2 Haziran 2007 Cumartesi

ANKEBUT SÜRESİ(MEVDUDİ)

Adı: Bu sure adını, "Ankebut" (örümcek) kelimesinin geçtiği 41. ayetten alır.

Nüzul Zamanı: 56'dan 60'a kadar olan ayetler, bu surenin Habeşistan'a hicretten çok kısa bir süre önce nazil olduğunu göstermektedir: Bu görüşü ele alınan konunun özelliği de desteklemektedir. Bazı müfessirler, surede münafıklardan bahsedildiği ve münafık sorunu Medine'de ortaya çıktığı için ilk on ayetin Medine'de geri kalanlarının ise Mekke'de nazil olduğu görüşündedirler. Oysa burada münafıklığından bahsedilen kişiler, kafirlerin müslümanlara uyguladığı baskı ve işkencelerden korktukları için ikiyüzlü bir tutum benimseyen kimselerdi. Bu nedenle bu tür bir iki yüzlülük Medine'de değil ancak Mekke'de meydana gelmiş olabilir. Aynı şekilde bazı müfessirler de, bu surede müslümanların hicrete teşvik edildiğini görerek bu surenin Mekke'de nazil olan son sure olduğunu kabul etmişlerdir. Bu görüşler hiçbir rivayete dayanmamakta, fakat surenin ele aldığı ana konulardan kaynaklanmaktadır. Surenin değindiği ana konular tüm olarak gözönünde bulundurulduğunda, bunların Mekke'deki son döneme değil, Habeşistan'a hicretten hemen önceki şartlara işaret ettiği anlaşılır.

Ana Fikir ve Konular:

Sure ayrıntılı bir incelemeye tabi tutulduğunda, nüzul zamanının müslümanların Mekke'de en şiddetli işkenceye maruz kaldıkları dönem olduğu görülür. Kafirler, İslâm'a tamamen karşı çıkıyor ve yeni dine girenler en şiddetli baskılara maruz bırakılıyorlardı. Allah, samimi müslümanları cesaretlendirmek, güçlendirmek ve iman zayıflığı gösterenleri utandırmak için bu sureyi indirdiğinde şartlar böyleydi. Bunun yanısıra Mekkeli müşrikler, her çağdaki Hak düşmanlarının uğradığı akibeti kendi kendilerine davet etmemeleri için uyarılmaktadırlar.

Bu bağlamda, o dönemde birkaç gencin karşılaştığı sorunlara da cevap verilmektedir. Mesela bu gençlerin aileleri onlara Hz. Muhammed'i (s.a) bırakıp, atalarının dinine dönmeye zorlayarak şöyle diyorlardı: "Sizin iman ettiğiniz Kur'an, ana-baba haklarını en üst seviyede tutuyor. O halde bizim söylediklerimizi dinleyin. Aksi taktirde dininizin emirlerine karşı gelmiş olursunuz." Buna, surenin 8. ayetinde cevap verilmektedir.

Aynı şekilde bazı kabile üyeleri de İslâm'a yeni girenlere şöyle diyorlardı: "Azab ve sevap gibi şeyler bizim olsun. Bizi dinleyin ve bu adamı bırakın. Eğer Allah sizi ahirette hesaba çekerse biz ortaya çıkıp şöyle diyeceğiz: "Rabbimiz, bu insanlar masumdur, onları imandan dönmeye biz zorladık. bu nedenle bizi cezalandır." Bu konu da 12-13. ayetlerde ele alınmıştır.

Bu surede değinilen kıssalar da çoğunlukla şu aynı noktayı vurgulamaktadır. "Onlar büyük zorluklar çektiler ve uzun yıllar boyunca eziyete uğradılar. En sonunda Allah'ın yardımına mazhar oldular. Bu nedenle cesur ol: Allah'ın yardımı mutlaka gelecektir. Fakat bir deneme ve sıkıntı dönemi yaşanmalıdır." Müslümanlara öğretilen bu dersin yanısıra kafirler de şöyle uyarılmaktadır: "Eğer şimdi Allah tarafından hemen cezalandırılmıyorsanız, hiçbir zaman cezalandırılmayacağınız gibi bir zehaba kapılmamalısınız. Helak olmuş eski ümmetlerin izleri gözlerinizin önündedir. Bakın onlar nasıl bir akibete uğramışlar ve Allah peygamberlerine nasıl yardım etmiş."

Daha sonra müslümanlara şöyle bir talimat verilmektedir: "Eğer işkenceler dayanamacağınız hale geldiyse, imanınızı terketmek yerine memleketinizi terkedin. Allah'ın arzı geniştir; rahatça Allah'a ibadet edebileceğiniz yeni bir yer bulun."

Bütün bunların yanısıra kafirler de İslâm'ı anlamaya teşvik edilmektedirler. Tevhid ve ahiret ile ilgili güçlü deliller öne sürülmekte, şirk reddedilmekte ve onların dikkatleri evrendeki çeşitli ayetlere çekilerek, tüm bu ayetlerin peygamberin onlara sunduğu öğretiyi teyit ettiği söylenmektedir.

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1 Elif, Lâm, Mîm.

2 İnsanlar, (yalnızca) "İman ettik" diyerek, sınanmadan bırakılıverecekerini mi sandılar?1

3 Andolsun, onlardan öncekileri sınamadan geçirdik,2 Allah, gerçekten doğruları da bilmekte ve gerçekten yalancıları da bilmektedir.3

4 Yoksa kötülükleri yapanlar,4 bizi (aşıp) geçeceklerini mi sandılar?5 Ne kötü hükmediyorlar?

AÇIKLAMA

1. Bu söz söylendiğinde Mekke'de hüküm süren şartlar çok ağır ve yıpratıcıydı. İslâm'ı kabul eden herkes zulüm, hakaret ve işkence hedefi oluyordu. Eğer İslâm'ı kabul eden kimse fakir veya köle ise dövülüyor ve dayanılmaz işkencelere maruz bırakılıyor; eğer tacir ve zenaatkâr ise ekonomik kısıtlamalara hedef oluyor ve neredeyse aç kalıyor; eğer ileri gelen ailelerden birine mensupsa kendi akrabaları çeşitli şekillerde rahatsız edip eziyet veriyorlar ve hayatı çekilmez hale getiriyorlardı. Bu durum Mekke'de bir korku ve tedirginlik havası yaratmıştı ve bu nedenle kalpleriyle peygamberin hak olduğunu kabul eden birçok kişi açıktan ona iman etmeye korkuyorlardı, iman eden bazıları da sonraları cesaretlerini yitiriyor ve çok ağır işkencelerle karşılaştıklarında kafirlere boyun eğip taviz veriyorlardı. Gerçi bu yıpratıcı şartlar sağlam imanlı sahabîlerin kararlılığını sarsamıyordu ama bazen onlar da beşeri zaaflar dolayısıyla yoğun bir tedirginlik ve ümitsizlik duygusuna kapılıyorlardı. Buhari, Ebu Davud ve Nesei de zikredilen Habbab bin Eret hadisi, bu durumu gösteren bir örnektir.

Habbab şöyle der: "Artık müşriklerin bize işkence yapmasından yıldığımız bir sırada, bir gün Nebi'yi (s.a) Kabe'nin gölgesinde otururken gördüm. Yanına gittim ve "Ey Allah'ın Rasûlü bizim için dua etmeyecek misin?" dedim. Bunu duyunca yüzü kıpkırmızı oldu ve şöyle dedi: "Sizden önce geçen müminler bundan da büyük işkencelere maruz kaldılar. Bazıları hendeklere atıldı, bazıları baştan ayağa iki parçaya biçildi. Bazıları ise imanlarından döndürülmek için demir taraklarla tarandılar. Vallahi, bu din tamamlanacak ve bir kimse hiç endişe etmeksizin San'a dan Hadramut'a kadar seyahat edebilecek, bu arada Allah'tan başka korkacağı hiç kimse olmayacaktır."

Bu ümitsizlik bezginlik halini sabra dönüştürmek için Allah müminlere şöyle der: "Hiç kimse sadece sözle iman ettiğini söyleyerek va'dettiğimiz dünya ve ahiret nimetlerine layık olamaz. Bilakis iman ettiğini söyleyen herkes, söylediğinin doğruluğunu ispatlaması için bir dizi deney sınavdan geçirilir. Va'dettiğimiz cennet bu kadar ucuz değil, dünyada va'dettiğimiz nimetler de söz ile iman ettiğini söyleyen herkese ihsan edilecek kadar değersiz değil. İmtihan bunların ön-şartıdır. Bizim uğurumuzda zorluklara katlanmalı, mal ve can kaybı yaşanmalı, tehlikelere, engellere ve felaketlere göğüs germelisiniz; siz hem korku hem de (dünyaya karşı gösterdiğiniz) aç gözlülükle imtihan olunacaksınız. Sizin için değerli olan her şeyi bizim rızamız için feda etmeli, bizim yolumuz için bütün zorluklara katlanmalısınız. İşte ancak o zaman gerçekten iman edip etmediğiniz açığa çıkar." Kur'an'da, müslümanların zorluklar ve güçlüklerle karşı karşıya kaldıkları, korku ve dehşete kapıldıkları her durumda hemen hemen aynı şeyler tekrarlanır. Hicretten sonra, Medine'deki ilk dönemde müslümanların ekonomik zorluklar, dış tehlikeler ve içte yahudilerin ihaneti gibi büyük meselelerle karşı karşıya bulundukları bir sırada Allah onlara şöyle seslenmiştir:

"Yoksa siz, sizden öncekilerin durumu başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluk ve sıkıntı dokunmuş, öyle sarsılmışlardı ki, nihayet peygamber ve onunla birlikte inananlar: "Allah'ın yardımı ne zaman?" demişlerdi." (Daha sonra onlara şu müjde verilmişti.) "İyi bilin ki Allah'ın yardımı yakındır." (Bakara: 214)

Aynı şekilde Uhud'dan sonra da müslümanlar bir keder ve üzüntü dönemi ile karşı karşıya kaldıklarında onlara şöyle denmiştir:

"Yoksa siz hiçbir denemeye tabi tutulmadan cennet'e gireceğinizi mi sandınız? Allah henüz içinizden hayatlarını O'nun yoluna verecekleri ve O'nun yolunda sabredecekleri seçip ayırmadı." (Al-i İmran: 142)

Al-i İmran- 179, Tevbe-16 ve Muhammed-31'de de hemen hemen aynı şeyler söylenmektedir. Allah bu ayetlerde müslümanlara, imtihanın, temiz ile pisin ayrıldığı bir ateş ocağı, mihenk taşı olduğunu söylemektedir. Pis olan, Allah tarafından bir kenara bırakılacak, temiz olan ise seçilecek ve Allah onu sadece samimi müminlerin hakettiği nimetlerle şereflendirecektir.

2. Yani, "Bu sadece sizin tecrübe ettiğiniz yeni bir şey değildir. Aynı şey daha önceden de hep vaki oluyordu. Kim iman ettiğini söylemişse, imtihan ve zorluklardan geçmek zorunda bırakılmıştır. Diğerlerine imtihansız hiçbir şey verilmediğine göre, siz de sadece iman ettiğinizi söyleyerek mükafatlandırılıp nimeta kavuşturulacak özel bir topluluk değilsiniz."

3. "Elbette Allah doğruları bilecek, yalancıları da bilecektir." Bu durumda şöyle bir soru yöneltilebilir: "Allah doğru söyleyenin doğruluğunu, yalancının da yalanını bildiği halde neden insanları bunu anlamak için imtihan etme gereğini duyuyor?" Bu sorunun cevabı şudur: Bir kimse potansiyel olarak varolan yetilerini pratikte kullanmadıkça, adalet gereği o kimse ne ceza ne de mükafat hakedemez. Mesela bir adam güvenilirlik, diğeri ise güvenilir olmama yeteneklerine sahiptir. İkisi de denenmedikçe ve biri güvenilirliğini diğeri ise bunun yokluğunu pratikte göstermedikçe, Allah'ın sadece gaybî bilgisine dayanarak, birisinin güvenilirliği, diğerinin ise bu özelliğin yokluğu nedeniyle mükafatlandırılması veya cezalandırıması Allah'ın adaletine yakışmaz. O halde Allah'ın insanların yetenekleri ve gelecekteki davranışları ile ilgili bilgisi, insanlar sahip oldukları bu yetileri pratikte uygulamadıkça adaletin gereklerinin yerine getirilmesi için yeterli olmaz. Allah katında adalet bir adamın hırsızlık yapma veya çalma eğilimi olduğu konusundaki bilgiye değil, o adamın gerçekten bir hırsızlık yapıp yapmadığı konusundaki bilgiye dayanır. Aynı şekilde Allah, bir insanın samimi bir mümin ve kendi yolunda büyük bir savaşçı olma potansiyel ve yeteneği konusundaki ilmi nedeniyle nimet ve mükafatlar ihsan etmez. Bu nimet ve mükafatlar ancak o kimse bir mümin ve Allah yolunda cesur bir savaşçı olduğunu amel ve davranışlarıyla ispat ederse söz konusu olur. İşte bu nedenle ayetteki kelimeleri: "Allah muhakkak bilecek" diye tercüme ettik.

4. Bu ifade, Allah'a isyan eden herkesi kastedebilir. Fakat burada özellikle İslâm'a düşmanlıkta ve müslüman olanlara işkence yapmakta başı çeken Velid bin Muğire, Ebu Cehil, Utbe bin Şeybe, Ukbe bin Ebi Muayt ve Hanzala bin Vâil gibi Kureyş'in ileri gelenleri kastedilmektedir. Konunun akışı da, müslümanları imtihan ve denemelere sabırla karşı koymaya teşvikten sonra, müminlere işkence eden bu kafirlerin de azarlanıp uyarılmasını gerektirmektedir.

5. Bu " ... Bizim yakalamamızdan kurtulacaklarını mı sandılar?" anlamına da gelebilir. Ayetteki "Yesbugûna" kelimesi şu iki anlama da gelebilir: 1) "Bizim dileğimiz (yani Rasûlümüzün görevini başarıyla sonuçlandırması) boşa çıkacak ve onların dilediği şey (yani Rasûlümüzün görevinin engellenmesi) başarıyla sonuçlanacak." 2) "Biz onları aşırılıklarından dolayı cezalandırmak istediğimizde, onlar bizden kaçıp kurtulabilirler."

5 Kim Allah'a kavuşmayı umuyorsa hiç şüphesiz Allah'ın (tesbit ettiği) süresi yaklaşarak-gelmektedir.6 O, işitendir, bilendir.7

6 Kim cihad ederse, yalnızca kendi nefsi için cihad etmiş olur.8 Hiç şüphe yok Allah, alemlerden müstağnidir.10

7 İman edip salih amellerde bulunanlar ise; biz hiç şüphesiz onların kötülüklerini örteceğiz ve hiç şüphesiz onlara yapmakta olduklarının en güzeliyle karşılık vereceğiz.

8 Biz insana, anne ve babasına (karşı) güzelliği (ilke edinmesini) tavsiye ettik. Eğer onlar, hakkında bilgin olmayan şeyle bana ortak koşman için sana karşı çaba harcayacak olurlarsa, bu durumda, onlara itaat etme.11 Dönüşünüz banadır. Artık yapmakta olduklarınızı size ben haber vereceğim.12

9 İman edip salih amellerde bulunanlar ise; biz elbette onları salihlerin arasına katacağız.

AÇIKLAMA

6. Yani, "Ahiret hayatına inanmayan, yaptıklarından hiç kimseye hesap vermeyeceğini ve hesap, ceza sorumluluk gibi şeylerin var olmadığını düşünen bir kimsenin durumu farklıdır. O hiçbir şeye aldırmayıp dilediği gibi davranabilir, çünkü beklentilerinin tersi çıktığında sonuçlara kendisi katlanmak zorundadır. Fakat bir gün Rab'leriyle karşılacaklarını ve amellerine göre ceza ve mükafat göreceklerini bilip bunu bekleyenler, ölümün çok uzak olduğunu düşünüp aldanmamalıdırlar. Tam tersine ölümün çok yakın ve deneme için verilen sürenin sona ermek üzere olduğunu düşünmelidirler. Bu nedenle ahirete inananlar, ahirette saadete ermelerini sağlayacak ne varsa yapmalıdırlar. Önlerinde uzun bir hayat olduğu gibi asılsız bir inanca dayanarak, kendilerini ıslah etme işlemini sürekli tehir etmemelidirler."

7. Yani, "Önüne çıkartılıp hesap verecekleri Allah, olanlardan habersiz değildir. O herşeyi işitir, herşeyi bilir ve onlarla ilgili hiçbir şey Allah'a gizli değildir."

8. "Mücahede" kelimesi, bir düşmanla savaşmak, ona karşı elinden gelen çabayı göstermek anlamına gelir. Belirli düşmana işaret edilmediğinde ise kelime çok yönlü bir savaşı ifade eder. Bir mümin'in bu dünyada yapması gereken savaş işte bu niteliktedir. Mümin, her an kendisini doğru yolda karşılaşacağı kayıplarla korkutan ve bâtıl yolların zevk ve çıkarları ile kandıran şeytanla savaşmak zorundadır. Mümin, kendisini arzularının esiri yapmak isteyen kendi nefsi ile de savaşmak zorundadır. Bu cephe evden başlayıp, dalga dalga çevreye yayılır. Mümin, inançları, düşünceleri, ahlâk, örf ve adetleri, kültür ve ekonomileri İslâm'a ters düşen insan gruplarıyla savaşmak durumundadır. O, Allah'a itaatten bağımsız hükümler uygulayan ve iyiyi değil kötüyü yüceltip geliştirmeye çalışan kişi ve kurumlarla da savaşmalıdır. Bu savaş, bir veya iki günlük değil, ömür boyu, gece ve gündüz her an sürecek bir savaştır. Ve bu, savaş alanında yapılacak bir çarpışma değil, hayatın her cephesinde yapılacak olan bir savaştır. Hz. Hasan Basri (r.a) bu konuda şöyle demiştir: "İnsan hiç kılıç kullanmaksızın bile Allah yolunda cihad edebilir." O gerek yurdunda gerekse tüm dünyada, ideolojileri, ahlâkları, eğilimleri, adetleri, yaşam şekilleri ve sosyal ve ekonomik ilkeleri kendi inancı ile çatışma halinde olan tüm insanlarla da savaşmak zorundadır.

9. Yani, "Allah, ilahlığını kurmakta ve devam ettirmekte size muhtaç olduğu için değil, kendinizi geliştirip ilerlemeniz için size cihadı emretmektedir. Ancak bu yolla kötülükleri silip hak yola tabi olabilirsiniz. Ancak bu yolla yeryüzünde iyiliğin şahitleri olmanızı ve ahirette Allah'ın Cennet'ini haketmenizi sağlayacak güç ve yetenekleri geliştirebilirsiniz. Böyle bir savaşa (cihada) katlanarak Allah'a bir iyilik yapmış olmuyorsunuz, bilakis sadece kendi kendinize iyilik ve yardımda bulunmuş oluyorsunuz."

10. "İman", Allah'ın Rasûlü'nün ve bu Kitab'ın davet ettiği şeylerin tümüne birden inanıp kabul etmek demektir. "Salih işler" de Allah ve Rasûlü'nün gösterdiği yol uyarınca yapılan işlerdir. Kalbin ve zihnin yaptığı salih iş, insanın düşüncesinin, fikirlerinin ve niyetlerinin doğru ve temiz olmasıdır. Dilin yaptığı salih iş, insanın kötü şeyleri konuşmaktan çekinmesi, söylediklerinin doğru, adil ve gerçek olmasıdır. Diğer organların, el ve ayakların yaptığı salih iş ise, tüm hayatın Allah'a ibadet ve O'nun hükümlerine ve emirlerine itaatla geçirilmesidir. Burada iman etmenin ve salih amel işlemenin iki güzel sonucuna değinilmektedir: 1) O insanın kötülükleri silinecek; 2) Ona yaptıklarına karşılık hakettiğinden daha güzel bir mükâfatla karşılık verilecektir.

Kötülüklerin silinmesi birçok anlama gelebilir: 1) Kişinin iman etmeden önce işlediği tüm günahlar affolunacaktır; 2) Kişinin iman ettikten sonra, isyan etmek amacıyla değil sadece zayıflığı nedeniyle işlediği hatalar, salih amelleri nedeniyle gözardı edilecektir; 3) Kişi iman ve doğruluk yolunu seçer seçmez, otomatik olarak kendisini ıslah edecek ve birçok zayıflıklar ondan uzaklaşacaktır.

"Onları yaptıklarının en güzeli ile mükâfalandıracağız." cümlesi iki anlama gelir: 1) İnsana işlediği amellerin en güzelleri esas alınarak mükâfat verilecektir, 2) Ona işlediği amellere karşılık hakettiği mükâfattan daha fazla ve güzeli ile karşılık verilecektir. Bu noktaya Kur'an'ın başka yerlerinde de değinilmiştir. Mesela En'am Suresi 160. ayette şöyle buyurulmaktadır: "Kim iyilikle, güzellikle gelirse, ona on katı vardır." Kasas Suresi 84. ayette: "Kim bir iyilik getirirse ona daha iyisi verilir." Nisa Suresi 40. ayette de: "Allah zerre kadar haksızlık etmez. Zerre mitarı bir iyilik olsa onu kat kat yapar ve kendi katından mükâfat verir." buyurulmaktadır.

11. Müslim, Tirmizi, Ahmed, Ebu Davud ve Neseî'ye göre bu ayet Sa'd ibn Ebi Vakkas hakkında nazil olmuştur. Sa'd, İslâm'ı kabul ettiğinde 18-19 yaşlarındaydı. Süfyan bin Umeyye (Ebu Sufyan'ın yeğeni)'nin kızı olan annesi Hamne onun müslüman olduğunu öğrenince şöyle dedi:

"Sen Muhammed'den vazgeçmedikçe ne yemek yiyeceğim, ne su içeceğim, ne de gölgede oturacağım. Allah'ın gönderdiği emirlere göre de annenin hakkı çok büyüktür. Eğer sen bana isyan edersen, aynı zamanda Allah'a da isyan etmiş olursun." Hz. Sa'd (r.a) çok üzülmüştü, gelip bütün olanları Hz. Peygamber'e (s.a) anlattı. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu. Mekke'nin ilk dönemlerinde islâm'ı kabul eden diğer gençler de herhalde aynı buna benzer bir durumla karşı karşıya kalıyorlardı. Bu nedenle aynı konu Lokman Suresi 15. ayette de daha sert bir şekilde vurgunlanmaktadır.

Ayetin vurgulamak istediği nokta şudur: Allah'ın yarattıkları arasında anne-babanın hakları en üst seviyededir. Fakat anne-baba kişiyi şirke zorlarlarsa, onlara itaat edilmemelidir. "Eğer her ikisi seni şirke zorlarlarsa, ...." ifadesi, daha az bir baskı veya ikisinden sadece birisinin baskısından da aynı şekilde reddedilmesi gerektiğini vurgular. "Hakkında hiçbir bilgin olmayan bir şeyi" ifadesi de dikkate değer. Bu anne-babaya itaat etmemek için sağduyulu bir sebep oluşturur. Anne-baba, çocuklarının kendilerine hizmet etme, saygı gösterme ve helâl şeylerde itaat etmeleri konusunda mutlak haklara sahiptirler. Fakat onların bir kişiyi körü körüne, gerçeklerden habersiz bir şekilde itaate zorlama hakları yoktur. Bu nedenle bir kimsenin, sadece anne-babasının dini olduğu için, onların dinine tabi olmasının hiçbir sebebi yoktur. Eğer çocuklar, anne-babalarının bâtıl bir dine tabi olduklarını farkederlerse, o dinden yüz çevirmeli, hak dine tabi olmalı ve anne-baba her türlü baskıyı uygulasa da bâtıl olduğunu anladıkları o yanlış yolu takip etmemelidirler. Durum, anne-baba söz konusu olduğunda böyle olunca, diğer insanlara karşı da böyle olmalıdır. Doğru yolu takip ettiğinden emin olunmadığı müddetçe hiçkimse itaat edilip yolundan gidilmeye layık değildir.

12. Yani, "Dünyadaki ilişkiler ve bunların gerekleri, bu dünya ile sınırlıdır. En sonunda çocuklar da, anne-babalar da yaratıcılarına dönmek zorundadırlar ve O'nun huzurunda herkes ancak kendi kişisel sorumluluklarından hesap verecektir. Eğer anne-baba çocuklarını yanlış yola sevketti ise, bundan sorulacaktır. Eğer çocuklar anne-babaları istediği için sapıklığı kabul ettilerse, cezalandırılacaklardır. Eğer çocuklar doğru yola uyup, anne-babanın meşru haklarına saygı gösterdilerse fakat anne ve baba kendi sapıklıklarına ortak olmadıkları için çocuklarına kötü davrandılarsa, o zaman anne-baba Allah'ın azabından kurtulamayacaktır."

10 İnsanlardan öylesi vardır ki, "Allah'a iman ettik" der;13 fakat Allah uğruna eziyet gördüğü zaman, insanların (kendisine yönelttikleri işkence ve) fitnesini Allah'ın azabıymış gibi sayar;14 ama Rabbinden 'bir yardım ve zafer' gelirse, andolsun: "Biz gerçekten sizlerle birlikteydik" demektedirler.15 Oysa Allah, âlemlerin sinelerinde olanı daha iyi bilen değil midir?

AÇIKLAMA

13. Konuşmacı tekil olduğu halde çoğul zamiri kullanır ve "inandık" der. İmam Razi bu konuda çok ince bir noktaya değinmiştir. İmam Razi, bir münafığın her zaman müminlerden sayılmak istendiğini ve imanından sanki diğerleri gibi gerçek bir müminmiş gibi bahsettiğini söyler. Bu münafığın durumu, iyi bir savaş ortaya koyup düşmanları sürüp götüren bir ordu ile savaş alanına çıkan korkak bir askerin durumu gibidir. Böyle bir asker savaşa hiç katkıda bulunmamış olabilir, fakat evine döndüğünde sanki savaşın en büyük kahramanlarından biri imiş gibi "İyi bir savaş ortaya koyduk ve düşmanı sürüp çıkardık" der.

14. Yani, "Allah'ın azabından korkularak nasıl küfür ve günahlardan sakınılırsa, bu adam da insanların işkencelerinden korkarak iman ve iyilikten sakınıp kaçar. İman ettikten sonra kafirlerin tehditleri, hapsetmeleri ve işkenceleri ile karşı karşıya kalınca, küfrü nedeniyle, Allah'ın, öldükten sonra cehennemde vereceği ceza ve azabın bundan daha şiddetli olamayacağını düşünür. Bu nedenle zamanı gelince öte dünyadaki cezasını çekmeye ve bu dünyadaki azaptan kurtulup kolay bir hayat sürmek için imandan vazgeçip kafirlere katılmaya karar verir."

15. Yani, "Bugün o bedenini kurtarmak için kafirlere katılmış ve Allah'ın dinini yüceltme yolunda bir diken batmasına katlanmaya bile hazır olmadığı için müminleri bırakmıştır. Fakat Allah, kendi yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaşanlara zafer ihsan ettiğinde, bu kimse zaferin meyvelerinden payını almak için ortaya çıkacak ve müslümanlara: "Kalplerimiz sizinleydi; kazanmanız için dua ettik; sizin göreve bağlılığınızı ve fedakârlıklarınızı takdir ettik" diyeceklerdir."

Burada, dayanılmaz işkence, zarar ve aşırı korku anında samimi bir kalple imanında sabit kalmak şartıyla kişinin islâm'dan döndüğünü ilan etmesine izin verildiğine dikkat edilmeledir. Fakat baskı anında hayatını kurtarmak için İslâm'dan döndüğünü söyleyen samimi bir müslümanla, ideolojik olarak İslâm'ın doğru bir din olduğuna inanan, fakat iman yolunda karşılaşılan tehlike ve güçlükleri görünce kafirlere katılan bir fırsatçı arasında çok büyük bir fark vardır. Görünüşte birbirlerinden pek farklı değildirler, fakat onları değişik kutuplara yerleştiren farklı nokta şudur: Baskı anında İslâm'dan döndüğünü söyleyen samimi müslüman, İslâm'a sadece ideolojik olarak bağlı olmaya devam etmekle kalmaz, aynı zamanda pratikte hisleri de her zaman İslâm ve müslümanlar tarafında olmaya devam eder: Onların başarısını savunur, yenilgisine üzülür. Baskı altında bile müslümanlarla işbirliği yapma konusundaki her fırsatı değerlendirmeye çalışır, düşmanların zincirleri bir miktar gevşediğinde iman kardeşleri ile birleşme çareleri aramaya başlar. Bunun aksine fırsatçı, iman yolunun uyulması zor bir yol olduğunu ve İslâm'ın yanında yer aldığında karşılaçağı dezavantajların, küfrün yanında yeraldığında karşılaşacaklarından daha fazla olduğunu farkederse, kişisel emniyeti ve dünyevi çıkarları için İslâm'dan ve müslümanlardan yüz çevirip kafirlerle dostluklar kurar ve kendi çıkarları için imana apaçık ters ve müslümanlara zararlı olduğu halde kafirlere her tür yardım ve hizmeti yapmaya hazır olur. Fakat aynı zamanda, İslâm'ın gelecekte bir gün kazanabileceği ihtimaline de gözlerini kapamaz. Bu nedenle ne zaman müminlerle bir konuşma fırsatı ele geçirse, ileride zamanı gelince sözlerinin fayda sağlayabilmesi için, müslümanların fikir ve inançlarını kabul ettiğini, fedakârlıklarını takdir ettiğini söyler. Kur'an'ın başka bir yerinde yine münafıkların bu çıkarcı davranışlarına şöyle değinilmiştir: "Münafıklar sizi yakından gözetleyip durmaktadırlar. Eğer size Allah tarafından bir fetih gelirse: "Biz de sizinle beraber değil miydik?" derler. Eğer savaşta kafirler üstün gelirse "Biz size üstünlük sağlayıp, sizi müminlerden korumadık mı?" derler." (Nisa, 141)

11 Allah muhakkak iman edenleri de bilmekte ve muhakkak münafıkları da bilmektedir.16

12 Küfre sapanlar, iman etmekte olanlara dedi ki: "Siz bizim yolumuzu izleyin, sizin hatalarınızı biz yüklenelim."17 Oysa kendileri, onların hatalarından hiç bir şeyi yüklenecek değiller.18 Gerçekten onlar, elbette yalancılardır.

13 Şüphesiz onlar, hem kendi yüklerini, hem de kendi yükleriyle birlikte başka yükleri de yüklenecekler19 ve kıyamet günü, düzüp uydurmakta olduklarına karşı sorguya çekileceklerdir.20

14 Andolsun, biz Nuh'u kendi kavmine (peygamber olarak) gönderdik21 o da içlerinde elli yılı eksik olmak üzere bin sene yaşadı.22 Sonunda onlar zulmetmekte devam ederlerken tufan kendilerini yakalayıverdi.23

AÇIKLAMA

16. Yani, "Allah müminlerin imanının ve münafıkların nifakının ortaya çıkması ve kalplerde gizli olanların açığa çıkması için defalarca imtihan fırsatları öne sürer." Aynı noktaya Al-i İmran Suresi 179. ayette de değinilmiştir. "Allah müminleri, sizin üzerinizde bulunduğunuz şu halde bırakacak değildir. O muhakkak pisi temizden ayıracaktır."

17. Onların anlatmak istedikleri nokta şuydu: "Bir kere, öldükten sonra dirilme, ahiret ve hesap günü gibi şeylerden bahsetmek tamamen anlamsız. Fakat insanların yaptıklarından hesap verecekleri bir öte -dünya olduğunu kabul etsek bile, biz sizin cezanızı, vs. yükleneceğimize dair size söz veriyoruz. Bu nedenle bizi dinlemeli, bu yeni inançtan vazgeçmeli ve atalarımızın dinine dönmelisiniz." Rivayet edilen hadislere göre Kureyş'in ileri gelenlerinden birçoğu başlangıçta İslâm'ı kabul eden kimselere böyle tavsiyelerde bulunuyorlardı. Hz. Ömer müslüman olduğunda, Ebu Süfyan ve Harb bin Umeyye bin Halef, ona gelip aynı şeyleri söylemişlerdi.

18. Yani, "Bir kimsenin, Allah huzurunda, başka birisinin yükünü yüklenmesi ve böylece asıl günahı işleyeni cezadan kurtarması mümkün değildir, çünkü orada herkes kendi yaptıklarının hesabını verecektir. "Hiçbir günahkâr başkasının günah yükünü yüklenmez." (Necm: 38) Fakat böyle olabileceğini kabul etsek bile, kafirleri cezalandırmak için alev alev yanıp hazır bekleyen cehennemi görünce, hiçkimse dünyada verdiği sözünde durmak amacıyla: "Ya Rabbi, bu adamı bağışla ve Cennet'e gönder; o benim tavsiyem üzerine sapıttı; ben hem onun, hem de benim inkârımız için cezamı çekmek üzere cehennemde yanmayı kabul ediyorum." demek cesaret ve cüretini gösteremeyecektir."

19. Yani, " Onlar her ne kadar başkalarının günahlarını yüklenmeyeceklerse de, iki katı bir azap yüklenmekten kurtulamayacaklardır. Birincisi kendi sapıklıklarının sorumluluğu, ikincisi ise önderlik edip saptırdıkları kimselerin yükü. Bu durum bir örnekle açıkça anlaşılabilir. Bir kimse hırsızlık yapar, bir başkasına da bu işte kendisine yardım etmesini teklif eder. Eğer teklif ettiği kimse de hırsızlıkta rol almışsa, hiç bir hakim, suçu başkasının teşvikiyle işledi diye onu serbest bırakmaz. Her ne olursa olsun o yaptığı hırsızlık nedeniyle cezalandırılacaktır; adalete dayanan hiç bir kanuna göre onu serbest bırakıp, onun yerine ilk önce onu hırsızlığa teşvik eden kişiyi cezalandırmak adil ve haklı bir karar değildir. Bununla birlikte birinci hırsız iki suç nedeniyle cezalandırılacaktır:

Birincisi hırsızlık yapmak, ikincisi kendisinin yanısıra bir başkasını da hırsız olmaya teşvik etmek. Bu ilke Kur'an'ın bir başka yerinde de şöyle ifade edilmiştir. " Onlar kıyamet günü hem kendi veballerini tam olarak yüklenirler, hem de bilgisizce saptırdıkları kimselerin veballerinden bir kısmını." (Nahl: 25) Aynı ilke Rasulûllah'ın (a.s) şu hadisinde de ortaya konmaktadır: "Başkalarını doğruluğa çağıran kimseye kendisine uyanların sevabı gibi sevap verilir. Bununla beraber onların sevabından da hiçbir şey eksilmez. Sapıklığa çağıran kimseye de ona uyanların günahı gibi günah verilir. Bununla beraber ona uyanların günahlarından hiçbir şey eksilmez. " (Müslim)

20. "Uydurdukları şeyler": kafirlerin şu sözleriyle ifade etmek istedikleri tüm gerçek dışı şeyleri kapsar: " Bizim yolumuzdan gidin, o zaman biz sizin bütün günahlarınızı yükleneceğiz. " Aslında kafirler bu sözü, şu iki varsayıma dayandırmaktadırlar: 1) Kendi tabi oldukları şirke dayalı inanç doğrudur ve Hz. Muhammed'in (s.a) iddia ettiği tevhid inancı yanlıştır. Bu nedenle reddedilmesinde bir beis yoktur. 2) Öldükten sonra dirilme yoktur ve bir müslümanı küfürden alıkoyan ahiret inancı asılsızdır. Bu zanlara dayanarak kafirler müminlere şöyle bir tavsiyede bulunuyorlardı: " Tamam eğer siz küfrün bir günah olduğunu ve günahtan hesaba çekileceğiniz bir ahiretin varolduğuna inanıyorsanız, biz sizin bu günahınızı üzerimize almayı kabul ediyoruz. Bunu bize bırakın ve Muhammed'in dininden vazgeçip atalarınızın dinine dönün." Bu teklifte iki yanlış nokta daha yeralmaktadır: 1) Başkasının teşvikiyle bir suç işleyen kimsenin tamamen sorumluluklarından uzak olduğuna ve tüm sorumluluğun o suça teşvik edene ait olduğuna ilişkin inançları; b) Kıyamet gününde kendi teşvik ve tavsiyeleri nedeniyle yoldan çıkanların sorumluluğunu gerçekten üzerlerine alabileceklerine dair verdikleri asılsız vaad. Çünkü kıyamet günü geldiğinde ve beklentilerinin aksine cehennemi gördüklerinde, kendi küfürlerinin cezasını ve dünyada yanlış yola düşürüp saptırdıkları kimselerin günahlarının tümünü yüklenmeye hiç de hazır olamayacaklardır.

21. Karşılaştırma için bkz. Al-i İmran: 33-34, Nisa: 163, En'am: 84, A'raf: 59-64, Yunus: 71-73, Hud: 25-48, Enbiya: 76-77, Müminun: 23-30, Furkan: 37, Şu'arâ: 105-123, Saffat: 75-82, Kamer: 9-15, Hâkka: 11-12, Nuh: (surenin tümü).

Bu kıssaların burada niçin anlatıldığını anlayabilmek için surenin ilk ayetlerini gözönünde bulundurmalıyız. Orada, bir taraftan kafirlere: "Biz sizden önceki bütün kafirleri de imtihana çektik" denmiş, diğer taraftan bu günahkâr kafirler: "Bizden kaçıp sıvışabileceğinizi sanarak aldanmayın," diye uyarılmışlardı. İşte bu iki noktayı vurgulamak amacıyla burada bu tarihî kıssalar anlatılmaktadır.

22. Bu, Hz. Nuh'un (a.s) 950 yıl yaşadığı anlamına değil, onun peygamber tayin edilmesinden Tufan'a kadar 950 yıl boyunca günahkâr halkını ıslah etmeye çalıştığı ve bu kadar uzun bir süre işkencelere maruz kaldığı halde cesaretini yitirmediği anlamına gelir. Kıssanın burada anlatılış amacı da budur. Müminlere şöyle denmektedir: "Siz kafir düşmanlarınızdan en fazla 6-7 yıldır işkence ve baskılar görüyorsunuz. Dokuzyüzelli yıl boyunca sürekli zorluk ve işkencelere cesaretle göğüs geren kulumuzun sebat, kararlılık ve sabrını bir düşünün!"

Kur'an ve Kitab-ı mukaddes, Hz. Nuh'un (a.s) yaşı hakkında ihtilaf eder. Kitab-ı mukaddes Nuh'un (a.s) 950 yıl yaşadığını söyler. Tufan vuku bulduğunda 600 yaşındaydı ve Tufan'dan sonra üçyüzelli yıl daha yaşadı. (Tekvin, 7:6 ve 9:28-29). Fakat Kur'ân'a göre Hz. Nuh (a.s.) en azından bin yıl yaşamış olmalı, çünkü dokuzyüzelli yıl onun Tufan'dan önce peygamber olarak görevini ifa etmekle geçirdiği dönemdir. Tabii ki olgunluğa eriştikten sonra peygamber tayin edilmiş ve Tufan'dan sonra da bir müddet yaşamış olmalıdır. Bazılarına göre bu kadar uzun bir hayatın kabul edilmesi imkânsızdır. Fakat Allah'ın yarattığı şu dünyada garip olaylar seyrek değildir. İnsan nereye baksa O'nun kudretinin olağanüstü işaretlerine şahit olur. Bazı olayların veya şeylerin hep belli bir şekilde ve her zamankinden farklı bir şekilde meydana gelemeyeceğini göstermez. Bu faraziyeleri kırmak için evrenin her tarafında her tür yaratıkta meydana gelmiş bir sürü olağanüstü olaylar listesi vardır. Aslında Allah'ın herşeye kadir olduğu konusunda apaçık bir fikre sahip olan bir kimse, ölümü ve hayatı yaratan Allah'ın birisine bin veya daha fazla yıl hayat bahşetmesinin imkânsız olduğu şeklinde bir yanlış fikre sahip olamaz. Gerçek şu ki, insan kendi istek ve dileğiyle bir an bile yaşayamaz, fakat Allah dilerse onu dilediği kadar uzun süre yaşatabilir.

23. Yani, onlar hâlâ zulüm ve günahlarında ısrar ederlerken Tufan meydana geldi. Eğer onlar Tufan'dan önce ondan vazgeçmiş olsalardı, Allah onlara bu azabı göndermezdi.

15 Böylece biz onu da, gemi halkını da24 kurtardık ve bunu alemlere bir ayet (kendisinden ders çıkarılacak bir olay) kılmış oldu.25

16 İbrahim de;26 hani kavmine demişti ki: "Allah'a kulluk edin ve O'ndan korkup-sakının,27 eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır."

17 "Siz yalnızca Allah'tan başka birtakım putlara topmakta ve birtakım yalanlar uydurmaktasınız.28 Gerçek şu ki, sizin Allah'tan başka tapmakta olduklarınız, size rızık vermeye güç yetiremezler; öyleyse rızkı Allah'ın katında arayın, O'na kulluk edin ve O'na şükredin. Siz O'na döndürüleceksiniz."29

AÇIKLAMA

24. Yani, Nuh'a (a.s) inanan ve Allah tarafından gemiye binmelerine izin verilenler. Bu konu Hud Suresi 40. ayette şöyle anlatılmaktadır: "Emrimiz gelip et-Tennur kaynamaya başlayınca: "Her cinsten birer çifti ve aleyhine hüküm verilmiş olanın dışında kalan çoluk çocuğunu ve inananları gemiye bindir." dedik. Pek az kimse onunla birlikte inanmıştı."

25. Şu anlama da gelebilir: "Bu korkunç cezayı veya büyük olayı sonraki nesiller için bir uyarı işareti yaptık." Fakat olayın burada ve Kamer Suresi'nde anlatılışından asıl ibret unsurunun, asırlarca dağın tepesinde kalan ve insanlara gemiyi dağın tepesine kadar çıkartacak denli büyük bir Tufan'ın vukubulduğunu sürekli hatırlatan, geminin kendisi olduğu anlaşılmaktadır. Kamer Suresi 13-15. ayetlerde şöyle buyurulmaktadır: "Nuh'u tahtadan yapılmış, mıhla çakılmış bir şeye (gemiye) bindirdik. İnkâr edilmiş olan Nuh'a mükâfat olarak verdiğimiz gemi nezaretimiz altında yüzüyordu. And olsun ki Biz, o gemiyi bir ibret olarak bıraktık. Öğüt alan yok mudur?"

İbn Cerir, Kamer Suresi'nin bu ayetine yazdığı tefsirde, Katade'ye dayanarak sahabeler döneminde müslümanların Cezire'ye gittiklerinde Cudi dağı üzerinde gemiyi gördüklerini söyler. (Başka bir hadise göre Bâkirvâ yakınlarında). Günümüzde de zaman zaman gazetelerde gemiyi araştırmak için girişimlerde bulunulduğuna, Ağrı Dağı üstünden uçarken uçakların birçok kez gemiye benzer şeyler gördüklerine dair haberler yeralmaktadır. (Ayrıntılı bilgi için bkz. A'rafan: 47 ve Hûd an: 46).

26. Karşılaştırma için bkz. Bakara: 122-141, 258-260, Al-i İmran: 64-71, En'am: 71-82, Hûd: 69-83, İbrahim: 35-41, Hicr: 45-60, Meryem: 41-50, Enbiya: 51-75, Şuara: 69-104, Saffat: 75-113, Zuhruf: 26-35, Zariyat: 24-46.

27. Yani, "O'na isyan etmekten ve başkalarını O'na ortak koşmaktan korkup sakının."

28. Yani, "Siz putlar değil, yalanlar düzüp uyduruyorsunuz. Bu putların kendileri birer yalan. Sonra, onların tanrı-tanrıçalar olduğunu veya Allah'ın tecessümü, O'nun oğlu, gözdeleri veya O'nun katında şefaatçı olduğuna veya meslek ihsan ettiğine olan inancınız, tamamen kendi zan ve arzularınızdan uydurduğunuz yalanlardır. Gerçek şu ki, onlar cansız, güçsüz ve beceriksiz birer puttan başka bir şey değildir.

29. Bu bir-iki cümlede Hz. İbrahim (a.s) puta-tapıcılığa karşı söylenmesi gereken tüm gerekli şeyleri söylemiştir. Bir kişiyi veya eşyayı mabud edinmek için mutlaka bir sebep gereklidir. Böyle bir sebep, o kimsenin kişisel mükemmelliği nedeniyle mabud edinilmesi olabilir. Bir diğer sebeb onun insanın yaratıcısı, bu nedenle de insanın varoluşu için ona borçlu olması olabilir. Üçüncüsü, onun insanın rızkını, yaşaması için mutlaka gerekli olan şeyleri, hayatının devamını sağlıyor olmasıdır. Dördüncü bir sebeb, insanın geleceğinin onun merhamet ve desteğine dayanıyor olması ve insanın onu kızdırmakla kendi geleceğini mahvetmesinden korkmasıdır. Hz. İbrahim (a.s) bu dört sebepten hiçbirinin puta-tapıcılığı desteklemediğini, bilakis hepsinin bir tek Allah'a ibadeti gerektirdiğini söylemiştir. Onların sadece birer put olduklarını söyleyerek birinci sebebin olmadığını göstermiştir. Çünkü bir put kendisinin mabud kabul edilmesine sebep teşkil edecek hiçbir mükemmelliğe sahip değildir. "Onları siz uydurup-düzüyorsunuz (yaratıyorsunuz)" diyerek ikinci, "Onlar size rızık veremezler" diyerek de üçüncü sebebin olmadığını belirtmektedir. Son olarak da "Sonunda Allah'a döndürüleceksiniz." Bu putlara değil demektedir. O halde sizin kaderinizi iyi veya kötüye çevirmek onların değil, sadece Allah'ın elindedir. Böylece Şirk'i tamamen reddettikten sonra Hz. İbrahim (a.s) bir kimseyi mabud edinmek için öne sürülen sebeblerin, sadece kendisine hiçbir ortak koşmaksızın ibadet edilmesi gereken Allah'a uygun olduğunu açıklığa kavuşturmuştur.

18 "Eğer yalanlarsanız, sizden önceki ümmetler de (peygamberlerin çağrısını) yalanlamışlardır.30 Peygambere düşen ise, yalnızca apaçık bir tebliğdir."

19 Onlar31 görmediler mi ki, Allah yaratmaya nasıl başlıyor, sonra onu iade ediyor? Hiç şüphe yok, bu Allah'a göre kolaydır.32

20 De ki: "Yeryüzünde gezip dolaşın da, böylelikle yaratmaya nasıl başladığına bir bakın, sonra Allah ahiret yaratmasını (veya son yaratmayı) da inşa edip-yaratacaktır. Hiç şüphe yok Allah, her şeye güç yetirendir.33

21 Dilediğini azablandırır, dilediğine merhamet eder. O'na çevrilip-götürüleceksiniz.

22 Siz yerde de, gökte de (Allah'ı) aciz bırakamazsınız.34 Sizin Allah'ın dışında veliniz yoktur, yardım edeninizde yoktur.35

AÇIKLAMA

30. Yani, "Eğer siz benim Tevhid'e davetimi kabul etmez, Rabbinize döndürülüp yaptıklarınızın hesabını vereceğiniz konusundaki mesajımı reddederseniz bu yeni bir olay olmayacak.

İnsanlık tarihinde bir çok peygamber -Nuh, Hud, Salih (Allah'ın selam'ı hepsinin üzerine olsun) gibi- bundan önce de aynı tebliğleri getirmiş ve kavimleri de onları aynı şekilde reddetmişlerdi. Şimdi siz onların Peygamberlere mi, yoksa kendilerine mi zarar verdikleri konusunda hükmümüzü verin."

31. Buradan itibaren 23. ayetin sonuna kadar olan bölüm, Hz. İbrahim (a.s) kıssası arasına sokulan ve Mekkeli müşriklere hitap eden bir parantez hükmündedir. Kafirleri uyarmak için anlatılan kıssanın arasına bu bölümün sokulmasının anlamı şudur: Onlar iki tür sapıklık içindedir. 1) Şirk ve puta-tapıcılık, 2) Ahireti inkâr etmeleri. Bunlardan birincisi yukarıda anlatıldığı şekilde Hz. İbrahim (a.s) tarafından reddedilmişti. İkincisi ise şimdi, Allah tarafından buradaki bir iki cümle ile reddedilmektedir.

32. Yani, "Bir taraftan sayılamayacak kadar çok şey yoktan varoluyor. Diğer taraftan her türü ölen üyelerinin yerini doldurmak üzere benzer yeni üyeler varolmaya devam ediyor. Müşrikler bunların tümünün Allah'ın yapma ve yaratmasıyla meydana geldiğini kabul etmişlerdir. Onlar, aynen bugünkü müşrikler gibi Allah'ın yaratıcı olduğu gerçeğini inkâr etmemişlerdir. Bu nedenle, ileri sürülen görüş onların gerçek olarak kabul ettikleri bir fikre dayandırılmakta ve şöyle denmektedir: "Nasıl oluyor da sizin inancınıza göre de her şeyi yoktan vareden, eşyayı sadece bir kez değil, ölülerinin yerine benzerlerini getirmek suretiyle gözlerinizin önünde sürekli yaratan Allah'ın, öldükten sonra sizi diriltmeye kadir olamayacağını düşünüyorsunuz?" (Ayrıntılı açıklama için bkz. Neml an: 80.)

33. Yani, "Eşyanın gözünüzün önünde Allah'ın marifet ve iktidarı ile yaratılıp durduğunu müşahede ettiğinize göre, tekrar yaratmanın da aynı marifet ve iktidar ile meydana getirileceğini de iyice anlamalısınız. Böyle bir şey O'nun kudreti dışında değildir, olamaz da."

34. Yani, "Nereye kaçarsanız kaçın Allah'ın yakalamasından kurtulamazsınız. Yerin derinliklerine de saklansanız, göğün yükseklerine de tırmansanız her halükârda yakalanıp Rabbinizin huzuruna götürüleceksiniz." Aynı şey insanlara ve cinlere bir meydan okuma olarak Rahman Suresinde de ifade edilmiştir: Ey cin ve insan toplulukları! Eğer göklerin ve yerin çevresini aşıp geçmeye gücünüz yetiyorsa geçin! Ama geçemezsiniz, çünkü o büyük bir güç (sultan) ister. (Rahman an: 33)

35. Yani, "Ne sizin kendinizin Allah'ın yakalamasından kurtulmaya gücünüz yeter, ne de dostlarınız, yardımcılarınız ve destekleyicileriniz sizi Allah'tan koruyup O'nun azabından kurtaracak kadar güçlüdürler. Kainatta hiç kimse; şirk ve küfre sapan, ilâhî emirlere boyun eğmeyi reddeden, küstahça Allah'a isyanı seçen ve yeryüzünde günah ve fitne fırtınaları estiren kimselere arka çıkmaya ve ilâhî azabı kendi üzerlerine çekmeye veya Allah'ın mahkemesinde: "Bunlar bana uyan kimseler, bu nedenle onların yaptıkları affedilmeli" demeye cesaret edip güç yetiremez."

23 Allah'ın ayetlerini ve O'na kavuşmayı 'yok sayıp küfre sapanlar'; işte onlar, benim rahmetimden umut kesmişlerdir36 ve işte onlar, acıklı azab da onlarındır.

24 Bunun üzerine37 kendi kavminin (İbrahim'e) cevabı yalnızca: "Onu öldürün ya da yakın" demek oldu.38 Böylece Allah da onu ateşten kurtardı.39 Şühesiz bunda, iman etmekte olan bir kavim için ayetler vardır.40

AÇIKLAMA

36. Yani, "Onların benim rahmetimde hiçbir payları yoktur ve benim rahmetimden pay alma gibi bir ümit de taşımamalıdırlar. Onlar Allah'ın ayetlerini yalanladıklarında, kendi kendilerine Allah'ın müminlere yaptığı vaadlerden yararlanma haklarından vazgeçmişlerdir. Ahireti inkâr edip bir gün Allah'ın huzuruna çıkacakları gerçeğini reddetmeleri sadece, onların Allah'ın bağışlama ve merhameti konusunda hiçbir ümit beslemedikleri anlamına gelir. Bundan sonra beklentilerinin aksine ahirette gözlerini açtıklarında ve Allah'ın ayetlerinin hak olduğunu gördüklerinde, Allah'ın rahmetinden bir pay beklemelerinin hiçbir sebep ve anlamı yoktur."

37. Buradan itibaren konu tekrar Hz. İbrahim'in (a.s) kıssasına döner.

38. Yani, onlar Hz. İbrahim'in (a.s) argümanlarından (delillerinden) hiçbirine cevap vermediler. Verdikleri tek cevap şuydu: "Hakkı söyleyen dili kesin ve bizim hatamıza parmak basıp ondan vazgeçmemizi söyleyen kişiyi yaşatmayın." "Onu öldürün, yahut yakın" sözleri, bütün kalabalığın Hz. İbrahim'in (a.s) öldürülmesi fikrini paylaştığını göstermektedir. Fakat onlar öldürmenin metodu hakkında aynı fikirde değillerdi. Bazıları öldürülmesi, bazıları da diri diri yakılması görüşündeydiler. Öyle ki, gelecekte hiç kimse söylediği şeyin aynısını söylemeye cesaret edemeyecekti.

39. Bu cümle onların en sonunda Hz. İbrahim'i (a.s) diri diri yakmaya karar verdiklerini ve onu ateşe attıklarını göstermektedir. Burada sadece Allah'ın onu ateşten kurtardığı söylenmektedir: Fakat Enbiya Suresi'nde Allah'ın şöyle emrettiği belirtilmektedir: "Ey ateş! İbrahim'e serinlik ve esenlik ol." (Enbiya: 69) Eğer o ateşe atılmamış olsaydı, ateşe serinlik ve esenlik olması için verilen emir anlamsız olurdu. Bu, eşyanın bütün özelliklerinin Allah'ın emrine bağlı olduğunu ve O'nun, dilediği zaman dilediği herhangi bir şeyin özelliğini değiştirebileceğini ispatlar. Normal olarak her ateş yakıcıdır ve her yanıcı şey yanar. Fakat ateşin bu özelliği, kendisinde değildir. Bilakis Allah tarafından ona verilmiştir. Ve bu özellik hiçibir şekilde Allah'ı bağlamaz. Ateşin sahibi O'dur. O, her an dilediğinde ateşe yakıcılık özelliğinden vazgeçmesini emredebilir. O, her an bir ateş ocağını gül bahçesine çevirebilir. Fakat tabiatın akışına aykırı olaylar, çok seyrek olarak sadece belirli büyük bir amaç veya sebep uğruna meydana gelirler. Bununla birlikte, bizim günlük hayatımızda alıştığımız doğal görüntüler, hiçbir zaman Allah'ın bunlara bağlı olduğu ve "Allah'ın emriyle bile olağanüstü bir olay meydana gelemeyeceği" şeklinde bir argüman (delil) teşkil etmezler.

40. "... Şüphesiz bunda ... ayetler vardır.": Müminler için şunlarda ayetler, ibretler vardır: Hz. İbrahim (a.s); ailesinin, kavminin önyargı ve inatçılıklarına rağmen, onları bâtıldan yüz çevirip Hak'kı kabul etmeleri için teşvik etmeye devam etmiştir. O en acıklı bir şekilde ateşte yakılarak cezalandırılmaya hazırlanmıştı, fakat yine de Hak'tan yüzçevirmedi. Allah, dostu İbrahim'i (a.s) bile sınama ve deneylerden geçirmişti. Hz. İbrahim (a.s), Allah'ın kendisi için hazırladığı sınavlardan başarıyla geçince, Allah'ın yardımı geldi, hem de öyle mucizevî bir şekilde ki, ateş onun için serinlik ve esenlik oldu.

25 (İbrahim) Dedi ki:41 "Siz gerçekten, Allah'ı bırakıp dünya hayatında aranızda bir sevgi-bağı olarak putları (ilahlar) edindiniz. Sonra kıyamet günü, bir kısmınız bir kısmınızı inkâr edip-tanınmayacak ve bir kısmınız bir kısmınıza lanet edeceksiniz.43 Sizin barınma yeriniz ateştir ve hiç bir yardımcınız da yoktur."

26 Bunun üzerine Lût ona iman etti44 ve dedi ki: "Gerçekten ben, Rabbime hicret edeceğim.45 Çünkü şüphesiz O, güçlü ve üstün olandır, hüküm ve hikmet sahibidir."46

AÇIKLAMA

41. İbrahim (a.s) bunu, ateşten sağ-selim kurtulduğunda söylemiş olmalıdır.

42. Yani, "Siz topluluk olarak hayatınızı, bir millet olarak sizi birbirinize bağlayan puta-tapıcılık (şirk) temeli üzerine bina ettiniz, Allah'a ibadet üzerine değil. Çünkü bu dünyada insanlar, doğru olsun yanlış olsun herhangi bir inanç etrafında toplanabilirler ve ne kadar yanlış ve asılsız olsa da herhangi bir inanç üzerinde yapılan anlaşma veya sözleşme, karşılıklı dostluk, akrabalık, kardeşlik ve diğer tüm dinî, sosyal, kültürel, ekonomik ve politik ilişkilerin kurulması için bir araç teşkil edebilir.

43. Yani, "Bü dünyada yanlış bir inanç üzerine bina ettiğiniz topluluk hayatı ahirette devam etmez. Ancak, dünyada iken Allah'a ibadet, hikmet ve takva üzerine kurulan sevgi, dostluk, birlik, karşılıklı sevgi ve saygı ilişkileri orada devam edebilir. küfür, şirk ve sapıklık üzerine bina edilen tüm ilişkiler kesilecek ve tüm sevgiler düşmanlık ve nefrete dönüşecektir.

Baba ve oğul, karı ve koca, hoca ve öğrencisi hepsi birbirini lanetleyecek ve şöyle diyecektir: "İşte bu günahkâr insan beni saptırdı. Ona iki katı fazla bir ceza verilmeli." Bu noktaya Kur'an'ın birçok yerinde değinilmiştir. Mesela Zuhruf Suresi'nde şöyle buyurulmaktadır: "O gün Allah'a karşı gelmekten sakınanlar dışında, dost olanlar birbirine düşman olurlar." (67) A'raf Suresi'nde: "Her ümmet ateşe girdiğinde kendi yoldaşına lanet eder. Hepsi birbiri ardından cehennemde toplanınca, sonrakiler, öncekiler için: "Rabbimiz, bizi sapıtanlar işte bunlardır, onlara ateş azabını kat kat artır" derler." (38) Ahzab Suresi'nde de: "Rabbimiz, biz yöneticilerimize ve büyüklerimize itaat etmiştik, fakat onlar bizi yoldan saptırdılar. Rabbimiz, onlara iki kat azap ver, onları büyük bir lanete uğrat." derler" buyurulmaktadır. (67-68)

44. Konunun akışı, Hz. İbrahim (a.s) ateşten çıkıp biraz önceki cümleleri söylediğinde, tüm kalabalığın içinden sadece Hz. Lut'un (a.s) ortaya çıkıp ona inandığını ve itaat ettiğini göstermektedir. Bu olaydan sonra daha birçok insanın Hz. İbrahim'in (a.s) peygamberliği konusunda ikna olmuş olması muhtemeldir, fakat bütün bu topluluk ve idare tarafından Hz. İbrahim'in (a.s) inancına karşı gösterilen bu açık ve sert tepki nedeniyle hiç kimse bu kadar tehlikeli bir inancı tasdik edip ona tabi olma cesaretini göstermemiştir. Bu nimet sadece Hz. ibrahim'in (a.s) yeğeni olan ve sonunda amcası ve yengesine (Hz. Sare) hicretlerinde de eşlik eden Hz. Lut'a (a.s) nasib olmuştur.

Burada şöyle bir soru akla gelebilir: Hz. Lut (a.s) bu olaydan önce kafir ve müşrikti de, Hz. İbrahim'in (a.s) ateşten sağ-salim çıktığı mucizeyi müşahede edince mi inandı? Eğer öyleyse, müşrik olan bir kimse peygamber tayin edilebilir mi? Bu sorunun cevabı şudur: Kur'an burada "fe-âmene lehü Lut" kelimelerini kullanmıştır ve bunlar Hz. Lut'un (a.s) daha önceden Allah'a inanmadığı veya O'na başka ilahları ortak koştuğu anlamına gelmez. Bunlar sadece onun, bu olaydan sonra Hz. İbrahim'in (a.s) peygamberliğini tasdik ettiği ve ona itaati seçtiği anlamına gelir. Belki de Hz. Lut (a.s) o zamanlar genç bir delikanlıydı ve bu olay onun amcasının tebliğleri ile ilk karşılaşması idi.

45. Yani, "Ben Rabbim uğurunda vatanımı terkedeceğim ve Rabbim beni nereye götürürse oraya gideceğim.

46. Yani, "O beni koruma ve bana yardım etme kudretine sahiptir ve O benim için her neye karar verirse bu büyük bir hikmete mebnidir."

27 Biz ona İshak'ı ve Yakub'u armağan ettik47 ve onun soyunda (seçtiklerimize) peygamberliği ve kitabı (vahy ihsanı) kıldık;48 ecrini de dünyada verdik. Şüphesiz o, ahirette salih olanlardandır.49

28 Lût da;50 hani kavmine demişti: "Siz gerçekten, sizden önce alemlerden hiç kimsenin yapmadığı 'çirkin bir utanmazlığı' getiriyorsunuz."

29 "Siz, (yine de) erkeklere yaklaşacak,51 yol kesecek ve bir araya gelişlerinizde çirkinlikler yapacak mısınız?"52 Bunun üzerine kendi kavminin cebabı yalnızca: "Eğer doğru söylemekte olanlardan isen, bize Allah'ın azabını getir" demek oldu.

30 Dedi ki: "Rabbim, fesat çıkarmakta olan (bu) kavme karşı bana yardım et."

AÇIKLAMA

47. Hz. İshak (a.s), Hz. İbrahim'in (a.s) oğlu, Hz. Yakub (a.s) da torunu idi. Hz. İbrahim'in (a.s) diğer oğulları burada zikredilmemiştir. Çünkü onun Medyen'deki torunlarından sadece Hz. Şuayb (a.s) peygamber tayin edilmiş ve onun Hz. İsmail'in (a.s) soyundan gelen torunlarından ise, 2500 yıllık bir süre içinde Hz. Muhammed'e (s.a) dek hiç peygamber çıkmamıştır. Bunun aksine Hz. İshak'ın (a.s) soyundan gelenler, Hz. İsa'ya (a.s) dek hep kitap ve peygamberlik ile şereflendirilmişlerdir.

48. Bu, İbrahim'in (a.s) soyundan peygamber seçilenlerin hepsini kapsamaktadır.

49. Burada söylenmek istenen şudur: Hz. İbrahim'in (a.s) tebliğini ortadan kaldırmaya çalışan Babil'in yöneticileri, rahipleri ve bilginleri ve bu gühahkâr yöneticilerine körü körüne tâbi olan putperest insanlar ortadan silinmişler ve yeryüzünde izleri bile kalmamıştır. Fakat onların sadece Allah'ın kelamını söyledi diye ateşe atarak yok etmek istedikleri ve daha sonra memleketini eli boş bir şekilde terketmek zorunda kalan kimseye Allah öyle bir lütuf ihsan etmiştir ki, onun adı dünyada 4000 yıldan beri bilinmektedir ve kıyamet gününe kadar da öyle kalacaktır. Bütün müslümanlar, yahudiler ve hristiyanlar ağızbirliği etmişçesine onu liderleri olarak kabul ederler. Son 40 asır boyunca insanlara gelen hidayet hep bu adam ve onun soyundan gelenler sayesinde olmuştur. Onun ahirette elde edeceği eşsiz mükafat muhakkaktır, fakat onun bu dünyada kazandığı şerefli mevki, dünyevî fayda ve çıkarlar uğrunda kendilerini parçalayanlardan hiçbirine nasip olmamıştır.

50. Karşılaştırma için bkz. A'raf: 80-84, Hud: 69-83, Hicr: 57-79, Enbiya: 71-75, Şuara: 160-175, Neml: 54-59, Saffat: 113-138, Kamer: 33-40

51. Yani, "Siz cinsel ihtiyaçlarınızı erkeklerle tatmin ediyorsunuz." A'raf Suresi 81. ayette şöyle buyurulmaktadır: "Siz kadınları bırakıp erkeklere şehvetle gidiyorsunuz."

52. Yani, "Siz bu pis işi yaparken gizlenmiyorsunuz bile, aksine toplantılarınızda diğer insanların gözü önünde yapıyorsunuz." Aynı noktaya Neml Suresi 54. ayette de değinilmiştir: "Siz, göre göre o aşırı kötülüğü yapıyorsunuz ha?"

31 Bizim elçilerimiz İbrahim'e bir müjde ile geldikleri zaman,53 dediler ki: "Gerçek şu ki, biz bu ülkenin halkını yıkama uğratacağız.54 Çünkü onun halkı zalim oldular."

32 Dedi ki: "Onun içinde Lût da vardır."55 Dediler ki: "Onun içinde kimin olduğunu biz daha iyi bilmekteyiz. Kendi karısı dışında, onu da, ailesini de muhakkak kurtaracağız. O (karısı) arkada kalacak olanlardandır."56

33 Elçilerimiz Lût'a geldikleri zaman, o, bunlar dolayısıyla kötüleşti ve bunlar dolayısıyla içi daraldı.57 Dediler ki: "Korkuya düşme ve hüzne kapılma.58 Karın dışında, seni de, aileni de muhakkak kurtaracağız. O ise, arkada kalacak olanlardandır."

34 "Şüphesiz biz, fasıklık yapmalarından dolayı, bu ülke halkının üstüne gökten iğrenç bir azab indireceğiz."

35 Andolsun, biz akledebilecek bir kavim için oradan apaçık bir ayet59 bırakmışızdır.60

AÇIKLAMA

53. Bu olayla ilgili Hûd ve Hicr Suresinde verilen ayrıntılı bilgilere göre, Hz. Lut'un (a.s) kavmine azabı getiren melekler ilk önce Hz. İbrahim'e (a.s) uğramışlar ve ona İshak'ın (a.s) doğumunu, ondan sonra da Hz. Yakub'u (a.s) müjdelemişlerdir. Daha sonra da ona kendilerinin Hz. Lut'un (a.s) kavmini helak etmek için gönderildiklerini söylemişlerdir.

54. "Şu memleket"; Hz. Lut'un (a.s) kavminin yaşadığı beldedir. O dönemde Hz. İbrahim (a.s) Filistin'in şimdi "el-Halil" denilen "Hebron" şehrinde ikamet ediyordu. Bu şehrin birkaç mil güney-doğusunda, Ölü Denizin şimdi deniz suları altında kalan ve bir zamanlar Hz. Lut'un (a.s) kavminin yaşadığı bölümü yeralmaktadır. Bu bölge alçak bir bölgeydi ve yüksek bir şehir olan Hebron'dan görülebiliyordu. İşte bu nedenle melekler oraya işaret ederek: "Biz şu memleket halkını helak edeceğiz." demişlerdi. (Bkz. Şuara an: 114).

55. Bu kıssanın Hûd Suresi'inde anlatılan ilk bölümüne göre, Hz. İbrahim (a.s) ilk önce melekleri insan şeklinde görünce korkmuştu, çünkü meleklerin insan şeklinde gelmesi çok tehlikeli bir görevin haberciliğini hatırlatırdı. Melekler ona müjde getirince korkusu geçti ve onların Hz. Lut'un (a.s) halkına gönderilmiş olduğunu anladı. Sonra da Hz. Lut'un (a.s) halkı için merhamet istemeye başladı (Hûd: 74-75). Fakat bu ricası kabul edilmedi ve ona şöyle dendi: "Ey İbrahim bundan vazgeç, zira Rabbi'nin emri gelmiştir. Onlara, mutlaka geri çevrilmez azap gelecektir." (Hûd: 76) Bu cevaptan sonra Hz. İbrahim (a.s), Hz. Lut'un (a.s) halkına verilen mühletin uzatılması konusundaki tüm ümidini kaybettiğinde Hz. Lut'un (a.s) kendisini merak etmeye başladı ve burada da belirtildiği gibi: "Ama orada Lut var" dedi. Yani, "Eğer Lut orada iken azap inerse, o ve ailesi nasıl kurtulacak?" demek istedi.

56. Tahrim Suresi 10. ayete göre, bu kadın Hz. Lut'a (a.s) inanmıyordu. Bu nedenle, Hz. Lut'un (a.s) karısı olduğu halde helak edileceklerden olduğu belirtilmiştir. Büyük bir ihtimalle Hz. Lut (a.s) hicret edip Ürdün'e yerleştiğinde, orada yaşayanlardan biri olan bu kadınla evlenmişti. Fakat kadın bütün ömrünü beraber geçirdiği halde ona inanmamış ve gönlü hep kendi kavmi ile beraber olmuştu. Akrabalık ve kardeşlik gibi şeylerin Allah katında bir önemi olmadığı ve herkes kendi iman ve ahlâkına göre değerlendirildiği için, bir peygamberin karısı olmak bile ona hiçbir şey kazandırmamış ve o da iman ve ahlâk yönünden bağlı kaldığı halkı ile birlikte helâk olmuştur.

57. Hz. Lut'un (a.s) tasalanıp kaygılanmasının nedeni, meleklerin yakışıklı, genç delikanlılar suretinde gelmiş olmasıydı. Hz. Lut (a.s), halkının ahlâkî durumundan haberdardı. Bu nedenle onların gelişinden endişeye düştü. Şöyle düşünüyordu: "Eğer bu misafirleri evime kabul edersem, onları ahlâksız insanlardan korumam çok güç olacak, eğer kabul etmezsem, o zaman da bu şeref ve asalete yakışmayan bir davranış olacak. Hatta bu yolcuları ben barındırmazsam, herhangi bir yerde geceleyecekler ve o zaman ben onları kendi ellerimle günahkâr insanlara teslim etmiş olacağım." Bundan sonra neler olduğu bu surede anlatılmamıştır. Fakat Hûd, Hicr ve Kamer Surelerinde anlatıldığına göre şehrin insanları Hz. Lut'un (a.s) kapısına dayanmışlar ve konukların kötü amaçları için kendilerine teslim edilmesi konusunda diretmişlerdir.

58. Yani, "Bize bir zarar verebileceklerinden korkma, bizi onlardan nasıl koruyacağın konusunda da endişe etme." İşte bunu söylediklerinde melekler Hz. Lut'a (a.s) kimliklerini açıkladılar ve insan olmadıklarını, bilakis bu halka azap getiren melekler olduklarını söylediler. Hûd Suresin'deki ifadeye göre, halk Hz. Lut'un (a.s) kapısına yığıldığında ve Hz. Lut (a.s) misafirlerini onlardan kurtaramayacağını hissettiğinde şöyle dedi: "Keşke sizi savacak gücüm olsaydı, yahut da güçlü bir yardımcı olsaydı." (Hûd: 80) Bunun üzerine melekler şöyle dediler: "Ey Lut, biz senin Rabbinin elçileriyiz. Onlar sana asla dokunamazlar." (Hûd: 81)

59. "Apaçık bir işaret", Lut Gölü denilen Ölü Denizdir. Kur'an'ın birçok yerinde Mekkeli müşriklere şöyle hitap edilmektedir: "Sapıklıkları yüzünden helâk edilen günahkâr kavimlerin işaretleri, gece gündüz Suriye'ye giderken görebileceğiniz şekilde yolunuz üstünde durmaktadır." (Hicr: 76, Saffat: 137).

Bugün hemen hemen kesin bir şekilde, Ölü Denizin güney ucunun Hz. Lut'un (a.s) kavminin başkenti olan Sodom'un yeraldığı bölgenin şiddetli bir zelzele ile yerin dibine batması sonucu oluştuğu kabul edilmektedir. Bu bölgede hâlâ, orada insanların yaşadığını gösterir işaretlere rastlanmaktadır. Günümüzde modern kazı aletleri ile araştırmalar yapılmakta, fakat sonuçları hala beklenmektedir. (Ayrıntılı açıklama için bkz. Şuara an: 114)

60. Fiil-i livata yapan kimseye verilen İslâmî ceza ilgili olarak bkz. A'raf an: 68.

36 Medyen'e de kardeşleri Şuayb'ı (gönderdik)61 Böylece dedi ki: "Ey kavmim, Allah'a kulluk edin ve ahiret gününü umud edir62 ve yeryüzünde bozguncular olarak karışıklık çıkarmayın."

37 Ancak onu yalanladılar,63 bunun üzerine onları amansız bir sarsıntı yakalayıverdi, böylelikle kendi yurtlarında diz üstü çökmüş olarak sabahladılar.64

AÇIKLAMA

61. Karşılaştırma için bkz. A'raf: 85-93, Hûd: 84-96, Şuara: 177-191.

62. Bu, iki anlama gelebilir: 1) "Ahiret gününü bekleyin ve bu dünya hayatınızdan başka, amellerinizden hesap vereceğiniz ve ona göre cezalandırılıp mükâfatlandırılacağınız bir ahiret günü olmadığını sanmayın." 2) "Ahirette iyi bir akibete kavuşmak için salih bir şekilde çaba sarfedin."

63. Yani, "Onlar, Şuayb'ın (a.s) gerçekten Allah'ın Rasûlü olduğuna, tebliğ ettiği şeylerin Allah'tan geldiğine ve onu reddederlerse Allah tarafından gönderilecek bir azaba düçar olacaklarına inanmıyorlardı."

64. "Yurtları": Bu topluluğun yaşadığı tüm topraklar.

38 Âd'ı ve Semûd'u da (yıkıma uğrattık). Gerçek şu ki, kendi oturdukları yerlerden size (durumları) belli olmaktadır.65 Kendi yapmakta olduklarını şeytan onlara süsleyip-çekici kıldı, böylece onları yoldan alıkoydu. Oysa onlar görebilen kimselerdi.66

39 Karûn'u, Firavun'u ve Hâmân'ı da (yıkıma uğrattık). Andolsun, Musa onlara apaçık delillerle gelmişti, ancak onlar yeryüzünde büyüklendiler. Oysa onlar (azabtan kurtulup) geçecek değillerdi.67

40 İşte biz, onların her birini kendi günahıyla yakalayıverdik. Böylece onlardan kiminin üstüne taş fırtınası gönderdik,68 kimini şiddetli bir çığlık sarıverdi,69 kimini yerin dibine geçirdik,70 kimini de suda boğduk.71 Allah onlara zulmedici değildi, ancak onlar kendi nefislerine zulmediyorlardı.72

AÇIKLAMA

65. Arapların hemen hepsi bu iki kavmin yaşadığı toprakları bilirdi. Bugün Ahkâf, Yemen ve Hadramut olarak bilinen güney Arabistan'ın tümü eskiden Ad kavminin topraklarıydı ve bütün Araplar bunu bilirdi. Hicaz'ın kuzeyinde, Rabiğ'den Akabe'ye, Medine ve Hayber'den Teyma ve Tebük'e kadar uzanan topraklarda bugün bile Semud kavminden geri kalan harabelere rastlanmaktadır. Bunlar mutlaka Kur'an'ın indirildiği dönemde bugünden daha belirgindi.

66. Yani, "Onlar cahil ve aptal kimseler değil, bilakis çağlarının en medenî insanlarıydı. Dünyevî iş ve görevlerini büyük bir dikkat ve akıllılıkla yerine getiriyorlardı. Bu nedenle şeytanın onları aldatıp kandırarak kendi yoluna uydurduğu söylenemez. Tam aksine onlar şeytanın gösterdiği yola, arzu ve çıkarlarına uyduğu için bilerek ve farkında olarak tabi olmuşlar; zevksiz, eğlencesiz göründüğü ve ahlâkî sınırlamalar getirdiği için de peygamberin gösterdiği yolu bir tarafa bırakmışlardır."

67. Yani, "Onlar Allah'ın yakalamasından kaçıp-kurtulabilecek değillerdi; Allah'ın plan ve düzenlerini bozmaya güçleri de yetmezdi."

68. Ad kavminin üstüne yedi gece, sekiz gün boyunca taş yağdıran bir fırtına isabet etmişti.

69. Semud kavmi.

70. Karun.

71. Firavun ve Haman.

72. Buraya kadar geçen ayetlerde anlatılan kıssalar hem kafirlere, hem de müminlere hitap etmektedir. Bu kıssalar, üzülüp cesaretlerini yitirmemeleri, çok şiddetli eziyet ve baskılar altında bile Hak sancağını sabır ve sebatla yukarıda tutmaları için müminlere hitap etmektedir. Diğer taraftan bu kıssalar, kibir içinde İslâmî hareketi bastırıp yok etmeye çalışan günahkâr ve zalim kimselere de hitap etmektedir. Onlara şöyle denilmektedir: "Siz Allah'ın müsamaha ve hoşgörüsü hakkında çok yanlış bir fikre kapıldınız. Siz O'nun hiçbir kanunu olmayan bir melik olduğunu sanıyorsunuz. şimdiye kadar isyanlarınız, zulmünüz ve kötü amelleriniz nedeniyle cezalandırılmadığınız ve kendinizi ıslah etmeniz amacıyla size uzun bir mühlet verildiği için, sizi hesaba çekecek hiçbir güç olmadığı ve bu dünyada herkesin istediği gibi davranmaya devam edebileceği sonucuna vardınız. Bu kapıldığınız zan sizi, Nuh, Lut ve Şuayb (a.s) kavimlerinin akibetine, Semud ve Ad kavimlerinin karşılaştığı felakete, Karun ve Firavun'un sonuna götürecektir.

41 Allah'ın dışında başka veliler edinenlerin örneği,kendine ev edinen örümcek örneğine benzer. Gerçek şu ki, evlerin en dayanıksız olanı örümcek evidir; bir bilselerdi.73

42 Allah, kendi dışında hangi şeye tapmakta olduklarını şüphesiz bilmektedir. O, güçlü ve üstün olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.74

43 İşte bu örnekler; biz bunları insanlara vermekteyiz. Ancak alimlerden başkası bunlara akıl erdirmez.

44 Allah, gökleri ve yeri hak olarak yarattı.75 Hiç şüphe yok, bunda iman etmekte olanlar için bir ayet vardır.76

AÇIKLAMA

73. Yukarıda zikredilen bütün milletler, "Şirk" içindeydiler ve taptıkları ilâhların, yardımcı, destekçi, koruyucu olduğuna inanıyorlardı. Bu nedenle yaptıkları ibadetler, sundukları kurbanlarla onların rızasını kazanacaklarına, ihtiyaç duyduklarında onların yardım edeceğine inanıyorlardı.

Fakat yukarıda zikredilen tarihî olaylarda görüldüğü gibi, Allah onların helâkını dilediğinde onların bu inanç ve düşüncelerinin tamamen asılsız olduğu ortaya çıkmıştır. O zaman taptıkları hiçbir tanrı, hiçbir tecsim edilmiş ilah, hiçbir aziz veya ruh onları kurtarmaya gelmemiş ve onlar beklenti ve inançlarının yanlış ve saçma olduğunu idrak ederek felaketler ile karşı karşıya gelmişlerdir. Bu olaylar anlatıldıktan sonra Allah şimdi de müşrikleri şöyle uyarmaktadır: "Sizin, kainatın sahibi ve hakimine değil, hiçbir gücü olmayan kullara ve hayalî tanrılara inanç üzerine bina ettiğiniz oyuncak ümit evleri, aslında örümceğin ağından başka bir şey değildir. Örümcek ağı nasıl yavaş bir parmak darbesine bile dayanamazsa, sizin ümitleriniz için bina ettiğiniz oyuncak evde Allah'ın düzeni ile ilk karşılaştığında yerle bir olur. Sizin bâtıl inançlar ağı ile uğraşmanız cehaletten başka bir şey değildir. Eğer siz gerçek bilgiye sahip olsaydınız, hayat düzeninizi temelsiz direkler üzerine bina etmezdiniz. Gerçek şu ki, kainatta Alemlerin Rabbinden başka hiç kimse kudret ve otoriteye sahip değildir ve güvenilebilecek tek destek O'nun desteğidir. "Kim Tağut'u inkâr edip Allah'a inanırsa, kopmayan sağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah işitendir, bilendir." (Bakara: 256)

74. Yani, "Allah, onların mabud edindikleri ve yardım diledikleri varlık ve eşyaların ne olduklarını elbette bilir. Tek kudret sahibi, bu alemi kendi hüküm ve hikmetine göre idare eden Allah'tır.

Bu ayetin değişik bir tercümesi de şöyle olabilir: "Allah, onların kendisinden başka taptıkları şeylerin aslında hiçbir şey olduklarını bilir. O üstündür, hüküm ve hikmet sahibidir."

75. Yani, "Alemlerin düzeni bâtıla değil Hakk'a dayanmaktadır. bu düzeni önyargısız bir kafa ile tefekkür eden herkes, yerlerin ve göklerin varlıklarını, hurafeye, hayale değil, hak ve gerçeğe borçlu olduklarını görür. Bir kimsenin kafasından uydurduğu bir sistemin ayakta kalamayacağı kesindir. Bu düzende ancak hak ve gerçekle uyum içinde olan bir şey başarılı olup varlığını devam ettirebilir. Gerçek dışı varsayım ve hipotezler üzerinde yükseltilen bir yapı, gerçekle karşılaştığında mlutlaka yıkılacaktır. Kâinatın düzeni, yaratıcısının bir tek Allah olduğuna ve sadece bir tek Allah'ın malik ve hakim olduğuna şehadet etmektedir. Eğer bir kimse, bu alemde hiçbir tanrı olmadığına veya kendisine inananların hizmetlerini kabul eden ve karşılığında onlara diledikleri gibi yaşama ehliyeti, mutluluk ve barış içinde yaşama garantisi veren birçok tanrının varolduğuna inanırsa; gerçek, bu varsayımlara göre değişmeyecek, bilakis o kimse sonunda büyük bir felaketle karşılaşacaktır."

76. Yani, "Yerlerin ve göklerin yaratılışında, Tevhid'in hak olduğu, çok tanrıcılığın ve ateizmin imkansız olduğu konusunda apaçık bir delil ve işaret vardır. Fakat bu delili ancak Allah'ın elçilerinin getirdiği tebliğleri kabul edenler bulabilirler. Bunları reddedenler, herşeyi gördükleri halde bu delili bulamazlar."

45 Sana Kitap'tan vahyedileni oku ve namazı dosdoğru kıl.77 Gerçekten namaz, çirkin utanmazlıklar (fahşa)dan ve kötülüklerden vazgeçirir.78 Allah'ı zikretmek ise muhakkak en büyük (ibadet)tür.79 Allah, yapmakta olduklarınızı bilmektedir.

AÇIKLAMA

77. Hitap, görünüşte Hz. Peygamber'edir (s.a), fakat aslında bütün müminleri kapsamaktadır. Buraya kadar geçen ayetlerde müminlere, kendilerini içinde buldukları çok zor koşullara ve inançları nedeniyle karşılaştıkları işkencelere cesaretle göğüs gerebilmeleri için Allah'a güvenip dayanmaları tavsiye edilmişti. Burada ise sabır ve sebatın pratik bir aracı olarak, Kur'an okuyup namazı ikame etmeleri söylenmektedir. Çünkü Kur'an okuma ve namaz kılma, mümini sadece bâtıl ve kötülüğün şiddetli fırtınalarına cesaretle karşı koymasını değil, aynı zamada onları yenmesini de sağlayan güçlü bir karakter ve mükemmel bir kapasiteye kavuşturan iki araçtır. Fakat insan, ancak sadece kelimeleri okumakla kalmayıp Kur'an'ın öğretilerini iyice anladığında ve onları ruhunda sindirdiğinde ve namazı sadece fiziksel hareketlerden ibaret kalmayıp kalbinden gelen bir hareket ve ahlâk ve karakterinin bir dürtüsü olursa Kur'an okumak ve namaz kılmaktan güç kazanabilir. Namazın nasıl olması gerektiği, bir sonraki cümlede Kur'an'ın kendisi tarafından açıklanmaktadır. Kur'an okumaya gelince, boğazdan aşağısına, kalbe ulaşmayan bir okumanın, değil kişiye küfre karşı koyma gücü vermek, imanında sebat etmesi için yeterli güç bile veremeyeceğine dikkat edilmelidir. Bu tür insanlar hakkında bir hadiste şöyle buyurulmaktadır: "Onlar Kur'an okuyacaklar, fakat Kur'an boğazlarından aşağıya geçmeyecektir:

Onlar okun yaydan çıktığı gibi imandan çıkarlar." (Buhari, Müslim, Muvatta) Aslında kişinin düşünce, ahlâk ve davranışlarında hiçbir değişiklik meydana getirmeyen ve onun Kur'an'ın yasakladığı şeyleri yapmaya devam etmesini engellemeyen bir okuma, gerçek müminin okuyuşu değildir. Böyle kimseler hakkında Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Kur'an'ın haram kıldığını helal kılan, aslında hiç Kur'an'a inanmamış gibidir." (Tirmizi, Süheyb Rûmi'den rivayet etmiştir.) Böyle bir okuyuş, kişinin nefis ve ruhunu ıslah edip güçlendirmez, aksine onu Allah'a karşı daha küstah, vicdanına karşı inatçı yapar ve karekterini tamamen bozar. Çünkü Kur'an'ın ilâhî bir kitap olduğuna inanan, onu okuyup Allah'ın neler emrettiğini öğrenen, sonra da emirlerine karşı gelen kimsenin durumu, bilmediği için değil, kanunu çok iyi bildiği halde suç işleyen sanığın durumuna benzer. Hz. Peygamber (s.a), bu noktayı çok kısa bir cümle ile ifade etmiştir: "Kur'an sizin lehinize de, aleyhinize de bir şahittir."(Mümin) Yani! "Eğer Kur'an'a doğruca uyarsanız, o sizin lehinize bir şahit olur." Burada veya ahirette ne zaman yaptıklarınızdan hesaba çekilirseniz, yaptıklarınızın Kur'an'a uygun olduğunu söyleyerek, Kur'an'ı şahit getirebilirsiniz. Eğer yaptığınız şey kesinlikle ona uyuyorsa, bu dünyada hiçbir hakim sizi cezalandırmaz. Ahirette de Allah sizi bundan hesaba çekmez. Fakat eğer bu kitap size ulaşmış, siz de onu okumuş ve rabbinizin sizden neler istediğini, neleri yasaklayıp neleri emrettiğini öğrenmiş, sonra da ona aykırı bir tavır içine girmişseniz, o zaman bu kitap sizin aleyhinize bir şahit olur. Allah'ın mahkemesinde sizin suçunuzu daha da teyid eder. İşte o zaman ne cezadan kaçmanız, ne de cehaletinizi öne sürerek daha hafif bir cezaya çaptırılmanız mümkün olur."

78. Bu, konuyla ilgisi nedeniyle burada zikredilen namazın birçok önemli özelliklerinden biridir. Müslümanların Mekke'de yaşadıkları şiddetli düşmanlık ve reddedilmeye karşı maddi güçten çok moral (ahlâkî) bir güce ihtiyaçları vardı. Bu moral gücü sağlamak ve onu geliştirmek için ilk önce burada iki araca değinilmektedir: Kur'an okumak ve namazı ikame etmek. Ardından da namaz kılmanın müslümanları, o dönemde çevrelerindeki gayr-i müslim Arapların ve Arap olmayanların meşgul olduğu, İslâm'dan önce kendilerinin de ortak olduğu kötülüklerden arıtıp temizleyeceği söylenmektedir.

İnsan birazcık düşününce, niçin namazın bu belirli faydasının özellikle burada zikredilmiş olduğunu kavrayabilir. Kötülüklerden vazgeçmek, sadece ahlâkî temizliğe ulaşan kişiye hem bu dünyada hem de ahirette faydalar sağlamakla kalmaz.

Bunun kaçınılmaz bir avantajı da şudur: Kötülüklerden kaçınmak kişiye, bu kötülükleri işleyen ve bu kötülükleri besleyip geliştiren cahiliye düzeninin devam etmesi için çalışanlara karşı eşsiz bir üstünlük kazandırır. Çirkin ve kötü davranışlar insanın doğası gereği hoş karşılamadığı, ne kadar bozulmuş ve sapıtmış olursa olsun her toplum ve topluluk tarafından ilke olarak kötü kabul edilmiş olan davranışlardır. Kur'an'ın indirildiği dönemde Arap toplumu da bundan müstesna değildi. Bu insanlar da ahlâkî yücelik ve kötülüklerden haberdardılar; kötüye değil iyiye değer veriyorlar ve aralarında kötüyü iyiyle aynı sayan veya iyiye gereken değeri vermeyen kimse yoktu. Bu şartlar altında, böyle sapıtmış bir toplumda, o toplumun üyelerinden kendisi ile ilişkiye geçtikleri andan itibaren ahlâklı bireyler meydana getiren ve diğerlerinen daha üstün ahlâkî özelliklere sahip kişilikler yetiştiren bir hareket, kaçınılmaz olarak geniş etkiler uyandıracaktı. Sıradan Arap insanının, kötülükleri ortadan kaldırıp, iyilikleri yayan böyle bir hareketin ahlâki etkisini hissetmemesi ve onun yerine kendileri ahlâken çökmüş olan ve yüzyıllardan beri kötülükleri yayıp besleyen cahiliye sistemini devam ettirmeye çabalayan kimseleri takip etmesi imkansızdır. İşte bu nedenle o dönemde Kur'an, müslümanları, maddî güç ve kaynaklar temin etmek yerine, insanların kalplerinin kazanılmasını ve maddî güç sarfetmeksizin düşmanların yenilmesini sağlayacak olan namazı ikame etmeye teşvik etmektedir.

Namazın burada zikredilen faziletinin iki yönü vardır. Birincisi onun ayrılmaz ve kaçınılmaz özelliği olan kişiyi kötü ve iğrenç şeylerden alıkoyması; ikincisi onun istenilen özelliği, yani namaz kılan kişinin davranışlarında kötü ve iğrenç şeylerden kaçınması. Birinci özelliğini ele alırsak, namaz insanı kötülükleri yapmaktan alıkoyar. Namazın doğası hakkında biraz düşünen herkes, insanın kötülüklerden sakınması için konulan sınır ve engeller içinde en etkilisinin namaz olduğunu kabul edecektir. Hangi kontrol mekanizması, insanı günde beş defa Allah'ı zikretmeye çağıran, ona defalarca bu düyada tamamen hür olmadığını, bilakis Allah'ın kulu olduğunu ve Allah'ın onun yaptığı gizli açık herşeyden, hatta gönlünden geçirdiği gizli niyet ve amaçlardan bile haberdar olduğunu ve bütün yaptıklarından Allah'ın huzurunda hesap vereceği bir günün geleceğini hatırlatan namazdan daha etkili ne olabilir?

Namaz mümine sadece bunları hatırlatmakla da kalmaz, aynı zamanda ona, Allah'ın hiçbir emrine gizli de olsa isyan etmemesi için her namaz vaktinde ahlâkî bir eğitim de verir. Namazın başlangıcından sonuna dek, kişi, Allah'ın koyduğu kanunlara itaat mi yoksa isyan mı ettiğini bilen üçüncü bir şahıs bulunmaksızın belirli bazı hareketler yapmak zorundadır. Mesela eğer kişinin abdesti bozulmuşsa ve o kişi namaza durursa, kendisinden ve Allah'tan başka onun abdestsiz olduğunu bilebilecek kimse yoktur. Eğer bir kimse gerçekten namaza niyet etmez, fakat sadece gerekli hareketleri yapar ve sessizce, okunması gereken Kur'an'dan bölümler yerine, mesela şiir okursa, kendisinden ve Allah'tan başka, onun aslında hiç namaz kılmamış olduğunu kimse anlayamaz. Bununla birlikte, eğer bir kimse elbisenin ve bedenin temizliği, namazın farzları ve namazda okunacaklar, vs. gibi hususlarda ilâhî kurallara uyarak günde beş vakit namazını eda ederse, bu; o kimsenin namaz sayesinde günde kaç defa bilincinin uyandığı, ona görevine sadık ve sorumlu bir kişi olabilmesi için yardım edildiği ve dışarıdan bir kimsenin zorlaması olmadığı halde diğer insanlar onun niyet ve amellerini bilseler de bilmeseler de kendi itaat isteği nedeniyle kanunlara gizli veya açık uyması gerektiği konusunda onun ahlâkî bir uygulamalı-eğitim gördüğü anlamına gelir.

Böyle düşünüldüğünde, namazın kişiyi sadece kötü ve iğrenç şeylerden alıkoymakla kalmadığı, aslında dünyada insanı kötülüklerden alıkoyan en etkili aracın namaz olduğu kabul edilir. Namaz kılan kişinin kötülüklerden sakınıp sakınmaması olayına gelince bu, kendisini ıslah etmek için eğitim yapan kişinin kendisine bağlıdır. Eğer kişinin namazdan bu faydayı elde etme niyeti varsa ve bunun için gayret sarfederse, namazın ıslah edici etkisi mutlaka onun üzerinde de görülecektir. Aksi taktirde, dünyada düzelmek istemeyen veya ona karşı koyan bir kimseye etki edebilecek hiçbir ıslah metodu yoktur. Bu olayı bir örnekle açıklayabiliriz. Yiyeceğin asli özelliği, bedeni beslemesi ve geliştirmesidir. Fakat bu fayda ancak yiyecek sindirildiğinde elde edilebilir. Eğer bir kimse her yemek yiyişinden sonra yediklerini kusuyorsa, yiyeceklerin ona hiçbir faydası dokunamaz. Nasıl böyle bir kimse gözönünde bulundurularak "Yiyecekler beden için besleyici değildir, çünkü bu şahıs yediği halde iskelete dönüşmektedir" denemezse, namazı tam anlamıyla kılmayan bir kimse gözönünde bulundurularak da "Namaz kişiyi kötülüklerden alıkoymaz, çünkü falanca şahıs namaz kıldığı halde doğrulardan değildir" denemez. Nasıl böyle bir kimse için aslında namazı ikame etmediği söylenebilirse, yediği herşeyi kusan bir kimse için de yemek yemiyor demek uygun düşer.

Aynı konu ile ilgili Hz. Peygamber'den (s.a), bazı sahabe ve tabiinden de sözler nakledilmiştir. İmran bin Huseyn, Hz. Peygamber'in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet ediyor: "Namazı kendisini kötü ve iğrenç şeylerden alıkoymayan kimse, aslında hiç namaz kılmamış demektir. (İbn Ebi Hâtim). İbn Abbas (r.a) Hz. peygamber'in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Kişiyi kötü ve iğrenç davranışlardan alıkoymayan namaz, onu Allah yolundan daha da uzaklaştırır." (İbn Cerir, İbn Ebi Hatim) Aynı hususta Hasan Basri, Hz. Peygamber'den (s.a) mürselen bir hadis rivayet etmiştir. (İbn Cerir, Beyhaki) İbn Mesud'dan (r.a) rivayet edilen başka bir hadis de şöyledir: "Namaza itaat etmeyen namaz kılmamış gibidir ve namaza itaat de kişinin kötü ve iğrenç davranışlardan kaçınmasıdır." (İbn Cerir, İbn Ebi Hâtim) Aynı konuda Abdullah bin Mes'ud, Abdullah bin Abbas, Hasan Basri, Katade ve A'meş'ten de birçok sözler rivayet edilmiştir. İmam-ı Cafer es-Sadık şöyle demiştir: "Namazın kabul edilip edilmediğini öğrenmek isteyen kimse, namazın kendisini kötü ve iğrenç davranışlardan ne dereceye kadar sakındırdığına bakmalıdır. Eğer bu kimse kötülüklerden sakındırılmışsa, namazı kabul olmuştur." (Ruh'ul-Me'ani)

79. Bu ifade birçok anlama gelebilir: 1) "Allah'ı anmak (yani namaz) daha yüksek değere sahip bir şeydir: O, insanları kötülüklerden alıkoymakla kalmaz, bunun yanısıra insanları doğru davranışlarda bulunmaya ve başkalarını da buna çağırmaya teşvik eder." 2) Allah'ı anmak bizatihi yüce bir iştir: O amellerin en iyisidir, insanın yaptıklarından hiçbirisi bu iş kadar yüce değildir." 3) Allah'ın sizi anması, sizin onu anmanızdan daha büyük bir şeydir. Allah Kur'an'da: "Beni anın ki, ben de sizi anayım" (Bakara: 152) buyuruyor. Bu nedenle kul namazda Allah'ı andığında, elbette Allah da onu anacaktır. Tabii ki Allah'ın kulunu anışı, mutlaka kulun Allah'ı anışından daha yüce bir şeydir." Bu üç anlamın yanısıra, bu ifadenin Hz. Ebu Derda'nın (r.a) hanımının açıkladığı bir gizli anlamı daha vardır: "Allah'ı anmak sadece namazla sınırlı değildir, bilakis onun sınırları çok geniştir. Bir insan oruç tuttuğunda, zekat verdiğinde veya salih bir iş yaptığında kaçınılmaz olarak Allah'ı düşünür. Bu nedenle salih ameller O'ndan kaynaklanır. Aynı şekilde bir insan, önünde fırsat olduğu halde kötü bir işi yapmaktan kaçınırsa, bu da Allah'ı anmanın bir sonucudur. O halde Allah'ı anmak bir mümiminin bütün hayatını kaplar.

46 İçlerinde80 zulmetmekte olanları hariç olmak üzere,81 Kitap Ehliyle en güzel olan bir tarzın dışında mücadele etmeyin.82 Ve deyin ki: "Bize indirilene ve, size indirilene iman ettik; bizim ilahımız da, sizin ilahınızda birdir ve biz O'na teslim olmuş olanlarız."83

47 İşte biz sana böyle bir Kitap indirdik.84 Bundan dolayı kendilerine Kitap verdiklerimiz ona iman etmektedirler.85 Bunlar (putatapıcılar)dan da ona iman edecek olanlar vardır.86 Küfre sapanlardan başkası bizim ayetlerimizi inkâr etmez.87

AÇIKLAMA

80. Surenin biraz daha ilerisinde müminlerin hicret etmeye teşvik edildiklerine dikkat edilmelidir. O dönemde Habeşistan, müslümanların hicret edebileceği tek emin yerdi ve o sıralarda hristiyan yönetiminde bir ülkeydi. Bu nedenle bu ayetlerde müslümanlara, öyle bir durumla karşılaştıklarında Kitab Ehliyle nasıl tartışacakları öğretilmektedir.

81. Yani, "Zulmedenlere karşı, işledikleri zulmün derece ve şekline göre daha değişik bir tavır takınılabilir. Başka bir deyişle kişi Hakk'a çağıranın zayıf pısırık olduğunu zannettirecek şekilde herkese, her zaman aynı yumuşaklık ve nezakette davranmamalıdır. İslâm, kendisine tabi olanların yumuşak huylu, nazik ve mutedil olmalarını ister, fakat onlara zalim ve günahkârların kendilerini hiç dikkate almayacakları şekilde zayıf ve pısırık olmalarını da söylemez."

82. Yani, "Tartışma, karşıdaki kişinin fikirlerinin düzeltilebilmesi için medenî ve saygılı bir dilde ölçülü bir şekilde yapılmalıdır. Tebliğ eden kişinin asıl amacı, muhatabının kalbini uyandırmak, ona hakkı ulaştırmak ve onu doğru yola getirmek olmalıdır. O, tek gayesi karşısındakini yenmek olan pehlivan gibi davranmamalıdır. Daha çok, kendi yaptığı bir hatayla hastasının daha kötüye gitmemesi için çok dikkatli davranan ve onu mümkün olduğunca az sorun çıkararak iyileştirmeye çalışan bir doktor gibi olmalıdır. Bu talimat burada özellikle Kitab Ehli ile tartışmalar için verilmiştir, fakat bu dini tebliğ etme konusunda verilmiş genel bir talimattır ve Kur'an'ın birçok yerinde buna değinilmiştir. Mesela: "Ey Peygamber! Hikmetle ve güzel öğütle Rabbinin yoluna çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et." (Nahl: 125) "İyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü en güzel olan şeyle sav. O zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost oluvermiştir." (Fussilet: 34) "Ey peygamber! kötülüğü en güzel olanla sav. Biz onların nitelediklerini en iyi bileniz." (Müminun: 96) "Ey Peygamber, af yolunu tut, iyiliği emret ve cahillerle lüzumsuz tartışmalardan sakın. Ne zaman şeytandan kötü bir düşünce seni dürtüklerse, Allah'a sığın." (A'raf: 199-200)

83. Bu cümlelerde Allah bizzat, hak yol davetçilerinin takip etmesi gereken en iyi yolu göstermektedir. Bu metod şöyledir: "Karşıdaki insanın hatasını veya sapıklığını, tartışmanın temeli yapmayın, bilakis, karşınızdaki ile aranızda varolan ortak doğruları mücadeleye başlangıç noktası yapın. Yani tartışma, ihtilaflı noktalardan değil ortak ve üzerinde anlaşmaya varılmış noktalardan başlanmalıdır. Daha sonra üzerinde anlaşılan noktalardan yola çıkılarak muhataba sizin farklı olduğunuz noktaların, üzerinde anlaşılanlara uygun olduğu, onunkilerin ise bu noktalara aykırı olduğu anlatılmalıdır.

Bu bağlamda Kitab Ehlinin, Arabistan müşrikleri gibi vahy, peygamberlik ve tevhid gibi gerçekleri inkâr etmediğine, bilakis aynen müslümanlar gibi bu gerçeklere, inandıklarına dikkat edilmelidir. Bu temel noktalarda anlaştıktan sonra, aralarında ihtilafa neden olabilecek asıl mesele, müslümanların, Kitab Ehline indirilen kitaplara inanmadığı iddiasıdır.

Bundan sonra müsülmanlar Kitab Ehlini kendilerine indirilen Kitab'a inanmaya davet eder ve ona inanmazlarsa Kitab Ehlini kafir ilan edeceklerini söylerler. İşte bu çok güçlü bir ihtilafın temelini oluşturabilir. Fakat burada müslümanların konumu yine çok farklıdır. Onlar, Kitab Ehline indirilen bütün kitabların doğruluğuna ve Hz. Muhammed'e (s.a) indirilen vahye de inanırlar. Bundan sonra mesele, Kitab Ehlinin Allah tarafından gönderilen kitaplardan bir kısmına inanıp diğerine inanmamaları konusunda açıklama yapmalarına bağlanır. İşte bu nedenle Allah burada müslümanlara, Kitab Ehli ile tartışacaklarında ilk önce meselenin olumlu yönlerini ele almalarını emretmektedir. "Onlara de ki: Tanrımız ve tanrınız birdir ve biz O'na teslim olanlarız. Biz, size indirilmiş olsun, bize indirilmiş olsun O'ndan gelen bütün emir ve talimatlara boyun eğdik. Biz bir ülkeye, bir topluluğa veya bir ırka itaat eden kimseler değiliz ki, bir yere indirildiğinde Allah'ın emirlerine itaat edelim de başka bir yere indirildiğinde inkâr edelim: Biz ancak Allah'a itaat eden kullarız." Bu mesele Kur'an'ın birçok yerinde ele alınmıştır. Özellikle Kitab Ehlinden bahsederken daha da şiddetli vurgulanmıştır. Bkz. Bakara: 4, 136, 177, 285, Al-İ İmran: 84, Nisa: 136, 150-152, 162, 164, Şuara: 13.

84. Bu ifade iki anlama da gelebilir: 1) "Nasıl daha önceki peygamberlere kitaplar göndermişsek, bu kitabı da sana indirdik." 2) "Biz bu kitabı, daha önceki kitaplarımızı reddetmesi için değil, onları tasdik etmesi ve böyle olduğuna inanılması için gönderdik."

85. Konunun akışından bunlarla tüm Kitap Ehlinin değil, kendilerine ilâhî kitapları doğru anlama ve kavrama yeteneği bahşedilmiş ve gerçek anlamıyla "Kitab Ehli" olan kimselerin kastedildiği anlaşılmaktadır. Onlar, daha önceki ilâhî kitapları da tasdik ederler. Allah'ın son kitabı geldiğinde, inatçılık ve kibir göstermeyip daha önceki kitapları kabul ettikleri gibi onu da samimiyetle kabul etmişlerdir.

86. "Şu insanlar"; Arabistan halkı. Burada anlatılmak istenen şudur: Hakkı seven insanlar, kendilerine daha önceden ilâhî bir kitab indirilmiş olsun veya olmasın, imanı her yerde tasdik ederler.

87. Burada, "kafirler" ile önyargılarından vazgeçip hakkı kabul etmeye hazır olmayan veya arzu ve sınırsız özgürlüklerine kısıtlama ve sınırlama getirilmesini istemedikleri için hakkı reddeden kişiler kastedilmektedir.

48 Bundan önce sen hiç bir kitap okuyan değildin ve onu sağ elinle de yazmıyordun. Böyle olsaydı, batılda olanlar kuşkuya kapılırlardı.88

49 Hayır, o, kendilerine ilim verilenlerin göğüslerinde apaçık olan ayetlerdir.89 Zulmetmekte olanlardan başkası, bizim ayetlerimizi inkâr etmez.

50 Dediler ki: "Ona Rabbinden ayetler90 (birtakım mucizeler) indirilmeli değil miydi?" De ki: "Ayetler yalnızca Allah'ın katındadır. Ben ise, ancak apaçık bir uyarıcı-korkutucuyum."

51 Kendilerine okunmakta olan Kitabı sana indirmemiz onlara yetmiyor mu?91 Hiç şüphe yok, bunda iman etmekte olan bir kavim için gerçekten bir rahmet ve bir öğüt (zikir) vardır.92

AÇIKLAMA

88. Bu, Yunus ve Kasas Surelerinde Hz. Muhammed'in (s.a) peygamberliğini kanıtlamak için öne sürülen delilin aynısıdır. (Bkz. Yunus an: 21. Kasas an: 64, 109. Daha ayrınıtılı açıklama için bkz. Nahl an: 107, İsra an: 105, Müminun an: 66, Furkan an: 12 ve Şuara: an 84.)

Bu ayetle tartışmanın temeli, Hz. Peygamber'in (s.a) okuma-yazmasının olmamasıdır. Onun doğumundan yaşlılığına dek tüm hayatını oralarda geçirdiği çağdaşları ve akrabaları, onun hiç kitap okumadığını, hatta eline kalem dahi almadığını çok iyi biliyorlardı. Bu gerçeği gözler önüne sürerek Allah der ki: Kitap'ta sunulan derin bilgiler, daha önceki peygamberlerin kıssaları, birçok değişik dinin inanç ve akideleri, eski ümmetlerin tarihleri, sosyal, ekonomik ve ahlâkî hayatla ilgili sorunlar -ki bunlar ümmi bir adam tarafından aktarılıyor- bu adamın bu derin bilgileri başka bir kaynaktan değil, ancak vahiyden elde ettiğinin apaçık delilleridir. Eğer o okur-yazar olsaydı ve insanlar onu kitap okurken, ciddi çalışmalar yaparken görmüş olsalardı, o zaman bâtıla tapanlar şüphelerine, onun bu bilgileri vahiyden değil okuma ve inceleme sonucu elde ettiği şeklinde bir dayanak bulabilirlerdi. Fakat onun tamamen ümmî (okuma-yazması olmayan kişi) olduğu gerçeği, böyle bir şüpheye meydan bırakmamıştır. Bu nedenle, apaçık inatçılık hariç onun peygamberliğinin herhangi bir şekilde inkâr edilebileceği makul bir zemin yoktur."

89. Yani hiç okuma-yazması olmayan birinin, birdenbire, hiç kimse onu daha önce herhangi bir hazırlık yaparken görmediği halde olağanüstü nitelik ve özelliklere sahip Kur'an gibi bir kitap getirmesi ve onu insanlara sunması, aslında bilgi ve hikmete sahip insanlar için o kimsenin peygamberliğinin apaçık delilidir. Tarihte büyük diye anılan kişilerin hayat hikayesi incelendiğinde, çevresinde onun kişiliğini şekillendiren ve yaşadığı sürece kendisinden kaynakalanan mükemmellikler için onu hazırlayan faktörler bulunabilir. Her zaman onun çevresi ile kişiliğini oluşturan yönler arasında apaçık bir ilişki vardır. Fakat Hz. Muhammed'in (s.a) çevresinde onun gösterdiği mükemmellik ve mucizelere kaynak teşkil edebilecek hiçbir şey yoktur. Onun durumu sözkonusu olduğundan, ne o dönemdeki Arap toplumunda, ne de Arabistan'ın ilişkide bulunduğu komşu toplumlarda, Hz. Muhammed'in (s.a) kişiliğini oluşturan yönlerle uzaktan bile ilişkisi olan faktörler bulmak imkansızdır. İşte bu gerçeğe dayanılarak burada Hz. Muhammed'in (s.a) kişiliğinin sadece bir tek ayet değil, birçok ayet olduğu vurgulanmaktadır. Cahil bir insan, bu ayetlerdeki işaretlerden hiçbirini görmeyebilir. Fakat kendilerine ilim verilenler bu ayetleri görerek onun gerçekten Allah'ın Rasûlü olduğuna kani olmuşlardır.

90. Yani, insanların görüp Hz. Muhammed'in (s.a) gerçekten Allah'ın Rasûlü olduğuna inanacakları mucizeler.

91. Yani, "Sen okuma-yazma bilmediğin halde sana Kur'an gibi bir kitab indirildi. Bu, insanları senin peygamber olduğuna ikna edecek başlıbaşına büyük bir mucize değil mi? Onlar bundan başka mucizeler de mi istiyorlar? Diğer mucizeler sadece onlara şahit olanlar için geçerli ve etkilidir. Fakat bu mucize her zaman onların gözleri önünde durmaktadır. Kur'an onlara hemen hemen her gün okunmaktadır: Bu mucizeyi istedikleri an istedikleri şekilde gözleyebilirler."

Kur'an bu meseleyi böyle açıkça vurguladıktan sonra, hala Hz. Peygamber'in (s.a) okuma-yazma bildiğini ispatlamaya çalışanların cüreti gerçekten şaşırtıcıdır. Fakat gerçek şu ki, Kur'an burada Hz. Peygamber'in (s.a) ümmiliğini onun peygamberliğinin apaçık bir delili olarak sunmuştur. Hz. Peygamber'in (s.a) okuma-yazma bildiği veya hayatının daha sonraki bir döneminde öğrendiği iddiasını destekleyen hadisler hemen reddedilebilir. Çünkü Kur'an'a muhalif hiç bir hadis kabul edilemez. Aslında bu hadisler bir iddiaya temel teşkil edemeyecek denli zayıftırlar. Bu hadislerden birisi Buhari'dedir: Hudeybiye Anlaşması yazılırken Mekkeli müşriklerin temsilcisi Hz. Peygamber'in (s.a) adının yanına "Rasûlullah" ibaresinin eklenmesine karşı çıkar. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) o kâtibe (Hz. Ali) "Rasûlullah" ibaresini silip, yerine "Muhammed bin Abdullah" yazmasını söyler, Hz. Ali "Rasûlullah" ibaresini silmeyi reddeder. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) anlaşma metnini kendi eline alır, ibareyi siler ve "Muhammed bin Abdullah" yazar.

Fakat Berâ bin Azib'den rivayet edilen bu hadis, Buhari'de dört, Müslim'de de iki ayrı yerde hep değişik ifadelerle geçer.

1) Buhari'nin bir yerinde (Kitab'us-Sulh) bu hadisin sözleri şöyledir: "Nebi (s.a) Hz. Ali'ye o sözleri silmesini söyledi. O bunu yapamayacağını bildirdi. Sonunda Nebi (s.a) onları kendi eliyle sildi."

2) Aynı kitapta ikinci hadis şöyledir: "Bunun üzerine o (Peygamber), Ali'ye (r.a) dedi ki; "Rasûlullah'ı (s.a.) sil." O da şöyle dedi: "Vallahi, senin ismini asla silmem. O zaman (Nebi (s.a) metni aldı ve şöyle yazdı: "Bu Muhammed bin Abdullah'ın yaptığı anlaşmadır."

3) Berâ bin Azib'den rivayet edilen üçüncü hadis, Buhari'nin "Kitab'ül Cizye" bölümünde yeralmaktadır ve şöyledir: "Nebi (s.a) kendisi yazma bilmezdi. Ali'ye (r.a) "Rasûlulah'ı sil" dedi. O; vallahi asla bu kelimeleri silmeyeceğim, dedi. Bunun üzirine Nebi (s.a) şöyle dedi: "Bu kelimelerin olduğu yeri bana göster." Ona kelimelerin yerini gösterdi. Nebi (s.a) de o kelimeleri kendi eliyle sildi."

4) Dördüncü hadis Buhari'nin Kitabul-Megazi'indedir: "Bunun üzerine Nebi (s.a) yazmayı bilmediği halde anlaşma metnini eline aldı ve şöyle yazdı: Bu, Muhammed bin Abdullah'ın yaptığı anlaşmadır."

5) Müslim'de (Kitab'ul-Cihad). Yine Berâ bin Azib'den rivayet edilen hadiste Hz. Ali'nin reddetmesi üzerine Hz. Peygamber'in (s.a) bizzat "Rasûlullah" kelimesini sildiği belirtilmektedir.

6. Yine aynı kitapta Berâ'dan rivayet edilen diğer bir hadis ise şöyledir: "Nebi (s.a) Ali'ye şöyle dedi: "Rasûlullah" kelimesinin nerede olduğunu bana göster. Hz. Ali ona o yeri gösterdi, o da silip İbn Abdullah yazdı."

Hadislerdeki tutarsızlık, daha sonraki ravilerin Berâ bin Azib'in (r.a) sözlerini tam doğru nakletmediklerini göstermektedir. Bu nedenle bu rivayetlerin hiç birisi tamamen güvenilir kabul edilip, Hz. Peygamber (s.a) "Muhammed bin Abdullah" sözlerini kendisi yazmıştır denilemez. Belki de Hz. Ali (ra.) "Rasûlullah" ibaresini silmeyi reddedince Hz. Peygamber (s.a) nerede yazılı olduğunu öğrendikten sonra ibareyi bizzat kendisi silmiş, sonra da "İbn Abdullah" sözlerini Hz. Ali'ye ya da başka bir katibe yazdırmış olabilir. Başka hadisler anlaşma metnini yazan iki katip bulunduğunu bildirmektedirler: Hz. Ali ve Muhammed bin Mesleme (Feth'ul-Bari cilt. V, sh: 217). O halde bir katibin yapmadığını diğerinin yapmış olması imkansız değildir. Bununla birlikte, eğer Hz. Peygamber (s.a) ismini bizzat kendi eliyle yazmışsa bile, dünyada buna benzer bir sürü örnekle karşılaşmak mümkündür. Okuma yazması olmayan kimseler, başka bir şey okuyup-yazmadıkları halde kendi isimlerini yazmayı öğrenirler.

Hz. Peygamber'in (s.a) okur-yazar olduğu iddiasının dayandırdığı diğer hadis ise İbn Ebi Şeybe ve Ömer bin Şeybe tarafından Mücahid'den rivayet edilmiştir: "Nebi ölmeden önce okuma-yazmayı öğrendi." Fakat bu hadisin isnadı, zayıftır. Hafız İbn Kesir hadis hakkında "Zayıftır, aslı yoktur" demiştir. İkincisi hadis diğer yönlerden de zayıftır. Çünkü eğer Hz. Peygamber (s.a) hayatının son dönemlerinde okuma-yazmayı öğrenmiş olsaydı, bu herkes tarafından bilinirdi. Birçok sahabe bunu rivayet eder ve onun okuma yazmayı öğrendiği kişi (veya kişiler) de bilinirdi. Fakat bu hadisi, Mücahid'in şeyhi (Mücahid'in hadisi duyup aldığı kişi çev.) Avn bin Abdullah'dan başkası rivayet etmemiştir. Ve bu Avn, sahabe değil, bu hadisi hangi sahabeden (veya sahabîlerden) aldığını da söylemeyen tabiûndan bir zattır. Böyle zayıf hadislere dayanılarak, çok iyi bilinen gerçeklerle çatışan bir şey elbette kabul edilemez.

92. Yani, bu kitabın indirilişi hiç şüphesiz, Allah'ın büyük bir lütfudur ve bu kitab insanlar için büyük uyarılar taşımaktadır. Fakat sadece inanan kimseler ondan yararlanabilirler.

52 De ki: "Benimle sizin aranızda şahid olarak Allah yeter. O, göklerde ve yerde olanı bilir. Batıla inanan ve Allah'ı inkâr edip-küfredenler ise, işte onlar hüsrana uğrayanlardır."

53 Azab konusunda senden acele (davranmanı) istiyorlar.93 Eğer adı konulmuş bir ecel (tayin edilmiş bir vakit) olmasaydı, herhalde onlara azab gelmiş olurdu. Fakat kendileri şuurunda olmadan o, onlara kuşkusuz apansız geliverecektir.

54 Azab konusunda senden acele (davranmanı) istiyorlar. Oysa cehennem, o küfre sapanları gerçekten kuşatıp-durmaktadır.

55 Azabın onları kendi üstlerinden ve ayaklarının altından kaplayacağı gün (Allah): "Yapmakta olduklarınızı tadın" der.

56 Ey iman etmekte olan kullarım, hiç şüphesiz benim arzım geniştir; artık yalnızca bana ibadet edin.94

57 Her nefis ölümü tadıcıdır; sonra bize döndürüleceksiniz.95

58 İman edip salih amellerde bulunanlar; onları, içinde ebedî kalıcılar olarak, altından ırmaklar akan cennetin yüksek köşklerine muhakkak yerleştireceğiz. (Salih) Amellerde bulunanların ecri ne güzeldir.96

AÇIKLAMA

93. Yani, "Onlar sana tekrar şu teklifi yapıyorlar: Eğer sen gerçekten peygambersen ve biz de Hakkı inkâr ediyorsak, o zaman bize, tehdit ettiğin azabı geciktirip erteleme."

94. Burada üstü kapalı bir şekilde hicret ima edilmektedir: "Eğer Mekke'de Allah'a ibadet etmenin zorlaştığını hissediyorsanız, orayı terkedip, Allah'a ibadet eden kullar olarak yaşabileceğiniz başka bir yere gidebilirsiniz. Çünkü Allah'ın arzı geniştir. Yurdunuza, ulusunuza değil, Allah'a ibadet etmelisiniz." Bu, gerçek olanın, ulus, vatan ve ülke değil Allah'a ibadet olduğunu göstermektedir. Eğer belirli bir dönemde vatan, millet sevgisi ile Allah'a ibadet çatışırsa, işte bu mümin için bir imtihan başlangıcıdır. Böyle bir durumda gerçek mümin vatan, millet, ülke sevgisini bir kenara bırakıp Allah'a ibadeti seçecektir. Gerçekten iman etmediği halde mümin olduğunu söyleyen kimse ise, inancını bir tarafa atıp vatanına, milletine ve ülkesine bağlı kalacaktır. Bu ayet açıkça gerçekten Allah'a ibadet eden bir kulun bir esir olabileceğini, ama asla belirli bir vatana veya ulusa tapan bir kimse olamayacağını göstermektedir. Onun için Allah'a ibadet, hayatının; uğrunda herşeyini feda edebileceği ve fakat onu hiçbir şeye feda edemeyeceği en değerli gayesidir.

95. Yani, "Dünya hayatına fazla heves etmeyin, çünkü herkes er veya geç ölecektir. Hiç kimse bu dünyaya ebedi yaşamak için gelmemiştir. Bu nedenle, asıl gayeniz, hayatı kurtarmak değil, imanınızı nasıl koruyacağınız ve Allah'a ibadetin gereklerini nasıl yerine getireceğinizi öğrenmek olmalıdır. Sonunda mutlaka bize döneceksiniz. Eğer hayatınızı kurtarmak için imanınızı kaybetmişseniz, o zaman ahiretteki akıbetiniz biraz farklı olacaktır. Fakat tam aksine eğer imanınızı korumak için hayatınızı kaybetmişseniz, sonuçta bunun tam tersi olacaktır. Bu nedenle sadece bize döndüğünüzde yanınızda ne getireceğiniz konusunda çaba ve gayret sarfetmelisiniz. Yanınızda yaşamak için feda ettiğiniz bir iman mı, yoksa inancınız için feda ettiğiniz bir hayat mı getireceksiniz."

96. Yani, "Eğer inancınız ve doğruluğunuz nedeniyle bütün dünya nimetlerinden mahrum kalmışsanız ve dünyevî açıdan bakıldığında hayatınız tam bir kayıptan ibaretse bile, bunların karşılığını alacağınızdan, hatta daha da fazlasıyla mükafatlandırılacağınızdan emin olun."

59 Ki onlar, sabredenler97 ve Rablerine tevekkül edenlerdir.98

60 Kendi rızkını taşıyamayan nice canlı vardır ki, onu da, sizi de Allah rızıklandırmaktadır. O, işitendir, bilendir.99

61 Andolsun, onlara:100 "Gökleri ve yeri kim yarattı, güneşi ve ayı kim emre amede kıldı?" diye soracak olursan, şüphesiz: "Allah" diyecekler. Şu halde nasıl oluyor da çevriliyorlar?

62 Allah, kullarından dilediğine rızkı yayıp-genişletir, onu kısar da. Hiç şüphe yok Allah, her şeyi bilendir.

AÇIKLAMA

97. "Onlar ki sabrederler": Onlar zorluklar, zararlar, işkence ve belalar karşısında bile imanlarında sebat ederler, onlar, iman etmelerinin sonuçlarına katlanırlar ve geri dönmezler. Onlar, imandan dönerlerse elde edecekleri fayda ve çıkarların farkındadırlar. Fakat bunlara aldanmazlar. Onlar, kafirlerin ve doğru yoldan sapanların bu dünyada elde ettikleri zenginlikleri görürler, bu dünyada elde ettikleri zenginliklerine tesadüfen bile bakıp imrenmezler.

98. "Onlar Rablerine tevekkül ederler": Onlar servetlerine, ticaretlerine ve kabilelerine değil, Rablerine güvenip dayanırlar. Onlar sadece Rablerine tevekkül ettikleri için dünyevi imkanlarına bakmaksızın imanları uğrunda her güçle savaşmaya, her tehlikeye göğüs germeye ve imanları gerektirirse yurtlarını bile terketmeye hazırdırlar. Onlar Rablerinin, imanlarının, işledikleri salih amellerinin mükafatını boşa çıkarmayacağından emindirler ve O'nun bu dünyada da kendisine inananlara ve salih kullara yardım edeceğine, ahirette ise onlara en güzel mükafatları bahşedeceğine inanırlar.

99. Yani, hicret ederken ne hayatınızın emniyeti ne de rızkınız konusunda endişe etmemelisiniz. Çünkü çevrenizde karada ve denizde gördüğünüz nice hayvan, kuş kendi rızıklarını beraberlerinde taşımazlar. Allah onlara rızık veriyor: Onlar nereye gitseler, Allah'ın lütfuyla rızıklarını bulurlar. Bu yüzden, imanınız nedeniyle yurtlarınızdan ayrılmak zorunda kaldığınızda yiyecek bir şey bulamayacağınız gibi, bir endişe ile cesaretinizi yitirmeyin. Allah sayısız yaratığa rızkını verdiği gibi, aynı kaynaktan sizi de rızıklandırır.

Aynı şeyleri Hz. İsa'da (a.s) havarilerine öğretip tebliğ etmiştir:

"Hiç kimse iki efendiye kulluk edemez; çünkü ya birinden nefret eder ve ötekini sever, ya da birini tutar ötekini hor görür. Siz Allah'a ve mammona (zenginlik-çev. notu) kulluk edemezsiniz, bunun için size diyorum; ne yiyeceksiniz yahut ne içeceksiniz diye hayatınız için, ne giyeceksiniz diye bedeniniz için kaygı çekmeyin. Hayat yiyecekten ve giyecekten daha üstün değil midir? Göğün kuşlarına bakın, onlar ne ekerler, ne biçerler, ne ambarlara toplarlar ve semavî babanız onları besler. Siz onlardan daha değerli değil misiniz? Ve sizden kim kaygı çekmekle boyunun ölçüsüne bir arşın katabilir? Niçin esvabtan ötürü kaygı çekiyorsunuz? Kır zambaklarının nasıl büyüdüklerine iyi bakın, ne çalışırlar, ne de iplik eğirirler. Size derim ki: Süleyman bile bütün izzetinde bunlar gibi giyinmiş değildi. Fakat bugün mevcut olup yarın fırına atılan kır otunu Allah böyle giydirirse, sizi daha çok giydirmez mi, ey az imanlılar! Şimdi: Ne yiyeceğiz? Yahut ne içeceğiz? Yahut ne giyeceğiz diye kaygı çekmeyin. (Çünkü İsrail kavminden gayri bütün milletler bütün bu şeyleri ararlar.) Çünkü semavî babanız bütün bu şeylere muhtaç olduğunuzu bilir. Fakat önce onun melekütunu ve salahını arayın, ve bütün bu şeyler size arttırılacaktır. Bundan dolayı yarın için kaygı çekmeyin, zira yarınki gün kendisi için kaygı çekecektir. Kendi derdi bugün yeter." (Matta, 6: 24-34)

Kur'an'da ve İncil'de yeralan bu bölümlerin arka-planı aynıdır. Hakkın tebliğ edilmesi sırasında her zaman hak yolcusunun, maddi dünyanın imkânlarını hiç gözönünde bulundurmaksızın, hayatını sadece Allah'a emanet edip tevekkül edeceği bir an gelir. Bu şartlarda, gelecekteki imkânları hesaplayan, hayat teminatı ve rızık garantisi arayan kimseler hiçbir şey yapamazlar. Bu şartlar ancak, her tehlikeye korkusuzca göğüs geren, hatta hayatlarını bile tehlikeye atmaya hazır olan kimselerin güç ve çabalarıyla değişebilir. İşte bu fedakârlıklar sonucunda Allah'ın kelamı yücelir ve diğer tüm kelam ve akideler onun önünde boyun eğer.

100. Buradan itibaren yeralan bölüm yine Mekkeli müşriklere hitap etmektedir.

63 Andolsun onlara: "Gökten su indirip de ölümünden sonra yeryüzünü dirilten kimdir?" diye soracak olursan, şüphesiz: "Allah" diyecekler. De ki: "Hamd Allah'ındır."101 Hayır, onların çoğu akletmiyorlar.

64 Bu dünya hayatı, yalnızca bir oyun ve (eğlence türünden) tutkulu bir oyalanmadır.102 Gerçekten ahiret yurdu ise, asıl hayat odur. Bir bilselerdi.103

65 Onlar gemiye bindikleri zaman, -dini yalnızca O'na 'halis kılan gönülden bağlılar' olarak, Allah'a yalvarıp-yakarırlar. Ama onları karaya çıkarıp kurtarınca da, hemen şirk koşarlar.

66 Kendilerine verdiğimiz (nimetler)e nankörlük etsinler ve yararlanıp- metalansınlar diye.104 Ancak onlar yakında bileceklerdir.

67 Görmediler mi ki, çevrelerinde insanlar kapılıp-yağma edilirken, biz Harem (Mekke'y)i güvenilir (ve dokunulmaz) kıldık.105 Yine de onlar,batıla inanıp Allah'ın nimetlerine nankörlük mü ediyorlar?

68 Allah hakkında yalan uydurup iftira edenlerden veya kendisine hak geldiği zaman onu yalan sayandan daha zalim kimdir?106 Küfre sapanlara cehennem içinde bir konaklama yeri mi yok?

69 Bizim uğrumuzda cihad edenlere, biz şüphesiz onlara yollarımızı gösteririz.107 Gerçek şu ki Allah, ihsan edenlerle beraberdir.

AÇIKLAMA

101. Burada "Elhamdülillah" (hamd Allah'adır) Sözleri iki anlama gelir. 1) "Bütün bunları yapan Allah olduğuna göre, başka hiçbir şey değil, sadece O hamde layıktır.", 2) Bunu bizzat siz de kabul ettiğiniz için Allah'a hamd olsun."

102. Yani, "Dünya aslında, çocukların eğlenmek için bir süre çıkıp vakit geçirdikleri ve tekrar eve geri döndükleri bir oyun gibidir. Orada kral olan aslında kral değildir, sadece o rolü oynamaktadır. Bir zaman gelir oyun sona erer ve dünyaya ilk geldiğinde olduğu gibi krallığını eli boş terkeder. Aynı şekilde burada hayatın hiçbir günü sürekli değildir. Herkes belirli bir süre için rolünü oynamaktadır. Bu kısa süren hayatın zaferlerinin cazibesine kapılan, vicdan ve imanlarını kaybederek dünyada eğlence, zevk, başarı ve şeref elde edenler sadece kısa bir süre için oyun oynamaktadırlar. Bu insanlar dünyada iken yıllarca kendilerini bu oyuncaklarla aldatıp; ölüm kapısından elleri boş bir şekilde, ahiretteki ebedi hayatı gözettiklerinde ve cazip oyuncakların kendileri için ebedî bir azaba sebeb olduğunu gördüklerinde acaba oyuncaklarının kendilerine ne faydası olacaktır?"

103. Yani "Eğer bu insanlar bu dünya hayatının imtihan için verilmiş bir süre olduğunu ve insan için gerçek hayatın ebedi ahiret hayatı olduğunu bilselerdi, bu hazırlık ve imtihan dönemini oyun ve eğlence ile geçirmez. Bilakis her dakikasını ahiretteki ebedi hayatları için hazırlık yaparak geçirirlerdi."

104. Açıklama için bkz. Enam an: 29-41, Yunus: 29-31, İsra an: 84

105. Yani, "Çevresinde güvenlik ve barış içinde oldukları Mekke şehri, Lat veya Hubel tarafından mı mukaddes belde kılındı? Arabistan gibi çetin bir bölgede böyle bir yeri 250 yıl boyunca tüm fitne ve karışıklıklardan korumaya hangi tanrı veya tanrıçanın gücü yeter? Bizden başka bu beldenin emniyet ve kudsiyetini kim muhafaza edebilir."

106. Yani, "Muhammed peygamber olduğunu iddia etti, siz ise onu inkâr ettiniz. O halde sadece şu iki seçenek mevcuttur. Eğer Muhammed, Allah adına yalan bir iddiada bulunmuşsa, ondan daha zalim bir kimse olamaz. Eğer siz gerçek bir peygamberi yalanlamışsanız, o zaman da sizden daha zalim kimse olamaz."

107. "Mücahede" kelimesini daha önce an: 8'de açıklamıştık. Orada savaşan kişinin ancak kendi faydası için savaştığı söylenmişti. (ayet: 6) Burada ise tekrar Allah'ın, tüm dünyayı karşısına almak pahasına da olsa kendi uğrunda samimiyetle savaşanları yalnız bırakmayacağı, bilakis onlara yardım edip destekleyeceği, kendisine giden yolları onlar için açacağı vurgulanmaktadır. Allah her an onlara kendi rıza ve desteğini kazanma yollarını öğretir ve her dönüm noktasında onlara doğru yol ile yanlış yolları birbirinden ayırd etmelerini söyleyen bir ışık gösterir. Kısaca, Allah onlara samimiyetleri ve salih ameller için gösterdikleri arzunun yoğunluğu ölçüsünde yardım eder, doğru yolu gösterir ve onları destekler.