle yakın bir ilişkisi vardır.

24- İbrahim'in şerefli misafirlerinin haberi sana geldi mi?

25- Onlar, İbrahim'in yanına girip "Selam sana" demişlerdi, İbrahim de: "Selam size" demişti. İçinden de, onların "tanınmamış bir topluluk " olduklarını geçirmişti.

26- Gizlice ailesinin yanına gitti, semiz bir buzağı getirdi

27- Onu, önlerine yaklaştırdı "Yemez misiniz?" dedi.

28- Yemediklerini görünce içine bir korku düştü. "Korkma " dediler ve ona bilgin bir oğlan çocuğu müjdelediler.

29- Karısı hayretle çığlık içinde geldi. Yüzünü kapayarak "Ben kısır bir koca karıyım" dedi.

30- Dediler ki: "Rabb'in böyle dedi. O, hüküm ve hikmet sahibidir bilendir."

31- İbrahim: "O halde işiniz nedir ey elçiler?" dedi.

32- Dediler ki: "Biz suçlu bir kavme gönderildik."

33- "Ki onların üzerine çamurdan taşlar salalım; "

34- "Rabb 'inin katında, haddi aşanlar için işaretlenmiş taşlar."

35- Orada mü'minlerden kim varsa çıkardık.

36- Zaten orada bir ev halkından başka müslüman da bulamadık.

37- Acı azabdan korkanlar için orada bir ibret bıraktık.

Bunlar peygamberlerin tarihlerinde yer alan delil veya delillerdir. Tıpkı yeryüzünde ve ruhlarda işaret olunan deliller gibidir bunlar da... Bu sözler birinci bölümde gerçekleşeceği ifade olunan va'dler gibi gerçekleşecek olan va'd veya tehditlerdir.

Hz. İbrahim'in -selâm üzerine olsun- hikayesi bir soru ile başlıyor: "İbrahim'in şerefli misafirlerinin haberi sana geldi mi?" Bu hikaye anlatılacak olan hikayeye dinleyenlerin dikkatlerini çekmek ve zihinleri buna hazırlamak için böyle soru ile başlıyor. Hz. İbrahim -selâm üzerine olsun- misafirlerinin şerefli olarak nitelenmelerinin nedeni ya onların Allah katında böyle şerefli oluşlarından veya hikayede anlatıldığı gibi Hz. İbrahim'in onlara yaptığı ikramdan dolayıdır.

Hz. İbrahim'in cömertliği ve dünya malına karşı önem vermeyişi açıkça görülmektedir. Misafirleri içeri girer girmez "selam" diyorlar. Kendilerini tanıyıp bilmediği halde salamlarını alıp karşılık veriyor. Evet kendisine selam verilir verilmez onların selamlarına karşılık verir vermez hemen onlara yemek hazırlamak üzere hızla hanımının yanına koşuyor. O kadar bol yemek getiriyor ki değil üç kişiye onlarca kişiye bile yeter. "Gizlice ailesinin yanına gitti semiz bir buzağı getirdi." Rivayete göre gelen konuklar üç kişiymişler. Bu semiz buzağının bir omuzu bile onlara yetecek kadarmış!

"Onu önlerine yaklaştırdı `yemez misiniz?' dedi."

Hz. İbrahim konukların yemeğe ellerini uzatmamaları ve biraz sonra yiyeceklerini gösteren bir davranış içinde bulunmamaları yüzünden soruyor bu soruyu. "Yemediklerini görünce içine bir korku düştü." Bunun iki nedeni olabilir: Birincisi ev sahibinin sunduğu yemeği yemeyen bir yabancı konuğun bu hareketi o konuğun içinde kötü niyet ve hıyanet beslediği anlamına gelmesindendir. Ya da Hz. İbrahim onların davranışında tuhaf şeyler görmüştür bundan dolayıdır. İşte bu esnada konuklar ona gerçek kimliklerini açıklıyorlar veya onu yatıştırıyorlar ve kendisine müjde veriyorlar. "Korkma' dediler. Ve ona bilgin bir oğlan çocuğu müjdelediler." Bu müjde kısır eşinin Hz. İshak peygamberi doğuracağına dairdir.

Karısı hayretle çığlık içinde geldi. Yüzünü kapayarak "Ben kısır bir koca karıyım' dedi." Hz. İbrahim'in -selâm üzerine olsun- hanımı müjdeyi duymuş ve bu müjde karşısında birden şaşkına dönmüş, dehşet içinde çığlık atmış ve kadınların adeti olduğu gibi, yanaklarını iki avucu ile kapatmıştı. Bu nasıl olur? "Kısır bir kocakarıyım" diye bağırmaya başlamıştı. Böylece kendisi yaşlı bir kocakarı olduğu için bu müjde karşısında dehşetini dile getirmişti. Çünkü o aslında kısır birisiydi. Hiçbir zaman beklemediği bu çarpıcı müjde karşısında kendisinden geçmiş ve unutmuştu müjdeyi meleklerin getirdiğini. İşte o sırada melekler onu ilk gerçeğe, kendisini hiçbir şeyin kayıtlayamıyacağı ve her işi hikmet ve ilim ile idare eden kudret gerçeğine döndürürler.

"Dediler ki: `Rabb'in böyle dedi. O, hüküm ve hikmet sahibidir, bilendir." Herşeye "Ol" deyince hemen oluverir. Yüce Allah ol demiştir. O halde onun sözünden sonra neye gerek var bir şeyin olması için. Ancak ne varki alışkanlık ve adetler beşerin kavramasını sınırlandırıyor, düşüncelerini daraltıyor ve bu yüzden insan alışageldiği şeye aykırı bir şeyin olduğunu görünce dehşete kapılıyor ve nasıl olacağına hayret ediyor. Zaman zaman da şımarıklık ederek onun oluşunu inkara yelteniyor. Oysa mutlaka dileme (yüce irade) yoluna devam etmektedir, beşerin küçük ve sınırlı olan alışkanlıkları ile kayıtlı değildir. Dilediğini hiçbir kayıt ve sınır tanımadan yoktan var eder.

Bu sırada Hz. İbrahim konuklarının kimler olduklarını öğrendiği için hangi görevle gönderildiklerini sormaya yöneliyor. "Ey elçiler işiniz nedir dedi..." "Dediler ki: `Biz suçlu bir kavme gönderildik: Hz. Lut'un gönderildiği kimselerdi. "Rab'binin katında, haddi aşanlar için işaretlenmiş taşlar."

Bu taşların, aşırı gidenler ve hakkın sınırını aşanlar için Allah katında hazırlanıp damgalanmış olmaları; yerin derinliklerinden kızgın lavlar püskürten azgın yanardağların fırlattığı taşlar olmalarına engel değildir. Zaten Hz. Lut'un gönderildiği insanlar fıtratın ve dinin sınırlarını aşarak aşırı gitmişlerdi. Bu taş bu itibarla "Rabbinin katında" O'nun iradesi ve yasaları uyarınca azgınlardan dilemiş olduğu kimselerin başlarına gelecektir. "Atılacaktır". Ne zaman ve nerede atılacağı ise O'nun ilmi ve ezeli planı uyarınca takdir edilip belirlenmiştir. Taşın atılışını yine kendi iradesi ve konumları uyarınca melekler üstlenirler. Bizler meleklerin nasıl olduklarını biliyor muyuz? Onların bu kainat ve içinde bulunan canlı ve cansız varlıklarla ilişki tarzlarını kavrayabiliyor muyuz? Zaman zaman açığa vuran dış görünüşlerine göre, kendimizden isimler verdiğimiz kainat güçlerinin asıl yüzlerini kavrayabiliyor muyuz? O halde Allah'ın bu güçlerden bazılarına herhangi bir zamanda görev verdiğini, bu güçlerden bir kısmını çeşitli şekillerde bazı insanların üzerine dünyanın herhangi bir yerinde gönderdiğini bizlere haber vermesine itiraz etmeye hakkımız yoktur. Bizlerin bilgi adına sahip olduğumuz tek şey bu güçlerin görünüşlerine dair bir takım varsayımlar, nazariyeler ve temelsiz yorumlardan ibaret iken, ve bu güçlerin gerçek şekilleri hala bizlerden uzak iken Allah'ın bu konuda vermiş olduğu haberlere itiraz etmeye de hakkımız yoktur. Bu yağan, ister volkanik bir taş olsun, isterse başka bir taş olsun, Allah'ın elinden çıkıyor. Onun sanatının ve dilemesinin eseridir. Sırrı O'nun yüce katındadır, bilinmez. Allah onu dilediği zaman, somut olarak meydana çıkarır.

"Orada mü'minlerden kim varsa çıkardık."

Onları kurtarmak ve korumak için çıkardık. "Zaten orada bir ev halkından başka müslüman da bulamadık". Başka yerlerden anlaşıldığı gibi, bu ev halkı Lut Peygamberin evinin halkı idi. Sadece onlar kurtulmuştu. Fakat karısı da helak olanlar arasında idi.

"Acı azaptan korkanlar için orada bir ibret bıraktık." Korkanlar bu kanıtı görürler, kavrarlar ve ondan yararlanırlar. Diğerleri ise, gözleri kör olduğundan ne yeryüzünde, ne benliklerinde ve ne de tarih olaylarında Allah'ın varlığını ve kudretini gösteren delilleri göremezler.

Bir diğer delil de Hz. Musa'nın hikayesinde vardır. Allah (c.c.) o delile Peygamberler tarihindeki kanıtlar sergilenirken kısaca ve hızla işaret etmektedir.

38- Musa'nın başından geçenlerde de ibretler vardır. Onu apaçık bir delille Fir'avn'a gönderdik.

39- Fir'avn ordusuyla birlikte yüz çevirmiş ve "Musa, ya bir büyücü ya da bir delidir" dedi.

40- Sonunda onu ve ordularını yakalayıp denize attık. O, kınanmayı haketmişti.

Allah Teala, Hz. Musa'yı Fir'avn'a gönderirken ona heybeti ve kesin delili vermişti. Hz. Musa onları işitmekte ve görmektedir. Ne varki, Fir'avn bütün adamları ile birlikte yüz çevirmiş ve apaçık gerçekten ve kesin delillerden sapmıştı. Ve kendisine Allah'ın olağanüstü mucizelerini gösteren Peygamberi Hz. Musa için o, "Ya bir büyücüdür ya da bir delidir" demişti. Bu da kesin olarak gösteriyor ki, olağanüstü olaylar ve mucizeler hidayete hazırlıklı olmayan kalpleri hidayete erdiremez, batılda ısrar eden yalanlamaya yönelen dilleri kesip susturamaz.

Burada ifadenin akışı, hikayenin ayrıntılarını sunarak sözü uzatmıyor.. Hemen tarihte anlatılan ve sözü edilen delilin ortaya çıktığı hikayenin final kısmına geçiyor.

"Sonunda onu ve ordularını yakalayıp denize attık. O, kınanmayı haketmişti".

Yani azgınlığı ve yalanlaması kınanmayı gerektirecek seviyedeydi.

Ayetin Allah'ın Fir'avn'u ve adamlarını yakalayıp denize attığı şeklindeki ifadesinde O'nun bu fiilleri direkt olarak kendisinin yaptığı açıkça anlaşılmaktadır. Allah'ın yeryüzündeki ruhlardaki ve peygamberler tarihindeki delilleri sunulurken Hz. Musa'ya değinilmesinde güdülen hedef de budur zaten.

Bir başka delil de Ad kavmi ile ilgilidir.

41- Ad kavminde de ibretler vardır. Onlara kasıp kavuran rüzgarı göndermiştik.

42- Üzerinden geçtiği şeyi canlı bırakmıyor, onu kül edip savuruyordu.

Ad kavmine gönderilen rüzgara "Akim" denilmesinin nedeni, onların umdukları gibi, bu rüzgarın su ve hayat değil de ölüm ve felaket taşımasıydı. Üzerinden geçtiği herşeyi çürütüp dağıtması, ufalayıp kırıntı haline çevirmesiydi.

Rüzgar bu evrendeki güçlerden birisi, Allah'ın ordularından bir ordudur. "Rabb'inin ordularını ancak O bilir" (Zariyat, 31) Ve Allah rüzgarı -kendi dilemesi ve kanunları çerçevesinde- herhangi bir biçimi ile, belirlenen zamanda, öldürüp yok etmek ya da diriltip canlandırmak için istediği kimseler üzerine gönderir. Burada basit ve bireysel itirazda bulunmaya ve "rüzgar tabiat kanunlarına göre akar, tabii faktörlere uyarak şuraya veya buraya eser" diyerek gülünç olmaya gerek yoktur. Çünkü onu bu sistem uyarınca ve bu faktörlere uygun olarak akıtan güç, takdir ve planlaması uyarınca dilediği zaman dilediği kimsenin başına bela eden, güçtür. Bu güç, rüzgarı planladığı sistem ve yarattığı etmenler çerçevesinde dilediği gibi bela etmeye yetenekli ve kadirdir. Bu noktada hiçbir fikir ayrılığına, itiraza ve kuşkuya yer yoktur.

Üçüncü delil Semud kavmi hakkındadır.

43- Semud kavminin başına gelende de ibretler vardır: Onlara, "Bir süreye kadar zevklenin" denmişti.

44- Rab'lerinin buyruğuna baş kaldırdılar, bu yüzden bakıp dururlarken onları yıldırım yakaladı.

45- Ayağa kalkacak güçleri kalmamış, yardım edenleri de olmamıştı.

"Bir süreye kadar zevklenin" sözü ile onların dişi deveyi öldürmelerinden sonra kendilerine üç gün süre verilmesine işaret ediliyor olabilir. Nitekim bu konu bir ayette şöyle ifade olunmaktadır: "Salih onlara `yurdunuzda üç gün daha yaşayınız' dedi." (Hud, 65) Yahut da bu işaretle, Salih Peygamberin gelişinden dişi deveyi öldürmelerine, Rab'lerinin buyruğunu dinlemeyip ondan yüz çevirmelerine ve sonunda da helak olmayı hak etmelerine kadar geçen nimetlenip faydalandıkları süre kastedilmektedir.

Lut peygamberin kavmine gönderilen taş, Ad kavmine gönderilen rüzgar hakkında söylediğimiz şeylerin aynısını Semud kavmine gönderilen yıldırım hakkında da söyleyebiliriz. Bunların hepsi de kainat kuvvetleri olup Allah'ın emri ile yöneltilmekte ve O'nun dilemesi ve koyduğu kanunlara boyun eğmektedirler. Allah bunları bu kanunlar çerçevesinde dilediği kimselerin başlarına bela olarak verir. Ve onlar da Allah'ın kendilerine yüklediği fonksiyonu yerine getirirler. Tıpkı Allah'ın ordularından herhangi bir ordu gibi.

Dördüncü delil ise Nuh kavmi hakkındadır:

46- Daha önce de Nuh kavmini helak etmiştik. Çünkü onlar da yoldan çıkmış bir toplum idiler.

Bu ifade, Hz. Nuh'un hikayesine açıklama getirmeden hızlıca dokunuşlar içeren kısa bir işaret niteliğindedir. Ve sanki Nuh kavmini de hatırla denilmektedir. Bazı okunuş rivayetlerinde bu "kavm" sözcüğü, "üzkur" (hatırla) fiilinin bağlacı olan "fi" olmadan üstün olarak okunmuştur. Ve bundan sonra gelen ayet, "Göğü gücümüzle biz kurduk. Şüphesiz biz onu genişleticiyiz: ' ayeti bağlaçla bağlanmıştır. Bu ayet, kainat mucizesinden söz etmektedir. Bundan öncekiler tarihsel delillerle ilgilidir. Ayetin akışı bu iki delil ve mucizeyi birbirine bağlıyor. Bu bölüm de her iki delili surenin üçüncü kısmına bağlıyor...

47- Göğü gücümüzle biz kurduk; şüphesiz biz onu genişleticiyiz.

48- Yeri biz döşedik biz ne güzel döşeyiciyiz.

49- Her şeyden çift çift yarattık ki düşünüp öğüt alasınız.

Bu ayetle yeniden surenin başlangıcını oluşturan evrensel senfoniye yeniden dönülmektedir. Kur'an'ın kalplere cazip gösterdiği değişik şekillerden birisini oluşturur bu ayet. Ve yine bu ayet, hem burada ve hem de başta Allah'ın varlığını ve kuvvetini gösteren delillere yeni bir giriştir. Bu giriş Hz. Nuh peygamberin mucizesini gökyüzü ile yeryüzüne ve yaratıklarda bulunan delillere bağlamaktadır. Sonra da bütün bunlardan, insanlar tevhid içinde soyutlanarak Allah a dönsünler ve O'na yönelsinler diye onlara çağrı yinelenmektedir.

"Göğü gücümüzle biz kurduk; şüphesiz biz onu genişleticiyiz."

Ayette geçen "Eyd" sözcüğü güç anlamındadır. Allah'ın gücünün ne demek olduğunu en güzel gösteren de, akıllara durgunluk verecek derecede birbirine bağlı ve görkemli gökyüzünün bina edilmesidir. Gök kelimesi ile hangi anlam kastedilirse kastedilsin değişmez. İster yıldızların ve gezegenlerin yörüngeleri kastedilsin isterse, milyonlarca yıldız kümelerini içeren ve adına galaksi denilen yıldız toplulukları kastedilmiş olsun, ister yıldızların ve gezegenlerin serpili bulunduğu şu uzay boşluklarından herhangi biri kastedilsin, ister "sema" sözcüğünün ifade ettiği anlamlarda diğerleri kastedilsin, farketmez... Genişlik sözcüğü de bunun gibi apaçık gözler önündedir. Sayıları milyonu bulan ve akıl almaz kütlelere sahip bulunan bu yıldızlar, engin uzay denizine serpiştirilmiş birer zerre gibidirler.

Burada gökyüzünün genişliğine işaret edilmesinde yüce Allah'ın daha önce "gökyüzünde" dediği rızık hazinelerine başka bir ima daha vardır. Burada sema sözcüğü her ne kadar Allah'ın katında olan şeyler için bir sembol olsa da, Kur'an ifadesi bu kelimeye belirli özellikler vermektedir. Öyle görünüyor ki, beşerin duygularına ilham verici olan bu seslenmeden hedef de bu özelliklerdir.

Daha sonra gelen "döşenen yeryüzü" deyimine işaretten hedef de bunun gibidir.

"Yeri biz döşedik, biz ne güzel döşeyiciyiz."

Daha önce de belirttiğimiz gibi, Allah Teala, bu yeryüzünü hayata beşik olsun diye hazırlamıştır. Ayette geçen "döşeme" sözcüğü, konfor rahatlık ve düzeni çağrıştırıyor. İşte yeryüzü de, insanoğlu için aynen bir beşik gibi rahat ve huzur yatağı kılınmış, herşey orada en ince ayrıntısı ile hayatın kolay olması ve sürmesi için takdir edilmiştir. "Ne güzel döşeyiciyiz."

"Ve herşeyden de çift çift yarattık ki düşünüp öğüt alasınız."

Bu ifade, şu yeryüzünde belki de şu evrende var olan yaratma kuralını gösteren, akıllara durgunluk verecek bir gerçektir. Çünkü ifade, yaratıklarda çift cinslilik kuralını sadece yeryüzüne özgü kılmıyor. Yaratılışta çift olmak kuralı canlılarda apaçık ortadadır. Ancak ayette geçen "şey" sözcüğü, cansızları da kapsamına alır. Yani bu ifade, canlı varlıklar gibi eşyanın da "çift cinslilik" prensibine göre yaratıldığını işaret etmektedir.

Bu ayetleri insanlığın ondört asırdan beri bildiğini gözönüne alırsak ve yine herşeyde "çift" olma prensibi bir yana, canlılarda bile çift yaratılma prensibinin o zamanlar bilinmediğini bir düşünürsek, evet bütün bunları düşünürsek çok büyük ve hayret verecek bir durumla yüzyüze buluruz kendimizi. İşte Kur'an-ı Kerim, kainata dair gerçekleri, herkesten önce asırların ötesinden akıllara durgunluk verecek bir biçimde bizlere haber vermektedir.

Ayrıca bu ayet bizlere, modern bilimsel araştırmaların gerçeklere ulaşma yolunda oldukları izlenimini vermektedir. Öte yandan bu modern bilimsel araştırmaların kainatın temel yapısının atom olduğunu, atomun ise artı ve eksi yüklü çift kutuplu elektronlardan oluştuğunu belirttiğini gözönüne alırsak, bu araştırmaların akılları hayrette bırakan ayetin ışığı altında gerçeği yakalama yolunda olduğunu söyleyebiliriz.

Bu kısa ifadeli fakat akılları yerinden söküp oynatacak kadar geniş boyutlu, bu dokunuşların ışığı altında, göklerin kucağına, yeryüzünün en sonuna ve yaratıkların iç dünyalarının derinliklerine kadar yapılan bu gezintilerden sonra ayet insanlara seslenerek göklerin ve yerin yaratıcısına koşmalarını istiyor. Ruhlarına ağırlık veren ve sınırlayıcı her engelden sıyrılarak, eşsiz ve ortaksız olarak bu kainatı yaratan Allah'ı birleyerek O'na koşmalarını istiyor.

50- O halde Allah'a koşun. Çünkü ben, sizi O'ndan açık bir şekilde korkutuyorum.

51- Allah ile beraber başka tanrılar uydurmuyorum. Ben size O'nun tarafından görevlendirilmiş apaçık bir uyarıcıyım.

Burada "koşma" sözcüğünün yer alması gerçekten hayret vericidir. Bu ifade insanın ruhunu şu yeryüzüne bağlayan, serbest kalmaması için üzerine ağırlık gibi çöken, ruhu her yönden kuşatan, tutsak eden ve kelepçeye vuran, ağırlıkları, kayıtları, bu ağları ve kementleri ima etmektedir. Ve özellikle de rızık ve ihtiras ile va'dedilen payların (rızkın) gözle görülen ağaçları ile oyalanma tuzaklarını ima etmektedir... Bundan dolayı, silkinip harekete geçmek, bu yüklerden ve kayıtlardan kurtularak Allah'a koşmak için yapılan sesleniş güçlü olmaktadır. Her türlü şirkten uzaklaşarak sadece bir olan Allah'a koşmak için yapılan sesleniş güçlü olmaktadır. İnsanlara delillerinin olmayacağı ve özürlerinin kalmayacağı hatırlatılması için güçlü seslenişte bulunulmaktadır. "Ben size O'nun tarafından görevlendirilmiş apaçık bir uyarıcıyım." Yanyana iki ayette bu uyarının tekrar edilmesi uyarma ve sakındırmayı daha da artırmak içindir.

Ve sanki gökyüzündeki, yeryüzündeki ve yaratıklardaki Allah'ın varlığını ve kudretini gösteren delillere işaret, peygamberlik ve peygamberlerin mucizeleri ile birbirinin uzantısı şeklinde bir bütünlük gösteriyordu.

Şimdi bu işaretler son bulunca ayetin yukarısında geçen Peygamber hikayelerine ilişkin değerlendirmeler geliyor.

52- İşte böyle, onlardan önce de ne kadar elçi geldiyse mutlaka: "Büyücü veya cinlenmiş" dediler.

53- Bunu birbirlerine vasiyet mi ettiler? Hayır onlar azgın bir topluluktur.

54- Onlardan yüz çevir, sen kınanacak değilsin.

55- Ancak yine de hatırlat, çünkü hatırlatmak, mü'minlere fayda verir. Yalancıların karekteri ve mizaçları hep aynıdır. Sapıklar Hakkı ve Peygamberi hep aynı şekilde karşılamışlardır.

"İşte böyle, onlardan önce de ne kadar elçi geldiyse mutlaka: `Büyücü veya cinlenmiş' dediler."

Tıpkı şu müşriklerin dediği gibi. Ve sanki çağlar boyu bu çeşit karşılamayı birbirlerine öğütlemişlerdir. Gerçekte onlar birbirlerine birşey öğütlememişlerdir. Böyle bir şey yoktur. Ama azgınlığın ve doğru yoldan sapmanın özelliği var ya bu hep aynıdır. İşte eskilerle yenilerin ortak özellikleri budur.

Azgınların sanki birbirlerine öğüt vermiş gibi çağlar boyu tekrarlayıp durdukları bu tutumlarının doğal sonucu Resulullah'ın -salât ve selâm üzerine olsun-müşriklerin yalanlamalarına aldırmamasıdır, önem vermemesidir. Peygamber onların sapıklığından dolayı kınanacak değildir, hidayete ermemelerinde kusurlu sayılmayacaktır. "Onlardan yüz çevir, sen kınanacak değilsin." O sadece bir hatırlatıcıdır. Dönekler ne kadar yüz çevirirlerse çevirsinler, yalanlayanlar ne kadar yalanlarsa yalanlasınlar o bir uyarıcıdır, görevi öğüt vermektir ve öğüt vermeye de devam edecektir.

"Çünkü hatırlatmak mü'minlere fayda verir." Mü'minlerin dışında inkarcılara fayda vermez. Peygamberin görevi öğüttür. Bir kimsenin doğru yola ermesi veya sapık olarak kalması bu görevin dışındadır. Her iki konu da yetki sadece, insanları dilediği duruma göre yaratan, Allah'ın yetkisindedir.

Burada surenin son vurgulaması geliyor. Ve burada Allah'a koşmanın anlamı ortaya çıkmakta ve insanın görevini yerine getirmek için yüklerden ve tutsaklıktan kurtulmasının ne demek olduğu belli olmaktadır. Bu öyle bir görev ki Allah kullarını o görevi yerine getirsinler diye yaratmış ve onu yapsınlar diye onları bu varlık alemine göndermiştir.

56- Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.

57- Ben onlardan rızık istemiyorum, beni beslemelerini de istemiyorum.

58- Şüphesiz rızık veren, güç ve kuvvet sahibi olan ancak Allah'tır.

Bu kısacık ayet muazzam ve korkunç bir gerçeği kapsamaktadır ki bu gerçek iyice anlaşılmadan yeryüzünde beşer hayatı düzenli olmaz. Yeryüzünde sözünü ettiğimiz hayat ister kişisel hayat olsun ister toplum hayatı olsun isterse tüm devirler ve çağlar boyu bütün insanlığın hayatı olsun farketmez.

Bu kısacık ayet birçok anlam ve gayelerin ufuklarını açmaktadır ki bunların tümü hayatın üzerinde durduğu temel taşı sayılan bu muazzam gerçeğin içinde yer alır.

Bu gerçeğin kapsadığı ufuklardan birincisi şudur: Elbette ki cinlerin ve insanların var olmalarının, yaratılmalarının belirli bir gayesi vardır. Bu gaye bir görevde simgelenmektedir ki, kim bu görevi yerine getirirse varlık ve yaratılış gayesini gerçekleştirmiş olur. Yerine getirmeyen ya da yan çizen ise yaratılış gayesini yıkmış ve yitirmiş olur. Böyle birisi görevsiz, başı boş kalmış ve hayatı hedef ve değerini yitirmiştir. Hayatı, kendisini değerli kılan asıl anlamını yitirmiş olur. Böylece hayat yaratılış gayesinden sıyrılmış ve bunun sonucunda kişi dipsiz bir boşluğa yuvarlanmıştır. Bu durum kendisini ana sisteme bağlayan, koruyan ve ona ölümsüzlüğü sağlayan varlık kanunundan sıyrılıp kaçan herkesin başına gelir.

İnsanları ve cinleri varlık kanununa bağlayan bu belirli görev Allah'a ibadet veya O'na kulluktur. Ortada bir kul, bir de Rab olacaktır. İbadet eden bir kul, tapılan bir Rab... İşte bir kulun hayatı bütünü ile bu ilke üzerine olursa düzgün olur.

İşte bu göz kamaştırıcı gerçeğin bir diğer yönü de burada ortaya çıkıyor. Ve buna göre ibadetin anlamı sırf, birtakım sembolik davranışları yerine getirmekten çok daha geniş ve çok daha kapsamlı olduğu gerçeği ortaya çıkıyor. Çünkü cinler ve insanlar bütün hayatlarını belirli sembolik hareketleri yerine getirerek geçirmezler. Ve Allah Teala onlara bunu yüklemiyor. Aksine yüce Allah onlara hayatlarının büyük bir kısmını kuşatan ve meşgul eden başka birtakım faaliyetler yüklüyor. Bizler Allah'ın cinlere yüklediği faaliyet şekillerini bilmiyoruz. Fakat insandan istenen faaliyetlerin sınırını biliyoruz. Bunu Kur'an'dan yüce Allah'ın sözünden öğreniyoruz. "Hani Rabb'in meleklere `ben yeryüzünde bir halife yaratacağım' demişti." (Bakara, 30) Şu halde insan denen varlıktan yapması istenen amel, yeryüzünde Allah'ın halifesi olmaktır. Bu görev içinde yeryüzünün imarı da vardır. Bunun içinde yeryüzündeki güç ve enerji kaynaklarının, ham madde rezervlerinin ve gizli cevherlerin keşfedilmesi ve bunları kullanarak geliştirip yaşam düzeyinin yükseltilmesi gibi birtakım aktif faaliyetler gerekmektedir. Ayrıca evrenin genel kanunları ile uyum içinde olan mutlak sistemi gerçekleştirebilmek, yeryüzünde Allah'ın şeriatını hakim kılmak da halifeliğin gerekleri arasındadır.

Buradan açıkça ortaya çıkıyor ki; insanın yaratılış gayesi ve ilk görevi olan ibadetin anlamı sadece birtakım sembolik davranışları yapmaktan çok daha geniş ve çok daha kapsamlıdır ve halifelik görevi de ibadet kavramına kesinkes dahildir. O halde gerçek ibadet kavramı iki ana unsurda somutlaşır:

1- Allah 'a ibadetin anlamını ruhlara yerleştirmek. Yani, düşünceye şunu kesin olarak yerleştirmeli ki, ortada bir kul, bir de Rab vardır. Kul kulluk eder, Rab'be ise ibadet edilir. Bunun ötesinde hiçbir şey yoktur, ve ortada bu konumdan ve bu bakış açısından başka bir şey yoktur. Ve şu varlık alemi tümü ile ikiye ayrılır: Bir ibadet eden ve bir de ibadet edilen ma'bud. İbadet edilen Rab, birdir. Ve herkes O'nun kullarıdır.

2- İbadet, vicdandaki her harekette, organların her işleyişinde, hayattaki her davranışta Allah'a yönelmektir. Bütün davranışlar ile samimi olarak Allah'a yönelmek, başka her türlü duygudan ve Allah'a ibadet etme motifi dışında her türlü motiften sıyrılmaktır.

İşte ibadet bu iki unsur ile birlikte anlam kazanır. Ve yapılan ameller dini ibadet sembolleri yeryüzünü kalkındırmakla, yeryüzünü kalkındırmak da Allah yolunda cihatla, Allah yolunda cihad ise belalara sabretmek ve Allah'ın kaderine razı olmakla eşit hale gelir... Bunların hepsi ibadet demektir. Hepsi Allah'ın insanları ve cinleri yerine getirsinler diye yarattığı ilk görevi gerçekleştirmek demektir. Ve bunların tümü, Allah'tan başkasına yönelmeyi bırakıp herşeyin, sadece O'na kulluğunda somutlaşan genel kanunlara boyun eğmek demektir.

Ve işte o zaman, insan şu yeryüzünde yaşarken, burada Allah'ın kendisine vermiş olduğu bir görevi yerine getirmek için var olduğunu hissederek yaşar. Bu dünyaya o görevi yerine getirmek için belirli bir süre ile sınırlı olarak geldiğini, hissederek yaşar... Bu görevin ötesinde Allah'a itaattan başka dünyada hiçbir istek ve arzu, hiçbir gaye ve hedef düşünmeden dünyaya gelmesinin sadece O'na kulluk ve itaat ederek bu görevi yerine getirmek olduğunu hissederek yaşar. Bu görevin karşılığı ise duyulan iç huzuru, kendi durumundan ve amelinden hoşnutluk, Allah'ın kendisinden hoşnutluğu ve O'nun kendisini gözetmesi ile güven duymaktır. Sonra da bu, ahirette karşısına şereflendirme, nimet, ihsan ve büyük bir bağış olarak çıkacaktır.

Ve işte o zaman, insan gerçekten Allah'a tüm gücüyle yönelmiş olur. O zaman, şu yeryüzünün tutsaklığından, engelleyici cazibelerinden ve akılları çelen tuzaklarından sıyrılarak Allah'a koşmuş olur. Gerçekten esaretten ve yüklerden kurtulmuş ve kendisini Allah'a adamış olur. Kainatta bulunacağı yere, Allah'a kul olma yerine yerleşmiş olur. Çünkü Allah onu kendisine ibadet etsin diye yaratmıştır. İşte o zaman yaratılış gayesini yerine getirmiş, dünyaya geliş hedefini gerçekleştirmiş olur. İbadet kavramının ruhlara yerleştirilmesinin gerekleri arasında insanın yeryüzünde halifelik görevini yerine getirmesi, o görevin gereklerini omuzlaması, halifeliğin en son meyvelerini vermesini sağlaması vardır. Bunun yanısıra insanın elini halifeliğin meyvelerine bulaştırmaması, kalbini onların cazibelerinden ve tuzaklarından uzaklaştırıp kurtarması gerekir. Çünkü o halifeliği ve halifeliğin sonuçlarını kendi şahsı için veya kendi çıkarlarını elde etmek için yapmış değildir. Fakat, halifeliği yerine getirerek gerçek ibadet (kulluk) kavramını gerçekleştirmek ve sonra da ibadet (halifelik) aracılığı ile Allah'a yönelmek için yapmıştır.

Ve yine ibadet kavramının bir diğer gereği de, yapılan amellerin ruhlarda yer eden değerlerinin o amellerin sonuçlarına göre değil de nedenlerine göre olmasıdır. Sonuç ne olursa olsun insan hiçbir zaman sonuçlara bağlı değildir. Çünkü o, bu amelleri yaparken ibadet görevini yerine getirmek niyeti ile yapmaktadır. Ve çünkü ona verilecek ödül o amellerin sonuçlarına göre değil, yerine getirdiği amellerin karşılığı olacaktır.

Böyle olunca, insanın, görevler, yükümlülükler ve ameller karşısındaki tutumu tümü ile değişir. Ve insan bütün bunlarda içlerinde gizli olan ibadet kavramını dikkate alır. İnsan tüm faaliyetlerinde bu espriyi gerçekleştirince, görevi sona ermiş ve gayesi gerçekleşmiş olur. Varsın bundan sonra sonuç nasıl gelişirse gelişsin. Bu sonuçlar onun görevleri arasında yoktur. Hesabını ona göre yapmaz ve onu ilgilendirmez de... Çünkü bundan sonrası Allah'ın kaderine ve dilemesine kalmıştır. Kulun kendisi, çabası, niyyeti, ameli de yüce Allah'ın kaderi ve dilemesinin bir parçasıdır.

İnsan kalbini amel ve çabaların sonuçlarından çekip çıkarınca, kendisini amel ve çabaya yönelten motifte ibadet kavramını gerçekleştirir gerçekleştirmez payını aldığını ve mükafatını garanti ettiğini hisseder. İşte o zaman kalbinde insanı dünya hayatındaki mallara köpekler gibi üşüşmeye ve onun uğrunda boğuşmaya sevkeden hırsın kırıntısı kalmaz. Bir yandan halifelik ve halifeliğin yükümlülüklerini omuzlamak uğruna olanca gücünü ve çabasını sarfederken, bir yandan da elini ve gönlünü şu dünyanın fani mallarına ve çabalarının sonucuna bağlamaktan çeker. Çünkü o bu sonuçları elde etmek veya sonuçları kendine mal etmek için değil, aksine onlarda ibadet kavramını hayata geçirmek için gerçekleştirmiştir.

Kur'an-ı Kerim, bu duyguyu insanın kafasını rızık endişesi ile meşgul olmaktan ve ruhun cimriliklerinden kurtararak besleyip güçlendiriyor. Rızık zaten garanti altındadır. Allah, kullara yönelik rızkı kendisi üstlenmiştir. İnsanlara mallarını kendilerine muhtaçlara harcamalarını ve yoksullara kendi mallarındaki haklarını vermelerini emrederken, verdiği rızkın karşılığında doğal olarak onlardan kendisini yedirmelerini veya rızıklandırmalarını istemiş değildir.

"Ben onlardan rızık istemiyorum, beni beslemelerini de istemiyorum: ' "Şüphesiz rızık veren, güç ve kuvvet sahibi olan ancak Allah'tır."

O halde bir mü'min amel ederken, halifelik görevinde güç sarfederken onu itici gücü, rızık elde etme hırsı değildir. Aksine, onu iten güç, insanın olanca enerji ve çabasını sarfetmesi ile gerçekleşen ibadet kavramını hayata geçirmektir. Dolayısı ile insanın kalbi, çabalarının sonuçlarına takılıp kalmaktan kurtularak, tüm amellerinde ibadet kavramını hayata geçirmek noktasına eğilmiştir, yönelmiştir.

Bu şerefli ve yüce hisler ancak bu yüce islam düşüncesinin gölgesi altında filizlenebilir.

Eğer bugün insanlık bu duyguları anlayamıyor ve onlardaki tadı alamıyorsa, bu onların -ilk müslüman nesillerin yaşadığı gibi- hayatlarını şu Kur'an'ın ışığı altında yaşamamalarından ve hayatlarının prensiplerini bu büyük anayasadan almamalarından ileri gelmektedir.

İnsan bu ufka, ibadet ya da kulluk ufkuna yükselir ve orada yerleşirse, ruhu şerefli bir hedefi hayata geçirmek için basit araçlara sarılmaktan tiksinir ve kaçınır. İsterse bu hedef Allah'ın (çağrısına) davasına yardımcı olmak ve Allah'ın sözünü en üstün kılmak olsun. Çünkü hakir ve önemsiz araçlar, ibadet gibi yüce ve temiz duyguyu siler süpürür. Bir diğer yönden de kulu ilgilendiren, gayelere ulaşmak değildir. Kulu ilgilendiren sadece, ibadetin anlamını gerçekleştirmek için görevlerini yerine getirmektir. Hedeflere gelince bunlar Allah'a havale edilmiştir. Amacı yüce Allah dilediği ölçü uyarınca gerçekleştirir. O halde, gerçekleşmesi yüce Allah'a bağlı ve Allah'a ibadet eden mü'minin hesabında yer almayan bir gayeye varmak için, hırs ile çeşitli araçlara başvurmaya ve boşu boşuna yorulmaya gerek yoktur. Ayrıca ibadet eden kul, her zaman ve durumda, vicdan rahatı, ruh huzuru ve zihin rahatlığı içinde olur. İster yaptığının sonucunu görsün ister görmesin. Sonuç, ister umduğu gibi çıksın isterse tahminlerinin aksine çıksın. İbadeti gerçek anlamıyla gerçekleştirdiğine göre, amelini yapmış mükafatını garantilemiştir. Artık rahattır. Bundan sonra olacaklar, onun görev sınırlarının dışındadır... Çünkü bilmektedir ki kendisi bir kuldur. Dolayısı ile düşünce ve arzularında kul olmanın sınırlarını aşmamalıdır. Ve yine bilmektedir ki Allah Teala alemlerin Rab'bidir. Dolayısı ile Allah'ı ilgilendiren işlere burnunu sokmamıştır. Tüm düşünceleri bu sınırda ve bu noktada yer alır, karar kılar. Yüce Allah ondan hoşnut o da yüce Allah'tan hoşnut olur.

İşte böylece bir tek kısacık ayetin, "Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım" ayetinin ortaya koyduğu akıllara durgunluk verecek muazzam gerçeğin bir yönü ortaya çıkmış oluyor.

Doğrusu, vicdanlarda gerçek anlamda yer ettiği takdirde bu biricik gerçeğin yeryüzünde hayatın çehresini bütünü ile değiştirmesi mümkündür...

Bu büyük gerçeğin ışığı altında yüce Allah zulmedip de inanmayanları, Allah'ın va'dinin çabucak gelmesini isteyip de bunu yalanlayanları uyarıyor. Ve sure bu son uyarı ile birlikte son buluyor.

59- Muhakkak ki bu zulmedenlerin de, geçmiş arkadaşlarının payı gibi bir azab payı vardır. Acele etmesinler.

60- Söz verilen günün azabından vay o kafirlerin haline!