10 Ağustos 2007 Cuma

BEYYİNE SÜRESİ(MEVDUDİ)

Adı: Birinci ayetteki "Beyyine" kelimesi sureye isim olmuştur.

Nüzul zamanı: Bu surenin de Mekkî mi Medenî mi olduğu konusunda ihtilaf vardır. Bazı müfessirlere göre, çoğunluk nezdinde bu sure Mekkî'dir. Bazı müfessirler de cumhur nezdinde bu surenin Medenî olduğunu söylerler. İbn Zübeyr ve Ata b. Yesar'ın kavline göre bu sure Medenî'dir. İbn Abbas ve Katade'den iki kavil nakledilmektedir. Birincisi Mekkî, ikincisi Medenî olduğu yolundadır. Hz. Aişe bu surenin Mekkî olduğunu söylemiştir. Bahru'l-Muhit sahibi Ebu Hayyam ve Abdu'l Mümin ibn'l Faris -Ahkamu'l Kur'an sahibi- bunun Mekkî olduğu görüşünü tercih etmişlerdir. Surenin muhtevasında Mekkî olduğuna dair hiçbir işaret yoktur.

Konu: Bu surenin Kur'an-ı Kerim'de tertib itibarıyla Alak ve Kadir Suresinden sonra yer alması anlamlıdır. Alak suresinde ilk vahiy, Kadir Suresinde de bu vahyin nüzul zamanı bildirilmiştir. Bu surede ise bu mukaddes kitab ile birlikte bir peygamber gönderilmesinin gerekçesi açıklanmıştır.

İlk olarak, bir Rasul göndermenin zarureti açıklanmıştır. Bu zaruret şöyle beyan edilmiştir: Dünyada Ehl-i Kitab olsun, müşrik olsun, insanları düştükleri küfür vaziyetinden kurtarmak ancak Rasul göndererek mümkün olur. Bu Rasulün, Allah'ın Kitabını insanlara asıl ve sahih şekliyle açıkça beyan etmesi, getirdiği Kitab'ın temiz olup ona batıl hiçbir şeyin karışmaması, önceki semavi kitapların tersine batıl karışmasından uzak olması ve doğru talimatları kapsaması kendi risaleti için apaçık delildir.

Bundan sonra Ehl-i Kitabın sapıklığı açıklanarak, onların çeşitli sapık yollara düşmelerinin sebeplerinin, "Allah'tan hidayet gelmemesi" olmadığı belirtilmiştir. Buradan kendiliğinden, sapıklıklarının sorumluluğunun kendilerine ait olduğu sonucu çıkmaktadır. Şimdi, Allah (c.c.) tekrar, bir peygamber aracılığıyla apaçık hidayet gönderdikten sonra sapıklıklarında devam ederlerse, sapıklıklarının sorumluluğu daha da artacaktır.

Daha sonra, Allah (c.c.) tarafından gönderilen peygamberler ve onların aracılığıyla verilen kitaplarda, bütün yolları terkederek sadece ve halis olarak Allah'a ibadet etmeleri, başka bir kimseyi ibadette ve itaatte Allah'a ortak koşmamaları, namazı kılmaları, zekatı vermelerinden başka bir emir verilmemiş olduğu ve hak dinin de bu olduğu açıklanmıştır. Bundan açıkça anlaşılıyor ki, Ehl-i Kitap olanlar asıl dinden inhiraf ederek, dinlerine batıl olan başka şeyler katmışlardır. Allah'ın Rasulü onları asıl dine dönmeye davet etmektedir.

Sonunda açıkça şöyle buyurulmuştur: Ehl-i Kitap ve müşrikler bu peygambere inanmaktan yüz çevirmektedirler. Bunlar en kötü mahluklardır. Onların cezası sonsuz cehennemdir. İman ederek salih amel işleyen ve dünyada Allah'tan korkarak yaşayanlar Allah'ın en iyi mahluklarıdır. Onların mükafaatı, ebedi kalacakları cennettir. Allah (c.c.) onlardan razı olmuş, onlar da Allah'tan razı olacaklardır.

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1 Kitap ehlinden ve müşriklerden1 küfre sapanlar2 kendilerine apaçık bir delil gelinceye kadar, (bulundukları durumdan) kopup-ayrılacak değillerdi.3

AÇIKLAMA

1. Küfürde müşterek olmalarına rağmen bu iki güruh ayrı ayrı isimle zikredilmiştir. Ehl-i Kitap'tan kasıt, önceki peygamberlerin getirdiği, ne kadar tahrif olsa da ellerinde bulunan ve ona inandıkları herhangi bir kitaba sahip olanlardır. Müşriklerden kasıt, hiçbir peygambere inanmayan ve hiçbir kitabı bulunmayan kimselerdir. Kur'an-ı Kerim'de Ehl-i Kitab'ın şirki pek çok yerde zikredilmiştir. Mesela hristiyanlar hakkında şöyle buyurulmuştur: "Allah üçün üçüncüsüdür diyenler elbette kafir olmuşlardır." (Maide 73), "Allah Meryem oğlu Mesih"tir diyenler küfre gitmişlerdir." (Maide 17) "Hristiyanlar da Mesih Allah'ın oğlu dediler." (Tevbe 30) Yahudiler hakkında da şöyle buyurulmuştur: "Yahudiler, Uzeyr Allah'ın oğlu dediler." (Tevbe 30) Ancak buna rağmen bunlar hakkında Kur'an'ın hiçbir yerinde "Müşrik" kelimesi kullanılmamıştır. Onlar "Ehl-i Kitap" olarak zikredilmiş ya da "Kitap verilenler" denmiştir. Bazen de "Yahudi" ve "Nasara" şeklinde ifade edilmişlerdir. Çünkü onların asıl dini Tevhid diniydi. Ama aynı zamanda şirke düşmüşlerdir. Bunun tersine Ehl-i Kitap olmayanlar için ıstılah olarak "müşrik" kelimesi kullanılmıştır. Çünkü onların asıl dini şirk diniydi. Tevhide inanmayı kesinlikle inkar ediyorlardı. Bu iki grup arasında sadece ıstılahî olarak değil, şeriatın hükümleri ve uygulanması bakımından da fark vardır. Ehl-i Kitab'ın kestikleri müslümanlar için helaldir. Bu helallik, Allah'ın ismini anarak ve doğru şekilde kesmek şartıyladır. Ehl-i Kitap kadınlarla evlenmek de caizdir. Bunun tersine müşriklerin kestiğini yemek ve kadınlarını nikahlamak helal değildir.

2. Burada "küfr" kelimesi geniş anlamda kullanılmıştır. Kelime, küfrün değişik tavır ve şekillerine de şamildir. Mesela bazıları Allah'a inanmadıkları için kafirdirler. Bazıları Allah'a inanır fakat O'nu tek Mabud olarak kabul etmezdi. Bunun yanısıra Allah'ın zat'ında, sıfatında veya iktidarında başkalarını da ortak kabul ederek Allah'a ibadet ederler. Bazıları Allah'ın birliğine inanır, buna rağmen çeşitli mahiyetteki şirke de inanırdı. Bazıları ise Allah'a inanır ama peygamberine inanmaz ve peygamberlerinin getirdiği hidayeti kabul etmezdi. Bazıları da kimi nebilere inanır, bazılarını kabul etmez, inanmazdı. Hülasa insanların içine düştükleri çeşitli şekillerde ki küfürler vardı. Burada, "Ehl-i Kitap ve müşriklerden kafir olanlar" buyurulmuştur. Bu ifadeden, bunlardan bazılarının küfre düştüğü anlaşılmaz. Aslında anlamı şudur: Küfre düşen güruh iki çeşittir. Biri ehl-i kitap, öbürü de müşrikler. Ayetteki "min" "bazıları" anlamında kullanılmamıştır. Buradaki "min" beyan içindir. Hac suresi 30. ayetteki kullanımda olduğu gibi: "putların pis olanlarından sakının" değil "pis olan putlardan sakının"dır. Burada da, "Ehl-i Kitap ve müşriklerden küfre düşenler" anlamında değil, "küfre düşen iki güruh olan Ehl-i Kitap ve müşrikler" anlamındadır.

3. Yani onların bu küfür hallerinden çıkmaları için, apaçık bir delil ileri sürmekten ve içinde bulundukları küfrün her çeşidinin yanlışlığını delille ispat ederek anlatmaktan başka çıkar yol yoktur. Bunun anlamı, apaçık delil gösterildikten sonra hepsi küfürlerinden vazgeçecekler değildir. Aslında anlamı şudur: Delil olmadan onların bu halden çıkmaları mümkün değildir. Fakat bu deliller geldikten sonra küfür üzerinde devam edenlerin sorumlulukları kendilerine aittir. Bundan sonra onlar, doğru yola dönebilmeleri için kendilerine hidayet edilmediği mazeretini ileri süremezler. Aynı şey Kur'an-ı Kerim'in çeşitli yerlerinde değişik üsluplarla beyan edilmiştir. Mesela Nahl suresinde şöyle buyurulmuştur: "Yolu doğrultmak Allah'a aittir" (Nahl 9), Leyl suresinde de şöyle buyurulmuştur: "Doğru yola iletmek bize aittir" (Leyl 12), Nisa suresinde de şöyle buyurulmuştur: "Nuh'a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik... Bunları müjdeleyici ve uyarıcı elçiler olarak gönderdik ki peygamberler geldikten sonra insanların Allah'a karşı bahaneleri kalmasın..." (Nisa 163, 164, 165) Maide suresinde ise şöyle denilmiştir: "Ey Kitap Ehli! elçilerin arkasının kesildiği bir boşluk meydana geldiği sırada size elçimiz geldi, gerçekleri açıklıyor ki, bize bir müjdeci ve uyarıcı gelmedi demeyesiniz." (Maide 19)

2 (O delil de) Allah'tan gönderilmiş-bir elçi (ki,) 4tertemiz sahifeleri okumaktadır;5

3 Onların içinde dosdoğru 'yazılı-hükümler' vardır.

4 Kitap ehlinden olanlar, ancak kendilerine apaçık belgeler6 geldikten sonra fırkalara ayrıldılar.

5 Oysa onlar, dini yalnızca O'na halis kılan hanifiler (Allah'ı birleyenler) olarak sadece Allah'a kulluk etmek, namazı dosdoğru kılmak ve zekâtı vermekten başkasıyla emrolunmadılar. İşte en doğru (dimdik ve sapasağlam olan) din budur.7

6 Hiç şüphesiz, kitap ehlinden ve müşriklerden küfre sapanlar,8 içinde sürekli kalıcılar olmak üzere cehennem ateşindedirler. İşte onlar, yaratılmışların en kötüleridir.9

7 İman edip salih amellerde bulunanlar ise; işte onlar da, yaratılmışların en hayırlılarıdır.10

8 Rableri katında onların ödülleri, içinde ebedi kalıcılar olmak üzere altından ırmaklar akan Adn cennetleridir. Allah, onlardan razı olmuştur, kendileri de O'ndan razı (hoşnut, memnun) kalmışlardır. İşte bu,11 Rabbinden 'içi titreyerek korku duyan kimse' içindir.

AÇIKLAMA

4. Burada Rasulullah'ın risaleti için açık bir delil vardır. Nübüvvetten önce ve sonraki hayatın ümmî olan Rasulullah'ın buna rağmen Kur'an gibi bir kitap ileri sürmesi, onun talimatı ve sözlerinin etkisi ile iman edenlerin hayatlarında büyük bir inkılâb meydana gelmesi, ileri sürdüğü akidenin makul olması, temiz ibadetler, son derece ahlâkî ve insanî, hayat için en iyi usul ve emirleri tebliğ etmesi, Rasulullah'ın söz ve fiillerinin birbiriyle tutarlı olması, ona karşı yürütülen her çeşit düşmanlık ve zorluklara rağmen İslâm davetini gayet azimli sürdürmesi gibi unsurlar, onun Allah'ın Rasulü olduğuna açıkça işaret etmektedir.

5. Lugat itibarıyla "sayfa"nın manası, yazılmış yapraklardır. Ama Kur'an'ı Kerim'de ıstılah olarak, peygamberlere inzal edilen kitaplar için kullanılır. "Pak sayfalar"dan kasıt, kendisine batıllık ve sapıklık bulaşmamış olan kitaplardır. İnsan Kitab-ı Mudaddes'i ve diğer dinlere ait kitapları incelediğinde içindeki bazı doğru şeylerle birlikte Hak'ka ve akl-ı selime ters, ahlâki bakımdan düşük şeyleri görür ve bunu Kur'an ile mukayese ederse bunun önemini daha iyi anlar. O kitapları okuduktan sonra insan Kur'an-ı Kerim'in ne kadar yüce ve temiz bir kitap olduğunu anlar.

6. Yani Ehl-i Kitabın bundan önce çeşitli sapıklıklara düşerek sayısız fırkalara bölünmesinin nedeni, Allah'ın hidayeti geldikten sonra bu sapıklığa düşmüşlerdir. Onun için, bu sapıklıktan kendileri sorumludurlar. Çünkü Allah'ın hücceti tamamlanmıştır. Şimdi ise o sayfalar temiz kalmamıştır. Onların kitapları doğru ve halis talimatları haiz değildir. Bu nedenle Allah (c.c.) bir peygamber gönderip onlara apaçık delil göstermiştir. Bu vasıtayla onlara temiz ve doğru talimatı taşıyan apaçık delil göndererek üzerlerindeki hüccetini tekrar tamamlamıştır. Bundan sonra aralarında fırkalaşmaya devam ederlerse bunun sorumluluğu kendilerine aittir. Onlar Allah'a karşı bir hüccet getiremiyeceklerdir. Bu Kur'an-ı Kerim'in bir çok yerinde ifade edilmiştir. Mesela Bakara 213, 253, Al-i İmran 19, Maide 44-50, Yunus 93, Şura 13-15, Casiye 16-18. Bunun yanısıra bu ayetlere ait açıklama notlarına da bakılırsa konu daha iyi anlaşılır.

7. Yani Rasulüllah'ın getirdiği dinin talimatlarını aynen Ehl-i Kitaba gelen peygamberlerin kitapları da taşımaktaydı. Şimdikilerin kendi dinlerine soktukları batıl akide ve fasit ameller onlara emredilmemişti. Sahih ve doğru din her zaman halisçe Allah'a itaat etmek, O'nunla birlikte hiç bir şeyi ibadette ortak etmemek, her şeyden yüz çevirerek yalnızca Allah'a tapmak, O'na itaat etmek, namazı kılmak ve zekatı vermektir. (Bkz. A'raf 19, Yunus 108-109, Rum 43-47, Zümer 3-4)

Bu ayette "Dinu'l-kayyıma" deyimi kullanılmıştır. Bazı müfessirler bunu "Dinu'l milletu'l kayyıma", yani doğru yol üzerinde olan milletin dini, şeklinde anlamışlardır. Bazıları ise bunun mevsufunu sıfata mübalağa ile izafe ederler. "Allame" ve "Fahhame"nin mübalağa için kullanıldığı gibi, onların verdiği anlam ile bizim tercümemiz aynıdır.

8. Buradaki "Küfr"den kasıt, Hz. Muhammed'e (s.a) inanmayı inkar etmektir. Yani müşrikler ve Ehl-i Kitap, Rasulullah'a risalet geldikten sonra onu inkar etmişlerdir. Oysa açık delil olarak Rasulullah'ın doğru talimatı taşıyan sayfaları onlara okunmaktaydı. Bunların sonu ileride beyan edilmiştir.

9. Yani Allah'ın mahlukatı arasında ondan daha kötü mahluk yoktur. Hatta hayvanlardan da düşüktür. Çünkü hayvanlara akıl ve irade verilmemiştir. Bunlar akıl ve irade sahibi olmalarına rağmen haktan yüz çevirmektedirler.

10. Yani Allah'ın bütün mahlukatından, hatta meleklerden bile efdal ve şereflidir. Çünkü meleklere itaatsizlik yapma iradesi verilmemiştir. Bu insan ise (ehl-i iman) irade verilmesine rağmen itaat etmiştir.

11. Diğer bir ifade ile Allah'tan korkarak yaşayan, Allah'ın vereceği cezayı hesaba katıp adım atan ve Allah'ın rızasını küçümsemeden hareket eden için Allah (c.c.) katında bu mükafaat vardır.

BEYYİNE SÜRESİ(Seyyid KUTUB)

1- Apaçık delil kendilerine gelinceye kadar kitap ehlinden ve müşriklerden inkarcılar küfürden ayrılacak değillerdi.

2- Allah tarafından gönderilmiş tertemiz sahifeler okuyan bir elçidir.

3- O, sahifelerde doğru yazılmış hükümler vardır.

4- Ama, kendilerine kitab verilenler, onlara apaçık belge geldikten sonra ayrılığa düştüler.

5- Oysa onlar, doğruya yönelerek, dini yalnız Allah â has kılarak O'na kulluk etmek, namazı kılmak ve zekatı vermekle emrolunmuşlardı. Dosdoğru olan din de budur.

Gerçekten o dönemde yeryüzünün, yeni bir ilahi mesaja çok ihtiyacı vardı Yeryüzünde doğru ve insani hareketi terk etme o derece yayılmıştı ki yeni bir peygamberlik, yeni bir sistem ve yeni bir hareket olmadıkça artık düzelme beklenmez bir hale gelmişti. ister daha önceleri Semavi (vahye dayalı) dinleri tanıyan sonra elleriyle bozan kitap ehli olsun, isterse Arap yarımadasındaki ve dışındaki müşrikler olsun, yeryüzünün tüm insanlarının kafasına küfür, bir yolunu bulup girmişti.

Onlar daldıkları bu küfürden bu yeni kutsal mesaj ve bizzat kendisi açık bir kanıt, doğruyu yanlıştan ayıran bir ayırıcı, bir açıklayıcı ve "Allah tarafından gönderilmiş tertemiz sahifeler okuyan bir elçi" (Beyyine 2) olan Peygamber gelmedikçe ayrılacak ve dönecek değillerdi. Evet içinde doğru hükümler bulunan, küfürden ve şirkten arınmış kelimeleri okuyan elçi gelmedikçe daldıkları küfürden dönecek ve ayrılacak değillerdi... Ayetin metnindeki "Kitap" sözcüğü "konu" demektir. Nitekim arapçada, "taharet kitabı" temizlik konusu demektir. Ve namaz kitabı, kader kitabı, kıyamet kitabı denilir ki bunların anlamı, namaz konusu, kader konusu, kıyamet konusu demektir. Buna göre bu temiz sayfalarda -ki temiz sayfalar Kur'an'dır- "doğru kitaplar" yani "doğru konular" ve "doğru gerçekler" vardır demektir...

Dolayısı ile bu kutsal mesaj tam zamanında, bu peygamberin kendisine ihtiyaç olduğu zamanda gelmişti. Bu sayfalar, içindeki konular ve gerçekler bütün yeryüzüne yeni bir oluşum getirmek için gelmişlerdi. Ki yeryüzü ancak bu yeni oluşum ile düzelebilirdi.

Yeryüzü bu peygamberliğe ve bu peygambere neden muhtaç olduğu konusuna gelince, gerçek bir Müslüman olan Ebu'l-Hasen En Nedvi'nin "Müslümanların Gerilemesi İle Dünya Neler Kaybetti?" isimli değerli kitabından, açıklayıcı alıntılarla yetineceğiz. Çünkü bu kitap bu konuda okuduğumuz kitapların içinde en açığı ve en özetidir.

Birinci bölümün ilk kısmında şunlar yer almaktadır:

"Milattan sonraki altıncı ve yedinci yüzyıllar hiç kuşkusuz tarihin devirleri içinde en geri olanı idi. İnsanlık çağlardan beri zillet ve düşüklük içinde kıvranıp durmaktaydı. Yeryüzünde insanlığı düştüğü bu zilletten kurtaracak ve elinden tutacak hiçbir güç yoktu. Her geçen gün onların çöküşleri hızlanıyor ve zilletleri daha da artıyordu. Bu yüzyılda insanoğlu yaratıcısını, kendini, varacağı yeri unutmuş, sağduyusunu yitirmiş, iyi ile kötüyü güzel ile çirkini ayırma yeteneğini kaybetmişti. Aradan geçen uzun zaman dolayısı ile Peygamberlerin çağrısı cılızlaşmış, yaktıkları meş'ale kendilerinden sonra çıkan fırtınalar dolayısı ile sönmüş ya da ışığı o kadar zayıflamış ki evler, ülkeler bir tarafa kalpleri bile aydınlatamaz olmuştur. Din adamları koparılan fitnelerden ve sapıklıklardan dinlerini korumak ve canlarını kurtarmak amacı ile ya da rahatlık ve sakinlik arzusu ile hayatın yükümlülüklerinden ve çilelerinden kaçmak için veya din ile siyaset, ruh ile madde arasındaki mücadelede yenik düştüklerinden, siyaset sahnesinden çekilmişler ve mabetlere, kiliselere ve manastırlara sığınmışlardı. Bazı din adamları da hayatın akışına uyarak hükümdarlarla ve maddeye tapanlarla birlik olup, onlara günahlarında, zorbalıklarında ve insanların mallarını haksız yere yemelerinde yardımcı olmuşlardı..."

"Büyük dinler, boş işlerle uğraşan hileci madrabazların kurbanı, münafıkların ve günahkarların oyuncağı olmuş, ruhunu ve şeklini öylesine yitirmişti ki, bu dinlere inanan eski insanlar mezarlarından dirilip kalkacak olsalar onu asla tanıyamazlardı. Medeniyete, kültüre, iktidara ve siyasete beşiklik eden yerler artık birer anarşi, çözülme, kokuşma yerleri olmuş ve kötü düzenin ve idarecilerin zulümlerinin cereyan ettiği sahneler haline gelmişti. Halkın idaresini üstlenenler kendi işlerine bakar olmuşlar, dünyaya mesaj vermez, milletleri irşad etmez olmuşlardı. Ruhi açıdan iflas etmişler ve hayatlarının pınarları kurumuştu. Artık ellerinde ne vahye dayalı dinin duru kaynağı ve ne de insanlığı yönetecek değişmez bir sistem kalmıştı:'

"O devrin insanlığının durumuna bu hızlı bakış bizlere Hz. Muhammed'in gönderilmesinden kısa bir süre önceki insanlığın ve dinlerin durumu hakkında genel olarak bir fikir vermektedir. Nitekim Kur'an-ı Kerim çeşitli yerlerde, kitap ehlinin ve müşriklerin çeşitli küfür biçimlerine değinmektedir ..

Yüce Allah'ın Yahudilerle ve hristiyanlar la ilgili şu sözü bu örneklerdendir: "Yahudiler: `Üzeyr Allah'ın oğludur' dediler. Hristiyanlar da `Mesih (İsa) Allah'ın oğludur' dediler. (Tevbe 30)

"Yahudiler: `Hristiyanlar hiçbir gerçeğe dayanmıyor' dediler. Hıristiyanlar da: `Yahudiler hiçbir gerçeğe dayanmıyor' dediler." (Bakara 113)

Yahudilerle ilgili olarak, "Yahudiler: `Allah'ın eli sıkıdır' dediler. Bu sözlerinden ötürü, elleri bağlansın. Onlara lanet olsun. Tersine O'nun iki eli de açıktır. Dilediği gibi verir." (Maide 64) sözü Hristiyanlar la ilgili olarak "Allah Meryemoğlu mesih (İsa)dır' diyenler kesinlikle kafir olmuşlardır." sözü "Allah üçün üçüncüsüdür' diyenler de kesinlikle kafir olmuşlardır." (Maide 72-73) sözü, buna örnektir.

Müşriklerle ilgili olarak: "Deki ey kafirler, ben sizin taptıklarınıza tapmam. Siz de benim taptığıma tapmazsınız. Ben de sizin taptığınıza tapacak değilim. Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim banadır." (Kafirun 1-6) sözü, bunlara örnektir. Bu konuda daha birçok ayetler vardır. Bu küfür, bütün yeryüzünü kaplayan kötülüğe, yok oluşa, parçalanmaya ve yıkılışa öncülük etmekteydi.

"Kısacası o zamanlar yeryüzünde iyi ahlaklı bir millet, ahlak ve fazilet temeli üzerine oturmuş bir toplum, adalet ve merhamet prensipleri üstüne kurulmuş bir yönetim, ilim ve hikmet temeline oturmuş bir önderlik, peygamberlerden nakledilen sağlam bir din yoktu."

İşte bu nedenlerden ötürü, yüce Allah'ın insanlığa merhameti harekete geçmiş ve onlara içinde hakkı dile getiren, doğru ayetler olan temiz sayfaları okuyan kendi katından bir peygamber göndermeyi dilemiştir. Kafir müşrikler ve kitap ehli bu kötülük ve bozgunculuktan, kurtarıcı, doğru yolu gösterici ve hükümleri açıklayıcı bir peygamber gönderilmedikçe dönecek değillerdi.

Yüce Allah, surenin giriş bölümünde bu gerçeği belirttikten sonra, şimdi özellikle kitap ehlinin dinleri hakkında bilgisizliklerinden ya da dindeki kapalılık veya anlaşılmazlıktan dolayı görüş ayrılığına düşüp dağılmadıklarını, aksine, kendilerine dinlerin bilgisi verildikten sonra, peygamberlerin aracılığı ile ellerine apaçık deliller geçtikten sonra görüş ayrılığına düştüklerini ve dağıldıklarını ifade ediyor. "Kendilerine kitap verilenler, ancak kendilerine açık delil geldikten sonra ayrılığa düştüler."

İlk ayrılık ve görüş farklılığı Hz. İsa gönderilmeden önce Yahudi grupları arasında meydana gelmişti. Tümünün, peygamberleri Hz. Musa, kitapları Tevrat olmasına rağmen onlar gruplara ve kliklere bölünmüşler ve beş ana gruba ayrılmışlardı. Bunlar, a) Sadukîler, b) Farizîler, c) Esseniler, d) Terapötler, e) Talmudcular ve Karailer.

Her grubun kendine özgü özelliği hedefi ve yolu vardı. Sonra Hz. Mesih (İsa) (a.s.)'ın israiloğullarına gönderilen peygamberlerden birisi ve en sonuncusu olmasına rağmen ve peygamber olarak gönderildiği zaman önündeki Tevrat'ı doğrulayıcı ve tasdik edici olarak gelmesine karşın Yahudilerle hristiyanlar birbirleri ile ayrılığa düştüler. İşte buna rağmen, Yahudilerle hristiyanlar arasındaki ayrılık, bölünmüşlük korkunç bir düşmanlık ve iğrenç bir kin derecesine vardı. Ve tarih iki dinin bağlıları arasında geçen insanın tüylerini diken diken eden korkunç boğuşmaların hikayesi ile dopdolu hale geldi.

"Yedinci yüzyılın başlarında Yahudileri Hıristiyanlardan nefret ettiren, Hıristiyanların da onlara karşı kinlerini doğuran ve her iki grubun da adlarını lekeleyip kötüye çıkaran olaylar meydana geldi. Fokas (610 M.)'ın iktidar yıllarının son senesi, Yahudiler Antakya'da Hıristiyanlara karşı ileri gittiler. İmparator, Kumandanı "Abnosos"u görevini benzeri görülmemiş bir acımasızlıkla yerine getirdi. Şehirde kim varsa tümünü öldürdü. Kimini kılıçtan geçirdi. Kimini idam etti. Bazılarını suda boğdu, bazılarını ateşe atarak, bazılarını yakarak öldürdü. Kimilerini işkence altında öldürürken kimilerini de parçalasınlar diye yırtıcı hayvanların sirklerine attı. Bu mücadeleler Yahudilerle hristiyanlar arasında birbirini izledi durdu.

Makrizi El Hitat adlı kitabında der ki:

"Roma imparatoru Fokas zamanında, hükümdarı Acem Kisra, askerlerini Şam'a ve Mısır'a gönderir. Kisranın ordusu Kudüs, Filistin ve tüm Şam diyarında ne kadar kilise varsa yerle bir ederler. Bütün Hıristiyanları öldürürler. Onları yakalamak için Mısır'a giderler. Mısır'da büyük bir Hıristiyan topluluğunu öldürür sayılara sığmayacak kadarını esir Alırlar. Kisranın ordusuna, hristiyanlar la savaşında onların kiliselerini yıkmada Yahudiler yardım ederler. Yahudiler Taberiye'de, El Celil dağında, Nasıra kasabasında Sur şehrinde ve Kudüs diyarında acemleri törenle karşılarlar. Acemler Hıristiyanlara her türlü kötülüğü yaparlar. Onları ezip geçerler. Kudüs'te iki kiliselerini yıkıp yerle bir ederler. Kaldıkları yerleri ateşe verirler. Hakaret olsun diye Haç direğini parçalayıp Alırlar. Kudüs patriği ile birçok arkadaşını esir Alırlar. Makrizi daha sonra Kudüs'ün fethini ele Alır ve arkasından sözüne şöyle devam eder:

Bu sırada Sur şehrinde bir kısım Yahudiler ayaklandılar. Diğer bir kısmı da çevre illere dağılarak Hıristiyanları öldürmek ve köklerini kazımak üzere sözleştiler. Yahudi ile Hıristiyanlar arasında savaş koptu. Bu savaşta yirmi bin civarında Yahudi bir araya geldi, Sur şehri dışında Hıristiyanların kiliselerini yerle bir ettiler. Fakat daha sonra Hıristiyanlar Yahudiler üzerine yıldırım gibi yürüdüler, sayıları Yahudilerden daha çok olduğu için onları çok feci şekilde bozguna uğrattılar. içlerinden birçokları öldürüldü. Bu sırada Herakliyus İstanbul'da doğu Bizans imparatoru idi. Herakliyus Acem Kralı Kisra'ya kurmuş olduğu bir savaş hilesi ile acemleri yendi ve oradan ayrıldı. Sonra Herakliyus Kostantiniyyeden (İstanbul'dan) ayrıldı. Şam'da ve Mısır'da otoriteyi yeniden sağlamak ve Acemlerin yıktıklarını yeniden yapmak istiyordu. Tabariyede ve başka yerlerde Yahudiler Heraklıyus'u karşıladılar. Kendisine değerli armağanlar vererek güven istediklerini ve bu konuda kendisine yemin etmesini arzuladıklarını bildirdiler. Heraklıyus da kendilerine güvence verdi ve sözünde duracağına yemin etti. Arkasından Heraklıyus Kudüs'e girdi. Bu kez, Hıristiyanlar kendisini ellerinde İncillerle, Haçlarla, buhurdanlıklarla ve yanan mumlarla parlak bir şekilde karşıladılar. Heraklıyus şehri ve Hıristiyanların kiliselerini harap olmuş bir durumda buldu. Ve bu durum kendisini çok üzdü. Ve çok gücüne gitti. Hıristiyanları acımasızca öldürdüklerini, kiliseleri yàkıp yıkarak yerle bir ettiklerini, Yahudilerin kendilerine Acemlerden de beter davrandıklarını, kendilerini son fertleri kalıncaya kadar nasıl öldürdüklerini birer birer anlattılar ve Heraklıyus'u Yahudilerden intikam almak için kışkırtmaya çalıştılar ve bunun güzel olacağını kendisi için şeref olacağını bildirdiler. Ancak ne var ki Herakliyus bu görüşe, onlara güvence verdiği ve kendilerine sözünde duracağına yemin ettiği gerekçesi ile karşı koydu. Bunun üzerine rahipleri, patrikleri ve keşişleri birlik olup Heraklıyus'un Yahudileri öldürmesinde bir sakınca olmayacağı yolunda fetva verdiler. Çünkü onlara göre Yahudiler, Heraklıyus'a hile yapmışlardı. Çünkü Heraklıyus Yahudilere, Hıristiyanların başından geçenleri, Yahudilerin Acemlerle birlik olup onlara yaptıklarını bilmeden güvence vermişti. Sonra Yahudiler öldürülür verilen güvence bozulursa bunun bedeli de vàrdı. Din adamları hep birden Heraklıyus'un yeminin bedeli olarak, bundan sonra kıyamete kadar her yıl onun adına belirli günlerde oruç tutacaklar ve Hıristiyanlara da tutturacaklardı.

Bunun üzerine Heraklıyus din adamlarının sözlerine görüşlerine uyarak Yahudilere çok korkunç bir savaş açtı. Bu savaşta tüm Yahudileri öldürüp yok etti. Öylesine korkunç bir katliam yaptı ki tüm Mısır'da ve Şam'da Bizans ülkesinin sınırları içinde kaçıp kurtulabilen ve gizlenen hariç, bir tek Yahudi kalmadı...

"Bu rivayetlerden, her iki topluluğun, Yahudi ve Hıristiyanların, düşmandan intikam alma fırsatı doğunca acımasızlığı ve sertliği nerelere vardırdıkları, insan kanına ne kadar susadıkları ve bu uğurda hiçbir sınır gözetmedikleri ortaya çıkmakta ve belli olmaktadır."

Sonra Hıristiyanlar kendi aralarında da ayrılıklara ve görüş farklılıklarına düştüler. Oysa kitapları bir, peygamberleri aynı idi. Önce inanç sistemi üzerinde ayrılıklara düştüler. Sonra parça parça bölündüler ve birbiri ile boğuşan, çarpışan gruplara ayrıldılar. Mesih (İsa)'nın kimliği hakkında, yapısının ilahi mi, yoksa bizler gibi insani mi olduğu, annesi Hz. Meryem'in kimliği ve sözde Allah'ı oluşturan teslisin unsurlarının neler olduğu hakkında görüş ayrılıkları ortaya çıktı. Kur'an bu konuya iki ya da üç ayet içinde değinir:

"Allah, Meryem oğlu Mesih (İsa)'dır' diyenler kesinlikle kafir olmuşlardır."

"Allah üçün üçüncüsüdür' diyenler de kesinlikle kafir olmuşlardır." (Maide 72-73)

"Hani Allah: `Ey Meryemoğlu İsa, sen mi Allah dışında beni ve annemi ilah edindin dedin?" dedi." (Maide 116)

Bu dini anlaşmazlıkların en şiddetli belirtileri Şam Hıristiyanları ve Bizans Devleti ile, Mısır Hıristiyanları arasında, daha doğru bir ifade ile, Melekaniyye (Katolikler) ile Monofistler arasında meydana geliyordu. Katoliklere göre Hz. Mesih (İsa) çift tabiatlı idi. Monofistler ise, sonu olmayan bir denize düşen bir sirke damlası gibi Hz. isa'nın insan yapısının içinde kaybolup eridiği tek bir ilahi yapısı olduğuna inanıyorlardı. iki zümre arasındaki bu anlaşmazlık altıncı ve yedinci yüzyıllarda şiddetlenmiş, sanki birbiri ile rekabet eden iki din arası çıkan savaşa, ya da Yahudilerle Hıristiyanların arasında çıkan anlaşmazlığa benzemiştir. Her grup diğerine sizin görüşünüz hiçbir sağlam temele dayanmıyor diyordu.

"İmparator Heraklıyus (610-641) 638 yılında İran'ı yendikten sonra devlette kavga halinde olan ve birbiri ile boğuşan mezhepleri bir araya getirmeye ve birleştirmeye çalıştı. Buna bir uzlaşı şekli bulmak istedi. Uzlaşı biçimi şöyle idi: Bundan böyle insanlar Hz. İsa'nın kimliği hakkında konuşmayacaklar, sıfatının bir mi yoksa iki mi olduğunu tartışmayacaklar, aksine, yüce Allah'ın bir tek iradesi olduğuna ve bir tek kazaya sahip bulunduğuna inanacaklardı. 631 yılının başlarında bu konuda bir uzlaşma meydana gelmiş ve Monoşili mezhebi devletin ve ona tabi olan Hıristiyan kiliselerinin resmi mezhebi olmuştu. Heraklıyus her türlü yola başvurarak, bu yeni mezhebin yerleşmesi için ona düşman olan diğer karşıt mezheplerle mücadele etmeye karar verdi. Ancak Kıptiler ona karşı koyarak, kendilerini bu bid'at ve tahriflerden korumaktan ve eski inançları uğruna ölmekten çekinmediler. İmparator bir kez daha mezhepleri birleştirmek ve anlaşmazlıkları ortadan kaldırmak isteyerek, halkın, Allah'ın bir tek iradesinin olduğunu kabul edeceklerine inandı. Diğer probleme iradenin bizzat etki edip etmeyeceği konusuna gelince, bu konuda konuşmayı erteledi ve insanların bu konuda tartışmalarını yasakladı. Ve bu hususta bir de resmi bildiri yazdı ve bu bildiriyi doğu bölgesinin her yerine yaydı. Bu resmi bildiri Mısır'daki fırtınayı dindirememiş ve sonunda Mısır, Kayser'in elinde on yıl süre ile tüyler ürpertici işkence ve zulümlere sakine olmuştu. Bazılarına işkence yapıyor ve sonra da suda boğuyorlardı. Bazen meş'ale tutuşturuyorlar, ateşini mahkumun vücuduna dağlıyorlardı, her iki yandan yağları eriyip yere akıncaya kadar ateşi onun vücudundan ayırmıyorlardı. Hapisteki kişiyi kum dolu torbaya koyuyorlar ve denize atıyorlardı. Ve buna benzer daha nice iğrenç ve çirkin hareketler"

Kitap ehli arasındaki bunca ayrılık ve görüş ayrılığı "Kendilerine açık delil geldikten sonra" meydana gelmişti. Bu ayrılığın ve görüş farklılığının nedeni onların ilimden ve açıklamadan yoksun oluşları değildi aksine onları bu kavgaya çeken ihtirasları ve sapıklıkları idi.

Oysa din sözü itibarı ile gayet açık inanç sistemi yapısı açısından gayet basitti: "Oysa kendilerine dini yalnız Allah'a halis kılıp O'nu birleyerek Allah'a kulluk etmeleri namaz kılmaları, zekat vermeleri emredilmişti. İşte doğru din budur."

İşte Allah'ın dininin kayıtsız ve şartsız temeli bunlardır: Bir olan Allah ibadet etmek, dini yalnız Allah'a özgü kılmak, şirkten ve müşriklerden kaçınmak, namazı kılmak, zekatı vermek: "İşte doğru din budur." İşte doğru din, vicdanlardaki katıksız inanç ve sırf Allah için ibadet etmektir.

İbadet vicdanlardaki imanın göstergesidir, Allah yolunda malını harcamak da zekatı oluşturur. Bu temelleri gerçekleştiren kişi, yüce Allah'ın kitap ehline emrettiği gibi, ve O'nun şu veya bu din dışı kayıtlamadan bütün dinlerindeki gibi imam gerçekleştirmiş olur. Bir tek din, bir `ek inanç sistemi vardır. Ard arda gelen kutsal mesajlar bunları getirmiş, peşi peşine gelen Peygamberler bu ilkeler üzerine gönderilmişlerdir. Bu dinin kapalı ve anlaşılmaz bir yanı yoktur. Bu dindeki inanç sistemi ayrılığa ve görüş farklıklarına düşmeye çağırmaz insanları... Bu dinin inanç sisteminin bu derece berraklığı, bu derece kolaylığı ve bu derece açıklığı nerede, onların girift düşünceleri ve sayısız mücadeleleri ve polemikleri nerede!

Daha önce onlara kendi dinlerinde Peygamberleri aracılığı ile deliller gelmişti. Bu kez de kendilerine, Allah'ın katından gelen, temiz sayfaları okuyan, kendilerine apaçık, basit, kolay bir inanç sistemi sunan canlı bir peygamber biçiminde gelmiştir. Artık yol apaçık ortaya çıkmıştır. iman edenlerle küfre dalanların akıbetleri gayet açık olarak belli olmuştur.

6- Kitap ehlinden ve müşriklerden inkar edenler, sürekli olarak cehennem ateşindedirler. Onlar halkın en şerlileridir.

7- İnanıp ve iyi işler yapanlar da halkın en Hayırlılarıdır.

8- Onların Rabbleri katındaki mükafatı içinde temelli ve sonsuz kalacakları, içlerinden ırmaklar akan Adn cennetleridir. Allah onlardan razıdır. Onlar da Allah'tan razıdır. Bu mükafat Rabbinden korkan kimseyedir.

Gerçek şu ki Hz. Muhammed en son Peygamber ve getirmiş olduğu islam dini de yüce Allah'ın insanlara en son mesajıdır. Yeryüzü her bozuluşunda insanları düzeltmek üzere birbiri ardı sıra Peygamberler gelirdi. Ortada yoldan ayrılanlar için fırsat üstüne fırsat, mühlet üstüne mühlet vardı. Nihayet yüce Allah, bu kapsamlı, mükemmel ve toplayıcı olan en son mesaj ile yeryüzüne göndermiş olduğu mesajlarını noktalamak istedi.

İnsanlığa verilen son fırsat şöyle belirlenmişti: İnsanlık ya iman edecek ve kurtulacak, ya da küfür bataklığına dalacak ve helak olacaktır. Yani küfür sonu olmayan kötülüğün simgesi, iman da sonsuz iyiliğin göstergesi oluyordu.

"Kitap ehlinden ve müşriklerden inkar edenler, sürekli olarak cehennem ateşindedirler. Onlar halkın en şerlileridir."

Bu hüküm, üzerinde tartışmaya ve münakaşaya yer olmayan kesin bir hükümdür. Onların bazı hareketleri ahlaki kuralları ve sistemleri ne kadar düzgün görünürse görünsün, bunlar bu son dine, bu son peygambere iman temeline dayanmadığı sürece biz bu hükmümüzden kuşkuya düşüp de Allah'ın değişmez ve düzgün sisteminden kopuk olan bu iyilik görüntülerine aldanmayız, o görüşe katılmayız.

"İnanıp ve iyi işler yapanlar da halkın en hayırlılarıdır."

Bu da aynı şekilde tartışma ve münakaşa götürmez derecede kesin bir hükümdür. Fakat bunun şartı da aynı biçimde herhangi bir kapalılığa ve demogojiye yer olmayacak biçimde açıktır. Bu şart "iman"dır. Yoksa sırf islam olduğunu iddia eden, bir yeryüzü parçasında ya da Müslümanlardan olduğunu ileri süren bir evde dünyaya gelmiş olmak ya da avurdunu doldura doldura ben de Müslümanım diyerek sadece sözde kalan bir iddia değildir. Hayat sahnesinde izlerini gösteren ve insanı "İyi işler yapanlar" zümresine katan "iman"dır. Yoksa dudakların ötesine geçemeyen kuru bir iddia değildir. iyi işler, yüce Allah'ın yapılmasını emrettiği, ibadet, ahlak, çalışma ve davranışlardır. Bunların tümünün başında da yüce Allah'ın şeriatını yeryüzünde hakim kılmak ve insanlar arasında da Allah'ın koyduğu yasalara göre hüküm vermek gelir. Kim böyle olursa İşte onlar yaratıkların en hayırlısıdırlar. "Onların Rabbleri katındaki mükafatı, içinde temelli ve sonsuz kalacakları, içlerinden ırmaklar akan Adn cennetleridir."

Onların mükafatı, ebedi kalmak için nimetleri ile hazırlanmış cennetlerdir. Bu nimetleri bu dünyada, ölüp yok olmaktan kurtaran güvence, yeryüzünün hoş nimetlerini insanın boğazına diken ve hayatı bulandıran endişeden kurtulmak, gönül huzuruna ermek, bizlere simgelemektedir. Sonra bu nimetleri içinden akan nehirlerin akması da canlandırmaktadır. Çünkü nehirlerin akışı bir serinlik, canlılık ve güzellik havası vermektedir.

Sonra ayetin akışı bu sürekli nimetin anlatımından bir basamak hatta sayısız basamak yukarı çıkarak şöyle devam ediyor:

"Allah onlardan razıdır, onlar da Allah'tan razıdır."

Allah'tan gelen bu hoşnutluk, her nimetten daha tatlı ve daha yücedir. Ve onların ruhlarındaki Rabblerinden şu hoşnutlukları, Rabblerinin kendileri için planlanmış olduğu şeylerden razı olmaları, O'nun kendilerine olan ihsanından memnun olmaları, Rabbleri ile aralarındaki bağdan hoşnut olmaları, ruhu sükunete kavuşturan, derin ve katıksız bir sevinç ve iç huzuru bahşeden bu hoşnutluk her nimetten daha yüce ve daha tatlıdır.

Bu ifade çağrışımlarını bizzat kendisi vermektedir. "Allah onlardan razıdır onlar da Allah'tan razıdır." Başka hiçbir ifade biçimi bu ifadenin verdiği çağrışımı veremez.

"Bu mükafat Rabbinden korkan kimseyedir."

Bu ifade son pekiştirmedir. Bütün bu nimetlere ermenin, insan kalbinin Allah'a bağlı kalmasına, bu bağın çeşidine, Allah'tan huşu duymaya bağlı olduğunu ifade eden bir pekiştirmedir. Bu huşu her türlü iyiliğe yönelten ve her çeşit sapıklıktan kaçındıran bir korku duygusu olmalıdır. Her engeli ortadan kaldıran, her perdeyi yırtan, insan kalbini bir ve kahhar olan (her şeye istediğini yapacak biçimde üstün ve hakim olan) Allah'ın huzurunda çırılçıplak durduran, ibadeti ve ameli gösterişin ve şirkin her çeşit kirinden arındıran bir duygu olmalıdır. Rabbinden, gerçekten korkan kimsenin kalbinden O'nun yaratıklarından

Allah'tan başka hiçbir kimseye ait çağrışım geçmez. Çünkü o, insan, kulun başkasını gözeterek yapmış olduğu her ameli, yüce Allah'ın reddedeceğini, kabul etmeyeceğini ve kendisinin ortaklara asla ihtiyacı olmadığını bilir. Ve yine bilir ki, ameller sadece O'nun hoşnutluğu için yapılır yoksa O, böyle olmayan amelleri kabul etmez ve reddeder.

İşte bu dört büyük gerçek, bu kısacık surenin ortaya koyduğu, ve özellikle bu kısa surelerde ortaya çıkan Kur'an üslubunun sunduğu gerçeklerdir...

BEYYİNE SÜRESİ(Muhammed GAZALİ)

Bu sûre, genel tarihi açıklıyor. Mîlâdî altıncı asırda dünya haritasına bakan; Kuzey Afrika ve Asya'nın batısının Romalıların yönettiği Hıristiyanlarla, bu­nun gerisindeki Hindistan ve Çin'e kadar Allah'ın geniş arzının da müşrikler­le dolu olduğunu görür.

Mîlâdî yedinci asır gelince dünya değişti. Önceki asır kapanıp Mağrib bölgeleri­nin tamamı, Nil Vadisi, Anadolu, Şam, Yemen İslâm ile aydınlanmaya ve eski iki kı­tada ezan sesleri yükselmeye başladı.

Samimi Hıristiyanlar, gönül huzuru içinde İslâm'a yöneldiler, şevkle O'na girdi­ler ve Muhammed'in peygamberliğinde kendi kitaplarında gördüklerinin gerçekleşti­ğini gördüler. Bu teslim oluş, İsrâ Sûresi'nde şöyle tasvir edilmektedir: "O daha ön­ce kendilerine bilgi verilenlere okunduğu zaman onlar derhal çeneleri üstüne secde­ye kapanırlar. 'Rabbimizin sânı yücedir, gerçekten Rabbimizin sözü mutlaka yerine getirilmiştir!' derler. Ağlayarak çeneleri üstüne kapanırlar ve (Kur'ân dinlemek) on­ların derin saygısını artırır." (İsrâ: 107-109) Ra'd Sûresi'nde şöyle tasvir edilmekte­dir: "Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, sana indirilenlerden sevinirler. Fakat (Al­lah'ın Resulü aleyhine birleşen) gruplardan, onun bir kısmını inkâr edenler vardır. De ki: Bana yalnız Allah'a kulluk etmem ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmamam emre­dildi. Ben O'na davet ederim, dönüşüm de O'nadir." (Ra'd: 36) Ankebût Sûresi'nde ise şöyle tasvir edilmektedir: "İşte sana, (kendilerinden önceki kitapları doğrulayan) böyle (bir) kitap indirdik. Kendilerine kitap verdiklerimiz, O'na inanırlar. Şunlardan da O'na inananlar vardır." (Ankebût: 47) Yani Arap müşriklerinden de O'na inanan­lar vardır.

İslâm'ın büyük çapta Hıristiyan bölgelere yayıldığını ve bundan sonra burada açıklamaya gerek duymadığım iç koşullar sebebiyle durakladığını tarihsel olgu des­teklemektedir.

Hıristiyanlar, İslâm'a girdikleri gibi aynı şekilde bir çok Mecûsîler, Budistler ve putperestler de İslâm'a girmişlerdir.

Bu nasıl gerçekleşmiştir? Tabii ki Kur'ân-i Kerîm'in etkisiyle!

"Kitap ehlinden ve puta tapanlardan olan kâfirler İnkârlarından ayrılacak değil­lerdi." (Beyyine: 1)

Önceki inançlarını bırakacak değillerdi. Kendilerine açık delil gelinceye kadar.

"(İşte o delil), Allah tarafından (gönderilmiş) tertemiz sayfalar okuyan bir elçi­dir. O sayfalarda doğru yazılmış hükümler vardır." (Beyyine: 2-3)

Kur'ân, bugünkü Müslümanların eksiği olan fıtrat, düşünce, medeniyet ve temiz­lik gibi sıfatlarla kendisine başvuranları bulduğu zaman önceki (o) tarihini tekrar ge­tirmeye gücü yeter! Buna rağmen insanlardan hakkı bilenler vardır. Ama kendi çıka­rım ve arzusunu Kur'ân'dan önce görmektedirler.

Eski ve Yeni Kitap Ehli'nden (Yahudi ve Hıristiyanlardan), dinini dünya karşısın­da satanlar, peygamberlerini Öldürenler, sâlihlere işkence edip onlan yurtlarından sü­renler vardır. Biz, her dinden, din adamlarının tarihlerini araştırdığımızda trajediler görüyoruz.

"Kitap ehli, ancak kendilerine açık delil geldikten sonra ayrılığa düştüler. Oysa kendilerine, dini yalnız Allah'a hâlis kılarak, Allah'ı birleyenler olarak O'na kulluk etmeleri, namazı kılmaları, zekâtı vermeleri emredilmişti. İşte doğru din budur," (Beyyine: 4-5)

Aklın aydınlanması, kalbin aydınlanmasını gerektirmediği, Allah'ın belli bir sa­yıda düşünenleri mazur görebileceği fakat hevâsına düşkün olanları ve sahte niyetli­leri mazur göremeyeceği ortadadır!

Dinsel temel ibâdetleri koruyanlar, ezici tamahkârlığa ve yobaz bir bencilliğe bo­yun eğmişlerdir. "İnsanların içindekileri ancak Allah bilir. Allah, müfsidi (bozam) muslihîen (düzeltenden) ayırır," (Bakara: 220) Allah bu sûrede şöyle haber veriyor:

"Kitap ehlinden ve (Allah'a) ortak koşanlardan kâfir olanlar, cehennem ateşin­dedirler. Orada ebedî kalacaklardır. Onlar halkın en şerlileridir." (Beyyine: 6)

Ben Allah'ın hiç kimseye zulmedeceğinden korkmuyorum. Bu olası bir şey de­ğil! Ancak ben tevbeyi kabul etmeyeceğinden ve fazlını esirgeyeceğinden ötürü Al­lah'tan korkuyorum. Bu son korkum yersizdir. Çünkü Allah günahları bağışlayan ve tevbeleri kabul edendir. Allah'a savaş açan helak olur.

Sûre, Allah korkusuyla iyi davranma ve O'nun haşyetiyle boyanma şartıyla doğ­ru inananlara güzellik va'dederek son buluyor:

"İnanan ve iyi işler yapanlar da halkın en hayırlılarıdır. Rableri katında onların mükâfatı, altlarından ırmaklar akan Adn cennetleridir. Orada ebedî olarak kala­caklardır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. Bu (mü­kâfat), Rabbine saygı gösterenlere mahsustur." (Beyyine: 7-8)

Geçmişte dünyayı değiştiren nesil, Kur'ân'ın canlı prototipiydi. O nesil, bir böl­geye girince orada hemen rahmet ve adalet hızlanırdı. Onun himayesinde ezilenler güç ve asalet bulurlardı.

Günümüzde ise İslâm diyarı bambaşka bir durumda...

BEYYİNE SÜRESİ(Elmalılı Hamdi YAZIR)

Değildi, o küfredenler kitap ehli ve müşriklerden. (Min) teb'îzıyye veya beyâniyye, mahzûfe müteallık olup, yahut takdirinde zarf-ı müstekar, o küfredenlerin hali veya sıfatıdır. Bu iki kısımdan kâfirler veya iki kısım kâfirler ki, bazısı kitap ehli, bazısı müşrik, yahut hem kitap ehlinden, hem de müşriklerden olan kâfirler demek olabilir. Zira "vav"ın atf-ı rabıttan sonra da, önce de olması mümkündür. Bu üçüncü takdirde bilhassa kitap ehlinden oldukları halde Allah'a çocuk i snad etmek veya teşbihe kail olmak gibi herhangi bir vechile açık veya gizli şirke kail olanlar kastedilmiş olur. Üçüncü âyette yalnız kitap ehli zikredilmesine bu mânâ daha çok yakındır. Kitap ehli yahudi ve hıristiyanlardır.

Burada kitap ehli adıyla ifade edilmeleri, bunlar içinden Allah'a

küfredenlerin küfürleri, yani Kur'ân'a ve Resulullah'a iman etmemeleri, mensub oldukları kitaplarına, Tevrat'a ve İncil'e de küfür mânâsında olduğuna işaret etmek içindir. Müşrikler, Allah Teâlâ'ya putlardan veya başkasından her ne şekilde olursa olsun şirk itikad edenler, yani Allah'tan başkasına ilâhlık isnad edenlerdir ki, puta tapanlardan daha geneldir. Allah'ın zatının birden fazla olduğuna kanaat eden her çeşit "politeiste"lere ve Allah'ı tanımayıp "Ben s i zin en büyük Rabbinizim". (Nâziât, 79/24) ve "Ben, sizin için, benden başka bir ilâh tanımıyorum." (Kasas, 28/38) diyen Firavun gibi tek şekilde olsun arzularını ilâh edinen veya Allah'tan başka herhangi bir şeye tek başına veya ortaklaşa tanrılık p a yesi verenlerin hepsini içine alır. Çünkü Allah Teâlâ zatında hak mabud olduğu için, ondan ilâhlığın yok edilmesine imkân olamayacağı için O'ndan başka herhangi bir şeye, gerek ortaklık ve gerek yalnız başına tanrılık isnad etmek aslında şirktir. Zatın bi r liği ile beraber sıfatın çokluğu şirki gerektirmez. Şirk ancak Allah'ın zatında küllî veya cüz'î çokluk inancındadır. Onun için üç zat demek olan "ekânim-i selâse" (üç asıl)nin birliği şeklinde iddia edilen teslis (üçleme) birlemesi, gerçekte tevhid (birl e me) değil, zatın hem çokluğu, hem tekliği davasını içerdiği için hem şirk, hem çelişkidir. Burada, 'nin elif-lâmı, cins için olarak gerek puta tapıcı ve gerek diğer bütün müşrikleri içine alır. Gerçi bazıları "ahde" yorarak puta tapanlara tahsis etmiş l er. Çünkü Mekke ve Medine ile etrafında bulunan Arap müşrikleri putlara tapıyorlardı. Burada kastedilen de onlardır demişlerse de akid mânâsının daha önce "küfredenler"de düşünülmesi yeterlidir. O pis kâfirler, bütün kitap ehli ile bütün müşrikler ci n si içinden bazıları olmuş olur. Böyle kitap ehli cinsi ile müşrikler cinsi içinden küfretmiş olan kâfirler, yahut kitap ehlinden olmakla beraber müşrik olan o kâfirler Kendilerine beyyine gelinceye kadar ayrılacak değildi. Yani bulundukları o hallerin d en ayrılacak, ayırtlaşacak değillerdi.

MÜNFEKKÎN , , 'ün haberidir. "Hatta" da ona müteallıktır.

2. BEYYİNE: Malumdur ki, nur gibi kendisi beyyin, yani gayet açık olup da başkasını da beyan eden, açıklayan demektir. Onun için davacının davasını açık bir şekilde beyan ve isbat eden şahide, sağlam, açık delile ve mucizeye beyyine denir. Burada da hakkı beyan ve isbat edecek açık ve kesin delil veya mucize demektir ki, maksadın ne olduğu şununla açıklanmıştır: Allah'dan bir Resul beyyined e n bedeldir. Yahut "o, Resuldür" takdirinde mahzuf mübtedanın haberi olarak beyyineyi tefsirdir. Yani Allah tarafından peygamberlik

göreviyle gönderilmiş bir peygamber gelinceye kadar ayrılacak değillerdi. Öyle bir Resul ki mutahher, yani tahriften, töhmetten, yanlışlıktan, bâtıl şüphesinden uzak, kirli eller dokunmaz, "Ona tertemiz olanlardan başkası dokunamaz." (Vâkıa, 5679) âyeti delaletince gayet temiz sahifeler okur. (Abese Sûresi'nde geçen 13-16. âyetlere bkz.) Öyle temiz sayfalar ki

3. onlardadır bütün kıymetli kitaplar, yani doğru sabit kitaplar, bozulmaz, devamlı hak yazıları o temiz sayfaların içindedir. Ki bunlar işte o "oku" diye okunması emrolunan Kur'ân sayfaları, Kur'ân sûreleridir. O kâfirler, böyle temiz sayfalar okuyac a k bir Allah Resulü gelinceye kadar bulundukları hâl ve vaziyetten, din ve inançtan ayrılacak değillerdi. Öyle bir beyyine gelmedikçe tamamen hak ve tevhid dinini bilip de yerleşecek ve hallerini değiştirecek bir durumda bulunmuyorlardı ve bunda özürlü ola b ilirlerdi. Çünkü "Biz, bir peygamber göndermedikçe kimseye azap etmeyiz." (İsra, 17/15) âyeti bunu bildirmektedir. Fakat öyle bir beyyine (açık delil), bir Allah Resulü geldikten sonra küfre sapıp da eski hallerinden ayrılmamakta ısrar etmelerine hiç b ir sebep ve mazeret olamazdı. Ve işte onun için böyle bir Resul gönderilmiş ve Kadir gecesi o Kur'ân indirilmiştir.

4. Fakat o kendilerine kitap verilenler, yani o kitap ehli veya bilhassa onların bilginleri olan okur yazar takımı ancak kendilerine o beyyine (apaçık mucize) geldikten sonra ayrıldılar, ayrılığa düştüler. Kimisi o beyyineye, o Resule iman ettiği halde, kimisi küfre sapıp eski hallerinde kalmakta ısrar ederek tefrika (ayrılıkçılık) çıkardılar. O beyyine karşısında cahiller ve müşri k ler için bile mazeret kalmamışken, kitap verilmiş olanların hiçbir mazereti kalmadığı ve yalnız kendi istek ve inatlarından dolayı küfür ve ayrılıkçılığa saptıkları ve bundan dolayı beyan olunacağı üzere puta tapıcılar gibi cehennem azabını hak etmeleri b u şekilde şüphesiz olarak ortaya çıkmış oldu.

Fahreddin Râzî tefsirinde bu üç âyet hakkında der ki: "Vâhidî, Kitâbü'l-Basît'de: Bu âyet Kur'ân'daki âyetlerin, gerek nazım ve gerek tefsir itibarıyla en zorudur ve büyük bilginlerden bir kısmı bunda sendelemiştir, demiş, fakat zorluğun nasıl olduğunu özetlememiştir. Ben derim ki, zorluğun şekli şudur: Âyetin takdiri: O küfredenler, kendilerine Allah'tan Resulü olan beyyine gelinceye kadar ayrılacak değildiler, demektir. Sonra ayrılıkları neden dolayıdır, A llah Teâlâ onu zikretmemiştir. Lakin kastedilen, bulundukları küfür halinden

demek olduğu malumdur. Şu halde takdir: "Küfredenler, apaçık bir delil olan o Resul gelinceye kadar, küfürlerinden ayrılıcı değillerdi." demek olur. Sonra da "hatta", intihâ-i gayedir. O halde bu âyet şunu gerektirir ki, o Resul gelince, onların küfürlerinden ayrılmış olmaları lazım gelir. Bundan sonra da "Kendilerine kitap verilenler, ancak açık delil geldikten sonra ayrılığa düştüler." buyurulmuştur. Bu ise o Resul gelinc e, onların küfürleri artmış olmasını gerektiriyor. İşte bundan dolayı iki âyet arasında görünüşte bir zıtlık var gibi görünüyor. İşte benim kanaatime göre müşkülün sonu budur. Buna cevap ise birkaç şekildedir:

BİRİNCİSİ ve en güzeli "Keşşaf" sahibinin özetlediği vecihtir. Şöyle ki: Kitap ehli ve puta tapıcı iki fırkadan kâfirler, Peygamberimizin gönderilmesinden önce diyorlardı ki: Biz bulunduğumuz dinimizden ayrılmayız, onu terketmeyiz, ta o Tevrat ve İncil'de yazılı vaad edilmiş olan peygamber gelinc e ye kadar ki o peygamber Muhammed aleyhisselâmdır. Allah Teâlâ önce onların o sözlerini hikâye etmiş, sonra da "kendilerine kitap verilenler ayrılmadılar" buyurmuştur. Yani onlar, o peygamber geldiği zaman hak üzerinde ittifak ile bir kelimede toplanma k vaad ediyorlardı. Sonra da haktan asıl ayrılmaları ve küfürde kararları o Resul gelince oldu, demektir ki, bunun kelamda benzeri fakir bir fâsık kendisine öğüt veren vâize: "Allah bana bir zenginlik verinceye kadar, ben bu halden ayrılmam" demiş, sonra d a Allah ona zenginlik vermiş, fakat o bunun üzerine kötülüğünü daha çok artırmış. O zaman o vaiz de ona: "Sen zengin oluncaya kadar kötülükten ayrılmayacaktın, halbuki başını asıl zengin olduktan sonra kötülüğe daldırdın." demiş olması gibidir ki, bu sırf o nu azarlama ve susturmak için önceki sözünü hatırlatması demektir. Bu cevabın neticesi şu olur: "Kitap ehlinden ve müşriklerden (Hakk'ı) tanımayanlar, kendilerine apaçık delil gelinceye kadar inkârlarından ayrılacak değillerdi." sözü onlardan hikâyedir. "Kitap ehli, ancak kendilerine apaçık delil geldikten sonra ayrılığa düştüler." sözü de vâki olan haber vermedir. Mânâ da "Onlar vaadlerinde durmadılar, dediklerinin tersi oldu." demektir.

İKİNCİSİ: "O kâfirler kendilerine o apaçık delil gelince de küfürlerinden ayrılacak değillerdi." mânâsındadır. Kâdî Abdülcebbâr böyle demiş, fakat lügatta "hatta"nın bu mânâsı olmadığı söylenmiştir.

ÜÇÜNCÜSÜ: "Münfekkîn" küfürden ayrılmaya değil, "beyyine" (apaçık delil) olarak gelecek Peygamber'in iyiliklerini ve faziletlerini anmaktan ayrılmadıkları mânâsına olmalıdır. Yani Muhammed (s.a.v.) gelinceye kadar onun üstünlüklerini anmaktan ayrılmıyorlardı. Fakat O gelince ayrıldılar, her biri bir görüş söyler oldular demektir ki, bunun benzeri Bakara Sûres i 'nde geçen "Daha önce, müşriklere karşı bir zafer kapısının açılmasını istiyorlardı, işte bu bildikleri kitap onlara gelince, ona inanmadılar." (Bakara, 2/89) âyeti olur.

DÖRDÜNCÜSÜ: Peygamber gelinceye kadar küfürden ayrılmayacaklardı demektir. "Hatta" kelimesi de o geldikten sonraki halin, öncekinin tersine olmasını gerektirir, nitekim olay da böyle olmuştur. Çünkü hepsi o küfürde kalmadılar, bir kısmı mümin, bir kısmı da kâfir oldular. Bu kadarı da "hatta"nın delaletiyle amel etmeye yeterlid ir.

BEŞİNCİSİ: Peygamber'in gönderilmesinden önce kâfirler küfürlerinde tereddütsüz idiler. Bulundukları dinin hak olduğuna kesin olarak inanıyorlar, ondan ayrılmıyorlardı. Yahudi, yahudiliğinde; hıristiyan hıristiyanlığında; müşrik puta tapıcılığında, hasılı her biri kendi dininde kalmak, ondan ayrılmamak azim ve itikadında ittifak etmişlerdi. Fakat Resulullah (s.a.v.) gönderilince alışmış, yapışmış oldukları eski dinleri hakkında azim ve inançları sarsıldı ve önceki fikir ve kanaatleri perişan oldu. H er biri kendi dininde, mezhebinde, davasında sarsıldılar, ayrılmaya başladılar. Bununla beraber tamamen imana da gelmediler, kimisi iman ettiyse de, kimisi de etmedi. Ayrıcalık çıkardılar, böyle eski dinlerinin çürüklüğünü anlamış oldukları halde o Resul' e iman etmeyip de ayrıcalık yapan kitap ehlinin bu ayrılıkları ilimsizlikten, delilsizlikten dolayı şek ve şüpheye bir hakları olduğu için değil, kendilerine apaçık delil geldikten ve Hak ortaya çıktıktan sonra yalnız arzu ve inatlarından dolayı oldu. Biri n ci âyette infikâk (ayrılmak), sonrakinde tefrika denilmesinde bu mânâya bir işaret vardır. Çünkü infikâk: Bir şeyin bir şeyden ayrılması ona yapışmış iken kopup ayrılması demektir. Tefrika da dağılmaktır. Bu suretle de Peygamberin gönderilmesinden sonraki hâl öncesine benzememiştir. Bu da "hatta"nın mefhumudur. Râzî, bu beş şekli hikâye ve beyan etmiş olmakla beraber, tercih edilen görüş, birinci vecih olduğunu da hatırlatmıştır. Ancak birinci vecihte ayrılmanın müteallakını "küfürlerinden ayrılmışlar" diye küfür lafzıyla takdir etmiştir.

"Keşşaf" sahibi ise lafzıyla takdir etmiş. Birinci âyetin mânâsının neticesi: "Onlar apaçık delil gelmedikçe dinlerine yapışacaklar, onu bırakmayacaklardı", demek olduğunu söylemiştir. Müşkülün halledilmesi açısından maksat bir olmakla beraber "Keşşaf"ın ifadesi daha incedir. Üçüncü, dördüncü, beşinci vecihlere de ihtimali vardır. Ebu's-Suud ve daha birçokları da "Keşşaf"ın birinci vechi üzerinde yürümekle beraber, infikâkın müteallakını daha önce üzerinde bul u ndukları şey "üzerinde bulundukları şeyden" diye takdir etmişler ve bunu o vaad ile tefsir ederek şöyle demişlerdir: Yani daha önce üzerinde bulundukları haldir ki ahir zamanda gönderilecek Resul'e iman ve Hakk'a uyacaklarına dair vaad ve yerine geti r meye azimleridir. Kitap ehlinden bu vaadin vuku bulmasında şüphe yoktur. Hatta onlar onunla Allah'tan fetihler diliyorlar. "Allahım bize fetih nasip et, ahir zamanda gönderilen peygamber hürmetine bize yardım et!" diye dua ediyorlardı ve müşriklerden olan düşmanlarına karşı: "Bizim dediğimizi tasdik edecek bir peygamberin çıkması zamanı yaklaştı. Biz onunla beraber olup sizi Âd ve İrem kavimleri gibi öldüreceğiz." diyorlardı. Müşriklerin o vaadde bulunduğuna gelince gerek ki kitap ehlinden yayıldıktan s o nra onların da sonradan gelenleri onun sıhhatine inanarak o vaadde bulunmuş olsunlar. Nitekim böyle olduğuna şu da şahitlik eder ki Resulullah (s.a.v.) hakkında gidip kitap ehline soruyorlar: Bu sizin kitabınızda anılan mıdır? diyorlardı. Bu suretle hepsi o peygamber gelinceye kadar o vaad ve azimden ayrılmadılar. Fakat o geldikten sonra kitap ehli küfre saparak bozgunculuk çıkardılar.

Bunun özeti: O kâfirler peygamber gelinceye kadar bulundukları durumdan ayrılmadılar ve ayrılmamaları lâzım gelirdi, fakat ayrıldılar, demek oluyor. Gerçekte infikâkın müteallakı, onların bulundukları hâl olması daha açıktır. Ancak bunu o vaad ve azim ile tefsir etmek Bakara Sûresi (2/89) âyetine uygun olsa da müşrikleri içine alması itibarıyla biraz dolambaçlı geliyor v e bundan maksat, bulundukları dinleri veya küfürleri olması daha açık görünüyor. Bundan ise ayrılmamaları değil, tersine ayrılmaları istenir olması gerekir. Çünkü ayrıcalığın sebebi odur. Beyyine (apaçık delil)nin de gelmesi ona karşıdır. Bu sebeple bunu bu esas üzere, yani bulundukları halden ayrılmak mânâsına olarak yukarıda izah ettiğimiz diğer bir vecihle anlamak gerek. "Hatta"nın gayesinin mefhumu ile müşkülün halli ve gerek nazmın siyak u sibakı (altı üstü itibarıyla uygunluğu) açısından bize daha açı k görünmüştür. Zira Maide Sûresi'nde de

geçen "Ey kitap ehli, gerçeği açıklayan elçimiz, peygamberlerin arası kesildiği bir zamanda, bize bir müjdeci ve uyarıcı gelmedi diyemeyesiniz diye, size geldi." (Maide, 5/19) âyeti gereğince Resulullah'ın gönderilmesinden önceki zaman dinlerin tahrif ve karmakarışıklığa uğradığı, puta tapanla tapmayanın karıştığı ve hak ile batılın seçilemez bir hale geldiği fetret zamanıdır. Fetret zamanları ise "Biz, bir peygamber göndermedikçe kimseye azap edecek değiliz." (İsra, 17/15) hükmüne göre sorumluluk yönelmeyen bir mazeret zamanı demektir. Böyle bir zamanda Hakk'ı batıldan ayırdettirecek kesin ve açık bir delil gelinceye kadar iman ve küfür hükümleri tayin edilemeyeceği ve bir susturucu delil bulunamayacağı cih e tle herkesin bulunduğu hâl üzere kalması, yani istishâb kaidesi asıl olur. Beşeriyetin böyle Hak ve batılı seçemeyecek bir fetret ve zulmet içinde kaldığı zamanlardır ki Allah tarafından peygamberler gönderilerek hak ve vazife yolu aydınlatılmış ve ona gö r e mümin ve kâfir ayırd edilerek sorumluluk hükmü tatbik edilmiştir. İşte sûresinin arkasından o nüzul hikmetini beyan siyâkında bu Beyyine Sûresi de peygamber gelinceye kadar olan fetret zamanının hükmünü beyan ile başlamış ve "kütüb-i kayyime" (kıy m etli kitaplar)yi içeren, tertemiz sayfalar olan Kur'ân'ın indirilmesiyle ilâhî delil olan Resulullah'ın gönderilmesinden önce kitap ehlinden ve müşriklerden olan kâfirler, bulundukları hallerinden ayrılmamakta mazeret sahibi olsalar da hak dini beyan eden bu delil geldikten sonra özellikle kitap ehlinin buna iman etmeyip de önceki hallerinde kalmak için ayrılıkçılık yapmaları katıksız küfür ve bundan dolayı azaba hak kazanmalarını gerektirdiğini anlatmıştır. Şu halde mânâ o küfredenler, küfürlerinden, dinl e rinden, âdetlerinden ayrılacak durumda değillerdi. Çünkü kendilerine hakkı beyan edecek olan o apaçık delil henüz gelmemişti. Fetret zamanında bulunuyorlardı. Onun için onlara hak ve hayrı anlatacak kesin bir delil olmak üzere bu kitap indirilerek peyderp e y okumak üzere Allah tarafından o Resul gönderildi, o geldikten sonra ise müşriklerden önce kitap ehli olanların ona iman edip önceki yanlış hallerinden vazgeçmeleri, hakka karşı ayrıcalık yapmamaları gerekirdi. Halbuki onlar öyle yapmadılar, o Resul'e ka r şı anlaşmazlığa düştüler, puta tapanlar gibi inkâr ettiler. Böyle anlaşmazlığa düşmeleri ve bu şekilde inkârları da başka bir sebebe dayalı değil, sırf o delil kendilerine geldikten sonra sırf düşmanlık ve inatlarından ve eski hallerinden ayrılmak istemem e lerinden doğdu.

5. Halbuki onlar, o kendilerine kitap verilmiş olanlar öteden beri başka bir şey ile değil ancak şununla emrolunmuşlardı ki yalnız

Allah'a ibadet etsinler, gerek önceki kitaplarında, Tevrat ve İncil'in esasında ve gerek bu Kur'ân ile emredildikleri görevleri bu idi ki, başka bir niyet ve maksada hizmet etmesinler, ancak Allah'ı mabud tanısınlar, O'na ibadet ve kulluk etsinler, o şekilde ki dini ona halis kılarak, hiçbir şirk şüphesi karıştırmaksızın şu veya bu gaye y e âlet etmeksizin saf ve temiz niyet ve ihlas ile ancak O'na yönelerek ve tahsis ederek, hanifler olarak, yani batıl inançlardan, eğri ve yanlış fikir ve ahlâktan sıyrılıp, daima hakka, doğruluğa meyleden hakka tapan müslim, muvahhid (Allah'ı birleyen) o lmak suretiyle dini Allah için halis kılarak Allah'a ibadet etsinler, ecir ve mükâfatı O'ndan beklesinler.

Yukarılarda da defalarca geçtiği üzere "hunefâ" kelimesi "hanîf" kelimesinin çoğulu olarak İslâm'ın inanç, ahlâk ve sosyoloji itibarıyla ayırıcı bir vasfını göstermektedir. Çoğunlukla hanîf, Hz. İbrahim'in milleti olarak "Dosdoğru, Allah'ı birleyici olarak İbrahim dinine uyun. O, puta tapanlardan değildi." (Âl-i İmran, 3/95) gibi müşriklere karşılık; bazan da "Allah'a ortak koşmadan, ha l is olarak Allah'ı birleyenlerden olun." (Hacc, 22/31) âyetinde olduğu gibi mutlak olarak; bazan da burada olduğu gibi tevhid ve ihlas ile dinde barış ve doğruluğu pekiştirme ve yerleştirme hususunda zikrolunmuştur. Bütün bunlardan anlaşılan haniflik, Hz. İbrahim'in din ve milletinin vasfı olmakla beraber yalnız ona mahsus değil, genellikle puta tapıcılığın zıddı olarak bütün peygamberlerin milleti olan tevhid ve ihlas dininin adı olmasıdır. Onun için Şehristânî "el-Milel ve'n-Nihal"de hanifleri bütün puta tapıcıların karşıtı olmak üzere genel mânâsıyla Sâbiîlere karşı çıkartarak zikretmiştir. Genel mânâsıyla Sâbiîlik ise bütün müşrikliğin esası olan eski dindir. Şimdi bazı yeni eserlerde buna Seybele-Ceybele dini denildiğini ve son zamanlarda "eski eserler" (âsâr-ı atika) dolayısıyla bahis konusu edilmeye başlayan eski Eti, yahut Hitit, yahut Hetler'in de bu zeybel, yani sabi dinine mensup olduklarını söylüyorlar. İşte hanifler, bütün bu şirk dinlerine karşı, dini Allah için tahsis etmek ve ancak Allah'a ib a det etmek üzere davet ve mücahedeyle görevli olan peygamberlerin dinlerini teşkil eden ve batıldan sakınıp Hakk'a meyleden tevhidçi müslümanlardır. Onun için Hacc Sûresi'nde "O pis putlardan ve yalan sözden kaçının. Allah'a ortak koşmadan, halis olara k Allah'ı birleyenler olun. Kim Allah'a ortak koşarsa o, sanki gökten düşmüş de kendisini kuş kapıyor veya rüzgâr onu uzak bir yere sürüklüyor gibidir." (Hacc, 22/30-31) buyurulmuş olduğu gibi Şûrâ

Sûresi'nde de "O size, dinden Nuh'a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi şeriat yaptı . Şöyle ki: Dini doğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin. Fakat kendilerini çağırdığın şey, Allah'a ortak koşanlara ağır geldi." (Şûrâ, 42/13) buyurulmuştur. Bunların özeti is e haniflik, putlara tapma aşağılığından, günahtan, sahte, batıl inançlardan çekinerek Nuh'un, İbrahim'in, Musa'nın, İsa'nın ve Muhammed aleyhisselâmın yaptıkları gibi dini Allah için tevhid, ihlas ve istikametle doğrultmak ve onda ikilik çıkarmayıp daima d o ğrulukla toplanmaya çalışmaktır. "Hanif" kelimesinin türeyişi de bu mânâyı ifade etmektedir. Zira "hanif", hanef kelimesinden türemiştir. Tefsircilerin ve lügat ehlinin açıklamasına göre "hanef", meyletme ve doğru olma mânâlarını içine alır. Asıl hanef, y a nlışlıktan doğruya, eğrilikten istikamete meyletme mânâsına konmuş, bazan meyil, bazan da sadece istikamet mânâsına kullanılır. Ayağının ayası veya baş parmakları vahşiden ünsiye, yani içe doğru meyletmiş olan (düz taban olmayan) kimseye ahnef denilmesi i s e tefe'ul (hayra yormak) için veya iki mertebe mecaz-ı mürseldir. Demek ki lügat bakımından da hanîf, daima doğruluğa meyleden demektir. Dinde doğruluk da "Hayır, kim işini güzel yaparak, özünü Allah'a teslim ederse, onun mükâfatı Rabbinin katındandır." (Bakara, 2/112) buyurulduğu üzere muhsin (iyilik yapıcı) olarak ancak Allah'a yüz tutmak, "Rabbimiz Allah'tır diyen, sonra doğru olanların üzerine melekler iner." (Fussilet, 41/30) buyurulduğu üzere ancak Allah'ı Rab bilip, fiillerinde ve hareketleri n de ancak O'nun emir ve hükmüne tâbi olarak o iman üzere doğrulukta yürümektir. Bundan dolayı çoğunlukla hanîfi, "hakka tapan muvahhid" (Allah'ı birleyici) diye tercüme etmeyi uygun görmüşüzdür. Bununla beraber tefsirciler daha bazı tarifler de nakletmişle r dir. Bu cümleden olarak burada hunefâ (hanifler) İbnü Abbas'dan, "hacılar" diye; Katâde'den, sünnetli olanlar, ananın ve mahremler (evlenilmesi haram olanlar)in nikahını haram tanıyanlar diye; Rebî b. Enes'den: Namazda kıbleye dönenler diye; Mücahid'den: İbrahim aleyhisselâmın dinine tâbi olanlar diye rivayet etmişlerdir ki hacc, hıtân (sünnet olma), kıbleye dönme, İbrahim dininin esaslarından birisiyle tarif demek olduğundan buna ait demektir. Bunlardan başka Ebu Kılâbe'den "Biz, Allah'ın peygamberler i nden hiç birisinin arasını ayırmayız." (Bakara, 2/285) âyeti gereğince peygamberlerin hepsine iman edenler diye; daha bazılarından da "dinin hepsini toplayanlar" diye nakil ve tarif edilmiştir ki, bu son ikisi de birbirine

yakındır. Fakat bunların çoğu mânâ ile değil, doğru olan veya bazı havas itibarıyla tarif olduğu için tam tarif değildir. Ancak bazı cihetleri açıklamak için nakledilir. Tercihe değer tarif, önce açıkladığımız üzere bütün batıl inançlardan İslâm'a meyleden, dönen diye özetlenmiştir. Bütün peygamberlere iman ve her dini toplayıcı olmak da bununla olur. İşte bütün kitaplar ve peygamberler, dini yanlış inançlardan temizleyerek "Allah katında muhakkak din İslâm'dır." (Âl-i İmran, 3/19) olan Hak tevhid ve ihlas ile yalnız Allah'a iba d et etmek ve insanlığı selamete erdirmek için gönderilmişlerdir. Onun için kitap ehli de ta baştan itibaren bununla görevli olmuşlardı ki, Allah'a böyle samimi dindar, hanif olarak ibadet etsinler, ve namazı kılsınlar ve zekatı versinler ve işte b u üç esas: samimi din ile Allah'a ibadet, namaz kılmak ve zekat vermek din-i kayyimedir. Yani sabit ve payidar kalacak olan milletin dinidir. Diğer deyimle yukarıda anılan "kıymetli kitapların", doğru, bozulmaz, sabit hak kitaplarının açıkladığı dindir. Demek olur ki bu üç esas, bütün Hak dinlerin hiç değişmeyen en sağlam esasıdır. Namaz ile zekat da imandan sonra bütün ibadetlerin esaslarının esasıdır. Diğerleri ayrıntıdır. Bunların edâ şekilleri itibarıyla açıklaması her peygamberin zamanına ve şeriatin e göre değişebilirse de, asıl namaz ve zekat hepsinde sabittir. Şu halde din için mutlaka bir "ekanim-i selâse" (üç esas) prensibi tanımak gerekirse onu baba, oğul, rûhu'l-kudüs diye mabudun zatında üçleme ile şirke saparak değil, tevhid, namaz, zekat diye iman ve amel esaslarında tanımak lazım gelir. Halbuki o kitap verilenler bu doğru ve sabit dini ve bu emri tanımadılar, ihlas ve tevhid ile Allah'a kulluk etmekten kaçındılar. "Onlardan sonra yerlerine öyle bir nesil geldi ki, namazı kaybettiler, şehve t lerine uydular." (Meryem, 19/59) ölçüsünce şehvetlerinin arkasına düşerek namazı kaybettiler, zekat vermeye yanaşmadılar, bölücülük yaptılar. Bunun üzerine bütün küfrün ve imanın ahiretteki hükümleri ayırdedilerek açıklanmak üzere şöyle buyuruluyor:

6. Haberiniz olsun ki "küfredenler". Önceki "küfredenler" ahde haml olunsa (bilinen kâfirler olduğu kabul edilse) bile bunun, sevk itibarıyla istiğrak (hepsini içine alması) için genel olması gerekir. Çünkü küfrün hükmünü beyan için kübra (büyük önerme) yerindedir. Ancak bu küllî oluş, o beyyine (açık delil) geldikten sonra küfredenlere ait olmak üzere bunda da bir ahit mânâsı yok değildir. Şu halde şöyle demek olur: O açık delil geldikten sonra onu inkâr eden bütün kâfirler gerek kitap ehlinden olsun, gerek puta tapanlardan olsun, hepsi ebedî olmak

üzere cehennem ateşindedirler. Kıyamet günü cehenneme gidecekler, orada ebedî olarak kalacaklardır. Diğer bir mânâ ile küfür, cehennemde ebedî kalmaya sebep olması itibarıyla aynı ateş hükmündedir. Bir de denilmiştir ki: Onların bulundukları küfür ve isyan hâli, hakikatte aynıyla ateştir. Bu ortaya çıkma (neş'et) de âraz şeklinde ortaya çıkarsa da, son neş'etde o şekilden çıkar, hakiki şekli ile ateş olarak zuhur eder. Bu iki mânâca onlar dünyada ceh e nnem ateşinin içindedirler. Ahirette de onda ebedî olarak kalacaklardır, demek olur. Bu ebedî oluşun sebebi: Çünkü onlar, o vasıfla sıfatlanmış olanlar, yeni o açık delil geldikten sonra ona küfredip bozgunculuk çıkaranlar hepsi halkın şerlileridirler, insanların en şerlileridirler, en şerli olanın yeri de cehennem olması gerektir.

BERİYYE kelimesini, Nâfi ve İbnü Zekvan "berîe" şeklinde okumuşlardır. Ki ikisi de bir asıldandır. Halk mânâsına 'den "mef'ûle mânâsında fehile" olarak "bârî"nin mef'ûlü olup, halk ve halîka gibi bütün mahlûkata denilir. Özellikle beşerde de meşhurdur. Bazıları hemzesiz "beriyye" toprak mânâsına olan "berâ"dan türemiş olarak topraktan yaratılan mahluk demek olduğunu ve şu halde "berîe" topraktan yaratılmayan melekleri ve cinni de içine alırsa da, "beriyye"nin onları içermiyeceğini ve bu şekilde beşer mânâsına olması daha yakın bulunduğunu söylemişlerdir. İki kırâete göre de bazıları burada özellikle beşer mânâsına olmasını tercih etmişler, sebep olarak da bütü n yaratılmışların en şerlisi şeytan olduğunu söylemişlerdir ki, aklî karine ile tahsis demek olur. Lakin buna "Şüphesiz münafıklar, ateşin en aşağı tabakasındadırlar." (Nisa, 4/115) gereğince münafıkların da diğer kâfirlerden daha şerli olduğu ileri sü r ülerek itiraz edilmiştir. Bundan dolayı maksat, müminlere göre izafî tahsistir, diye cevap verilmiş ise de bu tartışmalara lüzum yoktur. Zira burada maksat, küfrün asıl ahirete mahsus hükmünü beyan olduğu için, küfür sıfatında münafıklar da, şeytan da bu u mumda dahil olarak açık ve gizli bütün kâfirler, genel olarak yaratıkların en şeriridirler, denilmesi doğru olacağı gibi, şeytan konudan hariç olarak, gerek kitap ehli ve gerek puta tapıcılardan inkârı açık veya münafık bütün kâfirler beşerin en şerlisidi r ler, demek de doğrudur.

7. Buna karşılık haberiniz olsun ki iman edip de, yani bu açık delile iman edip Allah için dine, ihlaslı, hanif olarak, gereğince güzel ameller işleyenler, sadece namaz ve zekat gibi dinin aslî temellerinden olan amellere mahsus değil, gerek esaslardan ve gerek ayrıntılardan, gerek farzlarından, gerek nafilelerden, gerek ibadetlerden, gerek muamelelerden Allah rızasına uygun olan, kurtuluşa hizmet eden, hayra yarar bütün iyi

ve faydalı amelleri işlemek ve yasaklardan sakınmak da güzel amel (amel-i salih) mânâsında dahildir. Zira amel, işlemeyi ve terketmeyi içine alır. Bilinmektedir ki elif lâm ile süslenmiş çoğul olduğu için hepsini kaplamayı ifade eder. Fakat bundan her ferdin, her iyi ameli yapmakla yükümlü olduğu d a sorulmamalıdır. "Allah, kimseye gücünün üstünde bir şey teklif etmez." (Âl-i İmran, 3/286) âyeti gereğince herkesin hissesi ehliyet ve gücüyle orantılıdır. Râzî der ki: "iyi ameller işlediler", çoğulun, çoğula karşılık vermesi kabilindendir. Onu n için bir kişinin bütün güzel amelleri yapmakla yükümlü olması gerekmez. Belki her yükümlünün bir hazzı, selâhiyeti vardır. Zenginin hazzı vermekte, fakirin hazzı da almaktadır. Elverir ki herkes kendi halince kurtuluşa çalışsın. İşte onlar, halkın en h ayırlısıdırlar. Bütün halkın en hayırlısıdır. Amelce de hayırlısı, Allah katındaki makamca da hayırlısıdır. Demek ki iman edip de güzel amele çalışmazsa, onlar halkın en şeriri olmasalar bile en hayırlısı da değildirler. "Hayru'l-beriyye", hem iman edip h e m iyi ameller işleyenlerdir.

8. Onların cezası, yani o iman ve amellerine karşılık ecir ve mükâfatları Rableri katında, altlarından ırmaklar akan Adn cennetleridir. İçlerinde ebedî olarak orada cismânî ve ruhânî türlü nimetlerle ebedî olarak nimetleneceklerdir. Bunların birinci olarak "halkın en hayırlıları" diye övülmelerinin önce getirilişi; ikinci olarak bu nail olacakları nimetlerin amelleri karşılığı olduğunu anlatmak üzere "ceza" deyimiyle ifade edilmesi; üçüncü olarak bunun Allah Teâlâ katından olmasının açıklanması; dördüncü olarak bunun derece derece kemâle erdirmek demek olan terbiye mefhumuna işaret eden Rablik ünvanıyla ifadesi; beşinci olarak bunun onlara râci zamirine izafetle ifade olunarak terbiye ve kullukta özel şereflerin e işaret olunması; altıncı olarak cennetlerin içinde oturma mefhumuna işaret eden Adn'e izafetle beraber çoğulun çoğula karşılaştırılmasıyla her birine bir cennet düşecek kadar çokluk ve genişliğine işaret olmak üzere çoğul sigasıyla ve aynı zamanda dengi g örülmedik ve tarife sığmayacak şekilde yüksekliğine, şânının büyüklüğüne tenbih için nekre olarak getirilmesi; yedinci olarak hayatın mayası olan feyiz ve nimetinin, hoşluk ve güzelliğinin devamlı artan güzel cereyanını duyurmak üzere, "altından ırmakl a r akan" vasfıyla vasıflandırılması; sekizinci olarak onlarda takdir edilmiş hâl olmak üzere ebedîlik demek olan "hulûd"ün açıklanmasıyla beraber bir de "ebedîlik" kaydıyla tekit edilmesi o

müminlerin güzel halleriyle mükâfatlarının büyüklüğünü açıklama açısından ne kadar dikkate şâyândır. Gerçekte "hulûd" ebedîlik demek olduğu için sadece "orada ebedîdirler" denilmekle de aynı mânâ ifade edilmiş olur. Ancak "hulûd", uzun müddet kalmak mânâsına da kullanıldığı için bu ihtimali defetmek için ile de t e kit olunmuştur. Bu tekit, pekçok âyetlerde cehennem ehlinin ebedîliğinde de, cennet ehlinin ebedîliğinde de vardır. Fakat görülüyor ki bu sûrede kâfirlerin cehennem ateşinde ebedî oluşları "ebeden" kelimesi ile tekit edilmemiş olduğu halde müminlerin cenn e tlerde ebedî oluşları açıkça te'bid (devam ettirme) ile de tekit edilmiştir. Râzî "Tefsiri"nde buna iki vecih söylemiştir: Birincisi: Rahmetin, öfkeden daha fazla olduğuna tenbihtir. İkincisi: Cezalar, hadler, keffaretler birbirine girer. Fakat sevabın kısımları birbirine girmez.

Bir de bu yüksek karşılıktan daha büyük olan Allah'ın lütfu beyan ve müjdelenmek üzere şu isti'naf (başlangıç) cümlesi ile buyuruluyor ki: Allah onlardan razı olmuş, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. Çünkü bütün isteklerin en üstünü, bütün lezzetlerin en yükseği olan Allah'ın rızasına ermişler, "gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, hiçbir beşerin aklının ermediği" en büyük rızaya kavuşmuşlar, "râdıyeten" razı olmuş olarak", "merdıyye" (razı olunmuş) makamına ermiş l erdir. Bu mükâfat ve rıdvan ise, Rabbinden korkanlara mahsustur. Yani bu başarının tek sebebi ve hikmeti Allah korkusunu duymaktır. Yukarılarda da geçtiği üzere haşyet, tazim ile sevgi neticesi olan saygı mânâsına bir korkudur. Onun için haşyet ita a tte mutlak güzele layık, ihsana yaklaştıracak yüksek bir aşk heyecanı uyandıran güzel bir ruh halidir. Nitekim Müminûn Sûresi'nde "Verdiklerini, Rablerinin huzuruna dönecekler diye kalpleri korku ile ürpererek verirler." (Müminûn, 23/60) buyurulmuştur. "Hikmetin başı Allah korkusudur." hadisinde de "mehafet"ten asıl maksat bu "haşyet" mânâsıdır. Bunun derecesi de ilim ve marifetin derecesi ile orantılıdır. Ondan dolayı "Kulları içinden ancak âlimler Allah'tan gereğince korkar." (Fâtır, 35/28) b uyurulmuştur. Bir de haşyet, soyut (mücerred) korkudan şiddetli olması gerektir. Nitekim meleklerin vasfında "Onun (Allah'ın) korkusundan titrerler." (Enbiya, 21/28) diye haşyet, işfâk (korkudan titreme)a yakın olarak zikredilmiştir. "İşfak" ise korkunu n

en şiddetli derecesidir. İmam Râzî'nin hatırlattığı üzere bu âyete, "Kulları içinden ancak âlimler Allah'tan gereğince korkar." (Fâtır, 35/28) âyeti katılarak düşünülünce, hepsi ilmin ve âlimlerin faziletine bir delil teşkil eder. Şöyle ki: O cennet ve rıdvan, Allah korkusunu duyanlara mahsustur. Allah korkusunu duyanlar ise ancak âlimlerdir. Şu halde netice: O cennet ve rıdvan, âlimlere mahsustur. Bundan şu da anlaşılır ki kendisinin cennet ehlinden olduğu müjdelenen kimselerin Allah korkusundan uza k kalmak şöyle dursun, daha çok korku hissini artırmaları gerekecektir. Ondan dolayıdır ki peygamberlerin korkusu hepsinden çoktur. Nitekim Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Allah'ı en çok tanıyanınız, Allah'tan en çok korkanınızdır. Ben ise onda n en çok korkanınızım."

Bu korkuyu duymayanlara duyurmak için Zelzele Sûresi takip edecek, hayır ve şerrin cezası ne zaman ve nasıl olduğunu haber verecektir.

BEYYİNE SÜRESİ(Muhammed ESED)

Bazı otoriteler bu surenin Medine dönemine ait olduğunu ileri sürdükleri halde, diğer birçoğu, onu Mekke döneminin son vahiylerinden biri olarak görür. Surenin başlığını oluşturan anahtar kelime birinci ayetinin sonunda yer almaktadır.
1 HAKİKATİ inkara şartlanmış olanlar, -ister geçmiş vahyin mensuplarından isterse Allah'tan başkasına da ilahlık yakıştıranlardan [olsunlar]-1 kendilerine hakikatin açık kanıtları gelmeden [O'nun tarafından] gözden çıkarılacak değillerdir: 2 [onlara] kutsanmış tertemiz vahiyler ileten Allah'tan bir elçi (gelmeden), 3 doğruluğu kesin ve açık hükümler2 taşıyan (vahiyler ileten bir elçi).
4 Ama kendilerine daha önce vahiy verilenler3, hakikatin böyle bir kanıtı geldikten sonra [inanç] birlikteliklerini bozdular.4
5 Oysa kendilerine yalnızca Allah'a ibadet etmeleri, bütün içtenlikleriyle yalnız O'na iman ederek bâtıl olan her şeyden uzak durmaları;5 namazlarında dikkatli ve devamlı olmaları; ve karşılıksız harcamada bulunmaları6 emrolunmuştu: çünkü bu, doğruluğu kesin ve açık olan bir ahlakî değerler sistemidir.7
6 Gerçek şu ki, [bütün kanıtlara rağmen] hakikati8 inkara şartlanmış olanlar, -ister geçmiş vahyin mensuplarından, isterse Allah'tan başkasına da ilahlık yakıştıranlardan [olsunlar]- kendilerini cehennem ateşinde kalıcı bulacaklar: onlar, bütün yaratıkların en şerlileridir.
7 [Ve] iman edip doğru ve yararlı işlerde bulunanlar, işte onlar, bütün yaratıkların en hayırlılarıdır.
8 Onların ödülleri Allah katında [kendilerini bekler:] içinden ırmaklar akan, sonsuza kadar kalacakları sınırsız nimet bahçeleri; Allah onlardan hoşnuttur ve onlar da Allah'tan: bütün bunlar Rablerini ürpertiyle hissedenler içindir!

DİPNOTLAR
1 Yani, dayandıkları hiçbir semavî kitap olmayan puta-tapıcılar yahut animistler (kelimenin antropolojik anlamıyla).
2 Kayyime sıfatı, burada kullanıldığı şekliyle böyle çoklu bir muhteva taşımaktadır (Râzî). Yukarıdaki pasaj, birinci ayette kullanılan munfekkîn isim-fiilinden dolayı müfessirleri büyük bir zorluk ile karşı karşıya bırakmıştır. Genel olarak bu isim-fiilin, ayetin başındaki lem-yekun ibaresi ile bir arada düşünüldüğünde şu anlama geldiği kabul edilir: onlara hakikatin kanıtı gelinceye kadar (Peygamber Muhammed (s)'in şahsında ve Kur’an'ın nüzulü ile) “vazgeçmediler” [veya “vazgeçmezlerdi”] yahut “kopmadılar” -yani, kendi sakat inançlarından: bu demektir ki, hakikatin kanıtı geldikten sonra sakat inançlarını terk ettiler. Ancak bu yorum iki sebepten dolayı hatalıdır: birincisi, çok iyi bilinmektedir ki, ehlu'l-kitâb'ın ve müşrikîn'in tümü kendilerine tebliğ edilen Kur’an mesajını kabul etmiş değillerdi; ikincisi, 4. ayette sözü edildiği gibi ehl-i kitâb, kendilerine hakikatin kanıtı “geldikten sonra [inanç] beraberliklerini bozdular” -yani, inancın temel prensiplerini ihlal ettiler. Bu bariz karşıtlık, en güzel şekilde İbni Teymiyye tarafından çözümlenmiştir (bkz. Tefsîru Sitte Suver, s. 391 vd.); benim yukarıdaki üç ayeti çeviri tarzım da bu yoruma dayanmaktadır.
İbni Teymiyye'ye göre, anahtar ibare olan lem-yekun munfekkîn, “onlar vazgeçmediler” veya “kopmadılar” anlamına gelmez; ama daha çok, onlar, kendilerine Allah'ın Peygamberi tarafından doğru yol gösterilmedikçe ve ona tâbi olmayı bilinçli olarak reddetmedikleri sürece “terk edilmezler” (veya “gözden çıkarılmazlar”) -yani, “Allah tarafından mahkum edilmezler”- anlamına gelir: bu, Kur’an'da birçok defa tekrarlanan, Allah'ın hiç kimseyi bâtıl inançlarından ve eylemlerinden dolayı, doğru ile yanlışın anlamı daha önce kendisine açıkça gösterilmediği sürece hesaba çekmeyeceği şeklindeki ifadelerle de uyumludur (karş. 6:131-132 ve 17:15'in ikinci paragrafı ve ilgili dipnotlar).
Bu nedenle, yukarıda işaret edilen “hakikatin kanıtı” ile yalnız Peygamber Muhammed (s) ve Kur’an değil, ama aynı zamanda bütün önceki peygamberler ve vahiyler kasdedilmektedir (karş. 42:13 ve ilgili notlar 12-14) -aynı şekilde, “doğruluğu kesin ve açık hükümler” (aşağıda 5. ayette dile getirilen) en son ve en mükemmel ifadesini Kur’an'da bulan bütün ilahî mesajları kapsamaktadır.
3 Bu tanımlama genel olup -bazı müfessirlerin ileri sürdüğü gibi- yalnız Yahudileri ve Hristiyanları değil, Peygamber Muhammed (s)'in zuhurundan önceki bütün dinî öğretilerin mensuplarını da kapsamaktadır (İbni Kesîr). (Bkz. ayrıca 3:19, not 12 ve 13.)
4 Yani, onların büyük kısmı, kendilerine gönderilmiş olan ve tümü aynı temel hakikatleri tebliğ etmiş bulunan peygamberlerin öğretilerinden saptılar.
5 Hunefâ’nın (tekili hanîf) bu çevirisi için bkz. sure 2, not 110.
6 Zekât terimi, burada, Müslümanların ödemekle yükümlü oldukları zorunlu vergiden daha geniş bir anlam taşıdığından (ki, isminden de anlaşılacağı gibi, gelirin ve servetin bencilliğin kirinden arındırılması demektir), yukarıdaki ibareyi “karşılıksız harcama[da bulunma]” şeklinde daha geniş bir anlamı yansıtacak şekilde çevirdim.
7 Dîn terimindeki “ahlakî sistem” boyutu konusunda bkz. 109:6, not 3; (tamlayan durumundaki) el-kayyime niteleme ismi, 3. ayetin sonundaki kayyime sıfatı ile aynı anlama sahiptir. (Bu ayetteki kullanılışın lafzî karşılığı “kayyime'nin dini” iken 3. ayetin sonundaki kullanılışın karşılığı “kayyim hükümler”dir. Ancak M. Esed, her iki kullanılışın da aynı anlama geldiğini, yani kayyime'nin her iki durumda da sıfat fonksiyonu gördüğünü belirtmektedir -T.ç.n).
Ahlakî sistemin yukarıdaki tanımı, vecîz haliyle, sahih dinlerin bütün temel taleplerini sergilemektedir: Allah'ın birliğinin ve benzersizliğinin ve zımnî olarak insanın Allah'a karşı sorumluluğunun kabulü; bütün bâtıl kavramlardan, değerlerden ve kararsız inançlardan, bireyin kendisine türlü şekillerde aşırı değer vermesinden (putlaştırmasından -T.ç.n.) ve bütün hurafelerden uzak durulması; ve nihayet Allah'ın bütün mahlukatına karşı şefkat ve yardım anlayışıyla yaklaşılması.
8 Yani, önceki ayette bütün ahlakî sistemlerin ana çerçevesi olarak formüle edilen açık prensipleri.