25 Haziran 2007 Pazartesi

TUR SÜRESİ(MEVDUDİ)

Adı: Surenin adı ilk kelimesinden alınmıştır.

Nüzul Zamanı: Bu surenin de Zariyat Suresi'nin nazil olduğu Mekke döneminde nazil olduğu, konuların içinde geçen bilgilerin verdiği ip uçlarından tahmin edilmektedir. Bu sureyi okurken, nazil olduğu günlerde Hz. Peygamber'e karşı koyuşlar, iftira ve itirazların yapıldığı, fakat işkence ve eziyet çarkının bütün gücü ile henüz dönmeye başlamadığı kat'i olarak hissedilmektedir.

Konu: İlk bölümün konusu ahirettir. Zariyat Suresi'nde, ahiretin mümkün olduğu ve mutlaka meydana geleceğine ve ahiretin olmasının gerekliliğine deliller gösterilmişti... O bakımdan burada o deliller tekrarlanmamıştır. Fakat ahireti ispat eden birkaç gerçeğe ve işaretlere yemin edilerek bütün açıklığıyla şöyle buyurulmuştur: Hiç tereddüt ve şüphe olmasın ki, birgün kıyamet gözler önüne serilecek ve kimsede bu kopmayı önleme gücü olmayacaktır.Daha sonra da kıyamet kopunca onu yalanlıyanların akıbetlerinin ne olacağı, ona inanıp takva yolunu seçenlerin Allah tarafından nasıl mükafatlandırılacakları anlatılmaktadır. Bunu müteakip ikinci bölümde Hz. Peygamber'in (s.a) daveti karşısında Kureyş liderlerinin hareket tarzları tenkid edilmekte, kınanmaktadır. Onlar Peygamberimiz'e bazan sihirbaz, bazan deli bazan da şairdir diyerek halk tabakasını, getirdiği mesaja, yaptığı davete gönülden ilgi duymasınlar diye aleyhine kışkırtıyorlardı.

Kureyş ileri gelenleri Peygamberimiz'in şahsını kendi haklarında ansızın gelmiş bir bela kabul ediyorlar ve açık açık ona bir felâket gelse de peşimizi bıraksa diyorlardı. "Bu Kur'ân'ı kendisi düzenliyor da Allah'tan geldi diyerek bize gösteriyor. Bu (hâşâ) bir hiledir, ve (hâşâ) bu kendisinin düzenlediği bir oyundur." diyerek Peygamber'e iftira ediyorlardı. Onlar sürekli, "Allah'ın Peygamberliği buna mı kaldı?" diye alay ediyorlardı. Onlar, Hz. Peygamber'in (s.a.) davet ve tebliğinden o kadar yılmışlardı ki, sanki peygamber onlardan birşey istemek için peşlerine takılmış da onlar kendilerini kurtarmak için yüzlerini örterek dolaşan insanlar gibiydiler. Aralarında toplanarak, "O'na karşı ne yapalım da, iddiasından vazgeçirelim, davetine son verelim" diye görüşüyorlardı.

Bütün bunları yaparken ne kadar ahmakça inançlar içinde olduklarını, o batıl inanışların karanlıklarından insanları çıkarmak için Hz. Muhammed'in (s.a) tamamen fedakârane hayatını harcadığını düşünmüyorlar, anlamıyorlardı. Allah Teala onların bu tutumunu tenkid ederken arasıra bazı sorular sormaktadır. Bunlardan herbir soru ya onların itirazına bir cevaptır ya da onların beyinsizliklerinden birine işarettir. Daha sonra şöyle buyurulmuştur: Peygamberliğine inandırmak için bu insanlara herhangi bir mucize göstermenin hiçbir faydası yoktur. Çünkü bunlar öyle iz'ansız, vicdansız insanlardır ki, ne gösterilirse gösterilsin onun bir tevil yolunu bularak iman etmekten kaçınacaklardır. Bu bölümün baş tarafında Hz. Peygamber'e: "Bu inatçıların ve karşı çıkanların baskılarına, itirazlarına kulak asmadan sürekli davet ve tebliğini yürüt" emri verilmektedir.

Son kısımda da, Allah Teala'nın hükmü gelinceye kadar bu meşakkatlere karşı koyması pekiştirilerek zikredilmiş, bununla beraber Allah'ın kendisini Hak düşmanlarının karşısında kimsesiz bırakmadığı, bilakis devamlı muhafazası altında bulundurduğunu bildirerek teskin etmiştir.

"Allah'ın emrinin, hükmünün saati gelinceye kadar sen her şeye tahammül etmeye devam et ve Rabbine hamd ve tesbih ederek böyle durumlarda Allah yolunda çalışanların ihtiyaç duyduğu kuvveti elde et" diye de tavsiyede bulunulmaktadır.

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1 Tûr'a andolsun,1

2 Satır (satır) dizili kitaba,2

3 Yayılmış ince deri üzerine;

4 Ma'mur eve,3

5 Yükseltilmiş tavana,4

6 Kabarıp, tutuşan denize,5

7 Şüphesiz senin Rabbinin azabı kesin olarak gerçekleşecek olandır;

8 Onu uzaklaştırıp-engel olacak yoktur.6

AÇIKLAMA

1. Tûr'un asıl mânâsı dağ demektir. Ayetteki Tûr'dan maksat, Allah'ın Hz. Musa'yı üzerinde peygamberlik ile şereflendirdiği özel bir dağdır.

2. Eski zamanlarda, uzun zaman korunması, elde bulundurulması istenen kitaplar kağıt yerine ceylan derisi üzerine yazılırdı. Bu deri, özel olarak yazmak için ince deri ya da zar şekline getirilir ve konuşma dilinde de ona "Rakk" denilirdi. Semavi kitaplara inananlar uzun müddet korunsun ve devam etsin diye genellikle Tevrat, Zebur, İncil ve Peygamberlerin getirdikleri sahifeleri işte bu "Rakk" (çok ince deri) üzerine yazarlardı. Buradaki "açık kitaptan" maksat: Kitap Ehli olanların yanında bulunan mukaddes kitaplar topluluğudur. Onlar kaybolmadıkları, okudukları ve içinde ne yazdığı kolaylıkla öğrenilebildiği için ona "açık kitap" denilmiştir.

3. "Mamur Ev" den Hasan Basri hazretlerine göre: Hac, Umre ve Ziyaret tavafı yapmak için bu gibi sebeplerle hiçbir zaman boş kalmayan, "Beytullah", yani "Kâbe" kastedilmektedir. Hz. Ali, İbn Abbas, İkrime, Mücahid, Katade, Dahhâk, İbn Zeyd ve diğer müfessirler bundan, Mirac sırasında peygamberimizin zikrettiği, duvarında perdelenmiş olarak Hz. İbrahim'i gördüğü mamur ev kastedilmiştir, demektedirler.

Mücahid, Katâde ve İbn Zeyd demektedirler ki: Nasıl Kâbe yeryüzündekiler için Allah'a tapanların merkezi ve dönüş yeri ise, bunun gibi her gökte oradakiler için bir Kâbe vardır. Allah'a ibadet edenler için yeryüzü Kâbe'si gibi merkez ve dönüş yeri olma görevi yapmaktadır.

Bunlardan bir Kâbe de duvarında perde gerilmiş olarak Peygamberimiz'in Hz. İbrahim'i gördüğü Kâbe idi. Peygamberimiz'in Hz. İbrahim ile ilgisi tabiidir. Çünkü o yeryüzü Kâbe'sinin inşacısıdır.

Bu geniş bilgiler göz önüne alınınca bu ikinci tefsirin, Hasan Basri hazretlerinin tefsirine ters düşmediğini hatta ikisini birleştirerek, sadece yer yüzü Kâbesi'ne yemin edilmemiş olduğuna, bu yeminin kainatta var olan bütün Kâbelerin hepsini içine aldığını da düşünebiliriz.

4. "Yüksek Tavan"dan, yeryüzünü bir kubbe gibi çevrelemiş gözüken gökyüzü kastedilmektedir. Ve ayette bu kelime bütün yüce alem için kullanılmıştır. (Geniş bilgi için bakınız: Kaf an: 7)

5. Ayette 'Mescur" kelimesi geçmektedir. Çeşitli mânâları açıklanmış, bazı müfessirler buna "Ateşle dolu" demektir demişler, bazıları suyu yer altına inerek kaybolmuş boş ve ıssız yer mânâsını vermişler, bir kısmı "Hapsedilmiş" mânâsına almış ve denizin suyu yer altına giderek kaybolmasın ve kara üzerine yayılarak da yeryüzünde yaşayanların hepsini birden boğmasın diye, deniz tutulmuştur, (hapsedilmiştir) demektir demişlerdir. Bazıları tatlı ve tuzlu, sıcak ve soğuk her çeşit su gelip içine katıldığı için ona karışık mânâsı verirken, bazıları da ona dopdolu ve dalgalı mânâsını vermişlerdir.

Bunlardan ilk ikisinin yer ve durumla hiç ilgisi yoktur. Denizin tabanı yarılarak suyunun yer altına inmesi, onun ateşle dolması gibi iki durumu da kıyamet koparken meydana gelecek hallerdir. (Tekvir Suresi: 6, İnfitar: 3'te de böyle açıklanmıştır.) İleride meydana gelecek olan durumlar bu gün yoktur ki onlara yemin edilerek, insanlara, ahiretin vuku bulacağına dair kesin bilgi verilsin. Bu sebeple bu iki mânâyı atarak burada "Mescur" kelimesi hapsedilmiş, tutulmuş, karışık, dopdolu ve dalgalı mânâlarına alınabilir.

6. Kendisinden dolayı o beş şey üzerine yemin edilen hakikat budur. Rabbin azabından murad ahirettir. Çünkü burada muhatap, ona iman edenler değil, onu inkar edenlerdir. Ve onlar hakkında da o ahiretin gelişi elbetteki bir azaptır. Bu bakımdan ona kıyamet veya ahiret ya da ceza günü denmesi yerine "Rabbin azabı" denmiştir. Kendileri ile yemin edilen o beş şeyin ahiretin meydana gelişine nasıl delâlet ettiğini artık iyice düşününüz. Tûr; ayak altına alınmış ve ezilmiş bir halkın ayağa kaldırıldığı, galip ve çok güçlü bir halkın da ayak altına alınmaya karar verildiği bir yerdir. Bu karar tabiat kanunlarına bağlı olarak değil, ruhani kanunlar ve hakların ele geçirilmesi, herkesin hakettiğini alması prensiplerine göre verilmiştir. Bu bakımdan ahiret hakkında, tarihi olaylarla ispatlama şeklinde Tûr bir delil ve alâmet olarak ileri sürülmüştür. Denmek istenen de, İsrailoğulları gibi güçsüz ve zayıf bir kavmin ayağa kaldırılması, Firavun gibi çok güçlü bir diktatörün de askerleri ile toptan suda boğdurulmasıdır. Bu olayın karar ve hükmü ise, ıssız bir gecede Tur Dağı'nda verilmişti. Kainat nizamının karakterinin, insan gibi akıllı ve iradeli bir yaratık hakkında nasıl manevî bir hesaba çekilmeyi ve amellerin karşılığını görmeyi gerektirdiğini, bu gereğin yerine gelmesi için de bütün insanlığın bir araya getirilerek sorguya çekileceği hesap gününün mutlaka olması gerektiğine bu en açık bir misaldir. (Geniş bilgi için bakınız: Zariyat an: 21.)

Kainatın yaratıcısı tarafından dünyaya ne kadar peygamber gelmişse, onlar da ne kadar kitap getirmişse hepsi, her devirde Hz. Muhammed'in (s.a.) verdiği haberi verdiklerinden dolayı mukaddes kitapların topuna birden and içilmiştir. O haber de şudur: Bütün gelmiş geçmiş insanlar birgün yeniden diriltilerek Rab'leri karşısına getirilecek ve amellerine uygun olarak ceza veya mükafat bulacaklardır. Kıyamet gününü haber vermeyen, ya da bunun tam tersine, insana, "bu dünya hayatından başka hiçbir hayat yoktur" diye öğreten ve "İnsan öldükten sonra toprak olacaktır, ondan sonra da ne hesap, ne kitap vardır" diyen tek semavi kitap yoktur.

O devirde Kâbe, Araplar için Allah'ın Peygamberi'nin doğruluğunun, Allah Teala'nın yüce hikmetinin ve muazzam kudretinin onlarla birlikte olduğunun açık delili oluşundan dolayı mamur eve yemin edildiğini açıkça ispat etmekteydi.

Bu ayetlerin inişinden 2500 sene önce susuz, bitkisiz ve insanların yaşamadığı dağlara, yanına asker ve malzeme almadan bir kişi geliyor, karısı ve bir emzikli çocuğu tamamen yalnız bırakıp gidiyor. Bir müddet sonra da aynı kişi gelerek bu ıssız yerde Allah Teala'ya ibadet için bir ev inşa ediyor ve "Ey insanlar! Gelin bu evi ziyaret ederek haccedin" diye çağırıyor. Bu inşaat, arkasından bu çağrı, hayret edilecek şekilde bütün Arapların merkezi haline gelen ev olacak biçimde benimseniyor.

Bu çağrıya Arabistan'ın her köşesinden insanlar "Lebbeyk Lebbeyk (duydum ve geldim) diyerek kalabalıklar halinde geliyorlar. İki bin beş yüz seneden beri "bu ev" etrafında bütün memlekette kan gövdeyi götürürken onun hudutları içine girince kimsenin kimseye el kaldırmaya cesareti olmadığı bir emniyet ve huzur yuvası olmuştur. Bu ev sayesinde her sene dört ay boyunca Arabistan'a huzur nasib olmuş, bu müddet içinde kervanlar emniyet içinde yolculuk yapmış, panayırlar kurulmuş, ticaret devam etmiştir.

Hatta bu evin öyle bir azameti olmuştur ki, bu ikibin beşyüz senelik zaman zarfında, hiçbir büyük diktatör bile ona tecavüze, bir taşını oynatmaya cesaret edememişti. Cesaret eden de Allah'ın gazabına uğrayıp aleme ibret olmuştur. Bu olayı, bu ayetlerin nüzulünden sadece kırk beş sene önce kendi gözleri ile görmüşlerdi. Onu görenlerden birçokları da Mekkelilere bu ayetler duyurulduğu sıralarda, hayatta idiler. Allah'ın Peygamberi'nin rastgele ve asılsız konuşmayacağına bundan daha büyük delil ne olabilirdi? Başkalarının görmediğini onlar görmüşler, başkalarının akıllarının ermediği hakikatler onların dilinde okunur olmuştu. Görünüşte onlar, bir devrin insanları gördüklerinde delilik zannedecekleri ve yüzlerce seneden sonraki insanlar onu görünce gözlerinin hayrete düşeceği bir iş yapıyorlardı. Bu şerefe ulaşan insanlar her zaman ittifakla kıyametin geleceğini, haşır ve neşrin olacağını haber verirlerken bunu delilerin saçmalığı kabul etmek, deliliğin ta kendisidir.

Yüksek kubbe (Gökyüzü) ve dalgalarla dolu denize, ikisi de Allah'ın hikmet ve kudretine delâlet ettiklerinden dolayı yemin edilmiştir. İşte bu hikmet ve kudretler ahiretin mümkün olduğunu gerçekleştiriyor, meydana geleceğinin kesinliğini ve meydana gelmesinin gerekliliğini de ispat etmiş oluyor.

Gökyüzünün delâleti üzerinde, biz bundan önce Kaf Suresi'nin tefsirinin 7. açıklama notunda izahlarda bulunduk. Bir kimse, inkarcılığın peşin hükmüne saplanmadan iyice incelerse kalbi şunu tasdik eder: "Yer üzerinde bu kadar büyük miktarda su kütlesinin toplanması hiçbir tesadüf sonucu olmayan, kendi başına, san'atkarane ve düzenle yapılmış bir olaydır. Hem de bununla o kadar sayısız hikmetler ilgilidir ki tesadüfen böyle hikmetlice, çok ince hesaplarla hazırlanmış bir sistemin kurulması mümkün değildir. Bu denizde sayısız hayvanlar yaratılmıştır.

Bunlardan her cinsin vücut düzeni, içinde yaşaması gerektiği derinliğe tam uygun olarak yaratılmıştır. Hergün içinde ölen yüzbinlerce hayvan cüsseleri, bozulup kokuşmasın diye suyu tuzlu yaratılmıştır. Yerin yarıklarından geçerek derinliklerine inmesin, ne de kara üstüne yayılarak onu suya boğmasın diye suyu belli ölçüde doldurmuştur. Hatta milyonlarca seneden beri o, bu ölçüde durdurulmuştur. Bu muazzam su kütlesinin var ve sürekli oluşundan dolayı yeryüzünün kuru bölgelerine düzenli yağmur ulaşıyor. Bu sisteme güneşin sıcaklığı, havanın esişi tam bir kaide içerisinde yardımcı oluyor. Denizin boş olmaması ve çeşitli yaratıkların onun içinde bulunmasından dolayı insan, gıdasının ve ihtiyaç duyduğu pekçok şeylerin büyük bir miktarını elde ediyor. Denizin bir ölçüde durmasından dolayı üzerinde insanların yerleştiği kıt'a ve adalar meydana geliyor. Denizin değişmeyen sabit bir takım kaidelerine uyarak burada gemicilik yapabilmesi de mümkün olmuştur. Bir hikmet sahibinin hikmeti ve bir Kadiri Mutlak'ın muhteşem kudreti olmadan bu ahenkli deniz sistemi düşünülemez. Ve ne de insan ve yeryüzünün diğer yaratıklarının çıkarlarının denizin bu düzeni ile derin ilgisinin rasgele kurulduğu da düşünülemez. Bundan sonra artık, bir kimse Hakim ve Kadir olan Allah'ın, insanın yeryüzüne yerleşmesi için sayısız düzenlemelerle birlikte bu tuzlu denizi de o düzene uygun olarak yarattığını kabul eder, bu düzenden yararlanır ve fakat hesaba inanmazsa eğer ahmaklık etmiş olur. Çünkü bu hikmet sahibi Allah, denizlerle insanoğlunun tarlalarını sulayacak, onunla da insana rızık verecek, ama "Benim verdiğim rızkı yedin de hakkını nasıl verdin?" diye asla sormayacak mı? Ve o Allah, bu denizin sırtında gemilerini dolaştırma gücünü insana verecek ama, "Bu gemiyi sen hak ve doğrulukla mı dolaştırdın ya da onunla dünyada vurgunculuk mu yaptın?" diye hesaba çekmeyecek mi? Kudretinin en küçük bir tezahürü, bu muazzam denizin yaratılması olan bir Kadir'i Mutlak'ın, gökyüzünde dolaşan bu boşluktaki küre üzerine bu kadar büyük miktarda suyu sabit tutanın, bu kadar büyük miktarda tuzu bu deniz içinde eritenin, çeşit çeşit, sayısız yaratıkları onun içinde yaratıp sonra da hepsinin rızkını onun içinde hazırlayanın ve her sene orada milyonlarca ton suları yükseltip havanın içine çekerek milyonlarca kilometre kare kuru bölgelere onu sistemli bir şekilde yağdıranın insanı bir kere yarattıktan sonra onu yeniden yaratmak istese de yaratamayıp aciz kalacağını düşünmek de büyük bir geri zekalılıktır.

9 O gün gök, sarsılıp çalkalanır.7

10 Ve dağlar bir yürüyüş(le yerlerinden oynayıp) yürür.8

11 İşte o gün, yalanlayanların vay haline.

12 Ki onlar, 'daldıkları saçma bir uğraşı' içinde oynayıp-oyalananlardır.9

13 Cehennem ateşine, 'küçültücü bir sürüklenme ile' sürüklenecekleri gün;

14 (Onlara şöyle denir:) "İşte sizin yalanlamakta olduğunuz ateş budur."

15 "Bu da bir büyü mü, yoksa siz mi görmüyorsunuz."10

16 "Girin ona; artık ister sabredip-dayanın, ister sabretmeyin. Sizin için birdir. Siz ancak, yaptıklarınızla cezalandırılıyorsunuz."

17 Hiç şüphesiz muttakiler,11 cennetlerde ve nimet içindedirler;

18 Rablerinin kendilerine verdikleriyle 'sevinçli ve mutludurlar.' Rableri, kendilerini 'çılgınca yanan cehennemin' azabından korumuştur.12

AÇIKLAMA

7. Ayet içinde "Temuru's-Semau mevran" kelimesi geçmektedir. "Mevran" Arapça'da dolaşmak, heyecanlanmak, coşmak, salınarak yürümek, gezinmek ve tekrar tekrar ileri geri hareket etmek için kullanılır.

Kıyamet günü gökyüzünün alacağı durum bu kelimelerle açıklanarak, o gün kainatın bütün düzeninin alt üst olacağı ve gökyüzüne bakanların o her zaman aynı biçimde gözüken bir atlas gibi olan gökyüzünün bozulduğunu ve her tarafta bir kaynaşmanın koptuğunu görecekleri hatırlatılıyor.

8. Diğer kelimelerde dağları sapasağlam tutan yeryüzünün o tutuşu gevşeyecek, dağlar da köklerinden sökülerek uçuşup giden dağınık bulutlar gibi fezada uçuşmaya başlayacaklardır.

9. Belirtilmek istenen şudur: "Hz. Peygamber'den (s.a) kıyamet, ahiret, cennet ve cehenneme ait haberleri işitip onları alay konusu yapıyorlar. Saygı ile onları inceleme yerine, sırf eğlenmek için bu konular üzerine söz ebeliği ediyorlar. Ahiretle ilgili onların konuşmalarının gayesi hakikati anlamaya çalışmak değil, bilakis gönül eğlendirdikleri bir oyundur. Ve onlar gerçekten hangi akibete uğrayacaklarını hiç düşünmüyorlar.

10. Yani, dünyada peygamber sizi bu cehnenem azabı ile korkuttuğunda siz; "Bu sırf kelime oyunudur, sözle büyülemedir, bunlarla bizi ahmak yerine koyuyor" diyordunuz. Şimdi söyleyin! Önünüzdeki şu cehennem o sihrin bir görüntüsü müdür, yoksa size haber verilmiş olan, hakikaten hakettiğiniz bu cehennemi, hâlâ göremiyor musunuz?

11. Yani, peygamberlerin verdiği habere iman ederek dünyada kendini kurtaran ve insanı cehenneme layık kılan düşünce ve hareketlerden sakınan o kimseler.

12. Bir kimsenin cennete gireceğini belirttikten sonra tekrar onun cehennem azabından kurtarıldığını belirtmeye görünüşte hiçbir ihtiyaç yoktur. Ama Kur'an-ı Kerim'in çeşitli yerlerinde bu iki söz ayrı ayrı olarak kişinin cehennem azabından kurtulması kendi başına büyük bir nimet olduğu için anlatılmıştır. Ve "Allah (c.c) onları cehennem azabından kurtardı" buyruğunda, aslında kişinin cehennemden kurtulması Allah'ın fazlı ve keremiyle mümkündür. Yoksa "Beşeri eksiklikler her kişinin amelinde öyle kusurlar meydana getirir ki, Allah merhametinden dolayı göz ardı etmeseydi de şiddetli bir hesaba çekseydi hiç kimse yakalanmaktan kurtulamazdı" hakikatine işaret vardır. Bundan dolayı cennete girmek ne kadar büyük bir nimetse, insanoğlunun şu cehennemden kurtulması da ondan daha az bir nimet değildir.

19 "Yapmakta olduklarınızdan dolayı afiyetle yiyin ve için."13

20 Özenle dizilmiş tahtlar üzerinde yaslanıp-dayanmışlardır. Ve biz onları iri-ceylan gözlü hurilerle evlendirmişiz.14

21 İman edenler ve soyları da kendilerini imanda izleyenler (var ya); biz onların soylarını da kendilerine katıp-eklemişiz. Onların amellerinden hiç bir şeyi eksiltmedik.15 Her kişi, kendi kazanmakta olduğuna karşılık bir rehindir.16

22 Onlarla, istek duyup-arzuladıkları meyvelerden ve etten de bol bol verdik.17

AÇIKLAMA

13. Burada "Henîen" kelimesi, içinde çok geniş bir mânâ taşımaktadır. Cennette insanlar, elde edecekleri herşeyi hiçbir eziyet ve zahmet olmadan elde edeceklerdir. Onların tükenmesi ya da azalması diye bir endişe olmayacak. O nimetler için insanın hiç masraf yapması gerekmeyecek. Onlar cennet ehlinin arzusuna ve gönlünün isteğine uygun olacak, ne zaman isterse hemen getirilecek. Orada bir misafir gibi bulunmayacak ki gönlünden geçeni istemekten utansın. Hepsi onun geçmiş amellerinin karşılığı ve önceki kazançlarının meyvesi olacak. Yemesi içmesinden dolayı hastalanma tehlikesi olmayacak. O nimetler açlığı gidermek ve hayatı devam ettirmek için değil, sadece zevk almak için olacak ve kişi ondan ne kadar zevk almak istiyorsa alacak, bundan dolayı da hiçbir hazımsızlık ve rahatsızlık duymayacak.

O gıdalar hiçbir şekilde pislik meydana getirici de olmayacak. Bundan dolayı "zevkle" dünyada yeme içmenin mânâsı cennette zevkle yeme içmenin mânâsından farklıdır. Ondan kat kat fazla, geniş, yüksek ve üstündür.

14. Fazla bilgi için bakınız: Saffat an: 26-29, Duhan an: 42.

15. Bu konu bundan önce Rad Suresi ayet 23 ve Mü'min Suresi ayet 8'de geçmişti. Ama burada o iki yerden daha da fazla büyük bir müjde verilmiştir.

Rad Suresi'ndeki ayette sadece: Cennet ehlinin babaları, dedeleri, evlatları, hanımları ve hanımlarından salih amel işlemiş olan kişiler de topluca onlarla cennete gireceklerdir, buyurulmuştu. Mü'min Suresi'nde de iman ehli hakkında melekler, Allah Teala'dan "Onların çocukları, eşleri ve babalarından salih amel işlemiş olanları da cennette onlarla buluştur" diye dua ettikleri anlatılmıştır.

Burada o iki ayetten daha fazla olarak şöyle buyurulmuştur. Eğer çocuklar, hangi iman derecesinde olursa olsun babalarının izinden gidiyor, onu takip ediyorsa, babalarının daha da güzel iman ve amelinden dolayı layık oldukları dereceye layık olmasalar bile, babaları ile buluşturulacaklardır. Bu buluşma arasıra birbirinin giderek başka biriyle buluşması gibi olmayacak. Onun için "Elhaknâhüm" kelimesi kullanılmıştır. Mânâsı: Onlar cennete onlarla birlikte bırakılacaklardır, demektir. Buna ilaveten, evlatla buluşturmak için babaların derecesi düşürülerek onlar aşağıya indirilmeyecek, aksine babalarla bir arada olmak için çocukların derecesi yükseltilerek onlar daha yükseğe ulaştırılacaklardır, açıklaması ile gönüller teskin edilmiştir. Burada şunu bilmek gerekir ki, bu ilahi buyruk ergenlik çağına ulaşıp da irade ve kendi isteği ile iman etmeye karar vermiş ve kendi arzusu ile imanlı ve sağlam büyüklerinin peşinden gidip, onlara uymuş olan büluğ çağına ermiş çocuklar hakkındadır. Mü'min bir kimsenin ergenlik çağına ulaşmadan önce ölen çocuklarına gelince, bunlar hakkında iman küfür, günah ve sevap gibi bir problem yoktur. O halde bunlar doğrudun doğruya cennete gidecekler ve babalarının gönülleri rahat etsin diye onlarla birlikte konulacaklardır.

16. Burada "Rehin" kelimesinin istiareli kullanılması geniş mânâ taşımasına sebep olmuştur. Bir kişi birinden bir miktar borç alır, borç veren de alacağının ödenmesi için teminat olarak borçlunun bir şeyini kendi yanında rehin tutarsa, o borcunu ödemediği müddetçe rehin geri verilmez. Belirtilen süre geçmesine rağmen rehin olan malını kurtarmazsa o rehin olunan şey alacaklının mülkiyetine geçmiş olur. Allah ile insan arasındaki muamelenin biçimi burada bu şekilde bir muameleye benzetilmiştir. Allah'ın insana dünyada bahşetttiği mal, mülk, güç, kuvvet, irade ve kabiliyetler, sanki Mevla'nın kullarına verdiği birer borçtur.

Bu borcun teminatı olarak da kulların nefsi Allah (c.c) katında rehindir. Kul bu malı, mülkü, bu güçleri ve iradeyi sağlam biçimde doğru yolda kullanarak iyilikler yapıp sevaplar kazanmak suretiyle borcunu öderse rehin olan şeyi yani nefsini kurtaracaktır. Yoksa o tutulup bırakılmayacaktır.

Önceki ayetin hemen arkasında bu mesele şu bakımdan buyurulmuştur ki; salih amel işlemiş mü'minlerin kendileri ne kadar yüksek dereceli kimseler olurlarsa olsunlar, çocuklarının rehinlerini geri alabilmeleri ancak kendi kazandıkları ile, kendi nefislerini kurtarmaları ile olabilecektir. Baba ve dedenin kazandığı sevaplar çocukları kurtarmayacaktır.

Evlat herhangi bir derecede olsa iman ve salih kimselere uyması sebebi ile kendini kurtarırsa elbette cennete onu aşağı mertebelerden yükseltmek, yüksek derecelerde baba ve dedeyi buluşturmak artık Allah'ın fazlı keremidir. Baba ve dedenin iyiliklerinin çocuklara yararı dokunabilir. Ama kendi kazançlarından dolayı, kendilerini cehenneme layık kılmışlarsa, baba ve dede hatırına, onların cennete konulması hiçbir surette mümkün değildir.

Bununla birlikte bu ayetten şu da anlaşılır: Aşağı derecede iyi çocukların yukarı derecedeki iyi babalarla buluşturulması, aslında o çocukların kazancının sonucu değil, babalarının kazancının sonucudur. Kendi amelleri ile bu nimete layık olanların gönlünü hoş etmek için çocukları onlarla buluşturulacaklardır.

Bu bakımdan Allah derecelerini düşürerek onları çocuklarının yanına göndermeyecek, aksine çocuklarından uzak kalış onların üzülmesine sebep olup onların üzerine Allah'ın nimetinin tamamlanmasında bir eksiklik kalmasın diye çocuklarının derecesi yükseltilerek onların yanına gönderilecektir.

17. Bu ayette cennet ehline mutlaka her çeşit et verileceği anlatılmış, Vakıa Suresi'nin 21. ayetinde de kuş etinden onlara ikram edilip yedirileceği buyurulmuştur. Bu etin cinsinin ne olduğunu iyice bilmemekteyiz. Ama Kur'an-ı Kerim'in açıklamalarında ve bazı hadislerde cennetin sütü hakkında, onun hayvanların memelerinden çıkan süt gibi olmadığı, cennet balı hakkında; arıların yaptığı gibi olmadığı, cennet şarabı hakkında da onun meyvelerin çürütülüp çıkartılan suyundan olmadığı, bilakis Allah'ın kudreti ile bütün bunların kaynaklardan çıkıp nehirlerden akacağı şeklinde belirtildiği gibi; cennet etinin de kesilmiş hayvan etinden olmayacağı, ama bunun da Allah'ın kudreti ile yaratılacağı şekli ile yukardıkilerle kıyas edilebilir. Yeryüzü maddelerinden doğrudan doğruya süt, bal ve şarap yaratabilen Allah'ın aynı maddelerden, hayvanların etinden daha da lezzetli et yaratması, kudretinin üstünde değildir. (Geniş bilgi için bakınız. Saffat an: 25, Muhammed an: 21-23)

23 Orada bir kadeh kapışır-çekişirler ki, onda, ne 'boş ve saçma bir söz', ne de bir günaha sokma yoktur.18

24 Kendileri için (görevlendirilmiş hizmetçi) civanlar,19 etrafında dönüp dolaşırlar; sanki (her biri) 'sedefte saklı inci gibi tertemiz, pırıl pırıl.'

25 Kimi kimine dönüp sorarlar;

AÇIKLAMA

18. Yani o şarap, içilince sarhoş eden, lüzumsuz gevezelikler yaptıran, yahut söğüp saydıran, kavga gürültüye götüren veya dünya şarabından içenlerin yaptığı gibi çirkin hareketler yaptıran şarap gibi olmayacak. (Geniş bilgi için bakınız. Saffat an: 27)

19. Ayette "Ğılmanun lehum" buyurulmayarak "Ğılmânuhum" buyurulsaydı onların dünyadaki hizmetcilerinin cennette de onlara hizmetçi yapılacağı zannedilebilirdi. Halbuki cennete giren herkes dünyada onu hak ettiğinden dolayı cennete girecektir. Dünyada hizmetini yaptığı kimseye, cennete girdikten sonra da hizmet etmesine hiçbir sebep yoktur. Dünyadaki bir hizmetçi, iyi amelleri sebebi ile cennette, hizmet ettiği adama göre daha yüksek mertebede de olabilir. Bu bakımdan "gılmanun lehum" buyurularak o yanlış anlamaya fırsat bırakılmamıştır.

Bu ifade, cennette onlara hizmet için tahsis edilmiş erkek çocuklar olacağına açıklık getirmiştir. (Geniş bilgi için bkz. Saffat an: 26)

26 Dediler ki: "Biz doğrusu daha önce, ailemiz (yakın akrabalarımız) içinde endişe edip-korkanlardık."20

27 "Şimdi Allah, bize lütufta bulundu ve bizi, 'hücrelere kadar işleyen kavurucu' azabdan korudu."21

28 "Hiç şüphesiz, biz bundan önce O'na dua (kulluk) ederdik. Gerçekten O, iyiliği bol, esirgemesi çok olanın ta kendisidir."

29 Şu halde sen, öğüt verip-hatırlat; çünkü sen, Rabbinin nimetiyle ne bir kâhinsin, ne de bir mecnun.22

30 Yoksa onlar: "Bir şairdir, biz ona zamanın felâketlerini gözlüyoruz" mu diyorlar?23

31 De ki: "Siz gözetleyip-durun; çünkü ben de sizinle birlikte gözetleyenlerdenim."24

AÇIKLAMA

20. Yani, "Biz orada zevku sefaya kapılıp, kendi alemimize gömülüp gaflette yaşamıyorduk. Bilakis Allah'ın bizi mes'ul tutacağı bir iş yapmayalım diye daima içimizde korku taşırdık."

İnsana en çok günah işleten şeyin, kişinin çoluk çocuğunu rahat yaşatması ve onlara iyi bir servet bırakması düşüncesi olduğundan dolayı bu ayette; bilhassa "Kendi ev halkı arasında korkarak hayat geçirme" olarak zikredilmiştir.

Bu yüzden o haram kazanır, başkalarının hakkına tecavüz eder ve çeşitli haram yollara sapar. Bundan dolayı cennet ehli aralarında şöyle diyecekler: Akibetimizin kötü olmasından bizi bilhassa kurtaran şey, çocuklarımızın arasında yaşarken onların hayatını müreffeh yapmak, muhteşem bir istikbal hazırlamak düşüncesinde olmayışımızdır.

Bu düşünce onların uğruna ahiretimizi mahvedecek dereceye ulaşan bir yolu seçmemize kadar bizi zorlamamıştı. Ve çocuklarımızı azaba layık kılacak bir yola itmedik.

21. Ayette "Semum" kelimesi geçmektedir, çok sıcak rüzgar demektir. Bu kelimeyle anlatılmak istenen, cehennemden yükselecek olan yakıcı alevlerin sıcak rüzgarlarıdır.

22. Yukarıda ahireti gözler önünde canlandırdıktan sonra hitap yönü Mekke kafirlerinin kötü tutumlarına yöneltilmiştir. Bu kötü tutumları ile onlar Hz. Peygamber'in (s.a.) davetine karşı koyuyorlardı. Ayette hitap dış görünüşü ile Hz. Peygambere'dir. Ama aslında onun vasıtası ile bu sözlerin Mekke kafirlerine duyurulması istenmiştir. Her ne zaman Peygamberimiz (s.a) onların önünde kıyamet, haşir, neşir, hesap ve kitap, azap ve mükafat, cennet ve cehennem hakkında söz söylese ve bu konuları içine alan Kur'an-ı Kerim ayetlerini; bu bilgiler bana Allah tarafından verildi ve Allah'ın şu buyrukları bana vahiy yolu ile indi diyerek onlara duyursa, Mekkeli müşriklerin liderleri, dini önderleri ve azgın adamları bu sözlere ehemmiyet verip üzerinde durmadıkları gibi, halkın da ilgi göstermesini istemezlerdi. Bu bakımdan onlar Peygamberimiz'e bazen o bir kahin, bazen o bir deli, bazen o bir şair bazen de o kendi kendine bu enteresan sözleri, sırf kendi otoritesini kurmak için uydurarak, bunlar Allah'ın indirdiği vahiydir diyerek bizi aldatıyor diyorlardı. Onlar bu çeşit iftiralarla halkı Peygamber'e karşı şüpheye düşüreceklerini ve böylece bütün sözlerinin boşa gideceğini düşünüyorlardı. Onların bu sözleri üzerine Allah şöyle buyurmaktadır: Ey Peygamber! Gerçek olan şeyler surenin başından buraya kadar anlatılanlardır. Eğer bu insanlar hâlâ sana kahin ve mecnun diyorlarsa önem vermemeye devam et. Çünkü Allah'ın lütfu ile sen ne bir kahinsin, ne de bir mecnun.

Kâhin, Arapça'da falcı, gaipten haber veren, düzenbaz mânâlarında kullanılır. Cahiliyet döneminde bu apayrı bir meslekti. Kahinler yıldızları tanıyıp onlara mânâ verdiklerini iddia ediyorlardı. İtikadı bozuk adamlar da onların böyle olduklarını, ruhlar, şeytanlar ve cinlerle özel temasa geçmelerinden dolayı gizli bilgileri öğrendiklerini zannediyorlardı. Kaybolan bir şeyi ve nerede olduğunu gösterebileceklerine, çalınan bir şeyin kim tarafından çalındığını bildireceklerine, talihini soranlara talihinde ne yazdığını bildiklerine inanıyorlardı.

İşte bu maksatlarla halk onlara gidiyor, onlar da halktan birşeyler alarak karşılığında geleceklerine ait gayb haberleri söylüyorlardı. Çok kere bu kahinler, mahallelerde halkın ilgisini çekmek için yüksek sesle bağırarak dolaşırlardı.

Ayrı bir sınıf olarak tanındıkları kılık kıyafetleri vardı. Dilleri de genel konuşma tarzından ayrı idi. Kafiyeli, seci'li cümleleri kendilerine haz lehçe ile yarı terennümle söylerler ve genellikle herkesin kendi niyetine göre anlayacağı yuvarlak mânâlı cümleler kullanırlardı. Kureyş ileri gelenleri halkı aldatmak için Hz. Peygamber'e kahin olma iftirasını yalnızca halkın gözünden saklı olan hakikatleri haber verdiğinden dolayı yapmışlardı. Çünkü Hz. Peygamber'in (s.a.) iddiası Allah tarafından bir melek gelerek kendisine vahiy indirildiği idi. Hz. Peygamber'in (s.a.) öne koyduğu Allah'ın kelamı da kafiyeli idi, ama Arabistan'da hiç kimse onların bu iftirasına kanamazdı. Çünkü kahinlerin mesleğini, kılık kıyafetini, dillerini ve işlerini herkes biliyordu. Onların ne yaptığını, ne maksatla insanların onların yanına uğradığını, onların da onlara neler söylediğini, seci'li, kafiyeli cümlelerin nasıl olduğunu ve hangi konuları içine aldığını bilmeyen yoktu. Daha önemlisi hiçbir kahinin işi o halkın o vakitte yaygın olan inançlarına karşı bir inancı ele alarak gece gündüz onu yaymak için canını tehlikeye atması ve onun uğruna bütün halkın düşmanlığını kazanması değildi. Bu bakımdan Hz. Peygamber'e (s.a) kahinlik iddiasının, laftan ibaret olsa da hiçbir yakışık alacak tarafı yoktu. Bu yakıştırmanın Hz. Peygamber'e yakışabileceğini, Arabistan'ın en geri zekalı adamı bile kabul edemezdi. Bu şekilde Peygamberimiz'e, Mekke kafirleri kendi gönüllerini teselli için mecnun iftirasını da yapıyorlardı. Nitekim bu devrin bazı Batılı utanmaz yazarları, İslama karşı kin ateşlerini söndürebilmek için Peygamberimiz'e sar'a nöbeti geldiğini (hâşâ) ve bu nöbet sırasında onun ağzından çıkan sözleri insanların vahiy zannettiklerini iddia etmişlerdir. Böyle mânâsız iddia ve iftiraları akıl sahibi bir kimse, ne o zaman değer verilecek bir iddia kabul etmişti, ne de bu gün hiçbir kimse Kur'an'ı okuyup Hz. Peygamber'in (s.a) liderliğinin hayret edilecek zaferini gördükten sonra, bunların hepsini sar'a nöbetlerinin meydana getirdiği bir tezahür olduğuna inanır.

23. Yani "Biz bu adama bir felaketin gelmesini ve herhangi bir şekilde bizim peşimizi bırakmasını bekliyoruz. Galiba onlar, Muhammed ilahlarımıza karşı geldiğinden ve onların iyiliklerini inkar ettiğinden dolayı ya ilahlarımızdan biri O'na bir darbe indirecek veya bir kahraman ortaya çıkıp, bu sözleri duyarak kendinden geçecek ve onu öldürecek hayalinde idiler.

24. Bunun iki mânâsı olabilir. Biri: "Ben de sizin bu arzunuzun yerine gelip gelmeyeceğine bakıyorum." Diğeri: "Musibet size mi yoksa bana mı gelecek, bekliyorum."

32 Yoksa bunu kendilerine saçma-akılları mı emretmektedir? Yoksa kendileri azgın bir kavim midir?25

33 Yoksa: "Onu kendisi uydurup-söyledi" mi diyorlar? Hayır, onlar iman etmiyorlar.26

34 Şu halde, eğer doğru sözlüler iseler, onun benzeri bir söz getirsinler.27

35 Yoksa onlar, hiç bir şey olmaksızın mı yaratıldılar? Yoksa yaratıcılar kendileri mi?

AÇIKLAMA

25. Ayetin bu iki ifadesi, muhaliflerin bütün propagandalarını boşa çıkararak, onları tamamen açığa çıkarmıştır.

İspatlamanın özeti şudur: Kureyş'in önderleri çok akıllı görünerek dolaşıyorlardı, ama onların akılları; şair olmayan birine şair deyin, bütün milletin çok akıllı bir kimse olarak bildiğine deli deyin ve kahinlikle uzaktan yakından hiçbir ilgisi olmayan birine zoraki kahin kararını verin mi diyor? Madem ki bu adamlar akla göre hükmedip karar veriyorlar, doğru dürüst hükümle karar versinler. Birbirine tamamen zıd kararlar, birbirleriyle uyuşup birleşmez. Nihayet bir insan aynı anda hem şair hem deli hem de kahin olamaz. Deli olan ne kahin olabilir ne de şair. Kahin ise şair olamaz, şairse kahin olamaz. Çünkü şiir dili ve anlattığı konular ayrı şeylerdir. Kahinliğin dili ve konuları ayrı şeylerdir. Bir söze aynı anda hem şiirdir demek, hem de kahinliktir diye karar vermek şiir ve kahinliğin farkını bilen insanın işi değildir.

Artık Hz. Muhammed'e karşı koymak için birbirine zıt bu sözlerin akıldan değil, baştan başa inat ve vicdansızlıktan kaynaklandığı açığa çıkmaktadır.

Kavmin bu büyük liderleri kaynayan inatlarının içinde körleşerek ciddi hiçbir insanın değer vermeyeceği, ipe sapa gelmez iddialarda bulunmuşlardır. (Geniş bilgi için bkz. A'raf an: 104, Yunus an: 3, İsra an: 53-54, Şuara an: 130-131, 140-144)

26. Bu buyrukda denmek istenen diğer bir ifade şudur: "Kureyşliler "Kur'an-ı Kerim Muhammed'in kendi yazıp çizdiği sözlerden ibarettir" diyorlar. O'nun sözü olmadığını onlar da biliyor, dil erbabı olan başkaları da biliyor. Sadece onu işitip bunun bir insan sözünden çok daha üstün ve yüce olduğunu açıkça hissettiklerinden değil, Hz. Muhammed'i (s.a) tanıyan herkes hakikaten onun sözü olmadığını anlayabilir. O halde sözün açıkçası ve doğrusu; Kur'an-ı Kerim'e Peygamber'in sözüdür diyenler, gerçekte iman etmek istemeyenlerdir. Bu yüzden de çeşitli, asılsız bahaneler uyduruyorlar. Onlardan bir bahane de işte ayette belirtilenlerdir. (Geniş bilgi için bkz. Yunus an: 21, Furkan an: 12, Kasas an: 64, Ankebut an: 88-89, Secde: 1-4, Fussilet an: 54, Ahkaf an: 8-10.

27. Yani mesele, bunun (Kur'an-ı Kerim'in) Hz. Muhammed'in (s.a.) sözü olmamasından ibaret değildir. Gerçek şu ki: Bu serapa insan sözü değildir. Ve böyle bir kelam yazılıp kitap haline getirilmesi insan gücünün üstündedir. Eğer siz buna insan sözü diyorsanız, o halde bu paye ve seviyede bir insan düzenlemesi olan kelamı getirip gösterin bakalım. Şu meydan okuyuş sadece Kureyş'e değil, hatta bütün dünya inkarcılarına ilk defa bu ayette yapılmıştır. Bundan sonra üç defa Mekke'de daha sonra da Medine'de son kere tekrarlandı. (Bakınız Yunus: 38, Hud: 13, İsra: 8, Bakara: 23) Fakat hiç kimse ne o zaman, ne de ondan sonra bugüne kadar Kur'an'a karşı çıkarılan bir insan eseri olan bir kitabı öne sürme cesaretini gösterememiştir. Bazı insanlar bu meydan okuyuşun gerçek şeklini anlamadıklarından dolayı diyorlar ki; "Değil, bir Kur'an, bir kişinin stilinde bile, başka biri, nesir veya nazım yazamaz. Homer, Mevlana, Şekspir, Göthe, Galip, Togor, İkbal bu bakımdan benzersiz kimselerdir. Onları taklit ederek, onlar gibi söz söyleyip yazmak kimsenin gücü, işi değildir."

Kur'an-ı Kerim'in meydan okuyuşuna bu cevabı verenler; "Bu sözün bir benzerini getirsinler" ifadesini Kur'an-ı Kerim tarzında yazılmış, onun gibi bir kitap yazmak şeklinde anlamışlardır. Halbuki bu meydan okuyuştan maksat, üslupta aynilik değil, aksine istenen; sadece Arapça ile yazılmış olmasa da dünyanın herhangi bir diliyle yazılmış da olsa Kur'an-ı Kerim'i bir mucize yapan özellikler açısından ona eş olabilecek seviyede bir kitabı getirin bakalım, demektir.

Özet olarak bazı önemli özellikler aşağıya alınmıştır. Bu özelliklerden dolayı Kur'an-ı Kerim önce de mucize idi, bugün de mucizedir:

1) Kur'an-ı Kerim, indiği dilin edebiyatının en üstün ve en muhteşem örneğidir. Bütün kitapta bir tek cümle dahi ölçüden sapmış değildir. İşlenen her konu en ölçülü kelimeler ve en uygun ifadelerle anlatılmıştır. Bir konu tekrar tekrar anlatılmıştır. Ve her tekrarda anlatış tarzı yenidir. Tekrarlamadan dolayı asla bir çirkin görüntü meydana gelmemektedir. Başından sonuna kadar bütün kitapta kelimelerin oturtuluşu, zümrütlerin traşlanarak hassasiyetle yuvalarına yerleştirilmesi gibidir. Söz o kadar tesirlidir ki, lisan erbabı birinin onu dinleyip de başının dönmemesi mümkün değildir. Hatta muhalif, inkarcı birinin ruhu bile vecde gelmektedir. 14 asır geçtikten sonra bile bu güne kadar bu kitap kendi dilinin edebiyatının en yüksek örneğidir. Eşit seviyede olması bir tarafa, hatta ona yakın olabilecek, onun değer ve seviyesine ulaşabilecek Arapça bir kitap yoktur. Mesele bundan ibaret değildir; zira bu kitap Arapça'yı öyle sarmıştır ki, 14 asır geçmesine rağmen bu dilin fesahat ölçüsü, kitabın koyduğu ölçüdür. Halbuki bu kadar uzun zamanda diller değişerek başka şekiller alıyorlar. Bu kadar uzun zamandanberi yazılış, cümle kuruluş, karşılıklı konuşma, gramer ve kelimelerin kullanılışı noktasında aynı şekilde kalan dünyada hiçbir dil yoktur. Ama bu sadece Arapça'yı yerinden kıpırdatmayan Kur'an-ı Kerim'in gücüdür. Bugüne kadar onun bir tek kelimesi bile kullanılmaz hale gelmemiş, her cümlesi Arap edebiyatında hâlâ kullanılmaktadır. O'nun edebiyatı bugün de Arapça'nın edebiyat ölçüsüdür. Yazı yazma ve konuşmada hâlâ bin dört yüz sene önce Kur'an-ı Kerim'de kullanılan dil tarzı fasih dildir. Dünyanın hiçbir dilinde bu değerde bir insan eseri var mıdır?

2) Bu, beşerin düşüncesine, ahlakına, medeniyet ve hayat tarzına bu kadar geniş, bu kadar derin ve bu kadar çok yönlü tesir yapan dünyada tek kitaptır. Bu bakımdan dünyada bir benzeri bulunamaz. Önce onun tesiri bir halkı değiştirdi, daha sonra o halk ayağa kalkarak dünyanın büyük bir bölümünü değiştirdi. Böylesine devrim yapmış ikinci bir kitap yoktur. Bu kitap sadece kağıt sahifelerde yazılı kalmamış, hayat içinde de her kelimesi düşünceler kurmuş ve apayrı bir medeniyet ortaya koymuştur. 14 asırdan beri onun bu tesir halkası devam etmekte ve her geçen gün de bu tesirler yayılmaktadır.

3) Bu kitabın bahsettiği konunun dairesi, ezelden ebede kadar bütün kainatı içine alan en geniş bir konudur. O, kainat hakikatı, başlangıç ve sonu, düzen ve kanunlarından bahsetmekte, kainatın yaratıcısının, düzenleyicisinin, yürütücüsünün kim olduğunu, insanlardan ne istediğini, üzerine kainat düzenini kurduğu gerçeğin ne olduğunu bildirmektedir. Kitapta insanın bu dünyadaki yeri ve değeri müşahhas bir şekilde belirtilerek, şu onun doğuştan gelen değeri, şu da yaratılıştan gelen yeridir, diyerek bunları değiştirmeye insanın gücünün yetmediği anlatılmıştır. O kitap, bu yer ve değer açısından insan için, hakikate tamamen uygun düşen en doğru düşünce ve amel yolunun ne olduğunu ve gerçekle çatışan yanlış yolun ne olduğunu, doğru yolun doğru oluşunu, yanlış yolun yanlışlığını göstererek yer ve göğün, teker teker her şeyinden, kainat sisteminin her köşesinden, insanın bedeni yapısından, insanın kendi tarihinden sayısız deliller verilmektedir. Bununla birlikte insanın yanlış yollara nasıl ve ne sebeplerle saptığını, daima tek olan ve tek kalacak olan doğru yolun nasıl bilinip tanınacağını, her devirde o doğru yolun nasıl gösterildiğini de anlatmaktadır. Doğru yolu sadece göstermekle kalmamakta o yol üzerinde yürümek için tam bir hayat düzeni planı sunmakta ve bu planda inanç, ibadet, ahlak, nefsin kötülüklerinden arındırılması, adabı muaşeret, medeniyet, iksitat, siyaset, adalet yani insan hayatının her yönü ile ilgili son derece sağlam bir sistem ortaya koymaktadır.

Bunlara ek olarak o kitap gayet geniş ve açık şekilde bu doğru yola gitme ve yanlış yolda yürümenin bu dünyadaki sonucu ve dünyanın mevcut sisteminin son bulmasından sonra öbür alemde meydana gelecek sonuçları bildirmekte, bu alemin son buluşunu, diğer alemin meydana gelişini uzun uzun çizgilerle anlatmakta, bu değişmenin bütün safhalarını teker teker anlatırken, diğer alemin mükemmel planını gözler önüne sermektedir. Ve sonra insanın orada nasıl ikinci bir hayata kavuşacağı, dünyadaki amellerinin hesabını nasıl vereceği, nelerden sorguya çekileceği, amel defterinin inkar edemeyeceği şekilde nasıl önüne konacağı, onun ispatı konusunda nasıl sağlam şahitlikler ortaya sürüleceği, mükafat veya cezaya uğrayanların neden dolayı, mükafat ve ceza alanların nasıl ve ne şekilde amellerinin cezasını görecekleri saf ve berrak olarak anlatılmıştır.

Bu geniş konuda, bu kitapta anlatılanlar kitap sahibi tarafından irili ufaklı bazı maddeleri bir araya getirerek birtakım benzetmelerden bir bina kurma tarzı ile değil, kitabın sahibinin hakikati doğrudan doğruya bildiğini gösteren bir tarzda anlatılmıştır. O kitabın sahibinin gözü ezelden ebede herşeyi görür, bütün hakikatler ona açık ve ayandır. Kainat baştanbaşa O'nun önünde açık bir kitap gibidir.

İnsanlığın başlangıcından sonuna kadar değil, hatta son bulmasından sonra ikinci hayatına kadar dahi O, onu bir bakışta görmektedir. Tahmin ve benzetmeye göre değil, ilme dayanarak insanlığa önderlik etmektedir. İlim açısından ileri sürdüğü hakikatlerden hiçbirinin bugüne kadar yanlış olduğu görülmemiş, onun ortaya koyduğu insan ve kainat kavramının bütün görüntülerini ve meydana gelişlerini mükemmel bir şekilde ispatlamakta, delillerini gözler önüne koymakta ve her ilim dalında incelemeye esas tutmaktadır. Felsefe, fen ve sosyal ilimlerde en son ortaya çıkan bütün soruların cevabı bu kitapta vardır. Aralarında da öyle mantıki bağlar vardır ki bunlar üzerine mükemmel, sağlam ve herşeyi içine alan bir düşünce sistemi ortaya çıkmaktadır. Ameli açıdan hayatın her yönüyle ilgili, insana verdiği önderlik, sadece son derece akla uygun, son derece temiz olmaktan ibaret değildir. 14 asırdan beri yeryüzünün çeşitli köşelerinde sayısız insanın fiilen ona uyması ve tecrübesi, onun en iyi olduğunu göstermiş ve ispat etmiştir. Bu değerde bir insan eseri dünyada var mıdır? Olmuşsa onu bu kitapla karşılaştırmak mümkün müdür?

4) Bu kitabın tamamı bir anda yazılarak dünyanın önüne sürülmemiş, aksine birkaç emirle yol gösterilerek ıslah hareketine bir başlangıç yapılmıştır. Bundan sonra da 23 sene boyunca devam eden vahiy gelişi, Kur'an'ın indirilişi, hangi merhalelerden geçmiştir? O insanlarının durumlarına ve ihtiyaçlarına uygun olarak inen o kitabın bölümleri, o hareketin önderinin diliyle bazen uzun hitaplar, bazen kısa cümleler halinde ifade edilip gelmiştir. Sonra bu mesajın, yani ilahi tebliğatın tamamlanması üzerine, çeşitli zamanlarda inen bu bölümler "Kur'an" adı ile anılan mükemmel bir kitap halinde tertip edilerek dünyanın önüne konulmuştur.

Hareketin liderinin ifadesi ile anlaşılıyor ki, bu hitaplar ve cümleler o Peygamber'in kendisinden değildir ve fakat alemlerin Rabbi tarafından ona indirilmiştir.

Biri çıkar bu ifadelerin o Peygamber'in kendisinin olduğunu iddia ederse; o zaman bütün bir dünya tarihi içinde öyle bir benzer göstermeli ki herhangi bir insanın seneler boyunca hiç durmadan, mazzam içtimai hareketin tek başına liderliğini yaparak, bazen bir nasihatçı ve ahlak öğreticisi bazen zavallı bir topluluğun yol göstericisi, bazen bir memleket lideri bazen savaşan bir ordunun komutanı, bazen bir fatih, bazan kanun koyan, kanun yapan olarak, yani genellikle çeşitli zaman ve durumlarda pek çok açıdan yaptığı konuşmaların veya söylediği sözlerin bir araya getirilerek sağlam, mükemmel ve herşeyi içine alan bir düşünce ve amel sistemi kurulması ve bu kitabın hiçbir yerinde bir tezadın, çelişkinin bulunmaması, başından sonuna kadar bir merkezi düşüncenin ve fikir zincirinin göze çarpması gibi özellikleri taşıdığını göstermesi gerekir. Ve o kişinin mesajını sunmaya başladığı ilk günden son güne kadar herşeyi içine alan bir inanaç ve amel sistemini kurduğunu, kitabının her parçasının diğer parçalarına tam uygunluk göstermesi gerektiğini, bu kitabı okuyan akıl ve zeka sahibinin davetin başlangıcından sonuna kadar ne yapmak istediğini çok iyi bildiğini anlamasını, işin ortasında aklına gelen şeyi daha önce düşünemediğinden dolayı değiştirmek mecburiyetinde kalmadığını da ispat etmesi gerekir. Kendi zihni yaratıcılığının bu şaheser üstünlüğünü gösteren bir insan geçmişse, bunu da bize tanıtması gerekir.

5) Bu hitap ve cümlelerin ağzından çıktığı önder, aniden bir köşeden çıkarak sadece bunları söylemek için gelmemiş ve onları söyledikten sonra da bir yere çekip gitmemişti. O bu hareketi başlatmadan önce insanlar arasında yaşamaya devam etmişti. Konuşma ve anlatış tarzını ve ifade şeklini herkes iyi tanıyordu. Arapça bilenlerin, okuyarak, o önderin üslubunun nasıl olduğunu kolaylıkla anlayacakları büyük bir hadis bölümü el'an mevcuttu. Onunla aynı dili konuşan insanlar o zaman rahatça anlıyorlardı, bu günün Arapça bilenleri de bu kitabın dilinin ve üslubunun o önderin dili ve üslubundan farklı olduğunu anlarlar. Hatta onun konuşmalarının bir yerinde bu kitabın küçük bir parçası geçse, ikisinin dil ve üslup farkı orada tamamen açık bir şekilde görülür. Soru şudur ki: Acaba dünyada hiçbir insan seneler senesi kesin iki ayrı üslupta konuşma zorluğuna katlanabilir mi? Ve bu iki üslubun, aslında aynı kişiye ait olduğunu gizleyebilir mi? Geçici ve bir vakte ait olmak üzere bu çeşit uydurmalarda muvaffak olmak mümkündür. Bir kişi dili ve üslubu farklı olarak Allah'tan gelen vahiy tarzı ile konuşmayı ve kendi adına konuşup söyleyince de dil ve üslubunu tamamen farklı kullanmayı sürekli 23 sene boyunca nasıl becerebilir?

6) Bu hareketi yürütme sırasında hareketin önderi çeşitli hallere düçar olmuştu. Bazen o kendi vatandaşları, kendi kabilesi adamlarının alay, hakaret ve ağır eziyet ve zulmüne hedef olmuştu. Bazen arkadaşlarına o kadar baskı yapılmış, o kadar işkenceler yapılmıştı ki ülkelerini terkedip gitmeye mecbur olmuşlardı. Bazen düşmanlar onu öldürmeye çalıştılar, kendisi de memleketinden hicret etmek zorunda kaldı, bazen sonu gelmeyen zorluklar içinde ve açlıkla karşı karşıya yaşamak durumunda kaldı. Bazen ardarda mağlubiyet ve zafer, ikisinin de olduğu savaşlara da sıra geldi. Bazen düşmanlarına galip geldi. Onlar ki, ona çok zulüm yapmışlardı. Onun önünde baş eğiyor göründüler. Bazen de birine az nasip olan iktidara da sahip oldu. Bütün bu durumlarda bir insanın duygularının aynı olamayacağı açıktır. O önderin bu çeşitli hadiselerdeki kendine ait konuşmalarında, bir insanın kalbinde meydana gelebilecek bütün duyguların tesiri açıkça görülür. Fakat bu çeşitli durumlarda onun ağzından işitilen sözler Allah tarafından gelen vahiy olarak söylenmişse beşeri duygulardan tamamen uzak olduğu görülecektir. Hiçbir şöhretli eleştirici o kitabın bir yerine parmak basarak, şurada beşeri duyguların harekete geçtiği görülüyor diyemez.

7) Bu kitapta olan her geniş bilgi o devrin Arapları, Bizans, Yunan ve İranlıları bir tarafa şu 20. asrın büyük ilim erbabında bile görülmez. Bugün felsefe, fen ve sosyal ilimlerin herhangi bir dalının incelenmesinde ömür tükettikten sonra insan ancak bu ilim dalının derinliğine ulaşabiliyor. Daha sonra da aynı adam dikkatle Kur'an-ı Kerim'i incelerse o ilim dalında karşılaştığı soruların açık bir cevabını bu kitapta buluyor. Bu iş sadece bir ilim konusu ile sınırlı değil, insan ve kainatla ilgili bütün ilimlerde geçerlidir. O halde 14 asır önce Arabistan çöllerinde okuma yazma bilmeyen birinin, ilmin her dalında bu kadar geniş bilgiye sahip olduğu ve onun her temel meseleyi inceleyerek açık ve kesin çözümler getirdiği nasıl iddia edilebilir?

Her ne kadar Kur'an-ı Kerim'in icazının bunlardan başka yönleri varsa da, insan sadece bu birkaç yönü incelemesi ile anlayacaktır ki, Kur'an-ı Kerim'in bir mucize oluşu, nazil olduğu zaman ne kadar açıksa, bugün kat kat daha fazla açıktır. İnşaallah kıyamete kadar da daha açık olmaya devam edecektir.

36 Yoksa gökleri ve yeri onlar mı yarattılar? Hayır; onlar, kesin bir bilgiyle inanmıyorlar.28

37 Yoksa Rabbinin hazineleri onların yanında mıdır? Yoksa üstün güç (her şeyin denetim ve yönetim) sahipleri kendileri midir?29

38 Yoksa onların bir merdivenleri mi var (ki) onunla (yükselip en yüce makamda konuşulanları) dinliyorlar? Öyleyse, dinleyenleri açık bir delil getirsin.

39 Yoksa kızlar O'nundur da erkek-çocuklar sizin mi?30

AÇIKLAMA

28. Bundan önceki ayetlerde ortaya sürülen sorular Hz. Muhammed'in (s.a) peygamberlik davasını yalanlamak için Mekke kafirlerinin uydurdukları sözlerin akıl ve mantıkla ilgisi olmadığını onlara hissettirmek içindi. Bu ayette ise onlara şu soru soruluyor: Muhammed'in davetinde ne var ki bunun üzerine siz o kadar bozuluyor, öfkeleniyorsunuz? O ancak, "Allah sizin yaratıcınızdır, ve sadece O'na kulluk etmelisiniz" diyor. Buna sizin bozulup öfkelenmenizin nihayet makul bir sebebi olmalı. Siz kendiliğinden mi yaratıldınız, sizi yaratıcı biri yaratmadı mı veya kendi kendinizi mi yarattınız yahut bu koca kainat sizin eseriniz mi? Bunlardan bir tanesi bile doğru değilse yaratıcınızın ancak Allah olduğuna, bu kainatın yaratıcısının da O olduğuna kendiliğinizden inanıyorsunuz, kabul ediyorsunuz demektir. O halde size, "Ancak O Allah kulluk yapmanıza ve tapınmanıza layıktır" diyen insana niçin kızıyorsunuz? Kızılacak mesele; yaratıcı olmayana kulluk yapılması, yaratıcı olana kulluk yapılmamasıdır.

Diliniz ile siz, Allah'ın sizi ve kainatın yaratıcısı olduğunu ikrar ediyorsunuz, ama siz hakikaten buna inanıyorsanız o halde ona kulluk yapmaya çağırana bu kadar el uzatmayın, kötülük yapmayın.

Bu, müşriklerin batıl inançlarını kökünden sallayan dehşetli ve muhteşem bir soru idi. Buhari ve Müslim'in rivayetine göre: Cübeyr bin Mut'im, Bedir Savaşı'ndan sonra Kureyşli esirlerin serbest bırakılmaları için Mekkeli müşrikler tarafından konuşmak üzere Medine'ye gönderilmişti. Medine'ye geldiklerinde Hz. Peygamber (s.a) akşam namazını kıldırıyor, namazda da Tûr Suresi'ni okuyordu. Cübeyr'in kendisi şöyle anlatıyor: "Hz. Peygamber surenin bu bölümüne geldiğinde, heyecandan kalbim göğsümden dışarı fırlayacak zannettim." O gün bu ayetleri işitmesi ile İslam onun kalbine kök saldı, daha sonra müslüman olmasının önemli sebeplerinden biri oldu.

29. Bu, Mekkeli kafirlerin "Neden Abdullah oğlu Muhammed peygamber yapıldı?" diye yaptıkları itiraza cevaptır. Bu cevapta şu denmek istenmektedir: Bu insanları Allah'tan başkasına ibadet etme sapıklığından kurtarmak için mutlaka birinin peygamber kılınması gerekiyordu. Sormak icap ederse, Allah kimi peygamberi yapmalı, kimi yapmamalı buna karar vermek kimin işidir? Bu insanlar Allah'ın gönderdiği peygambere inanmayı reddederlerse bunun mânâsı: Ya Allah'ın ilahlığına kendilerinin sahip olduğuna inanıyorlar demektir veya ilahlığın sahibi Allah'tır ama karar ve hüküm kendilerinin demektir.

30. Bu kısa ayetlerde çok geniş ispatlar ortaya sürülmüştür. Bunun geniş mânâsı şudur: Siz Peygamber'in sözüne inanmıyorsanız o halde yanınızda doğrudan doğruya gerçeği tanımak için başka ne vasıta vardır? Sizden biri kainat ötesine ulaştı da Allah veya meleklerinden doğrudan, kendi dininizin uydurma inançlarının hakikatle tamamen uygun olduğunu mu öğrendi? Biri bunu iddia ediyorsa ortaya çıksın ve ne zaman ve nasıl kainat ötesine ulaştığını ve oradan ne gibi malumat alıp geldiğini söylesin. Böyle bir iddianız yoksa o zaman düşünün ki siz alemlerin Rabbi olan Allah'a çocuklar yakıştırıyorsunuz, çocuklardan da kendiniz yüz karası ve utanç sebebi kabul ettiğiniz kızları!... Bundan daha gülünç inanç ne olabilir? Bilgisizce bu çeşit açık cehalet karanlıklarında yuvarlanıyorsunuz da Allah tarafından ilim ışığını size getiren kimseye can düşmanı oluyorsunuz.

40 Yoksa sen onlardan bir ücret mi istiyorsun ki, haksız bir borçtan dolayı onlar, ağır bir yük altındadırlar?31

41 Yoksa gayb (bilgisi) onların katında mıdır, böylece onlar yazıp duruyorlar?32

42 Yoksa hileli-bir düzen mi kurmak istiyorlar?33 Fakat o küfretmekte olanlar, kendileri hileli-düzene düşecek olanlardır.34

AÇIKLAMA

31. Burada sorunun hedefi ve sözün muhatabı kafirlerdir. Şu söylenmek istenmektedir; eğer Hz. Peygamber (s.a.) sizden bir şey bekliyor da, bir ard niyeti varsa ve bütün bu didinip uğraşmalarını şahsi menfaati için yapıyorsa bu, sizin ondan uzak kalmanızın en azından makul bir sebebi olabilir. Ama siz kendiniz de biliyorsunuz ki, o bu davetinde hiçbir ard niyet taşımamaktadır, hiç bir menfaat beklememektedir ve sadece sizin iyiliğiniz için gece gündüz çalışmaktadır.

O halde neden siz sükunetle onun sözlerini dinlemeye bile yanaşmıyorsunuz? Bu soruda hoş bir tenkit vardır. Bütün dünyanın yapmacık liderleri ve dini merkezlerin devamlı sakinleri gibi Arabistan'da müşriklerin liderleri, papaz ve dini önderleri, serbestçe dini işleri yürütürlerdi. Bundan dolayı onlara bu soru sorulmuştur ki: Bir tarafta açık açık sizden bağışlar ve adaklar alan, her dini hizmet için ücret isteyen din tüccarları var, diğer tarafta; hiçbir menfaat gözetmeyen hatta kendi ticari işlerini bırakıp son derece akıl ve mantıkla size dinin doğru yolunu göstermeye çalışan mükemmel bir insan var. Bu durum karşısında hâlâ sizin bu peygamberden kaçmanız ve o menfaatçilere koşmanız akılsızlık değil de nedir?

32. Yani Peygamber'in (s.a) size gösterdiği hakikatleri yalanlamanız için görünen perdenin arkasında gizlenmiş olan hakikatleri doğrudan doğruya bildiğinizi iddia edebildiğiniz ne gibi bir bilginiz var? Hakikaten Allah'ın bir olmadığını, kendinize ma'but yaptıklarınızın hepsinin de ilahlık sıfatları ve yetkileri taşıdığını biliyor musunuz? Ve hakikaten siz melekleri gördünüz mü de, "Onlar kız'dırlar ve -hâşâ- Allah'dan doğmuşlardır" diyorsunuz.

Gerçekten hiçbir vahyin, ne Muhammed'e ne de başka bir kula gelmediğini biliyor musunuz? Kıyametin kopmayacağını, öldükten sonra yeni bir hayatın olmayacağını, insanların hesaba çekileceği ve onlara ceza ve mükafat verileceği bir ahiret aleminin olmayacağını gerçekten biliyor musunuz? Böyle bir iddianız varsa, Hz. Peygamber'in (s.a) anlattığının hakikat olmadığını, gayb perdesinin arkasına geçerek gördüğünüzden dolayı Hz. Peygamber'in (s.a) sözlerini yalanladığınızı yazı ile ispatlamaya hazır mısınız? Burada biri çıkar da, böyle bir soruya karşı cevap vermek için o adamlar inatları sebebiyle rastgele bir yazı yazarlarsa ispatlamaları mânâsız olmaz mı diye tereddüt edebilir. Fakat bu tereddüt yersizdir; çünkü inat ve aksiliklerinden dolayı yazsalar bile bu uydurma yazı ve sahtekarlık herkese sunulacaktı, herkes de kör değildi. Her şahıs bu yazının baştanbaşa saçmalık ve zoraki yazılmış olduğunu bilecekti. Gerçekte peygamberin anlattıklarını yalanlamanın sebebi hiçbir zaman onlardan birinin bu sözlerin gerçeğe ters düştüğünü bildiğinden dolayı değildi.

33. Mekkeli kafirlerin Hz. Peygamber'e (s.a) suikast yapmak, onu öldürmek için aralarında plan kurduklarına işarettir.

34. Bu ayette bildirilen, Kur'an-ı Kerim'in açıkça önceden haber verdiklerinden biridir. Mekke döneminin ilk günlerinde kimsesiz ve yoksul bir avuç müslümandan başka görünüşte Hz.Peygamber'in (s.a) yanında hiçbir güç yoktur. Herkes ona karşı mücadele veriyordu. İslam ve küfür mücadelesini gören herkes bu mücadelenin katiyyen eşit şartlarda yapılmadığını görüyordu. Hiçbir kimse o günlerde, birkaç sene sonra burada küfür döşeğinin tiftiğinin atılmak üzere olduğunu düşünemezdi. Hatta işin dış görünüşüne bakanlar, Kureyş ve diğer bütün Arap kabilelerinin karşı çıkması sonucu, bu yeni dine çağrının sona ereceğini tahmin ediyorlardı. Fakat işte böyle bir durumda, bütün kesinliği ile kafirlere açık açık şöyle hitap edildi: Bu çağrıyı kırmak, yenmek için almak istediğiniz tedbirlerin hepsini alın, yapacağınız oyunların hepsini yapın görün bakalım. Onların hepsi size geri dönecektir. Ve siz asla onu yenemeyeceksiniz.

43 Yoksa onların, Allah'ın dışında başka bir ilahları mı var? Allah, onların şirk koşmakta olduklarından yücedir.35

44 Eğer gökten bir parçanın düşmekte olduğunu görseler bile. "Üst üste katlanıp-yığılmış bir buluttur." derler.36

45 Öyleyse sen onları kendisinde (en dayanılmaz azabla) çarpılacakları günlerine kavuşuncaya kadar bırak.

46 O gün, ne hileli-düzenleri kendilerine herhangi bir şeyle yarar sağlayacak, ne de kendileri yardım görecekler.

47 Hiç şüphe yok, zulmetmekte olanlara, bundan önce de bir azab vardır; ancak onların çoğu bilmiyorlar.37

48 Artık sen, Rabbinin hükmüne sabret;38 çünkü gerçekten sen, bizim gözlerimizin önündesin.39 Ve her kalkışında da Rabbini hamd ile tesbih et,40

49 Gecenin bir bölümünde 41ve yıldızların batışının ardında da O'nu tesbih et.42

AÇIKLAMA

35. Yani gerçek şudur ki; onların ilah kabul ettikleri gerçekte ilah değillerdir. Allah'a ortak koşma tamamen aslı astarı olmayan bir şeydir. Allah'ın birliğini ilan ederek ona çağıran herkesin yanında hakkın ve doğrunun gücü vardır. Küfür ve şirki koruyanlar aslı astarı olmayan bir şeyin mücadelesini vermektedirler. Bu mücadelede küfür ve şirk nasıl olupda zafer kazanacak, muvaffak olacaktır?

36. Bu ilahi buyruğun hedefi, bir yönden Kureyş önderlerinin haksızlıklarını, aksilik ve inatlarını açığa çıkarmak, diğer yönden Hz. Peygamber'i (s.a) ve arkadaşlarını teselli etmektir. Peygamberimiz ve Sahabe-i Kiram'ın gönlünde defalarca; "Şu adamlara Allah Teala'dan bir mucize gösterilse de onunla bu adamlar, Hz. Muhammed'in (s.a.) peygamberliğinin doğru olduğuna inansalar" diye dilekler meydana gelirdi. Bunun üzerine: "Bunlar kendi gözleriyle bir mucize görseler de onu başka şeye yorumlayarak küfürlerinde ısrar etmeye sebep arayıp çıkarırlar. Çünkü onların gönlü iman etmeye hazır değil" buyurulmuştur. Kur'an-ı Kerim'in diğer çeşitli yerlerinde de onların bu inatçılıkları zikredilmiştir. Mesela: En'am Suresi'nin 111. ayetinde "Biz eğer hakikaten onlara melekleri de indirse idik, ölüler de konuşsaydı bütün varlıkları karşılarında toplayarak senin topluluğuna şahit ve kefil gösterseydik, Allah dilemedikçe yine şüphe yok ki iman edecek değillerdi" buyurulmuş ve Hicr Suresi'nin 15. ayetinde de "O müşriklere gökten bir kapı açsak da oradan yukarı çıksalar ve gözleri ile göreceklerini görseler, şöyle diyeceklerdi "Muhakkak ki gözlerimiz döndürüldü, daha doğrusu biz büyülenmiş bir topluluğuz" buyurulmuştur.

37. Bu, Secde Suresi'nin 21. ayetinde geçen konunun tekrarıdır. "O büyük azaptan önce biz bu dünyada o kafirlere küçük azaplardan tattıracağız. Umulur ki bu isyankar tutumlarından vazgeçerler." Yani dünyada arasıra teker teker kişilere veya tüm halka musibetler, felaketler gönderip, yukarda daha büyük bir kuvvetin kaderlerini tayin ettiğini, haklarında kararlar verdiğini bu kararları da kimsenin değiştermeye gücü yetmediğini onlara hatırlatacağız. Fakat son derece cahil olan bu insanlar ne daha önce bu olaylardan ders aldılar ne de gelecekte ders alacaklar. Onlar dünyada vukua gelen olayların mânâsını anlamamaktadırlar. Bundan dolayı onları hakikati kavramaktan daha çok uzaklaştıran tevillere gitmektedirler. Onların beyni zındıklıklarının veya şirklerinin yanlışlığını açığa çıkaran tevillere asla yanaşmaz. İşin aslı, meselenin özü, Peygamberimizin şu hadiste anlattığı gibidir. "Münafık; hasta olduğu, sonrada iyi olduğu zaman, sahiblerinin onu bağladıkları zaman niçin bağladıklarını anlamayan, çözdükleri zaman da niçin çözdüklerini anlamayan bir deveye benzer." (Ebu Davud, Kitabu'l-Cenaiz)" (Geniş bilgi için bkz. Enbiya an: 45, Neml an: 66, Ankebut an: 72-73)

38. "Sabır ve doğrulukla Rabbinin emrini yerine getirmeye tahammül et" şeklinde başka bir mânâ daha verilebilir.

39. Yani "Biz seni koruyoruz, seni kendi haline bırakmadık."

40. Bu buyruğun birkaç mânâsı olabilir ve onların hepsinin de murad edildiği uzak bir ihtimal değildir. Bu ayetten anlaşılanlardan biri şudur: "Bir meclisten kalktığınız zaman Allah'a hamd ve tesbih ederek kalkın. Bununla o mecliste söylenen bütün sözlerin keffareti verilmiş olur" Ebu Davud, Tirmizi, Nesei ve Hakim Hz. Ebu Hureyre vasıtasıyla peygamberimizin şu buyruğunu nakletmişlerdir. "Çok miktarda rastgele konuşulan bir mecliste oturan bir kişi, o meclisten ayrılmadan önce şöyle söylerse Allah onun orada yapılan yanlışlıklardan kazandığı günahını affeder. "Subhanekellahumme ve bihamdik. Eşhedüenla ilahe illa ente. Estağfiruk ve etûbu ileyk" (Ey Allahım! Sana hamdederek seni tesbih ederim, senden başka ilah olmadığına şahadet ederim. Senden bağışlanma diliyor ve huzurunda tevbe ediyorum.) "İkinci anlaşılan şekil şudur: "Siz uykunuzdan uyanıp, yatağınızdan kalktığınız zaman Rabbinizi tesbih ederek ona hamdediniz" Peygamberimiz bunu da yapmıştı ve Sahabe-i Kiram'a da uykudan uyandığınız zaman şöyle söyleyin demişti: "Lailahe illallahu vahdehu la şerikeleh, lehul mülkü ve lehu'l hamdu ve huve ala kulli şey'in kadir. Subhanallah, velhamdulillah ve lailahe illallahu" (Müsned-i Ahmed, Buhari, Ubade bin Sabit'in rivayetine göre) Üçüncü anlaşılan mânâ ise şöyledir: "Siz namaz kılmak için ayağa kalktığınız zaman Allah'ı hamd ve tesbih ile namaza başlayın." Peygamberimiz (s.a) bu emre uyulması için namazın başında alınan iftitah tekbirinden sonra şöyle söyleyiniz demiştir: "Subhanekellahumme ve bihamdik ve tebarekesmuk ve teala cedduk ve la ilahe gayruk." Dördüncü anlaşılan mânâ ise şöyledir: "Siz Allah yoluna davet için harekete geçtiğiniz zaman ona, Allah'a hamd ve tesbih ile başlayınız". Bunu da Peygamberimiz (s.a) sürekli yapmıştır. Çünkü konuşmalarına ve hutbelerine daima Allah'a hamd ve ona övgü ile başlardı.

Müfessir İbni Cerir'in anlattığına göre, diğer bir mânâ da şöyledir, "Siz öğle uykusundan kalktığınız zaman namaz kılınız" Bu namaz da öğle namazıdır.

41. Bundan maksat: Hem akşam, hem de yatsı ve teheccüd namazlarıdır. Hem Kur'an-ı Kerim okumak, hem de Allah'ı zikretmektir.

42. Yıldızların geri dönmesinden maksat, gecenin son parçasında onların batması ve sabah aydınlığının görünmesi ile yıldızların ışığının sönmesidir. Bu da sabah namazı vaktidir.

TUR SÜRESİ(Seyyid KUTUB)

1- Andolsun Tur'a.

2- Satır satır yazılmış Kitab'a;

3- Yayılmış ince deri üzerine.

4- Ma'mur bir ev olan Ka'be'ye.

5- Yükseltilmiş tavan gibi göğe.

6- Kaynatılmış denize

7- Rabbinin azabı hiç şüphesiz gelecektir.

8- Ona engel olacak bir şey yoktur.

9- O gün gök, sarsıldıkça çalkalanacak.

10- Dağlar bir yürüyüş yürür ki...

11- O gün, yalanlayanların vay haline.

12-- Ki onlar o daldıkları batı! içinde oyalanıp duranlardır.

13- O gün şöyle denilerek cehennem ateşine itilirler:

14- "İşte yalanlayıp durduğunuz cehennem budur!"

15- "Bir büyü müdür bu, yoksa görmüyor musunuz?"

16- "Girin ona ister dayanın, ister dayanmayın"' sizin için birdir. Anlattıklarımıza göre cezalandırılacaksınız."

Bu kısa kısa ayetler, name ve ahenk dolu duraklar (fasıllar), kesin etkiler daha surenin başında sureye eşlik etmektedir. Önce sure bir tek sözcük ile başlamakta, sonra iki olmakta, sonra yavaş yavaş uzayarak paragrafın (bölümün) sonunda on iki kelimeye ulaşmaktadır. Ama etki gücünden hiçbir şey kaybetmemektedir.

''Tur'' ormanlı dağ demektir. Ancak ağır basan görüşe göre burada geçen Tur sözcüğü ile, Hz. Musa -selâm üzerine olsun- hikayesinde geçen ve üzerinde O'na kutsal sayfaların indirildiği ve Kur'an'da bilinen bir dağıdır. Surenin başındaki atmosfer kutsal şeylerin atmosferidir. Bundan dolayı yüce Allah bu kutsal şeyler üstüne yemin etmekte ve ilerde büyük bir olay olacağını beyan etmektedir.

"Yayılmış ince deri üzerine yazılmış kitap"tan maksat ne olabilir? En yalın ihtimale göre, bu kutsal sayfalarda yazılı Hz. Musa'nın kitabıdır. Çünkü onunla Tur dağı arasında bir ilişki vardır. Bazı alimler ayetin ilerisinde yer alan, mamur olan ev yükseltilmiş tavan ifadelerine uygun olarak bunun levh-i mahfuz olduğunu ileri sürmüşlerdir. Buradaki "yazılmış kitap" deyimi ile "levh-i mahfuz 'un kastedilmiş olması da uzak bir ihtimal değildir. .

"Mamur olan ev" ise Kabe olabilir. Ancak Buhari ve Müslim'de yeralan Mirac hadisesinde yer aldığı üzere, gökteki meleklerin ibadet evi olması ağır basmaktadır. Nitekim İsra hadisinde şöyle yer almaktadır: "Sonra beyt-i ma'mura (mamur eve) yükseltildim. Bir de ne göreyim oraya hergün yetmiş bin melek giriyor ve yaşadıkları müddetçe bir daha geri dönmüyorlar." Yani, melekler orada ibadet ediyorlar ve insanlar nasıl Kabe'yi tavaf ediyorlarsa onlar da o evi öyle tavaf ediyorlar.

Yükseltilmiş tavan ise gökyüzüdür. Bunu Süfyan es-Sevri, Şu'be, Ebul Ahvas, Semmak babası Halit, babası Arara o da Hz. Ali'den naklederler. Süfyan der ki: Hz. Ali ayete bu anlamı verdikten sonra "Göğü dengesizlikten korunmuş bir tavan, bir çatı yaptık, onlar ise, gökteki ayetlere, düşündürücü kanıtlara dönüp bakmıyorlar" (Enbiya 32) ayetini okudu. Dolu deniz ise, engin, dopdolu ve upuzun bir gökyüzü tablosu ile zikredilebilecek en uygun motiftir. Gökyüzü de insana korku ve dehşet veren bir delildir. Bundan dolayı gökler ve denizler, büyük olayın olacağı pekiştirilmek için üzerine yemin edilen şeylerin tabloları arasında zikredilmeye çok uygun düşüyor. Belki de dolan deniz değil de yanan denizdir. Nitekim bir başka surede, "Denizler tutuştuğu zaman" (Tekvir suresi, 6) buyurulmaktadır. Yani denizler ateş alıp tutuştuğu zaman demektir. Ayrıca "Yükseltilmiş tavan"da olduğu gibi, yüce Allah'ın bildiği başka yaratıklar da ima edilmiş olabilir.

Allah Teala, bu muazzam Yaratıklarının üstüne yemin ederek, büyük bir olayın olacağını açıklamaktadır. Ve bu büyük olayı, insanın duygularını bu etkileyiciler aracı ile etkileyerek onu karşılamaya hazır hale getirdikten sonra açıklamaktadır.

Bu büyük olay, "Rabbinin azabı hiç şüphesiz gelecektir. Ona engel olacak birşey yoktur" gerçeğidir. Bu kesinkes olacaktır ve hiç kimse önleyemeyecektir. Bu iki ayetin gerek vurguları gerekse duraklarının etkileri kesindir ve susturucudur. Ve insana, Allah'ın azabının birden geleceğini, mahvedici olduğunu ve ona karşı hiçbir koruyucu ve engelleyicinin bulunmayacağını anlatmaktadır. Bu vurgulama, insanın duygularına arada hiçbir engel olmadan ulaştığı zaman insanı derinden sarsar, lime lime eder ve ona yapacağını yapar. Hafız Ebu Bekr İbn-i Ebi'd-Dünya der ki: Bana babam, ona Davud oğlu Musa, ona Salih el-Murri, ona Abd kabilesinden Zeyd oğlu Cafer nakletmiş. Demiş ki: Hz. Ömer bir gece Medine'de şehrin güvenliğini denetlemek için dışarı çıkar. Şehirde dolaşırken bir müslümanın evine rastlar. Hz. Ömer'in geldiği esnada o adam namaz kılmaktadır. Hz. Ömer durup adamın Kur'an okuyuşunu dinlemeye başlar. Adam bu Tur suresini okumaya başlar. "Rabbinin azabı hiç şüphesiz gelecektir. Engel olacak bir şey yoktur" ayetine gelip de bu ayetleri okuyunca, Hz. Ömer der ki: "Kabe'nin Rabbine andolsun bu yemin gerçektir." Sonra bineğinin sırtından iner, bir duvara yaslanır ve orada epeyce kalır sonra evine döner, bir ay evinde yatakta kalır. Herkes hasta diye onu ziyarete gelir ama hastalığının ne olduğunu bilmezler. Allah kendisinden razı olsun."

Hz. Ömer bu sureyi daha önce birçok kez duymuş, okumuş ve onunla namazlar kılmıştı. Resulullah bu sure ile akşam namazı kıldırmış. Hz. Ömer ise her seferinde O'nun arkasında bu sureyi öğrenmiş ve O'na uymuştu. Ancak ne varki, o gece bu sure, açık gönüllü ve engin duygulu bir Ömer'le karşılaşmış, onun iliklerine kadar işlemiş ve bütün ağırlığın şiddeti ve gönüllere özel bir anda ulaşan kutsal ve vasıtasız gerçeği ile iç alemine ulaşmış, onda yapacağını yapmıştı. Böyle özel anlarda Kur'an ayetleri Hz. Ömer'in kalbine dokunduğu gibi direkt bir dokunuşla kalplere girer ve derinliklerine işlerse, kalpler (o dokunuşta) ayetleri Resulullah'ın kalbi gibi ilk kaynağından alır. Ancak Resulullah'ın kalbi ayetleri almaya hazır hale getirildiği için onların etkilerine dayanabilmişti. Resulullah'tan başkaları ise ayetler kalplerine ilk andaki gerçek gücü ile işlediğinde Hz. Ömer'in başına gelenler onların da başlarına gelir. Bu korkunç uyarıyı kendisine eşlik eden korkunç bir tablo izliyor:

"O gün gök sarsıldıkça çalkalanır, dağlar bir yürüyüş yürür ki..."Sağlam yapılı ve sallanmaz gökyüzünün yerinde kararsız olarak bir gelip bir giderek kıyıya vuran deniz dalgaları gibi sallanıp alt üst olması... Şu kaskatı ve yerinden kımıldamayan dağların şimdi yerinde duramayıp hafif ve tüy gibi bir o yana bir bu yana gitmesi... Evet bu manzaralar gerçekten de son derece sarsıcı ve insanı kendinden geçirici bir haldir. Bu durum kendi öz dili ile, gökleri sarsan ve dağları yürüten korkuyu ifade etmektedir. O sapasağlam gökyüzü ve sarp dağlar böyle olursa, o korkunç ve dehşet dolu günde güçsüz ve cılız küçücük insan denilen yaratığın hali acaba ne olur?

Hiçbir şeyin yerinde duramadığı bu dehşet karmaşasında, herşeyi yerinden sarsıp oynatan bu korku atmosferinde yalancıların yakasına ondan çok daha dehşetlisi ve çok daha korkuncu yapışıyor. Derhal Aziz ve Cebbar olan yüce Allah'ın kendilerine yönelik şiddetli azap felaket ve bedduası ile karşılaşıyorlar:

"O gün, yalanlayanların vay haline. Ki onlar o daldıkları batıl içinde oyalanıp duranlardır."

Yüce Allah'ın felaket bedduası, felakete hüküm vermesi ve hemen yerine getirmesi demektir. O halde bu hüküm çaresiz yerini bulacaktır, onu geri çevirecek hiçbir güç yoktur. Göğün sarsıldıkça sarsıldığı, dağların yürüdükçe yürüdüğü gün bu hüküm mutlaka yerini bulacaktır. Bu korku ile o felaket birbirine son derece uygun düşmektedir. Ve bunların tümü "Daldıkları batıl içinde oyalanıp duran" yalanlayıcıların üstüne yağmur gibi yağacaktır.

Bu nitelik, daha başta o müşriklere onların çelişik inançlarına ve tutarsız düşüncelerine ve sonra da bu inanç ve düşünce üzerine kurulu hayallerine uygun düşmektedir ki Kur'an-ı Kerim birçok yerde bunları anlatır ve canlandırır. Onların hayatları ciddiyetten uzak bir oyundur. Suya dalıp oynamaktan başka bir hedef veya sahil (kıyı) gözetmeksizin suya dalan oyuncu gibi hayatları hedefsiz bir eğlencedir onların.

Şu kadar var ki, nitelik islam düşüncesinden başka bir düşünce sistemi içerisinde yaşayan herkes için geçerlidir. Bu gerçeği insan, ancak yeryüzünde şöhret bulan düşünce sistemlerini -bu sistem, ister düşünce alanında, ister mitolojide isterse felsefi alanda olsun fark etmez- islamın insan ve sonra da bütün varlık alemine bakışının ışığı altında inceleyip tahlil ettiği zaman, evet ancak o zaman fark edebilir. Çünkü diğer düşünce sistemleri -hatta insanlık tarihinin kendileri ile övündüğü büyük filozofların düşünce sistemleri- gerçeğe ulaşma yolunda bilinçsizce Yürüyen ve gayesiz suya dalan çocuk girişimleri gibi görünmektedir. Halbuki islam düşüncesinde özellikle de Kur'an'da gayet rahat, net, güçlü, basit ve derin olarak sunulan bu gerçekler, insanın fıtratı ile, herhangi bir zorluk, çaba ve kargaşa olmaksızın direkt olarak birleşebilir. Çünkü Kur'an insanın fıtratına derin ve köklü gerçeği bildirir. Ve ona varlığı ve varlığın o gerçekle olan ilgisini yorumladığı gibi, varlık aleminin yaratıcısı ile olan ilişkisine de yorum getirir. Bu yorum fıtratta yer alan gerçeğe benzemekte ve uygun düşmektedir.

Ne kadar hayret ettim büyük filozofların düşünce sistemini inceleyip onların şu varlık alemini ve ilişkilerini yorumlamak için öldürücü ve mahvedici çabalarını görünce! Onlar tıpkı bir çocuğun korkunç bir matematik denklemini çözmek için bocaladığı gibi bocalıyorlardı. Halbuki karşımda duran Kur an düşüncesi son derece açık, net, kolay, sade, duru ve doğaldı. İçinde ne bir eğrilik, ne kaçamak, ne karmaşıklık ve ne de zikzak vardı. Bu da çok doğaldır. Çünkü Kur'an'ın varlık alemini yorumu, bu varlık alemini yaratan yaratıcının o alemin kimliği ve ilişkileri üstüne getirdiği yorum idi. Filozofların düşünce sistemleri ise, bu varlık aleminde yer alan küçücük parçaların kalkıp bütün varlık alemi üstüne yorum getirme çırpınışları idi. Elbette bu gibi zavallı çırpınışların sonuçlarının nasıl olacağı bellidir, malumdur!

Onların yaptıkları çalışmalar, Kur'an'ın insanlara sunduğu tam, olgun ve fıtrata uygun yorumlarla karşılaştırılınca boş, karmakarışık ve bilinçsiz bir girişim olarak kalır. Ama insanların bazıları bu mükemmel şekli bırakıp da şu eksik, verimsiz, mükemmel ve olgun olması imkansız olan çırpınışlara düşüyor. Gerçekten olaylar insanın duygu ve düşüncesinde sapık düşüncelerden ve insanlığın eksik çabalarından etkilenmiş olarak, istikrarsız ve kararsız bir konumda olur. Sonra insan, yorumunu yapmaya çalıştığı konuda Kur'an-ı Kerim'den birkaç ayet duyar. Bir de ne görsün yol gösteren ışık ve değişmez ölçü ile karşı karşıya değil mi(!) O andan itibaren herşeyi yerli yerinde, bulur. Her olayı yerli yerinde ve her gerçeği sakin, değişmez ve sarsılmaz olarak karşısında bulur. Ve ondan sonra, ruhunun huzura kavuştuğunu, kafasının sakinleştiğini, aklının apaçık olan Hakkı görerek rahata erdiğini hisseder. Artık bu insandan karanlık ve endişe uzaklaşmış herşey istikrara kavuşmuştur.

Yine bunun gibi, islamın ruhlara ilham ettiği, kalbi bağladığı, tahlil edilip hayata geçirilmesi için insanların dikkatlerini çektiği değer ölçüleri insanların kendi hayatlarında önem verip oyalandıkları değerler ile karşılaştırılırsa onların bir havuzda boş bir oyun içinde oyalanıp durdukları anlaşılır. İnsanların oyalandıkları şeylerin basitliği ve zayıflığı ortada görünmektedir. Müslüman ise, o boş şeyleri büyük görmelerine, ondan sanki büyük bir kainat olayı imiş gibi söz etmelerine bakar durur. Onlara, tatlıdan gelinler ve cansız bebeklerle oyalanan ve bunları birer canlı sanan ve bütün zamanlarını bunlarla şakalaşarak onları nazlayarak ve onlarla birlikte ve onların vasıtası ile oynayarak geçiren çocuk gözü ile bakar.

Gerçekten islam, insanın kendi varlığı ve bütünü ile varlık alemi karşısındaki düşüncesini yükselttiği, dünyaya gelişinin nedenini, varlığının içyüzünü ve akibetini ona açıkladığı, herkesin kafasına takılan "Nereden geldim?", "Niçin geldim? ", "Nereye gideceğim?" gibi sorulara açık, doğru cevaplar verdiği ölçüde, beşerin önem vermesi gereken nesneleri de yüceltir ve yükseltir.

İslamın bu sorulara verdiği cevaplar, insanın varlığı ve bütünüyle varlık alemi için gerçekçi düşünce sistemini belirler. Çünkü insan, bütün yaratıklar içerisinde, orjinal ve benzersiz değildir. O da bu varlıklardan birisidir. Onların geldiği yerden gelmiştir, onların varlık nedeni kendisinin de varlık nedenidir. Ve insan bütünü ile varlık aleminin yaratıcısının hikmeti nereye gitmeleri gerektiriyorsa onlarla birlikte oraya gidecektir. İşte bu soruların cevabı, bütünü ile varlık alemi, birbiri ile ilişkileri ve insanın onlarla ilişkileri ve tüm yaratıkların da yaratıcıları ile ilişkileri üstüne mükemmel bir yorum içermektedir.

Bu yorum, insanın hayatta değer verdiği şeylerde kendini gösterir ve onları kendi seviyesine çıkarır. Bundan dolayı oynayanların içine daldıkları şu küçüklük ve basitlikleri bırakıp, şu kainatta var oluşunun en büyük görevini hayata geçirmekle meşgul olan bir müslümanın duygusunda, başkalarının (müslüman olmayanların) değer verdiği şeyler çok zayıf ve cılız kalır.

Elbette müslümanın hayatı son derece büyüktür. Çünkü müslümanın hayatı bu muazzam varlık alemi ile ilişkisi ve varlık alemindeki hayata etkisi olan büyük bir görevi yerine getirmek için vardır. Bundan dolayı müslümanın hayatı boş işlerde, oyuna, eğlenceye, lüzumsuz şeylere dalarak geçirilmeyecek kadar değerli ve yücedir. Müslümanın varlık aleminin içyüzü ile ilgili bu büyük görev düşüncesinden doğan değer ölçüleri ile karşılaştırıldığı zaman yeryüzünde insanların değer ölçülerinin birçoğunun, boş, eğlence, oyalanma ve anlamsız işlere dalmadan ibaret olduğu görülmektedir.

Vay batıl içinde oyalanıp eğlenenlere. "O gün şöyle denilerek cehennem ateşine itildiler." Dehşetli bir tablo bu. Ayette yer alan "Da" sözcüğü, bir kimsenin arkasından öne doğru itilmesi demektir. Arkadan itilip kakılma cezası, ciddiyetten uzaklaşan, oyun ve eğlenceye dalan sonra da çevrelerinde olup bitenlere dikkat etmeyen kimselere uygun bir cezadır. Bundan dolayı onlar oraya itile kakıla sürülürler ve götürülürler.

Nihayet bu itiş kakışla ve sürülüşle ateşin kenarına varınca kendilerine denilir ki: "İşte yalanlayıp durduğunuz cehennem budur."

Onlar bu çilenin içinde kıvranıp, kendi arzuları dışında önlerinden cehennem arkalarından itilme kıskacında iken, bir de başlarına rezil edilme, azarlanma gelir ve daha önceki yalanlamalarına da bir îmâ olarak "Bir büyü müdür bu, yoksa görmüyor musunuz?" denir onlara. Hani onlar Kur'an için "bir büyüdür" diyorlardı ya, işte şu anda gördükleri ateş de bir büyü müdür? Yoksa korkunç ve dehşetli gerçeğin ta kendisi midir? Yoksa onlar Kur'an-ı Kerim'deki gerçekleri görmedikleri gibi, bunu da bu ateşi de mi görmüyorlar?

Bu acı ve alay dolu azarlamadan sonra, kendilerine hemen kötü bir ümitsizlik ile ödül veriliyor:

"Girin ona ister dayanın, ister dayanmayın, sizin için birdir. Ancak yaptıklarınıza göre cezalandırılacaksınız: '

Böyle bir felakete uğramış birisi için sıkıntıya katlanmanın da katlanmamanın da bir olduğunu bilmekten daha zor bir şey yoktur. Çünkü azap başa gelmiştir. Onu engelleyecek kimse de yoktur. Sabredilse de çığlık atılsa da aynı acılar çekilecektir. İster dayansın ister sızlansın orada kalması kesin ve kararlaştırılmıştır. Bunun nedeni, yapılmış olanların karşılığı olmaktan başka birşey değildir. Bu cezanın nedeni, daha önce yapılmış olanlardır. Artık değiştirilmesi sözkonusu değildir.

Böylece ilk bölümde olduğu gibi, bu korkunç tablo şiddetli etkileri ile son buluyor.

İkinci bölüme gelince, o da aynı şekilde duyguları coşturuyor, harekete geçiriyor. Ama bu harekete geçirme azaptan ötürü değil de rahattan, bolluktan, karşı konulmaz nimetlere çığlıktan ve özellikle de o iç karartıcı azap sahnesini izledikleri için daha da etkili olmaktadır.



17- Allah'a karşı gelmekten sakınanlar da cennetlerde, nimet içindedirler.

18- Rabblerinin kendilerine verdikleriyle sefa sürerler. Rabbleri onları, cehennem azabından korumuştur.

19- "Yaptıklarınıza karşılık afiyetle yeyin, için; "

20- "Sıra sıra dizilmiş koltuklara yaslanarak." Onları, iri gözlü hurilerle evlendirmişizdir.

21- İnanan, soyları da inançta kendilerine uyan kimselere soylarını da katarız. Onların işlediklerinden hiçbir şey eksiltmeyiz. Herkes kazancına bağlıdır.

22- Cennette olanlara diledikleri meyve ve etten bol bol veririz.

23- Orada bir kadehi kapışırlar fakat onda ne saçmalama vardır, ne de günaha sokma.

24- Sedefteki inciler gibi olan gençler yanlarında dolaşırlar.

25- Cennettekiler birbirlerine dönüp sorarlar:

26- Derler ki: "Daha önce biz, ailemiz içinde korkardık."

27- `Allah bize lütfetti de bizi vücudun içine işleyen azabtan korudu."

28- "Biz bundan önce yalnız O'na yalvarırdık. Çünkü iyilik eden, esirgeyen O'dur O."

Bu sahne, somut nimet sahnelerine çok benzer imajlardan oluşan bir sahnedir. Duyguların çocukluk dönemine seslenirler. Vicdanları saf haldeki somut hazlarla cezbederler. Bu tablo kupkuru kaskatı ve eğlenceye dalan kalplerin karşılaştığı şiddetli azaba karşılıktır.

"Allah'a karşı gelmekten sakınanlar da cennetlerde, nimet içindedirler." "Rabblerinin kendilerine verdikleriyle sefa sürerler. Rabbleri onları, cehennem azabından korumuştur."

Bu surede sahneleri gösterilen cehennem azabından kurtuluş bile tek başına bir nimet ve lütuftur, bir de yanında "Cennetlerde nimet içindedirler" müjdesi olursa, Rabblerinin kendilerine verdiğini tadarak, beğenerek yemek olursa nimet ne de katmerlenir?

Bir de nimetlerin ve lezzetlerinin yanında şereflendirme ve afiyet olsun dilekleri vardır:

"Yaptıklarınıza karşılık afiyetle yeyin, için."

Başlıbaşına en şerefli bir nimettir. Çünkü böylesi gerekli bir seslenişe muhatap oluyorlar ve içinde yüzdükleri nimetleri hak ettikleri ilan olunuyor. "Sıra sıra dizilmiş koltuklara yaslanarak." Düzgün olarak dizilmiş bu tahtlara yaslanmakla nimetler içerisinde arkadaşları ile toplanmanın zevkini tadıyorlar. "Onları iri gözlü hurilerle evlendirmişizdir." Huri, insanın aklından geçen en güzel eğlenceyi simgelemektedir.

Onlara yapılan şereflendirme bir adım daha ileri gidiyor. Çünkü bir de bakıyorlar ki, kendi soylarından gelen mü'minler de bu nimetler içerisinde kendileri ile bir aradadırlar. Bu da gözetme ve önem vermeyi bir kat daha artırıyor. Kendi soylarından gelenlerin amelleri müttakilerin seviyesinden az olsa bile madem ki bunlar da imanlıdırlar bir şey fark etmez. Ayrıca bu babaların amel ve mertebelerinden hiçbir şeyi eksiltmeyecektir. Sorumluluğun kişisel olması ve herkesin kazandığı amellerle hesaba çekilmesi prensibini de zedelemeyecektir. Bu ancak ve ancak yüce Allah'ın hepsine lütfü ve ihsanıdır.

Burada tablo, sözü yine önceki nimetler yurdundaki çeşitli nimet ve zevkleri sergilemeye getiriyor. İşte istedikleri cinsten meyveler ve etler onlara. Ve işte orada kadehler kaldırıyorlar. Ama bu dünya içkilerinden değil. Çünkü dünya içkileri dudak ve dillerden boş ve yakışık almayan sözler çıkmasına yol açar. Duygulara ve organlara günah ve isyan tohumları eker. Ama bu öyle mi? Bu ancak ve ancak arınmış ve temizlenmiştir. "Onda ne saçmalama vardır ne de günaha sokma". Onlar şarabı birbirlerine veriyor ve topluca içiyorlar. Bu da aralarında kaynaşmayı, lezzeti ve nimeti bir kat daha artırıyor. Öte yandan, tertemiz masum ve parlak yüzlü genç çocuklar (gılman) hizmetlerinde bulunuyor, kâselerini doldurmak için aralarında dolaşıyorlar. Ki bu çocuklar temiz mi temiz, her türlü kirden uzaktırlar. Bunlar öyle çocuklar ki temizlik onlarda, masumluk onlarda, cömertlikte onlarda... Onlar "Sedefteki inciler gibi"dirler. Bu da bu hoş meclisin organlarda ve kalplerde zevk ve tadını daha da katmerleştirir.

Bu tatlı ve sevimli sahnenin atmosferini tamama erdirmek için yüce Allah, aralarında geçen sohbetlerini, geçmişlerini yad etmelerini ve gark oldukları nimet, güzellik, bolluk, rahatlık, hoşnutluk ve emniyetin sebeplerini birbirlerine sıralamalarını yansıtmakta ve canlandırmaktadır. Ve gönüllere bu nimetin sırlarını açıklamakta ve onlara bu nimete götüren yolu göstermektedir.

"Cennettekiler birbirlerine dönüp sorarlar."

"Derler ki: `Daha önce biz, ailemiz içinde korkardık."

"Allah bize lütfetti de bizi vücudun içine işleyen azaptan korudu."

"biz bundan önce yalnız O'na yalvarırdık. Çünkü iyilik eden, esirgeyen O'dur O': '

O halde bu nimetlerin sırrı, onların bu günden sakınarak hayat sürdürmüş olmalarıdır. Rabbleri ile karşılaşmanın korkusunu içlerinde duyarak hayat sürmeleridir. Rabblerinin hesaba çekmesinden korkarak yaşamalarıdır. Ve nihayet insana aldatıcı emniyet hissi veren, insanı oyalayıp meşgul eden ailelerinin arasında yaşamakla birlikte bunlara aldanmayıp, onlarla meşgul olmamalarındandır. İşte o zaman yüce Allah kendilerine lütfetmiş ve kendilerini yakıp kavurucu zehir gibi vücuda sızan semum azabından korumuştur. Yüce Allah kendilerinin takvalarını, korkularını ve huşularını bildiği için kendi katından bir lütuf ve ihsan olmak üzere onları korumuştur. Onlar bunu bilmektedirler. Onlar ulu Allah'ın fazlı ve ihsanı olmadan sadece amelin insanı cennete sokamayacağını bilmektedirler. Amelin, insanın olanca gücünü harcadığına, kulun yüce Allah'ın katındaki şeyleri arzu etmiş olduğuna tanıklık etmekten öte bir fonksiyonunun olmadığını da bilmişlerdir. İnsanı Allah'ın ihsanına layık kılan da budur işte.

Onlar Allah'tan çekinip korkmalarının yanında O'na dua ediyorlardı:

"Biz bundan önce yalnız O'na yalvarırdık."

Ve onlar, Allah'ın kullarına karşı ihsan ve rahmetinin olduğunu biliyorlardı.

"Çünkü iyilik eden, esirgeyen O'dur O."

Böylece nimet diyarında, ikrama eren kurtulmuşlar zümresinin kendi aralarındaki fısıltılı konuşmalarından, oraya ulaşma yollarının sırrı ortaya çıkmış oluyor.

Şimdi, insanın hissi birinci bölümde şiddetli azab kamçılarını yedikten ikinci bölümde ise bol nimetlerin seslerini işittikten ve gerek birinci gerek ikinci gerçekleri almak üzere hislerini tam hazır hale getirdikten sonra şimdi, ayetin akışı, insana çok hızlı etkiye sahip bir hücumda bulunuyor. Bu hücumda insanı haykıran gerçeklerin bombardımanına tutuyor. İnsanın ruhunun derinliklerinden geçen vesveseleri, güçlü meydan okumalar ve soru şeklinde kınama ifadeleri ile izliyor. Ki meydan okumalar herhangi bir noktadan yol bulur da insanın benliğine ulaşırsa o benlikte istikrar kalmaz.



29- Ey Muhammed! Sen hatırlat, öğüt ver. Rabbinin nimetiyle sen, ne kahinsin ne de delisin.

30- Yoksa onlar: "Muhammed bir şairdir, zamanın onun aleyhine dönmesini gözlüyoruz" mu diyorlar?

31- De ki: "Gözleyin, doğrusu ben de sizinle beraber gözlemekteyim."

32- Onların akılları mı bunu emreder, yoksa onlar, azgın bir topluluk mudur?

33- Yoksa "Onu uydurdu" mu diyorlar? Hayır, onlar inanmıyorlar.

34- İddialarında samimi iseler haydi onun gibi bir söz getirsinler.

35- Yoksa kendileri, hiçbir şey olmadan mı yaratıldılar. Yoksa yaratanlar kendileri midir?

36- Yoksa gökleri ve yeri mi yarattılar? Hayır, onlar düşünüp te inanmazlar.

37- Yoksa Rabbinin hazineleri onların yanında mıdır? Ya da herşeye hakim olan kendileri midir?

38- Yoksa onlar, üzerine çıkıp gizli sırları dinledikleri bir merdivenleri mi var? Öyleyse, dinleyenleri açık bir delil getirsin.

39- Yoksa kızlar Allah'a, oğullar size mi?

40- Yoksa sen onlardan bir ücret istiyorsun da onlar ağır bir borç altında mı kalıyorlar?

41- Yoksa gayb kendilerinin yanındadır da kendileri mi istediklerini yapıyorlar?

42- Yoksa bir tuzak mı kurmak istiyorlar? Asıl tuzağa düşecek olanlar, o inkar edenlerin kendileridir.

43- Yoksa onların Allah'tan başka bir tanrısı mı var? Allah'ın şanı onların ortak koştuklarından yücedir.

44- Gökten bir parçanın düştüğünü görsek "Üstüste yığılmış bulutlardır" derler.

"Sen hatırlat, öğüt ver." Bu kutsal hitap yüce Peygamberedir. Öğüt vermesine devam etmesi ve müşriklerin kendisine karşı edepsizliklerine ve suçlamalarına aldırmaması için bu çağrı kendisinedir. Müşrikler ona bazen, kahin bazen de deli diyorlardı. Peygambere attıkları bu iki iftiranın ortak noktası, aralarında yaygın olan "Kahinlerin şeytanlardan haber aldıkları" yolundaki inanışları idi. Bir de şeytanların bazı kimseleri çarptığı ve böylece o kişileri delirttiği inancı idi. O halde her iki nitelikte (kahin ve deli niteliğinde) şeytan ortak etken olmaktadır. Müşrikleri Resulullah'ı kahin veya deli, şair veya büyücü nitelikleri ile nitelemeye iten, Kur'an'ın i'cazi (başkalarını aciz bırakıcı niteliği) karşısındaki şaşkınlıkları, söyleyecek söz bulamamalarıdır. Çünkü Kur'an-ı Kerim onlar söz sanatında usta olmalarına rağmen karşılarına hiç de alışık olmadıkları bir söz türü ile çıkmıştı. Kendi ruhlarındaki bir hastalık dolayısı ile, bu kitabın Allah katından olduğunu kabullenmek istemeyince, bu sefer onun insanüstü kaynağını bazı nedenlere bağlamak ihtiyacını hissettiler. Ve "Bu Kur'an cinlerin vahyidir veya onların yardımı ile gelmiştir. Bunu getiren Peygamber ya cinlerden haber alan kahindir, ya da onlardan yardım alan bir büyücüdür, veyahut da cinlerle görüşen bir şair ya da şeytanın çarptığı bir deli olup bu acayip sözleri kendisine şeytan söyletmektedir" diyorlardı.

Bu sözler çok çirkin ve çok iğrenç sözlerdi. İşte Allah, bu sözlerden dolayı Peygamberini teselli ediyor ve o sözleri Peygamberin gönlünde etkisiz hale getiriyor. Ve O'nun Rabbinin nimeti ile çepeçevre kuşatılmış olduğunu, böylesi bir nimete eren kimsede ne kahinlik ve ne de delilik olmayacağını belirtiyor. "Rabbinin nimeti ile sen, ne bir kahinsin, ne de bir deli."

Sonra yüce Allah onların Resulullah'a şair demelerini de çirkin görüyor: "Yoksa onlar: `Muhammed bir şairdir, zamanın onun aleyhine dönmesini gözlüyoruz' mu diyorlar?" Gerçekten de bunu demişlerdir. Birbirlerine "Sabredin, dayanın, tavrınızdan caymayın, kendi kendine ölünceye kadar bekleyin, ölüm onu alır böylece bizi ondan kurtarır" diyorlardı. Birbirlerine kendilerini rahata kavuşturacak olan ölümün Hz. Peygambere gelmesi için beklemeyi tavsiye ediyorlardı. Bundan dolayı yüce Allah, Peygamberine üstü kapalı bir tehdit ile onlara cevap vermesini telkin ediyor: "De ki: Gözleyin, doğrusu ben de sizinle beraber gözlemekteyim." Ve sizler, sonunda kim kârlı çıkacak ve bu bekleme döneminin sonunda zafer ve galibiyet kim için gerçekleşecek, göreceksiniz, bileceksiniz.

Kureyşin ileri gelenleri, kafalarının çalışması ve işleri bilgelikle çekip çevirmeleri sebebiyle "zevil ahlam" (akıl sahipleri) diye lakaplanmışlardı. İşte yüce Allah, islama karşı takındıkları tutumlarından dolayı onların kendileri ile hem de akılları ile alay ediyor. Çünkü onların Resulullah'a karşı tutumları, hem akıla ve hem de "bilgelik"e ters ve aykırıdır. Bunun için Allah 'Teala, alaylı bir üslupla onlara soruyor: Hz. Muhammed'e -salât ve selâm üzerine olsun- yakıştırdıkları bu nitelikler ve peygamberliğine karşı takındıkları bu tutumlar akıllarının kendilerine bir ilhamı mı yoksa, onlar akıl ve düşüncenin ilham ettiği şeyleri kabul etmeyecek kadar zalim ve azgın insanlar mıdır?

"Onların akılları mı bunu emreder, yoksa onlar azgın bir topluluk mudur?"

Birinci soruda yakıcı ve iğneleyici bir alay var, ikincisinde ise, müşriklere yönelik bir tehdit vardır. Bunlardan herhangi birisi onlara, şüpheci tutumlarından dolayı uygun düşmektedir.

Onlar Hz. Peygamber'e karşı daha da dil uzatmışlar ve O'nun sözlerinin uydurmadan başka bir şey olmadığını belirtmişlerdir. İşte burada yüce Allah bu tutumlarını da çirkin görerek soruyor: "Yoksa `onu uydurdu mu' diyorlar?" Sonra da Allah Teala bu garip sözün nedenini açıklamaya koyuluyor: "Hayır, onlar inanmıyorlar kalplerin imanı kabullenmeyişi, Kur'an'ın gerçek yüzünü anlamalarına engel olduğu gibi bir de onlara bu çeşit çirkin sözler söyletmektedir. Onlar Kur'an'ın gerçek yüzünü görebilselerdi, Kur'an'ın insan yapısı olmadığını ve onu, ancak doğru ve emin birisinin taşıyabileceğini anlarlardı."

Mademki onların kalpleri bu indirilen kitabın gerçek niteliğini kavrayamıyor o halde onlara hiçbir şüpheye yer bırakmayan gerçeğin delili ile meydan okumalıdır: "İddialarında samimi iseler haydi onun gibi bir söz getirsinler."

Bu meydan okuma, Kur'an-ı Kerim'de tekrarlanıp durmuş ve inanmayan bu meydan okuma karşısında çaresiz kalarak aşağılık ve rezil duruma düşmüşlerdir. Kıyamet günü de herkes bu meydan okuma karşısında aynı kalacaktır.

Doğrusu bu Kur'an'ın özel bir sırrı vardır. Ayetleri ile karşı karşıya gelen herkes o ayetlerdeki başkalarını benzerini getirmekten aciz bırakan noktaların ifadelerinde özel bir etki olduğunu sezer. İnsan aklının o ifadelerden algılamış olduğu anlamların gerisinde bir şeyler olduğunu hisseder. Bu ayetleri yalnızca dinlemekle bile, insanın hislerine birtakım şeylerin aktığını hisseder. Bunu bazıları açıkça sezerken, bazıları da belli-belirsiz şekilde anlar. Ama ne şekilde olursa olsun vardır bu. İnsanın duygularına akıp dalan bu etkenin kaynağını belirlemek çok zordur. Acaba bu ifadelerin bizzat kendisi mi? Yoksa ifadelerde gizli olan onlar mı? Yoksa ifadelerin oluşturduğu tablolar ve çağrışımlar mı? Yoksa Arap dilindeki bilinen ifade kalıplarının etkisinden bambaşka ve kendine özgü ifadeleriyle Kur'an'ın etkisi mi? Yoksa bütün bu etkenlerin tümü mü? Veyahut da bütün bunlarla birlikte belirlenemez başka bir şeyler daha mı?

Kur'an'ın her ayetinde vardır bu sır. Kur'an ayetleri ile yüzyüze gelen bir kimse bunu daha baştan farkeder. Sonra bunun arkasından, Kur'an'ın yapısını derinden derine düşünmek, tahlil etmek ve kafa yormakla anlaşılan sırlar gelir.

Kur'an'ın kalpte, duyanlarda ve akılda kurmuş olduğu sağlıklı ve mükemmel düşünce sistemini, insanı hemen şu varlığın gerçek kimliğini belirleyen düşünce sistemini, tüm varlık aleminin içyüzünü ve tüm gerçeklerin kendisinden kaynaklandığı ilk gerçek, Allah gerçeği, üzerine getirdiği düşünce sistemi derinden derine düşünmek, irdelemek ve araştırmakla anlaşılan sırlar gelir.

Kur'an'ın insan düşüncesine şu olağanüstü ve sağlıklı düşünce sistemini kurmak için izlemiş olduğu metodu derinden derine düşünmek, hissetmek ve onunla yoğrulmakla anlaşılan sırlar gelir. İnsan fıtratına, hiçbir ifade kalıplarında benzerine rastlanamayan özel bir üslup ile seslenirken, insan kalbini tüm yönleri ile ve tüm giriş noktaları ile altını üstüne getirip içindeki her köşeyi ve her sırrı bilen bir uzman gibi tedavi ediş metodunu incelerken anlaşılan sırlar gelir.

Kur'an'ın yönlendirmedeki kuşatıcılığı, uyumu ve bu yönlendirmedeki olağanüstü düzeni düşünerek anlaşılan sırlar gelir. Ki hareket ve davranışlarda aynı seviyeyi tutturmak kesinlikle duyulmamıştır. İnsanların hareketleri hep aynı çizgi ve aynı seviyede asla olamaz. Kur'an'da olduğu gibi insanların hareketleri her yönden aynı seviyeyi tutturamaz. İçinde ne fazlalık ne eksiklik, ne ayrılık ne de kusur olmayan mutlak dengeden yoksundur insanların hareketleri. Ve yine insan hareketleri ister ana prensiplerde olsun isterse ayrıntılarda olsun çelişme ve çatışma olmayan mutlak ahenkten de yoksundur.

Çağlar boyu bu Kitaba mucizelik özelliğini veren yalanlanması olanaksız şu gizemli sırrın yanısıra, düşünmeyle anlayabilen şu Kur'an özellikleri... Evet bu özellikler, Kur'an ile sağlıklı ve samimi bir kalple ilişki kurduğunda hislerine, benliğine ve kalbin ta derinliklerine apaçık olarak haykıran şu gerçeğe saygısı olan kimsenin kuşku duymayacağı bir konudur bu:

"İddialarında samimi iseler haydi onun gibi bir söz getirsinler."

Onların bizzat kendilerinin dünyaya gelişlerine dair yöneltilen ve yukardaki soruyu izleyen bu soru, yüzyüze gelmeleri kaçınılmaz olan ve Kur'an'ın söylediğinden başka şekilde açıklama getirmeleri imkansızdan bir gerçektir. Ki Kur'an'ın getirdiği açıklamaya göre onları yoktan var eden yaratıcı Allah'tır ve O bizzat mevcuttur ve onlar O'nun tarafından yaratılmışlardır.

"Yoksa, kendileri hiçbir şey olmadan mı yaratıldılar? Yoksa yaratanlar kendileri mi?"

Onların bir planlayıcı olmadan dünyaya gelmelerini varsaymaları, herşeyden önce fıtrat mantığına terstir. Bunun az veya çok tartışılmasına bile gerek yoktur. Onların kendi kendilerini yaratmış olmaları varsayımı ise ne onların ne de herhangi bir yaratığın ileri sürebileceği bir görüştür. Bu iki varsayım fıtrat mantığına vurulunca temelden yoksun olduğuna göre, kala kala geriye Kur'an'ın söylemiş olduğu gerçek kalıyor. Bu gerçeğe göre, onların tümü, yaratma ve varetmede hiçbir eşi ve ortağı olmayan ve tek olan yüce Allah'ın yaratması ile var olmuşlardır. O halde hiçbir kimse O'na ne ibadette ve ne de Rabblıkta ortak olamaz. En sade ve açık mantık da budur zaten...

Yüce Allah aynı şekilde onları, gözlerinin önünde bulunan göklerin ve yerin var edilmeleri ile yüzyüze getiriyor. Yoksa bunları onlar mı yaratmıştır? Bu adamlar kendi kendilerini yaratmadıkları gibi doğal olarak gökler ve yeryüzü de kendilerini var etmemişlerdir. Okuyalım:

"Yoksa gökleri ve yeri mi yarattılar? Hayır, onlar düşünüp de inanmazlar."

Ne onlar ve ne de fıtrat mantığı ile konuşan herkes, göklerin ve yerin kendi kendini yaratmış olduğunu veya, bir yaratıcı olmadan kendi kendilerine var olduklarını söyleyebilir. Onları yaratanın kendileri olduğunu da söylemiyorlar. O zaman bu gökler ve yeryüzü karşılarında duran canlı bir sorudur ve nasıl var olduklarına ilişkin cevabı beklemektedirler. Kendilerine göklerin ve yerin yaratıcısı sorulduğunda o Allah'tır diyorlardı. Ancak ne varki bu gerçek, onların zihinlerinde, kesin bilgi derecesine varacak kadar açıklık kazanıp netleşmemiştir. Ki kesin bilgi insanın kalbinde etkisini gösterir ve insanı apaçık ve tutarlı bir inanca doğru harekete geçirir:

"Hayır onlar düşünüp de inanmazlar."

Sonra yüce Allah onları bir basamak aşağıya, kendilerini, gökleri ve yeri yaratma ve yoktan var etme seviyesinden bir basamak aşağıya indiriyor ve soruyor: Yoksa Allah'ın hazineleri onların ellerinde de vermeyi, vermemeyi, zararı ve faydayı kontrol mu ediyorlar? Okuyoruz:

"Rabbinin hazineleri onların yanında mıdır? Ya da herşeye hakim olan kendileri midir?"

Böyle olmadıklarına ve böyle bir iddiaları da olmadığına göre, kimdir öyleyse hazineleri elinde tutan ve kimdir herşeyin anahtarını kontrol eden? Bu soruya Kur'an cevap veriyor ve diyor ki; Mahrum eden de veren de, idare eden de çekip çevirip de kuşkusuz Allah'tır. Ve evrende olan kısıtlamanın, verme, çekip çevirme ve idare etme olaylarının tek açıklaması da budur. Çünkü hazineleri elinde bulunduranların ve işleri çekip çevirmeyi kontrol edenlerin kendileri olmadığı tamamen ortaya çıkmış ve bu olasılık tamamen reddedilmiştir.

Sonra yüce Allah onları bir basamak daha aşağıya indiriyor ve Kur'an'ın indirildiği kaynağı dinleyecek bir araçları olup olmadığını soruyor kendilerine:

"Yoksa onların üzerine çıkıp gizli sırları dinledikleri bir merdivenleri mi var? Öyleyse dinleyenleri açık bir delil getirsin: '

Hz. Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun- onlara bir peygamber olduğunu, kendisine vahiy geldiğini ve bu Kur'an'ın yücelerin yücesinden indirildiğini söylüyor. Onlar Resulullah'ın dediğini yalanlıyor. Öyleyse kendilerinin üzerine çıkıp dinledikleri ve Hz. Muhammed'e vahiy gelmediğini anladıkları ve gerçeğin de onun dediklerinden başka olduğunu öğrendikleri bir merdivenleri mi var? "Öyleyse dinleyicileri açık bir delil getirsin." Yani onu dinleyenler güçlü ve insanları tasdik etmeye zorlayan bir etkiye sahip delil getirsinler. Bu ifadede, müşrikler delillerinin karşısına geçmiş diretirken ve karşı koyarken kendilerine belirtilerini ve kanıtlarını gösteren Kur'an'ın gücüne işaret vardır.

Sonra yüce Allah onların tutarsız sözlerinden birisi olan Allah hakkındaki görüşlerini tartışmaya açıyor. Buna göre onlar dişi şeklinde uydurdukları melekleri Allah'ın çocuğu kabul ediyorlardı. Burada Allah Teala, onları daha fazla rezil edip utandırmak için sözünü direkt olarak kendilerine yöneltiyor.

"Yoksa kızlar Allah'ın, oğullar size mi?"

Onlar kız çocuklarını oğlanlardan çok daha aşağı görüyorlardı. O derece ki birisine kızı doğduğu haber verilince üzüntü ve kızgınlıktan yüzü kapkara kesiliyordu. Fakat bununla birlikte kızları Allah'a yakıştırmaktan utanmıyorlardı. Burada Allah Teala, onları kendi adet ve gelenekleri ile bağlayıp bu iddialarından dolayı hedefliyor. Yoksa aslına bakılırsa bu düşünceleri zaten tutarsız ve asılsızdır.

Hz. Muhammed'in kendilerini hidayete çağırması onların zoruna gidiyordu. Halbuki o, hidayeti onlara samimi ve art niyetsiz olarak sunuyordu. Buna karşılık onlardan bir ücret istemiyor ve kendilerine bir borç yüklemiyordu. Bu art niyetsiz sunuşun en makul gereği, bunu getiren kişinin iyilikle karşılanması ve kendilerine sunmuş olduğu ve teklif etmiş olduğu şeyleri eğer kabul etmezler ise, ona iyilikle cevap vermeleridir. Oysa yüce Allah burada onların hiçbir geçerli nedeni olmayan tutumlarını çirkin görüyor ve diyor ki:

"Yoksa sen onlardan bir ücret istiyorsun onlar ayrı bir borç altında mı kalıyorlar?"

Yoksa onlar, söylediklerine karşılık ağır bir borç yüklediğinde onun altında mı eziliyorlar? Madem ki gerçekten onlardan ücret ve karşılık istemiyorsun öyleyse ne kadar çirkin ve aşağılık bir harekettir yaptıkları. Bu, yaptıkları ile yüzyüze geldikleri zaman çok utanacakları bir durumdur.

Ve Allah Teala dönüp onları tekrar dünyaya gelişlerinin asıl gerçek yüzü ile ve bu varlık alemindeki gerçek durumları ile yüzyüze getiriyor. Buna göre onlar birer kuldurlar ve belli bir kapasiteleri vardır. Bu varlık alemi kendilerine belli bir ölçü içerisinde gösterilmiştir. Gerisi şu varlık aleminin sahibi olan yüce Allah'a has olmak üzere onlara kapalı tutulmaktadır. Gerçekten kulların önünde gelip durdukları kul oldukları için bilgi edinemedikleri bilinmezlikler alemi vardır.

"Yoksa gayb kendilerinin yanındadır da kendileri mi istediklerini yazıyorlar?"

Onlar, bilinmezlikler aleminin kendi yanlarında olmadığını ve kendilerinin , o aleme dair bilgilerinin bulunmadığını ve bilinmeyen aleme güçlerinin yetmediğini biliyorlardı. Ve yine onlar gayb defterine hiçbir şey yazamıyacaklarını oraya ancak ve ancak yüce Allah'ın kulları için planladıklarından dilediklerini yazacağını da biliyorlardı.

Kuşkusuz gayb aleminin işine sahip olan, orada planlama yapıp idare edebilen kişi orayı idare edebilir ve hileleri boşa çıkarabilir. Onların nesi var ki? Onlar bilinmezlikler aleminin bilgisinden mahrumdurlar. O alemin defterine yazı yazamazlar. Sana karşı hile yapıyorlar, önlemler alıyorlar ve böylece geleceğe dair bir şeye güç yetireceklerini sanıyorlar ve "Muhammed şairdir, zamanın onun aleyhine dönmesini gözlüyoruz mu?" diyorlar.

"Yoksa bir tuzak mı kurmak istiyorlar? Asıl tuzağa düşecek olanlar o inkar edenlerin kendileridir."

Onlar o kimselerdir ki gayb sahibinin planları başlarına iner. Gaybı bilenin hile ve tuzağına tutulacak olanlar onlardır. Ve Allah'tır onların kendilerini en güzel biçimde başlarına çevirecek olan.

"Yoksa onların Allah'tan başka bir tanrısı mı var?"

Kendilerini koruyan, işlerinin idaresini üzerine alan ve yüce Allah'ın hileye karşı cezasını kendilerinden savacak olan Allah'tan başka tanrıları mı vardır onların? "Allah'ın şanı onların ortak koştuklarından yücedir." Onların batıl ve sakat düşüncelerinden de münezzehtir.

Yüce Allah'a şirk koşmaktan ve ortaklardan tenzih ifadeleri ile birlikte güçlü, etkili ve hızlı adımlı hücum da son buluyor. Artık her kuşku aydınlanmıştır, her delil çürütülmüştür ve herkes, apaçık gerçek karşısında her türlü mazeret ve delilden soyutlanmış olarak bulmuştur kendisini. İşte tam o esnada yüce Allah onların gerçek kimliklerini, inatçı böbürlenen apaçık gerçekten kuşkulanan ve uzaklardan en küçük bir kuşkuya bile sarılan karekterlerini ortaya çıkarmıştır.

"Gökten bir parça düştüğünü görseler `Üstüste yığılmış bulutlardır' derler."

Yani, üzerlerine gökten düşen bir parça halinde içinde ölüm olan azap gönderilecek olsa düştüğünü görürken bile bu içinde su ve hayat olan "Birbiri üstüne yığılmış bulut yığınıdır" derler.

Hakkı kabul etmeme inatları uğruna onların deyimi ile boyunlarında kılıcın buz gibi soğukluğunu hissetseler bile gerçeği kabul etmezler ve üstüste yığılmış buluttur derler. Belki de bu ifade ile yüce Allah Ad kavminin hikayesine ölüm ve felaket bulutunu gördükleri zaman söyledikleri "Bu bize yağmur indirecek olan bir buluttur." (Ahkaf suresi, 24) şeklindeki sözlerine işaret etmektedir. Onlar bu sözlerine yüce Allah'tan şu cevabı almışlardır: "Hayır o sizin çabucak istediğiniz Rabb'inin emriyle herşeyi mahveden elim bir azabın bulunduğu yeldir." (Ahkaf suresi, 24)

RABBİNİN HÜKMÜNE SABRET

Felaket başlarının tepesinde olsa bile Hakkı kabul etmeyip inat etmeleri canlandırıldıktan sonra, yüce Allah sözünü Peygamberine çeviriyor ve elini onların üzerinden çekmesine ve onları surenin başında anlatılıp nitelenen güne ve kendilerini o günden önce bekleyen azaba havale etmesini tavsiye ediyor. Kendini şereflendiren, koruyan ve gözeten Rabbinin hükmüne sabretmesini, sabahleyin kalktığında, geceleyin ve yıldızlar battıktan sonra hamd ile Rabbini tesbih etmesini bildiriyor.



45- Korkudan bayılacakları günlerine kavuşuncaya kadar bırak onları.

46- O gün, tuzakları kendilerine hiçbir yarar sağlamaz ve onlara yardım da edilmez.

47- Zulmedenlere, şüphesiz bundan başka da azab vardır; Fakat onların çoğu bilmezler.

48- Rabbinin hükmüne sabret, çünkü sen, gözlerimizin önündesin, kalktığın zaman Rabbini övgü ile an. ,

49- Gecenin bir kısmında ve yıldızların ardından da Allah ı tesbih et.

Bu o korkunç günle tehdide başlayan yepyeni bir hamledir. Yeniden dirilme ve mahşere gelme olaylarının hemen öncesi sura üfürüldüğü gün hepsinin çarpılıp ölecekleri günle tehdit dolu yepyeni bir hamledir bu. O gün onlara hiçbir önlem ve çare fayda vermeyecektir. Onlar bugün tuzak kurup önlem alıyorlarsa, o gün hiçbir önlem ve tuzağın yararı olmaz kendilerine. Üstelik bugün gelmezden önce bir de bilinmez bir azap daha vardır. Fakat onların çoğu bunu bilmezler.

Bu son tehdit ile, baştan beri uzun ve şiddetli bombardımana tutulan zalim yalanlayıcılardan yüz çevriliyor. Gerek uzak gerek yakın kendilerini bekleyen azapla tehdit edilmiş pozisyonuna getirilip bırakılmışlardır artık. Yüce Allah şimdi onları bırakıp, kendisine dil uzatılan ve iftira edilen Hz. Peygambere dönüyor. Kendisine bunca zorluklara, yalanlamalara, dil uzatmalara karşı sabrı tavsiye ediyor.

Herşeyi dilediği gibi yapan yüce Allah'ın hükmüne bırakarak meşakkatlerle dolu uzun çağrı yolu boyunca sabrı tavsiye ediyor ona: "Rabbinin hükmüne sabret: '

Sabır tavsiyesi ile birlikte, kutsal şereflendirme, ilahi esirgeme, ve yolda karşılaşılan meşakkatleri silip süpüren ve onlara sabrı sevimli hale getiren sevimli kutsal yolculuk müjdesi vardır. Zaten bu sabırdır bu yüce şereflendirmeye vesile olan.

"Rabbinin hükmüne sabret, çünkü sen gözlerimizin önündesin: '

Aman Allah'ım bu ne güzel bir ifade... Ne güzel bir canlandırma... Ne güzel bir takdir...

Tüm Kur'an ifadeleri içinde, hatta onlar bir yana buna benzer ifadeler için de bile eşsiz ve bambaşka olan şu ifadenin canlandırdığı bu derece hiçbir insanın erişemediği bir derecedir.

Hz. Musa'ya "Seni ben peygamber seçtim, şimdi vahyedilecek mesajı dinle." (Taha suresi, 13) Bir başka kez de "Gözümün önünde yetişesin diye seni sevgimin kanatları altına aldım." (Taha suresi, 39) Bir diğer ayette ise "Şimdi seni sırf kendime ayırdım." (Taha suresi, 17) buyrulmuştu.

Bütün bu ifadeler Hz. Musa için yüksek makamlar demekti. Ancak Hz. Muhammed'e "Sen bizim gözümüz altındasın" buyruluyor. Bu ifade Resulullah'a ayrı bir şeref vermekte ve özel bir yakınlık bahşetmektedir. Bu ifade her çağrışımdan apayrı, ince ve şeffaf bir çağrışım taşımaktadır... Bu orjinal ifadeyi dile getirip açıklamaya hiçbir beşer ifadesinin gücü yetmez. Biz bu ifadenin uyandırdığı çağrışımlara işaret etmekle ve çağrışımlarla içiçe yaşamakla yetinelim yeter bize!

Bu yakınlık ve dostlukla birlikte, yüce Allah ile sürekli bir bağ kurma yolu gösterilmektedir:

"Kalktığın zaman Rabbini övgü ile an."

Gecenin bir kısmında ve yıldızların ardından da Allah'ı tesbih et.

Gün boyunca, uykudan uyanınca, geceleyin ve tan yeri ağarıp yıldızlar battığı zamanlar. Bu zamanlar cana yakın dostluğun tadına varıldığı zamanlardır. Allah'ı tesbih edip onun yüce ve her türlü eksikten uzak olduğunu itiraf etmek, azıktır, insana yoldaştır ve gönüllerin yakarışlarıdır. Bu zamanlar normal insanlar için yüce Allah ile başbaşa olmanın tadına varılan vakitler olduğuna göre, acaba seven ve sevilen ve O'na son derece yakın olan Hz. Muhammed'in kalbi nelerin tadına varır kim bilir?