1 Temmuz 2007 Pazar

MÜCADELE SÜRESİ(MEVDUDİ)

Adı: Bu surenin adı "Mücadele" veya "Mücadile" olarak bilinir. Bu ad, surenin ilk ayetinde geçen "tucâdiluke" fiilinden alınmıştır. Çünkü surenin girişinde beyan edilen bir olayı, yani bir kadının Hz. Peygamber'den (s.a) kocasıyla arasındaki "zıhar" meselesine çözüm bulmasını, böylelikle kendisini ve çocuklarını mahvolmaktan kurtarması için sürekli ve ısrarlı taleplerini, Allahu Teâlâ, "Mücadele" olarak nitelemiştir. Dolayısıyla surenin adı da "Mücadele" olmuştur. Ancak bu kelimeyi "Mücadile" şeklinde ism-i fail olarak okumak da mümkündür ki o zaman, söz konusu meselede ısrar eden kadına atıf yapılmış olur.

Nüzul Zamanı: Bu surenin nüzul zamanı ile ilgili kesin bir rivayet bulunmamaktadır. Ancak sure içinde mevcut bir karineden hareketle, bu surenin 5. hicri yılın Şevval ayında yapılan Ahzab Gazvesi'nden sonra nazil olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü Ahzab Suresi'nde, evlatlık edinilen çocukların, gerçek evladın yerini almasının mümkün olmadığı beyan edilirken, kendilerine zihar yapılan kadınların da, hiç bir surette kocalarının anneleri konumuna geçemeyeceği vurgulanmıştır. Mesele, sadece bu kadar kısa bir değini ile geçiştirilmiş ve zıharın, günah veya bir suç olduğu şeklinde bir tanım yapılmayıp, hadise bir hükme de bağlanmamıştır. Fakat bu surede zıhar olayının ayrıntılarına inilerek, bir hükme bağlanması, sözkonusu ayrıntıların Ahzab Suresi'nden sonra nazil olduğunu ortaya koyuyor.

Konu: Bu surede Müslümanlara kendileri ile ilgili birtakım meselelerde çözüm yolları gösterilmiştir.

Surenin girişinden 6. ayete kadar zıhar olayının şer'i hükümleri açıklanmıştır. Aynı zamanda Müslümanlar şiddetle ikaz edilerek kendilerine Müslüman olduktan sonra cahiliyyenin örf ve adetlerine bağlı kalmanın, Allah'ın koyduğu sınırları aşmak ve O'nun kurallarına karşı çıkmak anlamına geleceği anlatılmıştır. Böyle bir davranış ise, yani insanın kendi keyfince kurallar vazetmesi kesin surette iman ile çelişir, sonuçta insanı dünyada hüsrana götürür ve ahirette de insan bu yüzden hesaba çekilir.

7. ve 10. ayetlerde münafıklar, kendi aralarında yaptıkları dedikodular ve gizli gizli fısıldaşmalarından ötürü ikaz edilmişlerdir. Çünkü onlar bu şekilde bozgunculuk çıkarmak için gizli planlar kuruyorlar ve kalplerindeki kin ve buğz nedeniyle, tıpkı Yahudiler gibi Hz. Peygamber'e (s.a.) selam veriyorlardı. Fakat söyledikleri sözler bedduadan başka bir şey değildi. Ayrıca bu ayetlerde Müslümanlara, onların yaptıkları gizli planların kendilerine hiç bir zarar veremeyeceği, Allah'a tevekkül edip, O'nun yolunda sabırla yürümeleri gerektiği anlatılarak, teselli verilmiştir.

Ayrıca ihlaslı müminlerin kendi aralarında günah, zulüm ve Hz. Peygamber'e (s.a.) karşı çıkmak hakkında konuşmayacakları ve onların sadece iyilik ile takva üzere bir araya gelecekleri vurgulanarak ahlâkî dersler vazedilmiştir.

11. ve 13. ayetlerde ise, Müslümanlara birtakım sosyal kurallar tebliğ edilmiştir. Çünkü kendilerinde (o dönemde) bazı sosyal zaaflar bulunmaktaydı. Nitekim günümüz Müslümanlarında da aynı zaaflar hâlâ vardır. Sözgelimi, bir meclise dışarıdan biri geldiğinde, orada oturanlar yeni gelen kardeşlerine yer vermek için, kendilerini toplamak gibi bir zahmete katlanmazlar. Tabii ki bu durumda yeni gelen şahıs ayakta kalır ve zorunlu olarak kapının önünde oturur veya geri döner ya da oturanların üzerlerinden atlayarak kendisine yer bulmak için içeri dalar. Bu tür durumlar Hz. Peygamber'in (s.a.) meclisinde de vuku bulduğu için bu surede Müslümanlara bencil ve katı davranmayıp, başkalarına karşı daha hoşgörülü olmaları ve böyle durumlarda yeni gelen kimselere yer vererek, cömertliklerini sergilemeleri emredilmiştir.

Ayrıca insanlarda bir başka zaaf daha vardır ki o da, bir kimseyi ziyaret ettiklerinde (özellikle önemli bir kimseyi) o şahsın yanında oldukça fazla kalmaları ve uzun bir süre oturmakla ziyaretine gittikleri şahsa ne kadar eziyet verdiklerini ve ayrıca önemli işlerden o şahsı alıkoyduklarını düşünmemeleridir.

Şayet ev sahibi kendilerine gitmelerini söyleyecek olsa, hemen gücenirler. Kendilerini bırakıp, oradan ayrılsa, onu ahlâksızca davranmakla suçlarlar. Keza ima yoluyla, başka işleri olduğunu söylemeye çalışsa, bu sefer hiç dikkate almazlar. İşte Hz. Peygamber (s.a) de bu tür problemlerle karşı karşıyaydı. Öyle ki bazı kimseler, sırf Rasulullah'ın (s.a) sohbetinin lezzetinden dolayı, kendisini önemli bir takım işlerden alıkoyduklarını hiç düşünmüyorlardı. Bu nedenlerden ötürü, surede Müslümanlara, kendilerine sohbetin sona erdiği bildirilince, hemen dağılmaları söylenmiştir.

Yine bir başka zaaf da, gerekli gereksiz herkesin Hz. Peygamber (s.a) ile özel görüşme konusundaki ısrarlı talepleriydi. Nitekim bu kimseler Hz. Peygamber'le (s.a) meclis içinde fısıltılı konuşuyorlardı ki bu da hem Hz. Peygamber'i hem de bu meclisde bulunanları rahatsız ediyordu. Bu sebep dolayısıyla, Allah Teâlâ, Hz. Peygamber (s.a) ile bu şekilde görüşmek isteyenlerin, görüşme öncesinde sadaka vermeleri şartını koydu. Böylelikle, bu davranışın kötü bir adet olup, terk edilmesi gerektiği hususunda Müslümanların uyarılması amaçlanmıştı. Gerçekten de, Müslümanlar bu kötü adeti terk ettikleri için, bu şart bir süre sonra yürürlükten kaldırılmıştır.

14. Ayetten surenin sonuna kadar, içinde ihlaslı müminlerin, münafıkların ve mütereddid kimselerin bulunduğu İslâm toplumuna, açıkça ihlasın ölçüsünün ne olduğu bildirilmiştir. Çünkü bir kısım Müslümanlar, kafirlerle dostluklarını sürdürüyorlar, İslâm'a zarar verse de, sırf çıkarları için bir tavır almaktan kaçınıyorlardı.

Bu yüzden çevrede İslâm hakkında kuşkular oluşuyor ve bazı mütereddid kimseler Müslüman olmaktan kaçınıyorlardı. Müslümanların saflarında görülen çıkarcı kimseler ikiyüzlülükleri dolayısıyla ceza almaktan da korunuyorlardı, ama ihlaslı müminler böyle değildi. Onlar değil başkalarını; analarını, babalarını, çocuklarını, kabilelerini bile İslâm'ın çıkarları söz konusu olduğunda savunmuyorlardı. Çünkü kalplerinde Allah ve Rasulünün düşmanlarına yer yoktu. Allah Teâlâ açıkça, birinci grupdaki Müslümanların da gerçek müminler olup, Allah'ın hizbine dahil bulunduklarını beyan etmiştir.

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1 Gerçekten Allah, eşi konusunda seninle tartışan ve Allah'a şikâyette bulunan (kadın)ın sözünü işitti.1 Allah, aranızda geçen konuşmaları işitiyordu. 2Şüphesiz Allah, işitendir, görendir.

2 Sizden kadınlarına "zıhar"da bulunanlar3 (eşlerini annelerinin sırtına benzetenler bilsinler ki kadınları) onların anneleri değildir. Anneleri, yalnızca kendilerini doğuranlardır.4 Şüphesiz onlar, çirkin ve yalan söylemektedirler.5 Gerçekten Allah, çok affeden, çok bağışlayandır.6

AÇIKLAMA

1. "Semia" ifadesi ile bilinen "işitmek" anlamı kastolunmuş değildir. Bu ifade "Allah o kadının duasını kabul etti" anlamında kullanılmıştır.

2. Genelde mütercimler bu ifadeyi, "Allah seninle tartışan ve Allah'a şikayette bulunan o kadını işitiyordu." şeklinde tercüme ettikleri için, okuyucunun zihninde, o kadının Hz. Peygamber'le tartıştığı ve yanından ayrıldıktan belli bir süre sonra da Hz. Peygamber'e (s.a.) vahiy nazil olduğu gibi bir tasavvurun oluşmasına sebebiyet vermişlerdir. Yani ayette, sanki şöyle denilmek isteniyor: "Ben, bir kadının seninle tartıştığını, bana şikayette bulunduğunu ve aranızda neler konuşulduğunu işittim." Oysa bu olay ile ilgili rivayet edilen hadislerde, o kadının "zıhar" meselesine bir çözüm bulması ve ailesini dağılmaktan kurtarması konusunda Rasulullah (s.a) ile tartıştığı esnada, birden Rasulullah'da, vahiy alırken zuhur eden halin meydana geldiği ve vahyin o anda nazil olduğu bildirilmektedir. İşte biz de, bu yüzden ayeti şimdiki zaman kipi ile (hal sigası) tercümeyi tercih ettik: "Allah, seninle tartışan ve Allah'a şikayette bulunan o kadını işitiyor."

Ayette zikri geçen kadın, Hazreç kabilesinden Havle binti Sa'lebe'dir. Kocası ise, Evs kabilesinin reisi Ubade bin Samit'in kardeşi Evs bin Samit el-Ensari'dir. Söz konusu "zıhar" olayını ilerde ayrıntılı bir şekilde ele alacağız. Ancak burada, Allah'ın bu kadın sahebenin şikayetini hemen kabul ettiğini ve ayetin onun hakkında nazil olduğunu belirtmek gerekir. Nitekim bu kadın sahebinin, yine bu olay nedeniyle diğer sahabilerin nezdinde özel bir yeri vardı. Bu yüzden diğer sahabiler, bu kadın sahebeye oldukça izzet ve ikramda bulunuyorlardı. Örneğin İbn Ebi Hatim ve Beyhaki'nin rivayet ettiklerine göre Hz. Ömer, yanında başka bir sahabe ile bir yere giderken, yolda bir kadın ile karşılaşır. Kadın Hz. Ömer'i durdurmak ister, O da durur. Ve başını eğerek, uzun bir süre kadını dinler, son sözünü söyleyinceye kadar orada bekleyince, yanındaki sahebe Hz. Ömer'e "Ey müminlerin emiri! Sırf bu yaşlı kadının hatırı için Kureyş'in bunca ileri gelenlerini beklettiniz," der. Hz. Ömer buna karşılık şöyle bir cevap verir: "Biliyor musun bu kadın kimdir? Bu yaşlı kadın, şikayeti yedi semada işitilen Havle binti Sa'lebe'dir. Allah'a yemin ederim ki, şayet O beni tüm gece boyunca bekletecek olsaydı, namaz vakitleri müstesna, onun önünde beklerdim." Yine "İstiyab" adlı eserinde İbn Abdilberr, Katade'den bir rivayette bulunur: "Bu kadın (Havle binti Sa'lebe) yolda Hz. Ömer ile karşılaştığında, Hz. Ömer kendisine selam verir. O'da Hz. Ömer'in selamını alır ve şöyle der: "Ooo! Ömer sen misin? Seni bir zamanlar Ukaz panayırında görmüştüm. O zaman sana Umeyr diyorlardı ve elinde sopa çobanlık yapıyordun. Fakat çok geçmeden Ömer oldun. Şimdi ise müminlerin emirisin. Emirin idaresindeki halk hakkında Allah'tan kork. Unutma ki Allah'tan korkanlar için en uzaktakiler, en yakında olanlar gibidir. Ölümden korkan insan neyi kaybetmekten korkuyorsa, muhakkak onu kaybedecektir?" Bu sözler üzerine, Hz. Ömer'in yanında bulunan Carud Abdi, kadına, "Ey kadın! Sen müminlerin emirine küstahlık yaptın," diye çıkışınca, Hz. Ömer ona şöyle der: "Bırak onu konuşsun. Biliyor musun bu kadın kimdir? Bunun sözü yedi semada işitilmiştir. Ömer'e söylediği niçin işitilmesin?" (İmam Buhari, kendi tarih kitabında kısaca kaydetmiştir.)

3. Araplar arasındaki yaygın geleneğe göre, karı ve koca birbirleriyle münakaşa ettiklerinde öfke içindeki erkek hanımına, "Sen bana anamın sırtı gibisin" derdi. Böylelikle erkek hanımına, "Seninle cinsel ilişkide bulunmak, anamla cinsel ilişkide bulunmak gibidir" demiş oluyordu. Nitekim günümüzde de bazı cahil kimseler, hanımlarıyla münakaşa ederken, "Sen bana annem, kızkardeşim veya kızım gibisin" nevinden sözler sarfederek, güya eşlerinin hanımları olmaktan çıktığını ihsas etmektedirler. İşte bu davranışın adı zıhardır. Zıhar Arapça'da sırtlarına binilen binek hayvanlarına atfen kullanılır.

Bu yüzden Araplar hanımlarına, "Senin sırtına binmek, anamın sırtına binmek gibi bana haramdır" derlerdi. Dolayısıyla bu yemine, "zıhar" adı verilmiştir. Ayrıca bu söz cahiliye döneminde talak (boşanmak), hatta daha ileri bir anlamda kullanılıyordu. Yani bu sözü söyleyen erkek, karısının artık kendisine haram olduğunu ve ömür boyunca kendisiyle birleşemeyeceğini ilan etmiş oluyordu. Bu nedenden ötürü, her ne kadar talaktan sonra evlenmek mümkün idiyse de, zıhardan sonra yeniden evlenmek mümkün değildi.

4. Bu, zıhar hakkındaki ilk hükümdür. Şöyle denilmektedir: "Sen hanımını annen yerine koydun diye, o asla annen olamaz. Çünkü annen seni doğurmuştur ve sana ebediyyen haramdır. Dolayısıyla başka bir kadın -sen annene benzettin diye- nasıl olur da, sana aklen, ahlâken, kanunen annen gibi olabilir? Bu, hakikate aykırıdır" Bu şekilde bir tesbit yapılmakla, zıhar yapan kocanın, hanımıyla nikahının sona ermesi ve böylece o kadının kendisine annesi gibi haram sayılması şeklindeki düşünce ortadan kaldırılmıştır.

5. Yani, erkeğin hanımını annesine benzetmesi anlamsız bir davranıştır, hatta bunu düşünmek bile kişi için utanç vericidir. Söylemek ise daha çirkin daha kabadır. Şerefli ve asil bir insanın bu tür yalan ve gerçek dışı bir söz sarfetmesi mümkün değildir. Çünkü bir kimsenin "Benim hanımım artık bana annem gibidir." demesi yalanın ta kendisidir. Şayet bu kimse, bundan sonra hanımına annesi gibi hizmet edeceğini bildirirse, yalan bir iddiada bulunmuş olur; zira ona ne zamandan beri hanımını annesinin konumuna koyma gibi bir yetki verilmiştir? O bir kanun koyucu değildir ve bu hak Allah'a aittir. Sözgelimi insana, annesi, babaannesi, kayınvalidesi, sütannesi ve Hz. Peygamber'in (s.a.) hanımları ile evlenmek haram edilmiştir. Dolayısıyla hiç kimseye, haram olan bu kadınlar zümresine başkalarını dahil etme yetkisi verilmemiştir. Sonuç olarak, zıharın günah ve haram bir fiil olup, cezayı gerektirdiği şeklinde bir başka hüküm ortaya çıkıyor.

6. Yani, bu suç aslında ağır bir cezayı gerektirecek kadar çirkindir. Ancak Allah merhametli olduğundan, böyle bir yasa koymakla sizlerin aile hayatınızı mahvolmaktan kurtarmış ve bu suçun cezasını çok hafif olarak belirlemiştir. Öyle ki, bu suça karşılık olarak dayak, hapis vs. gibi cezalar vermek yerine, nefisleri ıslah edecek ve böylelikle topluma iyiliği yayacak bazı ibadetler koymuştur. Ancak burada bir noktanın vurgulanması gerekmektedir. Bu, İslâm'da verilen bu tür cezaların, yani günahların kefareti şeklindeki ibadetlerin, sadece ibadet ruhundan uzak cezalar veya sadece eziyetten yoksun ibadetler olmadığıdır. Bunun içinde, her iki unsur da mevcuttur. Yani günah işlemiş olan kişinin, işlediği günahı telafi edebilmesi için kendisine, hem eziyeti hem de iyilik ve ibadeti içeren bir ceza verilmektedir.

3 Kadınlarına "zıhar"da bulunanlar,7 sonra da söylediklerinden geri dönenlerin,8 birbirleriyle temas etmeden önce bir köleyi özgürlüğüne kavuşturmaları gerekir. İşte size bununla öğüt verilmektedir.9 Allah, yapmakta olduklarınızı haber alandır.10

AÇIKLAMA

7. Buradan itibaren zıharın kanunî hükmü beyan edilmeye başlanmıştır. Bu hükümleri yeterince anlayabilmek için, Hz. Peygamber (s.a) döneminde zıhar ile ilgili vakıalar hakkındaki kararlara bakmamız gerekir. Çünkü Hz. Peygamber'in (s.a.) verdiği bu kararlar, sözkonusu ayetlere dayanmaktaydı.

İbn Abbas'ın beyanına göre, ilk zıhar vak'ası, karısı Havle'nin şikayeti üzerine hakkında bu ayetlerin nazil olduğu Evs bin Samit el-Ensari'nin zıhar vak'asıdır. Bu olayla ilgili nakillerde, çeşitli raviler arasında ayrıntılarda ihtilaflar olmasına rağmen, bu konunun esasını anlamamızı sağlayacak temel unsurlar tüm rivayetlerde aynıdır. Bu olay, özetle şöyle cereyan etmiştir: Evs bin Samit el-Ensarî, yaşlandığı zaman çevresindekilere çok çabuk öfkelenir olmuştur. Hatta bazı raviler, onda delilik gibi hallerin belirdiğini ifade eden, "Kâne behiy lememe" şeklinde kelimeler kullanmaktadırlar. Yani öyle ki, (bizim urducada da dediğimiz gibi) öfkeden deliye dönmüştür. Bu halleri dolayısıyla, İslâm'dan önce hanımına bir kez zıhar yapmıştır. Ancak söz konusu zıhar hadisesi, onun Müslüman olduktan sonra yaptığı ilk zıhar olayıdır. Bu olay üzerine, hanımı Hz. Peygamber'e (s.a.) gelir ve meseleyi kendisine arz ettikten sonra, Hz. Peygamber'den (s.a.), ailesinin dağılmaktan kurtulabilmesi için çözüm yolu bulmasını ister. Raviler, Hz. Peygamber'in (s.a.) cevabını birbirinden farklı olarak nakletmektedirler. Bazı ravilere göre, Hz. Peygamber (s.a) bu konuda kendisine bir emir gelmediğini söyler, bazılarına göre, artık kocasına haram olması gerektiğini, bazılarına göre ise, kesin olarak kocasına haram olduğunu ifade eder.

Hz. Havle, Hz. Peygamber'den (s.a.) bu şekilde bir cevap alınca, tekrar tekrar, aslında kocasının kendisine, "Seni boşuyorum" demediğini beyan etmiş ve kendisini, yaşlı kocasını ve çocuklarını mahvolmaktan kurtarmasını söylemiştir. Fakat Hz. Peygamber (s.a) yine de aynı cevapları verirken, aniden kendisinde, vahiy alırken zuhur eden haller vuku bulmuş ve ardından bu ayetler nazil olmuştur. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) -başka bir rivayete göre- kadına, kocasını çağırtarak, O'na bir köle azad etmesini söylemiştir. Evs bin Samit, bunu yapamayacağını bildirince, iki ay (aralıksız) oruç tutmasını söylemiş ve bu esnada Hz. Havle söze karışarak, kocasının üç gün yemediği takdirde gözlerinin kararmaya başladığı cevabını vermiştir. Hz. Peygamber, "O halde 60 fakiri doyursun", deyince yine Hz. Havle, "O'nun o kadar parası yok. Fakat siz yardım ederseniz, sizin yardımınızla bu iş yapılabilir." demiştir. Hz. Peygamber (s.a) de kendilerine 60 kişinin iki vakit yiyebileceği miktardaki malzemeyi vermiştir. Ancak bu miktar, çeşitli rivayetlere göre değişmektedir. Bazı rivayetlere göre, Hz. Peygamber'in (s.a.) verdiği miktar kadar, kocasının keffareti ödeyebilmesi için, Hz. Havlede vermiştir. (İbn Cerir, Müsned-i Ahmed, Ebu Davud, İbn Ebi Hatim).

Zıhar ile ilgili ikinci vakıa, Seleme bin Sehhar Beyadi'nindir. Hz. Seleme, cinsel arzuları normalin üstünde olan güçlü bir kimse olduğu için, Ramazan ayı geldiğinde oruçluyken hanımına yaklaşır korkusuyla hanımını bir aylık bir müddet için zıhar yapmış, ancak yine de sabredemeyerek, bir gece hanımıyla münasebette bulunmuştur. Bu olaydan duyduğu pişmanlık nedeniyle, bu hususu Hz. Peygamber'e (s.a.) arzetmiş ve Hz. Peygamber (s.a) de kendisine bir köle azad etmesini emretmiştir. O'nun, hanımından başka kimsesi olmadığını söylemesi üzerine, Hz. Peygamber (s.a) kendisine "Ara vermeden iki ay oruç tut" demiştir. Hz. Seleme, "Ya Rasulallah, bu musibet zaten bu yüzden başıma geldi" deyince, Hz. Peygamber (s.a) bu sefer O'na 60 fakiri doyurmasını emretmiştir. Ancak Hz. Seleme yine, "Biz, geceleri aç yatacak kadar fakiriz" diye cevap verince, Hz. Peygamber (s.a) Beni Züreyk'den gelen zekattan kendisine 60 fakiri doyurabilecek ve biraz da kendisine kalacak kadar bir miktar vermiştir. (Müsned-i Ahmed, Tirmizi, Ebu Davud)

Bu konuda nakledilen üçüncü vak'ada isim zikredilmemiştir: Bir adam hanımına zıhar yapar ve keffaret vermeden önce hanımına yaklaşır. Daha sonra Rasulullah'a giderek bu mesele hakkında ne yapması gerektiğini sorar. Hz. Peygamber (s.a) ise keffaret verene kadar hanımından uzak kalmasını söyler. (Ebu Davud, Tirmizi, Nesei,İbn-i Mace)

Nakledilen dördüncü vakıa ise şöyledir: Bir şahıs hanımına, "Kızkardeşim" diyerek seslenirken, Hz. Peygamber (s.a) bunu duydu ve kızgınlıkla "Bu senin kızkardeşin midir?" dedi. Ancak zıhar cezası vermedi (Ebu Davud)

İleride gelecek olan zıhar ile ilgili ayetleri, ancak muteber hadis kitaplarından nakledilen bu vak'alar ışığında açıklamak mümkündür.

8. "Sonra sözlerinden dönenler" ifadesinde, lugavî ve ıstılahî anlam bakımından ihtilaf vardır.

Bu ifadenin bir anlamı, "bir kez zıhar yaptıktan sonra, sözlerinden dönenler" şeklinde olabilir. Nitekim Zahirîler, Bukeyr bin el-Eşcâ ve Yahya bin Ziyad el-Ferra bu görüştedirler. Ayrıca Ata bin Ebi Rebah'tan nakledilen bir görüş de bunu destekler. Bu kimselere göre bir kez zıhar yapan şahıs affedilir. Ancak tekrar bu suçu işlerse, kendisine keffaret gerekir. Fakat bu yorum, iki sebepten ötürü yanlıştır. Birincisi; Allah zıharı, bir yalan ve anlamsız bir davranış olarak nitelemiş ve karşılığında bir ceza tayin etmiştir. Dolayısıyla, biz, nasıl olur da, bu yalan ve anlamsız davranışın ilkinde affedileceğini, ikincisinde de ceza göreceğini söyleyebiliriz? Bu yorumun yanlış olmasının ikinci sebebi, zıhar yapanlardan hiç kimseye "Bu ilk midir, ikinci midir?" diye sorulmamış olmasıdır.

Mezkur ifadenin diğer bir anlamı "Cahiliye döneminde zıhar yapmaya alışmış kimseler, yine zıhar yaparlarsa onların cezaları şudur...." şeklindedir. Yani, zıhar kendi başına cezayı gerektirir bir suçtur. Zıhar yapan kimse mutlak surette ceza görecektir. Hatta zıhar yaptıktan sonra hanımına dokunmadan boşansa bile, söz konusu ceza kendisine verilecektir. Ya da hanımı vefat etse veya karısıyla arasında karı-koca ilişkisi kalmasa da zıhar yapan bu cezayı görmekten kurtulamaz. Fakihlerden Tavus, Mücahid, Şa'bi, Zührî, Süfyan-ı Sevri, ve Katade aynı görüştedirler. Onlara göre, zıhar yapan kimsenin hanımı vefat ettiğinde, kocası keffaret ödemeden karısının mirasından pay alamaz.

Üçüncü anlamı, zıhar yapanın "Ben söylediğimden vazgeçiyorum" demesi şeklindedir.

Dördüncü anlamı ise, zıhar yapanın kendisine haram kıldığı eşinin, yeniden helal olmasıdır. Yani, önce hanımını kendisine haram kılan kimse, sonra helal kılar. Fakihlerin çoğu, bu son iki anlamı tercih etmişlerdir.

9. Diğer bir ifadeyle bu emirler; İslâm toplumunun cahiliyeden kalma kötü alışkanlıklardan vazgeçmesi ve bu tür anlamsız davranışları terk etmesi konusunda Müslümanları terbiye etmek için nazil olmuştur. Yani, aralarında bir anlaşmazlık çıktığında eşler iyi insanlar gibi tartışsınlar ve ayrılmaları gerekiyorsa, talak yoluyla boşansınlar. Ancak tartışma esnasında erkeğin, hanımını, annesine veya kızkardeşine benzetmesi çok çirkin bir davranıştır.

10. Karısına zıhar yapan ve daha sonra hiçbir şey olmamış gibi ilişkisine devam eden kimse, bunu başkalarına söylemese dahi Allah'dan gizleyemez. Çünkü, Allah her şeyi bilendir.

4 Ancak buna (imkân) bulamayanlar (için de) birbirleriyle temas etmeden önce, kesintisiz iki ay oruç (yüklenmiştir); buna da güç yetiremeyenler altmış yoksulu doyursun.11 Bu (kolaylık), Allah'a O'nun Resulüne iman etmeniz dolayısıyladır.12 Bunlar, Allah'ın sınırlarıdır. Kâfirler içinse acı bir azab vardır.13

AÇIKLAMA

11. Zıhar hakkında Allah Teâlâ bu hükümleri inzal etmiştir. İslâm hukukçularının, bu ayetlerden ve Hz. Peygamber'in (s.a.) uygulamasından hareketle ümmet için ortaya koydukları genel kaideler aşağıda zikredilmiştir.

a) Zıhar ile ilgili bu hüküm, Araplar'ın cahiliye döneminde zıhar yapıp, karı ve koca arasındaki ilişkiyi ebediyyen haram kılma şeklindeki geleneklerini ortadan kaldırmaktadır. Burada, bu hüküm ile, cahiliyyedeki örf, adet ve kanunlar yürürlükten kaldırılmış, zıharın cahiliyye döneminden kalma etkileri silinmiş ve hiç kimse için, hanımını annesine veya nikahı kendisine haram olan kimselere (muharremat) benzetmesinin caiz olmadığı anlatılmıştır. Çünkü İslâm nezdinde, bir kimsenin annesini veya nikahı kendisine haram olan kimseleri hanımına benzetmeyi düşünmesi ve bunu söylemek suretiyle hafife alması çirkin bir davranıştır. Bu noktada İslâm'ın tavrı üç temel esasa dayalıdır. Birincisi, zıhar ile nikah akdi fasit olmaz ve kadının, kocası ile olan diğer ilişkileri devam eder. İkincisi, zıhar yapan kocaya, hanımı (cinsi münasebet bakımından) geçici bir süre için haram olur. Üçüncüsü bu yasak, koca keffaretini ödeyene değin sürer ve ancak keffaret ödendikten sonra kalkar.

b) Zıharın geçerli olabilmesi için, kocanın akıl ve baliğ olup, sarhoş olmaması konusunda görüş birliği vardır. Çocuk ve delinin yaptığı zıhar kabul edilmez. Ancak şuurunu kaybeden kimsenin (örneğin uyuyan), bu kelimeleri söylemesi halinde, zıharın kabul edilip edilmeyeceği konusunda görüş ayrılığı vardır. Bu ayrılıklar şu şekildedir:

1) Sekir (sarhoşluk, şuurun yerinde olmaması) halinde zıhar yapan kimseler ile ilgili olarak, dört mezhebin fakihlerinin çoğunluğu, "Müsekkerat (sarhoş edici madde) kullanan bir kimsenin yaptığı zıhar, tıpkı talak gibi kabul edilir. Çünkü bu duruma kendisi sebebiyet vermiştir. Ancak bir hastalık nedeniyle ilaç alıp şuurunu kaybetmişse, yahud şiddetli susuzluktan ötürü canını kurtarmak için şarap içmiş ve sarhoş olmuşsa, bu kimsenin yaptığı zıhar ve talak geçerli olmaz" demektedirler. Hanefiler, Şafiler ve Hanbeliler bu görüştedirler. Sahabilerin görüşü de genelde böyledir. Fakat, sadece Hz. Osman (nedeni ne olursa olsun), sarhoşluk halinde ne zıharın, ne de talakın geçerli olmayacağı görüşündedir. Yine Hanefi mezhebi imamlarından Tahavi ve Kerhi de bu görüşü tercih etmişlerdir. Hatta İmam Şafii'den bu görüşü doğrulayan bir rivayet de nakledilmektedir. Maliki mezhebinde ise, zıharın geçerli olabilmesi için, zıhar yapan kişi ne söylediğini bilmelidir. Şuurunu tamamen kaybetmişse, yaptığı zıhar kabul edilmez.

2) İmam-ı Ebu Hanife ve İmam-ı Malik'e göre zıhar yapan kimse, Müslüman olmalıdır. Zımmiler üzerine zıhar hükmü tatbik edilmez. Çünkü Kur'an'da geçen ifade, "İçinizden kadınlara zıhar yapanlar" şeklindedir. Yine Kur'an'da beyan edilen zıharın üç keffaret biçiminden biri oruç tutmaktır ve zımmilere oruç tutma cezası verilemez. İmam-ı Şafi ve İmam-ı Ahmed'e göre ise, zıharın hükmü Müslümanlar için de, zımmiler için de geçerlidir, ancak zımmilere oruç tutma cezası verilemez. Onlar ya bir köle azad ederler ya da 60 fakiri doyururlar. Bu iki biçimdeki ceza zımmilere verilebilir.

3) Erkekler gibi kadınlar da zıhar yapabilirler mi? Söz gelimi bir kadın kocasına, "Sen benim babam veya amcam gibisin" diyebilir mi? Dediği takdirde bu zıhar olarak kabul edilebilir mi? Dört mezhebe göre de bu, zıhar olarak kabul edilmez ve buna zıhar hükmü uygulanmaz. Çünük Kur'an'da açıkça bu hüküm, erkeğin hanımına zıhar yapması hakkındadır: "İçinizden kadınlarına zıhar yapanlar..." Görüldüğü gibi bu ayette zıhar yapma hakkı, talak (boşanma) hakkını elinde tutanlara yani erkeklere verilmiştir. İslâm hukukunda kadına, kocasını boşayabilme (talak) hakkı verilmediği için kocasını kendisine haram etme hakkı da verilmemiştir.

Aynı şekilde, Süfyan-ı Sevri, İshak bin Rahaveyh, Ebu Sevr ve Leys bin Sa'da'dan kadının bu davranışının çok anlamsız olduğu şeklinde rivayetler vardır. İmam Yusuf ise, kadının bu davranışının ve bu sözünün zıhar olmadığını, ancak bu tür sözler sarfeden kadınlara, yeminlerinden ötürü keffaret gerektiğini söyler. Çünkü bir kadının bu tür sözler sarfetmesi, kocasını kendisine haram kılma konusunda yemin etmesi anlamına gelir.

İbn Kudame, Ahmed bin Hanbel'in de aynı görüşte olduğunu nakleder. İmam Evzai: "Evlenmeden önce, kocası olacak kimse hakkında, "Bu benim babam gibidir" diyen kadının sözü zıhar olarak kabul edilir. Evlendikten sonra bu sözü söylerse, yemin olarak addedilir ve o takdirde yemin keffareti lazım gelir" demektedir. Bu görüşün aksine Hasan Basri, Zühri, İbrahim en-Nehai ve Hasan bin Ziyad Lului, bu sözün her halükarda zıhar olacağını ve zıhar keffaretini gerektirdiğini söylerler. Ancak kadının keffaret öncesi kocasının kendisine yaklaşmasına engel olma hakkı yoktur. İbrahim en-Nehai, bu görüşüne delil olarak şu olayı zikreder: Hz. Ebu Talha'nın kızı Aişe, Hz. Zübeyr'in oğlu Musab'dan evlenme teklifi aldığında, "O benim babamın sırtı gibidir" sözlerini sarfetmiş, ancak bir süre sonra O'nunla evlenmeye razı olmuştur. Medine'de çoğu sahabe olan alimlerden bu mesele hakkında fetva istendiğinde, onlar Aişe'ye zıhar keffareti gerektiği şeklinde bir fetva vermişlerdir. İbrahim en-Nehai bu rivayeti naklettikten sonra şöyle der: "Şayet Aişe, evlendikten sonra bu sözleri sarfetmiş olsaydı, O'na zihar keffareti lazım gelmezdi. Fakat O, evlenme veya evlenmeme hakkı olduğu bir zamanda, yani nikahdan önce bu sözleri sarfettiği için O'na keffaret lazım gelmiştir."

c) Akil ve baliğ bir kimse, şuuru yerindeyken zıhar yaptığında, onun kızgınlık, şaka, sevgi ve zıhar niyeti olmama vs. şeklindeki mazeretleri geçerli kabul edilmez. Ancak sarfettiği kelimelerin değişik anlamlara gelme ihtimalleri bulunuyorsa, o taktirde, o kişinin söylediği sözlerin zahirine bakılarak karar verilir. Nitekim, biz, ileride hangi kelimelerin zıhar olarak kabul edileceğini, hangi kelimelerin kabul edilmeyeceğini beyan edeceğiz.

d) Zıharın, ancak nikah altında bulunan kadın için geçerli olduğu hakkında görüş birliği vardır. Nikah altında bulunmayan kadınlara da zıhar yapılıp yapılmayacağı hususunda ihtilaf edilmiştir. Bu konudaki değişik görüşleri aşağıya aldık.

Hanefilere göre; bir erkek, nikahı altında bulunmayan bir kadına "Seninle evlenirsem, sen bana annemin sırtı gibi ol" derse ve buna rağmen o kadınla evlenirse, ona zıhar keffareti lazım gelir. Hz. Ömer de aynı şekilde fetva vermiştir. Nitekim O'nun döneminde bir şahıs, bir kadına aynı şekilde zıhar yapıp, sonra kendisiyle evlenince, Hz. Ömer ona, zıhar keffareti vermesini emretmiştir.

Maliki ve Hanbeliler de aynı görüştedirler. Ayrıca bir kimsenin, tahsis (belirleme) olmadan, bir çok kadına zıhar yapması halinde o kadınlardan hangisiyle evlenirse evlensin, o kadına dokunmadan önce zıhar keffareti vermesi gerektiği söylenmektedir. Said bin Müseyyeb, Urve bin Zübeyr, Ata bin Ebi Rebah, Hasan Basri, İshak bin Rahaveyh bu görüştedirler.

Şafiiler ise; nikahdan önce zıharın bir anlam ifade etmediği görüşündedirler. İbn Abbas ve Katade de bu görüşü paylaşmaktadırlar.

e) Belirli bir süreye mahsusen zıhar yapılabilir mi? Hanefiler ve Şafiilere göre, belli bir süre için zıhar yapan kimse, o süre bitmeden önce hanımına yaklaşırsa keffaret vermesi gerekir. Ancak süre bittikten sonra zıhar ortadan kalkar. Bu hükmün delili, Ramazan ayı süresi için hanımına zıhar yapan Seleme bin Sehhar Beyadi vakıasıdır. Bu olay hakkında Hz. Peygamber, bu konuda süre tayin etmenin anlamsız olacağı şeklinde bir şey söylememiştir. Fakat bu görüşün aksine, İmam Malik ve İbn Ebi Leyla, zıharın süresi bulunmadığını ve süre tayin etmenin anlamsız olacağını, çünkü haramlık vuku bulduğunu ve süre sonunda bu haramlığın ortadan kalkmayacağını söylemişlerdir.

f) Zıhar, bir şarta bağlı olarak yapılırsa ve söz konusu şarta aykırı davranılırsa, keffaret gerekir. Söz gelimi, "Şayet eve gelirsem, bana annemin sırtı gibi ol" diyen bir kimsenin eve gelirse keffaret vermeden hanımına yaklaşması caiz değildir.

g) Hanımına birden fazla zıhar yapan koca, Hanefilere ve Şafiilere göre, bir defa veya birden fazla zıhar yapsa da zıhar ifadesini kullandığı kadar keffaret verir. Ancak bir kez zıhar yaptıktan sonra, sözünü tekid için tekrarlarsa dahi, yine bir kez zıhar yapmış olur. Bu görüşün aksine İmam Ahmed ve İmam Malik, "Zıhar kaç kez yapılırsa yapılsın, tekid veya tekrar olsa da, bir kez yapılmış sayılır" demektedirler. Nitekim Şa'bi, Tavus, Ata bin Ebi Rebah, Hasan Basri ve Evzai de aynı görüştedirler. Hz. Ali ise, "Koca, zıharı bir meclisde bir kaç kez yapsa da, bu bir zıhardır. Çeşitli meclislerde kaç kez zıhar yapılmışsa, o kadar keffaret gerekir" şeklinde fetva vermiştir. Katade ve Amr bin Dinar da bu görüşü paylaşmaktadırlar.

ğ) Erkek, iki veya daha fazla hanımına hitabederek, zıhar yaparsa, yani onlara "Sizler bana anamın sırtı gibisiniz" derse, hanımlarının her birinin kendisine helal olabilmesi için, ayrı ayrı keffaret vermesi gerekir. Hz. Ömer, Hz. Ali, Urve bin Zübeyr, Tavus, Ata, Hasan Basri, İbrahim en-Nehaî, Süfyan Sevrî, İbn Sihab ve Zührî bu görüştedirler.

İmam Malik ve İmam Ahmed ise, hepsi için bir keffaretin yeterli olduğunu söylüyorlar. Nitekim Rebia, Evzaî, İshak bin Rahaveyh ve Ebu Sevr de aynı görüştedirler.

h) Bir kez zıhar keffareti veren bir kimsenin, yeniden zıhar yaptığında, keffaret vermeden karısının kendisine helal olmayacağı hususunda görüş birliği vardır.

ı) Keffaret vermeden önce erkek hanımına yaklaşırsa, bu dört mezhebe göre de bir günahtır ve tevbe gerektirir. Fakat keffaret lazım gelmez. Hz. Peygamber, bu şekilde davranan kimselere, tevbe etmelerini, keffaret vermeden önce hanımlarından uzak kalmalarını söylemiş ve ayrıca zıhar keffaretinden başka bir ceza vermemiştir. Kabise bin Züveyb, Said bin Cübeyr, Zührî ve Katade, bu davranışda bulunan bir kimsenin iki keffaret ödemesi görüşündedirler. İbrahim en-Nehaî ve Hasan Basri'ye göre ise, üç keffaret ödemesi gerekir. Kanaatimizce, söz konusu mesele hakkında Rasulullah'ın karar verdiğini bildiren yukarıdaki hadis, bu kimselere ulaşmamıştır.

i) Kadın kime benzetildiğinde zıharın vuku bulacağına dair fakihler arasında görüş ayrılığı vardır. Şa'bi, sadece anneye benzetildiğinde zıharın vuku bulacağını, Zahiriler ise, annenin sırtına benzetilmesi halinde zıhar suçunun gerçekleşmiş olacağını, bunun dışındakilerin ise zıhar olarak kabul edilemeyeceğini söylemektedirler. Ancak ümmetin diğer fakihleri, bu hususta onlara katılmamaktadırlar. Çünkü Kur'an zıharın günah, yalan ve anlamsız bir davranış olduğunu beyan eder. Bu tür bir nitelemeden bellidir ki, anne gibi, nikâhı haram olan diğer kadınlara benzetmek de haramdır, beyhudedir, yalandır. Dolayısıyla söz konusu hüküm, onlar için de geçerli olur.

Hanefilere göre, gerek nesep, gerek süt, gerekse evlilik nedeniyle ebedi haram olan tüm muharremat (nikâhı haram olan kadınlar) bu sınır içine girer. Ancak bazı şartlar dolayısıyla helâl olabilen, ama geçici haramlığı bulunan kadınlar (baldız, kadının halası vs.) zıhar kapsamına girmezler. Ebedi haram olan kadınlardan birinin, yine görülmesi haram olan bir uzvuna benzetme yapılırsa zıhar vuku bulur. Ama görülmesi helâl olan el, ayak, yüz, diş vs. gibi bir uzuv benzetildiği takdirde, bu zıhar olmaz. Sözgelimi, erkek hanımına "Senin el ve ayakların, annemin el ve ayakları gibidir" derse bu zıhar değildir. Şafiilere göre, bu hüküm nikâhı ebedî haram olan kadınlara (anne, kızkardeş vs.) mahsustur. Fakat bir dönem için nikâhının helâlliği söz konusu olmuş kadınlar buna (süt annesi, kayınvalide, baldız, gelin) dahil değildir.

Bunun dışında, nikâhı ebedi olarak haram olan kadınlardan birinin görülmesi haram olan bir uzvunu, kendi hanımına benzeten erkek zıhar yapmış olur. Ancak genel bir benzetme zıhar değildir. Belirli bir uzuv ise, ancak zıhar niyetiyle benzetilirse zıhar olarak kabul edilir. Sözgelimi, bir kimse hanımına "senin gözlerin tıpkı annemin gözlerine benziyor", veya "senin ellerin tıpkı annemin elleri gibi yumuşak", ya da "sen tıpkı annem gibi şefkatlisin", "senin sırtın, ellerin, başın anneminki gibi", şeklindeki sözleri zıhar niyeti ile sarfederse, zıhar vuku bulur. Aksi takdirde bu tür genel benzetmeleri iltifat amacıyla söylerse, bu zıhar olmaz.

Malikilere göre; bir kimsenin, nikahı kendisine haram olan bir kadını hanımına benzetmesi zıhardır. Erkeğin hanımına, "senin sırtın filan kadının sırtına benziyor" demesi bile zıhardır. Ayrıca Malikiler, erkeğin, nikâhı haram olan kadınlardan birinin uzvunu (bakılması helal bile olsa), hanımının uzvuna benzetmesini zıhar kabul ederler. Çünkü kişinin, annesinin herhangi bir uzvuna, hanımının uzvu gibi bakması haramdır.

Hanbelilere göre, nikâhı ebedi haram olan ile nikâhı bir zaman için helâl olmuş kadınlar (süt annesi, kayınvalide) zıhar kapsamına girer. Baldız ve nikâhı sonradan helâl olabilecek kadınlar ise, İmam Ahmed'in bir görüşüne göre, zıhar kapsamına girmekte, bir görüşüne göre ise girmemektedir. Yine Hanbeli mezhebine göre saç, tırnak, diş gibi sabit olmayan uzuvlar hariç, bir erkeğin, nikâhı kendisine ebedi haram olan kadınlardan birinin uzvunu hanımının uzvuna benzetmesi zıhardır.

j) Bir kimsenin hanımına "sen bana anamın sırtı gibisin" demesinin açıkça bir zıhar olduğu konusunda görüş birliği vardır. Çünkü Araplar zıhar yaparken, bu cümleyi sarfederlerdi ve Kur'an'daki hüküm bu cümlenin sarfedilmesi üzerine nazil olmuştur. Ancak fakihler arasında, hangi kelimelerin zıhar anlamına geleceği, hangi kelimelerin gelmeyeceği hususunda ihtilaf vardır. Hanefilere göre erkeğin, nikâhı kendisine ebedi olarak haram olan kadınlardan birinin, görülmesi haram olan bir uzvunu, hanımının bir uzvuna açıkça benzetmesi zıhardır. Sözgelimi, "Sen bana anamın (ya da nikâhı haram olan kadınlardan birinin) karnı veya baldırı gibisin" şeklindeki bir söz zıhardır. Bunun dışındaki kelimelerde ise ihtilâf etmişlerdir. Örnek olarak, bir kimse hanımına, "sen bana annemin sırtı gibi haramsın" derse, bu Ebu Hanife'ye göre açıkça zıhardır. İmam Muhammed ve İmam Ebu Yusuf'a göre ise, zıhar niyetiyle söylemişse zıhar, talak niyetiyle söylenmişse talaktır. Bir erkeğin hanımına, "sen bana annem gibisin" demesi, Hanefilerin umumi fetvasına göre, zıhar niyetiyle söylenmişse zıhar, talak niyetiyle söylenmişse talak-ı bain'dir. Bir niyet sözkonusu değilse, bu sadece anlamsız bir sözdür.

İmam Muhammed'e göre ise, kesinlikle zıhardır. Erkek, hanımını kızkardeşi, annesi veya kızı olarak çağırırsa, bu boş bir sözdür. Nitekim Hz. Peygamber, bu şekilde davranan birine kızgınlığını belli etmiş ama zıhar hükmü vermemiştir. Şayet bir kimse hanımına, "Sen bana annem gibi haramsın" derse, bu söz zıhar niyetiyle söylenmişse zıhar, talak niyetiyle söylenmişse talak, hiç bir niyet söz konusu değilse yine zıhardır. Eğer, "sen benim annem gibisin" veya "anneme benziyorsun" denilirse, kişiye "ne demek istedin?" şeklinde niyeti sorulmalıdır. İltifat için söylenmişse ve zıhar niyeti yoksa, bu bir iltifat olarak kabul edilir. Zıhar niyetiyle söylenmişse, zıhar, talak niyetiyle söylenmişse talak olarak kabul edilir. Hiç bir niyet belirtilmemişse, Ebu Hanife'ye göre anlamsız bir sözdür. İmam Ebu Yusuf'a göre bu bir zıhar değildir, ama yemin keffareti gerekir. İmam Muhammed'e göreyse zıhardır.

Şafii'lere göre, bir kimsenin, hanımına "Sen bana anamın sırtı gibisin" veya "senin bedenin anamın bedeni gibidir" şeklinde açıkça sarfettiği sözlerin dışındaki tüm sözleri niyetine bağlıdır.

Hanbeli'lere göre; bir kimsenin, hanımının bir uzvunu, nikâhı kendisine haram olan kadınlardan birinin uzvuna açıkça benzetmesi, zıhardır.

Malikilerin görüşü de yaklaşık bu şekildedir, ama ayrıntılarda farklı fetvalar vermişlerdir. Sözgelimi, bir kimse hanımına "sen benim annem gibisin" derse, Maliki'lere göre, bu söz zıhar niyetiyle söylenmişse zıhar, talak niyeti ile söylenmişse talak, bir şey sözkonusu değilse yine zıhardır. Bu, Hanbeli'lere göre ancak niyet ile zıhardır. Bir kimse hanımına "sen benim annemsin" derse, Maliki'lere göre bu zıhardır. Hanbeli'lere göre, bu söz münakaşa esnasında veya kızgınlıkla söylenmişse zıhar, ama iltifat amacıyla söylenmişse çirkin bir sözdür, zıhar değildir. Şayet bir kimse hanımına "Ben senden boşanıyorum ve sen bana annem gibisin" derse, Hanbeli'lere göre bu talaktır, zıhar değildir. Fakat "sen bana annem gibisin ve seni boşuyorum" derse, o zaman hem zıhar, hem de talak vuku bulur. Yine bir kimse hanımına "sen bana annemin sırtı gibi haramsın" derse, Hanefilere göre, niyet ne olursa olsun bu söz zıhardır.

Fakihlerin, lugavi ve ıstılahi tanımları konusunda ihtilaf ettikleri zıhar ile ilgili kelimelerin iyice bilinmesi gerekir. Çünkü Arap olmayan diğer toplumlar, Arapça kelimelerle zıhar yapmazlar. Ayrıca zıhar ile ilgili Arapça kelimelerin tam karşılığını, bu toplumların dillerinde bulmak da mümkün değildir. Dolayısıyla hangi kelimelerin (veya cümlelerin) zıhar kabul edilip edilmeyeceğine karar verebilmek için, fakihlerin açıklamaları doğrultusunda, bu tür sözler sarfeden kimselerin cinsel ilişkiyi mi kastettikleri, yoksa başka ihtimallerin mi sözkonusu olduğunu anlamamız mümkün olur.

Sözgelimi, tüm fakih ve müfessirler, hakkında hüküm verilen sözün "Ente aleyye kezahri ummî" (Sen, bana anamın sırtı gibisin) olduğu hususunda görüş birliği içindedirler. Herhalde yeryüzünde, hiçbir dilde özellikle Urduca'da bu sözler, zıhar anlamında kullanılmamaktadır. Ancak diğer dillerde de, Arapların yukarıda kastettikleri anlamda, yani "seninle cinsel ilişkide bulunmak, annemle cinsel ilişkide bulunmak gibidir" veya bazı eskilerin dediği şekilde "seninle mübaşeret edersem, annemle mübaşeret etmiş gibi olayım" biçiminde başka kelimeler kullanılmaktadır.

k) Kur'an'da keffareti gerektiren davranış, sadece zıhar değil, ayrıca zıhardan avdet etmedir. Yani bir kimse sadece zıhar yapmış ama avdet etmemişse keffaret gerekmez. Bu bağlamda, keffareti gerektiren avdetin niteliği sorulabilir. Bu husus hakkında fakihlerin görüşlerini aşağıya aldık.

Hanefi'lere göre, "avdet" ile kastedilen husus, cinsel ilişkiye niyet etmektir. Fakat bu, sadece bu konuda istek duyduğundan keffaretin gerektiği anlamına gelmez. Hatta bir kimse bu hususta niyet eder ama fiilen uygulamazsa keffaret lazım gelmez. Dolayısıyla bunun doğru anlamı, kişinin zıhar yapmış olması nedeniyle, haramlığı ortadan kaldırmak (hanımının tekrar helal olabilmesini sağlamak) için keffaret vermesi ve böylelikle haramlığın ortadan kalkmasıdır.

İmam Malik'ten bu konuda üç görüş nakledilmektedir. Maliki'lere göre, en meşhur ve en sahih görüş, yukarıda açıklandığı gibi Hanefi'lerin görüşüdür. İmam Malik zıhar yoluyla hanımı ile cinsel ilişkiyi haram eden kimsenin keffaret vererek, haramlığı ortadan kaldırması, avdettir demektedir. İbn Kudame, Ahmet bin Hanbel'in görüşünün de bu iki İmamın görüşüne yakın olduğunu nakletmektedir. Ona göre, zıhar yoluyla kendine hanımı ile cinsel ilişkiyi haram eden kimsenin keffaret vererek, hanımını kendisine helal kılması avdettir. Dolayısıyla zıhar yapan kimseye, hanımının helal olabilmesi için keffaret emredilmiştir. Tıpkı bir kimseye, bir kadının helal olabilmesi için nikah gerektiği gibi.

İmam Şafii'nin görüşü üçünden de farklıdır. Ona göre avdet, bir kimsenin zıhar yaptıktan sonra, hanımını hâlâ karısı olarak alıkoymasıdır. Çünkü karısına zıhar yapan kimse, hanımını kendisine haram kılmıştır. Dolayısıyla o kimse zıhar yaptığında hanımını boşamazsa ve boşama ile ilgili sözlere söyleyinceye kadar hanımını yanında alıkoyarsa, o kimsenin sözünden avdet etmiş olduğu anlaşılır ve ona keffaret gerekir.

Yani, kişi zıhar ve talakı bir defada vermemişse, sonradan talak verse bile, yine de ona zıhar keffareti lazım gelir. Hatta talak vermek için çok kısa bir tereddüt etse dahi kefaret şarttır.

1) Kur'an'da beyan edilen hükme göre, zıhar yapan kimse keffaret vermeden hanımına yaklaşamaz. Ayette geçen "dokunmak" ifadesi ile elle dokunmanın kastolunduğu hususunda dört mezhep de görüş birliği içindedir. Dolayısıyla zıhar yapan kimse için, keffaret vermeden önce, değil hanımı ile mübaşerette bulunmak, ona dokunması bile imkânsızdır. Şafii'lere göre, şehvetle dokunmak haramdır. Hanbeli'ler, ne şekilde olursa olsun, kocanın hanımından zevk almasının haram olduğu görüşündedirler. Maliki'lere göre ise, elleri ve yüzü müstesna, kadının bedenine bile bakmak caiz değildir.

m) Zıhar yapan kimse, Talak-ı Rici'den sonra hanımına döndüğü takdirde, yeniden keffaret vermedikçe ona dokunması mümkün değildir. Şayet Talak-ı Bain'den sonra yeniden hanımı ile evlenirse, yani üç talakla boşadıktan sonra hanımı başka biriyle evlenip ondan boşanmışsa ve daha sonra kendisiyle yeniden evlenirse, erkek keffaret vermeden önce hanımına dokunamaz. Çünkü o, hanımını annesine veya nikâhı haram olan kadınlara benzeterek üzerine haram kılmıştır. Bu haramlığın ortadan kaldırılabilmesi için keffaret gerektiği hususunda dört mezhepte görüş birliği içindedir.

n) Kadın, zıhar yapan kocasını kendisine dokunmasına izin vermemekle yükümlüdür. Çünkü kocası, zıhar yapmakla kadını kendi hakkından mahrum etmiştir. Dolayısıyla, erkek, keffaret vermekten kaçındığı takdirde, kadın mahkemeye başvurabilir ve mahkeme de erkeği, mevcut haramlığı ortadan kaldırması için keffaret vermeye mecbur eder. Erkek, keffareti vermediği takdirde, mahkeme kendisini dayak, hapis veya her ikisiyle de cezalandırır. Bu hususta dört mezhep ittifak halindedir. Ancak Hanefi mezhebinde, kadın için bundan başka bir çözüm yolu gösterilmez. Yani zıhar yapıldıktan sonra geçen süre boyunca, hakim kadını bu müşkül durumdan kurtaramazsa, kadın yine muallakta kalır. Çünkü zıhar nikâhı bozamaz. Sadece erkeğin hanımından yararlanma hakkı ortadan kalkar. Malikilere göre, erkek, hanımına eziyet maksadıyla zıhar yapar ve (keffaret vermeyerek) onu muallakta bırakırsa, hakkında "îyla" vuku bulur.

Yani erkek, kadını dört aydan fazla muallakta bırakamaz. (îyla'nın anlamı için bkz. Bakara: 245-247) Şafii'lere göre, zıhar yapan kimse için îyla'nın geçerli olabilmesi, kadının muallakta kalma süresinin 4 ayı geçmesi halinde söz konusu olur. Çünkü Şafii mezhebine göre keffaret, erkek zıhar yapmasına rağmen kadını hâlâ hanımı olarak alıkoyarsa vaciptir. Bu yüzden erkeğin uzun bir süre, kadını muallakta bırakması mümkün değildir.

o) Kur'an ve Sünnet'teki açıklamalardan anlaşıldığı üzere, zıhar için verilmesi gerekli keffaretin ilk maddesi bir köle azad etmektir. Köle azad edemeyen kimse, arka arkaya iki ay oruç tutar. Şayet bunu yapmaktan aciz ise, 60 fakiri doyurur. Keffaretle yükümlü kişi, bu üçünü de yapacak güçten yoksun ise, bu şartlardan birini yerine getirebileceği uygun bir vakti beklemek zorundadır. Ancak bu durumda olan kişilere, keffareti verebilmeleri için yardım edildiği sünnetle sabittir. Nitekim Hz. Peygamber, bazı zaafları neticesinde bu tür durumlara düşüp, keffaret verme gücünden yoksun kimselere Beyt'ul-Mal'dan yardım etmiştir.

ö) Kur'an'da keffaretin ilk şartı olarak emredilen köle azad etmek, "rakabe" kelimesi ile ifade edilmiştir. Bu kelime, cariye ya da köle karşılığında da kullanılır. Ayrıca bir yaş sınırı sözkonusu değildir. Hatta küçük bir çocuk da olabilir. Ancak fakihler arasında, azad edilecek köle ya da cariyenin mü'min veya kafir olup olmamasında görüş ayrılığı vardır. Hanefi'lere ve Zahiri'lere göre, azad edilecek köle veya cariyenin mümin ya da kafir olması farketmez. Çünkü Kur'an'da sadece "rakabe" kelimesi kullanılmıştır. Bu görüşün aksine, Şafii'ler ve Hanbeliler, müminlik şartını öne sürerler. Çünkü Kur'an'da bu tür emirlerde müminlik şartı aranmaktadır. Dolayısıyla kıyasla istidlal etmişlerdir.

p) Köle azad edilmediği takdirde haramlığın kaldırılabilmesi için Kur'an, keffaret ile yükümlü kişinin ardı ardına iki ay oruç tutması gerektiğini beyan eder. Allah'ın bu hükmü ile nasıl amel edileceği hususunda mezheplerin öne sürdüğü görüşleri aşağıya aldık.

aa) İki ay ile kameri ayların kastedildiği hususunda ittifak vardır. Şayet keffaretle yükümlü kişi, oruca hilalin birinci gününde başlarsa, iki ayı da tamamlaması gerekir. Fakat ayın ortasında bir gün başlarsa Hanefi'lere ve Hanbeli'lere göre 60 gün oruç tutmalıdır. Şafii'lere göre, birinci ve üçüncü aydaki günler 30 güne tekabül ediyorsa, aradaki 29 gün de, 30 gün de olabilir.

bb) Hanefi'lere ve Şafii'lere göre, oruca Ramazan ve Kurban Bayramı'na rastlamayacak şekilde başlanmalıdır. Çünkü Ramazan ve Kurban Bayramında oruç tutmak, keffaretteki teselsülü kaldırır. Dolayısıyla yeniden oruç tutmaya başlanılması gerekir, Hanbeli'lere göre, Ramazan ve Kurban Bayramlarında oruç tutmamakla keffaretin teselsülü bozulmaz.

cc) İki ay arasında herhangi bir özür dolayısıyla veya bir özür olmaksızın orucun bırakılması, Hanefi'lere ve Şafii'lere göre teselsülü bozar. Dolayısıyla oruç tutmaya yeniden başlanması gerekir. Muhammed el-Bakır, İbrahim En-Nehai, Said bin Cübeyr ve Süfyan es-Sevri bu görüştedirler. İmam Malik ve İmam Ahmed'e göre, hastalık ve sefer dolayısıyla oruç bırakılabilir. Ancak bir özür olmaksızın oruç bırakılırsa teselsül bozulur. Çünkü keffaret orucu, farz oruçtan daha "müekked" değildir. Nitekim farz orucun özür dolayısıyla bırakılmasının caiz olmaması için bir neden yoktur. İbn Abbas, Hasan Basri, Ata bin Ebi Rabah, Said bin Müseyyeb, Amr bin Dinar, Şâbi, Tavus, Mücahid, İshak bin Rahaveyh, Ebu Ubeyde ve Ebu Sevr de bu görüştedirler.

dd) Zıhar yaptığı hanımıyla bu iki ay arasında mübaşeret eden kimsenin orucundaki teselsülün bozulacağı ve oruca yeniden başlaması gerektiği hususunda tüm imamlar arasında görüş birliği vardır. Çünkü mükellef, iki ay ara vermeden oruç tutarken, hanımına dokunmamakla yükümlüdür.

r) Kur'an ve Sünnet'e göre, keffaretin üçüncü şıkkı, (yani 60 fakiri doyurmak) ancak birinci ve ikinci şıkları yerine getirmekten aciz olan kimseler için geçerlidir. Bu hususta fakihlerin görüşleri tafsilatlı olarak aşağıda verilmiştir.

aa) Oruç tutmaktan aciz olmak dört mezhebe göre de mükellefin çok yaşlı olması, hasta olması, hanımından iki ay uzak durduğunda, sabredemeyip ona yaklaşma korkusu taşıması demektir. Bu üç özür, Evs bin Samit el-Ensari ve Seleme bin Sehhar Beyadi olaylarını anlatan sahih hadislere göre belirlenmiştir. Ancak hastalık özrü hakkında fakihler arasında görüş ayrılığı vardır. Hanefi'lere göre, hastalık özrünün geçerli olabilmesi için hastalığın ilerlemesi veya iyileşmesinin mümkün olmaması gibi şartlar mevcut bulunmaktadır. Ancak bu takdirde hastalık özür olarak kabul edilir. Şafii'lere göre mükellef, orucun meşakkati karşısında orucu iki ay arasında bırakmak zorunda kalacaksa eğer, bu özür olarak kabul edilir. Maliki'lere göre mükellef, ileride oruç tutabilecek bir duruma gelecekse beklemelidir.

Fakat ileride de oruç tutamıyacaksa ancak bu takdirde 60 fakiri doyurur. Hanbeli'lere göreyse, mükellef oruç tuttuğu takdirde, hastalığının artması söz konusu ise bu özür yeterlidir.

bb) Doyurulacak fakirler, geçim yükümlülüğü zıhar yapan kimseye ait bulunmayan kimseler olmalıdırlar.

cc) Hanefi'lere göre, Müslüman veya zımmi her iki gruptan fakirler de doyurulabilir. Ancak Müslümanlarla savaşan kafirler bu kapsamın dışındadırlar. Maliki'lere, Şafii'lere ve Hanbeli'lere göre ise, ancak Müslüman fakirler doyurulmalıdır.

dd) Doyurmak ile, iki vakit yemek yedirmenin kastolunduğu hususunda görüş birliği vardır. Ancak doyurmanın anlamında ihtilaf edilmiştir. Hanefi'lere göre iki vakit karın doyurmaya yetecek kadar buğday verilebilir veya yemek pişirilerek de dağıtılabilir. Yahut her ikisi de olabilir. Çünkü Kur'an'da "it'am" kelimesi kullanılmıştır ve "doyurmak" anlamındadır. Fakat Malikiler, Şafiiler, Hanbeliler yemeği pişirerek vermek yerine, yemek malzemesinin verilmesini şart koşmuşlardır. Yemek malzemesinin, bölge halkının normal yemek malzemesine uygun olması ve tüm fakirlere aynı oranda dağıtılması hususunda görüş birliği vardır.

ee) Hanefi'lere göre, bir fakirin 60 gün boyunca doyurulması mümkündür. Ancak bir kimseye 60 yemek malzemesinin bir defada verilmesi caiz değildir. Diğer üç mezhebe göreyse, bir fakirin 60 gün boyunca doyurulması da caiz değildir. Onlara göre, 60 fakirin doyurulması gerekir. Ayrıca dört mezhep nezdinde, bir vakit 60 fakir, diğer bir vakitte başka 60 fakirin doyurulması caiz değildir.

ff) Mükellefin 30 gün oruç tutup, 30 fakiri doyurması, dört mezhebe göre de caiz değildir. Mükellef oruç tutacaksa iki ay ara vermeden oruç tutmalı, fakir doyuracaksa, 60 fakir doyurmalıdır.

gg) Kur'an'da doyurma keffareti hakkında fakirler doyurulmadan önce karı ve kocanının birbirlerine dokunmamaları gerektiği ifade edilmemiştir. fakat ayetin siyak ve sibakından bu kuralın, üçüncü şık içinde geçerli olduğu anlaşılmıştır. Dolayısıyla dört mezhepte, 60 fakiri doyurmak şeklindeki keffaret ödenmeden, erkeğin hanımına dokunmasına cevaz vermemişlerdir. Ancak bir tek fark, Hanbeli'lere göre, bu şekilde davranan mükellefin yeniden yemek verme zorunluluğunda olmasıdır. Fakat Hanefiler bu hususta daha mutedil bir yol takip ederler. Çünkü bu üçüncü şıkta, açıkça fakirleri doyurmadan mükellefin hanımına dokunması yasak edilmemiştir.

Burada zikrettiğimiz fıkhî hükümler şu kitaplardan alınmıştır.

Hanefi fıkhı: Hidaye, Feth'ul-Kadir, Beda'us-Senai, Allame Cessas'ın Ahkam'ul-Kur'an adlı eseri.

Şafii fıkhı: Nevevi'nin El-Minhac adlı eseri, El-Muğni Şerhi, Tefsir'ul-Kebir.

Maliki fıkhı: Haşiyet'ul-Dusuki, El-Şer'il-Kebir, Bidayet'ul Müctehid ve Nihayet'ul Muktesid, İbn'ul-Arabi'nin Ahkam'ul-Kur'an adlı eseri, Hanbeli fıkhı: İbn Kudâme'nin El-Muğni adlı eseri. Zahiri fıkhı: İbn Hazm'ın El-Muhalla adlı eseri.

12. "İnanmak" ifadesi, ihlaslı müminler gibi davranmak anlamında kullanılmıştır. Çünkü bu ayet ile kafir ve müşriklere değil, Müslümanlara hitap edilmektedir. Onlara, söz konusu bu emirlerin, kendilerine Allah'a ve Rasulüne inandıkları için verildiği beyan edilmiştir. Bu ayetten açıkça anlaşıldığı üzere, bir konuda Allah'tan bir emir vahyolunmuşken hâlâ cahiliyye örf ve adetlerini devam ettirmek, iman olgusuna ters düşmektedir. Çünkü bir müminin Allah ve Rasulü'nün bildirdiği bir kanuna uymayı terkederek, başka bir şeye, yani hevasının ya da bir başkasının uydurduğu kanuna tabi olması imanla çelişir.

13. Burada zikredilen "kafirler" ifadesi, Allah ve Rasulü'nü açıkça reddedenler için kullanılmamıştır. Burada kastolunan, Allah Rasulü'ne inandığını iddia edip, kafirler gibi yaşayanlardır. Diğer bir ifadeyle, bu şekilde ancak kafirler davranırlar. Yani, Allah'tan bir emir gelmiş olmasına rağmen, cahili örf ve adetlere uymakta devam ederler. Oysa gerçek mü'minler bu şekilde bir tavır takınmazlar. Aynı hususa Hac farzları bildirilirken değinilmiştir. "Kim inkâr ederse, şüphesiz Allah âlemlere muhtaç değildir." (Ali İmran: 97) Bu iki ayette de "küfür", Allah ve Rasulü'nü açıkça reddetmek karşılığında kullanılmamıştır. Bu iki ayette de, Allah'ın koyduğu sınırlara iman ettiklerini iddia etmelerine rağmen, bu sınırlara bağlı kalmayan kimselere atıf vardır. Sözgelimi bir kimse zıhar yapar, ama keffaret vermemesine rağmen hanımıyla normal ilişkisine devam eder veya cahiliye dönemindeki gibi zıhar yaptıktan sonra hanımını boşamış kabul eder ya da imkanı olduğu halde Hac farizasını yerine getirmez. Fakat bu fiiller, failin İslâm hakiminin (kadı) mürted, kafir ilan etmesine veya İslâm toplumunun bu kimseyi dışlamasına neden olacak fiiller değildir. Ancak bu kimseler elbette Allah indinde mümin sayılmayacaklardır. Çünkü bu kimseler, Allah'ın emirlerini ve sözlerini reddetmiş ve O'nun koyduğu sınırlara hiç aldırmamış, helal-haram gözetmeden yaşamışlardır.

5 Gerçekten Allah'a ve Resulüne karşı (onların koydukları sınırları tanımayıp kendileri sınır koymağa kalkışmakla) başkaldıranlar,14 kendilerinden öncekilerin alçaltılması gibi alçaltılmışlardır.15 Oysa biz apaçık ayetler indirdik. Kafirler için küçültücü bir azab vardır.16

6 Allah, onların hepsini dirilteceği gün, onlara neler yapmakta olduklarını haber verecektir. Allah, onları (yaptıklarıyla bir bir) saymıştır,17 onlar ise onu unutmuşlardır. Allah, her şeye şahid olandır.

7 Allah'ın göklerde ve yerde olanların tümünü gerçekten bilmekte olduğunu görmüyor musun? 18(Kendi aralarında gizli toplantılar düzenleyip) Fısıldaşmakta olan üç-kişiden dördüncüleri mutlaka O'dur; beşin altıncısı da mutlaka O'dur.19

Bundan az veya çok olsun, her nerede olsalar mutlaka O, kendileriyle beraberdir.20 Sonra yapmakta olduklarını kıyamet günü kendilerine haber verecektir. Hiç şüphe yok Allah, her şeyi bilendir.

8 'Gizli toplantıların (kulis) fısıldaşmaları'ndan men edilip21 sonra men' edildikleri şeye dönenleri; günah, düşmanlık ve peygambere karşı isyanı (aralarında) fısıldaşmak olanları görmüyor musun? Onlar sana geldikleri zaman, seni Allah'ın selâmlamadığı biçimde selâmlıyorlar.22 Ve kendi kendilerine: "Söylemekte olduklarımız dolayısıyla Allah bize azab etse ya." derler.23 Onlara cehennem yeter, oraya gireceklerdir. Artık o, ne kötü bir gidiş yeridir.

AÇIKLAMA

14. "Karşı gelmek" ile, Allah'ın koyduğu sınırlara aldırmamak ve Allah'ın koyduğu kanunları bırakıp, başkalarının koyduğu kanunlara tabi olmak anlamı kastedilmektedir. İbn Cerir bu ayeti şöyle yorumlamıştır. "Yani bunlar, Allah'ın koyduğu sınırlara ve kanunlara, farzlara karşı çıkarak başka kuralların uygulanmasını teklif ederler." Kadı Beydavî ise tefsirinde şöyle diyor: "Yani Allah'a ve Rasulüne karşı husumet beslerler ve onların koyduğu kurallar yerine, kendileri için yine kendileri kurallar koyarlar. Ya da, başkalarının koyduğu kurallara tabi olurlar." Allame Alûsî, Ruhu'l-Meanî adlı eserinde, Beydavî'nin yukarıdaki yorumuna katılır ve ayrıca Şeyh'ul-İslâm Sadullah Çelebi'nin şu sözünü nakleder: "Bu ayet, Allah'ın kanunları yerine kendileri kural koyup, bu kurallara "kanun" adını veren padişah ve hükümdarlara çok sert bir uyarıdır." Ayrıca Alûsî, ilahî kanunlar ile beşerî kanunlar üzerinde ayrıntılı açıklamalar yaparken şöyle der: "Beşeri kanunlar, toplumlar ve insanlık için, Allah'ın koyduğu kanunlardan daha makul, daha münasiptir" diyen bir kimsenin küfründen kuşku duyulmaz. Bu kimselere Allah'ın emir ve kanunlarından bahsettiğiniz zaman hiddet duyarlar. Tıpkı şeriat kelimesini duyduklarında hiddetlenen, Allah'ın lanetlediği kimseler gibi."

15. "Kebete", zelil etti, helak etti, lanetledi, kovdu anlamlarını içerir. Burada "Kubitû" (mazi-meçhul) fiilinin kullanılmasıyla, Allah'a ve Rasulüne karşı koyup, emirlerini dinlemeyen kimselerin akıbetlerinin tıpkı önceki peygamberlerin ümmetlerinin akıbetleri gibi olacağı vurgulanmıştır. Çünkü önceki peygamberlerin ümmetleri, Allah'ın kanunlarını terkedip, kendilerinin veya başkalarının koydukları kanunlara tabi olduklarında, Allah'ın fazl ve rahmetinden yoksun kalmışlardır. Ve böylece felakete uğrayıp içlerinde ahlâkî çöküntü başlamış, sonunda da zillete düşmüşlerdir. Şayet aynı hatayı Ümmet-i Muhammed de yaparsa, Allah onları da zelil eder. Çünkü yaptıkları tüm kötülüklere rağmen Allah indinde makbul olmalarının hiç bir nedeni yoktur. Ayrıca Allah Teâlâ'nın önceki ümmetlere bir düşmanlığı olmadığı gibi, Hz. Muhammed'in (s.a) ümmetine de özel bir muhabbeti olacak değildir.

16. Burada siyak ve sibak dikkate alındığında, bu yanlış tavrın karşılığında iki tür ceza olduğu anlaşılıyor. Birincisi, "Kabet" yani bu dünyada zillet, ikincisi "Azab-ı Mehin" yani öbür dünyada azab ve zillet.

17. Yani, kendileri unutmuş olsalar bile Allah onların isyanını ve karşı gelmesini unutmaz. Allah indinde herkes nerede, ne zaman, ne yapmışsa o anki duyguları, yapılan davranışın başkalarına etkisi, sonucu en ince ayrıntısına kadar kayıtlıdır.

18. Buradan 10. ayete kadar, o dönemde zahiren Müslüman görünüp, İslâm toplumu içinde ayrı bir cephe kuran, zaman zaman bir araya gelip Müslümanların arasını açmak için gizli planlar yapan ve yalan söylentiler, dedikodular yayan münafıkların bu tavırları eleştirilmiştir.

19. Bu bağlamda iki veya üç kişi yerine, 3 veya 5 kişi denilmiş olmasının hikmeti merak edilebilir. Müfessirler böyle bir soruya her ne kadar birçok cevaplar vermişlerse de; bana göre bu ifade Kur'an'ın edebî uslubu gereği böyle kullanılmıştır.

20. Bununla, Allah'ın Âlim, Habîr, Semî, Basîr ve mutlak kudret sahibi olduğu vurgulanmaktadır. Neuzubillah, Allah'ı gizlenmiş bir mahluk olarak farzetmek mümkün değildir. Böyle bir ifade kullanılmakla, Allah'tan hiçbir şeyin gizlenemeyeceği ve kimsenin ondan kaçamayacağı ihsas ettirilmiştir.

21. Bu ifadeden anlaşıldığına göre, Hz. Peygamber (s.a) onları daha önce, bu davranışlardan men etmiş, fakat bu davranışlarında ısrar etmeleri üzerine de bu ayet nazil olmuştur.

22. Birçok rivayette anlatıldığı gibi bu, Yahudi ve münafıkların ortak tavrı idi. Onlar Hz. Peygamber'in (s.a.) yanına geldiklerinde Essamü aleyke Ya Eba-l Kasım diyorlar ve böylelikle "Essalâmü Aleyke"nin telaffuzunu bozarak bunu işiten kimselerin kendilerinin selam verdiğini zannetmelerine neden oluyorlardı. Ancak onlar "Essamu aleyke" (ölüm üzerine olsun) dediklerinde Hz. Peygamber (s.a) de kendilerine "ve aleykum" (sizlerin üzerine de olsun) diye karşılık veriyordu. Bir defasında Hz. Aişe dayanamayarak onlara, "ölüm ve Allah'ın laneti de sizlerin üzerine olsun" der Hz. Peygamber (s.a) ise hemen Hz. Aişe'ye "Ya Aişe, Allah kötü sözden hoşlanmaz" diye müdahalede bulunur. Hz. Aişe bunun üzerine Hz. Peygamber'e (s.a.), "Ya Rasulullah! Ne dediklerini işitmediniz mi? deyince Hz. Peygamber (s.a) "Benim dediğimi duymadın mı? Ben de onlara "sizin üzerinize de olsun dedim", diye cevap verir. (Buhari, Müslim, İbn Cerir, İbn Ebi Hatim).

İbn Abbas'tan rivayet olunduğuna göre, Yahudiler ve münafıklar Hz. Peygamber'e (s.a.) bu şekilde cevap verirlerdi. (İbn Cerir)

23. Yani onlar bu davranışlarını, Hz. Muhammed'in (s.a) peygamber olmadığı iddialarına delil olarak kullanıyorlardı. Çünkü kendilerinin gece gündüz Hz. Muhammed'e (s.a) belâ okumalarına rağmen, yine de azabın gelmemesini, onun peygamber olmayışına bağlıyorlardı. Ve eğer o peygamber olsaydı, azabın gelmesi gerekirdi şeklinde düşünüyorlardı.

9 Ey iman edenler, kendi aranızda gizli konuşmalarda bulunacağınız zaman, bundan böyle günah, düşmanlık ve peygambere karşı isyanı fısıldaşıp-konuşmayın; birr (iyiliği) ve takvayı konuşun ve kendi huzurunda toplanacağınız Allah'tan sakınıp-korkun.24

10 Şüphesiz 'gizli toplantıların (kulis) fısıldaşmaları,' iman etmekte olanları üzüntüye düşürmek için ancak şeytan (ürünü olan işler)dandır. Oysa Allah'ın izni olmaksızın o, onlara hiç bir şeyle zarar verecek değildir. Şu halde mü'minler, yalnızca Allah'a tevekkül etsinler.25

11 Ey iman edenler, size meclislerde "Yer açın" dendiği zaman, siz de yer açın; Allah da size genişlik versin.26 Size: "Kalkın" denildiği zaman da kalkın.27 Allah, sizden iman etmekte olanları ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltsin.28 Allah, yapmakta olduklarınızı haber alandır.

12 Ey iman edenler, peygambere gizli bir şey arzedeceğiniz zaman, gizli konuşmanızdan önce bir sadaka verin.29 Bu, sizin için daha hayırlı ve daha temizdir. Şayet (buna imkân) bulamazsanız, artık şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.

AÇIKLAMA

24. Bu ifadeden anlaşıldığına göre, "Necva", başlı başına yasak ve uygun olmayan bir davranış değildir. Ancak Necva'nın caiz oluşu ya da olmayışı, ne hakkında ve niçin konuşulduğuna bağlıdır. Sözgelimi, salih bir toplumda, ihlaslı birkaç kişinin bir araya gelerek konuşmasından kimse rahatsız olmaz ve kendilerine bir kötülük yapacaklarından endişe edilmez. Fakat bunun aksine, kötü niyetli insanlar bir araya gelip gizli gizli konuşurlarsa, herkes, onların bir fitne çıkarmaya hazırlandıklarını düşünür. Ayrıca bir kaç kişinin tesadüfen karşılaşmaları sonucunda, bir araya gelmeleri ve gizlice konuşmaları, başlı başına kötü bir şey değildir. Ancak Müslüman bir toplumda, bağımsız bir grup kurmak ve sürekli gizli gizli görüşmeler yapmak, kesin surette bozgunculuğa sebebiyet verir. En azından Müslümanlar arasında hizipçilik başlar. Necva'nın caiz olması ya da olmaması, neler konuşulduğuna bağlıdır. Şayet iki kişi bir araya gelip, başkalarının arasını bulmak, onları barıştırmak veya hakkı elinden alınmış bir kimsenin hakkını nasıl iade edebileceklerini görüşmek için gizlice konuşurlarsa, bu hayır ve sevaptır. Fakat iki kişinin arasını bozmak veya birinin hakkını elinden almak, ya da bir haram işlemek için gizlice konuşurlarsa, bu tavır hem keyfiyetinden, hem de gizlice konuşulduğundan dolayı yasak ve günahtır.

Hz. Peygamber, bir mecliste nasıl davranılacağı hususunda gerekli ahlâkî kurallardan birini şöyle açıklamıştır. "Bir mecliste üç kişi varsa, iki kişi kendi arasında gizlice konuşmasınlar. Çünkü üçüncü kişi bundan rahatsız olur." (Buhari, Müslim, Müsned-i Ahmed, Tirmizi, Ebu Davud) Başka bir hadiste Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur. "İki kişi kendi arasında, üçüncü kişiden izin almadan konuşmasın. Aksi takdirde, o kimse bundan alınır." (Müslim). Bu esaslar dahilinde düşündüğümüzde, üçüncü kişinin anlamadığı bir dilde, iki kişinin konuşmasının da aynı şekilde yanlış olduğu sonucuna varırız. Hele üçüncü kişi hakkında ve ne konuşulduğunu ona belli ederek konuşmak, daha büyük hatadır.

25. Böyle denilmekle Müslümanlara, bu tür gizli konuşmalardan etkilenerek harekete geçmemeleri, bu yüzden meyus olmamaları kalplerini geniş tutmaları, keder ve kine gönüllerinde yer vermemeleri hususunda teselli verilmektedir. "Allah'a tevekkül edin ve bilin ki, Allah'ın izni ile sizlere bir zarar gelmez, gizli gizli konuşan bu kimseler yüzünden rahatınızı bozup ölçüsüzce hareket etmeyin."

26. Bu husus surenin giriş bölümünde izah edilmiştir. Her ne kadar bazı müfessirler bu hususu, Hz. Peygamber'in (s.a.) meclisine mahsus sanmışlarsa da İmam Malik'in dediği gibi bu, tüm Müslümanlar için geçerlidir. Hz. Peygamber'in (s.a.) bir mecliste nasıl davranılacağı hususunda Müslümanlara öğrettiği bir diğer kural da, mecliste oturan kimselerin, sonradan gelen kimselere yer vermesinin gerekliliğidir. Öyle ki mümkün olduğu kadar toparlanılmalı ve bencil davranılmamalıdır. Ayrıca sonradan gelen kimseler de, yer bulamadıkları takdirde mutlaka girmeye çalışmamalı veya bir başka kimseyi yerinden kaldırıp onun yerine oturmamalıdır. İbn Ömer ve Ebu Hureyre'den rivayet edilen bir hadiste Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Bir kimse, bir kimseyi yerinden kaldırıp onun yerine oturmasın. daha önceden orada oturanlar da, sonradan gelenlere yer versinler." (Buhari, Müslim, Müsned-i Ahmed). Abdullah bin Amr bin el-As'dan rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber, "iki kişinin arasına izin almadan girip oturmak, kimseye helâl değildir" buyurmuştur. (Müsned-i Ahmed, Ebu Davud, Tirmizi).

27. Abdurrahman bin Zeyd bin Eslem, Hz. Peygamber'in (s.a.) meclisinde gece geç vakitlere kadar oturulduğunu, Hz. Peygamber'in (s.a.) istirahat edememek, diğer işleriyle uğraşamamak gibi nedenlerden dolayı çok rahatsızlık çektiğini ve bu yüzden "Size kalkın denildiğinde hemen kalkın..." ayetinin nazil olduğunu beyan eder. (İbn Cerir. İbn Kesir)

28. Yani, Hz. Peygamber'in (s.a.) meclisinde, O'ndan uzak bir yerde oturmakla kıymet derecenizin düştüğünü sanmayın ve size "kalkın artık, sohbet sona erdi" denildiğinde, bunu kendinize bir hakaret kabul etmeyin. Çünkü gerçek ölçü iman ve ilimdir. İşte sizlerin dereceleri ona göre belirlenecek, Hz. Peygamber'e (s.a.) yakın ya da uzak oturmakla değil. Hz. Peygamber'in (s.a.) yanında oturmakla hiç kimsenin mertebesi yükselmez. Mertebenin yükselmesi, iman ve ilim nimetine sahip olan kimseler içindir. Ayrıca bilinmelidir ki, Hz. Peygamber'in (s.a.) yanında oturan bir kimse O'na eziyet verebilir, bu da cehalettir.

Allah indinde, Hz. Peygamber'in (s.a.) sohbetinden iman ve ilim kazanan ve bir mümine gerekli ahlâkî kuralları öğreten kimsenin mertebesi, Hz. Peygamber'in (s.a.) yanında boş oturan kimsenin mertebesinden yücedir.

29. İbn Abbas, bu ayetin nüzul sebebini şu şekilde açıklar: bazı Müslümanlar, Hz. Peygamber'in (s.a.) yanına gelerek kendisiyle gizlice konuşmak istediler. Hz. Peygamber'in (s.a.) bu tekliften rahatsız olması üzerine de, Allah O'nun yükünü hafifletmek için bu emri indirir. (İbni Cerir). Zeyd bin Eslem ise, şöyle anlatıyor: Hz. Peygamber (s.a) kendisiyle özel görüşmek isteyen hiç kimseyi geri çevirmezdi. Bu yüzden de dileyen gelir, kendisiyle özel görüşme talebinde bulunurdu. Hatta kendisine, özel görüşmeye değmeyecek şeyler sorarlardı. Üstelik o günler tüm Arabistan'ın Medine'ye karşı savaş durumunda olduğu bir dönemdi. Bazen biri gelerek, Hz. Peygamber'e (s.a.) fısıltılı bir şekilde konuşur ve bu konuşmanın hemen ardından şeytan, "Bu adam filan kabilenin hücum edeceği haberini getirmiş" şeklinde Müslümanlar arasına dedikodular yayardı. Böylece Medine'nin her tarafında asılsız haberler dolaşmaya başlamıştı. Öte yandan münafıklar bu hadiseleri fitne çıkarmak için istismar ederken, "Muhammed duyduğu herşeye inanır" diyorlardı. İşte bu nedenlerden ötürü, Allah Teâlâ, bu ayeti indirerek, gizli konuşmadan önce sadaka verilmesini emretti. (Ahkam'ul Kur'an, İbn'ul-Arabi), Katade, "Bazı kimselerin kendilerine büyüklük atfetmek ve etrafa Hz. Peygamber (s.a) ile çok yakın olduklarını göstermek için O'na özel görüşme talebinde bulunduklarını" söyler.

Hz. Ali, bu ayet nazil olduğunda, Hz. Peygamber'in (s.a.) kendisine "sadaka miktarı ne kadar olsun? Bir dinar yeterli mi?" diye sorduğunu ve kendisinin de O'na, bu miktarın fazla olup, herkes veremez, dediğini rivayet eder. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) ona, "Yarım dinar olmasına ne dersin?" diye sorar. O yine bu miktarın fazla olduğunu söyler. "O halde ne kadar olmalı?" diye Hz. Peygamber (s.a) sorunca, Hz. Ali: "Bir arpa tanesi kadar altın versin" der. Bu sefer Hz. Peygamber (s.a) ona "Sen çok az bir miktar tavsiye ettin" diye karşılık verir. (İbn Cerir, Tirmizi, Müsned-i Ebu Yâlâ). Başka bir rivayette Hz. Ali şöyle diyor: "Kur'an'ın bu ayeti, öyle bir ayettir ki benim dışımda hiç kimse onunla amel etmemiştir. Çünkü, bu ayet nazil olduğunda ben sadaka verdim ve sonra Hz. Peygamber'e (s.a.) bir mesele hakkında soru sordum." (İbn Cerir, İbn Münzir, Abd bin Humeyd)

13 Gizli konuşmanızdan önce sadaka vermenizden ürküntü mü duydunuz? Çünkü yapmadınız, Allah sizin tevbelerinizi kabul etti. Şu halde namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin ve Allah'a ve O'nun Resulüne itaat edin Allah, yapmakta oldularınızdan haberdar olandır.30

14 Allah'ın kendilerine karşı gazablandığı bir kavmi31 veli (dost ve müttefik) edinmekte olanları görmedin mi? Onlar, ne sizdendirler, ne de onlardan. 32Kendileri de (açıkça gerçeği) bildikleri halde, yalan üzere yemin etmektedirler.33

15 Allah, onlara şiddetli bir azab hazırlamıştır. Doğrusu onların yapmakta oldukları ne kötüdür.

16 Onlar, yeminlerini bir siper edindiler, böylece Allah'ın yolundan alıkoydular.34 Artık onlar için alçaltıcı bir azab vardır.

17 Ne malları, ne çocukları onlara Allah'a karşı hiç bir şeyle bir yarar sağlayamaz. Onlar, ateşin halkıdır, içinde ebedi olarak kalıcıdırlar.

18 Onların tümünü Allah'ın dirilteceği gün, sizlere yemin ettikleri gibi O'na da yemin edeceklerdir35 ve kendilerinden bir şey üzerine olduklarını sanacaklardır. Dikkat edin; gerçekten onlar, yalan söyleyenlerin ta kendileridir.

19 Şeytan onları sarıp-kuşatmıştır; böylelikle de onlara Allah'ın zikrini unutturmuştur. İşte onlar, şeytanın fırkasıdır. Dikkat edin; şüphesiz şeytanın fırkası, hüsrana uğrayanların ta kendileridir.

AÇIKLAMA

30. Bu emir, önceki emrin nazil olmasından çok kısa bir zaman sonra nazil olmuş ve bu emirle sadaka şartı yürürlükten kaldırılmıştır. Ancak bu emrin ne kadar bir zaman yürürlükte kaldığı hususunda ihtilaf vardır. Katade, bir günden az bir zaman sonra yürürlükten kaldırıldığını söylerken, Mukatil bin Hayyan, bu müddetin (ki en fazla müddet bildiren rivayettir) 10 gün olduğunu söyler.

31. Bu atıf, Medine'de münafıkların kendileriyle dost oldukları Yahudilere yapılmıştır.

32. Yani, münafıkların müminlerle ve Yahudilerle aralarında olan ilişkileri, samimiyete dayanmıyordu. Onlar, çıkarları dolayısıyla bu her iki toplulukla da ilişkilerini devam ettiriyorlardı.

33. Yani, onlar iman ettiklerine, Rasulüllah'ın lider ve rehber olduğuna inandıklarına ve Müslümanlara sadık davrandıklarına yemin ediyorlardı.

34. Bu ifade şu anlama gelir: "Onlar hem bir taraftan "Biz İslâm'a ve Müslümanlara sadık bir şekilde bağlıyız" diyerek kendilerini Müslümanların suçlamalarından koruyorlar, hem de diğer taraftan Hz. Peygamber (s.a) ve Müslümanlar aleyhinde söylenti ve şüpheler yayarak, başkalarının İslâm'ı seçmesine engel olmaya çalışıyorlardı. Ki böylece, henüz Müslüman olmayan kimseler, "Müslümanlar böyle konuşuyorlarsa, muhakkak bu işte bir şey vardır" diyerek tereddüte düşsünler.

35. Yani, bunlar, sadece bu dünyada yalan yeminler etmekle yetinmeyecek, ahirette Allah'ın huzurunda da yalan yere yemin edeceklerdir.

20 Hiç şüphesiz Allah'a ve Resulüne karşı (onların koydukları sınırları tanımayıp kendiler sınır koymağa kalkışmakta) başkaldıranlar; işte onlar, en çok zillete düşenler arasında olanlardır.

21 Allah, yazmıştır: "Andolsun, ben galip geleceğim ve peygamberlerim de."36 Gerçekten Allah, en büyük kuvvet sahibidir, güçlü ve üstün olandır.

22 Allah'a ve ahiret gününe iman eden hiç bir kavim (topluluk) bulamazsın ki, onlar Allah'a ve Rasulüne karşı başkaldıran kimselere bir sevgi (ve dostluk) bağı kurmuş olsunlar; bunlar, isterse babaları, ister çocukları, ister kardeşleri, isterse kendi aşiretleri (soyları) 37olsun. Onlar, öyle kimselerdir ki, (Allah) onların kalplerine imanı yazmış ve onları kendinden bir ruh ile desteklemiştir. Onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacaktır; orda ebedi olarak kalacaklardır. Allah, onlardan razı olmuş, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte onlar, Allah'ın fırkasıdır. Dikkat edin; şüphesiz Allah'ın fırkası olanlar, felah (umutlarını gerçekleştirip kurtuluş) bulanların ta kendileridir.

AÇIKLAMA

36. İzah için bkz. Saffat an: 93.

37. Bu ayette, prensip (usül) itibarıyla, iki hususa değinilmiştir. Prensib bakımından, hem hak dine iman etmek, hem de bu dine düşman olan kimselere sevgi beslemek gibi iki zıt tavrın, bir kişide aynı anda bulunması imkansızdır. Kesinlikle bir yanda iman, diğer yanda Allah ve Rasulü'nün düşmanlarına sevgi beslemek gibi bir tavır olamaz. Çünkü bir insan hem kendi nefsini, hem de nefsinin düşmanlarını aynı zamanda sevemez. Dolayısıyla müminlik iddiasında bulunan bir kimse, aynı zamanda İslâm düşmanıyla da dostluk ilişkilerini sürdürüyorsa şayet, bu kimsenin müminlik iddiasının doğru olabileceği şeklinde bir tereddüte düşülmemelidir. Ayrıca bir yanda Müslüman olduğunu söyleyip, diğer yandan, İslâm düşmanlarıyla dostluklarını devam ettiren kimselerin, (kendileri hakkında) mümin mi, münafık mı olduklarını tekrardan ciddi bir şekilde düşünmeleri gerekir. Yani mümin mi, münafık mı olmak istiyorlar, buna karar vermelidirler. Şayet dürüst kimselerse, bunun ahlâkî bakımdan iki yüzlülüğün en aşağı tabakası olduğunu anlayacaklardır. Sonuçta da aynı anda iki ata birden binmekten vazgeçmelidirler. İman, onlardan açıkça şu iki seçenekten birini tercih etmelerini ister: Mümin olmak istiyorlarsa, İslâm'a zarar veren her türlü ilişkiyi kesmelidirler, fakat ilişkileri onlar için İslâm'dan daha önemli ise, bu sefer müminlik iddialarından vazgeçmelidirler.

Bu anlatılanlar ilke itibarıyla böyledir. Fakat Allah Teâlâ sadece bu konuda ilkeleri beyan etmekle kalmamış, ayrıca yalan yere Müslümanlık iddiasında bulunan kimselere gerçek örnekler vermiştir. Ki zaten onlar bizzat bu kimseleri biliyorlardı. Yani onlar, gerçek müminlerin, İslâm'a zarar veren tüm ilişkilerini keserek, bir cemaat haline geldiklerini bizzat görüyorlardı. Bu öyle bir vakıadır ki, tüm Araplar Bedir ve Uhud savaşlarında bunu açıkça müşahede etmişlerdir. Mekke'den Medine'ye hicret eden sahabe, Allah rızası için kendi akraba ve kabilelerine karşı savaşmaktan asla çekinmemişlerdir. Ebu Ubeyde (r.a) babası Abdullah b. Cerrah'ı, Mus'ab b. Umeyr (r.a) kendi kardeşi Ubeyd b. Umeyr'i ve Hz. Ömer (r.a) kendi dayısı As bin Hişam bin Muğiyre'yi öldürmüştür. Hz. Ebubekir (r.a), oğlu Abdurrahman ile çarpışmaya hazırlanırken, Hz. Ali (r.a), Hz. Hamza (r.a) ve Hz. Ubeyde bin Haris (r.a) en yakın akrabaları Utbe, Şeybe ve Velid bin Utbe'yi öldürmüşlerdir. Hz. Ömer (r.a) Bedir esirleri hakkında, Hz. Peygamber'e (s.a) "Bunların hepsini öldürelim, üstelik herkes kendi akrabasını bizzat öldürsün" demiştir. Aynı savaşta Musab bin Umeyr'in (r.a) öz kardeşi Ebu Aziz bin Umeyr esir düşer. Ensardan bir sahebinin onu bağladığını gördüğünde Musab bin Umeyr, onu bağlayan sahebeye, "Onu sıkıca bağla, çünkü annesi çok zengindir.

Bu yüzden sana oldukça fazla miktarda fidye verir" der. Bunun üzerine kardeşi Ebu Aziz, "Kardeşim olmana rağmen nasıl böyle konuşursun" diye söylenir. Musab ise, "Şimdi sen benim kardeşim değilsin. Benim kardeşim, seni şu anda bağlayan kimsedir" diye cevap verir. Yine Bedir Savaşı'nda, Hz. Peygamber'in (s.a) damadı, Ebu-l As esir düşer ve hiç kimse kendisine özel bir muamele yapmayarak, diğer esirlere nasıl davranıyorlarsa aynı şekilde davranırlar.

İşte böylece İhlâslı müminlerin nasıl davrandıkları ve Allah'ın dinine nasıl bağlı oldukları gerçek bir şekilde sergilenmiştir.

Deylemi, Hz. Muaz'dan mervî olarak, Hz. Peygamber'in (s.a.) şu duasını nakleder. "Ey Allah'ım! Bana bir facirin, bir fasıkın bir şey ihsan etmesine izin verme ki, kalbimde ona karşı bir sevgi meydana gelmesin. Çünkü sen, inzal ettiğin vahiyde, Allah'a ve Ahiret gününe iman edenlerin, Allah ve Rasulüne düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin diye buyurdun."

MÜCADELE SÜRESİ(Seyyid KUTUB)

1- Allah, kocası hakkında seninle tartışan ve Allah'a şikayette bulunan kadının sözünü işitti. Allah sizin konuşmanızı işitir. Çünkü Allah işitendir, bilendir.

2- Sizden eşlerine zihar yapanlar, bilmelidir ki o kadınlar, onların anaları değildir. Onların anaları, ancak kendilerini doğurmuş kadınlardır. Şüphesiz onlar çirkin ve yalan bir söz söylüyorlar. Şüphesiz Allah, affedici, bağışlayıcıdır.

3- Eşlerinden zihar ile ayrılmak isteyip de sonra söylediklerinden dönenlerin eşleriyle temas etmeden önce bir köleyi hürriyetine kavuşturmaları gerekir. Size öğütlenen budur. Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır.

4- Buna imkan bulamayan kimse, temas etmeden önce aralıksız olarak iki ay oruç tutar. Buna da gücü yetmeyen, altmış fakiri doyurur. Bu kolaylık, Allah'a ve peygamberine inanmış olmanızdan ötürüdür; bunlar Allah'ın koyduğu sınırlardır. İnkar edenler için çok yakıcı azap vardır.

İslam öncesi Arap geleneğinde adamın biri hanımına kızıp "Sen annem bacım gibisin" dediğinde eşi ona haram olmuş kabul edilirdi. Fakat ondan boşanmış da olmaz, öyle ortada kalırdı. Ona ne helal sayılırdı ki, aralarında evlilik ilişkileri devam etsin. Ne de boşanmış olurdu ki, kendisine başka bir yol arasın. İşte bu da cahiliye döneminde kadının karşılaştığı büyük zorluklardan biriydi.

Bu ayetlerin değindiği olay meydana geldiği sırada islam dininin zihara ilişkin hükmü henüz daha belirlenmemişti.

İmam-ı Ahmed'in Said ibni İbrahim'den ve Yakup'dan o da babasından, o da Muhammed ibni İshak'tan, o da Yusuf ibni Abdullah ibni Selam'dan o da Huveyle binti Sa'lebe'den aldığı hadiste deniyor ki: Huveyle şöyle dedi: "Allah'a yemin ederim ki yüce Allah Mücadele suresinin baş tarafını ben ve Evs ibni Samit hakkında indirmiştir... Ben Evs'in yanındaydım. Evs yaşlı bir ihtiyardı, huysuzlaşmıştı. Birgün yanıma girdi. Onunla biraz atıştım. O da öfkelenerek: "Sen artık bana annem-bacım gibisin" dedi. Sonra çıkıp gitti. Bir süre kavminin meclisinde oturdu. Sonra gelip yanıma girdi. Bir de baktım ki, bana el uzatmaya çalışıyor. Huveyle'nin canını elinde tutan Allah'a yemin ederim ki olmaz! Sen az önceki sözlerini söylediğin halde, Allah ve peygamberi hakkımızdaki hükmünü vermediği müddetçe bana dokunamazsın! dedim. Üzerime atıldı. Ben ise ondan sakındım. Normal bir kadının güçsüz bir ihtiyarı alt etmesi gibi ben de onu mağlup ettim. Ve üzerimden attım. Sonra komşularıma gittim. Onlardan bir elbise emanet aldım. Çıktım. Allah'ın elçisine gittim. O'nun önünde oturdum. Kocamın bana yaptıklarını birbir anlattım. Onun kötü huyluluğundan çektiklerimi peygambere şikayet ettim. Hz. Peygamber ise hep: "Amcanın oğlu yaşlı bir ihtiyardır. O'na iyi davran, Allah'tan kork" diyordu. Ben oradan ayrılmadan hakkımda Kur'an ayetleri indi. Hz. Peygamber vahiy geldiğinde kendinden geçtiği gibi kendinden geçti, ayıldığı zaman bana: "Ey Huveyle, yüce Allah senin ve eşinin hakkında Kur'an ayetleri indirdi" dedi. Sonra bana Mücadele suresinin 1.2.3. ve 4. ayetlerini okudu.

Sonra bana dedi ki: "Ona söyle bir köle azad etsin." Ben ise ona: "Ey Allah'ın elçisi; onun azad edecek kölesi yok ki" dedim. "Ardarda iki ay oruç tutsun" buyurdu. Yine ben dedim ki: "O ihtiyar bir adamdır. Nasıl oruç tutsun ki?!" Buyurdu ki: "Altmış yoksula bir deve yükü hurma dağıtsın." "Ey Allah'ın elçisi Allah'a yemin ederim ki onun bu kadar imkanı yok" dedim. Hz. Peygamber buyurdu ki: "Biz ona bir Arak hurma yardım edeceğiz." Bunun üzerine `Ben de ona bir Arak yardımda bulunurum' dedim. Resulullah: "Çok yerinde, çok güzel ettin. Git, onun yerine onları sadaka olarak dağıt. Sonra da amcanın oğluna iyi davran" buyurdu. Ben de gittim, dediklerini yaptım. (Bu hadisi Ebu Davud, Talak, Muhammed ibni İshak ibni Yesar'dan iki kanalla rivayet etmiştir)

İşte yüce Allah, Hz. Peygamber ile bu konuyu onunla konuşmaya gelen kadın arasında geçen bu karşılıklı konuşmayı duymuştur. Yüce Allah'ın yedi göğün üstünden hakkında hükmünü indirdiği mesele de budur. Böylece bu kadının hakkını vermiş, hem onun hem de kocasının gönlünü rahatlatmış ve müslümanlara da böylesi ailevi günlük bir sorunda yol göstermiştir.

Ve işte böyle bir durumu konu edinerek başlamaktadır Kur'an'daki surelerden biri. Yüceler aleminden inerken herbir sözüne varlığın her yanından kendisine karşılık verilen Allah'ın ölümsüz kitabının bir suresi işte böyle bir açıklama ile başlıyor: "Seninle kocası hakkında tartışan kadının sözlerini yüce Allah işitmiştir." Normal müslümanlar içinden bir kadının kişisel bir sorununu yüce Allah ele almıştır. Bu iş, O'nun göklerin ve yerin çarkını döndürmesine engel olmamıştır. Göklerin ve yerin işleri O'nu bu konuda hüküm vermekten alıkoyamamıştır!

Bu gerçekten büyük bir iştir. Böyle hayret verici bir olayın meydana gelmesi, bir insan topluluğunun yüce Allah'ın kendilerine böyle yakın olduğunu, küçük büyük tüm işlerinin başında hazır bulunduğunu, günlük sorunları ile ilgilendiğini, normal sıkıntı ve kriz anlarında onların elinden tuttuğunu köklü biçimde kavranması gerçekten büyük bir olaydır. Onunla ilgilenen büyük ve aşkın... Yüce ve ulu, herşeye egemen ve ihtişam sahibi, göklerin ve yerin egemenliğine sahip zengin ve övgüye layık olan Allah olur da bu ilgilenme önemli olmaz mı?

Hz. Aişe der ki: Bütün sesleri işiten Allah'a hamdolsun Peygamberle konuşmaya gelen kadın Havle idi. Evin bir tarafında peygamberle konuşuyordu. Ben onun ne dediğini duyamıyordum. Yüce Allah onun hakkında: "Kocası hakkında seninle tartışan ve Allah'a şikayette bulunan kadının sözünü Allah işitti" ayetini indirdi.(Buhari, Nesai)

Havle veya bu ismin küçültme ve daha fazla anlam kazandırma şekli olan Huveyle'nin olayı aktarışında ve O'nun bu eylemde oynadığı rolde, kalkıp Hz. Peygambere gidişinde, onunla sorununu tartışmasında ve Kur'an-ı Kerim'in bu olayın hükmünü ortaya koymasında... Evet bütün bunlarda o eşsiz topluluğun o hayret verici dönemdeki hayatından bir tablo yer almaktadır. O'nun bu doğrudan ilişkisinin bilincinde olduğunu, tüm işlerinde yüce Allah'tan direktif ve yönlendirme beklediğini ve yüce Allah'ın da bu bekleyişe karşılık verdiğini ortaya koymaktadır. İşte bu bekleyiş, bütün bir topluluğu Allah'ın himayesi altına almaktadır. Onu koruyan Allah'tır artık. Bu topluluğun tamamı artık küçük bir çocuğun, babası, eğiticisi ve koruyucusunun himayesini aradığı gibi Allah'ın himayesini aramaktadır!

Kur'an'ın üslubu ile olayın aktarılışına baktığımızda, etkileme, mesaj verme, eğitme ve yönlendirmenin hükmü belirleme ile atbaşı gittiğini, onun arasına yerleştirildiğini ve hemen ardından geldiğini görüyoruz. Zaten bu Kur'an-ı Kerim'in değişmeyen eşsiz üslubudur:

"Allah, kocası hakkında seninle tartışan ve Allah'a şikayette bulunan kadının sözünü işitti. Allah sizin konuşmanızı işitir. Çünkü Allah işitendir, görendir."

Bu hayret edilecek derecede etkili bir dokunuşa sahip bir giriştir... Siz ikiniz yalnız değildiniz... Yüce Allah sizin ikinizle beraberdi. Ve O sizin söylediklerinizi işitiyordu. Kadının söylediklerini duyuyordu O. Kocası hakkında seninle tartıştığını ve Allah'a şikayette bulunduğunu birbir işitiyordu, olayın tamamını biliyordu. Sizin karşılıklı konuşmanızı ve bu konuşmada sözkonusu olan herşeyi biliyordu. Çünkü yüce Allah işiten ve görendir. İşitir ve görür. Bu O'nun her zamanki halidir. Yüce Allah'ın üçüncü bir şahıs olarak katıldığı bu olay da O'nun bu halinin sadece bir tablosudur. Bunların hepsi kalpleri titreten dokunuşlar ve temaslardır. Bundan sonra işin aslı anlatılıyor. Oradaki durumun gerçek yönü ortaya konuyor:

"Sizden eşlerine zihar yapanlar, bilmelidir ki o kadınlar, onların anaları değildir. Onların anaları, ancak kendilerini doğuran kadınlardır. Şüphesiz onlar çirkin ve yalan bir söz söylüyorlar. Şüphesiz Allah, affedici ve bağışlayıcıdır: '

İşte bu meselenin kökünden halledilmesidir. Buna göre cahiliye dönemindeki bu zihar geleneği, sağlıklı bir temele dayanmamaktadır. Temelsizdir. Çünkü insanın eşi onun annesi değildir ki, annesi gibi ona haram olsun. Anne insanı doğuran kadındır. Rastgele söylenen bir sözle kişinin eşinin onun annesine dönüşmesi imkansızdır. Bu manasız-tutarsız bir sözdür. Gerçeğe aykırı düşmektedir. Basmakalıp, uydurma bir sözdür. Doğruya ters düşmektedir. Hayattaki işlerin açıklıkla ve tam bir şekilde hakka ve realiteye dayanmaları gerekmektedir. Bu kadar karmakarışık hale gelmemeli ve bu kadar çelişkilerle yoğrulmamalıdır. "Şüphesiz Allah bağışlayan ve affedendir." Yani bu konuda daha önce geçmiş olan hataları günahları bağışlar.

Meselenin aslını bu şekilde açık ve belirlenmiş halde ortaya koyduktan sonra konuya ilişkin kesin hüküm geliyor:

"Eşlerinden zihar ile ayrılmak isteyip de sonra söylediklerinden dönenlerin eşleriyle temas etmeden önce bir köleyi hürriyetine kavuşturmaları gerekir. Size öğütlenen budur. Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır."

Yüce Allah bir dizi günahların affedilip bağışlanması için köle azad etmeyi bir süreye kadar o zamanki savaş düzeninin zorunlu kıldığı kölelik düzeninden kurtulmanın araçlarından biri olarak kullanmıştır. Sonuçta köleliği buna benzer yollarla ortadan kaldırmıştır.

Ayet-i Kerimede geçen "Sonra dediklerine dönüş yapanlar" cümlesinin anlamı ile ilgili değişik görüşler ileri sürülmüştür. Biz bu görüşlerden "Onlar zihar ile kendilerine haram kıldıkları ilişkiye tekrar dönüş yapanlardır" diyen görüşü tercih ediyoruz. Zira ayetlerin akışına en uygun gelen anlamı budur ayetin. Buna göre ilişkiye geçmeden önce bir köle azad etmek gerekir. Ardından deniyor ki: "Size böyle öğüt verilmektedir." Yani kefaret, hiçbir doğru ve gerçek temele dayanmayan zihar eylemine bir daha dönülmemesi için bir hatırlatma ve bir öğüttür. "Yüce Allah'ın sizin yaptıklarınızdan haberi vardır." Onun gerçeğini bilir. Meydana gelişini bilir. O konudaki niyetini bilir.

Bu yorum cümlesi kalpleri uyarmak, ruhları terbiye edip eğitmek, yüce Allah'ın herşeyin içini ve dışını kuşatan bilgisi ve mahareti ile herşeyin dışında bulunduğuna dikkat çekmek için hüküm tamamlanmadan önce geliyor:

"Buna imkan bulamayan kimse, temas etmeden önce aralıksız olarak iki ay oruç tutmalıdır. Buna da gücü yetmeyen, altmış fakiri doyurur. Bu kolaylık Allah a ve peygamberine inanmış olmanızdan ötürüdür, bunlar Allah'ın koyduğu sınırlardır; inkar edenler için can yakıcı azap vardır."

Ardından açıklayıcı ve yönlendirici yorum geliyor: "Bu Allah'a ve peygamberine iman etmeniz içindir." Halbuki onlar inanmış kimselerdir. Yalnız bu açıklama ve bu kefaretler ayrıca onları Allah'ın emrine ve kesin hükmüne bağlayan durumları... Evet işte bu durumlar insanın imanını gerçekleştirir. Hayatı imana bağlar. Hayat gerçeği içinde imana apaçık bir güç kazandırır. "Bunlar Allah'ın sınırlarıdır." Bunları koymuştur ki, insanlar burada dursun. Onları geçmesinler. Yüce Allah bu sınırları tanımayanlara ve onları çiğnemekten sakınmayanlara gazap eder. "İnkar edenler için can yakıcı bir azap vardır." Haddi aşmaları, meydan okumaları, iman etmemeleri ve inananlar gibi Allah'ın sınırları yanında durmamaları yüzünden...

KAFİRLER AŞAĞILANACAKTIR

Ayet-i Kerimenin "İnkar edenler için can yakıcı bir azap vardır" şeklindeki son cümlesi hem önceki ayetin sonu ile uyum sağlamaktadır, hem de Allah'a ve peygamberine karşı gelenlerden söz eden bundan sonraki ayetle önceki ayet arasında köprü görevini yapmaktadır. Bu, Kur'an-ı Kerim'in bir konudan diğerine geçerken hayret verici güzellikte bir bağ kurmada kullandığı metodunun gereğidir:



5- Allah'a ve Peygamberine karşı gelenler, kendilerinden öncekiler nasıl alçaltıldı ise öyle alçaltılacaklardır. Biz, apaçık ayetler indirmişizdir, bunları inkar edene alçaltıcı azap vardır.

6- O gün Allah onların hepsini diriltecek ve yaptıklarını kendilerine haber verecektir. Allah onları birbir saymıştır. Onlar ise unutmuşlardır. Allah herşeye şahiddir.

Surenin birinci bölümü, müslüman topluluğun Allah tarafından korunduğunu ve desteklendiğini gösteren bir tablo niteliğindeydi. İkinci bölüm ise diğer grubun savaş ve hezimet tablolarından birini vermektedir. Allah'a ve Peygamberine karşı gelen yani Allah'ı ve Peygamberini karşılarına alarak diğer cephede yer alanların durumu sergilenmektedir. Burada cephenin ve çizginin sözkonusu edilmesi daha önce Allah'ın sınırlarından sözedilmesi nedeniyledir. Yani bu insanlar Allah'ın ve Peygamberinin belirlediği sınırda durmuyorlar. Tam tersine onların karşılarındaki çizgide duruyorlar! Bu ise, birbirine düşman olan, birbiriyle çekişme halinde bulunanların somutlaştırılmasıdır. Böylece onların yaptığı işin korkunçluğu ve tavırlarının çirkinliği gösteriliyor. Kendisini yaratana ve kendisine rızık verene karşı meydan okuyacak bir tutum içine girmek ve O'nun belirlediği sınırları çiğneyerek utanmadan böbürlenerek bunların karşısında yer almaktan daha kötü ne olabilir?

Allah'a karşı gelen, kötülükte direten ve bu halleriyle övünenler: "Kendilerinden öncekiler nasıl alçaltıldı ise öyle alçaltılacaklardır." Tercih edilen görüşe göre bu söz onların aleyhine bir bedduadır. Yüce Allah'ın duası ise hükmün kendisidir. Zira asıl dileyen O'dur. Dilediğini yapan da O'dur. Ayet-i Kerime'de geçen "Ketb" kavramı, kahretmek ve zillete düşürmektir. "Onlardan öncekiler" ise ya yüce Allah'ın cezalandırdığı daha önceki topluluklardır. Ya da bu ayetten önce meydana gelen olaylarda müslümanlar tarafından mağlup edilenlerdir. Mesela Bedir'de olduğu gibi."Biz apaçık ayetler indirmişizdir."Bu ifade Allah'a ve Peygamberine karşı gelenlerin dünyadaki sonları ile ahiretteki sonlarını birbirinden ayırmaktadır. Böylece hem dünyadaki hem ahiretteki akibetlerinin bu ayetlere karşı tutumlarından kaynaklandığı belirtilmiş oluyor. Ayrıca onların bu akibetlere uğramalarının cahillikten ve gerçeğin kapalı oluşundan kaynaklanmadığı, gerçeğin kendilerine açıklandığı bu apaçık ayetlerle gerçeği öğrendikleri ortaya konuyor.

Ardından onların ahiretteki akibetlerini anlamlı, etkili, uyarıcı, ruhları eğitici bir yorumla birlikte sergiliyor:

"Bunları inkar edene alçaltıcı azap vardır."

"O gün Allah onların hepsini diriltecek ve yaptıklarını kendilerine haber verecektir. Allah onları birbir saymıştır. Onlar ise unutmuşlardır. Allah herşeye şahiddir."

Bu aşağılanma, önceki böbürlenmenin karşılığıdır. Bu aşağılanma yüce Allah'ın onların hepsini birlikte dirilteceği gündeki aşağılanmadır. Bütün bir insanlığın karşısında aşağılanmadır. Bu gerçek bir sebebi olan azap olduğu gibi onların yaptıklarının da bir açıklamasıdır. Eğer onlar bu yaptıklarını unutmuş dahi olsalar yüce Allah hiçbir şeyin dışında kalmadığı, gizli hiçbir şeyin kendisine kapalı olmadığı ilmiyle onların tüm yaptıklarını birbir ortaya koyacaktır: "Allah herşeye şahiddir."

Burada koruma ve yardım etme tabloları ile-savaş ve ceza tablosu yüce Allah'ın ilminde ve haberdar oluşunda, görmesinde ve hazır bulunmasında buluşuyor. Yani yüce Allah yardım ve korumanın hazır sahibi olduğu gibi savaş ve cezanın da hazır şahididir. Öyleyse inananlar O'nun hazır oluşu ve şahid oluşu ile güven ve huzura kavuşsunlar. Kafirler ise O'nun hazır oluşundan ve şahid oluşundan sakınsınlar.

ALLAH GİZLİ KONUŞMALARI BİLİR

Surenin seyri "Allah herşeye şahiddir" gerçeğini yerleştirmek için ek bir açıklama yapar... Bu şahidliğin, kalplerin tellerine dokunan canlı bir tablosunu çiziyor:



7- Göklerde ve yerde olanları, Allah'ın bildiğini bilmiyor musun? Üç kişi gizli konuşsa mutlaka dördüncüsü O'dur. Beş kişi gizli konuşsa mutlaka altıncısı O'dur. Bunlardan az veya çok olsunlar ve nerede bulunursalar bulunsunlar mutlaka O onlarla beraberdir. Sonra kıyamet günü onlara yaptıklarını haber verecektir. Doğrusu Allah, herşeyi bilendir.

Ayet-i Kerime yüce Allah'ın kapsamlı ve derin ilmiyle başlıyor. Yerde ve göklerde ne varsa hepsini istisnasız bildiğini belirtiyor. İnsanın kalbini göklerin derinliklerine ve yeryüzünün dört bucağına götürüyor. Her tarafa uzanan, bütün boyutları kuşatan, herşeyi içine alan genişlikteki Allah'ın ilmiyle birlikte... Küçük büyük, gizli-açık ve bilinen-bilinmeyen herşeyi içine alan derin ilmine değinerek bağlıyor.

Ardından yavaş yavaş göklerin derinliklerinden, dünyanın uçlarından, bucaklarından toparlanarak, yaklaşarak ve yoğunlaşarak geliyor... geliyor... Muhataplara ulaşana kadar. İlahi ilmin, kalpleri titreten bir tablosu ile muhatapların kalplerine dokunuyor:

"Üç kişi gizli konuşsa mutlaka dördüncüsü O'dur. Beş kişi gizli konuşsa mutlaka altıncısı O dur. Bundan az veya çok olsalar ve nerede olurlarsa olsunlar mutlaka O, onlarla beraberdir."

Aslında bu bilinen bir gerçektir. Yalnız bu gerçek derin etki bırakabilecek biçimde güzel sözlerle ifade edilmiştir. Bu kalpleri bir keresinde ürperti ve korku ile titreten, bir keresinde ise sevgi ve dostlukla dolduran bir tablodur. İnsanın kalbini yüce dost olan Allah'ın huzurunda kendisinden geçirmektedir. Nerede üç kişi yalnız kalsa dördüncülerinin Allah olduğunu hissederler. Nerede beş kişi yalnız kalsa altıncılarının Allah olduğunu hissederler. Nerede iki kişi gizli konuşup fısıldaşsa Allah oradadır! Nerede daha çok kişi buluşsa yine oradadır Allah!

Bu hiçbir kalbin ürpermeden ve titremeden sakin bir biçimde karşılayabileceği, onu etkilenmeden karşılamaya güç yetirebileceği bir hal değildir... Rabbinin, dostunun huzurunda duran bir kalp yerinde durabilir mi? Bu aynı zaman-da yüce ve ürpertici heybeti olan Allah'tır çünkü. Hangi kalp Allah'ın huzurunda sakin durabilir? "Nerede olurlarsa olsunlar Allah onlarla beraberdir."

"Sonra kıyamet günü onlara yaptıklarını haber verecektir."

Bu da sarsan ve titreten başka bir dokunuştur. Hiç kuşkusuz yüce Allah'ın dinlemesi ve hazır bulunması dahi ürpertici bir olaydır. Bu dinleme ve hazır bulunmadan sonra hesaba çekme ve cezalandırma sözkonusu olduğunda acaba durum ne olur? İnsanlar gizlice fısıldaştıkları ve gizlenmek için tenha ve kuytu yerlere çekildikleri her şey kıyamet gününde şahidlerin huzurunda ortaya dökülecek ve herkesin hazır olup katıldığı bugünde yüce Allah onları yüceler aleminde haber verecek olsa durum ne olur?

Ayet-i Kerime başladığı gibi yine genel bir tablo ile sona eriyor: "Allah herşeyi bilendir: '

İşte bu şekilde bir tek ayette değişik üsluplar kullanılarak ilahi ilmin hakikatı kalplere yerleştiriliyor. Bu değişik üsluplar sözkonusu gerçeği insanın kalbine daha derin biçimde yerleştiriyor. Bu üslupları kullanarak değişik yollardan ve mesafelerden insanın kalbine ulaşıyor.

Yüce Allah'ın her yerde hazır olduğu, herşeye şahid olduğu gerçeğinin böylesine etkileyici, ürpertici tablolar halinde verilerek derinlemesine insanın kalbine yerleştirilmesi, münafıkları tehdit edecek ayetlerin bir girişi niteliğindedir. Münafıklar Medine'de Hz. Peygambere ve müslüman topluluğa karşı oyunlar, komplolar tezgahlamak için aralarında gizli toplantılar yapıyorlardı. Ayrıca burada onların kuşku ve tereddüt içindeki hallerine hayret edilmektedir:



8- Görmedin mi şu adamları ki gizli gizli konuşmaları yasaklandığı halde yine o yasaklanan işi yapıyorlar. Günah, düşmanlık ve Resule isyan hususunda gizli gizli konuşuyorlar. Onlar sana geldiklerinde seni, Allah'ın selamlamadığı bir tarzda selamlıyorlar. Kendi içlerinden de "Bu söylediklerimiz yüzünden Allah'ın bize azap etmesi gerekmez miydi?" derler. Cehennem onlara yeter. Oraya gireceklerdir, ne kötü gidilecek yerdir orası.

Ayet-i Kerime gösteriyor ki ilk dönemlerde Hz. Peygamberin münafıklara karşı izlediği yol onlara öğüt verme, samimi olmalarını, doğru yola gelmelerini telkin etme, Medine'de yahudilerle birlikte ve onların yol göstermeleriyle planladıkları oyunlardan ve komplolardan sakındırma şeklindeydi. Ama onlar buna rağmen iğrenç bir tutum sergiliyor, gizliden oyun tezgahlamaya devam ediyor, müslüman topluluğun aleyhine birtakım karanlık planlar üzerinde çalışıyor, Hz. Peygamberin emirlerine karşı gelmek, O'nun ve samimi müslümanların aralarını bozarak, çabalarını boşa çıkarmak için başka yollar ve yöntemler kullanmaya. devam ediyorlardı.

Yine ayet-i kerimeden anlaşılıyor ki, onların bir kesimi selamlaşma için kullanılan cümleyi ağızlarında geveleyerek onu gizliden kötü bir anlama gelecek bir söz haline çeviriyorlardı: "Onlar sana geldiklerinde seni, Allah'ın selamlamadığı bir tarzda selamlıyorlar." Mesela yahudilerin dedikleri gibi "Essamu Aleyküm" diyorlardı. "Esselamu Aleyküm" demiş imajını vererek "sizlere ölüm" veya "siz de batın dininiz de batsın!" diyorlardı: Veyahut dış görünüşte güzel görünen fakat içteki anlamı çirkin olan başka sözler söylüyorlardı! Ve onlar bunları söylerken kendi içlerinde şöyle diyorlardı: Eğer o gerçek bir Peygamber olsaydı yüce Allah bu sözlerimizden dolayı bizi cezalandırırdı. Ya selamlaşma için kullandığımız sözlerden veya gizli olarak düzenlediğimiz toplantılar ve orada planladığımız hileler ve komplolardan dolayı bizi azaba uğratırdı.

Surenin gelişinden ve girişinden rahatlıkla anlaşılıyor ki yüce Allah onların kendi içlerinde söylediklerini, toplantıların ve komplolarında konuştuklarını Hz. Peygambere bildirmiştir. Daha önce surenin girişinde yüce Allah kocası hakkında Hz. Peygamber ile konuşan kadının konuşmasını işittiğini bildirmişti. Ayrıca üç kişinin gizli buluşup konuştuğu... her yerde kendisinin onların dördüncüsü olduğunu belirtmişti. Bu da gösteriyor ki yüce Allah onların tüm toplantılarında bulunan ve onların kendi içlerinde söylediklerinin hepsini bilen biri olarak peygamberini bu münafıkların tüm komplolarından haberdar etmiştir.

Onların bu eylemlerine Allah'ın şu sözleri ile cevap veriliyor: "Cehennem onlara yeter. Oraya gireceklerdir, ne kötü gidilecek yerdir orası: '

Bu gizli komploların deşifre edilmesi, kendilerine yasak edilmesine rağmen yapmaya devam ettikleri gizli buluşma ve konuşmaların açığa çıkarılması ayrıca onların "Allah'ın bize azap etmesi gerekmez miydi?" şeklinde içlerinde gizledikleri anlayışlarının ortaya konması... Evet işte bunların hepsi yüce Allah'ın göklerde ve yerde ne varsa hepsini bildiğini, her gizli konuşmaya tanık olduğunu ve her buluşmaya şahid olduğunu doğrulayan birer pratik örnektir. Birer uygulamasıdır bu bilginin. Bu ise münafıkların içine tüm yaptıklarının ortaya çıkacağı endişesini, mü'minlerin içine ise güven ve huzur gerçeğini dolduruyor.

Burada iman edenlere yönelip onlara şu şekilde hitab ediliyor: "Ey iman edenler." Bu hitab ile onları, münafıklarınkine benzer bir fısıldaşmadan, günah, düşmanlık ve Peygambere karşı gelmeyi telkin eden gizli toplantılardan sakındırıyor. Onlara Allah'tan korkmaları gerektiğini hatırlatıyor. Ve onlara bu türden bir gizli buluşmanın inananları üzmek için şeytan tarafından telkin edildiğini dolayısı ile buna benzer hareketlerin müminlere yakışmayacağını açıklıyor:



9- Ey iman edenler! Aranızda gizli konuştuğunuz zaman günah, düşmanlık ve peygambere karşı gelmek üzere konuşmayın. İyilik ve takva üzerine konuşun, huzuruna varacağınız Allah'tan korkun.

10- Gizli konuşmalar (Fiskoslar)şeytanın yapacağı işlerdendir. Bu iman edenleri üzmek içindir. Oysa şeytan, Allah'ın izni olmadıkça, mü'minlere hiçbir zarar veremez.. Mü'minler Allah'a dayanıp güvensinler.

Buradan anlaşılıyor ki, ruhları ve karakterleri islamın yaşam biçimi ile henüz bütünleşmemiş olan bazı müslümanlar işler çatallaştığında gizlice toplanıyor, bağlı bulundukları önderlikten uzak bir şekilde olayları aralarında tartışıyorlardı. Halbuki böyle bir eylemi islam toplumunun karekteri ve islami yapılanmanın özü kaldırmıyordu. Zira bu yapı bütün görüşlerin, bütün düşüncelerin ve bütün önerilerin herşeyden önce önderliğe sunulmasını ve cemaat içinde gruplaşmalara gidilmemesini gerektiriyordu.

Yine anlaşılıyor ki, bu tür gruplaşmalar ve kümelenmeler, bu işleri gizlice yürütürken kimseyi rahatsız etme amacını gütmeseler de birtakım rahatsızlıklara ve karışıklıklara neden oluyorlardı. Bu işlerle uğraşanların gündemdeki sorunları körüklemeleri ve bilmeden, ilerisini düşünmeden bu meselelerde sırf görüşlerini açıklamaları bile rahatsızlıklara ve itaatsizliklere neden olabilirdi.

İşte tam bu sırada yüce Allah onlara hitap ediyor. Kendilerini O'na bağlayan bağları ile onlara sesleniyor. Böylece çâğrının gücünü ve etkisini de arttırmış oluyor: "Ey iman edenler..: ' Gizli konuşmaları gerektiği durumda dahi günah, düşmanlık ve Peygambere karşı gelme gibi çirkin işlerden sakındırmak ve mü'minlerin gizli konuşabilecekleri, onlara yakışan konuları açıklamak için onlara böyle hitap ediyor: "İyilik ve takva üzerine gizli konuşabilirsiniz: ' Bunların hangi vasıtalarla elde edileceklerini ve onların nasıl yaşanacağını, gerçekleştirileceğini planlamak için oturup konuşabilirsiniz.,Ayet-i kerimede geçen "Birr" kavramı genel anlamı ile iyilik demektir. "Takva" ise, uyanıklık ve yüce Allah'ın gözetiminde olduğunun bilincinde olmaktır. Bunlar ise, iyilikten başkasını telkin etmezler. Ayrıca eninde sonunda kendisine dönecekleri ve işlediklerinin hesabını verecekleri Allah'tan korkmalarını hatırlatıyor. İnsanlar ne kadar gizleseler de, kapalı tutmaya çalışsalar da onların tüm yaptıklarını gözeten ve birbir kayda geçen Allah'a hesap vermekten kurtulamazlar.

İmam-ı Ahmed'in Behz ve Affan'dan, hammam'dan, Katade'den, Safvan ibni Mihraz'dan aldığı bir hadiste deniyor ki: Ben İbni Ömer'in elini tutmuştum. Birden karşısına bir adam çıktı ve Resulullah'ın kıyamet günündeki gizli konuşma hakkında ne söylediğini işittin mi? diye sordu. Abdullah dedi. ki: Hz. Peygamberin şöyle dediğini işittim: "Yüce Allah mümine yaklaşır. Onu himayesine alır. İnsanlardan uzaklaştırır. Ona birbir günahlarını ikrar ettirir. Ona der ki: Bu günahı nerde işlediğini biliyor musun? Şu günahı ne zaman işlediğini hatırlıyor musun? Falan günahı nasıl işlediğini biliyor musun? Ona tek tek tüm günahlarını itiraf ettirir. Artık orada mü'min mahvolduğunu zanneder, yüce Allah buyurur: Sen bu günahları dünyada işlerken ben onları gizledim. Bugün ise onları bağışlıyorum. Sonra da adama iyiliklerinin kitabı verilir. Kafirlere ve münafıklara gelince şahidler: İşte Rabblerine karşı yalan uyduran, O'nun mesajını yalanlayanlar bunlardır, derler. İyi bilin ki, Allah'ın laneti zalimlerin üzerindedir." (Buhari, Müslim)

Şimdi de onları, bir parçası oldukları müslüman cemaatten gizli ve habersiz olarak fısıldaşmaktan, gizli konuşmaktan ve gizli planlar çevirmekten tiksindiriyor. Zira onların yararına olan şey müslüman topluluğun da yararınadır. Sonra onlar hiçbir şeyde kendilerini müslüman topluluktan ayrı hissetmemelidirler. Onlara deniyor ki: "Müslümanların fısıldaşmaları, gizlice konuşmaları ve özel biçimde konuşulduğunu görmeleri onların kalplerine üzüntü ve burukluk havasını yayar. Güvensizlik havası yaratır. Şeytan da gizli konuşanları aldatarak onların, kardeşlerinin canını sıkmalarına, onların kalplerine tereddütler ve endişeler salmalarına sebep olmalarına neden olabilir. Ama şeytan ne yapsa mü'minlere istediğini yaptıramaz."

"Gizli konuşmalar (fiskoslar) şeytanın yapacağı işlerdendir. Bu iman edenleri üzmek içindir. Oysa şeytan, Allah'ın izni olmadıkça, müminlere hiçbir zarar veremez. Müminler Allah'a dayanıp güvensinler."

Müminler yalnız Allah'a dayanırlar. Bunun ötesinde dayanak olmaz zaten. Müminlerin Allah dışında dayanacakları kimse de yoktur.

Hz. Peygamberin kuşku uyandıracak, güveni sarsacak ve huzursuzluk yaratacak durumlarda gizli konuşmayı yasaklayan sözleri de vardır:

Buhari ve Müslim'de A'meş kanalı ile Abdullah ibni Mes'ud'dan gelen bir hadis yer almaktadır. Abdullah diyor ki: Hz. Peygamber:

"Üç kişi olduğunuzda iki kişi diğer arkadaşlarından ayrı olarak fısıldaşmasın. zira bu hareket onu üzer."

Bu yüce bir ahlâk ilkesidir. Aynı zamanda her tür şüpheyi ve tereddüdü ortadan kaldırmak için alınmış ustaca bir önlemdir. Özel yahut genel bir konuda bir sırrı veya ayıbı gizlemeye gelince bu konuda gizli ve kapalı olarak görüşmede bir sakınca yoktur. Bu genellikle cemaatin sorumlu olan yöneticileri arasında meydana gelir. Cemaatten habersiz ayrı bir kümelenmeye gitmek caiz (doğru) değildir. İşte Kur'an-ı Kerim'in ve Hz. Peygamberin yasakladığı şey de budur. Cemaatı dağıtabilecek, safları arasında kuşku ve güvensizliği uyandırabilecek eylem de budur. Mü'minleri üzmek için, şeytanın planladığı da bundan başkası değildir. Yüce Allah'ın sözü kesindir. Şeytan bu yolla inanmış topluluğa dilediğini yapamayacaktır. Çünkü bu topluluğun koruyucusu ve kollayıcısı yüce Allah'tır ve O, her gizli konuşmanın başında gözeten ve hazır olandır. Orada planlanan her hileyi, tuzağı ve komployu en iyi bilendir. Ve şeytan asla mü'minlere zarar veremeyecektir: "Ancak Allah'ın izin vermesi hariç". Bu koruma ilkesine yönelik bir istisnadır. Söz verilen ve kesinlik arzeden her yerde bile yüce Allah'ın iradesinin sınırsızlığı ve özgürlüğü vurgulanmaktadır. Böylece O'nun iradesi verilen söze ve kesinliğe rağmen özgürlüğünü korumaktadır.

"Mü'minler Allah'a dayanıp güvensinler." Koruyan ve savunan, güç ve üstünlük sahibi olan, herşeyi bilen, herşeyden haberdar olan, hiçbir zaman ayrılamayan, hazır şahid olan O'dur. Evrende yalnız O'nun dediği olur. O ise müminleri koruyacağına söz vermiştir. Bundan öte teminat ve bundan daha büyük huzur verici, kesin kanaat oluşturucu söz olur mu?

Bunun ardından inanmış olanlara cemaat adaplarından biri daha anlatılıyor:



11- Ey inananlar! Size: "Meclislerde yer açın" denildiği zaman yer açın ki Allah ta size yeriniz ve rızkınızda genişlik versin. Size "Kalkın" denildiği zaman, kalkın ki Allah sizden inananları ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltsin. Allah yaptıklarınızı haber almaktadır.

Ayetin iniş sebebini anlatan bazı rivayetlerden anlaşıldığına göre bu ayetin münafıkların yaşantısı ile doğrudan ilgisi vardır. Böylece bu ayet ile ondan önceki ayetler arasında birçok yönden bağlar bulunduğu ortaya çıkmaktadır.

Katade der ki: Bu ayet zikir meclisleri hakkında inmiştir. Bu toplantıya katılanlar birinin geldiğini gördükleri halde Hz. Peygamberin yanından ayrılmamak için yerlerine çakılıp kalıyorlardı. Bunun üzerine yüce Allah onlara birbirlerine yer vermelerini emretti.

Mukatil ibni Hayyan der ki: Bu ayet cuma günü indi. Hz. Peygamber o gün Suffa'da idi. Yer dardı. Muhacirlerin ve Ensarın Bedir savaşına katılanlarına özellikle hürmet ederdi. Bedir'e katılanlardan bazıları geldiklerinde her tarafın dolu olduğunu gördüler. Hz. Peygamberin karşısında durup: "Ey Allah'ın elçisi Allah'ın selamı, rahmeti ve bereketi üzerine olsun" dediler. Hz. Peygamber de onların selamlarını olduğu gibi aldı. Bundan sonra oturanlara selam verdiler. Onlar da selamlarını aldılar. Fakat oldukları yerde kalakaldılar. Birilerinin kendilerine yer vermelerini bekliyorlardı. Hz. Peygamber de onların neden ayakta kaldıklarını anladı. Onlara yer verilmemişti. Bu hal Hz. Peygamberi üzdü. Etrafında oturan ve Bedir'e katılmayan Muhacirlere ve Ensara: "Ey falan sen kalk. Ey falan sen kalk" demeye başladı. Orada ayakta kalan Bedir'e katılan kaç kişi varsa hepsine yer açılıncaya kadar teker teker isim söylemeye devam etti; Bu ise yerlerinden kaldırılanların zoruna gitti. Zaten Hz. Peygamber de onların üzüldüklerini yüz hatlarından anlamıştı. Münafıklar dediler ki: "Peygamberin insanlar arasında adil olduğunu söyleyenler sizler değil misiniz? Allah a yemin ederiz ki, onun bu insanlara adil davrandığını görmüyoruz! Bazı insanlar gelmiş yerlerine oturma ve peygamberlerine yakın olmayı gönülden arzu etmişlerdir. Peygamber ise bunları yerlerinden kaldırmış ve daha sonra gelenleri oraya oturtmuştur"

Bize gelen rivayetlere göre Hz. Peygamber: "Yüce Allah kardeşine yerini verene merhamet etsin" buyurmuştur. Bu sözü duyan sahabiler bundan sonra hemen yerlerinden kalkıyor ve kardeşlerine yer açıyorlardı. Bu ayet-i kerime cuma günü inmiştir.

Bu rivayet doğru olsa dahi bir adamı yerinden kaldırıp oraya oturmayı yasaklayan diğer hadislerle çelişki arzetmez. Bu hadislerden biri Buhari ve Müslim tarafından kitaplarına alınmış olan şu hadistir: "Kimse kimseyi yerinden kaldırıp oraya oturmasın, fakat birbirinize yer açınız: ' buna göre en son gelenin boş olduğu yere oturmasını zorunlu kılan ve ön tarafta yer almak için insanların omuzlarından aşarak ileri gitmeye çalışmasını yasaklayan hadisler de bu hadisle çelişki içinde değildir.

Ayet dışardan gelenin oturması için yer ayırmaya teşvik etmektedir. Ayrıca oturmakta olan birine "sen kalk" denildiğinde onun bu emre itaat ederek kalkması gerektiğini dile getirmektedir. Şu kadarı var ki bu emri veren cemaatı düzenlemekten sorumlu olan yetkili kişidir, gelen adam değil!

Burada asıl amaç yerin açılmasından önce kişinin kalbinin açılması ve geniş olmasıdır. İnsanın kalbi geniş olduğunda insanın kendiliğinden tolerans sahibi olur ve yer vermeye çalışır. Oturmakta olan adamlar gelen kardeşlerine sevgi ve toleransla dolu olurlar. Memnuniyetle ve sevinçle onlara yerlerini verirler. İşi yöneten kişi yerin boşaltılmasını gerektiren herhangi bir sebepten dolayı boşaltmayı istediğinde mü'minler içtenlikle, memnuniyetle ve gönül huzuruyla bu emre uymalıdırlar. Bununla beraber islamın diğer temel ilkeleri geçerliliğini korur. Kimse kimsenin omuzuna basarak ilerlemeye kalkmaz. Kimse bir başkasını kaldırıp kendisi oturamaz. Çünkü islam hem toleranslı davranmayı hem de disiplinli olmayı emreder. Her yerde uyulması gereken edebe riayet etmek esastır.

Kur'an-ı Kerim her bir yükümlülük sırasında insanın bilincini, duyarlılığını harekete geçirmeyi metod edindiğinden oturumlardaki yerlerini kardeşlerine verenlere cenabı Allah'ın buna karşılık onlara ikramda bulunacağını, geniş ve bol imkanlar vereceğini vadediyor: "Yer açın ki Allah da size genişlik versin." Peygamberin emrine uyarak yerlerini kardeşlerine bırakıp kalkanlara da yüce makama erdireceğine söz veriyor: "Size kalkın denildiği zaman kalkın ki Allah sizden inananları ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltsin." Bu onların alçak gönüllülüklerinin, kalkma emrini aldıklarında kalkmalarının karşılığıdır.

Burada asıl sözkonusu olan Hz. Peygambere yakın olmak ve onun toplantılarında ondan ilim öğrenmektir. Şimdi ayet onlara şunları öğretiyor: İnsanın gönlünü genişleten ve emre itaat etmesini sağlayan iman ile kalbi terbiye edip genişleten ve itaat etmesini sağlayan ilim, insanın Allah katında yüksek derecelere ulaşmasını sağlar. Bu da onların Resulullah'ın isteği üzerine yerlerinden kalkmaları ve itaat ederek o yüce makamdan ayrılmalarının karşılığıdır. "Allah yaptıklarınızı haber almaktadır." O sizin yaptıklarınızın gerçek yüzünü bilerek ve onların arkasında gizli olan bilinci ve niyeti de hesaba katarak size karşılığını verecektir.

İşte Kur'an-ı Kerim kalpleri ve ruhları bu şekilde eğitmekte ve arındırmaktadır. Teşvik ve duyarlılık üslubuyla ona toleransı, gönül zenginliğini ve itaati öğretmektedir. Çünkü din matamot yerine getirilen yükümlülüklerden ibaret değildir. Din, bilinçteki bir dönüşüm ve vicdandaki bir duyarlılıktır.

ASHABIN PEYGAMBERLE İLİŞKİSİ

Şimdi Kur'an-ı Kerim müslümanlara Peygamberle ilişkilerinde dikkat etmeleri gereken bir görgü kuralını daha öğretmektedir. Öyle anlaşılıyor ki, müslümanlar tek tek Rasulullah ile görüşüp kendi özel sorunlarını konuşmak, kendisiyle ilgili görüşünü ve direktiflerini almak, ya da onunla başbaşa kalmayı bir mazhariyet olarak değerlendirip ona ulaşmak için birbiriyle yarışıyorlardı. Herkes Peygamberi yalnız görmek istiyordu. Fakat onun sosyal ve cemaati ilgilendiren görevlerinin önemini güzelce takdir edemiyor, zamanının değerli olduğunu ve onunla başbaşa kalmanın ancak çok önemli işlerde sözkonusu olabileceğini düşünemiyorlardı. Cenabı Allah onlara. bu gerçekleri öğretmek amacıyla Rasulullah'la yalnız görüşmek isteyenlerin, onun cemaatin hakkı olan vaktinden bir bölümünü almak isteyenlerin bir sadaka ödemeleri gerektiğini bildirdi. Buna göre Peygamberle başbaşa kalmak, onunla özel görüşmek isteyenler bundan önce bir sadaka vereceklerdi..



12- Ey iman edenler! Peygamber ile gizli (özel) bir şey konuşacağınız zaman bu konuşmanızdan önce bir sadaka veriniz. Bu sizin için daha hayırlı ve daha temizdir. Şayet sadaka verecek bir şey bulamazsanız, Allah bağışlayan, esirgeyendir.

Nitekim Hz. Ali bu ayeti uygulamıştır. Rivayet edildiğine göre onun bir dinarı vardı. Onu bozdurarak dirheme çevirdi. Ne zaman bir iş için Hz. Peygamberle yalnız görüşmek isterse bir dirhemini sadaka olarak veriyordu. Fakat bu iş müslümanlara zor gelmeye başladı. Yüce Allah da bunu biliyordu. Zaten emir de amacına ulaşmıştı. Müslümanlar artık arzu ettikleri başbaşa görüşmenin önemini kavramışlardı. Bu nedenle yüce Allah bu yükü üzerlerinden aldı.

Bundan sonra gelen ayet buradaki yükümlülüğü kaldırdı. Onları ibadetlere, kalbi düzelten itaatlere yöneltti:

13- Gizli konuşmanızdan önce sadaka vermenizden korktunuz mu Çünkü yapmadınız. Allah sizi affetti. Artık namaz kılın, zekat verin, Allah'a ve Resulüne itaat edin. Allah yaptıklarınızı haber alandır.

Bu iki ayette ve onların iniş sebeplerini açıklayan rivayetlerde müslüman topluluğun bilinç ve ahlâk, düşünce ve yaşantının küçük büyük her konusunda eğitilmesi için gösterilen çabanın, verilen önemin bir türünü görüyoruz.

Şimdi surenin akışı yahudileri dost edinen münafıklara yöneliyor. Onların bazı durumlarını ve tutumlarını tasvir ediyor. Onları yaptıklarının deşifre edilmesiyle ve kötü akibete uğratılmakla tehdit ediyor. Her tür önleme rağmen islam çağrısının ve müslümanların zaferinin kaçınılmaz olduğu bildiriliyor:



14- Allah'ın kendilerine gazap ettiği bir topluluğu dost edinenleri görmedin mi? Onlar ne sizdendirler, ne de onlardan. Bile bile yalan yere yemin ediyorlar.

15- Allah onlara çetin bir azap hazırlamıştır. Gerçekten onların yaptıkları şey çok kötüdür.

16- Yeminlerini kalkan yapıp Allah'ın yoluna engel oldular. Onlar için küçük düşürücü azap vardır.

17- Onların ne malları, ne de evlatları kendilerini Allah'a karşı koruyamaz. Onlar ateş halkıdır. Orada ebedi kalacaklardır.

18- Allah'ın onların hepsini yeniden dirilteceği gün, dünyada şu yemin ettikleri gibi, Allah'a da yemin ederler. Kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar. İyi bilin ki onlar gerçekten yalancıdırlar.

19-Şeytan onları istila etmiş, onlara Allah'ı anmayı unutturmuştur. Onlar şeytanın taraftarlarıdır. İyi bilin ki şeytanın taraftarları mutlaka kaybedenlerdir.

Allah'ın gazabına uğramış olan yahudilerle dostluk kuran münafıklara bu şekilde yoğun saldırılar yapılması gösteriyor ki onlar müslümanlara karşı köklü,büyük çaplı tuzaklar kuruyor, müslümanların en azılı düşmanlarıyla onlara karşı komplolar hazırlıyorlardı. Yine bu ayetler gösteriyor ki artık bu dönemde islamın gücü genişlemişti. Münafıklar artık bu güçten korkuyorlardı. Hz. Peygamber ve mü'minler ile karşılaşıp yüzleştiklerinde Cenabı Allah'ın onların planlarına ve komplolarına ilişkin verdiği bilgiler kendilerine söylendiğinde yalan yere yemin ederek kendilerinin söylediği sözleri ve tezgahladıkları komploları inkara kalkışıyor, yalan yere yemin ettiklerini bile bile bir de yemin ediyorlardı. Onlar bu yeminlerle karanlık planlarının ortaya çıkarılması halinde uğrayacakları cezadan kendilerini korumaya çalışıyorlardı. "Yeminlerini kalkan edindiler." Yani onları siper edindiler. Böylece Allah'ın yolunu kapatmak için hilelerine, tuzaklarına devam ediyorlardı.

Yine Allah bu ayetler aracılığıyla onları defalarca tehdit etmektedir: "Allah onlara çetin bir azap hazırlamıştır. Onların yaptıkları şey gerçekten çok kötüdür." "Onlar için aşağılayıcı bir azap vardır." "Onların ne malları ne de evlatları kendilerini Allah'tan koruyamaz. Onlar ateş halkıdır Orada ebedi kalacaklardır."

Onların kıyamet günündeki durumlarını da aşağılanmış, horlanmış bir halde tasvir etmektedir. Burada onlar insanlara yemin ettikleri gibi Allah'a da yemin ediyorlar: "Allah'ın onların hepsini yeniden dirilteceği gün dünyada size yemin ettikleri gibi O'na da yemin ederler". Bu da gösteriyor ki ikiyüzlülük onların iliklerine kadar işlemiştir. Kıyamet gününe kadar onlardan ayrılmayacaktır bu karekter. Hatta kalplerin derinliklerindeki ve göğüslerin içindeki gizliliklere varıncaya kadar herşeyi bilen yüce Allah'ın huzurunda bile bu ikiyüzlülükten kurtulamayacaklardır. "Onlar bir şeye dayandıklarını zannediyorlar." Halbuki onlar boşluktadır. Hiçbir şeye dayanmıyorlar. Hiçbir şeye!

Ardından onları değişmeyen köklü, yalancılık damgasıyla damgalıyor: "Dikkat edin, iyi bilinki onlar gerçekten yalancıdırlar."

Sonra onların bu durumlarının nedenini açıklıyor. Zira şeytan onları büsbütün emri altına almıştır: "Onlara Allah'ı anmayı unutturmuştur." Allah'ı unutan kalp ise bozulur kötülüğe yataklık eder. "Onlar şeytanın taraftarlarıdır." Onlar şeytana karşı samimidirler. Onun sancağı altında yer alırlar. Onun adına çalışırlar. Onun amaçlarını gerçekleştirirler. O ise katıksız kötülüktür. Sonuçta katıksız ziyana uğrayacaktır. "İyi bilinki şeytanın taraftarları mutlaka kaybedenlerdir.

Bu gerçekten şiddetli, sert bir saldırıdır. Onların düzenbaz halleriyle, aldatıcı düşmanlıklarıyla, müslümanlara karşı planladıkları kötülüğe, eziyete ve bozgunculuğa tamimiyle uygun düşmektedir. Müslümanların kalplerini ise huzura kavuşturmaktadır. Yüce Allah onların yerine gizli olan düşmanlarına bu şekilde yoğun saldırılar düzenlemektedir.

Bu münafıklar yahudileri umut bağlanan ve kendilerinden korkulan bir güç kabul ederek onlara sığındıklarından ve onlardan destek bekleyip, onlarla işbirliği yaptıklarından yüce Allah da müslümanların onlardan umutlarını kesmelerini istiyor. Allah düşmanlarına zilleti ve yenilgiyi, Peygamberine ve kendisine ise galibiyeti ve hakimiyeti verdiğini açıklıyor:



20- Allah'a ve peygamberine düşman olanlar, onlar en alçak kimselerle beraberdirler.

21- Allah'a andolsun ki ben ve elçilerim galip geleceğiz diye" yazmıştır. Şüphesiz Allah güçlüdür, galiptir.

Yüce Allah'ın gerçekleşen sözü budur işte. Dış görünüşe bakıldığında bazan bu doğru sözün gerçekleşmediği sanılsa da herşeye rağmen gerçekleşecek olan vaadidir.

Bilfiil görünen odur ki, iman ve tevhid, küfre ve şirke galip gelmiştir. Bu yeryüzünde, Allah inancı yerleşmiştir. Şirkin ve putperestliğin islamın yolunda oluşturduğu onca engellemelere, onca handikaplara rağmen insanlık islama bağlanmıştır. Küfür, şirk ve inkarcılıkla uzun süren bir savaştan sonra insanlık islamla tanışmıştır. Yeryüzünün bazı bölgelerinde zaman zaman inkarcılığın veya şirkin yaygınlaştığı ve genişlediği, bugünkü inkarcı ve putperest devletlerde olduğu gibi egemen olduğu görülse de, Allah inancı yine de genel anlamda egemenliğini korumaktadır. Ayrıca putperestlik ve inkarcılık dönemlerini mutlaka kaçınılmaz bir son beklemektedir. Zira bunlar yaşamaya elverişli anlayışlar değildir. İnsanlık hergün Allah'a imana yönelten, iman ve tevhid inancını gerçekleştiren, sağlamlaştıran yeni yeni delillere ulaşmaktadır.

İnanmış insan Allah'ın sözünü gerçekleşmiş bir hakikat olarak kabul eder. Eğer belirli bir kuşakta veya dünyanın sınırlı bir bölgesinde dar kapsamlı bir uygulama bu gerçeğe ters düşüyorsa, bu uygulama tutarsız, temelsiz ve geçici olan bir uygulamadır. Onun yeryüzünde bir dönem varlığını sürdürmesi özel bir hikmete bağlıdır. Belki de bununla Allah'ın sözünün belirlenen zamanda gerçekleşmesi için iman duygusunun coşturulup, harekete geçirilmesi amaçlanmaktadır.

Bugün insan, iman düşmanlarının inanmışlara karşı uzun zamanlardan beri uyguladıkları baskılara, takiplere, zulümlere ve her çeşit aldatmaya, ortaya koydukları çeşitli saldırılara baktığında... Bu saldırıların bazı dönemlerde ileri derecede yoğunlaşarak sürgün, işkence, yaşam koşullarının daraltılması ve hatta mü'minlerin sıkı takibata uğrayarak öldürülmeleri gibi tüm cezalandırma, yıldırma metodlarının kullanıldığını hesaba kattığında... Tüm bu olumsuzluklara rağmen imanın mü'minlerin kalbinde muhafaza edildiğini, onları yıkılmaktan koruduğunu, inanmış toplulukların kişiliklerini yitirmekten ve saldırgan ulusların içinde eriyip gitmekten koruduğunu, kesin yıkım ve yok etme halleri dışında inanmış bireylerin ve toplulukların egemen zalim güçlere boyun eğmediğini gördüğünde... Evet insan, uzun vadede gerçekleşen bu hakikatı gördüğünde Allah'ın bu va'dinin doğruluğunu anlamaktadır. Bu tarihi gerçeğe baktığında daha fazla beklemesine gerek kalmadan Allah'ın va'dinin gerçek olduğunu anlar.

Ne olursa olsun mü'min, Allah'ın va'dinin bu varlık aleminde mutlaka gerçekleşecek bir hakikat olduğuna inanır. Allah'a ve Peygamberine karşı gelenlerin zillete mahkum olacakları, Allah ve Peygamberinin ise galib olacağı hakkındaki inancına asla gölge düşürmez. Bunun mutlaka gerçekleşeceğine inanır. Olaylar istediği kadar başka şekilde gelişsin farketmez!



ALLAH'A DOST OLMANIN NİTELİĞİ

22- Allah'a ve ahiret gününe inanan bir kavmin; babaları, oğulları, kardeşleri, yahut akrabaları da olsa Allah'a ve Peygamberine düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin. Allah onların kalplerine imanı yazmış ve onları katından bir ruh ile desteklemiştir. Onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacak, orada ebedi kalacaklardır. Allah onlardan razı olmuş onlarda O'ndan razı olmuşlardır. İşte onlar Allah'ın taraftarlarıdır. Muhakkak ki başarıya ulaşacak olanlar, Allah'ın taraftarlarıdır.

Bu Allah'ın taraftarları ile şeytanın taraftarları arasındaki en belirgin farktır. Belirginlik kazanan safların kesin hatlarla ayrılmasıdır. Her çeşit engelin ve her tür bağın ortadan kaldırılarak tek kulpa, tek bağa bağlanmasıdır.

"Allah'a ve ahiret gününe inanan bir kavmin Allah'a ve Peygamberine düşman olanlarla dostluk ettiğini göremezsin: '

Çünkü yüce Allah bir insana iki kalp vermemiştir. Ve bir insan bir kalpte iki zıt sevgiyi yerleştiremez. Hem Allah ve Peygamber sevgisi hem de Allah a ve Peygamberine düşman olanların sevgisi... Bu kalp ya imanlı olacaktır ya da imansız! Bunların her ikisini birleştirmek ise mümkün değil.

"İsterse babaları, oğulları, kardeşleri yahut akrabaları olsun farketmez."

Kan ve yakınlık bağları iman bağı ile çeliştiklerinde kopuverirler. İki sancak yani Allah'ın sancağı ile şeytanın sancağı arasında bir çekişme ve düşmanlık yoksa bu bağları birlikte gözetmek mümkündür. Allah taraftarları ile şeytan taraftarları arasında bir savaşın olmadığı sıralarda müşrik olan anne-babaya iyi davranmak emredilen bir davranıştır. Aralarında mücadele, sürtüşme, düşmanlık ve savaş varsa bu durumda tek olan kulpla ve tek olan bağla ilgisi olmayan bütün bağlar kopar. Nitekim Ebu Ubeyde Bedir savaşında babasını öldürmüştü. Ebu Bekir Sıddık oğlu Abdurrahman'ı öldürmeye kalkışmıştı. Mus'ab bin Umeyr kardeşi Ubeyd bin Umeyr'i öldürmüştü. Hz. Ömer, Hz. Hamza, Hz. Ali, Ubeyde ve Haris yakınlarını ve akrabalarını öldürmüşlerdi. Kan ve yakınlık bağlarından soyutlanarak din ve inanç bağına sarılmışlardı. İşte bu Allah'ın ölçüsünde bağların ve değerlerin yükselebileceği en yüksek noktaydı.

. "İşte Allah'ın kalplerine imanı kazıdığı kimseler bunlardır."

İman Allah'ın eliyle onların kalplerine yerleştirilmiş Rahman'ın sağ eliyle gönüllerine yazılmıştır. Artık bu imanın silinmesi ve çözülmesinden söz edilemez. Körelmesi ve kapanması yoktur onun!"Ve onları katından bir ruh ile desteklemiştir."Onların bu kadar keskin bir iradeye ulaşmaları ancak Allah'tan bir ruh ile mümkün olabilir. Kalplerinin bu nur ile aydınlanması, onların güç ve ışık kaynağı olan ve onları gücün ve ışığın kaynağına kavuşturan bu ruh ile ancak mümkündü."Onları altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacaktır. Onlar orada ebedi kalacaklardır: 'Dünyada her türlü bağdan ve her türlü ilişkiden soyutlanmalarının, dünyanın geçici her şeyini kalplerinden söküp atmalarının karşılığı olarak."Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah'tan."Apaydınlık, huzur ve rahat veren bu tablo müminlerin halini yüksek ve üstün bir konumda, sevinç ve hoşnutluğun egemen olduğu bir havada canlandırıyor. Rabbleri onlardan razı, onlar da Rabblerinden razıdır. Herşeyden kopmuşlar, kendilerini ona bağlamışlar. O da onları himayesine kabul etmiş, cennetlerinde onlara geniş imkanlar sağlamış ve onlardan razı olduğunu kendilerine hissettirmiştir. Böylece onlar da hoşnut olmuşlardır. İçleri bu yakınlık ile huzura kavuşmuş, sevince boğulmuş ve doyuma ulaşmıştır."İşte bunlar Allah taraftarlarıdır."

Allah'ın cemaatıdır onlar. Allah'ın sancağı altında toplanmışlardır. O'nun önderliği ile hareket ederler. O'nun yolunda yürürler. O'nun sistemini gerçekleştirirler. O'nun yeryüzündeki kazasını ve kaderini gerçekleştirmek için çalışırlar. Onlar da Allah'ın kaderinden biridirler. Çünkü;"Hiç şüphesiz Allah taraftarları kurtulanların kendileridir." Allah'ın seçkin yardımcıları kurtulamayacak da kim kurtulacak?

Böylece insanlık iki ayrı gruba ayrılmaktadır: Allah taraftarları ve şeytan taraftarları. Bütün insanlar iki ayrı sancak altında toplanmaktadır: Hak sancağı ve batıl sancağı. Buna göre insan, ya Allah taraftarı olup hak sancağı altındadır. Ya da şeytan taraftarı olup batıl sancağı altındadır. Bunlar iki ayrı çizgi, iki ayrı gruptur. Öyle kesin hatlarla birbirinden ayrılmışlardır ki, asla barışmazlar ve asla esneklik göstermezler!

Akrabalık ve hısımlık yok. Aile ve yakınlık yok, vatan ve millet yok, tutkunluk ve ulusculuk yok, sadece akide... Yalnız ve yalnız akide. Kim Allah taraftarlarına katılır, hak sancağı altında durursa, o ve bu sancağın altında duran herkes Allah yolunda kardeştir. Renkleri farklı, vatanları farklı, milletleri farklı, aileleri farklıdır. Allah taraftarlarını oluşturan temel bağları ayrıdır. Burada bütün farklılıklar bir olan Allah'ın sancağı altında erir gider. Kim de şeytanın egemenliğine girer. Batıl sancağının altında yer alırsa artık hiçbir bağ onu Allah taraftarlarına bağlayamaz. Ne ülke, ne ırk, ne vatan ne renk, ne soy bağı ne akrabalık ne hısımlık... Bütün bu bağları ayakta tutan baştaki bağ kopmuş olur. Onun kopması ile diğer bağların tümü de kendiliğinden çözülür.

Bu ayet-i kerime de müslüman topluluk içinde kan bağlarını, yakınlık, dostluk ve çıkarını gözetenlerin bulunduğu, onların içindeki hastalıklar tedavi edilmekle birlikte imanın ölçüsü bu kadar kesin bir biçimde ve tamamen ayrı bir şekilde ortaya konmaktadır. Aynı zamanda müslüman topluluk içinde kendilerini Allah'a adayan, samimi bir şekilde O'na bağlanan ve burada dikkat çekilen makama yükselen bir kesimin de bulunduğu ifade edilmektedir.

Bu tablo, Allah'ın islam ümmetini koruyup gözettiğini tasvir ederek başlayan bu sureyi en güzel bir şekilde sona erdiriyor. Nitekim surenin başında Hz. Peygamber'e kendisi ve eşinin meselesini tartışan fakir kadının sözlerini yüce Allah'ın işittiği dile getirilmiştir.

İslam ümmetini bu kadar güzel bir biçimde koruyup-gözeten Allah'a bu ümmetin bağlanması, bu korumanın en doğal karşılığıdır. Allah'ın taraftarları ile şeytan taraftarlarının kesin hatlarla ayrılması doğaldı. Yüce Allah'ın evrensel görevi için seçtiği ve bu konuda görevlendiği ümmete bundan başkası yakışmazdı zaten.