29 Haziran 2007 Cuma

VAKIA SÜRESİ(MEVDUDİ)

Adı: Sure, adını birinci ayetten almıştır.

Nüzul Zamanı: İbn Abbas, surelerin nüzul zamanına göre tertibini belirlerken, Taha, Vakıa ve Şuara surelerinin peşisıra nazil olduğunu ifade eder. (El-Itkan, Suyuti). İkrime de aynı görüştedir. (Delail'il-Nübüvve, Beyhaki)

Bu görüş, Hz. Ömer'in İslâm'ı kabul etmesi olayını hikaye eden rivayeti teyid etmektedir. İbn Hişam'ın İbn İshak'tan naklettiğine göre, bir gün Hz. Ömer kızkardeşinin evine gider. Bu esnada evde Taha Suresi okunmaktadır. Hz. Ömer'in geldiğini görünce hemen Kur'an sayfalarını saklarlar. Hz. Ömer, ne okuduklarını sorar ve eniştesinin çekinmeden cevap vermesine karşı, O'na vurur, kızkardeşi de kocasını savunmak için aralarına girince Hz. Ömer O'na da vurur. Ve O da yaralanır, başından kanlar akmaya başlar, Hz. Ömer kızkardeşinin bu halini görünce pişman olur ve sakladıkları sayfaların içinde ne yazdığını görebilmek için onlara bakmayı ister. Bu isteği üzerine kızkardeşi Hz. Ömer'e "Sen müşrik olduğun için necis sayılırsın" demiş ve sözlerine şunları eklemiştir. "Kuşkusuz O'na sadece temiz olan dokunabilir." Hz. Ömer de yıkandıktan sonra sayfaları almış ve sonra okumuştur. Bu rivayetten daha önce Vakıa Suresi'nin nazil olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü bu ayet Vakıa Suresi'ndedir. Ayrıca Hz. Ömer'in, Habeşistan hicretinden sonra risaletin 5. yılında Müslüman olduğu bilinmektedir.

Konu: Bu sure, Tevhid, Ahiret ve Kur'an hakkında Mekkeli müşriklerin itirazlarına bir reddiyedir. Onların en önemli itirazı, kıyametin vukuu, kainat nizamının alt-üst olmasından sonra yeniden diriliş, va'dolunan mizan, hesap günü ve tüm bunların sonunda ceza (Cehennem) veya mükafat (Cennet)hakkındadır. Onların "hayal" olarak niteledikleri bu konularla ilgili itirazlarına karşı şöyle cevap verilmiştir: "Bu anlatılanların hepsi gerçekleşecek ve o zaman hiç kimse bunları yalanlama cesaretini gösteremeyecektir. Kıyametin gelişini kimse engelleyemeyeceği gibi, inkar da edemeyecektir. İşte o gün insanlar üç gruba ayrılır. 1) Sabikûn 2 Salihûn 3) Hayatlarının son anına kadar ahireti inkar eden, şirk, küfür ve büyük günahları hiç çekinmeden işleyen Kafirûn. Bu üç gruba da nasıl muamele edileceği 7. ayetten 56. ayete kadar açıklanmıştır.

57-74. ayetlerde İslâmiyet'in Sadakat ve Hakkaniyet ilkeleri hakkında, kafirlerin inkarlarına karşı arka arkaya deliller getirilmiştir. Çünkü onlar, Tevhid, Ahiret ve Kıyamet'in vukuunu inkar ediyorlardı. Söz konusu deliller, yeryüzündeki diğer unsurları ele almayıp sadece insanoğlunun vücuduna dikkat çekmektedir. İnsanın yediği yiyeceklere, içtiği suya ve yemek pişirmek için kullandığı ateşe telmihte bulunularak insanlar, düşünmeleri için ikaz edilmektedir. "Allah sizleri yarattı ve hayatınızı devam ettirebilmeniz için gereken herşeyi verdi. Buna rağmen, O'nun hakkında Allah bu kainatı yaratmıştır ama yeniden diriltmekten acizdir şeklindeki düşüncelere nasıl inanabilirsiniz?"

78-82. Ayetlerde de kafirlerin Kur'an hakkındaki şüpheleri cevaplandırılmıştır. Ve bunlara, "Ey Bedbahtlar! Sizler, bunca nimet için şükretmeniz gerekirken, tam aksine bu nimetleri size vereni yalanlıyorsunuz" denilerek ikaz edilmektedirler. Kur'an'ın hak oluşu ile ilgili, kısa cümleyle sağlam deliller öne sürülerek şöyle buyurulmuştur: "Şayet Kur'an'da anlatılanları düşünürseniz, onun tıpkı kainatın, yıldızların, gezegenlerin, vs. dayandıkları gibi muhkem bir sisteme dayalı olduğunu görür ve sonuçta kainatı yaratan ile Kur'an'ı indiren Zat'ın aynı olduğu gerçeğini açıkça kavrarsınız." "Ayrıca Kur'an'ın Levh-i Mahfuz'da olduğu ve her türlü kötü mahluktan korunduğu zikredilmektedir. Yani Rasulullah'a vahiy getiren pâk ve temiz meleklerden başkası ona dokunamaz.

Son olarak, insanın ne kadar gururlanırsa gururlansın neticede öleceği ve ölüm karşısında çaresiz olduğu vurgulanarak, kafirler ikaz edilmişlerdir. Annenizi, babanızı ve çocuklarınızı ölümden kurtaramıyor, sevdiğiniz şeyh, lider ve önderlerin ölümünü onlardan savamıyorsunuz.

Hepsinin de gözlerinizin önünde ölmelerine rağmen, elinizden bir şey gelmiyor. Şayet üstünüzde sizlere hükmeden ve sizleri idare eden bir zatın varlığına inanmıyor ve kendinize çok güveniyorsanız, görüyorsunuz ki, bunun karşısında çaresizsiniz. İşte ceza ve mükafat verileceği va'dolunan hesap gününde de bu şekilde çaresiz olacaksınız. O günün gelişini engelleyemezsiniz. İnansanız da inanmasanız da o gün geldiğinde herkes yaptıklarının karşılığını görecektir. Mukarrebler, salihler, o gün için ne hazırlamışlarsa göreceklerdir. Kafirler de kötü akıbetlerinden kurtulamayacaklardır.

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1 Vakıa (tartışmasız bir gerçek olan kıyamet) vuku bulduğu zaman,

2 Onun vukuuna (gerçekleşmesine artık) yalan1 diyecek yoktur.

3 O aşağılatıcı, yücelticidir.2

4 Yer, şiddetli bir sarsıntıyla sarsıldığı,3

5 Ve dağlar darmadağın olup ufalandığı,

6 Derken toz duman halinde dağılıp-savrulduğu.

7 Ve sizler de üç sınıf olduğunuz zaman;4

8 İşte o "Ashab-ı Meymene"5 olanlar, ne (kutlu) "Ashab-ı Meymene"dir.

9 "Ashab-ı Meş'eme"6 olanlar da, ne (mutsuz ve uğursuz) "Ashab-ı Meş'eme"dir.

AÇIKLAMA

1. Bu cümleden, kafirlerin kıyamet günüyle ilgili konuşmalarına bir cevap verildiği anlaşılmaktadır. İslâm'ın ilk yıllarında Mekkeliler Hz. Peygamber'in (s.a) davetini işittiklerinde, kıyametin vukuunu, kainatın ve yeryüzünün alt-üst olmasını, yeniden dirilişi, hesap gününü, ceza ve mükafat vs. gibi olayları imkansız olarak görüyorlardı. Onlar, yeryüzünün, denizlerin, dağların, Ayın, Güneşin ve yıldızların yok olup asırlardan sonra bunca insanın yeniden dirileceğini hayretle karşılıyorlardı. Ve sonuçta "Cennet ve Cehennem bir hayal ürünüdür. Bu tür hayallere nasıl inanabiliriz?" diyorlardı. Bu tartışmaların tüm Mekke'yi sardığı bir atmosferde şöyle buyuruldu:

"Olacak vakıa olduğu zaman, onun oluşunu yalanlayacak kimse çıkmaz"

Burada kıyamet için "vaka'at" ifadesi kullanılmıştır. Yani o muhakkak vuku bulacaktır. Daha sonra "el-vakıa" kelimesi kullanılmaktadır ki, bu kelime lügatta aniden vuku bulan olaylara atfen kullanılır. "Leyse li vak'atiha kazibe" ifadesi ise iki anlama da gelebilir: a) "Muhakkak bu olay gerçekleşecektir ve hiç kimse onun gerçekleşmesini engelleyemez," b) "O, vukuu bulduğunda hiç kimse onu yalanlayamayacaktır."

2. "" iki şekilde de anlaşılabilir. Birincisi, "O gün, her şeyi alt-üst edecektir", ikincisi "O gün, düşmüş olanları kaldıracak, dik olanları devirecektir." Yani o gün insanın zillet ve izzetinin ölçüsü farklı olacaktır. Dünyada kendilerini izzet sahibi sananlar zelil olurken, zelil sayılanlar izzet sahibi kabul edileceklerdir.

3. Yani, bu deprem belirli bir bölgeyi değil, tüm yeryüzünü kaplayacaktır.

4. Burada hitap, her ne kadar, Kur'an'ın indiği zamanki muhatablarına ve şimdiki okuyuculara gibi görünüyorsa da, aslında bu ifade tüm insanlığı kapsamaktadır. Yani ilk insandan itibaren, kıyamet gününe kadar tüm insanlık, bu üç grup içinde mütelaa edileceklerdir.

5. "Ashab'ul-Meymene"; Meymene, lügatte "yemin" (sağ el) veya "yumn" (uğurlu) anlamlarının her ikisin ede gelebilir. Şayet yemin kelimesinden türediğini kabul edersek, Meymene "sağ el" anlamına gelir. Ancak burada lügavî anlamında değil, "yüksek mertebe" anlamında kullanılmış olabileceğini belirtmeliyiz. Çünkü Araplar sağ eli, kuvvet ve şerefin sembolü olarak nitelerlerdi. Nitekim hürmet ettikleri kimseleri, meclislerde sağ köşeye oturturlardı. Ayrıca bir kimse, başka bir şahsın kendi yanında önemli bir yeri olduğunu söylemek istediğinde "Fulanun minnî bil-yemin" (o benim sağ kolumdur) derdi. Urduca'da da önemli bir adamın yardımcısına "Desterast" (sağ kolu) denir. Fakat "Meymene" kelimesinin "yumn" dan türediğini kabul edersek, "ashabu-ul meymene" uğurlu, bahtı iyi olan, saadet sahipleri anlamına gelir.

6. "Ashab-ul Meş'eme"; Meş'eme, "şum" kelimesinden türemiştir. Uğursuzluk, talihsizlik demektir. Ayrıca lügatte sol el için "şu'ma" tabiri kullanılır. Nitekim Araplar "şimal" (sol el) ve "şu'ma" (uğursuzluk) kelimelerini aynı anlamda kullanırlar. Araplarda, sol el zayıflığın ve zilletin simgesidir. Örneğin, sefere çıkan bir kimsenin sol tarafından bir kuş uçtuğu zaman bu olayı uğursuzluk olarak telakki ederlerdi. Yine Araplar, bir kimseyi mecliste sol tarafa oturturlarsa eğer, bu o kimseyi aşağı mevkide ve önemsiz gördükleri anlamına gelirdi. Ayrıca bir kimse, başka bir şahsın kendi yanında bir yeri olmadığını söylemek istediği zaman "Fulanun minnî bi'l şimal" (O benim sol kolumdur) derdi. Dolayısıyla "Ashab'ul Şimal" bedbaht olanlardır. Yani Allah, onları zillete düçar etmiştir ve onlar O'nun huzurunda sol tarafta bulunacaklardır.

10 Yarışıp öne geçenler7de, öne geçmiş öncülerdir.

11 İşte onlar, yakınlaştırılmış (mukarreb) olanlardır.

12 Nimetlerle-donatılmış Cennetler içinde;

13 Birçoğu geçmiş (ümmet)lerden.

14 Birazı da sonrakilerden.8

15 'Özenle mücevherlerden işlenmiş' tahtlar üzerindedirler;

16 Üstlerinde karşılıklı olarak dayanıp-yaslanmışlardır.

17 Çevrelerinde ölümsüzlüğe ulaşmış gençler9 dönüp dolaşır;

18 Kaynağından (doldurulmuş) testiler, ibrikler ve kadehler,

19 Ki bundan ne başlarını bir ağrı tutar, ne de kendilerinden geçip akılları çelinir.10

20 Arzulayıp-seçecekleri meyveler,

21 Canlarının çektiği kuş eti.11

22 Ve iri gözlü huriler,

AÇIKLAMA

7. "Sabikun" (sabıklar) iyilik ve hak için çaba sarf edenlerdir. Yani Allah ve Rasulü'nün çağrısına hiç tereddüt etmeden "Lebbeyk" diyenler, Allah yolunda cihad ve infak etmek, hakka hizmet, hayra davet ve tebliğ için, kısaca Marufu emr, Münkeri nehyetmek için fedakarlık eden ve bu yolda her sıkıntıya karşın yürüyenlerdir. Dolayısı ile ahirette en önde bu kimseler olacaktır.

Yani Allah'ın huzurunda sağda salihler, solda fasıklar ve en önde sabıklar bulunacaktır. Nitekim bu konuda Hz. Aişe'den (r.a) bir hadis rivayet edilir. Hz. Peygamber (s.a) ashabına: "Kıyamet günü Allah'ın gölgesine en önde girenlerin kim olduğunu biliyor musunuz? diye sorar. Ashab da "Doğrusunu Allah ve Rasulu daha iyi bilir" diye cevap verince Hz. Peygamber (s.a) şöyle der: "Onlar, kendilerine hak yolunda çağrıda bulunulduğu zaman hemen icabet eden, kendilerinde hakkı olanın hakkını ödeyen, başkaları hakkında kendileri için nasıl karar verirlerse, o şekilde karar veren kimselerdir" (Müsned-i Ahmed)

8. Müfessirler "evveliyn" ve "ahiriyn" ifadelerinin yorumu hakkında ihtilaf etmişlerdir. Birinci grup, Hz. Adem'den Hz. Muhammed'e kadar gelen tüm ümmetleri "evveliyn", Hz. Muhammed'den kıyamete kadar yaşayanları ise "ahiriyn" olarak kabul etmektedir. Bu yorum kabul edildiğinde, Rasulullah'tan binlerce yıl önce yaşayan insanlar arasındaki "sabıkların" sayısı, kendisinden sonra yaşayanlar arasındaki "sabıkların" sayısından daha çok olacak demektir. İkinci grup; bu ifadelerin sadece Hz. Muhammed'in (s.a) ümmetini tazammun ettiği görüşündedirler. Yani İslâm'ın ilk dönemlerindeki sabıkların sayısı, daha sonraki sabıklardan daha çok olacaktır. Üçüncü grup ise bu ifadelerin, her peygamberin ümmetini ayrı ayrı tazammun ettiği görüşündedirler. Yani, her peygamberin ilk dönemlerindeki sabıkların sayısı, daha sonraki sabıklardan daha fazladır. Bu üç görüş de makuldur ve her üçünün de doğru olması mümkündür.

Bir de dördüncü bir görüş daha vardır ki, bu görüşün de doğru olması mümkündür. Onlara göre, her devrin ilk dönemlerinde sabıkların sayısı nisbeten fazladır. Sonraki dönemlerde ise bu sayı azalır. Çünkü nüfus artışının hızıyla, sabıkların sayısının artma hızı aynı olmaz. Dolayısı ile toplam rakam oran olarak ilk dönemlerde daha fazladır.

9. Bu ifade ile, yaşlarının değişmeyeceği gençler kastolunuyorlar. Hz. Ali ve Hasan Basri'ye göre bu gençler, dünyada ne günahları ne de sevapları olmayan gençlerdir. Sevapları olmadığı için Cenneti, günahları olmadığı için de Cehennemi hak etmemişlerdir. Onların ebeveyni de Cennete girmemiştir. Çünkü Müslümanlara, çocuklarının da kendileriyle birlikte olacağı, Allah'ın bir va'didir. (Bkz. Tur: 21). Bu hususu te'yid eden bir hadis, Hz. Enes ve Hz. Semire bin Cündüp'tan nakledilmektedir. "Rasulullah şöyle dedi: Müşriklerin çocukları Cennet ehline hizmet edeceklerdir." (Ebu Davud, Tayâlisi, Tabaranî ve Bezzar.) Bkz. Saffat an: 26, Tur: 19)

10. Bkz. Saffat an: 27, Muhammed an: 22, Tur an: 18

11. Bkz. Tur an: 17

23 Sanki saklı inciler gibi;12

24 Yapmakta olduklarına bir karşılık olmak üzere (onlara sunulur);

25 Orada, ne 'saçma ve boş bir söz' işitirler, ne de günaha sokma.13

26 Yalnızca bir söz (işitirler:) "Selam, selam."14

27 "Ashab-ı Yemin", ne (kutludur o) "Ashab-ı Yemin."

28 Yüklü dalları bükülmüş kiraz (ağaçları),15

29 Üstüste dizili meyveleri sarkmış muz ağaçları,

30 Yayılıp-uzanmış gölgeler,

31 Durmaksızın akan su(lar);

32 Ve (daha) birçok meyveler arasında,

33 Kesilip-eksilmeyen ve yasaklanmayan (meyveler).16

34 Yükseklere-kurulmuş döşekler(dedirler).

35 Gerçek şu ki, biz onları yeni bir inşa (yaratma) ile inşa edip-yarattık.

36 Onları hep bakireler olarak kıldık,17

37 Eşlerine sevgiyle tutkun18 (ve) hep yaşıt,19

38 "Ashab-ı Yemin" olanlar için.

39 (Bunların) Birçoğu geçmiş (ümmet)lerden,

40 Birçoğu da sonrakilerdendir.

41 "Ashab-ı Şimal", ne (mutsuzdurlar o) "Ashab-ı Şimal."

42 Hücrelere işleyen kavurucu bir sıcaklık ve kaynar su,

43 Ve kapkara dumandan olan bir gölge içindedirler,

AÇIKLAMA

12. Bkz. Saffat an: 28-29, Duhan an: 42, Rahman an: 51

13. Bu, Kur'an'da bir çok yerde zikredilmiş bulunan Cennet nimetlerinden bir nimettir. Bu nimet, insanların orada hiç bir boş söz, yalan, gıybet, bühtan, sövgü, laf-ü güzaf, alay ve aşağılama duymayacak olmalarıdır. Kötü bir toplum içinde yaşayan zevk-ü selim sahibi bir kimse, Allah'ın insanlara Cennette va'ad ettiği bu nimetin ne kadar büyük bir nimet olduğunu iyi bilir.

14. Bu ifadeden bazı kimseler Cennette sadece "selam" seslerinin duyulacağı kanaatine varmışlardır. Oysa doğrusu, bu ifadeyle Cennette selim sözlerin duyulacağıdır. Yani yukarıdaki 13. açıklama notunda zikredilen kötü sözlerin hiç biri olmayacaktır.

15. Yani, dikensiz meyva. Bazı kimseler "bu meyvenin ne özelliği var ki Allah bunu müjdeliyor?" diyerek hayret edebilirler. Ancak değil Cennette, dünyada dahi öyle meyvalar vardır ki, insan bu meyvalardan tattı mı ondan vaz geçemez. Bu meyvada ne kadar kaliteli olursa o oranda dikeni az olur. Dolayısıyla Cennetin bu meyvasının dikensiz olacağı bildirilmiştir. Yani onlar dünyadakilerden çok daha kaliteli olacaklardır.

16. "" ifadesi ile bunların mevsimlik meyveler olamıyacağı ve devamlı bulunup tükenmeyeceği; "La memnuatin" ifadesiyle de dünyadaki bağ ve bahçelerde olduğu gibi bu meyvalardan almak için herhangi bir engelle (diken, yükseklik vs.) karşılaşılmayacağı kastolunmaktadır.

17. Bu kimseler, salih amelleri dolayısıyla Cenneti haketmiş mümine kadınlardır. Bu kadınlar, dünyada iken ne kadar yaşlanmış olurlarsa olsunlar, Allah onları gençleştirecek, Cennete genç, güzel ve bakire olarak gireceklerdir. Şayet eşleri salih müminlerse, Cennette onlarla birlikte olacaklardır.

Şayet mümin değillerse, Allah bu mümine kadınları Cenneti hak etmiş başka müminlerle evlendirecektir. Nitekim bu ayetin izahı, Hz. Peygamber'in (s.a) çeşitli hadislerinde de aynı şekilde yapılmıştır. Tirmizi'nin "Şemail"inde şöyle bir hadis zikrediliyor: "Yaşlı bir kadın Rasûlullah'a gelerek "Ya Rasulullah! Bana Cenneti nasip etmesi için Allah'a dua et" diye ricada bulunmuştur. Rasulallah "Hiç bir ihtiyar Cennete giremez" şeklinde cevap verince, kadın ağlayarak geri döner. Bunun üzerine Rasulullah "Ona haber verin ki hiçbir kadın, ihtiyar olarak Cennete girmeyecektir. Allah, onları yeniden yaratacağını ve bakire olarak Cennete gireceklerini bildirmiştir." der. İbn Ebi Hatim, bu ayetin izahı sadedinde, Hz. Seleme bin Yezid'in bir rivayetini nakletmiştir. "Rasulullah, bu ayet ile evli veya bakire olarak ölmüş olan bu dünyanın kadınları kasdolunmaktadır. Onlar Cennete bakire olarak gireceklerdir" demiştir. (Tabarâni) Yine Tabarâni'nin Ümmü Seleme'den naklettiği uzun bir rivayette, Ümmü Seleme, Rasulullah'a Cennette kadınlar hakkında bir çok soru yöneltir. Bu hadiste Rasulullah söz konusu ayeti şöyle açıklar: "Bunlar, dünyada yaşlanmış, gözleri çökmüş, saçları ağarmış kadınlardır. Allah, onları genç ve bakire olarak yeniden yaratacaktır." Ümmü Seleme "Şayet o kadın dünyada iken bir kaç kez evlenmiş ise ve kocalarının hepsi de Cennetteyse, o kadın hangi kocaya verilecektir?" diye bir soru yöneltince Rasulullah şöyle cevap verir "Böyle bir durumda Allah kadına "Sen hangisini istersen onu seç" diyecek ve kadın da onların içinde en iyi, en ahlâklı olanını ve kendisine dünyada iken en güzel şekilde davrananı seçecektir." Rasulullah daha sonra "Güzel ahlâklı olan, bu dünyada da ahirette de tüm iyiliği elde eder" diye buyurmuştur. Bkz. Rahman an: 51

18. "Uruben" lügatte, seçkin özelliklere sahip olan, yani hoş görülü iyi huylu, cazibeli, kocalarına gönülden bağlı ve kocalarının da kendilerine açık olduğu kadınlar için kullanılır.

19. Yani, onlar kocaları ile aynı yaşta olacaklardır. Veya şu şekilde anlam verilebilir: "Cennette tüm kadınlar aynı yaşta olacaklardır." Her ikisinin de doğru olması muhtemeldir. Bir hadiste, erkeklerin Cennette, bedenleri üzerinde kıl olmayacağı, bıyıklarının yeni terlemeye başlamış ve sakalları da henüz bitmemiş, beyaz tenli ve sağlam vücutlu, cazibeli bakışlara sahip ve 33 yaşında olacakları beyan olunmaktadır. (İmam Ahmed, Ebu Hureyre'den nakletmektedir. Hemen hemen aynı rivayeti Tirmizi, Muaz bin Cebel ve Said bin Hudri'den naklediyor)

44 Ki o, ne serindir, ne ferahlatıcı (kerim).

45 Çünkü onlar, bundan önce varlık içinde şımartılmış olanlardı.

46 Onlar, büyük günah üzerinde ısrarlı davrananlardı.20

47 Ve derlerdi ki: "Biz öldüğümüz, toprak ve kemik olduğumuzda mı, gerçekten biz mi diriltilecekmişiz?"

48 "Önceden gelip-geçmiş atalarımız da mı?"

49 De ki: "Şüphesiz, öncekiler de ve sonrakiler de,"

50 "Bilinen bir günün belli vaktinde mutlaka toplanacaklardır."

51 Sonra gerçekten siz, ey sapık olan yalancılar,

52 Hiç şüphesiz zakkum21 olan bir ağaçtan yiyeceksiniz.

AÇIKLAMA

20. Yani, zenginlik onları olumsuz yönde etkilemiştir. Allah'a şükretmeleri gerekirken, O'nun nimetlerine nankörlük etmişler, nefislerinin arzusuna uymuşlar ve böylece Allah'ı unutmuşlardır. "Büyük günahı işlemekte ısrar ediyorlardı." Büyük günah oldukça kapsamlı bir ifadedir. Bu ifade ile, şirk, küfür, ateizm, ahlâksızlık, fasid ameller vs. kast olunmaktadır.

21. "Zakkum" ile ilgili izah için bkz. Saffat an: 34

53 Böylece karınları(nızı) onda dolduracaksınız,

54 Onun üzerine de alabildiğine kaynar sudan içeceksiniz.

55 Üstelik 'içtikçe susayan hasta develerin' içişi gibi içeceksiniz.

56 İşte bu, onların din (hesap ve ceza) gününde şölenleridir.

57 Sizleri biz yarattık,22 yine de tasdik etmeyecek misiniz?23

58 Şimdi (rahimlere) dökmekte olduğunuz meniyi gördünüz mü?

59 Onu sizler mi yaratıyorsunuz, yoksa yaratıcı biz miyiz?24

60 Sizin aranızda ölümü takdir eden biziz 25ve bizim önümüze geçilmiş değildir;

61 (Yerinize) Benzerlerinizi getirip-değiştirme ve sizi şimdi bilemeyeceğiniz bir şekilde-inşa etme konusunda.

AÇIKLAMA

22. Bu ayetten 74. ayete kadar Ahiret ve Tevhid akidesi hakkında deliller öne sürülmüştür; zira müşrikler özellikle bu iki konu hakkında itirazlarda bulunuyorlardı. Dolayısıyla buradaki deliller, hem ahiret akidesini ispat, hem de Tevhidin hak oluşunu vurgulamak için serdedilmiştir.

23. Yani, "Benim sizlerin Rabbi ve Mabudu olduğumu, sizleri yeniden yaratabileceğimi tasdik etmeniz gerekmez mi?

24. Bu kısa cümleyle insanoğlunun dikkati çok önemli bir noktaya çekilmektedir. Bir kimse, değil kainattaki diğer varlıkları, sadece kendisinin bile nasıl dünyaya geldiğini bir düşünecek olursa, o kimsenin Allah ve ahiret hakkında hiçbir şüphesi kalmaz. İnsanın meydana gelişini bir düşünün. Erkeğin nutfesi, kadının rahmine intikal eder ve bir bebek dünyaya gelir. Fakat nutfenin, kendiliğinden bir insan meydana getirebilme veya insana çeşitli yetenekler verebilme gücü var mıdır? Söz gelimi kendi kendine meydana gelen, ya da Allah'dan başkasının yarattığı bir kimse var mıdır? Bir nutfeyi taşıma, ana rahminde safha safha geliştirme ve doğan çocukları ayrı ayrı şekillendirerek, onlara çeşitli yetenekler verme, erkek ve kadının veya bir başkasının gücü dahilinde midir? Tüm bunları Allah'dan başka (anne, baba, doktor, peygamberler, veliler) kim yapabilmeye muktedirdir? Oysa onların kendileri de diğer insanlar gibi dünyaya gelmişlerdir. Onlar da Allah'ın mahlukatındandır ve O'nun karşısında hepsi de aciz varlıklardır. Ya da Güneş, Ay ve yıldızlar mı onları yarattı? Oysa onlar da Allah'ın kendileri için koyduğu nizama tabidir ve onun emirlerine uymak zorundadırlar. Ayrıca doğacak çocuğun kız mı, erkek mi olacağına Allah'tan başkası mı karar veriyor? Çocuğun güzel mi, çirkin mi, zeki mi, aptal mı olacağını kim tayin ediyor? Toplumların içinde o toplumu yükseltecek veya alçaltacak hangi insanların çıkacağına yine kim karar veriyor? Elbette müşriklerin ve ateistlerin bu sorulara makul cevap veremeyeceğini ön yargısız her insan kabul edecektir. Bu soruların doğru cevabı, "İnsanı yaratan ancak Allah'dır" demekten başkası değildir. Eğer hakikat bu ise -ki gerçekten budur- insanoğlu hangi cüretle Allah'a karşı müstağni davranır ve sorumsuzca Allah'tan başkasına kulluk eder!

Tevhid gibi Ahiret akidesi de bir hakikattır. Düşünün bir kere; insanın mikroskop ile görmesinin dahi güç olduğu erkek spermi, kadının yumurtasıyla birleşerek bir hücre oluşturmaktadır. İşte insan hayatı böylece başlar ve dokuz ay boyunca çeşitli safhalardan geçer. Sonunda bir insan şeklini aldığında, annesinin bedeni onu dışarı çıkarır ve dünyaya gönderir. Tüm insanlar dünyaya bu şekilde gelmişlerdir ve hâlâ da gelmektedirler. Bu kadar harikulade bir şekilde insanları yaratan Allah, niçin belli bir süre için yarattığı bu insanları başka bir zaman ve başka bir tarzda yaratmaya kadir olmasın?

25. Yani, sizlerin doğumu gibi ölümü de bizim elimizdedir. Kimin anne karnında, kimin belli bir yaşa ulaştıktan sonra, kimin nerede ve nasıl öleceğine biz karar veririz. Eceli gelen kimsenin, ölümüne hiç kimse mani olamaz. Dünyanın en iyi doktorları dahi o kimseyi kurtarma gücüne sahip değillerdir. Çünkü doktorlar da ecelleri geldiğinde ölürler ve kendilerini ölümden kurtarmaya güçleri yoktur.

62 Andolsun, ilk inşa (yaratma)yı bildiniz; 26ama öğüt alıp-düşünmeniz gerekmez mi?27

63 Şimdi ekmekte olduğunuz (tohum)u gördünüz mü?

64 Onu sizler mi bitiriyorsunuz, yoksa bitiren biz miyiz?28

65 Eğer dilemiş olsaydık, gerçekten onu bir ot kırıntısı kılardık; böylelikle şaşar-kalırdınız.

66 (Şöyle de sızlanırdınız:) "Doğrusu biz, ağır borç altına girip-zorlandık,"

67 "Hayır, biz büsbütün yoksun bırakıldık."

68 Şimdi siz, içmekte olduğunuz suyu gördünüz mü?

AÇIKLAMA

26. Yani, "sizlere bu vasfı, bu sureti ve yetenekleri vermekten aciz değilim. Sizleri bir nutfeden yarattım ve annelerinizin karnında safha safha geliştirerek bir bebek olarak dünyaya getirdim ve böylece sizleri yarattım. Fakat sizleri aynı yaşta yeniden yaratacağım. Ancak bu sefer görme, işitme ve diğer vasıflarınız dünya ölçülerinden farklı olacaktır. Çünkü ben bu ölçüleri de değiştirmeye muktedirim. Dolayısıyla kıyamet günü sizlerin bu vasıflarınız değişecektir. Yani bedenlerinize, el ayak ve gözlerinize konuşabilme özelliği verilecektir. Zira kendisi ile konuştuğunuz dilinize, o özelliği ben verdim, dolayısıyla sizin hiç bir uzvunuzu konuşturmaktan aciz değilim. Bu yüzden kıyamet günü her uzvunuzu konuşturacağım. Yaşamınızın ve ölmenizin bağlı olduğu kanunları değiştirmek de benim elimdedir. Sözgelimi, sizler bu dünyada, bir kaza sonucunda veya bir nedenle hayatınızı kaybediyorsunuz ama öbür dünyada ben bu kanunları değiştirmeye da kadirim.

Örneğin ne kadar azap görürse görsün, hiç bir Cehennem ehli, orada ölmeyecektir. Yine, sizler bu dünyada bir gencin yaşlanmayacağını veya bir kimsenin hiç hastalanmayacağını tasavvur bile edemezsiniz. Fakat ben bu kanunları değiştirmeye muktedirim ve orada bu kanunları değiştireceğim için Cennette hiç kimse yaşlanmayacak ve Cennet ehlinin gençlik ve sıhhati ebedi olacaktır."

27. Yani, sizleri bir nutfeden yaratmamız, annenizin kabir gibi karanlık olan karnında yetiştirmemiz, sizlere kalp, beyin, el, ayak gibi uzuvlar vererek akıl, şuur, ilim, hikmet, sanat vs. yeteneklerle donatmamız, ölüleri diriltmekten daha mı basit bir mucizedir? Bu mucizeleri, gece-gündüz görmenize rağmen niçin hâlâ ölümden sonra dirilişin, Cennet-Cehennem gibi vakıaların imkansız olduğunu sanıyorsunuz?

28. Yukarıda insanoğlunun dikkati, kendisini yaratan Allah olduğu noktasına çekilmişti. Şimdi ise, hayatını devam ettirebilmek için muhtaç olduğu rızkı da Allah'ın yarattığı vurgulanmaktadır.

"Yaratılışınızda sizin, babanız tarafından annenizin rahmine bir sperm olarak bırakılmaktan başka bir payınız yoktur. Bir çiftçi de toprağa tohum eker, birçok tohumu besleyen toprak bu tohumun gerekli ihtiyaçlarını karşılar ve sonunda tohumun ağaç, bitki, vs. olmasını sağlar. Elbette toprağa bu özellikleri veren sizler değilsiniz. O tohumların yetişmesi için belli bir oranda su, ısı, hava, belli mevsimler meydana getiren Allah'tır. Ayrıca aynı cins tohumdan aynı cins ağacın çıkması da Allah'ın hikmetidir. Şimdi bir düşünün, sizleri yaratan ve hayatınızı devam ettirebilmeniz için gerekli olan rızkı sağlayan Allah'a karşı müstağni davranırsanız böyle yapmakla nankörlük yapmış olmaz mısınız? Sizleri yaratan ve rızıklandıran Allah iken sizler ne cüretle başkalarına kulluk edebiliyorsunuz?"

Bu ayette her ne kadar Tevhid hakkında deliller ileri sürülmüşse de dikkat edilecek olursa, Ahiret ile ilgili delillerin de mevcut olduğu görülür. Örneğin; bir çiftçi toprağa tohum eker, o tohumlar tıpkı bir kabir içindeki ölü gibidirler. Fakat Allah onlara hayat verir ve toprağı, o tohumlarla canlı bir tarla haline getirir. Bu sayısız ölü tohumlar sizlerin gözleri önünde hergün kabirlerde dirilirler. İşte bu mucize sadece kendi başına yeterlidir. Fakat siz buna rağmen Kur'an'da verilen bu tür haberleri yalanlıyor, yani ölümden sonra dirilişi inkar ediyorsunuz.

69 Onu sizler mi buluttan indiriyorsunuz, yoksa indiren biz miyiz?29

70 Eğer dilemiş olsaydık onu tuzlu kılardık;30 şükretmeniz gerekmez mi?31

71 Şimdi yakmakta olduğunuz ateşi gördünüz mü?

72 Onun ağacını32 sizler mi inşa edip-yarattınız, yoksa onu inşa edip-yaratanlar mıyız?

73 Biz onu hem bir öğüt ve hatırlatma (konusu);33 hem de ihtiyacı olanlara34 bir meta kıldık.

AÇIKLAMA

29. Yani, "Sizlerin sadece beslenme ihtiyacınızı karşılamakla kalmadık, ayrıca susuzluğunuzu girdermeniz için de suyu yarattık. Çünkü su, hayatınız için ekmekten daha önemlidir. Suyu siz yaratmadınız, tam aksine onu da sizlerin yararlanmanız için Allah yaratmıştır. Ayrıca denizleri de biz yarattık. Öyleki o denizlerden suyu, güneşin harareti vasıtasıyla buharlaştırarak yağmur yağdırırız. Belli dönemlerde buharlaşması, bulutlara dönüşmesi gibi özellikleri de suya veren biziz. Öyle ki rüzgarlar bu bulutları bizim emrimizle sürüklerler ve belli bölgelerde yine bizim tayin ettiğimiz zamanlarda yağmur yağdırırlar. Biz sizleri tek başınıza bırakmadık. Ayrıca, hayatınızı sürdürebilmeniz ve neslinizi devam ettirebilmeniz için de tüm koşulları düzenledik. Çünkü bu koşullar olmadan, sizlerin yaşaması mümkün olmayacaktır. Benim verdiğim rızıktan yararlanmanıza, yine bağışladığım suyu içmenize rağmen hangi cesaretle kendinizi benden müstağni sanıyor ve başkalarına kulluk edebiliyorsunuz.

30. Bu cümle, Allah'ın hikmet ve kudretine işaret etmektedir. Çünkü suyun hayat verici özelliğinden başka bir özelliği de belli bir derece ısıda buharlaştığında içinde buharlaşan suyun saf olmasıdır. Şayet su bu özelliğe sahip olmasaydı, denizlerden buharlaşan su, muhtevasında tuz da bulunduracak ve sonuçta yağmur yağdığında tüm yeryüzü çorak bir hale gelecekti. Aynı zamanda bu suyu insanlar içemeyecek ve hiç bir bitki yetişemeyeceği için de yeşillik olmayacaktı. Şimdi bir düşünün, sağır ve kör bir kuvvet böylesine hikmet ve kudrete dayalı bir nizam kurabilir mi? Öyle ki denizlerden saf su yükselmekte ve bulutlar halinde yeryüzünün belli bölgelerine belli zamanlarda ve belli noktalara yağmaktadır. Bu sular vasıtasıyla tatlı sular, çeşmeler, dereler, nehirler, kuyular oluşarak hayati ihtiyaçların sağlandığı, hikmete dayalı bir nizam kurulmuştur. Bu nizamda denizlerde yaşayan varlıklar tuzlu suda hayatlarını devam ettirebilirken, karada yaşayan varlıklar ise yağmur vasıtasıyla (tatlı su elde ederek) hayatlarını sürdürebilmektedirler.

31. Diğer bir ifadeyle, kiminiz nimeti yağmur tanrılarının bir lütfu, kiminiz de bunun sadece bir doğa kanunu olduğunu sanmaktadır. Fakat bu nimetin, Allah'ın rahmetinin bir sonucu olduğunu hiç düşünmüyorsunuz. Gerçekten de Allah'ın bu rahmeti karşısında O'na itaat ve ibadet edilmesi lazım gelmez mi? Ancak onlar, Allah'ın bu kadar büyük nimetlerinden yararlanıyor olmalarına rağmen, hâlâ şirk, küfür ve isyan içindedirler.

32. Bu kelime ile odun için kullanılan ağaçlar ya da merra ve afar isimli iki tür ağaç kastedilmiş olabilir. Bu iki tür ağacın dalları birbirine sürtüldüğünde ateş çıkarırlardı. Nitekim Araplar ateşi bu ağaçlardan elde ederlerdi.

33. Yani, "ateş", insana her zaman, yokluğu halinde insan hayatının hayvanlarınkinden pek farklı olmayacağını hatırlatır. Çünkü insanlar yemek yapmada ateşten yararlanırlar. Yine ateş olmadan sanayi gelişemezdi. Ayrıca icadlar için pek çok alan insana kapalı kalacaktı. Fakat insanoğlu, Allah'ın kendisine bir takım yetenekler bahşederek bu yetenekleri kullanabilmesi için gerekli şartları sağlamış olduğunu unutur. Sadece kendisinden yararlandığımız ateşin bile ne kadar büyük bir nimet olduğunu düşünecek olursak onu da Allah'ın yarattığını görürüz.

34. "Mukvin" lügatte çölde dinlenen yolcular için kullanılan bir kelimedir. Bazılarına göre bu kelime "aç olan kimse" anlamına gelirken bazılarına göre de yemek pişirmek, ısınmak, aydınlanmak vs. herhangi bir nedenden dolayı yakılan ateşten yararlanan kişi demektir.

74 Şu halde büyük Rabbini ismiyle tesbih et.35

75 Hayır,36 yıldızların yer (mevki)lerine yemin ederim.

76 Şüphesiz bu, eğer bilirseniz gerçekten büyük bir yemindir.

77 Hiç tartışmasız bu, Kur'an-ı Kerim'dir.37

78 Saklanmış-korunmuş bir kitapta (yazılı)dır.38

79 Ona, temizlenip-arınmış olanlardan başkası dokunmaz.39

80 Alemlerin Rabbinden indirilmedir.

AÇIKLAMA

35. Yani Allah'ın mübarek ismini açıkça tesbih edin ve O'nun her tür eksiklik, ayıp ve kusurdan münezzeh olduğunu beyan edin. Çünkü kafirler ahireti ve tevhidi inkar ederlerken, şirki ve küfrü seçerken bunu Allah'a atfetmektedirler.

36. Yani, "sizlerin sandığı gibi değildir." Burada Kur'an'ın Allah tarafından nazil olduğuna yemin edilirken lam-elif kullanılmış olmasından anlaşıldığına göre, bazı kimseler Kur'an hakkında yanlış iddialar ortaya atmışlardır. İşte burada bu iddialara reddiye olmak üzere yemin edilmektedir.

37. Yıldızların mevkilerine yemin edilmesinin amacı, onların muhtelif mesafelerde bulunmuş olmalarındandır. Kur'an'ın yüce mertebeye haiz bir kitap oluşu dolayısıyla yine muhkem ve merbut olan yıldızlar sistemine yemin ediliyor.

Yani bu nizam, nasıl muhkem ve merbut ise Kur'an da muhkem ve merbut bir sözdür. Dolayısıyla kainattaki bu gezegenler sistemini yaratan Zat ile Kur'an'ı nazil eden Zat aynıdır. Yıldızlar gökte nazıl yayılmışlarsa ve görünüşte hiçbir bağlantıları yokmuş gibi görünüyorlarsa -ki aslında birbirlerine sıkıca bağlı bir sistem içindedirler- Kur'an'ın ayetleri de aynı şekilde birbirlerine bağlı, uyum ve ahenk içindedirler. Bir hayat nizamını tebliğ eden bu kitaptaki sistem, bir inanca dayalı ahlak, ibadet medeniyet, kültür, ekonomi, adalet, barış ve savaş kanunlarını, kısaca hayatın tüm yönlerini kapsamaktadır. Ve bu hayat nizamının el kitabında emredilen tüm talimatlar birbiriyle uyum içinde olmalarına rağmen ayrı mahal ve mevkilerde indirilmiştir. Ayrıca bu gezegenler sistemi nasıl bağımsız ise ve kendisinde hiç bir değişiklik yapılamazsa, Kur'an da aynı şekilde muhkem ve merbut bir yol göstericidir.

38. Yani, Levh-i Mahfuz'da. Bundan dolayı Kitab-ı Meknun (korunmuş kitap) denilmiştir. Öyle ki, hiç kimse ona yaklaşamaz. Yani Kur'an, Rasulullah'a (s.a) nazil olmadan önce Allah indinde mahfuz idi. Dolayısı ile hiç kimse onu değiştiremez ve ona yaklaşamaz.

39. Bu ayet, kafirlerin, "Kur'an'ı Muhammed'e Allah vahyetmiyor. O'na cinler ve şeytanlar ilka ediyorlar" şeklindeki iddialarına bir reddiyedir. Nitekim bu iddialanın cevabı Kur'an'ın muhtelif yerlerinde verilmiştir. Örneğin, Şuara Suresi'nde (210-212) şöyle buyurulmuştur:

"O Kur'an'ı şeytanlar indirmedi. Bu onlara yaraşmaz ve zaten yapamazlar da, çünkü onlar işitmekten uzaklaştırılmışlardır."

Aynı konu bu ayette de ele alınmıştır. "İlla'l-Mutahharun" (Temiz olanlar hariç) Yani Kur'an'ın vahyolunmasına, nüzulüne, değil şeytanların müdahale etmesi, tahir (temiz) olan meleklerden başkası onun yanına dahi yaklaşamaz. Melekler için "mutahharûn" ifadesinin kullanılmasının nedeni, Allah'ın onları her türlü kötülükten arınmış varlık kılmış olmasıdır.

Bu ayeti, Enes bin Malik, İbn Abbas, Said bin Cübeyr, İkrime, Mücahid, Katade, Ebu-l Aliye, Süddî, Dahhak ve İbn Zeyd yukarıda açıkladığımız şekilde yorumlamışlardır. Nitekim ayetin siyak ve sibakından da aynı anlam çıkmaktadır. Zira bu ayet, kafirlerin Tevhid ve Ahiret akidesi hakkında yanlış düşünceleri beyan edilirken onların bu yanlışlarının vurgulanması sadedinde zikredilmiştir.

Kur'an yüce bir kitap olduğu ve hiç kimsenin ona müdahale edemeyeceği gerçeğinden hareketle yıldızlar üzerine yemin edilmiştir. Çünkü O, Allah indinde mahfuzdur ve ayrıca Hz. Peygamber'e (s.a) nazil olurken pâk ve temiz (Mutahharûn) meleklerden başkası O'na yaklaşamaz. Bazı müfessirler ayette geçen (La) yı nehiy La'sı olarak kabul etmiş, ayeti "temiz olanlardan başkasının Ona dokunmaması gerekir" şeklinde yorumlamıştır. Bazıları ise nehiy "La"sı olarak kabul etmiş ve ayete "temiz olanlardan başkası Ona dokunamaz" şeklinde anlam vermiştir. Bu müfessirler, bu nehyin, Rasulullah'ın (Müslümanlar kardeştir. Biri diğerine zulm etmez." hadisindeki gibi kullanıldığı görüşündedirler. Yani, "Bir Müslüman diğerine zulmetmesin" denilmek istenmiştir. Dolayısı ile ayetin anlamı da "temiz olmayan bir kimse Kur'an'a dokunmasın" şeklinde anlaşılmalıdır.

Ancak bu yorum ayetin siyak ve sibakı ile uygunluk arzetmemektedir. Çünkü ayette kafirlere seslenilmektedir. Yani şöyle buyurulmuştur: "Bu, Allah tarafından nazil edilen bir sözdür ve "Rasulullah'a cinler ve şeytanlar ilka ediyorlar" şeklindeki düşünceniz batıldır. Zira O'na temiz olandan başkası yaklaşamaz bile."

Görüldüğü gibi bu ayetten, "Kur'an'a abdestsiz dokunmak yasaktır" şeklinde fıkhi bir hüküm çıkarmak doğru değildir ve açıkça ayetin nüzul sebebinin de bu olmadığını söyleyebiliriz. Ancak, Allah indinde bu kitaba temiz olanların dışında hiç bir mahluk nasıl yaklaşamaz ise, dünyada da bu kitaba, ilahî bir kitap olarak iman edenlerin, temiz olmadan ona dokunmaktan kaçınmaları gerektiği öne sürülebilir. Bu mesele hakkında muhtelif rivayetleri aşağıda zikretmekte yarar görüyoruz:

1) İmam Malik'in Muvatta adlı eserinde, Abdullah bin Ebubekir, Muhammed bin Ömer bin Hazm'dan naklettiği rivayete göre, Hz. Peygamber'in (s.a.), Ömer bin Hazm ile Yemen beldesi liderlerine gönderdiği yazılı emirlerden biri "La yemessuhûl-Kur'ane illa tahîrûn" şeklindedir. Aynı konu ile ilgili mürsel bir rivayeti Ebu Davud, İmam Zühri'den nakletmiştir. O, Rasulullah'ın Ebu Bekir Muhammed bin Ömer bin Hazm ile gönderdiği yazılı vesikayı Ömer bin Hazm'ın elinde gördüğünü söylemektedir.

2) Hz. Ali'nin rivayet ettiğine göre, cünüplüğün dışında hiçbir şey Hz. Peygamber'i Kur'an okumaktan alıkoymazdı. (Ebu Davud, Tirmizi, Nesei)

3) İbn Ömer'den rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber, cenabet ve hayız halinde olanların Kur'an okumamalarını emretmiştir. (Ebu Davud, Tirmizi)

4) Buhari'nin rivayet ettiğine göre, Bizans İmparatoru Herakliyus'a Hz. Peygamber'in (s.a.) gönderdiği mektupta "Ey Ehli Kitap, sizinle bizim aramızdaki ortak bir kelimeye gelin..." ayeti yazılı idi.

Bu mesele hakkında Sahabe ve Tabiun'dan çeşitli görüşler naklediyoruz.

Hz. Selman el-Farisî "Abdestsiz Kur'an okumanın bir sakıncası yoktur ama dokunmak caiz değildir." demiştir. Sa'd bin Ebi Vakkas ve İbn Ömer de aynı görüştedirler. Hasan Basri ve İbrahim Nehaî, "Abdestsiz Kur'an'a dokunmak mekruhtur" demişlerdir. (Ahkamûl-Kur'an, el-Cessas) Ayrıca Ata, Tavus, Şa'bî ve Kasım bin Muhammed'den de aynı görüş nakledilmektedir. (El-Muğni, İbn Kudeme) "Kur'an'ı, dokunmamak kaydıyla görerek ve ezbere okumak, abdestsiz de caizdir" şeklindeki görüşe hepsi katılmaktadır. Hz. Ömer, Hz. Ali, Hasan Basri, İbrahim Nehai ve İmam Zühri'ye göre Cünüp, hayız ve nifas halinde Kur'an okumak mekruhtur. İbn Abbas ise, Kur'an okumayı düzenli bir şekilde devamlı sürdüren kimseler için, "ezberden okuyarak devam etsinler" demiş ve kendisi de bu şekilde davranmıştır. Said bin Müseyyeb ve Said bin Cübeyr kendilerine bu meseleyle ilgili bir soru yöneltildiğinde "Zaten Kur'an hafızalarda saklı değil mi? O halde okunmasında ne zarar var?" diye cevap vermişlerdir. (El-Muğni ve İbn Hazm, El-Muhalla)

Fakihlerin görüşleri:

İmam Kâşânî, "Bedaiüs-Senayî" adlı eserinde Hanefilerin görüşlerini açıklarken şunları söylüyor: "Nasıl abdestsiz namaz kılmak caiz değil ise abdestsiz Kur'an'a dokunmak da caiz değildir. Fakat Kur'an bir kılıf içinde bulunuyorsa dokunulabilir." Bazıları Kur'an'ın cildini kılıf kabul ederler. Ayrıca tefsir kitaplarına veya ayetin yazıyla bulunduğu herhangi bir şeye de abdestsiz dokunulmamalıdır. Fıkıh kitaplarına dokunulabilir ama abdestli dokunmak müstehaptır. Çünkü bu eserlerde de ayet bulunmaktadır. Bazı Hanefî fakihleri, Kur'an ayetlerinin yazılı olduğu şeylere abdestsiz dokunulabileceğini söylemektedirler. Nitekim haşiyelere de dokunulabilir. Fakat haşiyelerin de Kur'an'ın bir parçası sayılması gerektiği bir hakikattir. "Kur'an'a dokunmadan ezbere okumak ise caizdir" Ancak Fetevay-ı Hindiye'ye göre çocuklar bu hükümden istisna kılınmışlardır. Abdestsiz olsalar bile öğrenmeleri için çocukların eline Kur'an verilebilir.

Şafiî mezhebi imamlarından, İmam Nûdi, "el-Minhac" adlı eserinde Şafiilerin görüşlerini şöyle açıklar:

"Namaz ve Tavaf'da olduğu gibi Kur'an'a abdestsiz dokunmak haramdır. Kur'an cilt içinde olursa da bu caiz değildir. Şayet Kur'an valiz içinde, para üzerinde veya tefsirde olursa, bunlara abdestsiz dokunulabilir. Ancak Kur'an bir tahtada yazılı ise veya sandık içinde ise tahtaya veya sandığa abdestsiz dokunmak caiz değildir. Ayrıca çocuklar abdestsiz Kur'an'a dokunabilirler. Abdestsiz Kur'an okuyan bir kimse sopa vb. araçlarla Kur'an'ın sayfalarını çevirebilir."

Malikî Mezhebi, abdestsiz Kur'an'a dokunulmayacağı konusunda Cumhur ile ittifak halindedir. Fakat öğretmen ve öğrenci Kur'an öğrendikleri, öğrettikleri için bu hükümden istisna edilmişlerdir. Hatta Kur'an öğrenmek için hayızlı kadınlar dahi Kur'an'a dokunabilirler. İbn Kudame, el-Muğni adlı eserinde İmam Malik'in görüşünü nakletmiştir. "Cünüp bir halde Kur'an okumak yasaktır. Ama hayız halinde kadının Kur'an okuması caizdir. Çünkü, onu uzun bir süre Kur'an okumaktan nehyederseniz, Kur'an'ı unutur."

İbn Kudame'nin naklettiğine göre "Hanbeli Mezhebinde cünüplük, hayız ve nifas halinde Kur'an veya Kur'an'dan tam bir ayet okumak caiz değildir. Ancak "bismillah", "elhamdülillah", "maşaallah" demek caizdir. Gerçi bunlar da Kur'an ayetlerinden bir cüzdür ama, Kur'an okuma gayesiyle söylenmediğinden, denilmesinde bir mahzur yoktur. Kur'an'a abdestsiz dokunmak ise kesinlikle caiz değildir. Ancak bir ayetin yazılı olduğu fıkıh kitabına veya mektuba dokunulabilir. Ayrıca Kur'an kılıf içinde ise yine abdestsiz ona dokunmak caizdir. Tefsir kitaplarına da dokunulabilir. Şayet Kur'an'a dokunmak acilen gerektiyse, teyemmüm alınır ve öyle dokunulur. "Dört Mezhebin Fıkıh Kitabı"nda Hanbeli Mezhebi'ne göre "çocukların abdestsiz olarak Kur'an'a dokunmaları doğru değildir. Çünkü onlara abdest aldırmak büyüklerin görevleridir" denilmektedir.

Zahiriye Mezhebine göre, Kur'an'ı okumak veya dokunmak her halükârda (cünüp, hayız, nifas, abdestsiz vs.) caizdir. (İbn Hazm, el-Muhalla, cilt: 1, sh. 77-84) Bu meseleyi ayrıntılı bir şekilde ele alan İbn Hazm, kendi görüşleri hakkında sağlam deliller öne sürmüş ve "Fakihlerin Kur'an'a dokunmak ve okumak hakkında ileri sürdükleri delillerin hiç biri ne Kur'an'da ne de Sünnet'te sabit değildir" demiştir.

81 Şimdi siz bu sözü mü hor görüp-küçümsüyorsunuz?40

82 Ve rızkınızı (Kur'an'dan yararlanma nimetini bırakıp onu) mutlaka yalan saymaktan41 ibaret mi kılıyorsunuz?

83 Hele can boğaza gelip dayandığında,

84 Ki o sırada siz (sadece) bakıp-durursunuz,

85 Biz ona sizden daha yakınız; ancak siz görmezsiniz.

86 İşte o vakit, eğer siz ceza görmeyecek iseniz,

87 Eğer doğru sözlüler de iseniz, onu, (çıkmakta olan canı) geri çevirsenize.

88 Eğer o (ölecek kişi), yakın kılınan (mukarreb olan)lardan ise,

89 Bu durumda rahatlık, güzel rızık ve nimetlerle donatılmış Cennet (onundur).

90 Ve eğer "Ashab-ı Yemin"den ise,

91 Artık, "Ashab-ı Yemin"den selam sana.

92 Ve eğer o, yalanlayan sapıklardan ise,

93 Artık (onun için de) alabildiğine kaynar sudan bir şölen vardır.

94 Ve çılgınca yanan ateşe bir atılma da.

95 Hiç şüphesiz bu, kesin bilgi ifade eden bir gerçektir (Hakku'l-Yakin).

96 Öyleyse büyük Rabbini ismiyle tesbih et.42

AÇIKLAMA

40. "Entüm mudhınûn; hafife almak, ciddi görmemek anlamına gelir.

41. İmam Razi bu ayetin yorumunu yaparken burada "rızk"ın "ekonomik gelir" anlamında olabileceği ihtimalini öne sürmektedir. Çünkü Kureyşliler, İslâm yayıldığı takdirde gelirlerinin azalacağını düşünmüşlerdir. Dolayısıyla bu ayet "sizler Kur'an'a sırf kendi gelirinizi (çıkarınızı) düşündüğünüz için karşı çıkmaktasınız." anlamına gelir. Yani, onlar nezdinde hak ve bâtılın hiç bir önemi yoktur. Onlar sadece kendi çıkarlarını gözetmektedirler.

42. Hz. Ukbe bin Amir Cüheyni'nin rivayet ettiğine göre bu ayet nazil olduğunda Hz. Peygamber (s.a) rükûda "Subhane rabbiye'l-azim", "Fesebbih bismi Rabbike'l-â'la" ayeti nazil olduğunda ise secdede "Suhane rabbiye'l-âlâ" denilmesini emretmiştir. (Müsned-i Ahmed, Ebu Davud, İbn Mace, İbn Hibban, Hakim)

Bu rivayetten anlaşıldığına göre, Hz. Peygamber'in (s.a.) gösterdiği namaz tarzının en küçük cüzleri bile Kur'an'dan alınmıştır.

VAKIA SÜRESİ(Seyyid KUTUB)

1- Kıyamet koptuğu zaman,

2- Onu hiç kimse yalanlayamayacaktır.

3- O kimini alçaltır, kimini de yükseltir.

4- Yeryüzü şiddetle sarsıldığı zaman.

5- Dağlar paramparça olup,

6- Toz halinde boşluğa dağıldığı zaman.

7- Sizler üç gruba ayrıldığınız zaman.

Dehşet saçan bir olayı sunan bu girişte korku salma amacı son derece belirgindir. Okuduğumuz ayetlerde bu amacı gözeten ve anlamla uyum kuran özel bir üslup kullanılıyor. Her şeyden önce iki yerde "ne zamanki" anlamına gelen "iza" şart edatı kullanılıyor. Bu edatın arkasından şart cümlesi geldiği halde cevap cümlesine yer verilmiyor. Ayetleri bir daha okuyalım da görelim:

"Kıyamet koptuğu zaman,

Onu hiç kimse yalanlayamayacaktır.

O kimini alçaltır, kimini yükseltir."

Görüldüğü gibi "Hiç kimse tarafından yalanlanamayacak olan, kiminin derecesini düşürürken kiminin değerini yükseltecek olan o olay gerçekleştiği, yani kıyamet fiilen koptuğu zaman" ne olacağı belirtilmiyor. Bunun yerine yeni bir söze geçiliyor. Şöyle ki:

"Yeryüzü şiddetle sarsıldığı zaman. Dağlar paramparça olup,Toz halinde boşluğa dağıldığı zaman: '

Bu büyük dehşet anının gerçekleşmesinden sonra ne olacağı burada da belirtilmiyor. Sanki bu dehşet tablosu, sonucu açıklamasız bırakılan bir giriş, bir ön-alârm niteliğindedir. Açıklamasız geçiştirilmektedir. Çünkü bu ön-alârmın sonu korkunçtur. bu özel üslup, korkunçluğu ve dehşet saçıcı özelliği girişteki bu ayetler tarafından belgelenen surenin genel havasına uygun düşer. Mesela "vakıa" sözcüğü hem anlamı ve hem de hecelerinin titreşimleri ile insanın kafasında şu çağrışımı uyandırıyor: Yukardan düşen kocaman bir kütle kendisine bir yer bulup dengeye kavuşmuştur. Artık ne sarsılacak, ne. de yerinden kayacaktır. Yani "Onu hiç kimse yalanlayamayacaktır."

Ayrıca insan zihninin bu büyük kütlenin düşüşüne, bu sürpriz olayın meydana gelişine ilişkin bir beklentisi var. İnsan zihni bu düşüşün arkasından birtakım sarsıntıların, birtakım alt-üst oluşların meydana geleceğini bekliyor. Ayetlerin akışı da bu beklentiye cevap veriyor. Çünkü bu olay Kimini alçaltır, kimini de yükseltir." Yani bu sarsıntı o güne kadar dünyada yüksek tutulan bazı değerleri alçaltırken, düşük sayıla gelmiş olan bazı değerleri de yükseltir. O gün ölçüler ve değerler önce sarsılır, sonra yüce Allah'ın terazisinde yeni dengelere kavuşur.

Sonra bu dehşet yeryüzünün, insanların alışageldikleri algılarına göre dengeli ve sarsıntısız olan yeryüzüne sıçrıyor. Bir de bakıyoruz ki, bu yeryüzü şiddetle sarsılıyor. Bu gerçek kıyametin kopması imajı ile uyumlu bir ifade dile getiriliyor. Sonra bu müthiş olayın etkisi ile onca sert bir yapıya sahip olan koca dağlar boşlukta toz bulutu gibi uçuşan parçalara dönüşüyor: "Dağlar paramparça olup toz halinde boşluğa dağıldığı zaman: '

Yeryüzünü şiddetle sarsan ve dağları paramparça edip toz bulutu halinde boşluğa salan bu dehşet, ne kadar korkunçtur. Daha önce ahireti yalanlamış ve yüce Allah'a ortak koşmuşlarken şimdi yeryüzünü ve dağları bu hale dönüştürmüş bu müthiş olayla karşılaşan inkarcılar ne kadar cahildirler!

Sure işte böylesine kâfirler tarafından inkar edilmiş ve Allah'a ortak koşanlara yalanlanmış, insanı tepeden tırnağa titreten, duygu dünyasını korku fırtınasına tutturan müthiş bir olayla başlıyor. Kıyametin kopmasını tasvir eden bu sahne burada noktalanıyor. Amaç bu müthiş sarsıntı sonunda meydana gelen alçalmaları ve yükselmeleri, insanların değerlerine ve akibetlerine ilişkin değişiklikleri gözlerimiz önüne sermektir.



8- Defterleri sağdan verilenler. Ne mutlu onlara!

9- Defterleri soldan verilenler. vay gele başlarına!

10- Ve öncüler, hep önden gidenler.

Burada üç sınıf insanla karşılaşıyoruz. -Oysa Kur'an'ın bu tür teşhir amaçlı sahnelerinde genellikle insanlar iki sınıfa ayrılırlardı- Önce defteri sağdan verilenler gündeme getiriliyor. Fakat bu sınıf hakkında ayrıntılı açıklama yapılmıyor. Sadece şu saygı ve önem yüklü bir tanıtma cümlesi ile yetiniliyor: "Defterleri sağdan verilenler. Ne mutlu onlara!"

Arkasından aynı üslubun karşıt içeriklisi ile defterleri` soldan verilenlerden sözediliyor. Sonra da gözler bu grupların üçüncüsü olan "öncüler"e çevriliyor. Bu mutlu grup tanıtılırken kandı öz sıfatı ile nitelenmekle yetiniliyor; "Ve öncüler; hep önden gidenler" buyuruluyor. Sanki denmek isteniyor ki; Onlar, onlardır işte; bu kadarı yeter." Yani bu grubun konumu o kadar yücedir ki, hiçbir övgü ona birşey ekleyemez.

Bu yüzden hemen bu gruptakilerin Allah katındaki değerlerinin anlatılmasına geçiliyor, yüce Allah'ın onlar için hazırladığı nimetlerin ayrıntılı açıklamasına girişiliyor. Sayılan nimetler okuyucuların kavrayabilecekleri, bilgi ve deneyim dağarcıklarında benzerlerini bulabilecekleri nimetlerdir. Okuyalım:



CENNET VE ÖNCÜLER

11- Onlar Allah'a yakındırlar.

12- Bol nimetli cennetlerdedirler.

13- Çoğu öncü ümmetlerden,

14- Birazı da sonrakilerdendir.

15- Altın işlemeli tahtlarda otururlar.

16- Karşılıklı olarak bu tahtlara kurulurlar.

17- Hiç ölmeyecek genç hizmetçiler aralarında dolaşır,

18- Gürül gürül akan bir çeşmeden doldurulmuş testiler, ibrikler ve kadehlerle.

19- Bu içki ne başlarını ağrıtır, ne de sarhoş eder.

20- Hoşlarına giden meyvalarla,

21- İştahla yiyecekleri kuş etleri ile,

22- Onlara iri gözlü huriler sunulur,

23- Tıpkı sedefteki inciler gibi.

24- Yaptıkları iyiliklerin karşılığı olarak,

25- Orada ne boş ve ne günah içerikli bir söz işitirler.

26- İşittikleri tek söz "selâm, selâm "dır.

Görülüyor ki, bu mutlu gruba bağışlanan nimetler sayılırken en başta bu nimetlerin en büyüğü, en değerlisi olan "Allah'a yakın olma" nimeti anılıyor; "Onlar Allah'a yakındırlar ve bol nimetli cennetlerdedirler" buyuruluyor. Aslında bol nimetli cennetlerin tümü terazinin bir kefesine konsa yüce Allah'a yakın olma nimetine denk gelemez, bu en yüce armağanla asla boy ölçüşemez.

Bundan dolayı bu noktada durularak bu yüksek derecenin sahiplerinin kimler olduğu açıklanıyor:

"Çoğu önceki ümmetlerden, Birazı da sonrakilerdendir."

Demek ki, bu kimseler sayıca azdır; seçilmiş, ayıklanmış bir grupturlar. Çoğu "öncekiler"den ve birazı, "sonrakiler"dendir.

Tefsir bilginleri "öncekiler"in ve "sonrakiler"in kimler olduğuna ilişkin farklı görüşleri ileri sürmüşlerdir. Bu görüşlerin birincisine göre "öncekiler" islâmdan önceki ümmet arasında iman etmiş, bu alanda yüksek dereceye ermiş seçkinlerdir. "Sonrakiler" de inançları uğrunda ağır çilelere katlanmış ilk müslümanlardır. İkinci görüşe göre "öncekiler" de, "sonrakiler" de bizim Peygamberimizin ümmetindendir. "Öncekiler" ilk müslümanlardan, "sonrakiler" ise daha sonraki müslüman kuşaklardandırlar.

Ünlü tefsir bilgini İbn-i Kesir bu ikinci görüşü benimser ve bu tercihini Hasan ile İbn-i Sirin'e dayandırarak şöyle der: İbn-i Ebu Hatem'in Hasan b. Muhammed b. Sabbah ve Affan kanalı ile bildirdiğine göre Abdullah b. Ebu Bekr muzeni şöyle diyor: "Birgün Hasan `Ve öncüler; hep önden gidenler' ayetini okuduktan sonra `Öncüler geçti. Allah'ım bizleri defterleri sağdan verilenlerden eyle' demişti."

İbn-i Kesir sözlerine şöyle devam ediyor: Babamın Ebu Velid kanalı ile bana verdiği bilgiye göre Sırrı b. Yahya şöyle diyor: "Birgün Hasan `Ve öncüler; hep önden gidenler. Onlar Allah'a yakındırlar. Çoğu öncekilerdendir' ayetlerini okudu. Arkasından `Çoğu bu ümmetin ilk kuşaklarındandır' dedi. Yine babamın Abdulaziz b. Muğire b. Mınkarî'ye dayanarak bana verdiği bilgiye göre Ebu Hilâl şöyle diyor: "Muhammed b. Sırın `Çoğu öncekilerdendir. Birazı da sonrakilerdendir' ayetini açıklarken `Sahabiler, öncekilerin de sonrakilerin de bu ümmetten olduklarını söylerlerdi ya da öyle olmasını temenni ederlerdi' demiştir."

Bu seçkinlerin kimler oldukları açıklandıktan sonra cennette kendileri için hazırlanan nimetlerin ayrıntılı tanıtımına geçiliyor. Doğallıkla bu nimetlerin kavrayabilecekleri, zihinlerinde canlandırabilecekleri nimetler olmasına özen gösteriliyor. Bunların dışında oraya varınca tanıyacakları başka nimetler de vardır. Fakat hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir hayal gücünün canlandıramayacağı bu süpriz nimetleri o gün kavrayabileceklerdir; kendilerine bu yetenek verilecektir. Şimdi o nimetleri tanıyalım:

"Altın işlemeli tahtlarda otururlar."

Bu tahtların yüzleri değerli madenle süslenmiştir. O öncüler;

"Karşılıklı olarak bu tahtlara kurulurlar."

.Rahat ve huzur içindedirler. Kafalarında hiçbir dert, hiçbir endişenin ağırlığı yok. İçinde yüzdükleri nimetlerden yana hiçbir kuşku taşımıyorlar. `Bitecek, tükenecek" diye korku yok içlerinde. Karşı karşıya oturmuş sohbet ediyorlar. Bu arada;

"Hiç ölmeyecek hizmetçiler aralarında dolaşır."

Bu gençler için zaman işlemez. Dünyadaki benzerleri gibi gençlikleri ve tazelikleri zamanın etkisi ile aşınmaz. İşte bu genç hizmetçiler aralarında dolaşırlar. Nasıl mı?:

"Gürül gürül akan çeşmeden doldurulmuş testiler, ibrikler ve kadehlerle." Testiler, ibrikler ve kadehler saf ve iştah açıcı içki ile doludur. Üstelik: "Bu içki ne başlarını ağrıtır ne de sarhoş eder: '

Ne o içkiden ayrı düşerler ne de önlerindeki kaplar boşalır. Oradaki herşey sürekli ve güvenlidir. Ayrıca;

"Hoşlarına giden meyvalar ile, iştahla yiyecekleri kuş etleri ile...

Orada yasak olan hiçbir şey yok. Oranın mutlu ve sürekli konuklarının canlarının çekmediği hiçbir şey de yok. Bunların yanısıra;

"Onlara iri gözlü huriler sunulur. Tıpkı sedefteki inciler gibi: ' "Sedefteki inci" yani "sıkı korunmuş inci". Yani el değmemiş, göz değmemiş ona. Hiçbir el kabuğunu, sedefini kırmamış; hiçbir göz tarafından tırmalanmamış . Bu ifade sözkonusu ceylan gözlü huriler konusunda gönül okşayıcı ve somut olucu anlamlar taşır dolaylı olarak. Bütün bunlar, "Yaptıkları iyiliklerin karşılığı olarak."

Evet bütün bu nimetler onların çalışma yurdu olan dünyadaki iyi davranışlarının ödülüdür. Geçici dünyanın tüm nimetlerinin, yanında eksik kalacakları bir mükemmellikle gerçekleşiyorlar. Bütün bunların ötesinde onlar huzur ve sükun içinde selâmlaşıyorlar. Kibar ve nezih sözleri ile birbirlerine sesleniyorlar. Orada ne boşboğazlığa ne tartışmaya ve ne de kem sözle karşılaşılır:

"Orada ne boş ve ne günah içerikli söz işitilir. İşittikleri tek söz `selâm, selâm'dır: '

Onların tüm hayatı selâmdır, esenliktir. Üzerinde esenlik, kanat çırpar, havasında buram buram esenlik (selâm) tüter. Bu bol nimetli ve güvenli ortamda melekler onlara selâm verir, birbirleri ile selâmlaşırlar ve kendilerine rahmeti bol olan Allah'ın selâmı iletilir. Kısacası içinde yaşadıkları atmosfer baştan başa selâm ve esenlik atmosferidir.

DEFTERLERİ SAĞINDAN VERİLENLER VE CENNET

Bu öncü ve seçkin grup hakkında söylenecekler noktalanınca onu izleyen gruba, yani defteri sağdan verileceklerin grubuna geçiliyor. Okuyoruz:



27- Defterleri sağdan verilenler. Ne mutlu onlara!

28- Onlar dikensiz sedir ağaçları,

29- Meyva yüklü muz ağaçları arasında,

30- Kesintisiz gölgeler altında,

31- Çağlayan akarsu boylarında,

32- Bol meyvalar yanında,

33- Sürekli ve yasaksız,

34- Yüksek döşekler üzerindedirler.

35- Biz oradaki hurileri yeniden yarattık.

36- Onları bakire yaptık.

37- Eşlerine aşık ve onlarla aynı yaşta,

38- Defterleri sağdan verilenler için,

39- Bunların bazıları eski ümmetlerden,

40- Bazıları da sonrakilerdendir.

Şimdi defterleri sağdan verilenlerle karşı karşıyayız. Surebin girişinde onlardan kısaca söz edilmişti. Şimdi burada öncülerin arkasından onlara ilişkin ayrıntıları okuyacağız. Yalnız bu açıklamalara geçilmeden önce o önem ve saygınlık yüklü ifade bir kez daha tekrarlanıyor: "Ne mutlu onlara!"

Bu grubu oluşturan cennetliklere sunulacak olan nimetler anlatılırken somut ve maddi ifadeler kullanılıyor. Nimetlerin niteliklerinde buram buram bedeviliğe özgü "doğallık" tütüyor. Bedevilerin algı ve deneyim dağarcığındaki nimet türleri ön plânda tutularak onların zevklerinin tatmin edilmesi amaçlanmış olmalıdır.

Bu grubu oluşturan cennetlikleri "dikensiz sedir ağaçları" bekliyor. Sedir ağaçları normal olarak dikenlidir. Fakat orada budanmışlar, dikenleri ayıklanmıştır. Yine onlar "Mevva yüklü muz ağaçları arasında"dırlar. Muz ağacı Hicaz dolaylarında çok rastlanan dikenli bir ağaçtır. Fakat oradaki türü yine budanmıştır. Üstelik meyvaları emeksiz ve zahmetsiz biçimde devşirile bilmektedir. Onlar "Kesintisiz gölgeler altında ve çağlayan akarsu boylarındadırlar." Bütün bunlar çöl hayatının sevilen ve mutluluk sebebi sayılan nimetleridir. o insanının hayallerini süslerler, özlemlerini depreştirirler. Çöl insanının hayallerini süslerler, özlemlerini depreştirirler. Bunların yanısıra onlar "Sürekli, yasaksız ve bol meyvalar arasındadırlar." Yukarda bedevilerce bilinen meyvalar tek tek sayıldıktan sonra burada ayrıntıya girilmiş, geniş kapsamlı bir "meyva" ifadesi ile yetinilmiştir.

Ayrıca onlar "Yüksek döşekler üzerindedirler·" Buradaki döşekler ne "altın işlemeli"dir ve ne de "konforlu"dur. Sadece "yüksek" oldukları belirtiliyor. Yükseklik, biri maddi, öbürü manevi olmak üzere iki anlam taşır. Bu iki anlam birbirini çağrıştırır. "Yerden yükseklik" ve "kirden arınmış"lıkta bu anlamların ikisi buluşur. Çünkü yerden yüksekte olan nesne yerin kirinden, pisliğinden uzak olduğu gibi manen yüksek olan nesne de her türlü pislikten arınmış demektir. Bundan dolayı "yüksek döşekler"in arkasından söz cennetteki eşlere getiriliyor. Yüce Allah "Biz oradaki hurileri yeniden yarattık" buyuruyor. Bu ifade, ya "onları yoktan yarattık" demektir, çünkü onlar huri kökenlidirler. Ya da "varlıkların devamına yenilik getirdik" anlamındadır, çünkü bunlar cennetliklere gönderilmiş genç eşlerdir. "Onları bakire yaptık: ' Onlara hiç kimsenin eli değmemiştir. Onlar "eşlerine aşık ve onlarla aynı yaştadırlar. Eşlerini çok severler ve onlarla akrandırlar. "Defterleri sağdan verilenler için"dirler. Onlara özgüdürler. Bu eşlerin yanılttığı iffetlilik imajı ile "yüksek döşekler" arasında uyum gözetilmiştir.

Sözkonusu "defteri sağdan verilenler" var ya; "Bunların bazıları eski ümmetlerden, bazıları da sonrakilerdendirler." bunlar yüce Allah'a yakın olan öncüler grubundan daha kalabalıktırlar. "Öncekiler" ve "Sonrakiler" deyimlerinin yukarda anlattığımız iki muhtemel anlamlarının hangisi geçerli sayılırsa sayılsın bu böyledir ayetlerinde söz edilmişti. Burada ise haklarında ayrıntılı açıklama yer alıyor.



41- Defterleri soldan verilenler. vay gele başlarına!

42- Onlar gözeneklerine işleyen kavurucu bir rüzgar önünde ve kaynar su içinde,

43- Kara ve boğucu bir dumanın gölgesi altındadırlar.

44- Ne serinliği ve ne de okşayıcılığı var.

45- Çünkü onlar vaktiyle varlık içinde azıtmışlardı.

46- Büyük günahı (Allah'a ortak koşmaya) işlemekte ısrar ediyorlardı.

47- "Ölüp toprak ve kemik yığını olduktan sonra, biz yeniden mi diriltileceğiz?"

48- "Eski atalarımız da mı?" diyorlardı.

49- De ki: "Öncekiler de, sonrakiler de."

50- "Belirlenmiş bir gününün randevusunda bir araya getirileceklerdir."

51- Sonra siz, ey sapık yalanlayıcılar,

52- Size kesinlikle Zakkum ağacının meyvası yedirilecektir.

53- Onunla karınlarınız doldurulacaktır.

54- Üzerine de kaynar su içeceksiniz.

55- Onu, içtikçe susayan develer gibi içeceksiniz.

56- Onlar hesap günü işte böyle ağırlanacaklardır.

Defterleri sağdan verilenlerin "gölgeleri kesintisiz" ve "suları gürül gürül akışlı" iken buna karşılık defterleri soldan verilenler "Gözeneklerine işleyen, kavurucu bir rüzgar önünde ve kaynar su içindedirler; Ne serinliği ve ne de okşayışı olmayan kara ve boğucu bir dumanın gölgesi altındadırlar." Burada da gölge var. Fakat bu gölge "kara ve boğucu bir dumanın gölgesi"dir. Buna gölge denmesi alay ve istihza amacı iledir. O gölgenin "serinliği ve okşayışı" yoktur. Bu sözde gölge, içine girenlerin nefeslerini tıkayan, genizlerini yakan bir zifiri karanlıktır. Bu nefes kesici baskı, adamların davranışlarına uygun düşen bir cezadır. "Çünkü onlar varlık içinde azıtmışlardı: ' Bu nefes kesici baskı o azgınlar için kim bilir ne can yakıcıdır! Yine onlar "Büyük günahı (Allah'a ortak koşma suçunu) işlemekte ısrar ediyorlardı." Ayetin orjinalinde geçen ve sözcük anlamı ile "sözünden caymak" demek olan "hıns" sözcüğü burada suç anlamına gelir. Sözü edilen suç, Allah'a ortak koşma suçudur. Bu sözcük aracılığı ile adamların verdikleri sözü bozduklarına değinilmek isteniyor. Verdikleri sözden maksat, yüce Allah'ın kendisine inanacakları, birliğini onaylayacakları yolunda fıtratlarından almış olduğu taahhüttür. Ayrıca bu adamlar "Ölüp toprak ve kemik yığını olduktan sonra biz yeniden mi diriltileceğiz? Eski atalarımız da mı?" Diyorlardı. " "

Evet yapıyorlardı, ediyorlardı. Sanki adamların içinde bu ayetlerle muhatap oldukları dünya sanki arkada kalmış, sona ermiş, geçmiş olmuş. Sanki şu anda bu sahne ve burada tasvir edilen azap yaşanıyor. Ayetin üslubu bize bu izlenimi veriyor. Çünkü dünyanın tüm ömrü bir göz kırpma süresi kadar ve asıl içinde yaşadığımız zaman, ölümden sonra varacağımız alemdir, ahirettir.

Burada tam yeri gelmişken Kur'an, dünyaya dönerek inkarcıların yukardaki sözlerine cevap veriyor. Okuyalım:

"De ki: `Öncekiler de, sonrakiler de belirlenmiş bir günün randevusunda bir araya getirileceklerdir."

O gün şu anda içinde bulunduğunuz, sahnelerini seyrettiğiniz, bol tanıklı gündür.

Bir sonraki ayette yine inkarcılara dönülerek onları bekleyen akıbetin anlatılmasına devam ediliyor, yapılan tasvirlerle azgınların çarpılacakları azabın tablosu tamamlanıyor. Okuyalım:

"Sonra siz, ey sapık yalanlayıcılar, size kesinlikle zakkum ağacının meyvası yedirilecektir."

Zakkum ağacının ne olduğunu hiç kimse bilmiyor. Ona ilişkin tek bilgimiz şudur: Yüce Allah, başka bir surede bu ağacın tomurcuklarının şeytanın başına benzediğini belirtiyor. Gerçi hiç kimse şeytanın başını görmemiştir. Fakat sadece sözü bile insana çok şeyler anlatıyor. Üstelik "zakkum" sözcüğü, tırmalayıcı ses yapısı aracılığı ile insanın zihninde yapışkan, sert, tırmalayıcı batıcı bir imaj uyandırıyor. İnsan bu sözcüğü telaffuz ederken avuçlarının, hatta gırtlağının tırmalandığını hissediyor. Zakkum ağacı, defterleri sağdan verilecek olanlara sunulacak olan "dikensiz sedir ağaçları" ile "meyva yüklü muz ağaçları"nın karşılığıdır.

Zakkum ağacının meyvaları şeytan başı gibi olmalarına rağmen bu inkarcılar "onunla karınlarını dolduracaklardır." Çünkü çok açtırlar, çektikleri sıkıntı dayanılır gibi değildir. Bu dikenli acı meyva adamları hemen suya doğru koşturuyor. Gırtlaklarını yumuşatma ve karınlarının hararetini söndürme ihtiyacını doğuruyor. "Üzerine de kaynar su içeceksiniz." Hemen suya yumulurlar. "Onu içtikçe susayan develer gibi içeceksiniz." Susuzluk nöbetine tutulan, bir türlü suya kanmayan develere döneceklerdir. "Onlar hesap günü işte böyle ağırlanacaklardır." "Ağırlanma" dinlenmeyi, rahatlamayı ve huzuru çağrıştırır. Fakat defterleri soldan verileceklerin ağırlanmaları böylesine huzursuz ve rahatsız edici olacaktır. İşte onların o günkü ağırlanmaları böyle olacaktır. Hani o kuşku ile karşıladıkları, soru konusu yaptıkları ve hakkında Kur'an'ın verdiği bilgileri onaylamadıkları gün. Üstelik yüce Allah`a ortak koşuyorlar, O'nun bu bol tanıklı güne ilişkin tehdidini umursamıyorlardı.

Kimi insanları alçaltırken kimilerini yükseltecek olan kıyamet gününün akibetlerinin ve yeni değerlerinin gösterisi burada noktalanıyor. Aynı zamanda surenin ilk bölümü de sona eriyor.

EVREN VE İNANÇ SİSTEMİ

Surenin ikinci bölümü ise bütünü ile inanç sistemini yapılandırmayı amaçlıyor. Bunun yanısıra yeniden dirilme ve ahiret olgusu da sık sık vurgulanıyor. Bu bölümde Kur'an'ın insan fıtratına seslenen kendine özgü anlatım biçimi açıkça ortaya çıkıyor. Kur'an, iman etmeye çağıran kanıtları sergilerken insan vicdanına yalın, kolay anlaşılır ve yumuşak sözlerle yaklaşıyor, en büyük gerçekleri anlatırken bile insanın yakın çevresinden alınmış, zahmetsizce kavranabilen örneklerin tanıklığına başvuruyor.

Kur'an, insanın gündelik hayatında karşılaştığı gerçekleri ve sık sık tekrarlanan olayları evrensel realitelere dönüştürür. Bu gerçekleri ile bu olaylarda yüce Allah'ın evrene ilişkin yasalarını keşfeder. Bu gerçekler ve olaylardan hareket ederek geniş kapsamlı bir inanç sistemi, evrene ilişkin bütünleşmiş bir düşünce tarzı oluşturur. Ayrıca yine bu gerçeklerden ve bu olaylardan kendine özgü bir bakış ve düşünce yöntemi geliştirir. Ruhlara ve kalplere canlılık kazandırır. Duygulara ve algılara uyanıklık kazandırır. Bu uyanıklık iki yönlüdür. Bir yönü sabah-akşam insanları gözetlediği halde onlar tarafından yeterince umursanmayan evrenin dış yüzüne yöneliktir. Öbür yönü ile de insanların iç dünyalarına bu dünyada olup biten acayipliklere ve olağanüstülüklere dönüktür.

Kur'an, insanları çarpıcı olağanüstü olaylara, sayılı özel mucizelere havale etmez. Onları olağanüstü olayları, mucizeleri, ayetleri, kanunları kendilerinin uzağında, gündelik hayatlarının uzağında, yakın çevrelerindeki yabancısı olmadıkları evrensel görüntülerin ötesinde aramak zorunda bırakmaz. İnsanların vicdanlarında bir inanç sistemi oluşturmak için, bu inanç sistemine dayanan bir evren ve hayat görüşü meydana getirmek için onları karmaşık felsefe akımlarına, içinden çıkılmaz rasyonel tartışmalara ve herkesin yapamayacağı bilimsel deneylere daldırmaz.

İnsanların kendi varlıkları yüce Allah'ın sanatının esridir. Çevrelerindeki evrensel görüntüler O'nun gücünün ürünüdür. O'nun eli ile yarattığı her nesnede bir mucize gizlidir. Kur'an da O'nun sözüdür. Kim insanlara öz varlıklarında saklı olan ve yakın çevrelerindeki evrene serpiştirilen mucizeleri kavratırsa onlara gündelik hayatlarındaki olağanüstü olayları belletmiş olur. İnsanlar bu olayları görüp durdukları halde içerdikleri mucizevi özü idrak edemiyorlar. Çünkü bu olayları uzun zamandan beri gördükleri için onları kanıksamışlar, olağanüstü niteliklerini göremez olmuşlardır. Kur'an, insanları bu olaylarla yüzyüze getirerek gözlerini onlara doğru açmalarını ve içerdikleri müthiş sırrı gözlemelerini sağlar. Bu sır yaratıcı gücün, ortaksız birliğin, insanların öz varlıklarında olduğu gibi çevrelerini kuşatan evrende de aktif etkisini gösteren ezeli yasal düzenin sırrıdır. Bu sır insana çağıran kanıtlarla ve inanç sistemini yapılandıran açık deliller ile yüklüdür. Kur'an bu sırrı insanların öz varlıklarına serpiştirir. Daha doğrusu fıtratlarında uykuya dalan bu sırra uyanıklık kazandırır.

Surenin bu bölümüne işte bu yöntem egemendir. Bölüm boyunca insanlara yaratıcı gücün öz varlıklarında beliren, elleri ile yaptıkları tarımsal faaliyetlere yansıyan, içtikleri suda meydana çıkan ve yaktıkları ateşte gizlenen kanıtları, mucizevi izleri gösteriliyor. Bu olaylar gündelik hayatlarının en göze çarpan olaylarıdır. Bunların yanısıra son "an"a, şu gezegendeki hayatlarının sonu ile ahiretteki hayatlarının başlangıcına da dikkatleri çekiliyor. Bu an ile herkes karşılaşacak, o noktaya varınca tüm çareler tükenecek; o anda canlılar sınırsız ve tam yetkili gücün tasarrufu ile somut biçimde yüzyüze geleceklerdir. O anda hiç kimse hiçbir yana kımıldayamayacak, kıskıvrak yakalanacaktır. O anda bütün maskeler düşecek, bütün bahaneler geçersiz olacaktır.

Kur'an'ın insan fıtratına seslenirken kullandığı yöntem, bu kitabın hangi kaynaktan geldiğini gösteren bir delildir. Kur'an'ın kaynağı ile evrenin kaynağı aynıdır. Kur'an'ın yapılanmasında izlenen yöntem ile evrenin yapılanma sürecinde izlenen yöntem de birdir. Evrendeki en karmaşık sistemler ve en önemli yaratıklar en yalın elementlerden oluşur. Evren binasının yapı taşının "atom" ve canlı binasının yapı taşının "hücre" olduğu biliniyor. Atom, bütün küçüklüğüne rağmen başlıbaşına bir mucizedir. Hücre de bütün minikliğine rağmen bir başka mucizedir.

Kur'an'da da gündelik hayatın en basit gözlemleri son derece önemli bir inanç sisteminin ve alabildiğine geniş kapsamlı evrensel düşüncenin oluşturulması sürecinde yapı taşları olarak kullanılır. Bu gözlemler üreme, tohum ekip ekin yetiştirme, su, ateş ve ölüm gibi sıradan gözlemlerdir. Bu gözlemler şu yeryüzünde yaşayan hangi insanın deneyim dağarcığında yoktur? Meniden insan doğduğunu, tohumdan ekin ürediğini, gökten yağmur yağdığını, ateşin yanışını ve ölümü hiç görmeyen bir mağara adamı mı? Kur'an herkesin deneyim dağarcığında bulunan bu basit gözlemlerden hareket ederek bir inanç sistemi kuruyor. Çünkü bu kitap çevresi ve bilgi düzeyi ne olursa olsun bütün insanlara sesleniyor. Kur'an, zaman zaman "gezegenlerin yörüngelerinden de söz etmekle birlikte genellikle bu tür yalın gözlemlere dikkatleri çeker. Çünkü bu yalın ve basit gözlemler aslında en önemli evrensel gerçekler, en çarpıcı ilâhi sırlardır. Bunlar yalınlıkları sayesinde her insanın fıtratına seslenirler. Aslında bu yalın gözlemler dünya durdukça en iddialı bilginlerin araştırma konuları olacak kadar önemlidirler. Şöyle ki:

Gezegenlerin yörüngeleri, evrene egemen olan geometrik dengeyi simgeler. İnsan hayatının doğuşu, sırların sırrıdır. Bitkisel hayatın doğuşu, tıpkı hayvan hayatı gibi, mucizelerin mucizesidir. Su, hayatın kaynağıdır. Ateş, insana özgü uygarlık sürecinin yapı taşıdır.

Bu nesneleri inceleme, bu inanç ve düşünce sistemi oluşturma yöntemi, insanların kullandıkları bir yöntem değildir. İnsanlar bu alanlara daldıklarında ya evrenin yapı taşlarını oluşturan bu temel elementlere inmezler ya da eğer onları ele alırsa böylesine yalın, böylesine kolay anlaşılır bir yaklaşımla ele almazlar. Bunun yerine meseleleri sadece seçkin bir azınlığın anlayabileceği soyut ve karmaşık felsefe tartışmalarına boğarlar.

Yüce Allah'a gelince O'nun yöntemi işte budur: Evrenin yapı taşlarını oluşturan temel elementleri ele alarak bunlardan yalın ve kolay anlaşılır, fakat aynı zamanda eksiksiz-gediksiz bir inanç sistemi oluşturur. Tıpkı evrenin temel yapı taşlarını kullanarak şu koca evreni bina ettiği gibi.

Beriki öbürünün uzantısıdır aslında. Her ikisi aynı yaratıcı üslubun, aynı erişilmez sanatın belirgin damgasını taşıyor!



YARATILIŞ VE ÖLÜM

57- Sizleri yaratan biziz, bunu onaylasanıza.

58- Fışkırttığınız meniyi görüyor musunuz?

59- Onu siz mi yaratıyorsunuz, yoksa onu yaratan biz miyiz?

60- Ölümü aranızda plânlayan biziz. Hiç kimse bizim önümüze geçemez.

61- Amacımız benzerlerinizi yerinize geçirmek ve hepinizi bilmediğiniz bir alemde yeniden diriltmektir.

62- İlk yaratılmayı bildiniz. Bunu düşünüp ders alsanıza!

Bu olgu, yani ilk ortaya çıkış ile hayat sahnesinden çekiliş olgusu, başka bir deyimle yaratılış ve ölüm olgusu herkesin gördüğü, bildiği ve yaşam süreci boyunca sık sık tekrarlandığına tanık olduğu bir olgudur. O halde insan nasıl olur da yüce Allah tarafından yaratıldığını onaylamaz? Bu gerçeğin fıtrat üzerindeki baskısı o kadar büyük, o kadar ağırdır ki, insan varlığı ona karşı direnemez, karşısında mücadele edemez. Evet, "Sizi yaratan biziz, bunu onaylasanıza!" Devam ediyoruz:

"Fışkırttığınız meniyi görüyor musunuz?

Onu siz mi yaratıyorsunuz, yoksa onu yaratan biz miyiz?"

İnsanın yaratma eylemindeki rolü, erkeğin kadın rahmine meni akıtmasından ibarettir. Erkeğin ve kadının işi bu noktada biter. Bu noktadan sonra sınırsız güç işe el koyar. Bu basit sıvıyı işlemeye başlar. Ona can verir. Onu geliştirir. Onun iskeletini çatar. İçine ruh üfler. İlk insanın sahneye çıktığından beri bu mucize, sadece yüce Allah'ın meydana getirebildiği bu olağanüstü olay her an tekrarlanır durur. Böyleyken insan bu olayın özünü, mahiyetini kavrayamaz; nasıl meydana geldiğini bilmez. Nerede kaldı ki, onun oluşumuna katkıda bulunsun!

Mesele böyle ana çizgileri ile ortaya konunca onu herkes anlayabilir. Zaten yaratılış mucizesini değerlendirip onun etkisini algılayabilmek için bu kadarını bilmek yeter. Fakat bu tek hücrenin ana rahmine düşmesinden başlayarak canlı bir varlık haline gelmesine kadar uzayan hikayesi akla-hayale sığmaz derecede acayip bir serüvendir. Öyle ki, eğer fiilen meydana gelmiş olmasa, eğer herkes onun meydana gelmesine tanık olmasa bu hikayeye hiçbir insan aklı inanmaz.

Bu tek hücre ana rahminde bölünerek çoğalmaya başlar. Kısa süre sonra hücrelerin sayısı milyonları bulur. Bu üreyen hücreler gruplara ayrılırlar. Her grubu oluşturan hücreler, diğer grubu meydana getiren hücrelerden farklı özellikte olur. Çünkü her hücre grubu, insan organizmasının başka bir tarafını, ayrı bir sistemini oluşturmakla görevlidir. Mesela şunlar kemik hücreleri, şunlar kas hücreleri; şunlar deri hücreleri, şunlar da sinir hücreleridir. Ayrıca şu gruptaki hücreler gözleri oluşturmakla, şu gruptakiler dili oluşturmakla, şu gruptakiler kulakları oluşturmakla, şu gruptakiler de çeşitli salgı bezlerini oluşturmakla görevlidirler. İkinci gruptaki hücreler, birinci gruptaki hücrelere oranla daha özel niteliklidir. Her hücre grubu görev yerini bilir. Buna göre mesela göz hücreleri görev yerlerini şaşırıp karın boşluğunda ya da ayaklar bölgesinde kümelenmeye kalkışmazlar. Eğer bu hücreler mümkün olsa da fabrikasyon yöntemi ile üretilebilse ve sonra bu fabrikasyon hücreleri karın boşluğuna bırakılsa orada göz meydana getirirler. Oysa doğal göz hücreleri kendi öz dürtüleri sayesinde böyle bir yanlışlığa düşmezler, yani karın bölgesinde birikip orada göz oluşturmaya girişmezler. Tıpkı bunun gibi kulak hücreleri de ayak bölgesinde kümelenerek orada kulak meydana getirmezler. Bütün bu hücre grupları yüce yaratıcının gözetimi altında görevlerini yaparak insan organizmasını en güzel biçimde meydana getirirler. İnsanın bu alanda hiçbir rolü, hiçbir katkısı olmaz." (Daha geniş bilgi için Necm suresi, 45-46 ncı ayetlerin tefsirine bakınız)

Bu hayatın başlangıcı. Sonuna gelince o da daha az mucizevi, daha hayret uyandırıcı değildir. Gerçi o da hayatın başlangıcı gibi insanların alışılmış gözlemleri arasında yer alır. Okuyalım:

"Ölümü aranızda plânlayan biziz. Hiç kimse bizim önümüze geçemez.

Her canlının sonu olan bu ölüm acaba nedir? Nasıl meydana gelir? O karşı konulmaz gücünü nereden alıyor?

O yüce Allah'ın plânının bir sonucudur. Bu yüzden ondan hiç kimse paçayı kurtaramaz. Onu hiç kimse geride bırakıp atlatamaz. O yaratılış zincirindeki yerini mutlaka alacak olan bir halkadır. Devam ediyoruz:

"Amacımız benzerlerinizi yerinize geçirmektir."

Böylece yeryüzü kalkınacak, hayat düzeyi gelişecek, halifelik görevi sizden sonra da yürütülecektir. Ölümü nasıl yüce Allah plânladı ise hayatı da O plânlamıştır. O ölümü, ölenlerin benzerleri olan başka insan kuşaklarını hayat sahnesine çıkarmak için plânlamıştır. Bu süreç dünya hayatının vadesi doluncaya kadar devam edecektir. Bu belirlenmiş vade dolunca yeniden diriliş aşamasına sıra gelecektir. Okuyalım:

"Ve hepinizi bilmediğiniz bir alemde yeniden diriltmektir."

Bu olay insan bilgisine kapalı olan o meçhul alemde meydana gelecektir. İnsanlar bu alem hakkında, yüce Allah'ın verdiği bilgiler dışında hiçbir şey bilmiyorlar. O zaman yaratılış zincirinin son halkası yerine geçmiş ve insanlık kervanı konaklama yerine varmış olur.

Bu ahiretteki yeniden diriliştir."İlk yaratılmayı bildiniz. Bunu düşünüp ders alsanıza!"

Bu olay size son derece yakındır ve hiçbir akıl almaz tarafı yoktur. Kur'an, gerek ilk yaratışın gerek ahiretteki yeniden dirilişin hikayesini işte böylesine yalın, böylesine kolay anlaşılır bir dille bildiği bir mantığın önüne dikiyor. İnsan fıtratı bu mantığa karşı koyamıyor. Çünkü bu mantık, onun yalın gerçekleri ile insan hayatının yakın gerçeklerine dayanıyor. Ortada ne karmaşıklık, ne soyut kavramlar ne zihinleri yoran ve vicdanlara sinmeyen felsefe spekülasyonları var.

İşte evreni yaratan, insanı yoktan vareden ve Kur'an'ı indiren yüce Allah'ın öğretim yöntemi budur.

Kur'an, bir kere daha yalın ve kolay anlaşılır anlatımı ile insanların karşısına çıkıyor. Onların dikkatlerini alışageldikleri, sık sık gözledikleri bir başka olaya çekerek kalplerini etkilemeye çalışıyor. Amaç farkında olmadıkları halde gözleri önünde olup biten bu olayda kendilerine yüce Allah'ın elini göstermek, önlerinde meydana gelen mucizeyi fark etmelerini sağlamaktır. Okuyoruz:



63- Ektiğiniz tohumu görüyor musunuz?

64- Onu siz mi bitiriyorsunuz, yoksa onu bitiren biz miyiz?

65- Eğer isteseydik o ekinlerinizi ot kırıntılarına dönüştürürdük de şaşakalırdınız.

66- Derdiniz ki; "Biz borca battık."

67- "Daha doğrusu her şeyimizi kaybettik."

İnsanların elleri altında filizlenip gelişen ve ürünü veren şu bitkiye bir göz atalım. İnsanların bu olaydaki fonksiyonu nedir? Toprağı sürüyorlar ve yüce Allah'ın yarattığı tohumu ekiyorlar, o kadar. Bu noktada fonksiyonları sona eriyor. Sonra yüce Allah'ın güçlü eli tek başına devreye girerek olağanüstü, hayret uyandırıcı ve mucizevi çalışmasına koyuluyor.

Tohum tanesi, kendi türünü yeniden meydana getirmek üzere yola koyuluyor. Bu yolda akıllı, deneyimli, aşacağı aşamalarının ayrıntılarından haberdar bir canlının bilinci ile ilerliyor. İnsan zaman zaman işinde hata yapıyor, ama bu tohum taneciği hiç yanlış adım atmıyor, hiç yolundan sapmıyor, belirlenmiş hedefinden şaşmıyor. Çünkü bu hayret verici yolculuğunun yolu boyunca attığı her adımı yüce Allah'ın güçlü elinin denetimi altında atıyor. Bu öylesine hayret uyandırıcı bir yolculuktur ki, eğer eskiden de, şimdi de hep tekrarlanmasa ve her onu şu ya da bu biçim ile, şu ya da bu türü ile görmemiş olsa hiçbir akıl onu onaylamaz, hiçbir hayal onu tasarlayamazdı. Eğer böyle olmasaydı, birtek buğday tanesinin şu sapı, şu yaprakları, şu başağı ve şu kadar çok taneyi içinde gizlediğine ya da bir hurma çekirdeğinin hiçbir eksiği olmayan kocaman bir hurma ağacını yapısında taşıdığına hangi akıl inanır, hangi hayal gücü ihtimal verirdi?

Eğer bu olay sabah-akşam hep meydana gelmese, eğer bu hikaye herkesin gözü, kulağı önünde tekrarlanıp durmasa hangi akıl bunu kabul eder, hangi akıl bunu tasarlayabilirdi? Hangi insan bu hayret verici olayda toprağı sürmekten ve yüce Allah'ın yaratmış olduğu tohumu ekmekten başka bir rolü, bir katkısı olduğunu iddia edebilir?

Bütün bunlardan sonra insanlar kalkıyorlar, "biz ekin yetiştirdik" diyorlar. Oysa bu süreçteki payları toprağı sürmekten ve tohumu ekmekten öteye geçmemiştir. Bunun ötesinde her tohum tanesinin simgelediği hayret verici hikaye, tohumun çatlayıp filizlenmesinde, gelişip serpilmesinde somutlaşan olağanüstü olay, bütün bu akla sığmaz gelişmeler "ekinleri bitiren" yüce Allah'ın sanatının eseridir. Eğer Allah dileseydi, bu tohum yolculuğunu başlatmazdı. Eğer Allah izin vermeseydi başlayan bu yolculuk hedeflenen sonuca ermezdi. Eğer Allah isteseydi, o bitkiyi, ürününü vermeden önce kuru bir çöpe dönüştürürdü. Tohum, başlangıcından sonuna kadar uzayan yolculuğunun tümünü O'nun dileği ile aşabiliyor.

Eğer ekilen tohum beklenen ürününü vermeden mahvolsa insanlar mırın kırın ederler, yana-yakıla konuşurlar ve meselâ "Biz borca battık; daha doğrusu her şeyimizi kaybettik" derlerdi. Fakat yüce Allah lütfünun sonucu olarak onlara ürün bağışlıyor, ekilen tohumun fonksiyonunu tamamlamasını, belirlenen yolculuğunu sona erdirmesini sağlıyor.

Hemen belirtelim ki, tohumun bu yolculuğu, ana rahmine atılan menideki sperma hücresinin yolculuğunun aynısıdır. Bu yolculuk, sınırsız ilahi gücün yoktan var ederek gözetimi altında sürdürdüğü hayatın dışa yansımış biçimlerinden biridir.

Bu ilk yaratılış olayı gözler önündeyken yeniden diriliş olayında ne gibi bir gariplik bulunabilir?



68- İçtiğiniz suyu görüyor musunuz?

69- Onu siz mi buluttan yere indiriyorsunuz, yoksa onu indiren biz miyiz.,.

70- Eğer isteseydik onu acı yapardık. Şükretsenize!

Yüce Allah'ın plânı uyarınca hayatın kaynağı ve vazgeçilmez, yeri doldurulmaz temel unsuru olan şu suya bir bakalım. Acaba insanın bu madde üzerindeki rolü nedir? Tek rolü, onu içmektir. Bunun ötesinde onu elementlerinden oluşturan ve bulutlardan yere indiren güce gelince bu güç, tek başına yüce Allah'ın gücüdür. Ayrıca O, bu suyun "tatlı" olmasını planlamıştır.

"Eğer isteseydik onu acı yapardık: '

O zaman ne içilebilirdi ve ne de hayat kaynağı olabilirdi. Öyleyse ey insanlar, suya ilişkin iradesini şimdiki doğrultuda yürütmüş olan yüce Allah'ın bağışına şükretsenize!

Bu Kur'an ilk seslendiği insanlar olan Araplar için bulutlardan yere inen su, yani yağmurun yağması, hayat iksiri, şenlik sebebi ve gönül tellerini titreten, heyecan uyandırıcı bir konuşma konusu idi. Arap edebiyatının kasideleri ve öbür türlerdeki şiirleri bu özlemi ebedileştiren örneklerle doludur. İnsanlık uygarlık alanında geliştikçe suyun değeri azalmamış, tersine artmıştır. Bilimsel araştırmalarla uğraşanlar, suyun ilk kaynağını belirlemeye çalışan bilginler, öbür sıradan insanlara oranla suyun ilk oluşumu olayına daha çok değer verirler. Kısacası suyun yaratılışı ve yağmur olarak yere inişi hem çöldeki ilkel insan için, hem de bilimsel araştırmalarla uğraşan bilgin için aynı derecede ilgi odağıdır.

71- Tutuşturduğunuz ateşi görüyor musunuz

72- Onun ağacını siz mi yaratıyorsunuz, yoksa onu yaratan biz miyiz.

73- Biz onu hem düşündürücü, ibret verici bir bir uyarıcı, hem de ihtiyacı onlar için bir yararlanma kaynağı olarak yarattık.

74- Öyleyse yüce Rabbinin adını noksanlıklardan tenzih et.

İnsanoğlunun ateşi keşfetmesi, tarihinin büyük bir olayıdır. Belki de uygarlığın başlangıcını oluşturan en büyük buluştur. Fakat zamanımızda alışılmış, kanıksanmış, önem verilmez olmuştur. Evet, insan ateşi yakıyor. Fakat bu ateşin yakıtını kim yarattı? Ateşi tutuşturmak için hammadde olarak kullanılan ağacı, odunu kim varetmiştir? Yukarıda bitki yetiştirme olayından sözetmiştik. Ağaç da bu bitki yetiştirme faaliyetinin bir alanıdır. Üstelik okuduğumuz ayetlerin ilkinde yeralan "ağacını" ifadesi ile dikkatlerimiz diğer önemli bir noktaya çekiliyor. Eski araplar iki ağacın dallarını birbirine sürterek ateş yakarlardı. Bu yöntem o gün olduğu gibi günümüzün ilkel toplumları tarafından da kullanılıyor. Bu yüzden ateşin tutuşması olayı o günkü arapların gündelik deneyimlerine daha yakın, daha dikkat çekici bir olaydı. Ateş mucizesi ve araştırmacı bilginlere göre sır olan niteliği halâ araştırma, gözlem ve ilgi konusudur. Söz ateşten açılmışken ayet, ahiretteki cehennemin ateşine dolaylı biçimde değinen bir hatırlatma yapıyor. Okuyoruz:

"Biz onu hem düşündürücü, ibret verici bir uyarıcı, hem de ihtiyacı olanlar için bir yararlanma kaynağı olarak yarattık: '

"Uyarıcı", yani cehennem ateşini hatırlatan bir uyarıcıdır o. Ayrıca onu ihtiyacı olanlar için, özellikle yolcular için bir yararlanma kaynağı olarak yarattık. Bu işaret, bu ayetin ilk okuyucularının vicdanlarında derin etki meydana getirecek nitelikte idi. Çünkü onların gündelik hayatlarında, yaşama süreçlerinde canlı, somut anlamı olan bir realiteyi simgeliyordu.

Ayetler, iman etmeyi haykıran, kalplere ve zihinlere kolayca işleyen bu gerçekleri ve sırları gözler önüne serdikten sonra dikkatlerimiz bu gerçeklerin dayanak noktasını oluşturan gerçeğe çevriliyor. Bu gerçek Allah'ın varlığı, yüceliği ve Rabb'lığı gerçeğidir. Bu gerçek insan fıtratına güçlü bir etki ile yöneliyor. Ayrıca Peygamberimize bu gerçeği canlandırması, hakkını vermesi ve vakit geçirmeden onunla kalpleri kamçılaması yolunda kesin direktif veriliyor.



KUR'AN VE EVREN

75- Yıldızların yörüngeleri üzerine yemin ederim ki;

76- -Keşke bilseniz bu ne büyük bir yemindir

77- Bu kitap, yüce Kur'an'dır.

78- Aslı (Allah katındaki) bir kitapta saklıdır.

79- Ona sadece tertemiz kimseler el sürebilir.

80- O, Allah tarafından indirilmiştir.

Bu ayetin o günkü muhatapları olan araplar yıldızların yörüngeleri hakkında çok az şeyler biliyorlardı. Onlar gök cisimlerine ilişkin bilgileri sadece çıplak gözle elde edebiliyorlardı. Bu yüzden yüce Allah "Keşke bilseniz bu ne büyük bir yemindir" diyerek duyarlıklarını bilemek istemiştir. Biz ise yemine konu olan yıldız yörüngeleri hakkında o günün araplarına oranla çok daha fazla bilgi payına sahip olduğumuz için edilen yeminin büyüklüğünü daha iyi kavrayabiliyoruz. Gerçi yıldızların yörüngelerinin görkemi hakkında biz de az şey biliyoruz.

Görüş menzilleri sınırlı ve küçük teleskoplarımız aracılığı ile elde edebildiğimiz bu kıt bilgilerimiz bize diyor ki: Uçsuz-bucaksız uzay boşluğunda "galaksi"adı verilen sayısız yıldız kümeleri vardır. Bu galaksilerin sadece biri, bizim güneş sistemimizi de içine alan yıldız kümesi, yüz milyon kadar yıldızdan oluşmuştur.

"Astronomi bilginlerinin dediklerine göre uzay boşluğunda milyarı aşkın sayıda yıldız ve gök cismi vardır. Bu yıldızların ve gezegenlerin bir bölümü çıplak gözle görülebilir, diğer bir bölümü sadece uzun menzilli dürbünlerle ve teleskoplarla görülebilir, başka bir bölümünden ise birtakım sinyaller alınabilir, fakat teleskop ekranlarında görülmeleri mümkün değildir. Bütün bu yıldızlar ve gezegenler biçimini bilmediğimiz yörüngelerinde hareket ederler. Herhangi bir yıldızın mıknatıs alanı, başka bir yıldızın mıknatıs alanı ile hiçbir noktada çakışmaz. Tıpkı bunun gibi hiçbir yıldızın bir başka yıldızla çarpışması sözkonusu değildir. Böyle bir olay, ancak biri Akdenizde ve öbürü Atlas okyanusunda aynı yönde ve aynı hızla yol alan iki geminin çarpışması kadar muhtemeldir. Böyle bir şey de eğer imkansız değilse, o bile son derece uzak bir ihtimaldir."

Yıldızların yörüngeleri arasındaki uzaklık bir hikmete ve planlanmış bir ölçüye göre belirlenmiştir. Bu uzaklık yıldızlar ve gök cisimleri arasındaki karşılıklı etkilenmelerle uyumludur. Bu uyum sayesinde bütün bu gök cisimlerinin uçsuz-bucaksız evrendeki karşılıklı dengeleri oluşmaktadır.

İşte yıldızların yörüngelerinin görkeminin bir bölümü, bir yönü budur. Hiç kuşkusuz bu bilgi, Kur'an'a ilk kez muhatap olan arapların yıldızlara ilişkin bildiklerine oranla çok büyüktür. Fakat aynı zamanda yıldızların yörüngelerin görkemine ilişkin gerçeğin tümü ile karşılaştırılamayacak derecede yetersizdir.

Evet, "Yıldızların yörüngeleri üzerine yemin ederim ki: '

Oysa mesele, yemine muhtaç olmayacak derecede açık·ve belirgindir. Okumaya devam edelim:

"Keşke bilseniz bu ne büyük bir yemindir."

Burada yeminin önemi bir ara cümle ile vurgulanıyor ve hem arkasından sözün akışı değiştiriliyor. Aslında yemine muhtaç olmayan bu değişmez ve belirgin gerçeğin, zihinlere yerleştirilmesi açısından bu anlatım tarzı son derece etkilidir. Devam edelim:

"Bu kitap, yüce Kur'an'dır.

Aslı (Allah katındaki) bir kitapta saklıdır.

Ona sadece tertemiz kimseler el sürebilir.

O Allah tarafından indirilmiştir."

Evet, "Bu kitap yüce Kur'an'dır." Yoksa müşriklerin iddia ettikleri gibi ne bir kahin sözü ne bir deli saçması ne Allah'a yakıştırılmış bir uydurma ne eski kuşaklardan kalma bir masal ve ne de şeytanlar tarafından getirilmiş bir mesajdır. Bütün bunlar ve bunlara benzer daha birçok müşrik iddiaları tümü ile asılsızdır. Bu kitap, yüce bir Kur'an'dır. Kaynağı bakımından yücedir, başlıbaşına yücedir, gösterdiği yolun yönü bakımından yücedir. Devam ediyoruz:"Aslı (Allah katındaki) bir kitapta saklıdır."Bu kitap koruma altındadır. Bu ayetin anlamı bir sonraki ayette açıklanıyor. Okuyalım:

"Ona sadece tertemiz olanlar el sürebilir."

Bazı müşrikler Kur'an'ın şeytanlar tarafından yere indirilmiş bir mesaj olduğunu ileri sürdüler. Bu ayet bu iddiayı reddediyor. Çünkü yüce Allah'ın bilgisi ve koruması altında saklanan bu kitaba şeytanlar dokunamaz. Onu Peygambere getirenler, tertemiz meleklerdir. "Ona sadece tertemiz olanlar el sürebilir" ayetinin en tutarlı, en mantıklı açıklaması budur. Sebebine gelince ayetin başındaki "lâ" edatı cümledeki eylemin gerçekleşmeyeceğini belirten bir olumsuzluk edatıdır, yasaklama anlamı taşıyan bir edat değildir. Yoksa yeryüzünde bu Kur'an'ı temizler de, pisler de, mü'minler de, kafirler de elleyebilirler. Bu durumda olumsuz anlamı gerçeklik kazanamaz, askıda kalır. Yalnız eğer olumsuzluk müşriklerin Kur'an'ı şeytanların indirdikleri yolundaki iddialarına bağlanır da arkasından bu iddianın reddedildiği kabul edilirse cümlenin anlamındaki olumsuzluk gerçekleşmiş olur. Çünkü o takdirde Kur'an'ın gökte saklanan orjinaline "temizler"den başkası el sürmemiş, dokunmamış olur. Bir sonraki ayet de bu yaklaşım tarzını destekler. "O Allah tarafından indirilmiştir."Yani şeytanların getirdikleri bir mesaj değildir.

Yalnız elimizde bu ayetin başka bir anlama geldiğini belirten iki hadis vardır. Bu hadislere göre ayetin anlamı "Kur'an'a sadece temiz olanlar el sürebilir" biçimindedir. Fakat tefsir bilgini İbn-i Kesir bu hadisler hakkında şöyle diyor: "Bu hadisler zehri ve başkaları tarafından aktarılmıştır. Böyle bir aktarma zincirine güvenerek getirdikleri sözleri delil olarak kullanmamız doğru değildir. Bu hadisi Darukudni Amr b. Hazm'e, Abdullah b. Ömer'e ve Osman b. Ebul As'a dayandırarak aktarmıştır. Ama her üçünün aktarma zincirlerinde de tartışılabilir halkalar vardır. Doğrusunu Allah bilir."

CAN BOĞAZA DAYANDIĞI AN

Arkasından surenin son mesajı geliyor. Mesajın konusu ölüm anıdır. Mesaj insanı iliklerine kadar titreten bir çarpıcılıkta sunuluyor. O anda bütün tartışmalar sona eriyor. Bütün canlıların biten bir yolun sonu ile başlayan bir yolun başlangıcında durdukları kritik bir andır bu. O noktada canlılar geriye dönemezler, arkaya yönelemezler.



81- Şimdi siz bu sözü bu mesajı hafife mi alıyorsunuz?

82- Yalanlamayı kendinize rızık ve ileriye dönük birikim mi yapıyorsunuz?

83- Canın boğaza dayandığı an var ya,

84- O sırada sizler gözlerinizi o can çekişen adama dikersiniz.

85- Biz ona sizden daha yakınız, ama siz göremezsiniz.

86- Eğer yeniden diriltilip hesaba çekilmeyecekseniz,

87- Eğer söylediğiniz doğru ise o çıkmak üzere olan canı geriye döndürsenize!

Ey müşrikler, size ahirette yeniden dirileceğinizi haber veren bu sözlerin doğruluğundan kuşku mu duyuyorsunuz? Kur'an'ı ve bu kitapta size verilen ahirete ilişkin bilgileri, onun içerdiği inanç sistemine ilişkin açıklamaları yalanlıyor musunuz? Başka bir deyimle;

"Yalanlamayı kendinize rızık ve ileriye dönük birikim mi yapıyorsunuz?"

Yani yalanlama huyunu hayatınızın kazancı ve ahirete yönelik tek sermayeniz haline mi getiriyorsunuz? Bu ne kötü bir kazanç, ne fena bir rızıktır!

Peki, can boğaza dayandığında ve ilerisi bilinmezliklerle dolu olan yolun kavşağına geldiğinizde ne yapacaksınız?

Sonra Kur'an'ın duygulandırıcı ve somut tasvirlerle dolu bir tablosu ile yüzyüze geliyoruz. Tabloda birkaç fırça darbesi ile tablonun bütün ana çizgileri canlandırılıyor. Bu ana çizgiler hem tablonun içeriğini hem ötesini ve hem de yol açtığı tüm çağrışımları gözlerimizin önüne seriyor. Okuyalım:

"Canın boğaza dayandığı an var ya,

O sırada sizler gözlerinizi o can çekişen adama dikersiniz.

Biz ona sizden daha yakınız, ama siz göremezsiniz: '

Bizler "Canın boğaza dayandığı an var ya" ayetini okurken can çekişen adamın göğsündeki hışırtıları işitir, yüz hatlarının gerilmelerini görür, çektiği ızdırabı ve sıkıntıyı hisseder gibi oluyoruz. Tıpkı bunun gibi "O sırada sizler gözlerinizi o can çekişen adama dikersiniz" ayetini okurken de adamın yakınlarının çaresiz bakışlarını ve yüzlerinde beliren umutsuzluğun gölgesini görür gibi oluyoruz.

O anda ruh dünyadaki konukluk süresini doldurmuş, yeryüzünü ve yeryüzü ile ilgili herşeyi arkada bırakmış, bilmediği bir aleme yönelmiştir. Bu alemde biriktirmiş olduğu amelden, elde ettiği iyilikten ve kötülükten başka hiçbir tutanağı, hiçbir güvencesi yoktur.

O anda bu ruhun sahibi çok şeyi görür, fakat gördüklerini anlatamaz. Çevresindeki canlı-cansız tüm varlıklardan kopmuştur artık. Çevresini saran eski dostları adamın sadece cesedini görüyorlar. Gerçi bakıyorlar, ama ne neler olup bittiğini görebiliyorlar ve ne de birşey yapabiliyorlar. Bu noktada insanın gücü tükeniyor, insanın bilgisi duruyor, insanın at koşturduğu alan noktalanıyor. Bu noktada insanlar, hiç tartışmadan son derece güçsüz olduklarını, son derece yetersiz olduklarını anlıyorlar. Bu noktada insan görüşünün, insan bilgisinin, insan hareketinin önüne perde iniyor. Bu noktada yüce Allah'ın gücü ve bilgisi ortaksız biçimde egemen oluyor. Herşey kuşkusuz, tartışmasız ve demagojisiz bir kesinlikle yüce Allah'ın tekeline geçiyor. Devam ediyoruz:

"Biz ona sizden daha yakınız, ama siz göremezsiniz."

İşte bu anda tabloyu yüce Allah'ın varlığı şereflendirir, ortalığı O'nun ürpertici saygınlığı kaplar. Gerçi O her an her yerde vardır. Fakat ayetin ifadesi insanların çoğu kere akıllarından çıkardıkları bu gerçek bilinci tazeler. Böylece ölüm meclisinin havasına yüce Allah'ın varlığının ürpertisi egemen olur. O ana kadar bu meclise egemen olan yetersizlik, güçsüzlük, ayrılık, korku, veda ve yas havası arka plâna düşer.

Bu sarsıcı, titretici, yasa ve acı yüklü duyguların gölgesi altında her sözü kesen ve her tartışmayı noktalayan bir meydan okuma ile karşılaşıyoruz. Okuyalım: "Eğer yeniden diriltilip hesaba çekilmeyecekseniz; eğer bu söylediğiniz doğru ise o çıkmak üzere olan canı geri döndürsenize!"

Eğer gerçekten sizin dediğiniz gibi hesaplaşma, ödül ve ceza yoksa o zaman sizler serbestsiniz; ne bir borcunuz var ne de verilecek bir hesabınız. O zaman ne duruyorsunuz? Şu adamın boğazına dayanan canı tutup geri çevirsenize! Baksanıza, adam hesaplaşma, ödül ve ceza yurduna gidiyor, onu geriye döndürsenize! Adam gözleriniz önünde, hareketsiz ve çaresiz bakışlarınız karşısında büyük hesaplaşma alanına doğru gidiyor!

Bu meydan okuma bütün demogojilerin maskesini düşürüyor, bütün delilleri çürütüyor, bütün tartışmaları kesiyor, bütün laf ebeliklerini geçersiz kılıyor. Bu büyük gerçek olanca ağırlığı ile insanın vicdanına üzerine çöküyor. Delilsiz, dayanaksız ukalâlık yapma çıkmazına sapmadan bu gerçeğe karşı direnmek artık mümkün değildir.

Arkasından bu ruhun akibetine ilişkin açıklamalar yapılıyor. Aslında bu ruh boğaza dayandığında, ölümcül hayatı geride bırakıp kalıcı hayata doğru adım atmaya hazırlandığında ve inkarcıların yalanladıkları hesaplaşma meydanına uzanan yolculuğun eşiğine geldiğinde kendisine bu akibet uzaktan gösterilmişti.



ÖLÜM, CENNET VE CEHENNEM

88- Eğer ölmek üzere olan kişi Allah'a yakın olanlardan ise;

89- Esenlik, hoş kokulu çiçekler ve bol nimetli cennet onu bekliyor

90- Eğer adam defteri sağdan verileceklerden ise,

91- Defterlerini sağdan alacak olan arkadaşlarının selâmı var sana.

92- Eğer adam sapık bir inkarcı ise,

93- O kaynar su sunularak ağırlanır.

94- Ve cehenneme atılır.

95- Bu kesin gerçektir.

96- Öyleyse yüce Rabbinin adını noksanlıklardan tenzih et.

Surenin başlarında yüce Allah'ın yakınlığını kazanan öncülere verilecek nimetlerin tablolarını görmüştük. Buradaki "esenlik" onları bekleyen nimetlerin belirtisi olarak görülüyor. Evet, "Esenlik, hoş kokulu çiçekler ve bol nimetli cennet onu bekliyor" cümlenin sözcüklerinden bile sanki şefkat ve okşama damlıyor. Ortalığı huzur, tatlılık, seçkin nimet ve cana yakın konukseverlik havası kaplıyor. Devam ediyoruz:

"Eğer adam defteri sağdan verilenlerden ise:'

Bu ayetin hemen arkasından sözün yönü değiştirilerek doğrudan doğruya böyle olan kimseye sesleniliyor. Kendisine defterlerini sağdan alacak olan dostlarının selamı iletiliyor. O anda canının boğazına gelip dayandığı saniyede bu selâm ne gönül okşayıcı, ne hoş bir armağandır! Üzerine bütün endişeleri dağılıverir. Defterleri sağdan verilecek olan yoldaşlarının ilerdeki dostluğu gönlünü şenlendirir.

"Eğer adam sapık bir inkarcı ise, O kaynar su sunularak ağırlanır. Ve cehenneme atılır:'

O alevli cehennem ne kötü bir ağırlama ve konaklama yeridir! Orada çekilecek olan azap ne ağır bir azaptır! Düşünelim ki, ruha bu akıbet gösteriliyor ve o kesinlikle bu akibetle karşılaşacağını baştan biliyor.

Tablodaki gerilimin bu doruk noktasında surenin son mesajı geliyor. Mesajın frekansı yüksek, etkisi derin ve ses tonu yoktur.

"Bu kesin gerçektir: '

"Öyleyse yüce Rabbinin adını noksanlıklardan tenzih et: '

Böylece kesin gerçeğin "hak" terazisindeki baskınlığı ve ağırlığı surenin ilk ayetinde sözü edilen kıyamet olayının dehşeti ile buluşuyor, bütünleşiyor. Sure bu değişmez, kesin gerçeğin direktifi ile noktalanıyor. Direktifin içeriği saygı ile ve eksikliklerden uzak tutma bilinci ile yüce Allah'a yönelmektir.

VAKIA SÜRESİ(Muhammed GAZALİ)

Vakıa, örneğin: Hakka, Kâria, Sâ'a gibi kıyamet gününe verilen isimlerden bi­ridir. Bu sûrenin ilkeleri bellidir. Dünyanın son bulacağına, hesabın başlaya­cağına dâir kısa bir sözle başlamakta, sonra yeniden dirildikten sonra insan sınıflarını zikretmektedir. Bu sınıflar, uzak yarışçılar (Ashâbü's-sebki'I-baîd), sağcı­lar (Ehlü'l-yemîn), solcular (Ehlü'ş-şimâl)dır.

Sûre, bundan sonra yeniden dirilmenin hak, onu inkâr etmenin budalalık olacağı­na dâir beş delil sunmaktadır. İnsanın bu dünyadan ölümle yolculuk edeceğini nitele­yerek ve sâbikûn, ehlü'l-yemîn ve ehlü'ş-şimâl olmak üzere üç sınıftan söz ederek son bulmaktadır.

Geçim sıkıntıları, tutkular, uyuşturucular altında tuhaf maddî yönleri dışında baş­ka bir şey hissetmeyen bir yığın İnsan vardır. Bunlardan biri şaşkın bir şekilde şöyle diyor: Kıyametin olacağını sanmıyorum! Bir başkası şöyle diyor: "Ancak rahimler dı­şarı atar, yer yutar ve bizi sadece dehir(zaman) helak eder!" Bazen bu delilik üzerine yemin edebiliyorlar ve Ölümden sonra hayatın olmayacağını kesin bir dille ifade edi­yorlar: "Onlar 'Allah ölen bir kimseyi diriltmez' diye olanca güçleriyle Alllatia and içtiler." (Nahl: 38)

Yarının ölümünü görmek bugünün ölümüyle mümkündür. Bugünün ölümü, sahi­bine gelecekte olacakları, ölümden ibret almak İstemeyenleri ansızın yakalayacağını haber vermektedir! Çağlar geçer, kitleler unutulur. İnkarcılar, hiç eksilmeden çoğal­maktadırlar. Her yerde küfrün şeyi yüksek çıkmaktadır.

Kıyamet ansızın kopacak, küfrün sesi kısılacak ve sedası boşa çıkacaktır:

"Olay olduğu (kıyamet koptuğu) zaman. Ki onun oluşunu yalanlayacak hiç kimse yoktur." (Vakıa: 1-2)

İnsan, tabiatı itibariyle tartışmacıdır, inatçıdır Fakat keşke dediği şey olmasaydı. Korku gelip çattı. İftiracıların boğazları kurudu. Konuşabilselerdi ya!

VSk.a Sûresi • 535

Rur'ân-ı Kerîm'in Konulu Tefsiri

"O alçaltıcı, yükselticidir." (Vakıa: 3)

Orada liderler ve krallar, yoksul ve muhtaç bir şekilde diriltüecektir. Çünkü onlar bu güne hiç hazırlanmadılar! Orada bilinmeyen meçhuller, kıyamet gününde lider olacaklardır. "Bu dünyada nice giyinmiş olanlar kıyamet gününde çırılçıplaktırlar." Çünkü o, durumları düzelten, sahteleri ayıklayan ve hakkı ortaya çıkaran bir gündür.

Kimi müfessirler, alçaltma ve yükseltmenin bu yeryüzünde olacağı görüşündedir­ler. Hadiste geçtiği üzere: "Kıyamet gününde insanlar, tıpkı katıksız ekmek gibi boş beyaz bir yerde dirileceklerdir. Orada hiç kimseye işaret yoktur."

Her yalınayak ve çıplak, âlemlerin Rabbi için kalkacaktır: "(Resulüm!) sana dağ­lar hakkında sorarlar. De ki: Rabbim onları ufalayıp savuracak. Böylece yerlerini dümdüz, bomboş bırakacaktır. Orada ne bir İniş, ne de bir yokuş göreceksin." (TâHâ: 105-107)

Her iki yorum da birbirini tamamlamaktadır. Aralarında savunmaya gerek yoktur. Orada nesepler ve lakaplar uyduran ve bâtıl şeylere inanan insanlardan İstediğini yı­kan sosyal sarsıntı olacaktır. Orada Yüce Allah'ın şu buyruğunda niteliği anlatılan maddî sarsıntı da olacaktır:

"Yer şiddetle sarsıldığı, dağlar parçalandığı, dağılıp toz duman haline geldiği zaman." (Vakıa: 4-6)

Kıyamet kopunca herşeyi sarsan sarsıntı olur. Sert kayalar, tıpkı bu ince evrende gördüğümüz hüzmelerdekİ zerrelere dönüşürler: "Yer başka bir yer, gökler de (başka gökler) hâline getirildiği, (insanlar) bir ve gücüne karşı durulamaz olan Allah' in hu­zuruna çıktıkları gün (Allah bütün zâlimlerin cezasını verecektir)." (İbrâhîm: 48)

Yeryüzü değişmeden önce bizim burada ne kadar kalacağımızı bilemiyoruz? On­larca ve yüzlerce asır mı? Belli bir zaman tahdidi o kadar önemli değildir. Önemli olan, bu uzun tarihin son hasadının olacağıdır.

Yüce Allah, Âdemoğulları'nın üç gruba ayrılacağım açıklamıştır:

"Ve sizler de üç sınıf olduğunuz zaman, sağdakiler, ne mutlu o sağdakilere! Sol-dakiler, ne bahtsızdırlar onlar! (Hayırda) önde olanlar, (ecirde) öndedirler, işte bunlar, naîm cennetlerinde (Allah'a) en yakın olanlardır." (Vakıa: 7-12)

Vakıa Sûresi, yeniden dirilmeye dâir deliller zikretmiş ve tabiat ufuklarından ve insan deneyimlerinden çeşitli beş delil sunmuştur.

1- "Sizi biz yarattık. Doğrulamanız gerekmez mi?" (Vakıa: 57)

Birinci yaratış sahibi neden ikinci yaratıştan âciz kalacağı ile itham edilmektedir? Ben ders verirken yoruluyorum. Onu yeniden anlatınca bana^olay geliyor.

Bu düşünceyi destekleme kabilinden bir başka âyette Allah şöyle buyuruyor: "İl-

536 • Vakıa Sûresi

Muhammed Gazali

kin mahlûkunu yaratıp (ölümden) sonra bunu (yaratmayı) tekrarlayan O'dur, ki bu O'nun için pek kolaydır." (Rûm: 27) Allah katında, zor, kolay, basit, daha basit yok­tur. Bunun için bu desteklemeyi şu sözüyle sürdürüyor: "Göklerde ve yerde (tecelli eden) en yüce sıfat O'nundur. O, mutlak güç ve hikmet sahibidir." (Rûm: 27)

Bu delil, bir çok sûrede tekrarlanmıştır. Bu gayet açık olup bunu kendini beğen­miş budaladan başkası inkâr etmez: "Bir de onlar dediler ki: 'Sahi biz, bir kemik yı­ğını ve kokuşmuş bir toprak olmuş iken, yepyeni bir hilkatte diriltileceğiz, öyle mü' De ki: İster taş olun, ister demir, İsterse aklınıza (yeniden dirilmesi) imkânsız gibi gö­rünen herhangi bir yaratık! Diyecekler ki: 'Bizi tekrar hayata kim döndürecek?' De ki: Sizi ilk kez yaratan..." (İsrâ: 49-51)

Kur'ân-ı Kerîm, bakıp düşünme isteğini ve başlangıç ve dönüş için bu varlık hak­kındaki düşünceyi soruşturmayı teşvik etmektedir. Bir gerçekte varız. Nasıl var ol­duk? Son dirilişi, uzak görmek ahmaklıktır.

Allah'ın, yaratılanı ilk baştan nasıl yarattığını, (ölümden) sonra bunu (nasıl) tek­rarladığım görmediler mi? Şüphesiz bu, Allah'a göre kolaydır. De ki: "Yeryüzünde ge­zip dolaşın da, Allah ilk baştan nasıl yaratmış bir bakın, işte Allah, bundan sonra (ay­nı şekilde) âhire t hayatını da yaratacaktır. Gerçekten Allah, herşeye kadirdir. O, dile­diğine azâb eder, dilediğini esirger. Ancak O'na döndürüleceksiniz." (Ankebût: 19-21)

2. delil: Âlemi ilk yaratanın gayreti tükenmemiş ve gücü azalmamıştır. O her gün, hatta her saat, her an yarattığını yenilemektedir! Ancak, insanın yaratılmasında ve sü­rekli yeni zürriyetlerin oluşunda bu böyledir.

Bu delil, Yüce Allah'ın şu buyruğunda da belirtilmiştir:

"Söyleyin öyleyse, (rahimlere) döktüğünüz meni nedir? Onu siz mi yaratıyor­sunuz yoksa yaratan biz miyiz? Aranızda ölümü takdir eden biziz. Ve biz, önü­ne geçileceklerden değiliz. Böylece sizin yerinize benzerlerini getirelim ve sizi bilmediğiniz bir âlemde tekrar var edilim dîye (ölümü takdir ettik)." (Vakıa: 58-61)

Meni ilginç bir sudur. Bu, - Yüce Kadir'in dilinde- adî bir su olup insandan bir defa çıkışında ikiyüzbin canlı sperm taşır. Bu gözle görülmeyecek kadar küçük can­lı, oluşumunda bütün insanın maddî ve manevî özelliklerini içinde barındırır.

Bu eskiden beri bilinmektedir. Nûr Sûresi'nde anlatılan mulâane kıssasında gay­ri meşru çocuk edinen hamile bir kadına Resul şöyle der: "Şayet bu kadın, gözleri sürmeli, kalçaları uzun, baldırları geniş bir çocuk doğurursa onun doğurduğu çocuk Şureykb. Sem'a'hindir...!"

Beden özellikleri, tıpkı aklî ve ahlâkî özelliklerin taşındığı gibi babadan oğula canlı meni yoluyla nasıl taşındığına bakın.

Vakıa Süresi • 537

Kur'ân-ı Kerîm'in Konulu Tefsiri

Dahi insanlardan oluşan cemiyetleri yöneten uluslararası fabrikatörler bu yumur-talardaki özellikleri üretebilirler mi? Hiçbir şey yapamazlar. Çünkü bunların madde­si kandan alınmaktadır. Kan da gıdadan, gıda ise topraktan gelmektedir.

Bunları ilk ve son şekliyle düzenleyen Allah'tır: "O (Allah) ki, yarattığı her şe­yi güzel yapmış ve İlk başta insanı çamurdan yaratmıştır. Sonra onun zürriyetini, da­yanıksız bir suyun özünden üretmiştir. Sonra onu tamamlayıp şekillendirmiş, ona ken­di ruhundan üflemiştir. Ve sizin için kulaklar, gözler, kalpler yaratmıştır. Ne kadar az şükrediyorsunuz!" (Secde: 7-9)

İnsanın sadece bir tek spermden yaratılması ve diğer ikiyüz milyonunun boşa git­mesi müthiş bir olaydır! Âdeta Allah, kendini beğenen insana: "Senin ve senin gibi milyarların yaratılışı bir yükümlülük ifâde etmez." demektedir.

Kendisinin felsefeyle uğraştığım sanan ahmak birine dedim ki: Spermi yaratarak onu rahimde tutan kimdir? Anne ve babandan herbiri bir şeyden habersizdir! Sen ge­lip bir de inkâra yelteniyorsun:

"Andolsun, ilk yaratılışı bildiniz. Düşünüp ibret almanız gerekmez mi?" (Va­kıa: 62)

3. delil: Üzerinde muhteşem varlıkları yaşatan yeryüzünde çardaklı ve çardaksız bağlar, bahçeler, ormanlar, binbir çeşit meyveler, çeşitli renk ve kokularda çiçekler görmektesin.

Bütün bunları yaratan kimdir? Çiftçi toprağı sürer, tohumu saçar ve ondan sonra birşey bilmez. Ancak Yüce Kudret'in yaptıklarına tanık olur, teslim olmuş bir halde Allah'ın verdiklerini kabul eder. Bunlar, ya yaratanı ve yoktan varedeni bilmeye ya da ölüm ve hayat kıssasını kavramaya sevkeder.

Vakıa Sûresi'nde, son diriliş delillerinden olan ekin ve mahsuldeki şeylere gön­dermeler vardır:

"Şimdi bana ektiğinizi haber verin. Onu siz mi bitiriyorsunuz, yoksa bitiren biz miyiz? Dileseydik onu kuru bir çöp yapardık da şaşar kalırdınız." (Vakıa: 63-65)

Ölüleri diriltme, dünyanın her tarafında yinelenen bir kıssadır: "(Bu hususta) ölü toprak onlar için önemli bir delildir. Biz ona hayat verdik." (YâSîn: 33) İnsanları ka­birlerinden çıkarma, çeşitli maden ve maddeleri taşıyan toprağın karanlıklarından bit­kileri çıkarmaktan zor değildir: "'Allah, sizi de yerden ot (bitirir) gibi bitirmiştir. Son­ra sizi yine oraya döndürecek ve sizi yeniden çıkaracaktır." (Nûh: 17-18) Başka sû­relerde daha fazla açıklamalar vardır: "Yeryüzünü de döşedik ve ona sağlam dağlar koyduk. Orada gönül açan her türden (bitkiler) yetiştirdik. Allah'a yönelen her kula gönül gözünü açmak ve ibret vermek için (bütün bunları yüptıkj." (Kâf: 7-8) Âyette geçen yönelme, aklın uyanmasıdır: Akıl uykuya dalmıştı, uyandırdı. Kendinden geç-

538 • Vakıa Sûresi

M u h a m m e d Gazali

misti, dikkatli ol dedi.

Evet (kabirden) çıkış, Allah'a kavuşmak ve hesaba çekilmek içindir. Tıpkı küflü ve tuzlu topraktan çıkan bu meyvelerin glikoz, yağ, nişasta taşıması ve üzerinde hoş renkler oluşturması gibidir. Sonra insan, yeniden dirilmeyi inkâr etmeye çağırır. Oy­sa her an yeniden dirilmektedir.

Çiftçi, bu olup bitenleri kendisinin yaptığını düşünebilir. Bu yüzden Allah, şayet bunları yerle bir etmek istese çiftçinin birşey yapamayacağını ve bunları çekirge sürüsüne teslim edeceğini açıklamıştır:

"Dileseydik onu kuru bir çöp yapardık da şaşar kalırdınız. Doğrusu borç altına girdik. Daha doğrusu biz yoksul kaldık (derdiniz)." (Vakıa: 65-67)

Bedenlerin dirilmesi, tıpkı yeryüzünün yeşermesi gibidir. Burada açıkça gözüken iş, gökleri ve yeri Yoktan Vareden'in kudretidir. îmanın yeniden dirilme ve ceza gör­me ile motivasyon kazanması gerekir.

Ruhanî olduğu sanılan uhrevî ceza kıssasını bir düşünelim.

İnsanın cisim ve ruhtan olduğu malumdur. İnsanoğlunun erişmeye çalıştığı yük­selişin, ancak bedenin yok olmasıyla ve ne istediğini bilmemesiyle tamamlanacağı doğru mudur? Ben, Kitap ve Sünnet'te bedenin işkence ve azâb görmesine herhangi bir işaret görmedim.

Evet farz olan oruç vardır. Açlık ve susuzluğa maruz bırakır. Bazen secde ve kı­yamı uzayan ve ayakların altı şişen namaz vardır. İnsan, rızkını ter döküp çaba sarfet-tiği bir sanat ile kazanabilir. Allah yolunda öldürülerek, ruhu alınarak ve kanı dökü­lerek yaşamı son bulabilir ve burada İbnu'r-Rûmî'nin sözü gerçekleşebilir:

Topraktaki bedeni sev çünkü nevadır ve onu Allah'a yükselen bir ruh olarak sev!

Fakat bütün bunlar, ruhen ve bedenen insanın ilâhî imtihana çekilmesidir. Ruh bu imtihandan haz alır ve beden bu hazzı paylaştırır. Bedenin buradaki rolü aracı olmak­tır. Beden kendisine isabet eden şeylerle düşünür, düşünce ile birlikte katlanır ve Al­lah'ın rızasını kazanma irâdesine yönelir.

Sancı örneğin uyuşturucu ile durdurulsa ve insan ölene dek hiç bir şey hissetme­se bu bir erdemlilik olmaz!

İnsan özellikleriyle temeyyüz &den bir cinstir. Allah insanı kendi eliyle yaratmış­tır. Allah onu, bir erkek ya da kadının gelip, "Beden adîdir. Onun işkence ve azâb gör­mesi gerekir." demesi için en güzel bir biçimde yaratmamıştır.

Allah, Âdem'i yaratınca O'na şöyle dedi: "Sen ve eşin (Havva) beraberce cenne­te yerleşin; orada kolaylıkla istediğiniz zaman her yerde cennet nimetlerinden yiyin," (Bakara: 35) Bu helâl olan şeyde bedenin azap görmesi nerededir?

Vakıa Sûresi ■ 539

Kur'ân-j Kerîm ' i n Konulu Tefsiri

Allah peygamberleri yarattı. Onların yaratılışını seçkin kıldı ve onlara şöyle de­di: "Ey peygamberler! Temiz olan şeylerden y ey İn; güzel işler yapın. (Mü'minûn: 51) Bu teklifte yasak belirtileri nerededir?

Allah kendisine İnananları temiz azıklarla sevindirmiş ve bunlar karşılığında sa­dece şükretmeyi istemiştir: "Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıklann temiz olan­larından yiyin, eğer siz yalnız Allah'a kulluk ediyorsanız O'na şükredin." (Bakara: 172) Bunda bedene bir savaş ve ona ihanet etme planı var mıdır?

Şanı Yüce olan Allah, ÂdemoğuUarı'nm, bu dünyada uzun yolculuklarından son­ra belli bir zaman İçinde Allah'a yeniden döneceklerini ve hayatlarına kavuşacakları­nı açıklamıştır: Tıpkı ilk yaratmaya başladığımız gibi onu tekrar o hâle getiririz. (Bu) üzerimize aldığımız bir vaad oldu. Biz (va'detliğimizi) yaparız." (Enbiyâ: 104) Bu dönüş, insanların bir ruh olarak değil bedenen veya bir beden olarak değil de ruhen mi gerçekleşecektir?

Bu çok bozuk bir düşüncedir.

İnsanlar bu insanlardır. Onlar günah ya da sevap işledikleri organlarıyla ve hissi-yatlarıyla dirileceklerdir. İnsanlar, yaptıklarını inkâr etmek için bir polemiğe girdik­lerinde organları dile gelerek onları yalanlayacaktır: "Nihayet oraya geldikleri zaman kulakları, gözlen ve derileri, işledikleri şeye karşı onların aleyhine şahitlik edecektir. Derilerine: Niçin aleyhimize şahitlik ettiniz? derler. Onlar da: Her şeyi konuşturan Allah, bizi de konuşturdu, ilk defa sizi O yaratmıştır. Yine O'na döndürülüyorsunuz, derler." (Fussilet: 20-21)

Kötülüklerini giderme çabası içinde olan insan, âhirette erişeceği nimetle ödül­lendirilir. İbni Kesîr'in Taberânî'den aktardığına göre, inanan kadınlar, göz aydınlığı cennetlerde ağırlanırlar. Ümmü Seleme bu niçin böyle dedi? Peygamber: Onların Al­lah için kıldıkları namaz, tuttukları oruç ve yaptıkları ibâdet sebebiyledir, dedi!

Sonra şu hadiste inanan kadınların şöyle dedikleri aktarılmaktadır: "Biz ebedî ka­lacağız, asla ölmeyeceğiz. Biz nimetler içinde kalacağız, hiç ümitsiz olmayacağız. Biz ibâdet edeceğiz, hiç bırakmayacağız. Dikkat edin, biz razı olacağız, asla,gücen­meyeceğiz. Müjdeler olsun, bizim kendisinin olduğu, kendisinin de bizim olduğu

kimselere..."

Dünyada cihad edenler, âhirette müsterih olanlardır. Bedenlerin yok olup bir da­ha dönmeyeceği, âhiretin sadece ruhlar için olacağı, âhiret sevabının ve cezasının gö­nül rahatlığı ve huzuruna benzer mânevi bir şey olacağı görüşü, temelsiz bâtıl bir gö­rüştür.

Bu gömsün tahrif edilmiş dinlerden olan Hıristiyanlığa geçtiği bellidir. Nice put­perestlikler, dinlere sızmış, temellerini sarsmış ve ilkelerini darmadağın etmiştir.

540 • V5kıa Sûresi

Muhammed Gazali

İlginçtir, bedenlerin üstesinden gelme ve ruhbanlık felsefesi taşıyanlar, geçmiş kralların saraylarında görülmeyen kalabalık eğlence sanatçılarıyla eğlenen ve karak­terleri bozmada nefisleri dejenere eden çağdaş medeniyete yenik düşme ve teslim ol­ma unsuru olmuşlardır. Böylece yanlış, yanlışları doğurmuştur.

Bizim dünyamızda örneğin ileri gelen ilim adamlarına verilen "Nobel" ödülüne bakalım. Edebiyat alanında belirlenen ödülde o ilim adamının nefsi sarsılmaktadır. Fakat sadece edebî ölçü, ne açlığı giderir, ne de korkudan emin kılar. Burada verilen ödül ise bir hayli fazla ve kabarıktır.

Kılavuzluk eden ceza kıssasını açıklamaya geçiyor ve diyoruz ki: Bedenin istek­leri sınırlıdır. Taşkınlık ve azgınlık rezaletini bir tarafa bırakınca bu isteklere karşılık vermek az külfeti gerektirir! Bu manevî cezanın üstünde midir? Hayır!.. Farklı yete­nekler, himmetler ve gayretler, kimileri kimilerinden yüksek çeşitli cezalarla karşıla­şırlar.

Siz samimi bir hizmetçinize yemek tabağı sunduğunuzda ona siz bakmadan önce o bakar! Size çok teşekkür eder. Fakat gözleri o tabaktan ve tabağın içindekinden ay­rılmaz. Burada sizi bilen, takdir eden ve insanlara tanıtan bir başkası daha var. Siz ona yemek tabağı sununca onun size bakışları daha derin ve önceliklidir. Sizden aldığı ye­mek tabağını bitirince yazmış olduğunuz ilmini artıracak bir kitabınızı kendisine he­diye etmenizi umut eder! Bu ikisi aynı mıdır?

Kendisini ulûhiyet övgülerinin meşgul ettiği iman ehli, sürekli onunla mesrur olur! Ya da sevinçli ve kederli anında genelde onlarla meşgul olduğu için sadece Rab-binden bekler.

Fakat sevinç ve kederin, beşerin çözemeyeceği psikolojik kanunları vardır. İman ehli hallerinden söz edince hiçbir şekilde şer'î edepleri aşamaz ve Allah'ın hududla-rını çiğneyemez.

Allah: "Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete konuluyorsa o, gerçekten kurtu­luşa ermiştir." (Âl-i îmrân: 185) diye buyurunca hiç kimseye şunu demek yakışmaz: "Cennet ve onun nimetleri nedir? Biz Allah'ın kendisini istiyoruz." Bu sakat bir söz­dür!

O kimse zakkum ağacının gölgesinde olduğu halde Allah'ı görmek ister mi? Eğer o ağacın gölgesi varsa! Allah, cennetinde, orada ve cennetin sürekli gölgesinde yürü­yen mü'min kullarına tecelli eder.

Yüce Allah'ın şu buyruğunu bir düşünelim: "Allah mü'min erkeklere ve mü'min kadınlara, içinde ebedî kalmak üzere altından ırmaklar akan cennetler ve Adn cen­netlerinde güzel meskenler va'detti. Allah'ın rt£ası ise hepsinden büyüktür. İste büyük kurtuluş da budur." (Tevbe: 72) İlâhî lütuf, her nimetin üzerindedir ve her lezzetten

VSkıa Sûresi- 541

Kur'ân-ı Kerîm 'in Konulu Tefsiri

daha üstündür. Fakat biz, hikmetli Şârî'nin ibarelerini edepsizce reddetmekteyiz.

Alimlerimiz, âhiret sevabının ve cezasının maddî ve ruhanî olduğu üzerinde icmâ etmişlerdir. Bunu destekleyen bir çok âyet ve hadisler vardır.

Bazı insanlar, kendilerine ve durumlarına bakıp sonra, insanların işlerinde kapalı genel hüküm verdikleri için yanılabilirler. Oysa bu gerekmez.

Biz İsâ ve Yahya (a.s)'nın evlenmediklerini biliyoruz. Fakat her iki peygamber de evlenmeye savaş açmadılar ve yabanî ruhbanlık yolunu seçmediler. Çünkü onlar, ya­şamı tahrip İçin gönderilmediler. Onların evlenmemeleri, sadece kendilerine özgü

özel şartlardan ötürüdür.

İbni Teymiye bekâr olarak yaşamıştır. Aynı şekilde Cemâleddin Afganî de öyle yaşamıştır. Her biri de bekârlığa davet etmeyi yeğlemem işlerdir.

Gıdalarında yerden bitenlerle yetinen vejeteryanlar vardır. Ben onlardan biri olan Allâme Ferid Vecdî'yi biliyorum. Varsın bu onun tabiatı olsun! Çünkü et yemek, din­sel bir yükümlülük değildir. Ancak biz, bunu dinleştirme temayülünde olan bu tabiatı kabul etmeyiz. Ebu'1-A'lâ Maarrî, şöyle diyerek bu saçmalığı işlemiştir:

Din ve akıl hastalığına koştum evet böyle yaptım; doğru işler yapanları bileyim diye!

Hayvanların ve kuşların etlerini ve hatta arı balını yasaklayan kasidesine devam etmiştir. Ben başkasının olsun diye ona dokunmadım.

Bugün bir kısım edebiyatçıların dilinde, Cennet'in "sebze pazarı" olmadığına da­ir buna benzer sözler dolaşmaktadır! Onlar bununla maddî cezayı inkâr etmekte ve onun durumunu hafife almaktadırlar.

Bizim geçmiş ve yakın tarihimizde insanlar bu düşüncenin etkisinde kalmış ve düşmanıyla hareket etmiştir. Bu büyük bir cehalettir! Enes b. Nadr, Uhud'da yenilen­lerin durumunu kabul etmeyip tek başına müşriklerle savaşmaya yönelince ve bede­ninde kılıç yaraları oluşunca Rabbini ve O'nun vadolunan cezasını görüyor ve: "Ben Uhud'un arkasından cennet kokusunu alıyorum." diye haykırıyordu!

Bu koca mü'min, hayalci bir adam mıdır? O'nun hakkında âlemlerin Rabbi şöy­le buyurmuştur:

"Mü'minler içinde Allah'a verdikleri sözde duran nice erler vardır. İşte onlar­dan kimi sözünü yerine getirip o yolda canını vermiştir. Kimi de (şehidliği) bek­lemektedir..." (Ahzâb: 23)

İslâm sancağını elinde saklayan Ca'fer-i Tayyar, ancak kalu yittikten sonra san­cağı düşürmüş, bu paha biçilmez sancağı taşımak İçin bir başka yiğit koşup eline al­mıştır.

542 ■ Vakıa Süresi

Muhammed Gazalî

O şehadet şerbetini içerken şöyle diyordu: "Cennet veya ona yaklaşıp onun pak soğuk suyundan içmek ne kadar da hoş!"

Cennet gölgesindeki rahatı yeğleyen adam, bakışlarını ve fıtratlarını bozan kim­selerin sandıkları gibi hayal veya fikir yoksunu olabilir mi?

Allah'ın Kitâbi'ndan ve Resûlü'nün sünnetinden soyutlanarak İslâm hakkında konuşan dindar ve öğrenen kesimlerin susmaları kendileri için daha hayırlıdır!

Yakıcı cehennem ve yeşil cennetle alay ederek ve İslâm'ın açıkladığı maddî ce­zaları hafife alarak Hıristiyanlığı anlatan bazı papazları okudum. Bu insanlar, yerle­şik fikirlerden ve vahiyden kopuk felsefelerden etkilenmişlerdir. Bir bakalım, onlar insanlığa bu sözden daha hayırlı ne sunmuşlardır?

Onlar çağdaş medeniyeti yükseltmiş ve yoğunluğunu hafifletmişler midir? Halk ve elit insanları şehvetlerine engel olan ruhanîlere dönüştürmüş ve göklerde süzül­müşler midir? Onlar insanlığın psikolojik tedavilerinde yanılmış ve içinde dönüp aça­cak olan anahtarı bilememişlerdir. Saçmalıklarla kabaran ölçüler, akıl sahiplerini di­ne girmekten ve onun miraslarına saygı duymaktan engelleyerek insanların akıllarına ve kalblerine yerleşirler.

Madde ve ruhtan oluşan insan, ancak maddesini ve ruhunu kabul eden öğretiler­le kurtulur. Bütün peygamberler, bu Öğretilerin sancağını taşımış ve bu peygamber­lerden biri olan Mûsâ, kavmini bahane göstererek Allah'a şöyle yalvarmıştır: "Sen bi­zim velîmizsin, bizi bağışla ve bize acı! Sen bağışlayanların en iyisisin! Bize bu dün­yada da iyilik yaz, âhirette de. Şüphesiz biz sana döndük," (A'râf: 155-156) Musa'dan önce İbrâhîm de Rabbine şöyle diyerek yalvarmıştı: "Rabbim, bana hikmet ver ve be­ni iyiler arasına kat. Bana sonra gelecekler içinde, iyilikle anılmak nasip eyle! Beni Naîm cennetlerinin vârislerinden kıl. Babamı da bağışla (ona tevbe ve iman nasip et). Çünkü o sapıklardandır. (İnsanların) dirilecekleri gün, beni mahcub etme. O gün, ne mal fayda verir ne de evlat. Ancak Allah'a kalb-i selim ile gelenler (o günde fayda bulur). (O gün) cennet, takva sahiplerine yaklaştırılır. Cehennem de azgınlara apa­çık gösterilir." (Şuarâ: 83-91)

Bu sûrede, cennet ehli iki kısma ayrılmaktadır: Birincisi: Hayırda yarışanlardır.

İkincisi ise: İyilikleri yeğledikleri ölçüde kurtulanlar. Geri kalanlar da solun adamlarıdırlar. Bazı müfessirler, Yüce Allah'ın şu buyruğunda zikredilenin sadece bu sınıf olduğu noktasında yanılmışlardır: ".. .Onlardan (insanlardan) kimi kendine zul­meder, kimi ortadadır, kimi de Allah'ın izniyle hayırlarda öne geçmek için yarışır." (Fâtır: 32)

Vakıa Sûresi, mü'miniyle kâfİriyle bütün insanlardan söz etmektedir. Ama bu yanlış anlaşılan âyet, özellikle Müslümanlardan söz etmektedir. Âyetin baş tarafı bu-

V5kıa Sûresi ■ 543

Kur'ân-ı Kerîm'in Konulu Tefsiri

na işaret etmektedir: "Sonra Kitâb'ı, kullarımız arasından seçtiklerimize verdik. On­lardan (insanlardan) kimi kendine zulmeder, kimi ortadadır, kimi de hayırlarda Öne geçmek için yarışır." (Fâtır: 32)

Vakıa Sûresi, yarışanları şöyle nitelemiştir:

"(Onların) çoğu önceki ümmetler (sülletün mine'l-evvelîn)den, birazı da sonra-kiler(qalîlun mine'l-âhirîn)dendirler." (Vakıa: 13-14)

Bazıları, âyette geçen "sülletün mine'l-evvelîn"den; risâletleriyle Muhammed'i geçen peygamberlerin, "qalîlun mine'I-âhirîn"den; Müslümanların kasdedildiği görü­şündedirler. Onlar, geçmiş peygamberlerin ve milletlerin çokluğundan Ötürü bunun doğal olduğunu sanıyorlar.

Bİze göre, burada nitelenen sadece Muhammed ümmetidir. Âyette geçen "sül­letün mine'l-evvelîn", dini ilim ve amelleriyle yeryüzüne yayan Selef-İ Salih'tir. "Qa-lîlun mine'l-âhİrîn" ise, dönüşümlü güçler ve sancılı düşmanlıklar ortasında takvala­rında garip olanlardır.

Geçmiş peygamberlere gelince, onların risâletleri geçici ve sınırlıdır. Birkaç çağ­da ve belli şehirlerde tamamlanmıştır.

Biz Tevratı'na inanan Mûsâ ve İncili'ne inanan İsa yanlılarına saygılıyız. Uzun asırlardır nerede onlar? Onlar ve onların yolgöstericileri kayboldular. Onlar yerlerini gökle bağı olmayan kimselere bıraktılar.

Biz yarışanların veya kazanma özellikleri olanların, Yüce Allah'a yaklaşma ya da büyük lütuf olduğunu düşünüyoruz. Bu yüzden şöyle denmiştir:

"(Hayırda) Önde olanlar, (ecirde) öndedirler. İşte bunlar Naîm cennetlerinde, (Allah'a) en yakın olanlardır." (Vakıa: 10-12)

Mutlu yerlerde yaşayan bu insanların hâlini bir düşünelim.

Onların dünyada tanıdıkları gaybe iman, şehâdet eden imanın en bariz olanıdır! Onlar boş zamanlarda teorik olarak kabullendikleri Allah'ın yüceliğini bugünlerde yakînen görmektedirler! Bu yüzden Allah'ı çok övüyor, O'na şükrediyor ve hamd ediyorlar! Bu kesintisiz zikir, herhangi bir çaba, usanma ve bıkkınlık olmadan ta­mamlanmakta, hattâ bu yaşamda bizlerden sâdır olan kirlenme ve paklanma olduğu sürece devam etmektedir!

Âyette şöyle geçmektedir: "Onların oradaki duası: Allah'ım, seni noksan sıfat­lardan tenzih ederiz (sözleridir). Orada birbirleriyle karşılaştıkça söyledikleri ise "selam"dır. Onların dualarının sonu da sudur: Hamd, âlemlerin Rabbi Allah'a mah­sustur." (Yûnus: 10) f

Onlar, herhangi bir külfet olmaksızın teşbihe devam etme hususunda meleklere

544 • VSkra Sûresi

Mııhammed Gazalî

katılıyorlar: "Onlar, bıkıp usanmaksııın gece gündüz (Allah'ı) teşbih ederler." (Enbi­yâ: 20)

İnsanlar içinde dünyada Kur'ân'ı uygular ve O'nu korumak, yaşamak ve tebliğ etmek için yaşarsa hadis-i şerifte belirtildiği üzere ona şöyle denir: "Kur'ân okuya­na, kıyamet gününde tıpkı dünyada okuduğun gibi makam üzere uyanık bir şekilde oku, denilir." Evet bu beceri ve o önderlikle saygın pak sayfalarla beraber zaman ge­çirmiştir.

Cennetlikler, sürekli iyiliklerin tekrarlandığı lezzetleri içinde yaşar, sevgi ve ar­zuyu tatmak isterler. Adeta sürekli ve iyilik üzere kalma özelliğine sahiptirler. Çünkü bunlar yokluğu yenmişlerdir. Şu, subhânallah, elhamdülillah, lâilâhe illallah, Allahü ekber sloganları nasıl yok olabilirler?

Mü'minin davranış ilkeleri dünyadadır. Sonra âhirette cennet ehlinden olacaktır. Diğerleri ne yapmıştır? Bolluk içinde yokluk yaşamışlardır.

Ağaçların, tembellerin yolunda engel, gayretkeşlerin yolunda merdiven olduğu söylenir. Tembeller dönerler, gayretkeşler ise çıkarlar. Bu yüzden orada hazırlanan ce­za nitelemesinde yakın dostlara şöyle denir:

"Yaptıklarına karşılık olarak (verilir)." (Vakıa: 24)

Cömert, bîr misafir gelince onu en güzel biçimde ağırlar, en iyi şeylerini yedirir. Cennetlikler Allah'a döndükten sonra nerede ağırlanacaklardır? Onlara sunulacak olan şeylerin en hafifi, dünya krallarının bile tadamadıkları şeylerin en pahalısı ve üs­tünüdür.

Biz, cennette gözün hiç görmediği, kulağın hiç duymadığı, insanın hiç aklına gel­mediği şeylerin olduğunu ve bunların yaklaşık isimlerini ve bu isimlerin dünyada ça­lışanlara teşvik olsun diye Örnek olarak verildiklerini ve işin düşündüğümüzün üstünde olduğunu biliyoruz.

Önemli olan, cennet ehli -karşılaştıkları nimetlerle birlikte- tembel ve atâlet ehli değildirler. Onlar zikirden ve şükürden ilham alırlar. Onların Allah'ın kendilerine ik­ramıyla sevineceklerinde kuşku yoktur. Fakat onlar, bunlardan daha çok gece gündüz Allah'a yaptıkları ibâdetlerinden ve gizli açık yakarışlarından mutlu olurlar.

Cennet nitelemesinde aktarılan bizim âşinâ olmadığımız bazı kelimeleri açıklıyo­ruz:

Âyette geçen "essurûru'l-mevdûne" hoş cevherlerden işlenmiş tahtlar demektir:

"Karşılıklı olarak üzerlerine oturup yaslanırlar." (Vakıa: 16) Yani yüzleri birbirlerine dönük bir şekilde üzerlerine otururlar:

V5kıa Süresi - 545

Kur'ân-ı Kerîm'in Konulu Tefsiri

"Çevrelerinde, (hizmet İçin) ölümsüz gençler dolaşır." (Vakıa: 17)

Delikanlılık çağında olan gençler onlara hizmet ederler. Cennette süt, bal, su, iç­ki gibi bir çok İçecekler olmasına rağmen Allah içkinin sarhoşluluğunu gidermiş ve onu mubah kılmıştır. Bu yüzden baş ağrısı ve baş döndürmesi yoktur:

"Bu şaraptan ne başları ağıntıhr ne de akıllan giderilir." (Vakıa: 19)

Ayette geçen "nezîf', sarhoşlar arasında bilinen hezeyan ve ne dediğini bilmeme anlamına gelmektedir.

Cennetin bariz özelliklerinden biri de hûru'l-ayn'dır. El-hûru'1-ayn: Başka kalıp­lara girince gençlikleri giden, çirkinleşen ve özelliği kaybolan Adem'in kızlarıdır. Ve­ya cennet ehline kendilerinden faydalanmaları için Allah'ın göz alıcı bir biçimde ya­rattığı başka genç yaratıklardır. El-hûru'1-ayn'ın bu iki sınıfı içinde barındırdığı, er­keklerin ve kadınların bedenlerinde ve şekillerinde büyük bir değişikliğin olacağı bir gerçektir. Bu en mükemmel ve en şerefli bir değişikliktir. Âdemoğulları'mn dışkıları olmayacak ve mü'min aile özelliği sevgi ve rıza ile onarılacaktır. Ölçü Yüce Allah'ın şu buyruğudur: "(O yurt) Adn cennetleridir; oraya babalarından, eşlerinden ve ço­cuklarından salih olanlarla beraber girecekler, melekler de her kapıdan onların ya­nına varacaklardır. (Melekler:) Sabrettiğinize karşılık size selam olsun! Dünya yur­dunun sonu (cennet) ne güzeldir! (derler)." (Ra'd: 23-24)

Gerçek şu ki; insan bedeninin güzelliği kaybolur, stres ve zorluk karşısında deği­şir. Nimetler ancak en üstün, en temiz, en güçlü ve en iyi biçimde insan organlarının değişimiyle tamamlanır.

Belki de insanın böyle yaratılması, bu dünyada başımıza gelen bazı imtihanları hissetmesi içindir.

Kur'ân'da muttakîler için hazırlanan bütün güzel bedelleri içeren sûre yoktur. Ancak her sûrede, uygun nimetleri belirten, şevke getirerek okuyanın gönüllerini ve açan portreler ve pasajlar sunulmuştur.

Bu sûrede hayırda yarışanlar ve sağcılar için hazırlanan nimetlerden bir parça gördük. Bunlar sayıca birinci sınıftan daha fazladırlar:

"Bunların birçoğu önceki Ümmetlerdendir. Birçoğu da sonrakilerdendir." (Va­kıa: 39-40)

Onların sevapları sadedinde bazı kelimelerin açıklanması; nimet kategorilerini belirtir. Sidr, küçük meyveli bir ağaçtır. Bol suda biter. Belki de bu, hoşluğunu sahra­da gizler. Dokununca kaşındırabilen dikenleri vardır. Ama bunun cennette hiç diken­leri olmayacaktır. /

Âyette geçen "et-talhu'1-memdûd", birbirine girmiş muzdur. Batılıların ve diğer

546 • Vakıa Sûresi

Muhammed Gazalî

insanların bildikleri bir meyve olduğu söylenir. "Ez-zıllu'1-memdûd", güneş sıcaklı­ğım geçirmeyen gölgedir: "Yemişleri ve gölgesi süreklidir. İste bu, (kötülüklerden) sa­kınanların (mutlu) sonudur." (Ra'd: 35) "El-mâu'I-meskub", cennette saraylar altın­dan akan veya yukarı doğru fışkıran sudur.

Topraktaki mevsimlik meyveler bazı aylar ortaya çıkar, geri kalan aylarda ise giz­lenir. Cennet meyveleri "tükenmeyen ve yasaklanmayan" (Vakıa: 33) olarak nitelen­miştir.

Soylu Arap kadınları kendilerine yönelen kocalarından hoşlanırlar. İster yeni şe­killenmelerinden sonraki dünya kadınları olsunlar ister cennetlikler için Öze) yaratı­lan hûrîler olsunlar, bunlar yaşça birbirlerine yakındırlar. Bu anlam Yüce Allah'ın şu buyruğunda ifâde edilmektedir:

"Hep yaşıt bakireler; sağın adamları için." (Vakıa: 37-38)

Sözün tamamı, gördüğümüz kadarıyla, Muhammed (s.a.v) ümmetinden olanlara­dır. Önde gidenler, çağdaşlardan çok azdır. Fakat onlar sayıca kabarıktırlar. Bunun dı­şındaki yorumlar da caizdir.

Sonra bağlam, "ashâbu'l-meş'eme"ye veya "ashabu'ş-şimâl"e (solculara) taşın­maktadır. Bunlar Resûl'e eziyet eden, tamamen dinden dönen, dünya yaşamına razı olan, âhireti hafife alan ve dünyalarında hedeflerinden başkasını tanımayan yalancı­lar, günahkârlar ve mülhidlerin genelidirler.

Azâb nitelemesinde:

"Semûm (İçlerine işleyen bir ateş) ve hamîm (kaynar su) içinde." (Vakıa: 42)

kavramları kullanılmıştır. Bu, sıcağiyla kavuran rüzgârdır. Ayette ezasının aşırılığın­dan ötürü "semûm" olarak isimlendirilmiştir. "Hamîm" ise kaynar sıcak su demektir.

"Kara dumandan bir gölge altında." (Vakıa: 43)

Gölgesinin bir değeri olmayan yoğun bir duman altında. Bu yüzden başka bir yer­de şöyle denmiştir: "Üç kola ayrılmış, (ama) ne gölgelendiren ne de alevden koruyan bir gölgeye gidin." (Mürselât: 30-31) Ayette geçen kömürdür.

Solcular bu azabı neden hak etmişlerdir? Çünkü onlar dünyada ondan sâlîh amel­le korunmadılar. Asla ona inanmadılar. Onların yeryüzündeki yaşantıları dünya lez­zetlerinden yararlanmak ve ister olsun, ister olmasın onların peşinde koşuşturmaktır.

Şüphesiz ki Yüce Allah kâfirin dünyadaki yaşamını dünyaya hasrederek şu şekil­de nitelemiştir: "Zira o, (dünyada) ailesi içinde (npl mülk sebebiyle) şımarmıştı. O hiçbir zaman dönmeyeceğini sanmıştı." (İnşikak: 13-14) "Rabbine kavuşmayacağını sanıyordu. Oysa gerçekten Rabbi onu görmekte idi." (İnşikak: 15)

Vakıa Sûresi • 547

Kur'ân-ı Kerîm'in Konulu Tefsiri

Kâfirler, hayatlarını yeniden dirilmeme üzerine inşâ etmektedirler. Bu düşünce neredeyse bütün dünyayı sarmıştır. Bu, kötülüğünü hissetmeksizin veya onu işlemek­ten pişmanlık duymaksızın günahlara batmanın esasını oluşturur.

Bu, Kur'ân-ı Kerîm'in şu âyetlerinde kastedilen büyük bir rezalet yani açık bir suçtur:

"Çünkü onlar bundan önce varlık içinde sefahate dalmışlardı. Büyük günahı iş­lemekte direnir dururlardı. Ve diyorlardı ki: 'Biz öldükten, toprak ve kemik yı­ğını haline geldikten sonra, biz mi bir daha diriltileceğiz? Önceki atalarımız da mı?' De ki: 'Hem öncekiler hem de sonrakiler, belli bir gün için buluşma vak­tinde mutlaka toplanacaklardır." (Vakıa: 45-51)

Söz dönüp dolaşıp yeniden inkarcıların karşılaşacakları azabı niteliyor:

"Sonra siz ey sapıklar, yalancılar! Elbette bir ağaçtan, zakkum ağacından yiye­ceksiniz." (Vakıa: 51-52)

Ayette geçen zakkum pis, acı bir yiyecektir. -Ondan Allah'a sığınırız.- İnsan on­dan yediğinde su içme ihtiyacı hisseder ve kaynamış sudan başkasını bulamaz: "Ba­ğırsaklarını parça parça edecek kaynar sudan içirilen." (Muhammed: 15) Onun aşı­rı etkisine rağmen kişi ondan yediğinde susuzluğunu gidermek İçin daha fazla su iç­meyi arzular. Ki onun bu hali ateşli bir hastalığa yakalanan yük devesinin suya olan arzusuna benzer.

Cehennem ehli, karınlarını zakkumla doldurup ardından ateşli bir devenin su ara-yışıyla nitelenmiş, fakat ne mümkün:

"İşte ceza gününde onların ağırlanışı bu (şekilde olacak)tir." (Vakıa: 56)

Sevap ve ceza şekillerinin tamamı teşvik, uyarı ve güzel ahlâkı desteklemek için­dir. Özellikle bilim, sanat, korkunç iletişim ve insanları âhirete karşı bilgisiz ve du­yarsız bırakma girişiminin yaygın olduğu bu çağda kaçınılmazdır.

Sadece teşvik ve uyarı hislerini uyandırmak yeterli değildir. Bununla birlikte dü­şünmesi, doğrulaması ve lâyıkıyla hareket etmesi için insan aklını uyarmak gerekir.

Vakıa Sûresi'nde geçen 4. delil yeniden dirilmenin hak olduğu üzerinedir. Bunu Yüce Allah'ın şu buyruğunda görmekteyiz:

"Ya içtiğiniz suya ne dersiniz? Buluttan onu siz mi indirdiniz, yoksa indiren biz miyiz? Dİleseydik onu tuzlu yapardık. Şükretmeniz gerekmez mi?" (Vakıa: 68-70)

Su, hayatın aslı ve devamlılığının esasıdır. Bu hususta Yüce Allah şöyle buyur­maktadır: "Her canlı şeyi sudan yarattık. Hâlâ inanmıyor larmı?" (Enbiyâ: 30) Yer­kürenin beşte dördü sularla kaplıdır. Bu üzerinde derince düşünülmesi gereken bir fonksiyona sahiptir. Rüzgâr örneğin topraklarımızı ve hayvanlarımızı sulasm diye bu-

548 ■ VSkıa Sûresi

Muhammed Gazali

lutları Hind Okyanusu'ndan sürükler, sonra kullanılmış su mecrasına akıp gider, aza­lıp eksilmeksizin rolünü tamamlayarak ve başka bir rol oynayarak denizlere ve okya­nuslara katılmak için bilmediğimiz yollar edinir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Gökten belli bir ölçü ve miktarda su indirdik ve onu yerde durdurduk. Biz onu gider­meye de kadiriz." (Mü'minûn: 18)

Evet onu var eden yok etmeye de kadirdir.

"Dileseydik onu tuzlu yapardık. Şükretmeniz gerekmez mi?" (Vakıa: 70)

Sadece Yüce İrâde, varlıkla yokluğun kaynağıdır. Su -bu dünyadaki ve öldükten sonraki hayatın doğal aracı olup- bu mutlak irâdenin itaatkâr unsurudur. Sünnette geçtiğine göre, "Allah, âdeta serpiştirerek yağmur yağdırır. Bundan insanların beden­leri yeşerir." İnsanlar kabirlerinde yok olurlar.

Tatlı su, havada oluşur. Fizikçilerin kendisinden söz ettikleri elektrik etkileşimle­ri arasına sadece Yüce Allah hâkim olur.

5. delil:

"Söyleyin şimdi bana, tutuşturmakta olduğunuz ateşi, onun ağacını siz mi ya­rattınız, yoksa yaratan biz miyiz? Biz onu bir ibret ve çölden gelip geçenlerin

istifadesi için yarattık." (Vakıa: 71-73)

Bu delil bana göre, modern bir bilimi ortaya çıkarmaktadır. Biz solunum yapar­ken oksijen alır, karbondioksit veririz. Bitkiler ise bunun tam aksini yaparlar. Bitkile­rin solunumunda karbon alıp oksijen verirler. Karbon, kömür demektir. Yeşilin ateş depolaması ve yaşam parıltısının yanıp kül olmak için bir perde olması ilginçtir. Ağaçların, kökünde, dallarında ve yeşil yapraklarında kuruması ve ateşin yaktığı odun haline gelmesi çok çabuk olur!

Biz ölümü yaşam aralıklarında işte böyle görürüz.

Maddenin özellikleri, ister sâde ister bileşik olsun araştırma ve istifâde etme ko­numunu sürdürür. Kimyasal bileşik, kendisini oluşturan ayrıntıların zıt niteliklerini ortaya koyabilir. Örneğin içtiğimiz su, bizi suya kandırır ve susuzluğumuzu giderir. Bize göre, suyun birbirlerinden oluşan her iki unsuru da birbirlerinin yanmasını daha da yakmlaştırır.

Biz bahçelerde ve bağlarda ortaya çıkan ve parlayan âyetler görürüz. Biran İçin­de yanıp kül olduktan sonra hiçbir şey görmeyiz. Zıt olan şeyler işte böyle birbirini

takip etmekte ve ilâhî kudrete ne kadar da yaklaştırmaktadır: "Geceyi gündüze katar, gündüzü de geceye katarsın. Ölüden diriyi çıkarır, dinden de ölüyü çıkarırsın. Dile­diğine de sayısız rızık verirsin." (Âl-i İmrân: 27) /

Keresteler ve toprağa dönüşen odunlar, nasıl ki yediğimiz bitkiler bedenlerimiz-

VSkıa Sûresi ■ 549

Ku r 'ân- ı Kerîm ' i ıı Konulu Tefsiri

de canlı hücrelere dönüştüyse bunlarda çeşitli bitkiler için yeniden gübreye dönüş­mektedir.

Bütün insanlığın önünde iki randevu olduğu bir gerçektir: Bunlardan biri, yakın, hemen olacak olan ve diğeri ise ilerde gecikmeli olarak, olacak olandır. İnsanlar, gel­mesi uzun sürmeyen ölümle karşılaşmakta ve herkes onu tatmaktadır. Ardından gün­ler geçse de mutlaka olacak olan kıyametle karşılaşacaktır: "Sizi bir çamurdan yara­tan, sonra ölüm zamanını takdir eden ancak O'dur. Bir de O'nun katında muayyen bir ecel (kıyamet günü) vardır. Siz hâlâ şüphe ediyorsunuz." (En'am: 2) "Rabbimiz! Gelmesinde şüphe edilmeyen bir günde, insanları mutlaka toplayacak olan sensin. Allah asla sözünden dönmez." (Âl-i İmrân: 9)

Kıyameti anmayı bilerek tekrar etme, aklı kıt olanların anladıkları gibi ne mede­niyetler için bir tehdit ne de insanlık uygarlığını durdurmak içindir. Bu olsa olsa al­danmayı ve kısır hedefleri ortadan kaldırmak içindir.

İnsanların kıyamet gününü anmaya kesin ihtiyaçları vardır. Çünkü bu anma, on­ların kötü huylarını giderecek ve hırslarını engelleyecektir. Normal akıl, bugünün ger­çek olduğunu bildiği zaman azı çoğa, fâniyi bakî olana tercih etmez. Çağdaş medeni­yetin yaptığı gibi âhiret cezasından vazgeçmez.

Modern bilim, bazı maddenin sırlarını ve tabiat güçlerini ortaya çıkarabilir. Bu ne­ye delâlet eder ve avantajı nedir? Bu olay, ne yeryüzündeki varlık hikmetini ne de Kur'ân-ı Kerim'in şu sözlerle özetlediği yaşam mesajını ortadan kaldırabilir: "Hangi­nizin daha güzel davranacağım sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır." (Mülk: 2)

Bir de insanın maddî ve edebî imkânları genişlediği oranda ilâhî sınama alanları genişlemekte ve derinleşmektedir.

Vakıa Sûresi, yaratıkları önüne katan bir meydan okuma çeşididir: İnsan kesin olan cezadan kurtulabilir mi? İnsanlar, istedikleri kadar birbirlerine yardım etsinler, kendilerinden ölümü savabilir ve ondan kurtulabilirler mi?

"Hele can boğaza dayandığı zaman. O vakit sîz bakar durursunuz. (O anda) biz ona sizden daha yakınız, ama göremezsiniz. Madem ki ceza görmeyecekmişsi-niz, onu(canı) geri çevirsenize, şayet iddianızda doğru İseniz." (Vakıa: 83-87)

Kendisi için belirlenen süre tamamlandıktan sonra insan dünyaya dönmeyecektir. Bununla beraber insanlar, âhirete hazırlıklarına göre gruplara ve bölüklere ayrılacak­lar. Kazandıkları derecelere göre dağıtım yapılacaklardır.

"Fakat (ölen kişi Allah'a) yakın olanlardan ise, Ona rahatlık, güzel rızık ve Na-îm cenneti vardır." (Vakıa: 88-89) j

"Eğer o sağdakilerden ise, ey sağdaki! Sana selam olsun." (Vakıa: 90-91)

550 • V5kıa Süresi

Muhammed Gazali

Bu, yaşam mücâdelesinde başarıp kurtulanları meleklerin selamlaması ve Al­lah'a kavuştukları gün sevinçli ve mutlu olmaları için onları karşılamalarıdır.

"Ama yalancı sapıklardan ise, İşte ona da kaynar sudan bir ziyafet vardır! Ve (onun sonu) cehenneme atılmaktır." (Vakıa; 92-94)

Bunlar, solcular ve kötü gidişâtlı olanlardır.

Böylece sûrenin sonu baş tarafını tasdik etmekte ve özetlemektedir. İnsanlar bu yöne doğru yönelişlerini anlamışlar mıdır? İster anlasınlar isterse anlamasınlar. Gerçek değişmeyecektir:

"Şüphesiz ki bu, kesin gerçektir. Öyle ise ulu Rabbinin adını tenzih ile an." (Va­kıa: 95-96)