18 Ağustos 2007 Cumartesi

KUREYŞ SÜRESİ(MEVDUDİ)

Adı: Birinci ayetteki "Kureyş" kelimesi sureye isim olmuştur.

Nüzul zamanı: Dahhak ve Kelbî, bu surenin Medenî olduğunu söylemişlerdir. Ama müfessirlerin büyük çoğunluğu, bu surenin Mekke'de nazil olduğu üzerinde müttefiktirler. Surenin Mekkî olduğuna, "rabbe haze'l beyt" cümlesi delildir. Medine'de nazil olsaydı, Ka'be için "haze'l beyt" kelimesi uygun olmazdı. Muhtevası Fil suresi ile yakından ilgilidir. Galiba Fil suresinden hemen sonra nazil olmuştur. Bu iki sure arasındaki ilgi nedeniyle, Seleften bazıları bunların tek sure olduğunu düşünmüşlerdir. Bu düşünceyi şu rivayet desteklemektedir: Ubey b. Ka'b'ın mushafında bu iki sure bir arada yazılmış ve bismillah ile ayrılmamıştır. Ayrıca Hz. Ömer, bir namazda bu iki sureyi birleştirmiş ve bismillah ile ayırmadan okumuştur. Ama bu görüş kabul edilmemiştir. Çünkü ashabın büyük çoğunluğuna ve Hz. Osman'ın resmî olarak yazdırıp İslam dünyasının bütün merkezlerine gönderdiği mushafa göre bu iki sure arasında bismillah vardır. O günden bu güne dünyadaki bütün Kur'an-ı Kerim'lerde bu sureler ayrı ayrı yazılmıştır. Ayrıca üslubları da birbirinden farklıdır. Bu da, Fil ve Kureyş surelerinin iki ayrı sure olduklarının açık delilidir.

Tarihî Arkaplan: Bu sureyi tam olarak anlayabilmek için tarihî arkaplanını göz önünde bulundurmak gerekir. Bu sure ile Fil süresinin muhtevası arasında çok yakın ve derin bir ilişki vardır.

Kureyş kabilesi, Rasulullah'ın ecdadı Kilab oğlu Kusay zamanında Hicaz'ın her yerinde dağınık durumdaydılar. İlk defa Kusay onları Mekke'de topladı. Kureyşliler Beytullah'ın hizmetini ellerine geçirdiler. Kusay'a bu hizmetinden dolayı "toplayıcı" lakabı verilmiştir. Bu şahıs aklıyla Mekke'de bir şehir devleti kurdu. Arabistan'ın her yanından gelen hacılara hizmet için en iyi idareyi tesis etti. Bundan dolayı Kureyş, Arap kabileleri arasında ve her yerde güven sağlamıştır. Kusay'dan sonra Mekke'nin idaresi için oğulları Abdümenaf ve Abdüddar arasında görev bölümü yapıldı. Ama Abdümenaf, daha babası sağ iken meşhur olmuştu. Onun şerefi Araplar arasında takdir edilmişti. Abdümenaf'ın dört oğlu vardı, Haşim, Abdüşşems, Muttalib ve Nevfel. Abdülmuttalib'in babası ve Rasulüllah'ın dedesi olan Haşim, Arap yoluyla Uzakdoğu, Şam ve Mısır arasında devam eden uluslararası ticarete atılmayı düşündü. Aynı zamanda, Araplara satmak için mal getirirken yolda diğer kabilelere de satış yapabileceği, bir de Mekke'yi iç ticaret için bir ticaret merkezi haline getirebileceğini düşünmüştü. Bu dönem, İran Sasanî iktidarlarının Fars körfezinde, Bizans ile Uzakdoğu arasındaki ticaret yoluna hakim oldukları dönemdi. Onun için, Güney Arabistan'da Kızıldeniz sahil yolu ile Şam ve Mısır'a giden ticaret yolu oldukça ilerlemişti. İkinci sebep, Arabistan'da diğer ticarî kervanlara karşılık Kureyşlilerin kervanlarına, Beytullah'ın hizmetkârları olmaları nedeniyle daha bir kolaylık sağlanıyordu. Çünkü diğer kabileler, yaptıkları hizmetten dolayı Kureyşlilere saygı duyuyorlardı. Kureyşlilerin Hac döneminde diğer kabilelere cömertçe davranması nedeniyle bu kabileler Kureyş'e minnettar kalıyorlardı. Bu sebeple, Kureyşlilerin kervanlarına başkalarının saldırması tehlikesi yoktu. Ayrıca başka kabileler onlardan, diğer kabilelerden atılmayı planladı ve diğer üç kardeşini de yanına aldı. Haşim; olduğu gibi ağır vergi talep etmiyorlardı. Bunu göz önünde tutan Haşim, ticarete Şam Gassanî Kralı ile, Abdüşşems; Habeşistan Kralı ile, Muttalib; Yemenli emirler ile ve Nevfel de Fars ve Irak hükümetleri ile ticarî anlaşmalar yaptılar. Böylece ticaretleri çok hızlı gelişti ve bu dört kardeş "mutaccirîn" (tüccarlar) ismi ile meşhur oldu. Çevredeki kabileler ve devletler ise, kendileriyle olan ilişkilerinden dolayı Kureyşlilere "ashab-ı ilaf" (ülfet ilişkisi sahipleri) diyorlardı.

Kureyşliler, Şam, Mısır, Irak ve Habeşistan'la olan ticaret ilişkisi nedeniyle gidiş geliş sırasında onların kültür ve medeniyetine de vakıf olmuşlardı. Böylece Kureyş'in ulaştığı kültür ve seviye, çevredeki diğer kabilelerden çok üstün olmuştu. Servet ve zenginlik bakımından da diğer Arap kabilelerinden üstün idiler.

Mekke, Arap yarımadasında en büyük ticarî merkez olmuştu. Bu uluslararası ilişkinin en büyük faydası, daha sonra Kur'an-ı Kerim yazılırken de kullanılan yazının Irak'tan öğrenilmesiydi. Kureyş'teki okuma-yazma oranı diğer kabilelerden yüksekti. Bundan dolayı Rasulullah şöyle buyurmuştur: "Kureyş insanlara önderdir." (Ahmed, Amr b. As'tan rivayet etmiştir.) Hz. Ali'nin rivayetine göre ise Rasulullah şöyle buyurmuştur. "Arapların liderliği önce Himyerlerin elinde idi. Sonra Allah (c.c.) onlardan alarak Kureyşlilere verdi." (Beyhakî)

Kureyşlilerin bu gelişme ve ilerlemesi karşısında Ebrehe'nin onlara saldırması olayı meydana geldi. Eğer Ebrehe o zamanlar mukaddes şehir Mekke'yi fethedip Ka'be'yi yıkmayı başarabilseydi, sadece Kureyş'in değil, Kabe'nin de güvenilirliği kaybolacaktı. Cahiliye döneminde bile bu Ev'in Allah'a ait olduğunu kabul eden Arapların Kabe'ye olan güvenleri sarsılacaktı. Çevre kabilelerin, Kabe'nin hizmetkârı oldukları için Kureyş'e duydukları güven bir anda yok olacaktı. Habeşliler Mekke'yi ele geçirselerdi, Bizanslılar Şam ve Mısır'a giden ticaret yoluna hakim olacaklardı. O zaman Kureyşlilerin hali, Kusay b. Kilab'tan önceki halden daha kötü olacaktı. Ama Allah'ın kudretinin bir mucizesi olarak kuşlar Ebrehe'nin 60.000 kişilik Habeşli ordusunu taşladı ve helak etti. Mekke'den Yemen'e kadar bütün yol boyunca her tarafta Ebrehe'nin ölü askerleri vardı. Bundan sonra bütün Araplar, Kabe'nin Allah'ın evi olduğuna inandılar. Aynı zamanda, Kureyşlilere duyulan güven de öncekinden daha çok arttı. Araplar bu olayın, "Allah'ın Kureyş üzerindeki özel bir lütfu" olduğuna kesinlikle inandılar. Bundan böyle Kureyş'in kervanları nereye gitse hiç kimse ona dokunmaya cesaret edemezdi. Hatta Kureyş'e dokunmak bir yana, Kureyş'in himayesi altındakilere bile dokunamazlardı.

Hulasa, Rasulullah gönderildiğinde bu bilgileri herkes bildiği için surede ayrıca anlatılmaya gerek duyulmamıştır. Onun için bu surede dört kısa cümle ile bu Ev'in putlara değil, Allah'a ait olduğuna inandıklarına, Allah'ın bu Ev'e, dolayısıyla kendilerine eman bağışlayıp ticarette ilerleme lutfettiğini bildiklerine ve açlıktan kurtararak refah nasip ettiğini gördüklerine göre, Kureyş'e, sadece bu Ev'in Rabbine ibadet etmeleri gerektiği anlatılmıştır.

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1 (Hiç değilse kendilerini) Kureyş'i 'bir araya getirip anlaştırdığı,'1

2 Yaz ve kış yolculuğunda onları (güvenliğe kavuşturduğu ya da başkalarıyla) ısındırıp yakınlaştırdığı için,2

3 Şu Ev (Kâ'be'n)in Rabbine kulluk etsinler;3

4 Ki O, kendilerini açlıktan (kurtarıp)4 doyuran ve onları korkudan güvenliğe kavuşturandır.5

AÇIKLAMA

1. Buradaki kelime "li ilâfi Kureyş"tir. "İlaf", "elefe"den türemiştir. Manası "sevmek"tir. Bu kelime; dağıldıktan sonra bir araya gelmek, bir şeyi âdet haline getirmektir. "Ülfet" ve "maluf" da aynı anlama gelmektedir. "İlaf"tan önceki "lam" hakkında bazı Arap dili uzmanları, kelimenin taaccüb ifade ettiğini söylemişlerdir. Meselâ Araplar, "le zeydin ve ma sanânâ bih" yani, "Zeyd'e bakın, biz ona ne iyi muamele ettik, o bize ne yapıyor" derler. Burada da "li ilâfi Kureyş"in anlamı taaccübtür. Allah (c.c.) onları dağınık iken biraraya getirmiş ve ticaret yolculuklarını âdet haline getirmelerini sağlayarak zengin olmalarına vesile kılmıştır. Şimdi ise onlar Allah'a ibadetten yüz çevirmektedirler. Bu görüş, Ahfeş, Kasayî ve Ferre'nindir. İbn Cerir de bunu tercih etmiştir. İbn Cerir, Arapların bir şeyi "lam"dan sonra zikretmelerinin, o şahsın tutumunun taaccüb edici olduğunu izah etmeye yeterli olduğunu söylemiştir. Bunun tersine Halil b. Amr, Sibeveyh ve Zemahşerî bunun "lam-ı ta'lil" olduğunu söylerler. Onlara göre bu "lam"ın ilgisi, sonraki cümle olan "fe'l ya'budu Rabb'e haze'l beyt" iledir. Yani, Kureyşlilere verilen sayısız nimetler bir yana bırakılsa da, sadece Allah'ın lütfu ile ticarî yolculuklar yapmaları bile başlı başına bir ihsandır ve sadece bunun için de olsa Allah'a ibadet etmelidirler.

2. Yaz ve kış seferlerinden kasıt, yaz mevsiminde Kureyş'in ticarî kafilelerinin, serin bölgeler olan Şam ve Filistin'e gitmesi; kış mevsiminde ise sıcak olan güney Arabistan'a gitmesidir.

3. "Bu Ev"den kasıt, Kâbe'dir. Allah'ın buna işaret etmesinin anlamı, Kureyş'e verilen nimetlerin bu ev dolayısıyla olmasıdır. Kureyşliler, taptıkları 360 putun gerçekte Rabb olmadıklarını kabul ediyorlardı. Onlara göre de Rabb tekti ve kendilerini Ashab-ı Fil'in saldırısından kurtarmıştı. Ebrehe'nin ordusu saldırırken yine aynı Rabb'e dua etmişlerdi. Bu Ev'e sığınmadan önce dağınık durumdaydılar ve hiç saygınlıkları yoktu. Arapların diğer kabileleri gibi dağınık bir topluluktular. Ama Mekke'de biraraya gelip Kâbe'nin hizmetini üstlenince bütün Arabistan'da şerefli oldular.. Ticarî kafileleri korkusuzca her yeri gezmeye başladı. Onların eline geçen bütün bu nimetler, bu Ev'in Rabb'inin vermesi dolayısıyladır. Onun için sadece O'na ibadet etmelidirler.

4. Bu, Mekke'ye gelmeden önce Kureyşlilerin dağınık ve aç olduklarına işarettir. Buraya geldikten sonra onlara rızk kapıları açılmış ve Hz. İbrahim'in duası aynen uygulanmıştır: "Rabbimiz, ben çocuklarımdan bazısını senin Beyt-i Haram'ının yanında, ekinsiz bir vadiye yerleştirdim. Rabbimiz, namazı kılsınlar diye (böyle yaptım). Artık sen de insanlardan bir takım gönülleri onları sever yap ve onları çeşitli meyvalarla besle ki şükretsinler." (İbrahim, 37)

5. Yani, Arabistan'da hiç kimsenin emin olmadığı o korkudan sizi kurtarmıştı. O dönemde Arabistan'ın hiçbir yerinde insanlar gece rahat uyuyamazlardı. Her an bir saldırıya uğrama tehlikesi ile karşı karşıya idiler. Hiç kimse kendi kabilesinin sınırları dışına çıkmaya cesaret edemezdi. Çünkü yalnız çıkıldığında sağ olarak geri dönmek mümkün değildi. Ya birileri tarafından öldürülür ya da yakalanarak köleleştirilirlerdi. Hiçbir kervan saldırıdan emin değildi. Çünkü yol üzerinde her an önü kesilebilirdi. Malları gasbedilebilirdi. Ancak yoldaki kabilelerin ileri gelenlerine rüşvet vererek bu yoldan sağ salim geçebilirlerdi. Ama Mekke'deki Kureyşliler bütün bunlardan tamamen emindiler. Onlar için düşman saldırısı tehlikesi yoktu. Mekke'ye düşmanın saldırabileceği korkusu da yoktu. Onlar büyük ve küçük kafilelerle ülkenin her tarafında serbestçe dolaşırlardı. Taşıdıkları "Kabe'nin hizmetçileri" sıfatlarından dolayı hiç kimse onlara dokunmazdı. Hiç kimse onlara ses çıkarmaya cesaret edemezdi. Hatta bir Kureyşli yalnız olarak seyahat ederken saldırıya uğrarsa, "ben Haremliyim" ya da "ben Allah'ın haremindenim" demesi bile yeterli oluyordu. Bu söz karşısında saldırgan hemen duruyordu.

KUREYŞ SÜRESİ(Seyyid KUTUB)

1- Kureyş'in uzlaşıp anlaşması için,

2- Yaz ve kış yolculuklarında uzlaşıp anlaşması için.

3- Bu evin Rabbine kulluk etsin onlar.

4- O Rabb ki kendilerini açlıktan doyurmuş ve korkudan güvenliğe eriştirmiştir.

Hz. İbrahim Kabe'nin binasını yapıp O'nu temizledikten sonra "Ey Rabbim, bu şehri güvenli bir yer kıl. Halkından Allah'a ve ahiret gününe inananları çeşitli ürünlerle rızıklandır." (Bakara 126) diye Rabbine yönelerek dua etmiş. Yüce Allah da dostu İbrahim'in duasını kabul etmişti. Kabe'yi güvenliğe eriştirmiş ve O'nu zorbaların baskısından ve diktatörlerin diktasından özgür kılmıştı. Oraya sığınanı güvenceye almış ve onun etrafındaki herkesi bütün korkulardan kurtarmıştır. Hatta insanlar sapıklığa düşüp Rabblerine ortaklar koştukları ve O'nunla birlikte putlara tapındıkları devirde bile... Yüce Allah'ın bu Beytül Haram için dilediği bir hikmet gereği bu gelenek devam etmişti.

Fil ordusu orayı yıkmak için geldiğinde, Fil suresinde açıklandığı gibi, yüce Allah bu yerin güvenliğini korumuş ve dokunulmazlığını muhafaza etmişti. Onun çevresinde yaşayanlar da Cenab-ı Allah'ın şu ayette belirttiği hal üzere gelmişlerdi: "Çevrelerindeki beldelerde oturan insanlar kaçırılırken can güvenliğinden yoksun bir hayat yaşarken onların kentini dokunulmaz ve güvenli bir belde yaptığımızı görmüyorlar mı?" (Ankebut 67)

Fil olayı, Arapların katında yarımadanın her tarafında Kabe'nin dokunulmazlığının artmasında, Kureyşten olan bekçilerinin ve koruyucularının saygınlığının pekiştirilmesinde hayli etkili olmuştu. Bu da onların yeryüzünde güven içinde gezebilmelerine yol açmış, nereye gitmişlerse orada hürmet ve saygı görüp korunmalarına neden olmuştur. Dolayısıyla onların güneydeki Yemen'den kuzeydeki Şam'a kadar uzanan iki büyük ticaret yolu açmalarına, kervanlar yolu ile bu iki ana yolu hareketlendirmelerine neden olmuştu. Böylece onların iki büyük ticaret kervanı oluşturmalarına zemin hazırlamıştı. Bu kervanlardan biri kışın Yemen'e, diğeri yazın Şam'a gidiyordu.

Arap yarımadasında bu devir emniyet ve güvenin yok olduğu, baskın ve soygun saldırılarının yaygınlaştığı bir dönemdi. İşte bu anarşi ortamında Kabe'nin güvenliği ve saygınlığı, onun himayesinde bulunanlara bu muhteşem ticaret kervanında onlara güven ve emniyeti garanti ediyordu. Özellikle Kureyşe apaçık bir imtiyaz sağlıyordu. Önlerine emniyetli, geniş rızk kapılarını açıyordu. Güven, huzur ve barış içinde rızklarına ulaşıyorlardı. Güven içinde gerçekleştirilen bu kârlı ticaret kervanları zamanla onların adetleri ve alışkanlıkları arasında yer almıştı.

İşte peygamberlikten sonra yüce Allah onlara hatırlatmaktadır. Fil suresinde onlara fil olayındaki nimetini ve yardımını hatırlattığı gibi burada da onların yaz ve kış mevsimlerinde çıkarmaya Alıştıkları ticaret kervanlarına ve nimetine dikkatleri çekmektedir. Bu iki ticaret kervanı ile kendilerine kazandırdığı bol rızk nimetine işaret etmektedir. Ülkeleri çorak ve verimsiz olmalarına rağmen onlar Allah'ın lütfu ve ihsanı ile bolluk ve bereket içinde yüzüyor, sağlık ve afiyet içinde bulunuyorlardı. Ayrıca onların korkudan güvenliğe eriştirilmeleri nimetine de parmak basılıyor. Allah'ın Evi'nin himayesinde bulunmaları nedeni ile kendi evlerinde ve yurtlarında güven içinde yaşamalarına ayrıca yüce Allah'ın Kabe'nin dokunulmazlığını ve saygınlığını koruması ve her türlü saldırıdan koruyuşu ile yolculuklarında ve seyahatlerinde güven içinde bulunmaları nimetine dikkat çekiliyor.

Onlara bunca nimetler hatırlatılıyor ki, içinde bulundukları tutumdan utansınlar. Himayesinde güven ve nimet içinde yaşadıkları, Allah'ın adıyla seyahate çıkarak himaye gördükleri ve sağ salim evlerine döndükleri bu Kabe'nin Rabbine ibadet edecekleri yerde onunla birlikte başka ilahlara tapmaktan utansınlar.

Onlara diyor ki: "Kureyş'in yaz kış mevsimlerinde düzenledikleri alışagelen anlaşma hakkı için onlar bu Kabe'nin Rabbine ibadet etsinler. Zira onlara güvenliği sağlayan, bu seyahatlerden hoşlanmalarını, ona alışmalarını ve bu vesile ile bir dizi kazanç elde etmelerini sağlayan O'dur." "Bu Kabe'nin Rabbine kulluk etsinler. Çünkü kendilerini aç iken doyuran O'dur." Üzerinde yaşadıkları toprak parçasını durumuna göre onların aslında aç kalmaları gerekirdi. Ama yüce Allah onlara nimetler verdi ve onları bu açlıktan kurtararak doyurdu. "Ve onları korkudan güvenliğe eriştirdi." Güçsüz oldukları ve içinde yaşadıkları çevrenin gereği olarak onların aslında korku içinde yaşamaları gerekirdi. Fakat Allah onları bu korkudan güvenliğe eriştirdi.

Bu, ruhlarda haya duygusunu harekete geçiren, kalblerde mahcubiyeti tırmandıran bir hatırlatmadır. Kureyş kabilesi Kabe'nin değerini ve onun dokunmazlığının hayatları üzerindeki etkisini bilmiyor değildi. Sıkıntı anında bu Kabe'nin Rabbinden başkasına sığınmazlardı. İşte Abdülmuttalib bu nedenle Ebrehe'nin karsısına bir ordu ve kuvvetle çıkmamıştır. Kabe'nin Rabbine dayanarak O'na karşı koymuştur. Çünkü O Rabbinin Kabe'yi koruyacağını bilmektedir! Abdülmuttalib bir put veya bir heykelle onun karşısına çıkmış ve sözde ilahların kendi evini koruyacağını söylememiş sadece şunu dile getirmiştir: "Ben develerin sahibiyim. Hiç şüphesiz Kabe'nin de bir sahibi vardır ve o Kabe'yi koruyacaktır." Ne var ki cahiliye sapıklığı hiçbir mantık tanımaz! Hiçbir gerçeğe ve makul hiçbir temele dayanmaz!

Bu sure, konusu ve atmosferi ile kendisinden önceki Fil suresinin bir devamı niteliğindedir. Bununla beraber besmele ile başlayan müstakil bir suredir. Rivayetlere göre Kureyş suresi ile Fil suresi arasında dokuz sure inmiştir. Ancak Kuran'daki yerleri ard arda gelmektedir. Bu da birbirine yakın olan içerikleri ile uyum sağlamaktadır.

KUREYŞ SÜRESİ(Muhammed GAZALİ)

"(Eğer Allah'ın başka nimetlerinden dolayı O'na kulluk etmiyorlarsa hiç değil­se) Kureyş'in (güvenini sağlayıp) onları alıştırdığı için, onları kış ve yaz yolcu­luğuna (kışın Yemen'e, yazın Şam'a gitmeye) alıştırdığı için." (Kureyş: 1-2)

Arap Yarımadası, Asya ile Avrupa arasında bulunmaktadır. Bu yarımadada ya­şayanlar, bu iki kıta arasında ticâret ile uğraşmışlardır. Bunlar, Şam'daki Ro­malılar ile Güneydeki Hintliler arasında bir köprü görevi görüyorlardı. Bu iki ülke insanları arasında ticâret malı taşıyan kervanlar düzenlemişlerdir.

Allah, kendisinden bir hayli faydalandıkları bu durum sayesinde, Mekke ve civa­rında Araplara nimet vermiştir.

"Bu ev (Kâ'be)in Rabbine kulluk etsinler. O Rab ki onları yedirip açlıktan kur­tardı ve onları korkudan güvene kavuşturdu." (Kureyş: 3-4)

Bu kelimeler, korkusuzluğa ve güvenlik kapılarına işaret etmektedir. Korkudan emin olma ve güvenlik, siyâsî özgürlüğün, ürün çokluğunun ve takas kolaylığının ay­rılmaz bir parçası olduğu gibi aynı zamanda ekonomik özgürlüğün de ayrılmaz bir parçasıdır.

Arap Yarımadası'nın değişik yerlerindeki Araplar'ın, kişilik olarak diğerlerinden daha güçlü ve özgürlük olarak daha geniş olduğunu söyleyebiliriz. Bu durum, Arap­ları İslâm risâletini dünyanın her tarafına taşıma ve ulaştırma adayı kılmıştır.

Bir kısım âlimler, Ilâf (Kureyş) Sûresi'nin, Fîl Sûresi'nin bir devamı olduğu ve ikisinin bir sûre kılındığı görüşündedirler.

KUREYŞ SÜRESİ(Elmalılı Hamdi YAZIR)

"Kureyşin îlâfı (uzlaşması) için." Kur'ân'ın asıl resmî imlâsı (yazılış şekli) Hz. Osman'a nisbet edilen Mushafların hepsinde şeklindedir. "Şafiye Şerhi Şeyh Radıy"de de açıklandığı üzere Kûfî hattatların ilkleri, kelime ortasında gelen eliflerin hepsini ardardına hazfederler. Ve bunların benzerlerini hep böyle elifsiz yazarlardı. Basralılar'da ve müteahhirîn (sonrakiler)de çoğunlukla bu elifleri yazmak kaide olmakla beraber ve gibi bazı isimler genellikle elifsiz

yaz ıldığı gibi (Osman), (Muaviye), (Süleyman) isimlerinde de bazıları elifi hazfetmişlerdir.

Şu halde Arapça hattı kaidesince burada yahut diye iki imla (yazım şekli) caiz olabilirdi. Sonraki Mushaflarda müteahhirîn (sonrakiler)in üslubu üzere çoğunlukla ikinci şekilde eliflerin ortaya çıkarılışı umuma kolaylık olmak için caiz görülmüş ise de Kur'ân yazılışının bir çok yerlerde Arapça yazı kurallarına da uymayan özellikleri bulunduğu ve bunun aynı şekilde korunmasının gereği de unutulm a mak lazım gelir. Burada Kur'ân'ın asıl resm-i hattı (yazım şekli) ise Kûfi kaidesine yakın olmakla beraber tam aynı olmayıp, söylediğimiz gibi dir. "İthaf" da Kur'ân resm-i hattının böyle olduğunu beyan ederek der ki: Bütün Mushaflar de "ya"nın i s batı ve 'de hazfi ve ikisinde de (fâ)dan önce elifin hazfi üzerine icma etmişlerdir. Yani Hz. Osman Mushaflarının hepsi bunun üzerinde ittifaklıdır. Bunun sebebi de yazı değişmeksizin, bilinen üç kıraat üzere okunabilmesini muhafaza etmek olmalıdır. Ç ü nkü Ebu Ca'fer kırâatında birincisi hemzesiz meksur ya ile ikincisi "ya"sız hemze ile okunur. Bunun ikisi de mufaale babından mualefe mânâsına ilâf demek olup, birincisinde hemze ya'ya telyin olunmuştur. İbnü Amir kıraatında da birincisi ' s ız hemze ile ikincisi hemze ve ile diğer kıraatlar gibi okunur. Geri kalan kırâetlerin hepsinde ise ikisi de hemze ve ile şeklinde okunur.

Bunların mânâ itibarıyla farkına ve faydasına gelince: Hepsi de "ilf" ve "üflet"den olmakla beraber "îlâf", âlefe, yûlifû îlâfen if'âl babından ülfet ettirmek mânâsına malum masdar ve ülfet ettirilmek mânâsına mechul masdar olabileceği gibi, âlefe yûâlifi muâlefeten ve ilâfen ve îlâfen diye mufaale babından üçüncü masdar da olabilir. Ve bu şekild e ilaf ve mualefe gibi ülfet edişmek, yani anlaşmak, andlaşmak, muahede yapmak, antant kalmak mânâsına olur. Çoğunluk kırâate göre zahiri if'al babından göründüğü için çokları ülfet ettirmek veya ettirilmek, yani alıştırmak, alıştırılmak mânâsıyla tefsir etmişlerdir ki, bunda Kureyş'e izafeti mef'ulüne veya failine izafet olmak muhtemeldir. Lakin "ya"sız "îlâf" ancak mufaale babından olduğu ve kırâatler birbirini tefsir etmiş olmak daha açık bulunduğu için bir kısım tefsirciler de Ebu Ca'fer ve İbnü Amir kırâetleri karinesi (ipucu) ile ikisinin de mufaale babından muahede (antlaşma) mânâsına olduğunda ısrar etmişlerdir. Nitekim "Kamus"ta da der ki: Tenzilde îlâf ahd ve hufare (söz verme) ile icazet vermeye benzer; yani ahd ve eman ve korkunç yoldan yo l cuların emin ve selametle gidip gelmeleri için yasakçılık

ve himaye tarzında verilen icazet (pasaport), geçirtme ruhsatına benzer, emir ve taahhüddür. Bunda Kureyş'e izafeti failine izafet olmak açıktır. Îlâfın bu mânâsı da ülfetten alınmış ise de bunda özel bir örf ve ıstılah mânâsı da bulunduğu ve her iki mânânın bir lafz ile ifadesine imkan bulamadığımız, bir de ilâf kelimesi sûrenin ismi gibi olduğu için meâlde aynen muhafazasını daha muvafık ve doğru bulduk. Zira bunu yalnız ülfet ve itilaf ettirmek, a lıştırmak, alıştırılmak, yahut andlaşma, anlaşma diye bir ihtimal üzerine tahsis etmek doğru olmayacaktır.

Ragıb'ın beyanına göre ülfet, itilaf mânâsına isim olup aslında iltiyam (yaranın iyileşmesi) ile toplanmadır. Yani esasında itilaf ve ünsiyet gibi uyuşup kaynaşma şekliyle toplanma mânâsı vardır. Onun için itiyat demek olan alışmak ve ayrılmamak demek olan lüzum ve uygunluğu ifade eden ısımlılık mânâları da onun gereğidir. Ahd, anlaşma, antlaşmak suretiyle itilaf da ülfetten alınmadır. Şu halde, Kureyş'i alıştırmak, ısındırmak, Kureyş'in alıştırılması, alışması demek olabileceği gibi, Kureyş'in birbiriyle yahut başkalarıyla ahitleşmesi, andlaşması, anlaşması, itilaf etmesi veya ettirmesi mânâlarını da ifade eder.

Kureyş, Arap içinde Adnanîler'den, Adnanîler içinde Mudarîler'den, Mudarîler içinde Kinanîler'den, Kinanîler içinde Nadr b. Kinane evladından olan meşhur, büyük kabilenin ismidir. Alûsî'nin beyanına göre Kurtubî buna sözlerin en sahih ve en sabiti demiş ve bazıları fakihlerin de b unu kabul ettiklerini söylemiştir. Fakat Ebu'l-Fida ve diğerlerinin beyanına göre sahih olan Kureyş, Fihr b. Malik b. Nadr b. Kinane evladıdır. Fihr evladından olmayanlar Kureyş sayılmaz. Bunun, çoğunluğun fikri olduğu söylenmiş, hatta Zübeyr b. Bekkar, n eseb ilmi bilginleri (nessâbûn)nin bunda ittifakları olduğunu söylemiştir. Kaf'ın fethi ile "karş", kesmek ve şuradan, buradan bir takım şeyler toplayıp birbirine katmak ve ve ilhak ederek karıştırmak ve harpte birbirine karışıp mızrakları birbirine karm a karışık tokuşturmak mânâlarına masdar olur ki Türkçe'de karışmak, karıştırmak masdarına lafız ve mânâ bakımından benzetilebilir. Nitekim harpte mızraklar birbirine girip karıştığı zaman denilir ki süngüler mızraklar karıştı, birbirine girdi demektir. T e karruş da tecemmu (toplanma) mânâsınadır. Kaf'ın esresiyle "kırş" deniz canavarlarından birinin ismi imiş ki denizdeki diğer hayvanları yer, kahreder ve kendisi yenilmezmiş. Bunun tasgir (küçültmes)i kaf'ın zammıyla "Kureyş" gelir. Fihr b. Malik

b. Na dr, şiddet ve kuvetinden dolayı bu isim veya bu lakab ilk anılmış ve onun sülalesine nisbetle Kuraşî veya Kurayşî denilmiştir. Künyesi Ebu Galib'dir. Bazıları da demişlerdir ki bu kabileye Kureyş denilmesi Fihr zamanında değildir. Bunlar Huzailer'in Mekk e 'yi zabtı ve Kâbe'nin anahtarlarını onlardan almaları üzerine dağılmışlardı. Sonra Resulullah'ın ecdadından ve Fihr'in sülalesinden Kusayy b. Kilab b. Mürre b. Ka'b b. Lüeyy b. Galib b. Fihr, bu dağılmış olan kabileyi derleyip toparlayarak Huzailer'den Ka b e'nin anahtarlarını geri alarak şereflerini yeniden kurduğu zaman Fihr evladından olanların hepsine Kureyş ve nisbetinde Kuraşî yahut Kurayşî denilmiştir. Ebu'l-Fida der ki: "İbnü Said Mağribi'nin nakli böyledir. Buna göre Kureyş, Fihr'in kendisinin deği l, evladının ismi olmuştur". Ve bu şekilde Kureyş toplanma mânâsına olan "tekarrüş"ten türemiş olarak terhim (kısaltma) yoluyla küçültülmüş demektir. Zira ziyade babdan tasğir (küçültme) sigası ancak kısaltma ile kabil olur. Ferra, ticaretlerinden dola y ı kazanma mânâsına tekarrüşten olduğunu söylemiştir. "Siyer-i İbnü Hişam"da der ki: "Kureyş'e Kureyş denilmesi tekarrüştendir. Tekarrüş, ticaret ve kazanma mânâsınadır. Ru'be b. Accac şöyle demiştir:

"Yağ ve hilesiz saf şeyler, onları ticaret ve kazancın döküntüleri olan kalitesiz buğdaya ve halhal başlarına muhtac etmiyordu."

Şuğuş, bir çeşit buğday, haşl, halhal ve bilezik başları; kuruş da ticaret ve kazanmadır. Bu recez bahrinde yazılmış şiirde ticaret ve kazanç mânâsına olan kuruş dilimizde ticaret için değişim aracı olan para için birim olarak kullandığımız "kuruş" kelimesiyle açıktan ilgili görünür. Bundan takarruş kuruşlanmak, ticaret edip kazanmak demek olur. Bir görüşe göre Kureyş ismi bundan alınmadır. Alûsî'nin beyanına göre bazıları da "teftiş" mânâsına "takriş"ten olduğunu, çünkü bunların atalarından beri ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarını teftiş ederek arayıp sormak ve hacıların eksiklerini gediklerini gözetip çaresini araştırmak âdetleri bulunduğunu söylemişler d ir. Gerek ziyadeden olsun, gerekse aslı üzere sülasi (üç harfli)den olsun Kureyş kelimesinden tasğir (küçültme)in tazim (yüceltmek) için olduğunda söz yoktur. Nitekim şu beyitteki:

"İnsanların hepsinin her halde aralarına girecek

Bir dahiy ecik (musibetcik) ki, ondan parmakların uçları sararır."

(Burada "düveyhiye" diye tasgîr (küçültme) sigasıyla ifade olunan musibetcikten maksad ölümdür. Küçültme bunun en küçüğünün bile büyüklüğünü ve dehşetini ifade etmek için zıddıyle kinaye edilmiş gibidir.)

"Düveyhiye" kelimesinin tasğiri (küçültmesi) büyüklemek için olduğu meşhurdur. Ve izah olunacağı vechile Haşim ve kardeşinin de Kureyş'i ilafta büyük hizmeti olmuştur. Malumdur ki Rasul-i Ekrem (s.a.v.) hazretleri "Muhammed b. Abdullah b. Abdulmuttalib b. Haşim b. Abd-i Menaf b. Kusayy b. Kilab b. Mürre b. Ka'b b. Lüey b. Galib b. Fihr b. Malik b. Nadr b. Kinane b. Huzeyme b. Müdrike b. İlyas b. Mudar b. Nizar b. Mead b. Adnan"dır. Adnan da daha hayli batın ötede İsmail b. İbrahim Aleyhiss e lam zürriyeti olması hasebiyle Peygamberimizin nesebi de İbrahimî, İsmailî, Adnânî, Mudarî, Kinanî, Kureyşî, Haşimî'dir.

Şu halde diğer âyetlere ve mücizelere bakmaksızın yalnız bu cihet nazar-ı itibara alındığı, Kusayy'in ve Haşim'in Kureyş'i ilaftaki şeref ve hizmeti ve fil olayı dolayısıyla de Beyt ve ehl-i beyt hakkında ortaya çıkan Allah'ın yardımı düşünüldüğü şekilde bile Hz. Peygamber'in tevhit davetine ilk önce Kureyş'in koşması lazım gelirken, yine ilk önce onların Allah'a ortak koşmada ısra r ederek muhalefet ve karşı koymaya kalkışmaları bu sûrenin nüzul sebebi olmuştur.

'deki "lâm"ın mânâsında üç vecih söylenmiştir:

1- İbnü Cerir gibi bazılarının seçtiğine göre teaccüb için olup mahzuf fiiline müteallık (ilgili) olmaktır ki, Kureyş'in kış yaz yolculuk ve sefere ülfetleşip bu Beyt (Kâbe)in Rabbine kulluk etmemelerine teaccüb edin (şaşın), o şaşmaya layıktır demek olur. Bu mânâ sûrenin başlı başına bir sûre oluşuna ve "ibadet etsinler" emrinin açıklamasına göre münasip bir mân â olmakla beraber, yolculuğun mutlaka kötülüğüne işaret eder gibi olması hasebiyle pek uygun değildir.

2- Ta'lil için olmaktır. Bunda da iki vecih vardır:

Birisi, önceki sûredeki "onları kıldı" veya "nasıl yaptı" fiilleriyle ilgili olmaktır. Bunu, bazıları sûrenin müstakil olmasına aykırı görerek, bu sûrenin başında o fiillerden birini takdir etmek daha uygun olacağını, yani "öyle yaptı ki Kureyş'in îlâfı için" mânâsına olmasını tercih etmişlerdir. Bu şekilde ilâf, bir nimet olarak zikred i lmiş demektir. Lakin buna karşı denilmiştir ki, Kur'ân'ın hepsi bir sûre gibi mânâ bakımından birbirine bağlı olmak itibarıyla

bir sûrenin diğerine mânâ cihetinden bir ilişkisi, onun haddi zatında bir sûre olabilmesine engel olmamak gerekirse de, fil olayını yalnız Kureyş'in yolculuğa ilâfı ile sebep gösterme doğru olmaz. Çünkü bu yolculuk ve seferden maksad, Yemen'e ve Şam'a ticaret için sefer olduğuna göre Kureyş'in bu yolculuğa ülfeti ve bu konuda Yemen ve Şam hükümetleriyle antlaşma ve uyuşmaları yal n ız fil olayından sonra değil, daha önceden ve bilhassa Abdi Menaf oğulları Haşim ve kardeşleri zamanından beri yapageldikleri bir ülfet olduğu malum bulunduğundan dolayı fil vak'ası bu ülfeti meydana getirmek için oldu demek doğru olmaz. Gerçi fil sahiple r i gayelerinde başarılı olsalardı, bu ülfet kalmayacaktı. Ve onların o şekilde defedilmeleri ve yok edilmeleri gerek diğer Arap kabileleri ve gerek etraftaki melikler nazarında hürmet ve ilgilerini artırarak kendilerine daha çok ısınmalarına ve üfletlerini artırmalarına başlıca bir sebep olmuş bulunması itibarıyla bunu o olayın fayda ve semerelerinden başlıca birisi saymak ve bundan dolayı "lâm"ı ta'lilden çok başlıca bir akıbet için düşünmek doğru olabilirse de bunu fil vak'asının tek sebebi ve hikmeti im i ş gibi düşünmek doğru değildir. Onun için bunu fil vak'asının ve bir dış sebebi, ve de bir gayeye ait sebebi, yani sırf onun sonucu olan tertip edilmiş bir hikmeti olarak değil, onunla da bir münasebeti bulunmakla beraber, Allah Teâlâ'nın daha sonra dinin i açıklamak üzere Beyt (Kâbe) dolayısıyla Kureyş'e daha önceden nasib edip bu sûrede beyan buyurmuş olduğu ayrıca bir nimeti olan bir îlâf ve ülfet olarak düşünmek lazımdır. Bu ise deki lâm'ın ta'lil için olmakla beraber, yukarıki sûre mefhumuna değil, ancak ilerdeki "ibadet etsinler" emrine müteallık olmasıyla mümkündür. "fe"nin sonrası evvelinde amil olamayacağına dair meşhur bir nahiv kaidesi varsa da "Benden sakının." (Bakara, 2/41); "İnananlar Allah'a dayansınlar." (İbrahim, 14/11) misall e ri vechile buradaki "fe"nin de ona engel olacak kabilden olmadığı beyan olunmuş ve özellikle Nahiv imamlarından İmam-ı Halil ve Sibeveyh bu 'nin lâm'ının 'ye müteallık olduğunu beyan ve tasrih etmişler. "Keşşaf" sahibi Zemahşeri gibi dil kritikçile r i de bunu tercih etmişlerdir. Bu taallık (ilgi) doğrudan doğru olmasa bile ızmar (gizleme) ve tefsir suretiyle sahih olacağında hiç tereddüde yer yoktur. Bu sebeplerden dolayı, biz de meâlde bu vechi açık olarak tercih edip seçtik. Hitap de Resulullah'a o lup Kureyş'e emir, emr-i ğaib olduğu için mânânın özeti şu olmuş olur: Ey Muhammed! Rabb'ının fil sahiplerine o yaptığından başka Kureyş kabilesine daha bir çok özel ihsanları olmuş ve olacaktır. Bunlardan başlıca birisi onlarda

veya onların lehine olan ilaf, yani meydana getirilen ve daha çok getirilmesi istenen ülfet ve anlaşmadır ki, fil olayından sonra bilhassa hatırlatmaya değer.

2. Ondan dolayı herkesten önce iman ve kulluk etmeleri lazım gelirken etmeyen o Kureyş'e tebliğ et ki, onların husule getirilmiş ve getirilecek ülfet ve anlaşması için, -önceki îlâf yahut ilaftan bedel-i kül veya ba'zdır yani bilhassa o kış ve yaz yolculuğuna îlafları, kışın ve yazın göçe, sefere ülfet ettirildikleri veya daha çok ettirilmeleri için, yahut kış ve ya z seferde vardıkları yerlerde ülfet ve ünsiyete mazhar edilmeleri için yahut kış ve yaz seferi hakkında etraf ile ülfetleşerek anlaşıp andlaşmaları, ahitleşmeleri için.

RIHLET: Malum ki göç, sefer demektir. Îlâf if'al babından olduğuna göre rihlet onun mef'ul-i bihi, müfaale babından olduğuna göre de "cârr" (cerr eden)in hazfiyle takdirinde mef'ul-i lehidir. İş bu kış ve yaz İbnü Abbas'tan rivayet edildiği üzere Kureyş ticaret için kışın Yemen'e, yazın da Şam tarafına Basra'ya sefer ederlerdi. Aynı ş e kilde gerek ticaret ve gerek diğer maksatla yazın yazlık olarak Taif'e göçerler, kışın da Mekke'ye göçerlerdi. Nakkaş tefsirinde dört seferleri olduğu zikrolunmuş, İbnü Aliyye bu görüşün reddedilmiş olduğunu söylemişse de "Bahru'l-Muhît"de der ki: Reddolu n ması uygun değildir. Çünkü ilâf ashabı dört kardeş idi ki, bunlar Abd-i Menaf oğullarıdır: Haşim, Şam meliki ile anlaşırdı. Ondan atlar almış, onunla Şam ticaretinde emniyet bulmuştu. Abd-i Şems, Habeş'e; Muttalib, Yemen'e; Nevfel de Faris ile anlaşırdı. Bunlara "Müttecirin" denirdi. Diğer Kureyş tüccarları bu dört kardeşin adlarıyla ticarete giderler, ondan dolayı onlara da dokunulmazdı. Ezherî "el-îlâf yani "hufâre" denilen yasakcılıkta kuruyuşa benzer" demiştir. Böyle olunca bu dört kardeşin himayesi n de olarak tüccarın bulunduğu bu dört mevki itibarıyla Kureyş'in dört seferi olmak diye ifade olunan iki sefere zıt olmaz. Rihlet, cins ismi olarak bir ve daha çok sefere de şamil olabilir. Nitekim şair bu dört kardeşi methettiği şu beyitlerle bu mânâyı anlatmıştır:

"Ey yükünü, seferlerini değiştiren adam!

Abd-i Menaf ailesine inseydin a...

Onlar ufuklarından ahd almışlardır,

Ve seferi ilaf için sefer ederler.

Bir bahşiş veren bulunmazken onlar bahşiş veri rler.

Ve misafirlere buyurun derler.

Ve zenginlerini fakirlerine karıştırırlar

O derece ki hatta fakirleri kifayetli gibi olurlar".

"Bahr"ın sözü burada bitti. Yukarda kaydettiğimiz vechile "Kamus"ta da tenzildeki "îlâf"ın ahd ve mânâsı beyan edildikten ve bu ahdi ilk alan Haşim olduğu zikredildikten sonra sûrenin meâli, şöyle izah edilmiştir: Kureyş, Harem-i Şerif'in sakinleri idiler. Etraflarında halk vurulup çarpılırken onlar erzaklarının temininde ve yazın, kışın seferlerinde emn i yetle gidip geliyorlardı. Bir arızaya uğradıkları zaman, "Biz Allah'ın hareminin ehliyiz." diyorlar ve bundan dolayı kendilerine kimse dokunmuyordu. Haşim, Şam ile anlaşıyordu; Abdişems, Habeş'le; Muttalib, Yemen'le; Nevfel, Faris'le, diğer Kureyş tacirle r i de bu kardeşlerin tutamaklarıyla bu şehirlere gidip geliyorlar ve o sayede onlara da dokunulmuyordu. Bu dört kardeşten her biri kendi sefer nahiyesinin melikinden bir ahd ve eman vesikası almıştı.

Kamus tercemesi "Okyanus"un bunu izahında da zikredildiği üzere Kureyş halkı ötedenberi ticaret ehli ise de ticaretleri -hemen- hemen Mekke ve etrafına münhasır gibiydi. Başlangıçta Haşim b. Abdi Menaf, Şam melikinden ahd ve eman almıştı. Bir defa Haşim Şam tarafına azmedip vasıl olduğunda şeref ve şanı, Ş am'da hükümran olan Kayser tarafından duyulup huzuruna davet ve riayet eylemişti. Haşim bu vesile ile münasebet getirip Kureyş tacirlerinin bazı Yemen ve Hicaz mallarıyla Şam ülkesine emanet ve selametle gidip gelmeleri için ahd ve emanı içeren bir ruhsat n ame istemiş, o da isteği üzere resmi bir vesika vermiş olmakla ondan sonra Kureyş tacirleri Şam tarafına ülfet ettirilir olmuştu. Bunu gören kardeşleri de anlatıldığı üzere Habeş'ten, Yemen'den, İran'dan böyle birer ruhsat almışlardı ki, bunlar birer "kap i tülasyon" demek olur. Bu şekilde Kureyş kabilesi yaz kış seferlerinde bu dört kardeşin hufaret denilen delalet ve himayesi adı altında emniyet ile gidip geliyorlardı.

Bu izahlardan da anlaşılıyor ki, ilaf deyimi iki haysiyetle iki mânâ ifade etmiş olu yor. Birisi uyuşup anlaşarak bir muahede ve antlaşma ahdetmek ki, bu

mânâda mufaale babından olan ilâf ve îlâf sarih; birisi de diğerini alıştıracak vechile hufare denilen delalet ve himaye suretiyle koruyarak ülfete sevketmektir ki bunda da if'al babından olan i'laf sarihtir. Bu sûrede bu kelimenin bedel yoluyla iki defa zikredilmesinden de her birinin bir mânâya işaret olması muhtemel olduğu gibi İbnü Amir kırâati de birisinin îlaf, ikincinin ilâf olmasında sarihtir. Bu itibar ile de meâlde îlâf lafzının bu iki mânâyı içermek üzere aynen muhafazası lüzumu ortaya çıkar. Bütün bu mânâlarda "kış ve yaz seferi"nde ticaret seferi mânası esası olmuş oluyor. Bununla beraber bu îlâf Kureyş'e ait olmakla beraber seferin de mutlaka onlara ait olması lazım ge l mez. Bu anlaşma suretiyle Kureyş başkalarını da sefer ve rıhlete ilaf etmiş olmak muhtemeldir.

Bundan başka Fahreddin Râzî'nin ikinci bir görüş olarak zikrettiği vechile bu kış ve yaz seferinden maksad, diğer halkın hac ve umre için Mekke'ye sefer ve yolculukları olmak, Kureyş'in bu sefere ilafından maksad da emniyet ve asayişi temin ile etraftaki halkı ona ısındıracak şekilde rağbetin fazlalaşmasına hizmet etmek olabilir. Nazmın buna da ihtimali vardır. Fakat meşhur olan öncekidir.

Geçen açıklamadan da anlaşıldığı vechile Kureyş'in bu seferlere ülfeti fil olayından sonra başlamış değildir. Çünkü Haşim ve kardeşlerinin fil olayından önce, bu olayın ise hayli sonra Abdülmuttalib zamanında olduğu bilinmektedir. Şu kadar ki fil sahipleri maksatların d a başarılı olup da Kâbe'yi yıksalardı Kureyş'in bu önemi ve bütün bu ilaf ve anlaşma menfaatleri elden kaçacağı kesin olduğundan olayın bunları teyit ve takviye etmiş olduğu da, şüphesizdir. İki sûre arasında asıl benzeme yönü de budur.

Şunu da dikka t nazarına almak gerekir ki, mef'ul-i leh mutlaka husulî olmak gerekmez. Gayeye ait illet, tertip edilmiş fayda kabilinden neticede husule getirilmek üzere tahsilî de olur. Mesela sevdiği için söyledi, denildiği gibi, sevdirmek için söyledi de denileb i lir. Onun için Kureyş'in o zamana kadar husule gelmiş bulunan îlâfı için demek olabileceği gibi, o zamana kadar henüz tamamıyla husule gelmeyip daha çok ilerde olacağı Allah'ın muradı olan ve yalnız Mekke ve Arabistan havalisine değil, bütün cihana karşı ülfet ve anlaşma ile yüksek bir medeniyet, emniyet ve asayişi taahhüd edecek gelişen bir îlâf ve te'lif dahi olur ki, bu da sadece normal ufak tefek ticaret işleriyle değil, Beyt (Kâbe)-i Şerif'in ve Muhammed Aleyhisselam'ın peygamberliğinin ve tevh i d dininin kadrini hakkıyla bilerek ve gerçekten Emin Belde'nin ve Harem-i

Şerif'in ehli olacak ahlak ve tavırlara sahip olarak ve fil ashabı gibi ortaya çıkması düşünülebilen saldırgan düşmanlara karşı mücahede ve Allah'a kulluk için birleşerek "Hacılara su verme ve Mescid-i Haram'ı onarmay(işini yapan)ı; Allah'a, ahiret gününe inanan ve Allah yolunda cihad edenle bir mi tuttunuz?" (Tevbe, 9/19) mefhumu ile hareket etmek üzere yaz ve kış her mevsim için gereğine göre seferberlik edebilecek vechile bir î l âf ve ülfet hasıl etmekle, yani İslâm dinine sarılmakla olacaktır. Onun için burada yukarıda açıklandığı üzere husule gelmiş bulunan ilafın ve ticaretin de şükrü lazım gelen Allah'ın bir nimeti olduğuna işaretle beraber, asıl ilerde husulü arzu edilen yük s ek ilaf ve anlaşmanın temeli bulunan tevhidî ibadet ve kulluğa sevk için ilaf nimetine özellikle önem verildiğini ifade etmek üzere öne alınmıştır.

3. Şu halde "Keşşaf" sahibinin beyan ettiği vechile mânâ şu olur: Allah Teâlâ'nın saymaya gelmez diğer nimetlerini hesap edemeseler, düşünmeseler bile Kureyş hiç olmazsa sırf bu ilaf nimeti için Bundan böyle bu Beyt (Kâbe)nin Rabb'ine ibadet ve kulluk etsinler. Yani Muhammed Aleyhisselam'ın daveti üzerine serkeşlik etmeyip hakkı tanısınlar, şirk ve isyan d an vazgeçsinler de fil sahiplerinin saldırısından muhafaza buyurulmuş Beyt-i Atik (eski Beyt) olan şu Kâbe'nin ortak ve benzerden uzak Rabb'ine ibadet etsinler, yalnız onu Mabud tanıyıp onun emri gereğince ibadet ve kulluk yapsınlar, o Beyt'in ehli olac a k Rabbanî ahlâk ile ahlâklanarak ona hizmet için gereken görevi yapmak üzere kış yaz her türlü mücahede ile yüksek ilafa hazırlansınlar.

4. "O Rab ki" Rabb'in sıfatıdır, yani bu Beyt'in Rabb'i ki onları, (o Kureyş'i) büyük bir açlıktan doyurdu ( 'un ve 'in tenvinleri yükseltmek ve korkuya düşürmek içindir). Bu açlık ve doyum hakkında üç görüş vardır:

1- İbrahim Aleyhisselam'ın: "Rabbimiz! Ben çocuklarımdan bazısını, senin Beyt-i Haram'ının yanında, ekinsiz bir vadiye yerleştirdim. Rabb'imiz, namazı kılsınlar diye (böyle yaptım). Artık sen de insanlardan bir takım gönülleri, onları sever yap ve onları çeşitli meyvelerle besle." (İbrahim, 14/37) duasına işaret olmasıdır ki, Beyt-i Muharrem (Kâbe)nin yanında Mekke ziraatsız bir vadi olduğu halde Hz. İbrahim'in duası ve Kabe'nin hürmeti sayesinde İbrahim zürriyetinden İsmail ve evladının ve onlardan olan Kureyş'in "Onları çeşitli meyvelerle besle." (İbrahim, 14/37) âyeti ölçüsünce meyvelerden beslenerek yaşayabilmesidir.

2- Yin e bu dua meyvesi ve Beyt'in bereketi olarak Kureyş'in, beyan olunduğu üzere yaz ve kış ticaret seferlerine îlâfı vasıtasıyla o muhitte tabiî olması lazım gelen açlıktan korunmuş olmalarıdır ki, burada en açık olan budur.

3- Yusuf seneleri gibi süren ş iddetli kıtlığa işaret olduğunu da söylemişlerdir ki leşleri ve kemikleri bile yemişler ve Hz. Peygamber'in duası berekâtiyle kurtulmuşlardı da Kureyş kâfirleri yine imana gelmemişlerdi. (A'râf Sûresi'nde "Biz her hangi bir ülkeye bir peygamber gönderd i ysek, onun halkını yalvarıp yakarsınlar diye mutlaka yoksulluk ve darlıkla sıkmışızdır." (A'râf, 7/94) âyetinde ve daha bazı yerlerde buna dair söz geçmişti. Bkz.). Ve müdhiş bir korkudan emin buyurdu. Bu da fil ashabının defedilmiş olan korkusudur. Bu n unla beraber "Görmediler mi çevrelerinde insanlar kapıl(ıp öldürülür veya esir edil)irken biz (Mekke'yi) güvenli bir bölge yaptık." (Ankebut, 29/67) buyurulduğu üzere etraflarından halk vahşet ve kötülük içinde vurulup çarpılıp dururken Kureyş Beyt'in c i varında emin harem, emin belde olan Mekke ve havalisinde emniyet buldukları gibi Harem ehli, seferlerinde de ilaf ile korkudan emin olarak gidip geliyorlardı. Halbuki o Beyt'in, o Harem'in ehli olabilmek için bütün cihana karşı o etrafın cehalet ve kötül ü ğünü ıslah, emniyet ve asayişini tesis, ihtiyaç içinde kıvranan fakirlere ve miskinlere gereği vechile yardım etmek, Allah'ın birliğini bilerek onun yolunda ve onun hükümlerini yerine getirme uğrunda mücahede ederek ona layık kul olmak, hasılı hak ve tev h id dini olan İslâm'a kamil iman, sıdk u sadakatle sarılarak Ve'l-Asrı Sûresi'nde özetlenen esas üzere çalışmak lazımdır.

Görülüyor ki Elemtere Sûresi'ne bağlı gibi görünen bu sûre buradan yukarıki sûrelere de dönüp baktırarak ta Vettini Sûresi'ndeki "Ve güvenilir şehre andolsun ki." (Tîn, 95/3) âyetini hatırlatmış, orada "Artık bundan sonra hangi şey sana dini yalanlatabilir?" (Tîn, 95/7) buyurulduğu gibi, buraya kadar kıymetli dinin esasları özetlendikten sonra, burada da "Dini yalanlayanı g ö rdün mü?" (Mâûn, 107/1) diye Mâûn Sûresi başlayacaktır.

KUREYŞ SÜRESİ(Muhammed ESED)

Hz. Peygamber'in arkadaşlarından bazısına ve sonraki kuşaktan birçok alime göre, bu sure ile bir önceki sure, aslında bir bütün oluştururlar. Böylece Ubey b. Ka‘b'ın elindeki Kur’an nüshasında Fîl ile Kureyş sureleri, bir tek sure olarak yazılmışlardı, yani alışılmış şekilde besmele ile birbirlerinden ayrılmamışlardı (Beğavî ve Zemahşerî). Hz. Ebubekir ve Osman'ın Kur’an metnini nihaî olarak cem‘ ederlerken, Zeyd b. Sâbit ve Ali b. Ebî Tâlib'in yanısıra itimad ettikleri önde gelen salâhiyetlerden birinin de Ubey b. Ka‘b olduğunu unutmamalıyız. İbni Hacer Askalânî'nin Ubey b. Ka‘b'ın Kur’an nüshasının şehadetini ikna edici bulması bu sebepten olabilir. (Fethu'l-Bârî, VIII, 593). Ayrıca rivayet edilir ki Ömer b. Hattâb, cuma namazını kıldırırken iki sureyi tek sure olarak okurdu (Zemahşerî ve Râzî). Ancak Fîl ve Kureyş ister tek ister iki ayrı sure olsunlar, şurası kesindir ki ikincisi, birincinin devamı olup Allah'ın Fil Ordusu'nu imha etmesinin “Kureyş'i güvenli kılmak için” yapıldığına işaret eder (bkz. aşağıda ayet 1 ve ilgili not).
1 KUREYŞ'in emniyeti sağlanabilsin diye,1
2 kış ve yaz seferlerindeki2 emniyeti.
3 O halde bu Mâbed'in3 Rabbine kulluk etsinler, 4 O ki, aç kalmasınlar diye onları beslemiş ve tehlikelerden emin kılmıştır.4

DİPNOTLAR
1 Lafzen, “Kureyş'i korumak için”, yani onları, Kâbe'nin koruyucuları ve Son Peygamber Muhammed (s)'in aralarından çıkacağı bir kabile yaparak. Böylece, “Kureyş'in güvenliği”, Kâbe'nin güvenliğinin bir simgesidir: Uğruna Ebrehe ordusunun imha edildiği, Allah'ın birliği kavramına dayanan İtikadın odak noktası olan Kâbe'nin (bkz. giriş notu ve bir önceki sure).
2 Yani, Mekke'nin refahının başlıca güvencesi olan yılda iki ticaret kervanının -kışın Yemen'e yazın Suriye'ye giden kervanın- emniyeti için.
3 Yani, Kâbe'nin (bkz. 2:125, not 102).
4 Karş. Hz. İbrahim'in duası: “Ey Rabbim! Burayı güvenli bir bölge kıl ve halkına bereketli bir rızık bağışla” (2:126).