30 Haziran 2007 Cumartesi

HADİD SÜRESİ(MEVDUDİ)

Adı: Sure adını 25. ayetinden almıştır.

Nüzul Zamanı: Bu surenin "Medeni" olduğuna dair görüş birliği vardır. Nitekim muhtevasından, surenin Uhud Savaşı ile Hudeybiye Antlaşması arasında bir dönemde nazil olduğu anlaşılmaktadır. Civardaki tüm kafirlerin tehdidi altında bulunan Medine'deki küçük İslâm toplumu, zayıf olmasına rağmen çevresindeki müşrik Arap güçlerine karşı sürekli teyakkuz halindeydi. İşte böyle bir ortamda İslâm, kendi davetine icabet edenlerden canları ve malları konusunda fedakarlıklar istemektedir. Bu yüzdendir ki, surede müminlerden canları ve malları konusunda yapacakları fedakarlıklar teşvik ve talep edilmektedir. Nitekim 10. ayette de teyid edildiği gibi Allah müminlere seslenerek "Zaferden sonra İslâm'ı yayma yolunda mallarını sarfedip, canlarıyla savaşanlar elbette zaferden önce mal ve canlarıyla savaşanlarla bir değildir." buyurulmaktadır. Hz. Enes 6. ayetin açıklamasını yaparken "Kur'an'ın nazil oluşundan itibaren geçen 17 sene içerisinde ilk kez müminlere böylesine şiddetli bir ikazda bulunulmuştur" demektedir. (İbn Merduye). Bu rivayete dayanarak Hadid Suresi'nin hicretin 4. ve 5. yıllarında nazil olduğu söylenebilir.

Konu: Bu sure, Allah yolunda infak (sarfetmek-harcamak) konusunda yapılan telkin ve teşvikleri ihtiva eder. İslâm tarihinin, İslâm ile cahiliyenin kıyasıya birbirleriyle ölüm kalım savaşı yaptığı o nazik dönemde, bu sure müminleri mâlî fedakarlıklar yapmaları hususunda teşvik etmiştir.

Ayrıca İslâm'ın, sadece bir şahsın Müslüman olduğunu iddia etmesi, bir takım sathî ve zahirî ibadetlerde bulunması olmadığı belirtilerek Allah'a iman etmede ihlasın önemi vurgulanmıştır. Ki zaten bu da İslâm'ın gerçek ruhudur. Şayet bir kimse imanında ihlas sahibi değilse, can, mal ve çıkarlarına Allah'ın dininden daha çok önem veriyorsa bu kimsenin müminlik iddiası yalandır ve Allah indinde hiç bir değeri yoktur.

Bu sebepten ötürü öncelikle, muhatapların kendilerine seslenen yaratıcı beyan edilmiş ve daha sonra aşağıda zikredilen konular işlenmiştir.

Allah yolunda infak etmekten kaçınmamak İslâm davasının ve imanın gereğidir. Aksine davranmak sadece iman olgusuna değil, gerçeğe de ters düşer. Çünkü mal, insana Allah tarafından geçici olarak verilmiş bir nimettir. "Sizlerin bu gün sahip olduğunuz mal ve mülk yarın elinizden alınıp bir başkasına verilebilir; zira onun asıl sahibi Allah'tır. O Allah ki, kainattaki her şey O'nun emri altındadır. Allah'ın, tasarrufunuz altına vermiş olduğu mal ve mülkü kendi isteğiniz ile Allah rızası için kullandığınızda ancak bir yarar sağlamış olursunuz."

Allah yolunda bir kimsenin canını ve malını ortaya koyması her ne kadar hüsn-ü kabul görürse de, bu davranışın kıymeti, can ve maldan geçildiği şartlar nazarı dikkate alınarak değerlendirilecektir. Sözgelimi İslâm'ın tehlikede olduğu ve her an kafirlerin gücü karşısında yenilme ihtimalinin bulunduğu bir zamanda, canlarını ve mallarını verenler ile; İslâm'ın muzaffer, Müslümanların güçlü olduğu bir zamanda canlarını ve mallarını verenler arasında, elbette derece itibariyle bir farklılık olacaktır. Hak yolunda infak edilen bir mal Allah'a "Karzı-Hasen" (güzel bir borç) vermek gibidir, Allah bu karz-ı hasenin karşılığını kat kat verecektir.

Ahirette Allah'ın nuru ancak Allah yolunda mallarını ve canlarını sarfedenlere nasip olacaktır. Dünyada hakkın veya batılın hüküm süreceğine aldırış bile etmeyen münafıklar, burada her ne kadar Müslümanların saflarında gözüküyorlarsa da, ahirette Müslümanlardan ayrılarak Allah'ın nurundan mahrum kalacak ve mahşer meydanında kafirlerle birlikte olacaklardır.

Müslümanlar, hayatlarını dünyanın peşinden koşarak tüketmiş ve gaflet dolayısıyla kalpleri katılaşmış Ehli Kitap gibi olmamalıdırlar. Onlar (Ehli Kitap) nasıl mümin olabilirler ki, Allah'ın zikrini işittiklerinde kalpleri yumuşamaz ve Allah'ın indirdiği hakka boyun eğmezler?

Allah indindeki şehid ve sıddıklar, ancak Allah yolunda mallarını ve canlarını hiç gösteriş yapmadan feda eden müminlerdir.

Dünya hayatı, geçici ve aldatıcı bir zevkten başka bir şey değildir. Elinizdeki zinetler, aranızdaki övünme, mal ve evlat yarışı hepsi de geçicidir. Bu, tıpkı yemyeşil bir tarlanın misaline benzer: Önce sararır, sonra kurur ve çürür, sonunda da yok olup gider. Asıl kalıcı olan Cennet hayatıdır. O halde ne yapacaksanız, Cennet hayatı için yapın. Dünyada sıkıntı veya ferahlık, Allah'ın takdirine bağlıdır. Müminler, bir musibetle karşılaştıklarında meyus olmayan, zenginlik ve refah elde ettiğinde kibirlenmeyen bir karaktere sahip olmalıdırlar. Çünkü kafir ve münafıklar, Allah kendilerine nimet verdikçe kibirlenip şımaran, Allah'ın bağışladığı nimeti O'nun rızası için sarfetmeyen ve hatta başkalarını da sarfetmekten alıkoyan bir özelliğe sahiptirler.

Allah, peygamberlerini apaçık işaretlerle göndererek, adaleti tesis etmeleri için beraberlerinde Kitap ve Mizan'ı indirmiş ve hakkı ikame edip batıl güçleri ezmeleri için de, bunlarla birlikte Demir'i yaratmıştır. Böylece Allah, kimlerin dinini ikâme edeceğini ve kendine yardımda bulunacağını görecektir. "Bu imtihan ilerlemeniz ve bir üst makama yükselmeniz içindir. Yoksa Allah kendi dinini ikâme etmek için sizlere muhtaç değildir."

Daha önce de Allah tarafından peygamberler gönderilmiştir. Onların davetine icabet edenler olduğu gibi, tekrar fıska dalanlar da oldu. Hz. İsa peygamber olarak gönderildiğinde, bir çoğu iyiliğin yoluna girmişlerdi ama, ondan sonra ümmeti, ruhbanlık bid'atine saplanıverdi. Şimdi ise Hz. Muhammed (s.a), Allah tarafından peygamber olarak gönderilmiştir. O'nun peygamberliğine iman edip Allah'tan korkarak hayatlarını sürdürenler, Allah'ın rahmetinden iki kat hak alırlar ve bu dünyada hak ve batılı açıkça görebilmeleri için kendilerine basiret bahşedilir. Ehl-i Kitap, Allah'ın lütfunu kendi tekellerinde sanmaktadırlar, sanmaya da devam etsinler. Allah'ın fazl ve rahmeti kendi elindedir ve bunu dilediğine verir.

Burada özetlediğimiz konular, sure içinde peşpeşe beyan edilmiştir.

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1 Göklerde ve yerde olanların tümü Allah'ı tesbih etmiştir.1 O, üstün ve güçlü (aziz) olandır,2 hüküm ve hikmet sahibidir.

2 Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Diriltir ve öldürür. O, her şeye güç yetirendir.

AÇIKLAMA

1. Yani, kâinat nizamı içerisinde bulunan her şey, kendisini yaratan Zat'ın her türlü kusur, zaaf ve noksanlıktan münezzeh olduğunu açıkça ispatlamaktadır. Çünkü o Zat'ın sıfat ve fiilleri mükemmeldir. Yaratılış ve yarattıklarının idaresi ile ilgili emirlerinin tümü, her türlü kusur, zaaf ve noksandan berîdir.

"Sebbeha" fiili burada mazi sîgasıyla (geçmiş zaman kipiyle) kullanılmıştır. Fakat bazen muzari sîgasıyla (geniş zaman kipiyle) kullanıldığı yerler de vardır. Bu farklılık, kâinattaki her zerrenin Allah'a hamd etmiş olduğuna, hâlâ etmekte ve gelecekte de edeceğine delalet eder.

2. "Huve'l-Aziz'ûl-Hakim" (O azizdir, hakimdir) ifadesinde geçen "huve" zamiri, tekid için başa getirilmiştir. Yani aziz ve hakim ancak O'dur. Aziz; kuvvet sahibi, kâdir ve kâhir anlamına gelir. Hiç kimse O'nun emirlerine karşı koyamaz ve herkes O'nun emirlerini yerine getirmek zorundadır. O'na karşı çıkan, O'ndan kaçıp kurtulamaz. Hakim ise hikmet sahibi demektir. Yani O'nun yaptığı her şeyde bir hikmet vardır. O'nun yaratışı, idaresi, emirleri ve yol göstermesi yine bir hikmete dayanmaktadır. Yaptıkları akla ve mantığa ters değildir, hiçbirinde bir bilgisizlik yoktur.

Burada ince bir nokta dikkate değer. Kur'an'da Allah'ın "aziz" sıfatı ile birlikte Kuvvetli, Cebbar, Muntakim, Kahhar gibi sıfatları pek nadir olarak ve zalimlerin, asilerin azabla korkutulduğu yerlerde kullanılmıştır. Dolayısıyla bu kullanımlardan, Allah'ın mutlak iktidar sahibi olduğu anlamı çıkar. Ancak bu gibi yerlerin dışında Aziz sıfatı yanında, Hakîm, Alîm, Rahîm, Gafûr, Vehhâb, Hamîd gibi başka sıfatlar da kullanılmıştır.

Böylece, bu kadar güçlü ve kuvvet sahibi olan Zat nasıl akılsız, merhametsiz, affetmeyen, kötü vasıfları bulunan biri olabilir? Zulüm ve insafsızlık varsa şayet, bunun temelinde yatan neden, başkaları üzerinde iktidar sahibi olan insanların, Allah'ın yukarıda zikredilen güzel sıfatlarına haiz olmayışlarıdır. Kuvvet ve iktidar sahibi olan bir kimsede, bu güzel sıfatlar ne kadar az bulunuyorsa, bu kimsenin idaresinde zulüm ve fesadın derecesi de o kadar yüksek olur. Dolayısıyla Kur'an'da nerede Allah'ın "Azîz" sıfatı zikredilmişse hemen onun yanında Hakîm, Alîm, Rahîm, Gafûr, Hamîd, Vehhâb sıfatları eklenmiştir. Böylece insanlar, kendilerini yaratan Allah'ın mutlak iktidar sahibi olduğunu, yeryüzünden gökyüzüne kadar tüm kâinatta O'nun emirlerinin geçerli olduğunu ve O'na karşı koymaya kimsenin gücünün yetemeyeceğini anlasınlar. O hakîmdir; her emri bir hikmete dayalıdır, Alîmdir; her şeyi bilir, dolayısıyla emirlerinde yanılma ihtimali yoktur. Rahîmdir; kuvvetini merhametsizce kullanmaz. Gafûrdur; yarattıklarına hoş görülü davranır ve affedicidir. Vehhâbtır; emri altındakilere cimri değil, cömert davranır. Hamîddir; tüm mükemmel sıfatlara haizdir ve hem de bunlara lâyık olan da sadece O'dur.

Kur'an'ın bu açıklamaları siyaset ve hukuk bilimcileri tarafından daha iyi anlaşılır; zira "Hakimiyet", hakimiyet sahibinin, sınırsız yetki ve gücü elinde bulundurmasını gerektirir. Dahili veya harici hiç bir güç, hakimiyet sahibinin kararlarına karşı çıkmadığı gibi, onları değiştirmeye çalışmamalı, uygulamalarına mani olmamalı ve sonuçta O'nun kararlarına uymaktan başka bir çare aramamalıdır. Ayrıca böylesine sınırsız bir iktidar sahibi, kusur ve noksandan beri, ilim ve hikmette mükemmel olmalıdır. Aksi taktirde bu sınırsız iktidar, ahmak, cahil, merhametsiz ve kötü vasıflara sahip bir kimsenin elinde bulunursa, ortada zulüm ve fesaddan başka bir şey olmaz. Bu yüzden, düşünürler siyasal sistemlerle ilgili teorilerini öne sürerlerken, idarecileri kesin iktidar sahibi farzederek, onları her türlü noksandan münezzeh kabul etmek zorunda kalmışlardır. Ancak hiç bir kulun hatasız ve sınırsız, mutlak bir yetki sahibi olamayacağı apaçık ortadadır. Ayrıca bir önderin, bir meclisin, bir milletin, bir partinin sınırlı iktidarının hatadan beri olması mümkün değildir. Dolayısıyla yanılgıya düşmeyen bir hikmete, ihata etmediği hiç bir şey olmayan bir ilme, tüm insanlık bir araya gelse sahip olamaz. Bu yüzden bir parlemento iktidarının böylesine bir bilgi ile mücehhez olması tasavvur dahi edilmez. Çünkü insan, insan kaldığı müddetçe bencillik, heva, heves, korku, taassub, muhabbet, nefret vb. zaaflardan tamamen arınamaz. İşte bu gerçeği dikkate alırsak Kur'an'da öne sürülen yönetim felsefesinin en doğru ve en mantıklı olduğunu hemen kavrarız. Kur'an, aziz olan Allah'tan başkasının, mutlak iktidar sahibi olamayacağını, Allah'ın ise Hakîm, Alîm, Rahîm, Gafûr, Hamîd, Vehhâb ve her türlü kusur ve noksandan münezzeh olduğunu söyler.

3 O, Evveldir Ahirdir, Zahirdir, Bâtındır.3 O, her şeyi bilendir.

4 Gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra da arşa istiva eden4 O'dur. Yere gireni, ondan çıkanı, gökten ineni ve ona çıkanı bilir.5 Siz, her nerede iseniz, O sizinle beraberdir.6 Allah, yapmakta olduklarınızı görendir.

5 Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. (Sonunda bütün) işler Allah'a döndürülür.

6 Geceyi gündüze bağlayıp-katar, gündüzü de geceye bağlayıp-katar. O, göğüslerin özünde (saklı) olanı bilendir.

AÇIKLAMA

3. Yani, hiçbir şey yok iken Allah vardı ve herşey yok olduktan sonra Allah yine varolacaktır. O Evveldir, Ahirdir ve aynı zamanda Zahirdir. Çünkü herşey O'ndan zuhur eder. O'nun sıfatlarından, fiillerinden ve nurundan meydana gelir. O Bâtındır, yani her şeyden gizli ve saklıdır, duyular ile kavranılması mümkün değildir. Akıl ile hayal gücüyle, Zatını tasavvur etmek imkan haricidir. Nitekim bu ayetlerin en güzel yorumu Hz. Peygamber'in (s.a.) şu duasındaki ifadelerdir:

"Ente el-Evvel fe leyse kableke şey'en ve ente el-Ahir fe leyse ba'deke şey'en ve ente el-Zahir fe leyse fevkake şey'en ve ente el-Bâtin fe leyse dûneke şey'en" (İmam Ahmed, Müslim, Tirmizi ve Beyhâki, Ebu Hureyre'den; Ebu Yâlâ ise, Müsnedi'nde Hz. Aişe'den nakletmişlerdir.)

Bu bağlamda, Cennet ve Cehennem ehline ebedî hayat verileceğine göre, Allah'ın Ahir olması (yani her şey yok olduğunda sadece Allah'ın kalacağı) nasıl izah edilebilir?" şeklinde akla bir soru gelebilir. Bu sorunun cevabını Kur'an'ın kendisi vermiştir. "Allah'tan başka her şey yok olacaktır." (Kasas: 88) Diğer bir ifadeyle hiç bir mahluk kendiliğinden bir ebediliğe sahip değildir. Şayet herhangi bir varlık, hayatına devam ederse, bu Allah'ın emriyle olur. Çünkü her mahluk fanidir. Cennet ve Cehennemde ebedî kalmalarına gelince, onlar bizzat zâtî sıfatları nedeniyle değil, Allah'ın emriyle orada hayatlarını sürdüreceklerdir. Tıpkı meleklerin zâtî sıfatları dolayısıyla ebedî olmayıp, Allah'ın emriyle hayat bulabilmeleri ve verilen süre kadar hayatiyetlerini devam ettirebilmeleri gibi. Yani kâinatı yaratan ve idare eden Allah'tır.

4. Bkz. A'raf an: 41, 42, Yunus an: 4, R'ad an: 2-5, Fussilet an: 11-15

5. Diğer bir ifadeyle Allah, herşeyi en ince ayrıntısına kadar bilmektedir. Öyle ki, toprak altındaki her tane, her yaprak, her fidan, yeryüzüne düşen yağmurun her damlası, göğe yükselen buharlar vs. hepsi de Allah'ın bilgisi dahilindedir. Eğer böyle olmasaydı, toprak altındaki taneyi nasıl bir fidan olarak çıkarabilir, yetiştirebilirdi? Yine şayet ilim sahibi olmasaydı nereye, ne kadar yağmur yağması gerektiğini nasıl bilebilir ve onu düzenli bir şekilde yeryüzüne indirebilirdi? Tüm bunları diğer olaylarla mukayese edersek, arzın altında ne olduğunu, ordan neler çıktığını, gökyüzüne buharın nasıl yükseldiğini ve yağmurun nasıl yağdığını vs. hepsinin de Allah'ın ilmi dahilinde olduğunu anlarız. Şayet Allah Teâlâ'nın ilmi olmasa, böylesine muazzam bir nizam nasıl kurulur ve her şey ayrı ayrı nasıl takdir edilirdi?

6. Yani, sizler hiç bir surette O'nun hükümranlığının ve bilgisinin dışında kalamazsınız. Yeryüzünde, gökyüzünde, uzayda veya her nerede olursanız olunuz, Allah'ın bilgisi dışında olmanız mümkün değildir. Yeryüzünde hayatınızı idame ettiriyor olmanız bile, Allah'ın her yerde mevcud olduğunu bizzat ispatlamaktadır. Kalbinizin çarpıntısı, nefes almanız, görme ve işitme yetileriniz... ciğerlerinizin işleyişine kendiniz de şahitsiniz. İşte Allah size hikmet ile bu imkanları verdiği içindir ki yaşamaktasınız. Nitekim eceliniz geldiğinde Allah bu imkanları ortadan kaldırır ve sizler hayata veda edersiniz.

7 Allah'a ve Rasulü'ne iman edin.7 Size harcama yetkisi verdiği şeylerden infak edin8 ki sizi onların üzerinde halifeler kıldı.9 Artık sizden kim iman edip infak ederse,10 onlar için büyük bir ecir vardır.

AÇIKLAMA

7. Burada kafirlere seslenilmemektedir. Çünkü daha sonra yapılan hitaptan, burada, şehadet kelimesini söyleyerek Müslüman olan, fakat İslâm'ın öngördüğü mükellefiyetlerden kaçınan kimselerin muhatap alındığı anlaşılmaktadır. Nitekim İslâm'ı kabul etmeleri için kendilerine çağrı yapılan kafirlerden, İslâm'ı kabul eder etmez Allah yolunda cihad için mallarını cömertçe sarfetmelerini istemek mantıksız olurdu. Ayrıca onlara, "Sizlerden zafer öncesi cihad için mallarını sarfedenlerle zaferden sonra sarfedenler bir değildir. Zaferden önce Allah yolunda cihad için mallarını infak edenler, zaferden sonra infak edenlerden derece itibariyle üstündürler" demek de anlamsızdır. Henüz Müslüman olmamış kimselerden Allah yolunda canlarını ve mallarını vermelerini talep etmek ise daha sonraki bir iştir. Dolayısıyla "Allah'a ve Rasulü'ne iman edin" şeklindeki seslenişin anlamı "Ey kelime-i şehadet getirerek İslâm'ı kabul edenler! Allah'a ve Rasulü'ne gerçekten (ihlasla) iman edin ve imanınızda sebatlı olun" demektir.

8. Burada anlaşılan odur ki, maksat; iyilik amacıyla infak etmeye çağrı değil, 10. ayetten de anlaşıldığı gibi Rasulullah'ın önderliğinde kafirlere karşı yapılan cihadda İslâm'ın zaferi için infak etmeye çağrıdır. İslâmî yönetimin bu fedakarlığa özellikle iki hususta ihtiyacı vardır.

Birincisi savaş nedeniyle, ikincisi İslâm'ı kabul ettikten sonra kafirlerin zulmüne maruz kalıp imanlarını kurtarmak için zorluklara katlanarak Medine'ye hicret eden ve Hz. Peygamber'in (s.a.) yanında kalan yardıma muhtaç mazlum Müslümanlar nedeniyle. İhlaslı Müslümanlar, bu mazlum kardeşlerine yardım edebilmek için, güçlerinin üstünde çaba sarfediyorlardı. Nitekim ileride gelecek olan ayetlerde (10-12, 18-19) onların bu fedakarlıkları takdirle zikredilmiştir. Fakat buna rağmen Müslümanlar arasında bir çok kimse, kendileri refah içinde yaşarken ölüm kalım mücadelesi veren bu insanlara sadece seyirci kalıyorlardı. Üstelik iman ettikleri İslâm dininin, kendi can ve malları üzerinde tasarruf hakkı olduğunu hiç düşünmüyorlardı. İşte bu ayet, bütün Müslümanlara seslenmekte ve "Gerçek müminler olun ve Allah yolunda mallarınızı infak edin" demektedir.

9. Bu cümle iki anlama da gelir ve her ikisi de geçerlidir. Birincisi, "tasarrufunuz altında bulunan mal, sizin kendi mülkünüz değil, Allah'ın sadece size bir emanetidir. Yani, mülkün asıl sahibi Allah'tır ve sizler bu malı O'nun yolunda sarfetmekten kaçınıyorsunuz. Oysa bir vekil, malın gerçek sahibinin isteği doğrultusunda sarfetmekten kaçınamaz. Çünkü onun görevi, sahibinin emrini yerine getirmektir." İkincisi, "Bu mal daha önce sizin elinizde değildi ve sürekli elinizde de kalmayacaktır. Dolayısıyla bu mal nasıl sizden önce başkalarının elinde bulunduysa, gelecekte de başkalarının elinde olacaktır. O halde bu geçici vekaletiniz esnasında size tevdi edilen malı sarfedin ki, ahirette ebedi mükafatı almaya hak kazanabilesiniz." Bu konuda Hz. peygamber'den (s.a) bir hadis rivayet edilmiştir." Rasulullah bir defasında bir keçi kesti ve onun etini dağıttıktan sonra Hz. Aişe'ye (r.a) geriye ne kadar et kaldığını sordu. Hz. Aişe "Sadece bir kol kaldı" diye cevap verince Rasulullah "Hayır bir koldan başka tüm keçi kaldı; Zira Allah yolunda ne sarfetmişsen o bakidir" dedi." (Buhari, Müslim). Başka bir hadisde Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "İnsanoğlu "malım, malım" der, oysa senin malın,ancak yediğin, giyerek eskittiğin ve sadaka vererek ahirete gönderdiğindir. Bunun dışında elinde ne varsa, elinden çıkacak ve başkalarının eline geçecektir." (Müslim).

10. Burada cihad için kişinin malını sarfetmesi, imanın gereği, ihlasının göstergesi olarak nitelenmiştir. Diğer bir ifadeyle gerçek ve ihlaslı bir mümin, bu tür nazik durumlarda, malını infak etmekten kaçınmamalıdır.

8 Size ne oluyor ki, Rasul sizi Rabbinize iman etmeye çağırıp-dururken11 Allah'a iman etmiyorsunuz? Oysa O, sizden kesin bir söz almıştı.12 Eğer mü'min iseniz (inanıp sözünüzü gerçekleştirin).

9 Sizi karanlıklardan nura çıkarması için kuluna apaçık ayetler indiren O'dur. Şüphesiz Allah, size karşı elbette şefkatli olandır, esirgeyendir.

10 Size ne oluyor ki, Allah yolunda infak etmiyorsunuz? Oysa göklerin ve yerin mirası Allah'ındır.13 İçinizden, fetihten önce infak eden ve savaşanlar (başkasıyla) bir olmaz. İşte onlar, derece olarak sonradan infak eden ve savaşanlardan daha büyüktür. Allah, her birine en güzel olanı va'detmiştir.14 Allah, yapmakta olduklarınızı haber alandır.15

AÇIKLAMA

11. Yani, Müslüman olduğunuzu söylemenize rağmen, kafirler gibi davranıyorsunuz. Oysa Allah'ın Rasulü aranızda bulunmakta ve sizlere doğrudan doğruya Allah'ın vahyini aktarmaktadır.

12. Bazı müfessirler bu ifadeden, Allah'ın, yaratılıştan sonra Adem'in zürriyetinden aldığı "misakın" kastolunduğu anlamını çıkarmışlardır. Bazıları da, "Bu ifade de her insanın fıtratında ve vicdanında Allah'a itaat duygusunun mevcut olduğuna işaret ediliyor" demişlerdir. Doğrusu ise, bu misak ile Allah'a ve Rasülü'ne itaat ve tabi olmanın bilinciyle, her Müslümanın İslâm'ı kabul ettiğinde Rabbiyle yaptığı anlaşmanın kastolunuyor olmasıdır. Kur'an'ın başka bir yerinde bu anlaşmaya şöyle değinilmiştir:

"Allah'ın size olan nimetini hatırlayın: Hani "işittik ve itaat ettik" demiştiniz. Allah'tan korkun; çünkü Allah göğüslerin özünü bilir." (Maide: 7)

Bir hadiste Hz. Peygamber'in (s.a) bu olayı nasıl anlattığını Ubade bin Samit şöyle rivayet ediyor: "Rasulullahsa bizden şu esaslar üzerine biat aldı. İyi veya kötü herhalükarda beni dinleyecek, bana itaat edeceksiniz. Yoksulluğunuzda veya zenginliğinizde Allah yolunda infak edeceksiniz. Marufu emr, münkeri nehyederek, Allah için doğru söz söyleyecek ve bu konuda hiç kimseden çekinmeyeceksiniz." (Müsned-i Ahmed)

13. Bu ifade iki anlama da gelebilir. Birincisi, bu mal sizlerin elinde ebedi kalacak değildir. Muhakkak bir gün bu maldan ayrılacaksınız ve bu mal Allah'a kalacaktır. Oysa şimdiden, yani hayatta iken bu malı Allah yolunda sarfetmelisiniz ki öbür dünyada bu davranışınız dolayısıyla, Allah sizi mükafatlandırsın. Bu malı Allah yolunda sarfetmeyecek olsanız bile, yine de o Allah'a kalacaktır. Fakat aradaki fark, infak etmediğiniz takdirde sizlerin hiç bir mükafata hak kazanamayacak olmanızdır. İkincisi, "mali sıkıntıya ve yoksulluğa düşme korkusuyla Allah yolunda sarfetmekten kaçınmayın, kâinatın tüm hazinelerinin sahibinin Allah olduğunu bilmelisiniz. Dolayısıyla O, size elinizde bulunandan daha fazlasını bağışlamaya kadirdir." Bu hususa Kur'an'ın diğer bir ayetinde şöyle değinilmiştir.

"De ki: Rabbim, kullarından dilediğine rızkı yayar ve ona tekrar rızkı kısar. Siz Allah için ne infak ederseniz, Allah onun yerine başkasını verir. O rızk verenlerin en hayırlısıdır." (Sebe: 39)

14. Yani, her iki grup da mükafatı haketmiştir fakat birinin mertebesi diğerinden üstündür. Çünkü onlar en nazik ve en zor durumlarda Allah yolunda canlarını tehlikeye attılar ve zafer ümidi olmadığı zamanlarda bile Allah rızası için mallarını çekinmeden sarfettiler.

İşte böylesine bir dönemde İslâm'ın küfür karşısında mücadeleyi kaybetme tehlikesi söz konusuydu, ama buna rağmen o kimseler, dünyada yaptıklarının karşılığını alma şansları olmadığı halde, mallarını harcadılar. Müfessirlerden Mücahid, Katade ve Zeyd bin Eslem, bu ayette geçen "Fetih" kelimesi ile Mekke'nin fethinin kastolunduğu görüşündedirler. Şa'bi ise, "Bu kelime ile Hudeybiye antlaşması kastedilmektedir" diyor. Ancak çoğu müfessirler birinci görüşü tercih etmişlerdir. İkinci görüşe gelince, Ebu Said el-Hudri'den rivayet olunan bir hadis onu teyid etmektedir. "Rasulullah Hudeybiye Antlaşması'nda şöyle buyurdu. Çok yakında öyle bir grup gelecektir ki, sizler kendi amellerinizi, onların amelleri yanında küçük göreceksiniz. Ama onların dağ kadar altınları olsa ve Allah yolunda sarfetseler dahi, yine de sizlerin bir veya iki rıtlınıza (rıtl, çok küçük bir ölçü birimi muhtemelen 8 kg. çev.) eşit olmaz. (İbn Cerir, İbn Ebi Hatim, İbn Merduye, Ebu Naim el-İsfehânî) Yine İmam Ahmed'in Hz. Enes'ten rivayet ettiği bir başka hadis bu görüşü desteklemektedir: "Bir defasında Abdurrahman bin Avf ile Halid bin Velid arasında bir münakaşa vuku bulur.Halid bin Velid, Abdurrahman bin Avf'a "Eski hizmetlerinizden ötürü, her zaman üstünlük taslıyorsunuz" der ve Rasulullah'a bu söz iletilince, O "Canımı elinde tutan Allah'a yemin ederim ki Uhud Dağı kadar altınınız olsa ve sarfetseniz, yine de onların amelleriyle eşit olamazsınız" buyurdu. Bu hadisten anlaşılıyor ki fetih kelimesi ile Hudeybiye Antlaşması kastolunmuştur. Çünkü Halid bin Velid, Mekke'nin fethinden önce Müslüman olmuştur ve Mekke'yi fetheden ordu içindedir. Gerçi sözkonusu "fetih", ister Mekke'nin fethi ister Hudeybiye Antlaşması ile ilgili de olsa, verilmek istenen mesaj sadece o döneme mahsus değildir. Bu İslâm'ın temel ilkelerinden biridir. Yani, küfre karşı İslâm'ın içinde bulunduğu zor ve nazik dönemlerde ve İslâm'ın zafer kazanma ümidinin olmadığı zamanlarda Allah rızası için mallarıyla ve canlarıyla savaşanların mertebesi, İslâm'ın kafirleri yenmesinden sonra, canlarını ve mallarını feda edecek olanlardan elbette üstündür.

15. Yani, Allah bir kimsenin mertebesini tayin etmeden önce o kimsenin niyet ve amellerine bakacak ve fedakarlığın hangi şartlarda yapılmış olduğunu dikkate alacaktır. Çünkü O'nun mükafatı gelişigüzel dağıtılmayacaktır. Allah herkesin yaptığı fedakarlıklardan haberdardır.

11 Allah'a güzel bir borç verecek olan kimdir? Artık Allah, bunu kendisi için kat kat arttırır. Onun için 'oldukça üstün ve onurlu (kerim)' bir ecir vardır.16

12 O gün, mü'min erkekler ile mü'min kadınları, nurları önlerinde ve sağlarında koşar iken görürsünüz.17 "Bugün sizin müjdeniz, içinde ebedi kalıcılar olarak altından ırmaklar akan Cennetlerdir." İşte 'büyük kurtuluş ve mutluluk' budur.

13 O gün, münafık erkekler ile münafık kadınlar, iman etmekte olanlara derler ki: "(Ne olur) Bize bir göz atın, sizin nurunuzdan birazcık alıp-yararlanalım."18 Onlara: "Arkanıza (dünyaya) dönün de bir nur arayıp-bulmağa çalışın" denilir. Derken aralarında kapısı olan bir sur çekilmiştir; onun iç yanında rahmet, dış yanında da o yönden azab vardır.19

14 (Münafıklar) Onlara seslenirler: "Biz sizlerle birlikte değil miydik?"20 Derler ki: "Evet, ancak siz kendinizi fitneye düşürdünüz,21 (Müslümanları acıların ve yıkımların sarmasını) gözetip-beklediniz;22 (Allah'a ve İslâm'a karşı) kuşkulara kapıldınız.23 Sizleri kuruntular yanıltıp-aldattı. Sonunda Allah'ın emri (olan ölüm) geliverdi;24 ve o aldatıcı da sizi Allah ile (Allah'ın adını kullanarak, hatta masumca bizden görünerek) aldatmış oldu."25

AÇIKLAMA

16. Allah'ın kendisine verdiği malın, kişinin O'nun yolunda sarfetmesini, Allah'ın Karz-ı Hasen (güzel bir borç) olarak nitelemesi, O'nun insanoğluna bir lütfudur. Ancak, halis niyetle ve bu dünyada şahsi hiçbir çıkar beklemeden, gösteriş ve şöhret niyeti olmaksızın verilmesi şartıyla. Üstelik verildikten sonra teşekkür beklenilmemeli ve sadece Allah rızası için sarfedilmelidir. Bu şekilde verilen "karz" (borç) için Allah'ın, birincisi kat kat karşılığını vermek, ikincisi kendi lütfuyla ayrıca mükafatlandırmak şeklinde iki va'di vardır.

"İbn Mesud'un rivayet ettiğine göre Ebu Dehda El-Ensari "Bu ayet nazil olduğunda Rasulullah'a, "Ya Rasulallah! Allah bizden borç mu istiyor?" diye sordu Rasulullah "Evet, ya Ebu Dehda Allah borç istiyor" diye cevap verdi. Bunun üzerine Ebu Dehda Rasulullah'tan elini uzatmasını istedi ve O'nun elini alarak, "Ben bağımı Allah'a borç (Karz-ı Hasen) olarak veriyorum" dedi. İbn Mesud, Ebu Dehda'nın bağında 600 hurma ağacı olduğunu ve O'nun bağı içindeki evinde, ailesiyle birlikte oturduğunu söyler. Bu hadiseden sonra Ebu Dehda evine gelir ve hanımına "Ey Dehda'nın annesi! Bu bağı ve evi boşaltacağız. Çünkü ben bu bağı Allah'a borç verdim" der. Hanımı ise ona, "Ya Ebu Dehda, çok kârlı bir alış veriş yaptın" diye cevap verir. Daha sonra da eşyalarını ve çocuklarını alarak bağdaki evi boşaltırlar. (İbn Ebî Hatim). Bu rivayetten o dönem Müslümanlarının nasıl bir karakterde oldukları, ayrıca Allah'ın, karşılığında kat kat ve fazladan mükafat vereceği Karz-ı Hasen'in ne olduğu çok açık bir şekilde anlaşılmaktadır.

17. Bu ayet ile bir sonraki ayetten anlaşıldığına göre mahşer meydanında Allah'ın nuru, sadece salih müminlere mahsus olacak, kafir, münafık, facir ve fasıklar ise dünyada nasıl karanlık içinde yaşamışlarsa orada da karanlıklar içinde kalacaklardır. Çünkü aydınlık, orada salih akide ve amellerin sonucunda vukubulur. İmandaki ihlas, hayat tarzındaki pâklık, orada "nur" olarak aydınlık verecek ve bununla müminlerin yüzleri ışıldayacaktır. Öyle ki, salih amelleri çok olan kimseler, etraflarına o nisbette ışık saçacaklar ve mahşer meydanından Cennet'e doğru giderlerken bu kimselerin önünde "nur" bulunacaktır.

Bu hususun en güzel izahı Katade'den mervî mürsel bir rivayette yapılmıştır: "Bazılarının nuru o kadar kuvvetli olacaktır ki Medine'den Aden'e, bazılarının Medine'den Sana'ya kadar gözükecektir. Bazılarının ise daha az olacaktır. Hatta bazı müminlerin nuru ayaklarının dibini aydınlatacaktır." (İbn Cerir) Başka bir ifadeyle dünyada kişi ne kadar iyilik yaparsa, onun nuru o derece parlak olacaktır.

18. Yani, müminler önlerinde nurla Cennete giderlerken, arkalarından karanlıklar içinde münafıklar yürüyecekler ve müminlere, "Dünyada İslâm cemaati içinde biz de sizinle beraberdik. Bize doğru dönün ki bize de aydınlık gelsin" diyeceklerdir.

19. Yani, müminler Cennete girdikten sonra, arkalarından kapılar kapanacaktır. Kapının bir tarafında refah ve nimet içinde Cennet ehli dururken, diğer tarafında münafıklar Cehennemin azabı içinde olacaklardır. Öyle ki onlar kapının öbür tarafına geçemeyeceklerdir.

20. Yani, "Biz aynı İslâm cemiyetinde birlikte yaşamamış mıydık? Biz de kelime-i şehadet getirmemiş miydik? Sizinle birlikte namaz kılıyor, oruç tutuyor hacca gidiyor ve zekat vermiyor muyduk? Toplantılarınızda bulunmuyor muyduk? Sizinle aramızda akrabalık, sosyal ilişkiler yok muydu? O halde aramızdaki bu fark niye?" diyeceklerdir.

21. Yani, "Müslüman olduğunuzu söylemenize rağmen ihlaslı değildiniz. İslâm ile küfr arasında duruyordunuz ve küfrden kendinizi tamamen koparmamıştınız. İslâm'a da hiç bir zaman sıkı sıkıya bağlı olmadınız.

22. "" gözetiyordunuz, bekliyordunuz anlamındadır. Tıpkı iki yoldan birini seçme durumunda olup hangi tercihi daha kârlı olacağını kestiremeyen kimseler gibi. İslâm'ın en nazik dönemlerinde münafıklar da aynı tavır içindeydiler. Açıkça kafirlerin saflarında değillerdi ama İslâm'a da yararlı olmuyorlardı. Hangi taraf kazanırsa, ona katılmayı bekliyorlardı. Sözgelimi, İslâm kazandığında, kelime-i şehadet getirmiş olmanın avantajından istifade edip Müslümanların arasına girerler; küfür kazanırsa, kafirlerin saflarına katılırlar ve Müslümanların saflarında gözükmenin zararlı olacağını düşünürler. İşte bunlar ihlastan yoksun kimselerdir.

23. Bu ifade ile münafıkların içine düştükleri şüpheler kastedilmiştir. İşte münafıklığın gerçek nedeni de bu şüphelerdir. Onlar Allah'ın varlığı, Hz. Muhammed'in (s.a) peygamberliği, ahiretteki ceza ve mükafatın gerçekliği hakkında şüphe içindedirler. Yine hak ve batılın mücadelesi konusunda kuşku duymaktadırlar. Bu şüpheler olmaksızın bir kimse münafık olamaz.

24. Bu, iki anlama gelir. Birincisi; "Siz hayatınız boyunca bu şüphe içinde kaldınız." İkincisi; "İslâm muzaffer oldu ama sizler sadece seyirci olarak kaldınız."

25. Yani, şeytan.

15 Artık bugün sizden herhangi bir fidye alınmaz ve küfretmekte olanlardan da.26 Barınma yeriniz ateştir, sizin veliniz (size yaraşan dost) odur;27 o ne kötü bir gidiş yeridir.

16 İman etmekte olanların, Allah'ın ve haktan inmiş olanın zikri için kalplerinin 'saygı dolu bir korku ile yumuşaması28 zamanı gelmedi mi? Onlar, bundan önce kendilerine kitap verilmiş, sonra üzerlerinden uzun bir süre geçmiş, böylece kalpleri de katılaşmış bulunanlar gibi olmasınlar. Onlardan çoğu da fasık olanlardı.29

17 Bilin ki gerçekten Allah, ölümünden sonra yeryüzüne hayat vermektedir. Şüphesiz biz, umulur ki aklınızı kullanırsınız diye30 size ayetleri açıkladık.

AÇIKLAMA

26. Burada, münafıkların sonlarının da kafirlerin sonları gibi olacağı açıklanıyor.

27. "Hiye mevlâkum"; iki şekilde de anlaşılabilir. Birincisi; "İşte siz ona layıksınız", ikincisi; "Siz dünyada iken Allah'ı mevla edinmediniz. Şimdi artık mevlanız Cehennemdir."

28. "İman edenler" ifadesi, "Müslüman olduklarını söyleyerek Rasulullah ve arkadaşlarının saflarına katılan ama İslâm'ın sorunlarına kalplerinde yer vermeyen kimseler" için kullanılmıştır.

O dönemde, tüm küfür güçleri İslâm'ı yok etmek için hazırlanmış ve daha yeni oluşan İslâm toplumunu her yanından kuşatmışlardı. Müslümanlar Arabistan'ın her yerinde zulüm altında inliyorlardı. Bu zulüm dolayısıyla yoksul vaziyette Medine'ye hicret etmişlerdi ve Medine'deki müminler bir yandan muhacir kardeşlerine güçlerinin fazlasını kullanarak yardım ederlerken, diğer yandan kafirlerle yapılan savaşta onca fedakarlıklarda bulunuyorlardı. İşte bu kimseler ortamı bildikleri ve bizzat olanları gördükleri halde Müslüman olduklarını iddia etmelerine rağmen, hiç aldırış bile etmiyorlardı. Bu bölümde sözkonusu kimseler "Sizler nasıl Müslümansınız" denilerek utandırılmaktadırlar. Öyle ki: İslâm'ın en nazik döneminde bile kalpleri Allah'ın zikri ile yumuşamamaktadır. "İslâm için sizlerin kalbinde hiç fedakarlık hissi yok mudur? Müslüman olmak bu mudur ki sizler İslâm tehdit altındayken ve sizlere Allah adına çağrı yapıldığı halde hiç hareket etmiyorsunuz? Allah Teâlâ, sizden yardımda bulunmanızı istemekte ve verdiklerinizi "Karz-ı Hasen" olarak adlandırmaktadır. Üstelik bu nazik ortamda malını, dininden üstün tutan kimselerin münafık olduklarını bildirmektedir." Ancak bu kimseler her şeye rağmen Allah'tan korkmaz ve O'nun emirlerine boyun eğmezler.

29. Yani, Yahudi ve Hıristiyanlar, kendilerine gönderilen peygamberlerden asırlarca sonra dalalet çukuruna düşüp ahlaken çöktüler. Sizler ise şimdiden ahlâkî zaaflar göstermeye başladınız! Oysa Allah'ın Rasulu aranızda bulunmakta, Kur'an hâlâ nazil olmaya devam etmektedir. Üstelik iman etmenizin üstünden pek zaman geçmiş değil. Fakat sizlerin durumu daha şimdiden, asırlardır Allah'ın kitabını tahrif eden Yahudi ve Hıristiyanların durumuna benzemektedir.

30. Bu ifadenin hangi nedenden ötürü kullanıldığını iyice anlamak gerekir. Nitekim Kur'an'ın çeşitli yerlerinde risalet ve vahyin nüzulu, yağmurun bereketine benzetilmiştir. Vahyin insan üzerindeki etkisi, tıpkı yağmurun toprak üzerindeki etkisi gibidir. Öyle ki toprak, üzerine yağmur yağdığında, canlanıp, yemyeşil olur. Aynı bu şekilde bir toplum ve beldeye peygamber gönderilir ve kitap nazil olursa, o toplum ve belde vahyin bereketi ile canlanır, cahiliye döneminde kaybolan yetenekler yeniden gelişir, iyilik ve güzellik yönünden faaliyet gösterirler. Burada, imanı zayıf Müslümanların, risalet ve vahyin bereketiyle nasıl yükseldiğini pâk ve asude bir toplum haline geldiklerini kendi gözleriyle görmektedirler. Bir yanda şerefli, pâk ve yüce ahlâklı İslâm toplumu onların gözleri önünde iken, diğer yanda tüm çirkinlikleriyle cahiliye toplumu duruyordu. Dolayısıyla burada ayrıntılara girme gereği duyulmadan, Allah'ın rahmeti ile ölü toprağın nasıl canlandığına dikkat çekilmiş, akılları varsa bu gerçekten ders alıp, Hz. Peygamber'in (s.a.) ve Kur'an'ın bereketinden faydalanmaları öğütlenmiştir.

18 Gerçek şu ki, sadaka31 veren erkekleri ile sadaka veren kadınlar ve Allah'a güzel bir borç verenler; onlar için kat kat arttırılır ve 'üstün ve onurlu (kerim)' olan ecir de onlarındır.

19 Allah'a ve O'nun Resulüne iman edenler; 32İşte onlar Rableri katında sıddîklar 33ve şehidler (veya şahid)lerdir.34 Onların ecirleri ve nurları vardır.35 Küfredip de ayetlerimizi yalanlayanlar ise; işte onlar da Cehennem halkıdır.

AÇIKLAMA

31. "Sadaka" kelimesi umumiyetle kötü bir anlam çerçevesi içinde kullanılır. Oysa bu kelime, İslâmî bir kavramdır ve gösteriş olsun diye başkalarına yardım ediyor görünmek için değil de, Allah rızası için halisane verildiği takdirde, Allah'a ibadet ve O'nun lütfuna karşı bir hediye mesabesindedir. Sadaka kelimesi Sıdk'tan türemedir. Dolayısıyla temelde Allah yolunda infak ve ihlasa dayanmayan hiç bir sadaka, makbul değildir.

32. Burada "iman edenler" ifadesi ile, imanı zayıf olanların ve münafıkların aksine, amellerinde ihlaslı olan müminler kastolunmaktadır. Onların, "Birbirleriyle fedakarlıkta yarış ettikleri, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaştıkları" belirtilmiştir.

33. "Sıddîk" mübalağa sigasıdır. Yani, onlar beyan ettikleri hakikate kendileri de iman etmişlerdir. Ayrıca sıddîk; vefakâr, muhlis ve salih kimseler için kullanılır. Sözgelimi, kendi sözünün aksine davranan kimselere "sıddîk" denilemez. Ancak bu noktada "Sıddîkler zaten övüldüğüne göre mübalağa sigası niçin kullanılmıştır" şeklinde bir soru yöneltilebilir.

Burada mübalağa sigasının kullanılma amacı, dürüst, ihlaslı, doğruluktan ayrılmamış ve vicdanının aksine davranması kendisinden beklenmeyen kimselerin kastedilmiş olmasındandır. Yani öyle bir şahsiyettir ki, kabul ettiği bir düşünceyi, ihlasla kabul eder ve gerçekten ona inandığını davranışlarıyla ispatlar. (Bkz. Nisa an: 99)

34. Bu ayetin yorumunda büyük müfessirler arasında ihtilaf vuku bulmuştur. İbn Abbas, Mesruk, Dahhak ve Mukatil bin Hayyan, "Ulaike humus-Sıddîkûn" ifadesinin müstakil bir cümle, "veş-Şuhedau inde rabbihim, lehum ecruhum ve nuruhum" ifadesinin ayrı bir cümle olduğu görüşündedirler. Bu görüşe göre ayetin anlamı şu şekilde verilebilir: "Allah'a ve Rasulü'ne iman edenler) İşte onlar sıddîklardır. Ve şehidler için Rableri katında mükafatları ve nurları vardır." Ancak bu görüşün aksine Mücahid ve daha bir çok müfessir, bu iki ifadeyi bir cümle olarak kabul etmişlerdir. Bu görüşe göre ayetin anlamı şöyle olur: "Allah'a ve Rasulü'ne iman edenler, Rableri katında ancak sıddîklar ve şehidlerdir. Onların mükafatları ve nurları vardır." İki görüş arasındaki fark, birincisinin, şehidleri sadece Allah yolunda can verenler olarak kabul etmeleridir. Her mümin bu şekilde şehid sayılamayacağı için, bu cümleyi ayrı olarak müteala etmişlerdir. İkinci görüş ise, şehid olmanın anlamının Allah yolunda can vermekle sınırlanmaması ve şehidliği aynı zamanda Hakka şahitlik yapmak olarak tanımlamışlardır. Dolayısıyla bu görüşe göre her mümin şehiddir. Bana göre ise, ikinci görüş tercih edilmeye daha layıktır. Çünkü Kur'an ve Sünnet, bu anlayışı teyid etmektedir. Nitekim Kur'an'da şöyle buyurulmuştur:

"Böylece sizi vasat bir ümmet yaptık ki, insanlara şahid olasınız. Peygamber de size şahid olsun (...)" (Bakara: 143)

"Allah uğrunda, O'na yaraşır şekilde cihad edin. O sizi seçti ve babanız İbrahim'in yolu olan dinde size bir güçlük yüklemedi. Daha önce ve Kur'an'da Peygamber'in size şahid olması, sizin de insanlara şahid olmanız için size Müslüman adını veren O'dur. (...) (Hac: 78)

Hadislerde ise mesele şöyledir:

Bera İbn Azib'in rivayet ettiğine göre, "O, Rasulüllah'ın "Ümmetimin şehidleri müminlerdir" dediğini ve sonra Hadid Suresi'nin 19. ayetini okuduğunu işitmiştir." (İbn Cerir)

İbn Merduye, aynı anlamda Ebu Derda'dan Rasulüllah'ın şöyle bir hadisini nakletmiştir.

"Canını ve dinini kurtarmak için ülkesinden hicret eden kimse Allah indinde sıddıktır. Öldüğü zaman ona şehidlere muamele edildiği gibi muamele edilir. Daha sonra Rasulullah (s.a) Hadid suresi'nin 19. ayetini okumuştur."

Şehadet ile ilgili izah için Bkz. Bakara an: 144, Nisa an: 99, Ahzab an: 82

35. Yani onlara dereceleri ve hak ettikleri kadar nur verilecektir. Onların payı bu günden takdir edilmiştir.

20 Bilin ki, dünya hayatı ancak bir oyun, '(eğlence türünden) tutkulu bir oyalama', bir süs, kendi aranızda bir övünme (süresi ve konusu), mal ve çocuklarda bir 'çoğalma-tutkusu'dur. Bir yağmur örneği gibi; onun bitirdiği ekin ekicilerin (veya kâfirlerin) hoşuna gitmiştir, sonra kuruyuverir, bir de bakarsın ki sapsarı kesilmiş, sonra o, bir çer-çöp oluvermiştir. Ahirette ise şiddetli bir azab; Allah'tan bir mağfiret ve bir hoşnudluk (rıza) da vardır. Dünya hayatı, aldanış olan bir metadan başka bir şey değildir.36

21 Rabbinizden olan bir mağfirete (erişmek) ve Cennete (kavuşmak için) 'çaba gösterip-yarışın,'37 ki (o Cennet) genişliği gök ile yerin genişliği gibi 38olup Allah'a ve O'nun Resulüne iman etmekte olanlar için hazırlanmıştır. İşte bu, Allah'ın fazlıdır ki, onu dilediğine verir. Allah büyük fazl sahibidir.

AÇIKLAMA

36. Bu konuyu yeterince kavramak için Kur'an'ın aşağıdaki ayetlerini gözden geçirmek gerekir. Bkz. Ali İmran: 14-15, Yunus: 24-25, İbrahim: 18, Kehf: 45-46, Nur: 39. Tüm bu ayetlerde, insanoğluna içinde yaşadığı hayatın geçici olduğu hatırlatılmaktadır. "Bu dünyadaki hayat ve bu hayat içindeki iniş ve çıkışlar geçicidir. Her ne kadar dünyada hoşunuza giden şeyler çok görünüyorsa da, aslında onlar hakirdir, asılsızdır ve aldatıcıdır. İnsanoğlu akılsızlığı yüzünden aldanmaktadır; zira onları elde etmeyi nihaî saadet zannetmektedir. Oysa bu dünyada ne kadar büyük fayda ve lezzetler elde edilirse edilsin, hepsi de sınırlı ve geçici bir hayat ile çevrelenmiştir. Ayrıca bu dünyada insanoğlunun hayat akışı, aniden tersine dönebilir. Ancak bu dünyanın aksine, ahiret hayatı ebedidir. Oradaki faydalar da, zararlar da çok kapsamlı ve süresizdir. Şayet Allah'ın mağfireti sizlere nasip olursa, Allah'ın rızası mukabilinde size verilen nimetler de, o derece büyük ve sonsuz olacaktır. Öyle ki onların yanında bu dünyanın zenginlik ve ihtişamı bir hiçtir. Allah'ın azabına müstehak olanlar ise, zararlarının ne derece büyük olduğunu göreceklerdir. Çünkü bu dünyadaki hiç bir fayda, kazanç ve lezzet, ahirette sahip olunanların yanında bir değer taşımaz.

37. "Sabikuu" ifadesinin "koşuşun" şeklinde anlaşılması doğru değildir. Çünkü bu ifade burada, "dünyanın zenginlik ve lezzetlerini bırakarak asıl hedef ve genişliği yer ve gök kadar olan Cennetler için yarışınız" anlamındadır.

38."Arduha ke ardi's-Sema" ifadesini bazı müfessirler "Arzın ve Semanın genişliği (eni) gibi" şeklinde anlamışlardır. Oysa bu kelime Arapça'da hem boy hem de en anlamında mecazen genişlik ifade eder. Örneğin, Kur'an'ın başka bir ayetinde "İnsanlar o gün uzun uzun (aridun) dualar eder" (Fussilet: 11) buyurulmuştur. Dolayısıyla bu ayet ile Cennetin boy ve eni anlatılmak istenmemiştir. Nitekim burada, "Cennetin, arz ve sema gibi geniş olduğu ifade edilirken, Ali İmran: 133'te "Genişliği göklerle yer arası kadar olan Cennet" şeklinde bir ifade kullanılmıştır. Bu iki ayet birleştirilerek okunduğunda, insanın zihninde, Cennette bahçelerin ve bir çok mahallin olacağı ve insanoğlunun istediği yere gidebileceği şeklinde tasavvurlar oluşur. Öyle ki tüm kainat bir gezi yeridir adeta ve orada dünyadaki gibi engeller olmayacaktır. Yine dünyada insanların aya gitmek için yıllarca uğraşmaları gibi uğraşmaya gerek kalmayacaktır. Orada kainat insanoğlunun dilediği yere ve zahmetsiz gidebileceği bir gezi yeridir.

22 Yeryüzünde olan ve sizin nefislerinizde meydana gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce,39 bir kitapta (yazılmış) olmasın.40 Şüphesiz bu, Allah'a göre pek kolaydır.41

23 Öyle ki, elinizden çıkana karşı üzüntü duymayasınız ve size (Allah'ın) verdikleri dolayısıyla sevinip-şımarmayasınız.42 Allah, büyüklük taslayıp böbürleneni sevmez.

24 Ki onlar, cimrilik ederler ve insanlara da cimriliği emreder (önerir)ler.43 Her kim yüz çevirirse, artık şüphesiz Allah, ganiy (hiç bir şeye muhtaç olmayan), Hamîd (övülmeye layık olan) O'dur.44

25 Andolsun, biz peygamberlerimizi apaçık belgelerle gönderdik ve insanlar adaleti ayakta tutsunlar diye,45 onlarla birlikte kitabı ve mizanı indirdik. Ve kendisinde çetin bir sertlik ve insanlar için (çeşitli) yararlar46 bulunan demiri de indirdik; öyle ki Allah, kendisine ve peygamberlerine gayb ile (görmedikleri halde) kimlerin yardım edeceğini bilsin (ortaya çıkarsın). Şüphesiz Allah, büyük kuvvet sahibidir, üstün olandır.47

AÇIKLAMA

39. Burada, insanın kendisinden ya da diğer mahlukattan veya yeryüzünden gelen musibetlere işaret edilmiştir.

40. "Kitap" ile alınyazısı kastolunmaktadır.

41. Yani yarattığı mahlukatın takdirini önceden ve ayrı ayrı tayin etmek Allah için güç değildir.

42. Bu noktada, ayetin nazil olduğu şartların gözönüne alınması gerekmektedir. O dönemde Müslümanlar kafirlerin tehdidi altında ve her yandan kuşatılmış olmanın meydana getirdiği bir halet-i ruhiye içindeydiler. Kafirlerin ekonomik boykotu sonucu perişandılar ve tüm Arabistan'da Müslümanlar zulüm altında inliyorlardı. Kafirler, Müslümanların bu halini, onların yanlış yolda olmalarının delili olarak kullanırlarken, münafıklar bu durumu istismar ederek, Müslümanların kalbine şüphe sokuyor ve böylece kendi şüphelerinin doğruluğunu ispatlamaya çalışıyorlardı. Öte yandan, ihlaslı müminler, bu musibetlere her ne kadar tahammül ediyorlarsa da, zaman zaman bu musibetlere dayanmak kendilerine zor geliyordu. İşte bu şartlar içerisinde bulunurlarken Allah Teâlâ, bu musibetlerin kendi bilgisi dışında olmadığını bildirerek onlara teselli vermiştir. Yani, tüm bunlar Allah'ın hikmeti ve herşeyi bilenin planı dahilindedir ve önceden yazılı Kitap'ta mevcuttur: "Sizleri bu safhalardan geçirmenin amacı, büyük bir görevi yüklenecek olmanızdandır. Dolayısıyla hazırlanmanız ve eğitilmeniz gerekmektedir. Çünkü bu eğitim olmaksızın, sizler o görevi yerine getiremez, kafirlere ve batıla karşı koyamazsınız."

43. Bu, münafıkların herkes tarafından bilinen karekterlerine işarettir. Görünüşte onların diğer Müslümanlardan pek farkı yoktur; zira onlar da kelime-i şehadet getirmişler ve Müslüman olarak kabul edilmişlerdi. Ancak bu kimseler ihlastan yoksun bulunduklarından dolayı, ihlaslı müminlerin tabi tutuldukları eğitim dışında kaldılar. Çünkü onlar biraz refaha kavuştuklarında ve çevrelerinden biraz itibar gördüklerinde, hemen kibirleniyorlardı. Ayrıca Allah'a ve Rasulü'ne iman ettiklerini söylemelerine ve o Rasul'ün tebliğ ettiği dini kabul etmelerine rağmen, mallarını sarfetmemeleri konusunda telkinde bulunuyorlardı.

Onlar başkalarına "malınızı niçin boş yere harcıyorsunuz?" diyorlardı. Şayet Müslümanlar böyle bir imtihandan geçmemiş olsalardı, altın ile curuf birbirinden ayrılmayacaktı. İlhaslı müminler ile münafıkların bir arada karışık olduğu bir toplumun, insanlığın önderi olacak bir makama gelmesi mümkün değildi. Nitekim bu mükemmel önderliğin bereketlerini, dünya, Dört Halife döneminde açıkça görmüştür.

44. Yani, tüm nasihatlara rağmen Allah'ın dininde ihlaslı olmayan, Allah'a itaat etmeyen ve fedakarlıkta bulunmayarak, sapık yolda yürümeye devam eden kimselerden Allah müstağnidir, onlara ihtiyacı yoktur. O hamde layık olandır, iyi sıfatlarla muttasıf olanlardan razı olur, kötü sıfatlı kimseler ise O'nun iltifatına mazhar olamaz.

45. Burada kısa bir cümleyle özetlenen peygamberlerin misyonunu iyice kavramak gerekir. Peygamberlerin tümüne şu üç şeyin verildiği görülmektedir:

1) Beyyinat: Yani onların, Allah'ın gerçek peygamberleri olduğuna dair açık işaretler. Hakk'ın ve bâtılın ne olduğu ayet ve delillerle ispat edilmiş, ayrıca akide, ahlâk ve beşerî münasebetler konusunda doğru ve yanlış yolun özellikleri, açıkça ve hiç şüpheye mahal bırakmadan izah edilmiştir.

2)Kitap: İnsanoğluna, muhtaç olduğu hidayetin yolunu bulabilmesi için verilmiştir.

3) Mizan: Tartı yapıldığında hak ve bâtılın arasındaki farkı gösteren, düşünce, ahlâk ve muamelat konusunda ifrat, tefrit ve itidal noktalarını ortaya koyan ölçü.

Bu üç şeyin peygamberler ile birlikte dünyaya gönderilmesinin nedeni, onların bireysel ve toplumsal hayata adalet ve itidali hakim kılmaları içindir. Böylelikle onlar bir yanda, Allah'ın kulları üzerindeki haklarını, nefsinin insan üzerindeki haklarını ve muamelatta insanların birbirleri üzerindeki haklarını ortaya koyup, bunları hakkıyla uygularlar; diğer yanda bu ilkelere dayanarak, toplumda zulmü kökten kaldıracak şekilde sosyal hayatı düzenlerler. Toplumun her üyesinin kendi hakkını elde edebilmesi ve başkalarının hakkını verebilmesi için, kültürel, ahlâkî, ekonomik vs. her sahada ifrat ve tefritten uzak olarak dengeyi kurarlar. Başka bir ifadeyle peygamberlerin hedefi, dünyada kişisel ve sosyal anlamda adaleti tesis etmektir. Kişisel anlamda, herkesin hayatının adalet üzere inşa edilip, her ferdin düşünce, ahlâk ve münasebetlerinde mükemmel bir olgunluğa ulaşılmasıdır hedeflenen.

Sosyal anlamda ise, toplum hayatının adalet ilkeleri üzerinde tesis edilerek, fert ve toplum arasında, ruhsal, ahlâkî ve maddî refah bakımından çelişkilerin değil, uyumun sağlanmasıdır.

46. "Demir'in indirilmesi" demirin yaratılması anlamında kullanılmıştır. Sözgelimi Zümer Suresi'nin 6. ayetinde "Allah, hayvanları sekiz erkek, sekiz dişi indirdi (kıldı)" buyurulmuştur. Çünkü kâinattaki her zerreyi Allah yaratmıştır. Kur'an, bu yaratma işlemini zaman zaman "nâzil etti" şeklinde ifade eder.

Peygamberlerin misyonlarının açıklanmasından hemen sonra demirin indirilmesi zikredilmiş ve "onda kuvvet ve insanlar için faydalar vardır" denilmiştir. Bu ifade ile siyasi ve askeri kuvvete işaret edilerek, peygamberlerin sadece, "adaleti tebliğ" ile görevlendirilmedikleri ve bunun yanısıra adaleti fiilen uygulamaya geçirmekle de sorumlu oldukları kastedilmektedir. Böylece kuvveti elde ederek, adalet üzere kurdukları nizamı yıkmak isteyenleri ezebilmelidir.

47. Yani, Allah'ın, dinini galip kılabilmesi için yardıma ihtiyacı yoktur. O, bu düzenlemeyi insanoğlu için bir imtihan sebebi kılmış ki böylece insanlar bu imtihanı vererek ilerleyip yükselebilsinler. Aksi takdirde Allah için, Rasullerini kafirler üzerine galip kılmak çok kolaydı. Fakat böyle olsaydı, insanların peygamberlere iman etmeleri ne anlama gelecek ve Allah onları niçin mükafatlandıracaktı? Bu nedenlerden ötürü, Allah, dinini kudretiyle galip kılmak yerine, peygamberlerine, beyyinat, kitap ve mizan vererek, onları insanlara göndermiş, bunun yanısıra peygamberleri insanlara hak ve adaleti tebliğ etmeleri, zulüm v adaletsizlikten men etmeleri konusunda görevlendirmiştir. İnsanlar da dileyenin peygamberleri kabul etmesi, dileyenin de reddetmesi hususunda serbest bırakılmışlardır. Kabul edenlere, adalet nizamını tesis etmeleri, Rasul'e yardımcı olup, zulüm ve haksızlık düzeninin koruyucularına ve yöneticilerine karşı savaşmaları için çağrıda bulunulmuştur. Böylece Allah; insanlardan kimin hakkı kabul ettiğini, kimin zulüm ve adaletsizliğin devamı için çırpındığını, kimin hakkı kabul etmesine rağmen, hakk uğruna fedakarlıktan kaçındığını ve kimin Allah'ı görmediği halde, O'nun rızasını kazanmak, hakkı galip getirmek için canıyla, malıyla savaştığını, sonuçta bu imtihanı vererek istikbali için nasıl mücadele ettiğini görmek ister.

26 Andolsun, biz48 Nuh'u ve İbrahim'i (elçi olarak) gönderdik, peygamberliği ve kitabı onların soylarında kıldık.49 Öyle iken, içlerinde hidayeti kabul edenler vardır, onlardan birçoğu da fasık olanlardır.50

27 Sonra onların izleri üzerinde peygamberlerimizi birbiri ardınca gönderdik. Meryem oğlu İsa'yı da arkalarından gönderdik; ona İncil'i verdik ve onu izleyenlerin kalplerinde bir şefkat ve merhamet kıldık.51 (Bir bid'at olarak) Türettikleri ruhbanlığı52 ise, biz onlara (uyulması gerekli bir yaşama biçimi) yazmadık. Ancak Allah'ın rızasını aramak için (türettiler)53 ama buna da gerektiği gibi uymadılar.54 Bununla birlikte onlardan iman edenlere ecirlerini verdik, onlardan birçoğu da fasık olanlardır.

AÇIKLAMA

48. Burada, daha önce kendilerine beyyinat, kitap ve mizan verilen peygamberlerin gönderildikleri toplumlarda yayılmış bulunan kötülükler açıklanmaktadır.

49. Yani, kendilerine kitap verilen peygamberlerin tümü Hz. Nuh'un ve Hz. İbrahim'in zürriyetindendir.

50. Yani, isyan ederek, Allah'a itaat edenlerden ayrıldılar.

51. "" kelimelerinin her ikisi de hemen hemen aynı anlamlara gelmektedir. Ancak bu iki kelime birlikte kullanıldığında, "rafeten"; insanı, sıkıntı içinde olana yardım etmeye zorlayan şefkat ve merhamet hissidir. Nitekim Hz. İsa (a.s) çok yumuşak kalpli ve merhametli olduğu ve mahlukata karşı çok şefkatli davrandığı için, onun takipçileri de aynı şekilde Allah'ın yarattıklarına karşı yumuşak ve merhametli davranıyorlardı.

52. "Ruhbaniyet" korku anlamındadır ve R-H-B'den türemedir. Ayrıca "Rahbaniyet" de deriz. Rahip ise, "korkan kimse" demektir. Dolayısıyla "Ruhbaniyet", "korkan kimselerin yolu" anlamında kullanılır. Istılahî anlamıyla; korku dolayısıyla dünyaya sırt çevirmek, nefsin zaaflarından dolayı ormanlara, dağlara çekilebilme vs. olabilir.

53. " ", iki anlama da gelebilir. Birincisi, "Biz onlara ruhbanlığı farz kılmamıştık. Fakat Allah'ın rızasını aramak onlara farzdı." İkincisi, "Biz onlara ruhbanlığı farz kılmamıştık Fakat onlar Allah'ın rızasını kazanmak amacıyla, bunu kendilerine farz kıldılar" Açıkça görülmektedir ki, her iki anlam da, ruhbanlığın gayri İslâmî bir davranış olduğuna ve hak dinlere nisbet edilemeyeceğine delalet etmektedir. Nitekim Rasulüllah (s.a) "İslâm'da ruhbanlık yoktur" (Müsned-i Ahmed), "Bu ümmetin ruhbanlığı Allah yolunda cihad etmektir" diye buyurmuştur. (Müsned-i Ahmed, Müsned-i Ebu Yâlâ). Yani bu ümmetin ruhani gelişimi dünyayı terketmekle değil, Allah yolunda cihad etmekle mümkündür. Dolayısıyla İslam ümmetinin fertleri fitnelerden korkmak orman ve dağlara çekilmek yerine fitne ve fesada karşı Allah yolunda mücahede ederek, fitne ve fesadı ortadan kaldırmak durumundadır. Nitekim bir sahabi "Ben tüm gece boyunca namaz kılacağım" derken, başka bir sahabi "Ben hergün oruç tutacağım", başka biri, "Ben hiç evlenmeyeceğim ve kadınlara yaklaşmayacağım" dediğinde, bu sözleri duyan Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Allah'a yemin ederim ki, ben içinizde Allah'tan en çok sakınanızım. Ancak ben oruç tutar, yemek de yerim, geceleri namaz kılar, uyurum da. Ben kadınlarla da evlerinim. Bu benim yolumdur ve benim yoluma uymayanlar bizden değildir." (Buhari, Müslim). Ayrıca Hz. Enes'in rivayet ettiğine göre Rasulüllah şöyle buyurmuştur: "Nefislerinize zulmetmeyin. Öyle ki bir grup nefislerini zorlamış ve Allah da bunu onlara zorlaştırmıştır. Onların kalıntılarını kilise ve manastırlarda görürsünüz" (Ebu Davud)

54. Yani, iki kez yanlışlık yapmışlardır. Birincisi; Allah'ın emretmediği bir şeyi nefislerine vacip kılmışlar, ikincisi; Allah'ın rızasını kazanmak uğruna nefislerine vacip kıldıkları şeyin hakkını da verememişlerdir.

Böylece öyle bir dalâlete düşmüşlerdir ki, Allah'ın azabını hak etmişlerdir. Bu noktada, izah ettiğimiz hususun iyice kavranması bakımından, Hıristiyanların ruhbanlık ile ilgili tarihsel gelişimlerine değinmek yararlı olacaktır.

Hz. İsa'dan (a.s) 200 yıl sonrasına kadar Hıristiyanlarda ruhbanlık yoktur. Ancak başlangıcından beri Hıristiyanlık, bünyesinde ruhbanlık gibi bir sapmanın doğmasına müsait bir takım özellikler taşıyordu. İnzivaya çekilmek, dünyaya sırtını çevirerek dervişler gibi yaşamak, hiç evlenmemek, aile hayatı kurmamak, ahlâken mükemmel olmak için çalışmak şeklindeki ruhbanlığın temel özellikleri ve bu tür eğilimleri, daha Hıristiyanlığın başlangıcında mevcuttu. Bilhassa, bekâr kalmak, Hıristiyanlıkta bir kutsallık kazanmıştı. Evlenmek ve çoluk çocuk sahibi olmak her ne kadar kiliseye hizmet edenler için uygun görülmüşse de, üçüncü asra girerken, bu tür eğilimler bir fitne şeklinde gelişmiş ve ruhbanlık adeta salgın bir hastalık gibi, yayılmaya başlamıştır. Bunun üç tarihsel nedeni bulunmaktadır.

a) Kadim müşrik toplumlarda, şehvet, çirkin ahlâk ve dünyaya aşırı derecede meyletmek o derece yayılmış bulunuyordu ki, Hıristiyan alimler bu zaaflara itidal ile karşı koyacaklarına, aynı şekilde aşırı bir tepki göstermişlerdir. Sözgelimi bu aşırılık kadının iffeti konusunda, kadın-erkek arasındaki münasebeti nikah olsa dahi kötü (necis) telakki edecek kadar ilerdeydi. Yine dünyaperestliğe o kadar şiddetle karşılık vermişlerdir ki, dünyada bir şeye sahip olmak, ah-lâktan yoksun olmak gibi günah kabul edildi. Yoksulluk ve dünyayı terketmeye eğilim göstermek, onlar nezdinde yegâne ölçü addedildi. Ayrıca, müşrik toplumlardaki şehvet ve lezzet düşkünlüğüne karşı çıkmak, dünya nimetlerinden nefsini faydalandırmamak, nefsi öldürmek ahlâken üstün bulunurken, kişinin kendi nefsine her türlü eziyeti yapması, ruhsal yücelişin ispatı sayıldı.

b) Hıristiyanlar güçlü oldukları düzenlerde, dinlerini yaymak hevesiyle, bu dini kabul eden toplumların revaç bulmuş inançlarını Hıristiyanlığa sokmaktan çekinmemişlerdir. Evliya olarak kabul edilen kimselere tapmak, eski tanrılara tapınmanın yerini alırken, Horus ve İsis putlarının yerine, İsa ve Meryem Ana putları, Romalıların ekin tanrısının (Saturnaia) yerine "Noel Baba" konulmuştur. Ayrıca önceki putperest dinlerde ilgi bulan üfürükçülük, muskacılık vs. gibi hurafeler, Hıristiyan din adamları tarafından deruhte edilmeye başlanmıştır. Böylece dünyadan elini eteğini çekip sefil, çıplak bir şekilde kuyu içlerinde yaşayan, dağlar arasında dolaşan derviş kimseler, halk nezdinde kutsal, ermiş, evliya imajı alırken, Hıristiyanlıkta ideal prototip olmuşlardır.

Bu kimselerin hikaye ve menkıbeleri, olağanüstü marifet ve kerametleri Hıristiyanlar arasında, bizdeki "Tezkiretul-Evliya" türü kitapları meydana getirmiştir.

c) Hıristiyanlıkta şeriatın belirli sınırları olmadığı gibi, tutarlı bir yolu da yoktur. Musevî şeriat terkedildiğinden ve Kitab-ı Mukaddes kamil bir yol göstericilik yapamadığından, Hıristiyan alimler, filozoflardan ve diğer milletlerin inançlarından etkilenerek dinlerine her türlü bid'atı sokmuşlardır. İşte ruhbanlık da bu bid'atlerden birisidir. Hıristiyan alim ve din adamları, bu düşünceyi kendi dinlerinin rahiplerinden, Hint Yogi ve dervişlerinden, kadim Mısır fakihlerinden, İran'daki Maniheistlerden ve Yunan filozoflarından etkilenerek ortaya koymuşlardır. Böylece nefsi tezkiye etmeyi ve ruhsal ilerlemeyi, Allah'a yakınlaşmaya vesile olarak kabul etmişlerdir. Bu dalalete düşen kimseler sıradan kimseler olmayıp, üçüncü asırdan, yedinci asra kadar (ki Kur'an bu asırda nazil olmuştur) batı ve doğuda önde gelen Hıristiyan din adamları, önder kabul edilmiş kimselerdi. (Saint Atanasius, Saint Bastil, Saint Gragory, Saint Nazianazin, Saint Craysistum, Saint Embroz, Saint Jerom, Saint Agustain, Saint Benedik, Büyük Gregory). Bu kimselerin tümü rahiptir ve Hıristiyanlığa ruhbanlığı sokup onu yayanlar da bunlardır.

Tarihi bilgiler, Hıristiyanlıkta ruhbanlığın öncülüğünü yapanın Sn. Antony (MS. 250-350) olduğunu bildirmektedir. Kendisi ilk Hıristiyan rahiptir ve Kayyum bölgesinde, bugün Darul-Meymun olarak bilinen Pespir'de ilk manastırı kurmuştur. İkinci manastır ise Kızıldeniz sahilinde Mar Antonius'ta kurulmuştur. Hıristiyan ruhbanlığının ilke ve esasları, Sn. Antony'nin ortaya koyduğu öğretiye dayanır. Onun öncülük etmesiyle Mısır'da ruhbanlık adeta bir çığ gibi büyüyüp, yayılmaya başlamış ve peşisıra rahip ve rahibelere her yerde manastır kurulmuştur. Bu manastırlar yaklaşık 3000 rahibi barındırabilecek kapasitededir. M.S. 325'te Mısır'da başka bir Aziz "Pahumius", rahib ve rahibelere 10 adet manastır yaptırmıştı. Daha sonra Şam, Filistin, Afrika, Avrupa ve diğer bölgelere kadar yayılmışlardır. Kilise, bu olayı önce şaşkınlık içinde izlemişti. Çünkü Kilise'ye göre, dünyaya sırt çevirmek, evlenmemek, mal sahibi olmamak ruhani ideal olarak tasvip görüyor ise de, rahiplerin düşündüğü gibi tüm bunlar günah sayılmıyordu. Ancak sonuçta, Sn. Atanasius (öl. 373), Sn. Bastil (öl. 379), Sn. Agustain (öl. 430) ve Büyük Gregory (öl. 609) gibi kimselerin gayretleriyle bu düşünceler meşruiyet ve resmilik kazanmıştır.

Ruhbanlık bid'ati ile ilgili bir takım hususlara değinmek istiyorum.

a) Kişinin bedenine eziyet etmesi, takva ölçüsü olarak kabul edildiğinden, rahipler kendilerine eziyet etmede adeta yarışıyorlardı. Hıristiyanların, azizlerin hayatını konu alan menakıb kitaplarında bu olaylar şöyle nakledilmiştir: İskenderiyeli Sn. Makarios, sürekli üzerinde 20 kiloluk yük taşırdı. 6 ay bataklıkta yaşadı, öyle ki zehirli sinekler, onun çıplak vücudunda ısırmadık yer bırakmamışlardı. Halefi (takipçisi) Sn. Yusavius şeyhinden de ileri giderek üzerinde devamlı 75 kiloluk yük taşımış ve 3 yıl kurumuş bir kuyu içinde yaşamıştır. Bu süre içinde ise, sadece kokmuş mısır yemişti. Sn. Besarius 40 gün dikenler üzerinde yatmış ve 40 sene sırtını yere koymazken, Sn. Pahamius ise, 15 sene (başka bir kaynağa göre 50 sene) sırtını yere koymamıştır. Sn. John 3 sene ayakta durmak suretiyle ibadet etmiş ve bu 3 sene içinde hiç oturmamıştır. Yalnız bazı zaman dinlenmek için duvara dayandığı olurdu. Ayrıca sadece pazar günleri kendisine sadaka verilen yiyeceği yerdi. Sn. Samius Astalit (390-449) Hıristiyanların büyük azizlerinden kabul edilirdi. O her paskalyanın 40 gün öncesinden başlayarak ağzına hiç bir şey koymazdı. Bir defasında tam bir sene tek ayağı üzerinde dikildi. Zaman zaman manastırından ayrılarak kuyu içinde yaşardı. En sonunda Şam'da Siman kalesinin yanında 60 fitlik bir sütun yaptırmış ve onun üstündeki sadece 3 fit'lik açık bir alan üzerinde yağmur, güneş, soğuk, sıcak altında 30 sene hiç aşağıya inmeden yaşamıştır. Yemeğini, müridleri sütunun tepesine merdiven ile çıkarak ona verirler pisliklerini temizlerlermiş. Daha sonra kendisini bir iple bu sütuna bağlamış ve kurtçuklar etini yemeye başlamış. Şayet bir kurtçuk onun yarasının üstünden düşerse, onu yerden alır ve yeniden yarasının üstüne koyarak, "Allah'ın verdiği rızkı yiyin" dermiş. Oldukça uzak bölgelerden gelerek bu şahsı ziyaret eden Hıristiyanlar, ölümünden sonra onu, Hıristiyanlığın en büyük ve kutsal azizi olarak kabul etmişler ve diğer aziz adaylarına bir örnek olarak göstermişlerdir.

O dönemde yaşayan azizler hakkında bu türden birçok menkıbeler anlatılmıştır. Bazılarının 30 sene hiç konuşmadıkları, ormanlarda ot, yaprak vs. yiyerek yaşadıkları, üzerinde sürekli yük taşıdıkları, hatta kendi bedenlerine uzuvlarını bağlıyarak işkence ettikleri, bazılarının hayvanların barındığı yerlerde, kurumuş kuyularda, eski mezarlarda yaşadıkları, yine bazılarının sürekli çıplak dolaşıp, vücutlarını saçlarıyla örttükleri, yürüyeceklerine, yerde yuvarlandıkları vs. nakledilmiştir. Ben şahsen, Sn. Katrin manastırında kemiklerle dolu bir kütüphane gördüm. Orada azizlerin kafatasları, el, ayak kemikleri ve hatta cam muhafazalar içinde iskeletleri teşhir ediliyordu.

b) Bu kimselerin bir diğer özelliği, sürekli pislik içinde yaşamak ve temizlenmekten şiddetle kaçınmaktır. Çünkü yıkanmayı ve suyun bedene dokunmasını takva ile bağdaştıramıyorlar, bedenin temizlenmesinin, ruhun pislenmesi demek olduğuna inanıyorlardı. Sn. Atannasius, Sn. Atony'nin ömrü boyunca ayaklarını yıkamadığını öğünerek yazar. Sn. Abraham Hıristiyanlığı kabul ettikten sonra, 50 sene ayaklarını ve yüzünü yıkamamıştır. Yine meşhur rahibe Bakire Silviya, tüm hayatı boyunca parmakları dışında hiç bir yerine su dokundurmamıştır. Bir manastırdaki 130 rahibenin, hiç bir zaman ayaklarını yıkamadıkları ve banyo adını duysalar ürperdikleri övünçle kaydedilmiştir.

c) Hıristiyan ruhbanlığı, evliliği ve aile hayatını fiilen haram kılarak, acımasızca nikah bağlarını koparmıştır. Öyle ki 4. ve 5. asırlarda "bekâr kalmak" en yüce ahlâkî erdemlerden biri olarak kabul ediliyordu. Onlara göre iffetli olmanın anlamı, cinsel ilişkiden kaçınmak ve evlenmemekti. Hatta nikahlı olsalar bile kadın-erkek ilişkisi onların iffet telakkilerine tersti. Çünkü pâk ve temiz bir ruhsal terakki, nefsi öldürmeyi gerekli kıldığından, lezzet ve zevklerden uzak kalınmalıydı. onlara göre, maddi istekleri yok etmek, insanın hayvanî arzularını öldürmek demekti. Dolayısıyla lezzet ve günah aynı şeylerdi. Öyle ki, bir şeyden memnuniyet duymak, hoşlanmak, Allah'ı unutmak anlamına geliyordu. Bu yüzden Sn. Bastil, gülmeyi ve tebessüm etmeyi daha yasaklamıştır. Yine aynı nedenler dolayısıyla bir erkek ile kadının evlenmesi kötü bir fiil olarak kabul görüyordu. Rahipler için değil evlenmek, bir kadının yüzüne bakmak bile günahtı. Nitekim bir kimse evliya veya rahip olmak istiyorsa hanımını terketmek zorundaydı. Aynı husus erkekler gibi kadınların zihinlerine de yerleştirildi. Yani, şayet onlar da semavi saltanatın içine girmek istiyorlarsa, hiç evlenmemelidirler veya evli iseler kocalarından ayrılmalıdırlar. Sn. Jerom gibi ünlü Hıristiyan bir alim şöyle diyor: "Şayet bir kadın İsa uğruna bakire kalır ve ömrü boyunca evlenmezse, o artık İsa'nın gelini olur. O kadının annesi de Tanrı'nın yani İsa'nın kayınvalidesi olma şerefine erer." Yine Sn. Jerom bir başka yerde, "İffetin kılıcıyla evliliğin ipini kesmek, bu yolun yolcusu için ilk şarttır" demektedir. Böyle bir talimatın evli bir kadın ile erkek üzerindeki ilk etkisi, onların mutlu evliliklerinin son bulması şeklinde tezahür etmekteydi. Çünkü Hıristiyanlıkta boşanmak sözkonusu olmadığından, kadın ve erkek ayrı kalmak zorundalardı. Örneğin iki çocuk babası olan Sn. Nilus, ruhbanlığın etkisi altına girdiğinde, karısını ağlar bir halde bırakarak ondan ayrılmıştır. Sn. Amman zifaf gecesinde, karısına iffet üzerine va'zetmiş ve sonunda her ikisi de hayatları boyunca ayrı yaşamak konusunda anlaşmışlardı. Sn. Abraham ise, daha ilk gece karısını bırakarak kaçmıştır. Aynı davranışı Sn. Alex'de yapmıştır. Öyle ki Hıristiyanların Aziz menkıbelerini anlatan kitapları, bu tür örneklerle doludur.

Kilise, ilk üç asır süresince bu şiddetli ve aşırı tutumun karşısında olmuştur. Nitekim bu zaman boyunca bir kimsenin papaz olabilmesi için, bekarlık şartı aranmıyordu. Yahut papaz olmadan önce evli olan bir kimsenin, hanımı ile birlikte hayatını sürdürmesinde bir mahzur görülmemişti. Ancak papaz olduktan sonra evlenmeye izin yoktu. Ayrıca dul bir kadınla evlenen, iki karısı veya cariyesi olan bir kimse de papaz olamazdı. Bu düşünceler 4. asra kadar yavaş yavaş o derece kök salmıştır ki, kiliseye hizmet edenlerin evlenmeleri çok kötü bir davranış olarak görülmeye başlanmıştır. M.S. 362'de, Gingira konsülünün son meclisinde bu tür düşünceler (ruhbanlık) dine aykırı kabul edilirken, çok kısa bir zaman sonra, M.S. 386'da Roma konsülünde tüm papazlara evlilik hayatından uzak kalmaları tavsiye edilmiştir. Bir sene sonra Papa Serikius, papazların evlendikleri ya da evli olup hanımlarıyla ilişkilerini sürdürdükleri takdirde azledilmelerini bildiren bir emirname çıkarmıştır. Sn. Jerom, Sn. Embruz, Sn. Ağustiun gibi ileri gelen Hıristiyan alimler de bu emirnameyi kesinlikle onaylamışlardır. Az çok muhalefetin sonunda ise, Batı kiliselerinde titizlikle uygulanmaya geçilmiştir. Bu dönemde, papazların eşleriyle ilişkilerini sürdürmeleri ile ilgili şikayetlerin dinlenmesi için meclisler tertiplenmiştir. Zira yeni çıkan kanuna göre, papazların bu davranışı artık gayrimeşru idi. Bu tür yeni çıkan problemleri çözüme kavuşturmak ve ıslah etmek amacıyla, evli olan papazların açık yerlerde yatmalarını öngören ve karılarıyla yalnız kalmalarını engelleyen yasalar çıkarmıştır. Hatta bir papazın hanımıyla görüşebilmesi için, onlarla beraber en az iki kişinin daha bulunması şart koşulmuştur. Sn. Gregory, bir papazın hanımından 40 yıl ayrı yaşadığını ve öyle ki hanımı, ölümü anında yanına geldiğinde, ona "benden uzak dur" dediğini övünçle nakleder.

d) Ruhbanlığın en korkunç yönü sıla-i rahmin kökünü kazımak istemiş olmasıdır, onlar insanlardaki, anne, baba, kardeş ve evlat sevgisini yok etmeye çalışmışlardır. Bu Hıristiyan azizler, çocukların anne, baba ve kardeşlerine, anne ve babasının çocuklarına sevgi duymasını günah saymışlardır. Onlara göre, ruhsal yüceliş için bu duygu ve ilişkilerin ortadan kaldırılması gerekir. Nitekim Hıristiyanların kendi azizleriyle ilgili menkıbelerinde, bu mukaddes ilişkilerin nasıl parçalandığına, insanlara din adına nasıl zulmedildiğine dair korkunç hadiseler anlatılır. Örneğin rahip Evagirius, anne ve babasını terkedip, yıllarca çöllerde dolaşmış ve anne babası onun hasreti içinde çırpınıp durmuştur. Yıllar sonra anne ve babasından gelen mektuplar kendisine ulaştığında, "onları okuduktan sonra insanî duyguları uyanır korkusuyla" daha mektupları açmadan ateşe atmıştır. Sn. Thedoros'un annesi ile kızkardeşi, pekçok papazdan aldıkları referans mektuplarıyla, Sn. Thedoros'un kaldığı manastıra gitmiş, oğul ve kardeşlerini bir kez olsun görmek üzere müracaatta bulunmuşlardır. fakat Sn. Thedoros onlarla görüşmeyi reddetmiştir.

Sn. Markus'un annesi ise, oğlunun kıldığı manastıra giderek, oradaki piskopostan binbir rica ile oğlunu görmek için izin almış, ayrıca piskoposa, kendisiyle görüşmesi için, onu ikna etmesini istemiştir. Sn. Markus ise annesi ile görüşmeyi reddetmiş, ama piskoposun emrini yerine getirmek amacıyla, kıyafetini değiştirip, gözlerini kapatarak annesinin karşısına çıkmıştır. Böylece annesi oğlunu tanımadığı gibi oğlu da annesini görmemiştir. Bir başka aziz Sn. Poemin ve altı kardeşi, Mısır'da bir manastırda kalırlarken, yıllar sonra anneleri oğullarının adresini bulur ve onları görmek için manastıra gelir. Çocuklar ise annelerini uzaktan görünce kaçarlar ve hücrelerine girerler. Kadıncağız ise yere oturarak ağlar ve şöyle der: "Ben sadece sizlerin yüzünü bir kez olsun görmekten başka bir şey istemiyorum. Bu isteğimin size ne zararı var? Ben sizlerin annesi değil miyim?" Ancak bu saygıdeğer azizler (!) yine de kapıyı açmayıp, kapıların ardından şöyle bağırırlar: "Biz seni Allah huzurunda göreceğiz." Bundan daha korkunç bir olay da şudur. Sn. Simeon Stylites, anne ve babasını terkederek, 27 yıl ortadan kaybolur. Babası üzüntüsünden vefat eder, ama annesi hayattadır. Bu azizin şöhreti dolayısıyla, annesi onun nerede olduğunu duyar. Oğlunu görmek için ta uzaklardan kalkarak manastıra gelen bu zavallı kadıncağız, orada manastıra kadın ayağının basamayacağını öğrenir. Piskoposa, içeri girmese bile, hiç olmazsa oğlunu dışarı çıkarması ve bir kez olsun yüzünü görmesine izin vermesi için yalvarır. Ancak Allah'ın o aziz kulu (!) annesini görmeyi kesinlikle reddeder. 3 gün 3 gece kapının önünde bekleyen zavallı kadıncağız ise, orada vefat eder. Daha sonra Aziz hazretleri (!) manastırdan dışarı çıkarak, annesi için ağlar ve onun affedilmesi için dua eder.

Hıristiyan azizleri (rahipleri), kızkardeşlerine ve hatta çocuklarına da aynı şekilde davranmışlardır. Nitekim zengin bir kimse olan Mathius, Hıristiyan ruhbanlığının etkisi altına girdikten sonra, 8 yaşındaki biricik oğlunu da alarak, manastırda inzivaya çekilir. Manastırda, onun ruhsal bakımdan terakki edebilmesi için evlat sevgisini kalbinden atması gerekli görüldüğünden dolayı, ilk olarak onu oğlundan ayırırlar. Daha sonra o masum çocuğa türlü türlü eziyetler ederek, babasına çocuğunun çektiği eziyetleri seyrettirirler. En sonunda manastırın piskoposu ona oğlunu götürüp nehre atması için emir verir ve o da bu emri kabul edip, oğlunu nehre atacak iken, rahipler çocuğu elinden alırlar. Böylece onun artık Allah'ın dostu (velisi) olduğu anlaşılmıştır.

Hıristiyan ruhbanlığına göre şayet bir kimse, gerçekten Allah'ın sevgisine mazhar olmak istiyorsa, o dünya ile ilgili tüm bağlarını (anne, baba, çocuk, kardeş, vs.) koparmak zorundadır. Nitekim Sn. Jerom, "yeğenin boynuna sarılsa, annen "sütümü helal etmem" dese, baban sana mani olmak için kendini yolun üstüne atsa, onu ezmek pahasına Haç sancağına doğru yürümekte tereddüt etme" demektedir.

Yani ona göre merhametsizlik takva demektir. Yine Sn. Gregory şöyle yazar: "Bir genç rahip kalbindeki, anne-baba sevgisini yok edemediği için, bir gece manastırdan ayrılıp anne ve babası ile görüşmüştür. Bunun üzerine Allah, kendisini öyle bir cezalandırmıştır ki, o, manastıra döner dönmez vefat etmiştir. Hatta gömmek istediklerinde toprak onu kabul etmemiştir. Ne zaman kabre koysalar, kabri onu dışarı fırlatmıştır. Sonunda ise, Sn. Benedit onun göğsüne bir şey yerleştirdikten sonradır ki, kabri onu kabul etmiştir." Yine aynı kimse, annesine olan sevgisini kalbinden atamadığı için, bir rahibenin ölümünden sonra üç gün azap çektiğini ve bir azizin akrabaları dışında hiç kimseye acımasız davranmadığını yazmaktadır.

e) Hıristiyan ruhbanlığı, kişinin en yakın akrabalarına acımasızca davranmayı, merhametsiz ve katı kalpli olmayı bir ibadet haline getirmiştir. Bu tür davranışları ibadet olarak kabul etmelerinden ötürü, insani duyguları, merhamet hisleri körelmiştir adeta. Öyle ki, aralarındaki mezhep ihtilafları dolayısıyla, birbirlerine işkence etmişler ve muhaliflerine acımasızca davranmışlardır. 4. asra gelene kadar Hıristiyanlar o kadar çok parçaya ayrılmışlardır ki, Sn. Agustos, kendi döneminde 88 fırka olduğunu ve bunların birbirlerinden şiddetle nefret ettiklerini kaydetmiştir. Bu şiddetli nefreti rahipler yaymaktaydı ve birbirlerine karşı nefret ateşini körükleyen bu kimseler Hıristiyanlığı mahvedenlerin öncüsüydüler. İskenderiye, bu Hıristiyan fırkaların, çeşitli grupların merkeziydi ve çok şiddetli mezhep çatışmalarına sahne olmuştu. Örneğin Arian fırkası, papaz Atanasius'un fırkası üzerine saldırmış ve onların manastırındaki rahibeleri dışarı çıkararak, çırılçıplak soymuşlar, dikenli çalılarla onları dövmüşlerdir. Daha sonra da bedenlerini ateşle közleyerek onları inançlarından vazgeçirmeye zorlamışlardır. Katolikler Mısır'a hakim olduklarında ise, aynı muameleyi onlar da Arian fırkası mensuplarına yapmışlardır. Hatta kuvvetli bir ihtimale göre Arian fırkası lideri Arius'u da onlar zehirlemişlerdir. Ayrıca İskenderiyye'de bir defasında Sn. Ciyrl'in müridleri ayaklanarak, muhalif fırkaya mensup bir rahibeyi yakalamışlar, kendi manastırlarına götürüp, onu katlettikten sonra vücudunu parçalamışlar, ve parçalarını da ateşe atmışlardır. Roma'daki durum da, bundan farklı değildi. M.S. 366'da papaz Liberius'un vefatı üzerine, iki ayrı grup, onun yerine kendi aralarında aday göstermişler ve bu yüzden ki grup arasında çok şiddetli çatışmalar meydana gelmiştir. Öyle ki sadece bir kiliseden bir günde 137 cesed taşınmıştır.

f) Dünyaya sırt çevirmek, derviş olmak vs. gibi iddialarına rağmen kilise, servet, mal ve mülk elde etmeden de geri kalmamıştır. 5. asrın başında bile, Roma'da, Papa, krallar gibi sarayda oturuyordu. Şehirde dolaşmaya çıktığı zamanlar, bir kraldan daha az debdebe ve şatafatlı değildi. Sn. Jerom kendi döneminde (4. asrın son zamanlarında) papa ve papazların verdikleri davetlerin valilerin verdiği davetlerin yanında bir hiç mesabesinde olduğundan şikayet eder.

Nitekim 7. asra gelindiğinde (Kur'an'ın nazil olduğu asır) manastır ve kiliselerde servet bir sel gibi akıtılmaktaydı. Halkın zihnine, bir kimse en büyük günahı işlemiş olsa bile, azizlerin kabirlerinde, manastırlarda veya kiliselerde bir kurban adarsa günahının affedileceği düşüncesi yerleştirilmiştir. Tabii ki böylece ruhbanların kendisinden kaçtıkları dünya, onların ayağına gelmiş oldu. Ancak meselenin en kötü yanı, ruhbanlığın halk nezdindeki kutsallığını bilen birçok kurnaz kişinin derviş kılığına girerek, rahipler sınıfına dahil olmasıdır. Bu kurnaz kişiler, dünyayı terketmek bahanesiyle öyle bir servet elde etmişlerdir ki, dünyaperestleri dahi geride bırakmışlardır.

g) İffet hususunda ruhbanlık, fıtrata karşı savaş açtığından ötürü çok büyük bir hezimete uğramıştır. Nefislerini öldürmek adına, bazı riyazet ve çileler için rahip ve rahibeler manastırlarda bir yerde kalırlar ve bazen -riyazet heyecanından (!) olsa gerek- kendilerini ispat için birlikte aynı yatağa girerlerdi. Meşhur rahip Sn. Evagrius, Filistin rahipleri hakkında övünçle şunları yazmaktadır: "Onlar nefisleri üzerinde öyle bir kontrol sahibidirler ki, rahip ve rahibeler birlikte yıkanırlar. Rahipler, rahibeleri çıplak olarak görmekten, onlara dokunmak hatta onları kucaklamaktan bile etkilenmezler. Çünkü fıtratları onların iradelerini yenemez. Gerçi yıkanmak onlara göre kötü bir şeydi ama onlar nefislerini öldürmek ve ibadet kastıyla yıkanıyorlardı." Filistin manastırlarının sonu hakkında ise, Nyssa'lı Sn. Gregory (öl. M.S. 326) manastırların genelevi haline geldiğini yazmaktadır. Görüldüğü gibi, fıtrata karşı savaş açanlardan, fıtrat muhakkak intikamını almaktadır. Ruhbanlar da fıtrata karşı savaş açtılar ve 8. asırdan 11. asra kadar Hıristiyanlık Tarihi, kendilerinin kara bir lekesi olacak ölçüde ahlâkî bataklığa düştüler. 10. asırda İtalyan bir papaz, şöyle yazmaktadır: "Şayet kilise ve manastırlardaki din adamlarını kötü ahlâktan yargılayacak olsak, gençlerin dışında hiç bir din adamı ceza almaktan kurtulamaz. Yine gayri meşru çocukları kilise hizmetinden men etsek, kilisede hizmet edecek genç kalmaz." Ortaçağ yazarlarının eserleri, rahibe manastırlarının genelev haline gelmesiyle ilgili şikayetlerle doludur. Öyle ki, gayri meşru doğmuş çocuklar yüzünden cinayetler işleniyor, kilisenin din adamları ve papazlar kendilerine haram olan kimselerle bile cinsel ilişkilerde bulunuyorlardı. Fıtrata aykırı suçlar oldukça yaygınlaşmış, kilisede günah çıkarmak adeti ahlâksızlığa yol açmıştı.

Ancak tüm bu bilgiler gözönüne alındığında, Kur'an'ın, "Ruhbanlığı kendileri uydurdular ama ona gereği gibi de uymadılar" şeklindeki ayetinin doğru anlamı kavranabilir.

28 Ey iman edenler, Allah'tan sakınıp-korkun ve O'nun Resulüne iman edin,55 size kendi rahmetinden iki kat (güzel karşılık) versin. Size kendisiyle yürüyeceğiniz bir nur kılsın56 ve size mağfiret etsin.57 Allah, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.

29 Öyle ki, Kitab Ehli (Yahudi ve Hıristiyanlar) Allah'ın fazlından hiç bir şeye 'güç yetirip-sahip olmadıklarını' ve fazlın muhakkak Allah'ın elinde olduğunu, onu dilediğine verdiğini bilip-öğrensin. Allah, büyük fazl (üstün lütuf ve ihsan) sahibidir.

AÇIKLAMA

55. Bu ayetin yorumunda müfessirler arasında görüş ayrılığı vardır. Bir kısım müfessire göre, ayetin başındaki, "Ey iman edenler!" ifadesi Hz. İsa'nın (a.s) takipçileri olup ona iman eden kimselere hitap etmektedir. Böylelikle onlara, "Şimdi de Muhammed'e iman edin ki, Allah size, hem İsa'ya hem de O'na inandığınızdan ötürü rahmetinden iki pay versin" denilmiş olmaktadır. Bir kısım müfessir ise bu hitabın Hz. Muhammed'e (s.a) inananlara yapıldığı görüşündedirler. Yani, "sizler İslâm'a girdiğinizi sadece sözle ikrar etmekle kalmayın, bunu amellerinizle de ispat edin. Hem küfrü terk edip, İslâm'a girdiğiniz, hem de İslâm'ı ihlasla kabul edip, onda sebat gösterdiğiniz için, Allah rahmetinden sizlere iki pay verecektir." Birinci yorumu, Kasas Suresi'nin 52-54. ayetleri ile Ebu Musa el-Eşari'nin Rasulullah'tan (s.a) rivayet ettiği bir hadis desteklemektedir, "Üç grup insan için iki kat ecir vardır.

Birincisi, önce kendi peygamberlerine, daha sonra da Muhammed'e iman eden Ehl-i Kitap'tan kimseler (....) (Buhari, Müslim). İkinci yorumu ise, Sebe Suresi'nin 37. ayeti teyid etmektedir. Delilleri itibariyle her iki görüş de eşit seviyelerdedirler. Ancak surenin muhtevasının tümü üzerinde düşünülecek olursa, ikinci yorumun daha münasip olduğu görülür.

Çünkü surenin başında, Rasulullah'a (s.a) iman ettiklerini söyleyerek, İslâm'a girenlere seslenilmektedir. Sure boyunca bu kimselere, "sadece iman ettiğinizi söylemekle kalmayın, imanınızı, amellerinizle de ispat edin," denilmiştir.

56. Yani, sizlere attığınız her adımda hak ile bâtılı ayırdedebilmeniz için dünyada ilim ve basiret verilecektir. Ahiretteki nur ise, 12. ayette ifade edilen "nur" dur.

57. Yani, imanın gereklerini yerine getirirken, ihlaslı tüm gayretlerinize rağmen, beşerî zaaflarınız dolayısıyla hatalar yapmış olsanız bile, bunlar affedilecektir. Bunun yanısıra İslâm'a girmeden önce işlediğiniz tüm günahlar da affedilecektir.

HADİD SÜRESİ(Seyyid KUTUB)

1- Göklerdeki ve yerdeki tüm varlıklar Allah'ı noksanlıklardan tenzih ederler. O üstün iradelidir ve her işi yerinde yapar.

2- Göklerin ve yerin egemenliği O'nun tekelindedir. Can verir ve öldürür. O'nun herşeye gücü yeter.

3- O hem ilktir hem sondur; hem açıktır hem gizlidir. O herşeyi bilir.

4- O gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra Arş'a kuruldu. O yeraltına giren ve oradan çıkan, gökten inen ve oraya yükselen herşeyi bilir. Nerede olsanız sizinle beraberdir. O Allah yaptığınız her işi görür.

5- Göklerin ve yerin egemenliği O'nun tekelindedir. Her işin sonu Allah'a varır.

6- O geceyi gündüze, gündüzü de geceye dönüştürür. O kalplerin özünü bilir.

Bu giriş, yüce Allah'ın aktif, etkileyici ve seçme nitelikleri ile yüklü, duygulandırıcı bir tanımlamadır. Bu tanımlamaya göre yüce Allah, evrendeki canlı cansız tüm varlıkları yoktan varetmiştir, bu varlıkları bilgisi ile kuşatmıştır, bu varlıkların hepsi O'nun sınırsız egemenliği altındadır, O'nun güçlü eli gökler ile yeryüzünde gezinerek yaratma eylemini sürdürmektedir, gönüllerin kuytu köşelerini ve kalplerin girintili-çıkıntılı labirentlerini taramaktadır, canlı-cansız bütün varlıkları tepeden süzmekte ve yönetmektedir.

Yüce Allah'ın seçkin sıfatlarını sıralayan bu duygulandırıcı giriş kalpleri kavrayarak sarsmakta, onları yakalayarak evrendeki canlı-cansız tüm varlıklar arasında gezdirmektedir. Kalpler bu gezi sırasında yüce Allah'tan başka hiçbir şey bulamıyorlar, O'ndan başkasını göremiyorlar, O'nun dışında bir güç algılayamıyorlar, O'nun gücünden ve bilgisinden kaçıp da sığınabilecekleri başka bir dergâha rastlayamıyorlar, O'na dönmekten başka çare bulamıyorlar, O'nun yüce kapısına yönelmenin zorunlu bir istikamet olduğunun bilincine varıyorlar. Okuyoruz:

"Göklerdeki ve yerdeki tüm varlıklar Allah'ı noksanlıklardan tenzih ederler. O üstün iradelidir ve her işi yerinde yapar."

Sureye başlarken Kur'an'ın gür sesi işte böyle yükseliyor ve evrenin her köşesi bu sese, yüce Allah'ı noksanlıklardan tenzih ederek cevap veriyor, göklerde ve yerdeki tüm varlıklar bu muhteşem koroya katılıyor. Her açık kalp, faniliğin perdeleri ile örtülü olmayan her kalp bu gür sesi işitiyor.

Bu ayetin sözlerini yorumlamaya, açık anlamlarının gerisindeki esprileri irdelemeye gerek yok. Çünkü bu sözleri söyleyen yüce Allah'tır. Biz şu evrenin yapısını ve niteliklerini yüce Allah'ın bize anlattığından daha iyi bilecek değiliz. Kısacası "Göklerdeki ve yerdeki tüm varlıklar Allah'ı noksanlıklardan tenzih eder" o kadar. Bu ifadeye ne bir sözcük ekleyebiliriz ve ne de sözcüklerinden birini çıkarabiliriz. Bu cümleleri ne yorumlayabiliriz ve ne de başka başka anlamlara çekebiliriz. Yapacağımız tek şey şu ana fikri kafamıza işlemektir: Göklerdeki ve yerdeki tüm varlıkların birer "ruh"u vardır. Her varlık bu ruhla yüce yaratıcısına yönelmekte ve O'nu noksan niteliklerden tenzih etmektedir. Elimizdeki doğru bilgilere en yakın düşünce tarzı budur. Ayrıca bu düşünce tarzı bazı seçkin kalplerin deneyimleri tarafından da onaylanmıştır. Bu kalpler saf ve pırıltılı anlarında, nesnelerin biçimlerinin ve görüntülerinin gerisindeki saklı gerçekle ilişki kurabildikleri saniyelerde bu düşünce tarzını, bu bakış açısını paylaşmışlardır.

Bilindiği gibi Kur'an'ın bir ayetinde "Ey dağlar o (Hz. Davud) tesbih ettikçe siz de söylediklerini tekrarlayın:' buyuruluyor. (Sebe suresi, 10) Yani dağların, Hz. Davud'un tesbihine koro halinde katıldıkları belirtiliyor. Elimizde bu gerçeği vurgulayan hadisler de vardır. Birkaç tanesini birlikte gözden geçirelim:

Sahabilerden Cabir'in bildirdiğine göre Peygamberimiz şöyle buyuruyor:

"Mekke'de bir kaya var. Bu kaya peygamberliğimin ilk gecelerinde bana selâm verirdi. O kayayı şimdi de biliyorum." (Müslim)

Öte yandan Hz. Ali şöyle diyor: .

"Bir keresinde Peygamberimiz ile birlikte Mekke'nin kenar semtlerinden birinde geziye çıkmıştık. Yolda rastladığımız her ağaç, her tepe `Esselâmu aleyke ya Resulellah' diyerek O'nu selâmlıyordu." (Tirmizi)

Bu arada sahabilerden Hz. Enes de şöyle bir olay anlatıyor: "Peygamberimiz mescidindeki konuşmalarını bir hurma kütüğü üzerinden yapardı. Bir süre sonra mescide minber yapıldı. Peygamberimiz bu minbere çıkıp ilk konuşmasını yaparken o hurma kütüğü deve sesini andıran bir sesle inlemeye başladı. Bunun üzerine Peygamberimiz minberden inip onu eli ile okşadı, bu okşama üzerine kütüğün iniltisi kesiliverdi." (Buhari)

Bu evrensel gerçeği dile getiren açık anlamlı ayetler çoktur. Başlıcalarını birlikte okuyalım:

"Göklerdeki ve yerdeki tüm varlıkların ve havada süzülen kuşların Allah'ı noksanlıklardan tenzih ettiklerini görmüyor musunuz? Bu varlıkların tümü, Allah'a nasıl dua edeceklerini, O'nu nasıl noksanlıklardan tenzih edeceklerini bilir." (Nur suresi, 41)

"Göklerdeki ve yerdeki tüm varlıkların, güneşin, ayın, yıldızların, dağların, ağaçların, hayvanların ve çok sayıda insanın Allah'a secde ettiklerini, O'nun buyruğuna boyun eğdiklerini görmüyor musun?" (Hac suresi, 182)

"Evrendeki her varlık, O'nu överek tesbih eder, fakat siz bu varlıkların tesbihlerini anlayamazsınız." (İsra suresi, 44)

Kur'an kaynaklı olmayan nesnelerin yapısal özelliklerine ilişkin eski bilgilerimizle uyuşsunlar diye bu açık anlamlı ayetleri yorumlamaya kalkışmamalıyız. Çünkü ilke olarak evrene, varlık alemine ilişkin tüm bilgilerimiz bu evrenin, bu varlık aleminin yüce yaratıcının verdiği bilgilere dayanmalıdır.

Ayetin sonunu tekrar okuyalım:

"O üstün iradelidir ve her işi yerinde yapar."

Öyleyse göklerdeki ve yerdeki tüm varlıkların O'nu noksanlıklardan tenzih etmesi, bu üstün iradesinin ve çarpıcı hikmetinin doğal bir sonucudur. Çünkü O üstün gücü ile herşeye egemendir ve yaptığı her iş görkemli hikmetine uygundur.

Yukardaki ayet insan kalbini coşturarak kendinden geçirmiş, göklerde ve yerde yüce yaratıcıyı noksanlıklardan tenzih eden varlıkların şenliğine götürmüştü. O sarhoşluktan ayılmaya çalışan kalpler şimdi göklerin ve yerin görkemli enginliklerinde yeni bir geziye çıkarılıyorlar.

"Göklerin ve yerin enginliği O'nun tekelindedir. Can verir ve öldürür. O'nun gücü herşeye yeter."

Göklerdeki ve yerdeki herşey göklerin ve yerin egemeni olan, egemenliğini hiç kimse ile paylaşmayan yüce Allah'ı noksanlıklardan tenzih eder. Bu tenzih eylemi egemenlik altında olandan ortaksız egemene yöneltilmiş bir eylemdir. Can veren de, can alan da o ortaksız egemendir. Yani hayatı da ölümü de O yaratıyor. Her canlı varlığın hem hayat sahnesine çıkışını ve hem de ölmesini O planlamıştır. Sadece O'nun plânladıkları oluyor.

"Hayat" olgusu gerek mahiyeti gerek kaynağı açısından halâ bir sırdır. Hiç kimse onun ne nereden geldiğini ve ne de nasıl geldiğini açıklıyor. Dahası hiç kimse onun özü itibarı ile ne olduğunu da anlayamıyor. Okuduğumuz ayet "dirilik" olgusunu yaratanın yüce Allah olduğunu, yani canlılara hayatı O'nun verdiğini belirtiyor. Kimse bunu inkar ederek başka türlüsünü kanıtlayamaz. Ölüm de öyle. O da hayat gibi, bilgimize kapalı bir sırdır. Hiç kimse onun ne olduğunu bilmediği gibi hiç kimse onu meydana getiremez. Çünkü hayatı vermeyen bir kimse onu nasıl geri alabilsin ki? Bu iki olgu gökler ile yer üzerindeki sınırsız egemenliğin iki göstergesidir, yani göklerin ve yerin sınırsız egemeni can veriyor ve can alıyor. Ayetin sonunu okuyoruz:

"O'nun gücü herşeye yeter."

Cümlenin anlamı geneldir, hiçbir kayda, hiçbir sınırlamaya bağlı değildir. Çünkü yüce Allah'ın özgür dileği, hiçbir kayda ve hiçbir sınıra dayanmaksızın sürekli yürürlükte kalır ve dileği uyarınca dilediğine bağlanır. İnsan aklının kendi mantığı uyarınca bu özgür dilek için düşündüğü her kayıt, hangi renkten ve hangi türden olursa olsun, asılsızdır, sınırlı insan aklının yapısal özelliğinden kaynaklanan bir yanılgıdır. Bu "dileğin" evren için yasalar ve prensipler seçmesi onun kayıtsız ve sınırsız özgürlüğünün çerçevesini aşmayan bir olgudur. Çünkü bu özgür dilek, bu yasaları ve gelenekleri özgür biçimde seçiyor; onları evrende yürürlüğe koyuyor, ama kendisi bu "yürütme"ye bu "işleyiş"e bağımlı değildir,bu yasaların tutsağı değildir. Bu yasaların ve geleneklerin ötesinde O'nun özgür seçimi sürekli ve kesintisizdir.

Kur'an bu gerçeğe son derece büyük önem verir; her fırsattan yararlanarak onu vurgular; her söz sırası geldikçe yüce Allah'ın dileğinin özgür olduğunu, kendi işleyişi de dahil olmak üzere hiçbir kaydın onu sınırlayamayacağını açıklar. Bu gerçeğin apaçık kalmasına, hiçbir kuşku bulutunun gölgesi altına girmemesine özen gösterir.

Mesela yüce Allah cennetliklere orada sürekli kalacaklarını vadettiği gibi cehennemliklere de cehennemde sürekli kalacaklarını bildirmiştir. Bu söz yüce Allah'ın özgür dileğinin ürünüdür. Bununla birlikte O, özgür dileğinin bir uygulaması, bir tercihi olan bu sözünü bu özgür dileğinin çerçevesi dışında tutarak cennetlikler ve cehennemlikler için şöyle buyuruyor:

"Gökler ile yer durdukça, Rabb'inin dileği uyarınca cehennemlikler (ve cennetlikler) orada sürekli kalacaklardır." (Hud suresi, 107-108)

Kur'an'ın neresinde söz sırası gelmiş ise bu vurgulama titizlikle yapılmıştır. Bu alan ne insan mantığının ve ne de insan ürünü bilgilerin alanıdır. İnsan aklı bu gerçeğe ilişkin bütün bilgilerini Kur'an'ın açıklamalarından almalıdır, bu konuda Kur'an dışında bir kaynağa başvurmamalıdır.

Bundan dolayı insan bu ayeti okurken yüce Allah'ın evren üzerindeki sınırsız ve ortaksız egemenliğini kalbine sindiriyor. Bütün evrenin yüce Allah'a yönelmesini ve O'nu noksanlıklardan tenzih etmesini son derece doğal ve normal bir olay olarak algılıyor.

GÖRÜNTÜYÜ AŞABİLMEK

İnsan varlığını dolup taşıran bu büyük gerçeğin coşkusundan ayılıp kendine gelir-gelmez bir sonraki ayetin dile getirdiği başka bir gerçekle yüzyüze geliyor. Belki de bir öncekinden daha önemli olan bu gerçek şu evrendeki hiçbir nesnenin gerçek anlamda varolmadığını, gerçek anlamda sadece yüce Allah'ın varolduğunu, bu yüzden O'nun evrendeki her şeyi egemenliği ve bilgisi ile kuşattığını açıklıyor. Okuyoruz:

"O hem ilktir hem sondur; hem açıktır hem de gizlidir. O herşeyi bilir."

O "ilk"tir, yani O'ndan önce olan hiçbir şey yoktur. O "son"dur, yani O'ndan sonra kalacak olan hiçbir şey yoktur. O "açık"tır; yani O'nun üstünde ötesinde olan hiçbir şey yoktur. O "gizli"dir; yani O'nun gerisinde olan başka hiçbir şey yoktur. "İlk" ve "son" zamana ilişkin gerçeği, "açık" ve "gizli"de mekana ilişkin gerçeği bütünü ile kapsar. Bu gerçekler sınırsızdırlar. Böyle olunca insan kalbi öteye beriye bakıp bütün yer ve zaman boyutlarını tarayınca yüce Allah'tan başka hiçbir varlık bulamıyor. Varoluşun tüm dayanakları sadece O'nun varlığında biraraya gelmiştir, böyle olan başka hiçbir "varlık" yoktur. Şu insan kalbi bile varoluşunu yüce Allah'ın varlığından alıyor. Kısacası yüce Allah'ın varlığı, diğer tüm varlıkların varoluşlarını kendisine borçlu oldukları "gerçek varlık"tır. Bu gerçek, diğer herşeye gerçeklik kazandıran "ilk gerçek"tir. Ne bu gerçeğin ötesinde başka bir "dolaysız gerçek" vardır ve ne de şu evrende "varoluşu bağımsız ve dolaysız" bir başka varlık vardır. Ayetin sonunu okuyalım:

"O herşeyi bilir."

Herşeyi gerçek anlamda ve eksiksiz olarak bilir. Her varlık, gerçekliğini yüce Allah'ın gerçekliğinden alır, O'nun gerçekliğinin ürünü ve yansımasıdır. Öyleyse doğal olarak herşey yüce Allah'ın dolaysız bilgisinin kapsamı içindedir. İnsanlar ve diğer yaratıklar nesnelerin dış yüzlerine ilişkin neler bilirlerse bilsinler yüce Allah, bilgisinin türünde, niteliğinde ve yönteminde ortaksızdır.

Eğer bir kalp bu gerçeği iyice özümlerse yüce Allah dışında bu evrendeki nesneleri niye umursasın ki? Hiçbir şeyin varlığı ve gerçekliği olmadığına göre onlara niye önem versin ki? Hatta kalbin kendisi de bu "gölge" varlıklardan biri değil mi? O da varlığını o "büyük gerçek"ten almıyor mu? O halde evrendeki herşey gelip geçici birer kuruntu(vehim)dur. Varolan ve kalıcı olan sadece yüce Allah'tır. Varoluşun ve kalıcılığın tüm dayanakları sadece O'nun varlığında biraraya gelmiştir.

Kalp bu gerçeği iyice özümleyince bu gerçeğin bir parçasına dönüşür. Peki henüz bu gerçeği içine sindirme aşamasına erememiş kalpler ne olacak? Onlara okumuş olduğumuz bu ayet yeter. Hayatlarını onu irdelemeye, anlamını kavramaya adasınlar. Sürekli çabaları ile bu tek anlamı yakalamaya çalışsınlar. Yapacakları tek iş budur.

Tasavvufçular bu büyük ve temel gerçeğe sarılmışlar, onun derinliklerine dalıp çıkmışlar, onun enginliklerinde çeşitli yollara koyulmuşlardır. Kimi evrendeki herşeyde yüce Allah'ı gördüğünü, kimi evrendeki herşeyin arkasında Allah'ı gördüğünü, kimisi de evrende yüce Allah'tan başka hiçbir şey göremediğini söylemiştir. Bu alanda yetersiz kalan sözcüklerin dış anlamlarını aşarak bu sözleri değerlendirirsek hepsinin az önce açıklamaya çalıştığımız gerçeğe işaret ettiklerini görürüz. Yalnız tasavvufçulara yöneltilebilecek tek eleştiri şudur: Onlar bu kavramla bütünleşerek yaşamayı ihmal etmişlerdir. İslam mutlak dengeyi gözeten ilkesi uyarınca insan kalbinden şunu ister: Bu gerçeği kavrasın ve onunla bütünleşerek yaşasın. Bunu yaparken yeryüzündeki halifelik görevini bütün gerekleri ile yerine getirsin. Dünyaya ilgi duysun, çevresine önem versin, yüce Allah'ın sistemini yeryüzünde gerçekleştirmek için cihad etsin, bu yolda olanca emeğini ve çabasını ortaya koysun. Bütün bu saydıklarımız bu büyük gerçeği denge ilkesi uyarınca kavramanın ürünleridir. Gerek insan fıtratı ile gerekse evrenin özü ile uyumlu biçimde yaşamanın doğal sonuçlarıdır.

EVRENSEL GERÇEKLER

Bu büyük gerçek böylece dile getirildikten sonra bu gerçekten türeyen diğer evrensel gerçeklerin anlatılmasına geçiliyor. Okuyalım:

"O gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra Arş'a kuruldu. O yeraltına giren ve oradan çıkan, gökten inen ve oraya yükselen herşeyi bilir. Nerede olursanız sizinle beraberdir O. Allah yaptığınız her işi görür."

" Göklerin ve yerin egemenliği O'nun tekelindedir. Her işin sonu Allah'a varır."

"O geceyi gündüze, gündüzü de geceye dönüştürür. O kalplerin özünü bilir."

Bu ayetlerde şu gerçekler sıralanıyor: Yüce Allah gökleri ve yeri yarattı. Arş a kuruldu ve tüm yaratıklara egemen oldu. Yaratmış olduğu nesneleri ayrıntılı ve somut biçimde bilir. Herkes nerede olursa olsun, O onunla beraberdir. Herşeyin tek dönüş mercii O'dur. Varlıkların özü O'nun her yere sızan tasarrufu altındadır. Gizli bilgisi kalplerin en saklı duygularından haberdardır.

Bütün bu gerçekler o ilk gerçekten türemiştir, O'nun doğal uzantılarıdır. Fakat bu gerçeklerin sözkonusu evrensel sahnede sunulması, insan kalbine yönelik etkilerine ve mesajlarına güç kazandırır. Gökler ile yeryüzü iri hacimleri ile, görkemleri ile, uyumlulukları ile, güzellikleri ile, ince düzenleri ile, hareketlerinin disiplini ile, görüntülerinin sürekliliği ile kendilerini izleyen insan kalbine hayranlık duygusu aşılarlar. Bunların yanısıra bu uzay cisimleri tıpkı insan kalbi gibi yüce Allah'ın yaratıklarının bir bölümüdürler. O halde insan kalbi ile bu yaratıklar arasında aile bağı ve akrabalık tanışıklığı vardır. Bu yaratıklar kendilerini izleyen, seslerini işiten ve sempati ile kavrayan insan kalbinin tellerini dolaysız namelerinin melodileri ile titretirler. Bu yaratıklar, insan kalbine şöyle derler: "Bizi yaratan Allah, senin de yaratıcındır. Biz yaratıcımızı noksanlıklardan tenzih ediyoruz, sen de O'nu noksanlıklardan tenzih et. Biz varlığımızın gerçekliğini yaratıcımızın varlığından alıyoruz, sen de öylesin. O halde ortada önem verilmeye değer tek gerçek yüce Allah gerçeğidir."

Ayette geçen "altı gün"ün ne olduğunu yüce Allah'tan başka hiç kimse bilemez. Bizim bildiğimiz "gün"ler yerkürenin kendi ekseni çevresinde ve güneş etrafında dönmesinden meydana gelen izdüşümleridir. Bu günler güneşin ve yerkürenin yaratılışından sonra ortaya çıkmışlardır. O halde yüce Allah'ın gökleri ve yerküreyi yaratırken hesap birimi olarak kullandığı günlerin aynileri değildirler. Biz bu günlerin ne olduğunu yüce Allah'ın bilgisine bırakıyoruz. O eğer isteseydi, onlar hakkında bize bilgi verirdi.

"Arş" da öyle. Biz buna yüce Allah'ın tanıttığı biçimi ile inanıyoruz, fakat ne olduğunu bilemeyiz. "Arş'a kurulmak (istiva)" meselesine gelince bu deyimin varlıklar bütüne egemen olmanın dolaylı (kinayeli) bir anlatımı olduğunu söyleyebiliriz. Böyle derken Kur'an'ın bize öğrettiği şu kesin ilkeye dayanıyoruz: Yüce Allah durum değişikliğine uğramaz. Buna göre bir zamanlar Arş'a kurulmamış durumdayken daha sonra Arş'a kurulmuş olması düşünülemez. Bizim "Arş'a kurulma (istiva)" olgusuna inandığımızı, fakat bunun nasıl olduğunu bilmediğimizi söylememiz ayette "Arş'a kuruldu (istiva etti)" sözünün ne anlama geldiğini açıklamaz. En doğrusu az önce dediğimiz gibi bu sözün mutlak egemenliğin dolaylı bir anlatımı olduğunu söylememizdir. Bu yorum bizi az önce işaret ettiğimiz yöntemin dışına çıkarmaz. Çünkü dile getirdiğimiz bu yorum kendi kafamızın ürünü olan bilgilerden ve düşüncelerden kaynaklanmıyor; tersine Kur'an'ın kendisinin açıklamalarına ve yüce Allah'ın zatı ile sıfatlarına ilişkin doğru düşüncelerin sonuçlarına dayanıyor.

Yüce Allah'ın yaratıcılığını, mutlak egemenliğini ve geniş kapsamlı bilgisini vurgulayan bu tanınmanın arkasından insan kalbini etkilemeyi amaçlayan son derece çarpıcı bir tasvirle yüzyüze geliyoruz. Bu somut tabloda şu uçsuz-bucaksız evrende araştırma amaçlı bir geziye çıkılıyor. Evrenin kesintisiz, sürekli hareketliliği gözler önüne seriliyor. Burada bize sadece soyut bilgi verilmiyor, sadece gerçekleri kavramsal düzeyde öğrenmemizle yetiniliyor. Tersine bakışlarımız önünde son derece duygulandırıcı ve etkileyici bir tablo canlandırılıyor. Bu tablonun etkileri vicdanımızı dolduruyor, kalplerimizin çarpıntılarına ivme kazandırıyor, düşüncemizin çırpınışları ve hayalimizin akrobasileri ile iletişim kuruyor. Okuyoruz:

"O yeraltına giren ve oradan çıkan, gökten inen ve oradan yükselen herşeyi bilir."

Her an yeraltına sayısını ve türlerini yalnız yüce Allah'ın bildiği nice canlı ve cansız varlıklar giriyor ve her an yine sadece yüce Allah'ın türünü ve sayısını bildiği nice canlı ve cansız varlıklar yeryüzüne çıkıyor. Her an gökten nice yağmurlar, ışınlar, meteorlar, gök taşları, melekler, kaderler ve sırlar gökten yere inerken yerden göğe sayılarını sadece yüce Allah'ın bildiği nice görünür-görünmez varlıklar yükseliyor. Okuduğumuz ayet işte bu sürekli ve kesintisiz harekete, her hesaba sığmaz önemli olaylara işaret ediyor. İnsan kalbi, bu ayetin etkisi ile yeraltına giren ve oradan çıkan, gökten inen ve oraya yükselen varlıklar konusunda sürekli dikkat kesiliyor, bu hareketleri ve olayları gerek inişleri ve gerekse çıkışları sırasında izleyen yüce Allah'ın kapsamlı bilgisi konusunda uyanıklık kazanıyor.

İnsan kalbi gerek o dikkati ve gerekse bu uyanıklığı sırasında yüce Allah ile birlikte yaşıyor, yerinde dururken yüce Allah'ın egemenlik alanında geziye çıkıyor, evrenin engebelerini ve varlık aleminin köşelerini-bucaklarını bir yandan duyarlılık ve şeffaflıkla, öbür yandan ürperti, dehşet ve hayranlıkla dolaşıyor.

İnsan kalbi dikkat kesilmiş yeri ve gökleri izlerken bir sonraki ayet onu ansızın kendine döndürüyor, özünden tutuyor. Bir de bakıyor ki, yüce Allah yanı başındadır, ona bakıyor, onu süzüyor, davranışlarını son derece yakından izliyor.

"Nerede olursanız O sizinle beraberdir."

Bu söz gerçek anlamında söyleniyor. Yani "kinaye" ya da "mecaz" anlamı değildir kastedilen. Gerçek yüce Allah her yerde, her zaman her şeyin ve herkesin yanındadır. Yapılan her hareketten haberdardır, kullarını gözler. Eğer insan kalbi bu gerçeği somut biçimde kavrarsa son derece müthiş bir gerçek olduğunu derhal anlar. Bu gerçek bir yandan ürpertici, bir yandan da ürkekliği gidericidir. Yüce Allah'tan duyulan korkuyu somutlaştırdığı için ürpertici, buna karşılık yüce Allah'a yakınlığın okşayıcılığını hissettirdiği için ürkekliği giderici, ferahlatıcıdır. Bu gerçek tam anlamı ile kavranırsa insan kalbini tek başına arındırıp yüceltebilir, ondaki bütün yeryüzü kaynaklı endişeleri dışarı atarak tek başına onların yerini alabilir. Onu sürekli biçimde çekingenlik ve korku halinde tutarak hayatın her türlü kirinden ve lekesinden uzakta kalmasını sağlayabilir.

Bir sonraki ayette yüce Allah'ın göklere ve yer yüzüne egemen olduğu gerçeği ile bir kere daha yüzyüze geliyoruz. Yalnız bu gerçek daha önceki hatırlatılışından farklı bir alanla ilişkili olarak şimdi gündeme geliyor.

"Göklerin ve yerin egemenliği O'nun tekelindedir. Her işin sonu Allah'a varır."

Yukardaki ayette bu gerçek, yüce Allah'ın can vericiliği, öldürücülüğü ve sınırsız gücü ile bağlantılı olarak gündeme gelmişti. Şimdi burada ise her işin sonunun Allah'a döneceği gerçeği ile bağlantılı olarak karşımıza çıkıyor. Gerçekten her işin sonunun sonunda Allah'a varacağı gerçeği, yüce Allah'ın göklere ve yeryüzüne egemen olduğu gerçeğine sıkı sıkıya bağlıdır ve bu gerçeğin özünün tamamlayıcısıdır.

Bu gerçeğin bilincine varmak, insan kalbini herhangi bir işin başında da sonunda da yüce Allah'tan başkasına yönelmekten korur, onu yüce Allah'tan başkasından birşey beklememeye sevkeder, bir iş yaparken sadece yüce Allah'ın denetimini hissetmesini sağlar, onu gizli-açık her davranışında yüce Allah'a erdirecek yolda tutar; hareketleri, duruşları, çarpıntıları ve fısıltıları bu amaca yönelik olur. Yüce Allah'tan kaçıp başka yere sığınılamayacağını, O'nun dergâhından başka güvenli bir korunak bulamayacağını hiç aklından çıkarmaz.

Surenin bu giriş bölümü, yüce Allah'ın sınırsız gücünü kanıtlayan zarif, esprili bir hareketle noktalanıyor. Bu hareketin bir alanı evren, öbür alanı ise insan kalbinin kıvrımlı lâbirentleridir.

"O geceyi gündüze, gündüzü de geceye dönüştürür. O kalplerin özünü bilir."

Gecenin gündüze geçmesi ve gündüzün geceye geçmesi sürekli bir oluşum olduğu gibi aynı zamanda zarif, incelikli bir harekettir. Bu ifadenin anlamı ister günün bir bölümünü kırpan gecenin uzaması ve gecenin bir bölümünü kırpan günün uzaması olsun, isterse güneşin batışı sırasında gecenin güne karışması olsun, anlatılan hareket incelikli ve zarif bir harekettir. Yüce Allah'ın bilgisinin kalplerin özüne yönelik hareketi de işte böylesine gizli ve fark edilmezdir. "Kalplerin özü" demek, kalpte bulunan, oradan ayrılmayan, oranın dışına çıkmayan sırlar demektir.

Yüce Allah'ın elinin sessiz bir hareketle geceyi gündüze, gündüzü de geceye dönüştürdüğüne ilişkin bilinç, insan kalbinde ince bir düşünce coşkusu ve uçarı bir duyarlılık uyandırır. Yüce Allah'ın kalbin özünden kalbin kuytu köşelerinde saklı duran duygulardan haberdar olduğu, bilgisinin fark edilmez kımıldamaları ile bu gizlilikleri kuşattığı yolundaki bilinç de kalpte aynı etkiyi meydana getirir.

Surenin giriş bölümü, anlattığımız çarpıcı mesajları aracılığı ile insan kalbine direktif almaya hazırlıklı, ince bir duyarlılık kazandırıyor. Bu yüzden hemen kendisine sesleniliyor, iman etmeye, gerekli anlarda Allah yolunda mal harcamaya çağrılıyor. Çünkü kalbin giriş yolları açılmış, duyguları bilenmiş ve dinleme yeteneği geliştirilmiştir. Bu yüzden hemen surenin ikinci kesitini oluşturan sesleniş devreye giriyor. Fakat bu sesleniş sadece kuru bir çağrı değildir. Tersine etkileyici mesajları, çarpıcı titreşimleri ve müzikal dokunuşları ile birlikte gündeme geliyor.



7- Allah'a ve peygambere inanınız. Allah'ın kullanma yetkisini elinize verdiği malların bir bölümünü O'nun için harcayınız. İçinizdeki iman edenleri ve hayır yolunda mal harcayanları büyük bir ödül bekliyor.

8- Peygamber sizi Allah'a inanmaya çağırdığı halde niçin O'na inanmıyorsunuz? Oysa o bu konuda sizden söz almıştı. Eğer inanacaksanız ne duruyorsunuz?

9- O sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için kulu Muhammed'e apaçık ayetler indiriyor. Hiç kuşkusuz Allah size karşı son derece şefkatli ve merhametlidir.

10- Niçin malınızı Allah yolunda harcamıyorsunuz? Oysa gökler ve yer Allah'a miras kalacaktır. İçinizden Mekke fethinden önce mal harcayanlar ve savaşanlar, daha sonra mal harcayanlar ve savaşanlarla bir değildirler. Onların derecesi daha sonra mal harcayıp savaşanların derecesinden daha üstündür. Bununla birlikte Allah her iki gruba da en güzel ödülü vadetmiştir. Allah sizin neler yaptığınızı bilir.

Okuduğumuz ayetlerde yüce Allah, kendi yaratıkları olan kalplere sesleniyor. O onların durumlarını, giriş yollarını ve gizli duygularını bilir. Aynı zamanda şu gerçeği de herkesten iyi bilir: İnanç saflığı, kalp temizliği ve köklü iman gibi yüce duygular, pratik hayatta fedakârlık, eli açıklık ve Allah için öne atılma gibi erdemlere kaynaklık ederler. Fakat bu yüce duygular ve seçkin erdemlikler, insandan yoğun emekler ve uzun vadeli büyük çabalar ister.

İşte bundan dolayı yüce Allah, kalplere bu yolda yoğun mesajlar ve etkileyici uyarılar sunar. Onlara görünce etkilenecekleri birçok evrensel gerçekler açıklar. Herşeyi kendi duyarlı terazisinde tartar. Kalpleri arka arkaya tedavi eder. Onları adım adım yüce duygulara ve seçkin erdemlere doğru ilerletir. Onlara bir sesleniş yönetmekle, bir açıklama yapmakla yetinmez. Tellerine bir defa dokunup da sonra etkisi kaybolan bir uyarıcıyı yeterli görmez. Günümüzde insanları Allah'a çağıran dava adamları Kur'an'ın kalpleri tedavi etmek için kullandığı bu yöntemi iyi incelemeli ve onu örnek edinmeye çalışmalıdırlar.

Surenin giriş bölümündeki güçlü, ardışık, köklü ve etkileyici mesajlar ölü kalpleri titretecek, taş gönülleri yumuşatarak pamuk gibi duyarlı hale getirecek nitelikte idi. Fakat şu ayette okuyucularını iman etmeye ve Allah yolunda malı fedakârlık yapmaya çağırırken surenin girişindeki ilk dokunuşlarla yetinmiyor.

"Allah'a ve Peygamber'e inanınız. Allah'ın kullanma yetkisini ellerinize verdiği malların bir bölümünü O'nun için harcayınız."

Burada müslümanlara sesleniliyor. Fakat onların Allah'a ve Peygamber'e inanmaya çağrıldıklarını görüyoruz. O halde sözkonusu olan "gerçek" imandır. Müslümanlar bu tür bir imanı kalplerinde gerçekleştirmeye çağrılıyorlar. Bu dikkatlerimizden kaçmaması gereken ince bir noktadır. Bunun yanısıra müslümanlar Allah yolunda malı fedakârlık yapmaya çağrılıyor. Fakat çağrı ile birlikte duygulandırıcı bir hatırlatma yapılıyor. Müminler Allah yolunda mal harcarken aslında kendilerinin olan bir şeyi vermiyorlar. Sadece yüce Allah'ın kullanma yetkisini ellerine verdiği kendi mallarının bir bölümünü veriyorlar. Bilindiği gibi "göklerin ve yerin egemenliği Allah'ın tekelindedir." Bir bütün olarak insanları egemenlik alanının, mülkünün bir bölümü üzerine halife olarak atayan O'dur. Ayrıca "can veren ve öldüren de O'dur." O bu yolla insan kuşaklarının birini bir öncekinin yerine geçirir.

Böylece bu espri yüklü işaretle surenin girişinde yeralan evrensel gerçekler arasında bağ kuruluyor. Sonra da bu espri yüklü işaret, müminlerin utanma duygusunu harekete geçirmek amacı ile kullanılıyor. Evet, müminler yüce Allah'tan utanmalıdırlar. Çünkü onları mülkünün bir bölümü üzerinde vekil olarak atayan, ellerindeki malları onlara veren asıl mülk sahibi O'dur. Öyleyse yüce Allah, onları kendi bağışı olan ve birer vekil sıfatıyla yönetimini üstlendikleri mallarının bir bölümünü harcamaya çağırdığında, kendilerini cimriliğin pençesinden kurtulmaya çağırdığında ne diyebileceklerdir? Veren Allah'tır ve O'nun mülkünün bitmesi sözkonusu değildir. O halde onları vermeden, hayır yolunda harcama yapmaktan alıkoyan nedir? Ellerindeki mal yüce Allah'ın bağışı değil mi?

Fakat Kur'an, bu hatırlatma ile, bu utanç duygusunu harekete geçirici uyarı ile, bu lütuf ve umut çağrışımı ile yetinmiyor. Müminlere yeni bir uyarı yöneltiyor. Bu uyarı onları yüce Allah'ın keremi karşısında utanmaya ve O'nun lütfunu ummaya sevk ediyor.

"İçinizdeki iman edenleri ve hayır yolunda mal harcayanları büyük bir ödül bekliyor."

O halde bu cömert lütuf ve bağış karşısında kim iman etmekten ve malını harcamaktan geri durabilir?

Fakat bu ilk dokunuşlarla yetinmiyor. Tersine müslümanların pratik hayatların alınmış imana özendirici faktörler ile, inanmaya götürecek gerek: :...ile onların kalplerine coşku aşılıyor.

"Peygamber sizi Allah'a inanmaya çağırdığı halde niçin O'na inanmıyorsunuz? Oysa O bu konuda sizden söz almıştı. Eğer inanacaksanız ne duruyorsunuz."

"O sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için kulu Muhammed'e apaçık ayetler indiriyor. Hiç kuşkusuz Allah size karşı son derece şefkatli ve merhametlidir."

Peygamberimiz aralarında olduğu halde onları gerçek anlamı ile iman etmekten alıkoyan nedir? Oysa onlar bu konuda Peygamberimize söz vermişler, O'na bağlı kalacaklarına dair yemin etmişlerdi. Yüce Allah, kulu Muhammed'e müminleri sapıklığın karanlıklarından çıkararak hidayetin aydınlığına erdirerek, onları kuşkudan ve şaşkınlıktan kurtararak kesin bilgiye ve güvene kavuşturacak apaçık ayetler indirdiği halde onları iman etmekten alıkoyacak ne olabilir ki? Gerek Peygamberin aralarında oluşu ve gerekse yüce Allah'ın Peygamber'e açık ayetler indirmesi, yüce Allah'ın müminlere dönük merhametinin ve şefkatinin delilleridir.

Müminler arasında bulunan Peygamberimiz onlara yüce Allah'ın sözü ile sesleniyor, göğün çağrısını yöneltiyor, özel işleri ve kişisel problemleri konusunda yüce Allah ile aralarında bağ kuruyor. Bu ayrıcalık o günün müminleri için düşünülemeyecek derecede büyük bir nimettir. Biz bu nimeti şimdi uzun yılların arkasından değerlendirirken ne kadar büyük olduğunu anlayabiliyoruz. Bu dönem-yani Peygamberimizin hayatta olduğu ve vahyin geldiği dönem- gerçekten enteresan bir dönemdir. Düşünelim ki, yüce Allah kendi sözleri ile ve okşayıcı, yüce merhameti ile, Peygamberinin dilinden o günün insanlarına seslenerek şöyle diyor: "Şunu yapın, şunu yapmayın, benim yolum budur, bu yola koyulun, şu anda tökezlediniz, işte benim ipim, hemen ona sarılarak doğrulun; yanılgıya düştünüz, günaha girdiniz; hemen tevbe ediniz, işte benim kapım, önünüzde açık bekliyor. Hemen bu kapıya koşunuz, uzaklara düşmeyiniz. Benim herşeyi kuşatacak kadar engin olan rahmetimden ümidinizi kesmeyiniz. Sen ey falanca, şöyle bir söz söyledin, o söz yanlıştır; şu işi yapmaya niyetlendin, o iş günahtır; şöyle bir hareket yaptın, o hareket hatalıdır. Hemen koş, önüme gel, tevbe ederek arın, tekrar himayeme sığın. Sen ey filanca, şöyle şöyle bir problemin var, o problemin çözümü şudur; kafana takılan şu soru var ya, onun cevabı şudur; yaptığın şu iş var ya, onun benim terazimdeki ağırlığı şu kadardır."

Bunları doğrudan doğruya yüce Allah söylüyor. Kime söylüyor? O günün insanlarına. Yani kendi yaratıklarına. Onlar O'nunla beraber yaşıyorlar. Somut bir gerçek olarak O'nu yanlarında hissediyorlar. O gecenin koyu karanlığında onların şikayetlerini dinliyor ve istedikleri cevapları veriyor. O her adımlarında onları gözetiyor, ilgisi altında tutuyor.

Evet, bu ayrıcalık gerçekten o dönemi yaşamayanların kavrayamayacakları derecede büyük bir ayrıcalıktır. Fakat okuduğumuz ayetlerin muhatapları bu dönemi somut olarak yaşamışlardır. Ayrıca onlar böyle bir eğitime, böylesine dokunuşlara, bu tür hatırlatmalara muhtaç olduklarının bilincinde olmuşlardır. Bu bilinçde o ayrıcalıktan aşağı kalmayan büyük bir ilahi lütuf ve merhamettir.

Bu mutlu çağda yaşama imkanını elde edememiş olanlar her iki ayrıcalığın da ne kadar önemli olduğunu daha iyi anlayabilirler.

Nitekim Buharî'nin verdiği bilgiye göre birgün Peygamberimiz, sahabelere "Sizce hangi müminlerin imanı hayrete şayandır, en çok takdire değerdir?" diye sorar. Sahabeler "Meleklerin imanı" derler. Peygamberimiz onlara "Onlar Allah'ın yakınında olduklarına göre niye iman etmesinler ki?" diye karşılık verir. Bunun üzerine sahabeler "O halde peygamberlerin imanı" derler. Peygamberimiz kendilerine "Onlara Allah'ın vahyi inip dururken nasıl iman etmesinler ki?" karşılığını verir. Bu defa sahabeler "O halde bizim imanımız" derler. Peygamberimiz onlara şu karşılığı verir: "Ben aranızdayken sizler nasıl olur da iman etmezsiniz? En hayrete şayan, en takdire değer iman sizden sonra gelecek olan öyle kimselerin imanıdır ki, onlar önlerinde sadece Kur'an'ın sayfalarını bulacaklar ve bu sayfaların içeriğine inanacaklardır."

Peygamberimiz ne kadar doğru söylüyor. Gerçekten sahabelerin durumu farklı ve ayrıcalıklı bir durumdur. Gerçekten imanın kamçılayıcı faktörlerinin ve gerektirici sebeplerinin ellerinin altında oluşu müthiş ve şaşırtıcı bir olaydır. İşte bu yüzden Kur'an şaşkınlık belirtici bir ifade ile onlar hakkında "Niye iman etmesinler ki?" demektedir. Arkasından eğer bu yolda niyetleri varsa imanın gerçek anlamını vicdanlarında somutlaştırmalarını istiyor.

Sonra da imanın kamçılayıcı faktörlerinden, gerektirici sebeplerinden mal harcama konusuna geçiliyor, bu defa mal harcamanın gerekçeleri ve kamçılayıcı faktörleri tekrar vurgulanıyor. Okuyoruz:

"Niçin malınızı Allah yolunda harcamıyorsunuz? Oysa gökler ile yer Allah'a miras kalacaktır."

Bu ayet "Göklerin ve yerin egemenliğinin Allah'ın tekelinde olduğu ve her işin sonunda O'na döneceği" gerçeğini çağrıştıran bir işaret niteliğindedir. Çünkü göklerin ve yerin mirası O'nun mülküdür, ilerde O'na kalacaktır. Yani kullanma yetkisini insanların eline verdiği mallar gün gelecek. tamamen O'nun eline geçecektir. Öyleyse insanlar niçin O'nun çağrısına uyarak mallarının bir bölümünü O'nun yolunda harcamazlar? Yukardaki ayette buyurduğu gibi bu malları kullanma yetkisini onlara geçici olarak veren O değil mi? Ve bu ayette açıkladığı gibi bu mallar ilerde tümü ile O'na kalacak değil mi? Okuduğumuz ayetlerde dile getirilen bu gerçekler karşısında cimri olmanın, eli sıkılık yapmanın ne gibi bir mantıklı gerekçesi kalmıştır?

Muhacirlerden ve Medine yerlilerinden oluşmuş bir avuçluk öncü müslüman gerek Mekke fethinden, gerekse Hudeybiye'de imzalanan ateşkes antlaşmasından önceki zor ve sıkışık günlerde ellerinden gelen bütün bedeni ve mali fedakârlıkları gözlerini kırpmadan yapmışlardı. Gerek Mekke fethi, gerekse Hudeybiye ateşkes antlaşması islamı yüceltmiş; daha önceki garip, her yönden kuşatılmış, bütün düşmanlarca abluka altına alınmış, az taraftarlı ve zayıf destekli günlerin sıkışıklığına son vermişlerdi.

O zor günlerde yapılan bedeni ve malı fedakârlıklar içtendi, hiçbir maddi çıkar beklentisi ile gölgelenmedikleri gibi çok sayıdaki müslüman gözüne girmek gibi bir beklentiden de kaynaklanmıyorlardı. Bu fedakârlıkları yapanlar sadece yüce Allah'ın vereceği ödülü elde edebilmeyi ve canları ile malları da dahil olmak üzere dünyanın her şeyine tercih ederek bağlandıkları inanç sistemlerini desteklemeyi amaçlamışlardı. Fakat bu seçkin öncülerin yapabildikleri fedakârlıklar, nicelik bakımından, Mekke döneminden sonraki imkanlı müslümanların yapabilecekleri fedakârlıklardan daha azdı. Fakat Mekke fethi sonrasının bazı imkanlı müslümanları fedakârlık yaparken nicelik bakımından onları örnek almaya kalkışıyor, onların bilinen veya kulaktan dolma fedakârlık rakamlarına erişince görevlerini yapmış sayılmayı bekliyorlardı. İşte bunun üzerine inen bu ayet, bu iki grubun fedakârlıklarını hak terazisinde tartıyor, terazide ağır basmayı sağlayacak olan faktörün nicelik unsuru olmadığını, asıl önemli olanın fedakârlığın arkasındaki motif ile imanın gerçeklik derecesi olduğunu açıklıyor. Okuyoruz:

"İçinizden Mekke fethinden önce mal harcayanlar ve savaşanlar, daha sonra mal harcayanlar ve savaşanlarla bir değildirler. Onların derecesi daha sonra mal harcayıp savaşanların derecesinden daha üstündür."

İslam inancı ağır baskılar altındayken, taraftarları az sayıdayken; ufukta çıkar, mevki ve servet belirtileri yokken mal harcayanların ve savaşanların fedakârlıkları, güvenli günlere kavuşulduktan, yeni dinin taraftarları çoğaldıktan; zafer, üstünlük ve başarı elle tutulur yakınlığa geldikten sonra mal harcayanların ve savaşanların fedakârlıkları ile aynı değerde değildir. Birinci grubu oluşturan öncülerin fedakârlıklarında tek etken doğrudan doğruya yüce Allah'a bağlılıktır. Bu fedakârlık her türlü kuşkudan yüzde yüz uzaktır. Sadece Allah'a duyulan köklü güvenin ve bağlılığın eseridir. Her türlü dış beklentiden ve yakın vadeli hesaptan tamamen uzaktır. İnanca bağlılıktan başka hiçbir dayanağı, hiçbir özendirici unsuru yoktur. Oysa ikinci grubu oluşturan müslümanların yaptıkları fedakârlıkların yardımcı ve özendirici faktörleri vardır. onlar da ilk gruptakiler kadar temiz niyetli ve içtenlikli olsalar bile aralarında bu açıdan büyük fark vardır.

Nitekim İmam-ı Ahmed'in Ahmed b. Abdülmelik, Zübeyr ve Humeyd Tavil kanalı ile verdiği bilgiye göre sahabilerden Hz. Enes diyor ki: "Birgün Halid b. Velid ile Abdurrahman b. Avf arasında tartışma çıktı. Tartışma sırasında Halid, Abdurrahman'a `Eski günlerdeki hizmetlerinizi öne sürerek bize karşı üstünlük taslıyorsunuz' dedi. Duyduğumuza göre bu söz Peygamberimizin kulağına varınca şöyle buyurdu:

"Sahabilerimi bana bırakın, onlara ilişmeyin. Nefsimi elinde tutan Allah adına yemin ederim ki, eğer siz Uhud dağı -ya da dağlar- kadar altın harcasanız onların yaptıkları bağışların derecesine eremezsiniz." ( Bu hadisten anlaşılıyor ki, Peygamberimizin kendilerine dil uzatılmasını sık sık yasakladığı "sahabilerinin" özel bir anlamı vardır. Bu sahabiler işte o ' `öncü" müslümanlardır. Çünkü Peygamberimiz çevresindekilere, yakınında yer alanlara "benim sahabilerime ilişmeyin" dediğine göre bu sözü ile özel bir sahabi kesimini kastettiği ortaya çıkıyor. Nitekim bir defasında Hz. Ebu Bekir'i kastederek "Benim dostuma, (sahabime) ilişmeyin" buyurmuştu.)

Öte yandan Buharî'nin verdiği bilgiye göre Peygamberimiz şöyle buyuruyor:

"Sahabilerime dil uzatmayın. Nefsimi elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, içinizden biri Uhud dağı kadar altını Allah yolunda harcasa onlardan birinin bir dirhemlik bağışının, hatta onun yarısının derecesine eremez."

Bu iki grup müslüman mücahidin yüce Allah'ın terazisindeki değerleri belirlendikten sonra her iki gruba da ödüllerin en güzelinin verileceği açıklanıyor. "Bununla birlikte Allah her iki gruba da en güzel ödülü vadetmiştir." Çünkü aralarındaki derece farkına rağmen her iki grup da iyi iş yapmıştır. Gerek bu iki grup arasındaki derece farklılığı ve gerekse her iki gruba en güzel ödülün verilmesi, yüce Allah'ın onların durumlarını değerlendiren bilgisine, davranışlarının arkasındaki niyetlerine ve amaçlarına ilişkin gözlemine ve yaptıkları işin içyüzünden haberdar oluşuna dayanır.

"Allah sizin neler yaptığınızı iyi bilir."

Bu açıklama, görünen davranışların ardındaki gizli niyetler alemine dikkatleri çeken kalpleri uyarıcı bir dokunuştur. Çünkü değerlerin dayanağı olan ve terazide ağırlık oluşturan temel faktör, davranışların gerisindeki bu niyettir.

İMANA YÖNLENDİREN TEŞVİKLER

Arkasından kalpleri iman etmeye ve Allah yolunda mal harcamaya özendiren yeni bir kampanya ile, biraz önceki teşvik unsurlarına eklenen yeni teşvik unsurları ile yüzyüze geliyoruz. Okuyalım:



11- Çıkar amacı gütmeksizin gönüllü olarak Allah'a borç verecek olan var mı? Allah ona verdiğini kat kat fazlası ile geri verir. Ayrıca ona onurlandırıcı bir ödül vardır.

12- O gün erkek-kadın bütün müminlerden çıkan nurun önleri ve sağ yanları yönünde ilerlediğini görürsün. Onlara "Müjdeler olsun ki, altlarından ırmaklar akan ve içlerinde sürekli kalacağınız cennetler sizi bekliyor. İşte büyük başarı budur" denir.

13- O gün erkek-kadın bütün münafıklar, müminlere "bize doğru bakın da yüzünüzün nurundan ışık alalım"derler. Fakat onlara "geldiğiniz yere dönün de nuru orada arayın " diye seslenilir. Bu sırada aralarına kapısı olan bir duvar çekilir. Bu duvarın gerisinde rahmet ve dış tarafında azap vardır.

14- Münafıklar, müminlere "Dünyada sizinle birlikte değil miydik?" diye seslenirler. Müminler de onlara şöyle derler; "Evet, birlikteydik. Fakat siz kendiniz eğri yola saptınız, hep komplo peşinde koştunuz, gerçeklerden kuşku duydunuz, asılsız kuruntulara kapıldınız, sonunda Allah'ın emri gelince öldünüz, o yaman ayartıcı (şeytan) sizi Allah'ın affediciliğine güvendirerek baştan çıkardı.

15- bu gün ne sizden ve ne de kâfirlerden fidye kabul edilmez. Varacağınız yer cehennem ateşidir. Size orası yaraşır. Orası ne kötü bir yerdir!

İlk ayette etkileyici ve duygulandırıcı bir seslenişle karşılaşıyoruz. Yüce Allah muhtaç ve yoksul kullarına şöyle soruyor:

"Çıkar amacı gütmeksizin, gönüllü olarak Allah'a borç verecek olan var mı?"

Bir müslümanın bütün fakirliğine ve zavallılığına rağmen yüce Allah'a borç verdiğini düşünmesi onu yerinden hoplatmaya, O'nun yolunda mal harcamaya atılmasını sağlamaya yeter. İnsanlar normal olarak aralarındaki bir zengine, varlıklıya borç vermek için yarışa girerler. -Oysa hepsi yüce Allah'a göre yoksuldur-çünkü verecekleri borcu geri alacakları garantidir. Üstelik zengin, varlıklı bir adama borç verebilmenin gururunu tadacaklar böylece. Peki bir de "hiçbir şeye ihtiyacı olmayan ve doğal olarak övülmüş olan" yüce Allah'a borç verince acaba duyacakları gururun boyutu nice olur acaba?

Yüce Allah, müminlere bu duyguyu aşılamakla yetinmiyor. Bunun yanısıra kendisine verilecek olan gönüllü, çıkar beklentisinden uzak "güzel" borcu kat kat fazlası ile geri vereceğini ve buna ek olarak bu borcu vereni cömertçe ödüllendireceğini vadediyor.

"Allah ona verdiğini kat kat fazlası ile geri verir. Ayrıca ona onurlandırıcı bir ödül vardır."

Sonra bu onurlandırıcı ödüllerin sahiplerine dağıtılacakları "gün"ün son derece görkemli bir sahnesinde müminlere bu onurlandırıcı ödülün ışık saçan bir tablosu sunuluyor.

Bu sahne gerek ana çizgileri ile gerek ayrıntıları ile kıyamet sahneleri arasında yeni ve orjinal bir sahnedir. Sahnenin önce dekoru ve figürleri hareketli çizgilerle belirleniyor, arkasından diyaloglarla bu dekorlara ve figürlere canlılık kazandırılıyor. Biz, şimdi Kur'an'ın bu ayetini okuyarak o görkemli sahneyi izliyoruz. İşte şimdi mümin erkek ve kadınlar gözlerimizin önünden geçiyorlar.

Fakat o ne? Onların önleri ve sağ yanları sıra okşayışı ve herşeyi delip geçebilen bir ışığın yayıldığını görüyoruz. Bu onlardan gelen ve önleri sıra yayılan kendi nurlarıdır. İşte şu insan karaltıları parlıyorlar, ışıklanıyorlar ve nur saçıyorlar. Bu nur yayılıyor ve onun sayesinde sahipleri önlerini ve sağ yanlarını net bir biçimde görebiliyorlar. Bu nur, yüce Allah'ın kendilerini karanlıklardan çıkaran nurudur. Bu nur onların ruhlarından kaynaklanan ve balçık kökenli bedenlerinin karaltısını bastıran nurdur. Kim bilir, belki de bu nur yüce Allah'ın evrenin ve evrendeki canlı-cansız tüm varlıkların yaratılış özünü oluşturan ışıktır da kendisini öz varlıklarından gerçekleştirmiş olan şu bahtiyarların vücudlarında öz niteliği ile ortaya çıkmıştır. (Günümüzde bilim adamlarının söylediklerine göre evrenin özü ışıktır. Işık ta atomlardan oluşmuştur. Atomda aslında radyasyondan, ışık zerreciklerinden başka birşey değildir. Bu teori doğru olma ihtimali en güçlü teori olabilir. Çünkü Kur'an'ın verdiği bilgiler ile aynı doğrultudadır.)

Sonra, işte, yüce Allah'ın bu bahtiyar müminlere yönelik onurlandırıcı müjdesini kendi kulaklarımızla işitiyoruz:

"Müjdeler olsun ki, altlarından ırmaklar akan ve içlerinde sürekli kalacağınız cennetler sizi bekliyor. İşte büyük başarı budur."

Fakat sahne, bu orjinal ve gönül okşayıcı görüntüyü sunmakla yetinmiyor. Bir köşede münafık erkek ve kadınların karaltıları gözlerimize ilişiyor. Çaresiz ve şaşkın aynı zamanda aşağılanmış ve yüzüstü bırakılmışlardır. Mümin erkek ve kadınların eteklerine yapışmış, yalvarıyorlar.

"O gün erkek-kadın bütün münafıklar, müminlere `Bize doğru bakın da yüzünüzün nurundan alalım' derler."

Çünkü mümin erkek ve kadınlar baktıkları tarafa o gönül okşayıcı ve engel tanımaz nuru yayıyorlar. Fakat dünyadaki hayatlarını tümü ile karanlıklar içinde geçirmiş olan münafıkların şimdi bu nurdan ışık almaları olacak şey mi? Nitekim nereden geldiği belli olmayan bir ses onlara şöyle haykırır:

"Fakat onlara `Geldiğiniz yere dönün de nuru orada arayın' diye seslenilir." Açıkça belli ki, bu meçhul sesin amacı onları alaya almaktır, kendilerine dünyadaki iki yüzlülüklerini, karanlıklarda kotardıkları düzenbazlıkları hatırlatmaktadır. Geriye, dünyaya dönünüz, çalışma yurduna geri gidiniz. Çünkü nurun, yoğun aranacağı, elde edilebileceği yer orasıdır, orada yapılacak olan olumlu işlerdir. Oraya dönünüz, bugün nur kazanma, ışık elde etme günü değildir.

Bu konuşmaların hemen arkasından müminler ile münafıkların arasına perde geriliyor. Gerçi bu iki kesim dünyada karışık yaşıyorlardı, aynı toplumda birarada barınıyorlardı, ama bugün öyle değil, bugün safları ayırma, kampları belirleme günüdür.

"Bu sırada aralarına kapısı olan bir duvar çekilir. Bu duvarın gerisinde rahmet ve dış tarafında azap vardır."

Anlaşılan bu duvar görmeyi engelliyor, ama sesin geçişini önlemiyor. Çünkü, işte, şu anda münafıkların müminlere "Dünyada sizinle birlikte değil miydik?" diye seslendiklerini işitiyoruz. Yani niye birbirimizden ayrılıyoruz? Dünyada sizinle birarada, aynı toplumda yaşamıyor muyduk? Üstelik burada yeniden dirildikten sonra da aynı meydanda toplanmanmış mıydık? Müminler, münafıklara "Evet" derler, durum dediğiniz gibi idi, "Fakat siz kendiniz eğri yola saptınız." Kendinizi doğru yoldan çıkardınız, "hep komplo peşinde koştunuz." Katıksız "iyi"yi seçmeye yanaşmadınız, "kuşku duydunuz" kararlı bir biçimde iyilik yoluna koyulamadınız, "asılsız kuruntulara kapıldınız", zigzag çizerek, müminler ile kafirler arasında mekik dokuyarak, değneğin her iki ucunu da avuçlarınızın içine alarak kazanacağınızı, istediğinizi elde edeceğinizi sandınız, "Sonunda Allah'ın emri gelince öldünüz", böylece herşey bitti, "O yaman ayartıcı (şeytan) sizi Allah'ın affediciliğine güvendirerek baştan çıkardı." Şeytan içinize çeşitli ihtiraslar ve olmayacak kuruntular aşıladı.

Arkasından müminler, sanki yapılan duruşmanın yetkili yargıçlarıymış gibi münafıklara gerçekleri hatırlatmayı ve kararlarını tebliğ etmeyi sürdürüyorlar. Okuyalım:

"Bu gün ne sizden ve ne de kafirlerden fidye kabul edilmez. Varacağınız yer, cehennem ateşidir. Size orası yaraşır. Orası ne kötü bir yerdir."

Belki de bu ses yüceler aleminden geliyor, doğrudan doğruya yüce Allah'tır münafıklara bu tebligatı yapan.

Eğer bu sahneyi sanatsal uyum açısından gözden geçirirsek burada "nur" motifinin seçilişinin son derece anlamlı ve özel amaçlı olduğunu görürüz. Çünkü sahnenin konusu münafık erkek ve kadınlardır. Bunlar asıl niyetlerini saklarlar, dışa karşı aslında olduklarından başka türlü görünürler, sürekli olarak iki yüzlülüğün, düzenbazlığın ve kirli işlerin karanlık dehlizlerinde yaşarlar. "Nur" ışık ise gizliyi meydana çıkarır, saklanan sırları açığa vurur. Üstelik "nur" görüntüsü, münafıkların karanlık ve köreltici sayfalarının karşısındaki parlak sayfayı oluşturur, yani sahneye "karşıtlık" motifi kazandırır. Buna göre "nur" görüntüsü, bu büyük sahneyi ışıklandıracak en yerinde motiftir. Münafıklar, kara vicdanlarına ve gizli-kapaklı komplolarına uygun düşen karanlıklar içinde debelenip dururlarken müminlerin önleri ve sağ yanları sıra aydınlık saçacak en uygun kaynak ancak bu kutsal "nur" olabilir.

İmdi, hangi kalp kıyamet günü ortaya çıkacak olan bu nura sahip olmak için can atmaz? Hangi kalp bu duyguları alevlendirici ve derin etkili mesajlar karşısında Allah yolunda mal harcama çağrısına kulak asmaz?

İşte Kur'an kalpleri böylesine ısrarlı ve sürekli vurgularla tedavi eder. Onların yapısal özelliklerini, giriş-çıkış yollarını, nelerden etkilendiklerini, hangi uyarılara olumlu reaksiyon gösterdiklerini iyi bilir ve onlara bu sağlamca bilginin beslediği uzmanca çağrıları yöneltir.

Surenin bundan sonra işleyeceğimiz ikinci bölümünde bu çağrılara devam edildiğini, aynı yöntemle ve aynı yolu izleyerek seslendirilen gönül yumuşatıcı mesajlara yenilerinin eklendiğini görüyoruz.

Bu bölüm, surenin ana konusunun devamıdır. Bu konu vicdanlarda gerçek imanı perçinleyerek Allah yolunda gönüllü fedakârlık duygusunu harekete geçirmekten ibarettir. Bu bölümde imana özendirici uyarılarla ve etkili mesajlarla karşılaşıyoruz. Bu uyarılar ve mesajlar o derin etkili giriş bölümünü izleyen ilk bölümdeki benzerlerini andırırlar.

Bu bölüm yüce Allah'ın kendilerinin beklediği fedakârlık düzeyine henüz yükselmemiş olan müminlere yönelik yüksek sesli bir azarla başlıyor. Bu azarlamanın devamında müminlere, kendilerinden önce yaşamış olan yahudiler ile hristiyanların uğradıkları kalp katılaşmaları ve davranış bozulmaları hatırlatılıyor. Onlardan aynı duruma düşmemeleri isteniyor. Yahudiler ile hristiyanların uzun zamana yayılmış bir umursamazlık sonucunda bu yozlaşmaya uğradıkları hatırlatılıyor. Bu uyarıların yanısıra müminlere umut da aşılanıyor. Yüce Allah'ın tıpkı ölmüş toprağı dirilttiği gibi, uyuşmuş kalpleri de dirilttiği müjdesi veriliyor.

Bu vurguyu, dikkatleri ahiret alemi üzerinde yoğunlaştırmayı amaçlayan ikinci bir vurgu izliyor. Bu vurgu sonrasında müminler bir kere daha yüce Allah'a gönüllü olarak ve çıkar amacı taşımaksızın "borç" vermeye çağrılıyorlar. Yüce Allah'ın, kendisine dünyada borç verenleri ahirette nasıl kat kat fazlası ile ödüllendireceği açıklanıyor. Tıpkı ilk bölümün aynı konuyu işleyen ayetinde olduğu gibi.

Üçüncü bir vurguda ise dünya değerleri tümü ile yüce Allah'ın terazisinin bir kefesine konuyor, öbür kefeye de ahiret değerleri yerleştiriliyor. Tartma işlemi sonunda görülüyor ki, dünya değerleri hafif kalırken ahiret değerleri ağır basıyor; dünya değerleri oyuncak gibi önemsiz kalırken ahiret değerlerinin önem verilmeye layık, ciddi değerler olduğu ortaya çıkıyor.

Bu tartma işleminin sonucuna dayanarak yüce Allah müminleri ahiret değerleri konusunda aralarında yarışmaya çağırıyor. Bu ahiret değerleri gökleri ile yeryüzü arası kadar genişliği olan cennette ortaya çıkacaktır ve bu cennet Allah'a ve Peygambere inananlar için hazırlanmıştır.

Bunları izleyen bir dördüncü vurgu da müminler ahiretten dünyaya, içinde yaşadıkları somut hayatın olaylarına döndürülüyorlar. Burada kalpleri hem sevinçte hem tasada yüce Allah'ın takdirine, plânına bağlanıyor. Böylece fedakârlıkta bulunmaları kolaylaşıyor, dünya nimetleri kendilerini şımartmaz oluyor, tüm duyguları. gökyüzüne bağlanıyor.

Bu vurguların arkasından, müminlere, insanları Allah'a çağırma davasının tarihinden bazı seçme örnekler sunuluyor. Bu örneklerde davaya çağırma yönteminin ve gidilen yolun doğrultusunun aynı olduğu, her dönemde bu yoldan sapanların fasıklar (yolunu şaşırmışlar) olduğu açıklanıyor. Bu arada ilk bölümde olduğu gibi yahudi ve hristiyanların yoldan çıkmış bir bölümünün durumuna değiniliyor. Arkasından müminleri Allah'tan korkmaya ve Peygambere inanmaya çağıran son bir seslenişle yüzyüze geliyoruz. Bu şartları yerine getirdikleri takdirde yüce Allah'ın katmerli merhametine erecekleri, yürürken önlerini aydınlatan bir nur elde edecekleri ve Allah tarafından günahların bağışlanacağı müjdeleniyor.

Bütün bunlardan sonra bir de şu gerçek vurgulanıyor: Yüce Allah'ın bağışı ve lütfu yahudilerin ve hristiyanların tekelinde değildir. Oysa onlar öyle olduğunu iddia ediyorlar. Tersine Allah'ın bağışı ve lütfu O'nun elindedir. Onu dilediklerine verir, çünkü "Allah büyük lütuf sahibidir."

Böylece görülüyor ki, bu sure başından sonuna kadar birbirine geçmiş halkalardan oluşuyor. Halkaların oluşturduğu zincir, aynı ve sapmasız bir doğrultu boyunca uzayıp gidiyor. Surenin akışı boyunca kalplere kimi farklı, kimi benzer mesajlar ardarda sunuluyor. Bu mesajlar kalpler üzerindeki etkilerini derinlere indirecek oranda ve gerekli olduğu kadar tekrarlanıyor. Halkalardan oluşan zincirin çizdiği yol ardarda sıralanan mesajların ısısı sayesinde sımsıcak bir hava yansıtır.



16- Allah'tan gelen öğütlerin ve O'nun indirdiği gerçeğin etkisi ile müminlerin kalplerinin yumuşayacağı, ürpereceği gün halâ gelmedi mi? Müminler daha önce kendilerine kutsal kitap verilenler gibi olmasınlar. Uzun zaman geçince onların kalpleri katılaştı ve çoğu yoldan çıkmış kimseler oldu.

17- Biliniz ki, Allah, ölmüş toprağa hayat verir. Size ayetlerimizi açıkladık ki, üzerlerinde düşünesiniz.

İlk ayette yüce Allah'ın müminlere yönelttiği bir sitemle karşılaşıyoruz. Bu sitemin gerekçesi müminlerin, Allah'ın istediği tam anlamlı arınmışlık düzeyine ulaşmada geç kalmaları, bu yoldaki çabalarını ağırdan almalarıdır. Oysa Allah bu kalplere lütfunu gürül gürül akıtmış, onlara kendilerini Rabb'lerine imana çağıran Peygamberini göndermiş, bu Peygambere karanlıklardan aydınlığa çıkarmayı amaçlayan açık ayetler indirmiş, bunların yanısıra onlara evrendeki ve yaratıklar alemindeki göz açıcı ve uyarıcı bazı ayetlerini sunmuştur.

Fakat bu sitemde sevgi vardır, özendirme vardır, yüce Allah'ın ululuğunun bilincine varmayı kamçılama vardır. Sitemin gölgesi altında müminlerden Allah'ı saygı ile anmaları isteniyor; indirmiş olduğu "hak" içerikli mesajı, bu niteliğe yaraşır bir saygı, bir ürperti, bir itaat ve teslimiyet yaklaşımı ile algılamaları bekleniyor. Ama ayetin soru üslubundan paylama ve geç kalınmış olmayı yadırgama kokusunu almamak mümkün değildir. Şimdi ayeti okuyalım:

"Allah'tan gelen öğütlerin ve O'nun indirdiği gerçeğin etkisi ile müminlerin kalplerinin yumuşayacağı, ürpereceği gün halâ gelmedi mi?"

Görülüyor ki, bu ayette, müminlere bir yandan geç kaldılar diye sitem edilerek tempolarını hızlandırmaları istenirken bir yandan da geç kalmanın, görevi ağırdan almanın akibeti konusunda uyarı yöneltiliyor. Orada anlatılmak isteniyor ki, eğer kalplerini uzun süre silmez, parlatmaya çalışmazlarsa pas bağlarlar; eğer Allah'ı anma görevini ihmal ederler, hakka saygı ile sarılma titizliklerini yitirirlerse vaktiyle yumuşak olan kalpleri zamanla katılaşarak taş kesilir.

"Müminler, daha önce kendilerine kutsal kitap verilenler gibi olmasınlar. Uzun zaman geçince onların kalpleri katılaştı ve çoğu yoldan çıkmış kimseler oldu."

Kalp katılaşmasını, mutlaka davranış bozukluğunun ve yoldan çıkmışlığın izleyeceğini iyi bilmek gerekir.

Gerçek şu ki, insan kalbi çok çabuk değişir, çabuk unutur. Daha şimdi şeffaf, parlak ve ışıkla dolup taşarken, ışınlar gibi havada süzülürken hatırlatmasız ve hatırlamasız geçen uzun bir zamanın sonunda bir de bakarsınız ki, körelmiş, kaskatı kesilmiş, ışığı sönmüş, kararmıştır. Bu kalbi mutlaka uyarmalı ki, hatırlasın ve ürpersin. Bir yolunu bulup içine girmek gerekir ki, incelsin, şeffaflaşsın. Körelmemesi için, katılaşmaması için sürekli biçimde uyanık tutulması gerekir.

Fakat kalbin ışığı söndü, dondu, karardı ve köreldi diye umutsuzluğa kapılmak doğru değildir. Çünkü içine yeniden hayatı kımıldatmak, ışığını yeniden yakmak yüce Allah'ı anarak onun ürperme yeteneğini tazelemek mümkündür. Çünkü yüce Allah ölü toprağı diriltiyor, bağrına can üflüyor da bitkiler ve çiçekler filizlendirmesini, ekinler ve meyvalar yetiştirmesini sağlıyor. Eğer dilerse uyuşmuş kalbe de yeniden hayat verir."Biliniz ki, Allah ölmüş toprağa hayat verir." Toprak nasıl yeniden canlanıyorsa şu Kur'an da kalplere hayat verir; onlara besin, su ve ısı sağlar. Devam ediyoruz:

"Size ayetlerimizi açıkladık ki, üzerlerinde düşünesiniz."

Bu duygulandırıcı vurguyu, o utandırıcı sitemi, şu hatırlatmayı ve uyarıcı Allah yolunda mal harcamaya ve fedakârlık yapmaya yönelik yeni bir özendirme izliyor. Okuyalım:



18- Sadaka veren erkekler ve kadınlar ile çıkar amacı gütmeksizin gönüllü olarak Allah'a borç verenler var ya, onlar verdiklerini kat kat fazlası ile geri alırlar, ayrıca kendilerine onurlandırıcı bir ödül verilir.

19- Allah'a ve Peygambere inananlar var ya, onlar özü-sözü doğru olanlar ile şehitlerdir. Allah katında onlara ödül ve nur verilir. ayetlerimizi yalanlayan kafirler ise cehennemliktirler.

"Sadaka veren erkekler ve kadınlar" sadakalarını alanlara üstünlük taslamazlar. Zaten onların insanlarla bir alış-verişleri yoktur. Onlar yüce Allah'a borç veriyorlar, alış-verişleri doğrudan doğruya O'nunladır. Sadaka verenin aslında zengin ve övülmüş yüce Allah'a borç verdiği, evrenin sahibi ile alış-veriş ilişkisi kurduğu, verdiğini ilerde kat kat fazlası ile geri alacağı, bunun yanısıra onurlandırıcı bir ödülle ödüllendirileceği duygusu kadar sadaka vermeyi etkili ve derinlikli biçimde özendirecek başka bir yaptırım düşünülebilir mi?

Özü-sözü doğruların (sıddıkların) derecesi, Peygamberimizin hadislerinde açıklandığı gibi, yüksek bir derecedir. Fakat bu dereceyi, göz kamaştırıcı yüksekliğine rağmen, yüce Allah'ın lütfu ile kim isterse elde edebilir. Yani o bazı fertlerin ve grupların dokunulmaz malı değildir. Kim yüce Allah'a ve Peygambere, gerçek anlamı ile, inanırsa bu yüksek makama ermeyi umabilir. Kimse Allah'ın lütfunu ambargo altına alamaz.

"Allah'a ve Peygambere inananlar var ya, onlar özü-sözü doğru olanlar ile şehitlerdir."

Bu kural islam dininin bir özelliğidir, bir ayrıcalığıdır. Bu din bütün insanlara açık bir yol, herkesin gözünü dikebileceği bir ufuktur. Bu dinin makamları hiç kimsenin tekelinde değildir. Bu dinde belirli kimselere tanınmış özel ayrıcalıklar yoktur. Kim çalışırsa, başka hiçbir yan desteğe muhtaç olmaksızın, en yüksek derecelere erebilir. Bu dinde dokunulmaz makamlı grupların ve sosyal sınıfların yeri yoktur.

İmam-ı Malik'in Safvan b. Selim, Ata b. Yesar ve Ebu Said el-Hudrî kanalı ile "Muvatta" adlı eserinde verdiği bilgiye göre Peygamberimiz birgün "Normal cennetlikler üstlerindeki cennet köşklerinin sakinlerine, tıpkı sizin doğu ya da batı ufkundan geçen bir yıldıza baktığınız gibi bakarlar. Aralarında o kadar büyük bir derece farkı vardır" buyurdu. Sahabiler "Ya Resulullah, herhalde o köşkler Peygamberlerin konutlarıdır ve onlara hiç kimse eremez" deyince Peygamberimiz kendilerine şu karşılığı verdi; "Hayır, varlığımı elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, Allah'a inanan ve Peygamberleri onaylayanlar o köşklere girebilirler. " (Buhari, Müslim)

Bu iman etmeyi özendiren vurgudur. Bunu özveriyi özendiren vurgu izliyor. Okuyalım:

"...Bir de şehitlerdir. Allah katında onlara ödül ve nur verilir."

Kur'an'da şehitliğin üstün derecesi sık sık vurgulanmıştır. Aynı konuyu işleyen hadislerin sayısı da çoktur. Çünkü bu din korumasız ayakta duramaz, uğrunda cihad edilmeksizin yeryüzünde egemen olamaz. İnanç güvenliğini, çağrı serbestliğini sağlayabilmek için, müslümanları dinlerinden döndürmeyi amaçlayan baskıları önleyebilmek için, islam şeriatının yozlaştırılmasına meydan vermemek için "cihad" kaçınılmaz bir gerekliliktir. Bundan dolayı Allah yolunda şehid düşenlerin -ki sadece bunlara "şehid" denebilir- derecesi yüksektir. Onların yüce Allah'ın yakınında olacakları belirtilmiştir. Bu yakınlık "Allah'ın katında" ifadesi ile dile getirilecek derecede sıkı bir yakınlıktır.

Buharî ile Müslim'in aktardıkları bir hadiste Peygamberimiz şöyle buyuruyor:

"Şehitlerin ruhları, cennetin içinde diledikleri gibi. Oradan-oraya uçtuktan sonra o cennet kandillerine konan, yeşil renkli kuşların kursaklarında barınacaklardır. Yüce Allah birara onlara görünerek `Ne istiyorsunuz?' diye sorunca 'İstiyoruz ki bizi tekrar dünyaya gönder de senin uğrunda savaşalım ve ilk seferinde olduğu gibi bir kez daha öldürülelim' derler. Yüce Allah bu isteğe `Onların bir daha dünyaya dönmeyecekleri yolunda kesin karar verdim' karşılığını verir."

Buhari ile Müslim'in ve başka bazı hadis kaynaklarının sahabilerden Hz. Enes'e dayanarak verdikleri bilgiye göre Peygamberimiz şöyle buyuruyor:

"Cennete giren hiç kimse, dünyadaki bütün nimetlerin kendisine verileceği vadedilse bile, dünyaya dönmek istemez. Yalnız şehit hariç. O kadar onurlandırıcı bir konukseverlik görmüştür ki, on kere daha dünyaya dönüp öldürülmek ister."

Nitekim bu özendirici müjdeleri işiterek şehit olmanın Allah katındaki derecesinin ne kadar yüksek olduğunu öğrenen kimsenin gözünde hayat, önemini yitiriyordu. İmam-ı Malik'in verdiği bilgiye göre sahabilerden Yahya b. Said şöyle diyor: "Peygamberimiz cihada özendirici bir konuşma yapmış, cennetten söz etmişti. O sırada Ensar'dan bir arkadaşımız elindeki hurmaları yiyordu. Bunun üzerine `Eğer ben bu hurmaları yiyip bitirene kadar yerimde oturacak olursam, dünya tutkunuyum demektir' diyerek elindeki hurmaları yere attı kılıcını çekerek savaşa atıldı ve öldürülünceye dek savaştı."

Elimizdeki bilgilere göre bu yiğit sahabinin adı Abir b. Hammam'dı -Allah ondan razı olsun-.

Özü-sözü doğruların derecesinin öyle ve şehitlerin derecesinin böyle olduğu açıklanırken inkarcı kafirlerin acı sonu hakkında şu bilgi veriliyor.

"Ayetlerimizi yalanlayan kafirler ise cehennemliktirler."

Onurlandırıcı biçimde ağırlanmayı ve bol nimetleri bırakarak cehennemliklerden biri olmayı kim tercih eder?

DÜNYA OYUN VE EĞLENCEDİR

Bu bölümün beşinci vurgusu iman etme ve Allah yolunda malî ve bedenî fedakârlıkta bulunma çağrılarına ilişkin bir değerlendirme niteliğindedir. Dünyayı basit ve önemsiz olarak tanımlayan bu değerlendirme dünyayı aşağılıyor, insanları ondan soğutmaya çalışıyor, ahirete ve oraya ilişkin değerlere bağlılığı özendiriyor.



20- Biliniz ki, dünya hayatı oyundan, eğlenceden, süs ve gösterişten, birbirinize karşı övünmeden, mal ve evladı çoğaltma yarışından ibarettir. Bu hayat, ekini ve bitkisi çiftçisinin yüzünü güldüren bol yağmura benzer. Fakat bir süre sonra kuruyan bu bitki örtüsünün sarardığını görürsün. Arkasından da ot kırıntılarına dönüşür. ahirette ise bir yanda ağır bir azab, öbür yanda Allah'ın bağışlaması ve hoşnutluğu vardır. Dünya hayatı, aldatıcı bir hazdan başka bir şey değildir.

Dünya, kendi kriterlerine göre değerlendirildiğinde, kendi ölçüleri ile tartıldığında önemli bir değermiş gibi görülür, algılanır. Fakat evrenin kriterleri ile değerlendirildiğinde ve ahiret ölçüleri ile tartıldığında önemsiz ve değersiz bir şey olduğu ortaya çıkar. Dünya bu ayette ahiretin ciddiyeti yanında çocuk oyuncağına benzetiliyor. İnsanlar dünyadaki çocuk oyununun arkasından ahirete varınca böylesine bir akibetle yüzyüze gelirler.

Evet oyun, eğlence, süs ve gösteriş, övünme ve sayıyı artırma yarışı. dünyada ciddi ve önemli görülen her olayın, her gelişmenin arkasında bu gerçekler vardır. Arkasından Kur'an'ın orjinal üslubuna uygun düşen somut bir örnekle yüzyüze geliyoruz.

"Bu hayat, ekini ve bitkisi çiftçisinin yüzünü güldüren bol yağmura benzer."

Ayetin orjinalinde geçen ve "kafir" sözcüğünün çoğulu olan "küffar" burada "çiftçiler" anlamında kullanılmıştır. Zaten "kafir" kelimesi sözlük anlamı ile "tohumu gizleyen, toprakla örten kişi, anlamına gelir. Fakat burada sözcüğün hem sözlük anlamında hem de tarihsel anlamından birlikte yararlanılmış, bu yolla kâfirlerin dünya hayatına yönelik tutkunluklarına dolaylı biçimde parmak basılmıştır. Devam ediyoruz:

"Fakat bir süre bu bitki örtüsünün sarardığını görürsün."

Yani harman zamanının geldiğini görürsün. Bu olayın süresi kısıtlıdır, çabuk dolar, zamanı hemen geçer. Peki, sonra?

"Arkasından da ot kırıntısına dönüşür."

olayı görüntüleyen filmin şeridi, gündelik hayatın gözlemlerinden alınmış bir canlı tablo ile, "ot kırıntısı" tablosu ile noktalanır.

Ahiretin niteliği ise bundan farklıdır. Oranın hesaba katılması, dikkatten kaçırılmaması, hazırlıklı olunması gereken bir özelliği vardır.

"Ahirette ise bir yandan ağır bir azap, öbür yanda Allah'ın bağışlaması ve hoşnutluğu vardır."

Oradaki hayat, dünya hayatı gibi değildir, göz açıp kapayana kadar sona ermez. Oranın hayatı, biçme mevsimi gelen sararmış ekin gibi de ot kırıntısına dönüşerek noktalanmaz. Orada hesaplaşma vardır, ödül vardır, ceza vardır, süreklilik vardır. Kısacası oradaki hayat önem verilmeye değer bir hayattır, Ayetin sonunu okuyoruz:

"Dünya hayatı, aldatıcı bir hazdan başka bir şey değildir."

Bu haz, özünde gerçeklik taşımaz. Onun temeli yanıltıcı bir aldanmaya dayanır. Ayrıca tutkunlarını oyalar, unutkan yapar ve yanıltıcı bir gururun bataklığına saplandırır.

Kendini gerçeği aramaya adayan insan kalbi, bu değerlendirmenin gerçek olduğunu kavramakta gecikmez. Fakat Kur'an'ın vurguladığı bu gerçeğin amacı insanı dünya hayatından koparmak, insanoğlunun omuzlarına yüklenen halifelik görevinin gereği olan yeryüzü kalkınmasını ihmal ettirmek, hafife aldırmak değildir.(Daha geniş bilgi için, "Zariyat" suresindeki "Ben insanları ve cinleri sırf bana kulluk etsinler diye yarattım" ayetinin açıklamasına başvurabilir) Bu gerçeğin amacı zihnin ölçülerini ve psikolojik değerleri düzeltmek, dünya ile sınırlı geçici hazzın çekiciliği üzerine yükselmeyi sağlamaktır. Bu yükseliş, bu surenin ilk muhatapları için, onların imanlarını hayatlarında gerçekleştirebilmeleri için gerekli olduğu gibi her inanç sahibi için de gereklidir. insan ancak bu "yükselme"nin sonunda inancını hayata geçirebilir. Çünkü inancı hayata geçirebilmek için kimi zaman hayatı tümü ile feda etmek, gözden çıkarmak gerekir.

Bu gerekçe ile müminler gerçek yarış alanında, yarışmaya değer bir amaç uğruna yarışmaya çağrılıyorlar. Uğrunda yarışmaya çağrıldıkları amaç, dünya hayatlarının bitiş noktası ile çakışan ve sonsuzluk aleminde de kendilerinden hiç ayrılmayacak olan amaçtır. Okuyalım:



21- O halde Rabbinizin bağışlaması ve Allah ile Peygambere inananlar için hazırlanmış, gökle yer arası kadar genişliği olan cennet uğruna yarışınız. Bu Allah'ın dilediklerine verdiği bir lütfudur. Allah büyük lütuf sahibidir.

Boyunlarını tutsaklık halkasından kurtararak oyun ve eğlence dünyasını çocuklara bırakan soylu kimselere yaraşan yarış oyun, eğlence, övünme ve sayısal artışlar elde etme alanlarında girişilecek yarış değildir. Onlara yaraşan yarış, şu ufuk uğruna, şu hedef uğruna, şu engin "mülk" uğruna girişilecek olan yarıştır. "...Gökle yer arası kadar genişliği olan cennet uğruna yarışınız."

Eski dönemlerde, yani evrenin ve uzayın uçsuz-bucaksız enginliğine ilişkin gerçeklerin henüz bilinmediği dönemlerde gerek bu ayeti gerekse buna yakın anlama gelen hadisleri mecaz anlamları ile yorumlamayı düşünenler olabilirdi. Nitekim normal cennetliklerin yükseklerdeki köşklerde oturanları bizim doğu ya da batı ufkundan geçen yıldızlara baktığımız gibi bakacaklarını belirten, yukarda okuduğumuz hadis de vaktiyle mecaz anlamında yorumlanmıştı.

Ama insanların ellerindeki küçük teleskopların evrenin sınırsız ve müthiş enginliğini ortaya koydukları günümüzde cennetin uçsuz-bucaksız genişliğine ve cennet köşklerine yıldızlara bakar gibi bakılacağına ilişkin açıklamalar, kesin ve gözlenebilir gerçekler haline gelmişlerdir. Artık bu açıklamaları mecaz anlamlarına yormanın hiçbir mantıkî gereği kalmamıştır. Mesela yerküresi ile güneş arasındaki uzaklık, evrenin enginliği yanında hiçbir şey değildir!.

Kim isterse cennetteki bu geniş "mülk"e erebilir. Kim isterse bu uğurda yarışa girebilir. Bunun tek şartı Allah'a ve Peygambere inanmaktır. Okuyalım:

"Bu Allah'ın dilediklerine verdiği bir lütfudur. Allah büyük lütuf sahibidir."

Yüce Allah'ın lütfu hiç kimsenin tekelinde, hiç kimsenin ambargosu altında değildir. O bütün isteklere, bütün yarışçılara açıktır, serbesttir. O halde yarışmak isteyenler, boyutları ve süresi sınırlı bir toprak parçası uğruna değil, bu uğurda yarışsınlar.

İnanan adam, mutlaka şu büyük evrenle ilişki halinde olması gerekir; vicdanını, bakışlarını, düşüncesini, idealini ve duygularını dünyanın dar ve küçük kalıpları içinde hapsetmemesi gerekir. Kendisinden beklenen görevi yerine getirmesi için ufkunun böylesine geniş olması şarttır. Bu zor görev insanların hakaretleri ve ihtirasları ile, aynı zamanda kalplerin sapıklığı ve vicdanların dönekliği ile çatışır, eğri yolun direnişi ve yere çakılıp kalan inadı ile boğuşmak zorunda kalır. Bu sıkıntılara karşı koyabilmek için insanın bu hayattan daha büyük, bu yeryüzünden daha engin, bu geçici alemden daha kalıcı bir alemle ilişki içinde olması gerekir.

Şu yeryüzünün ölçüleri ve tartıları, inançlı adamın vicdanında yer etmeye layık bir gerçeği temsil etmezler. Bu ölçüler ile bu tartıların sözkonusu gerçeği temsil etme oranları yerkürenin hacminin, evren hacmi karşısındaki oranı kadardır, yerkürenin ömrünün, artı ve eksi sonsuza göre oranı ne ise dünya kriterlerinin bu gerçek karşısındaki değeri de o kadardır. Bilindiği gibi bu iki kategori arasındaki fark ve uzaklık korkunçtur. Tüm yeryüzü ölçüleri birbirine eklense, üstüste konsa, bu farklılığı belirlemek şöyle dursun, ona yaklaşık olarak işaret bile edemezler.

Bundan dolayı büyük gerçeğin ufkunda, yeryüzünün basit realitesinin üstünde kalır. Bu pratik ne kadar kabarsa, ne kadar uzasa ve ne kadar salkım saçak salsa bile ona metelik vermez. İnançlı adam şu basit pratiğin kösteklerinden sıyrılan özgür ve büyük gerçekle ilişki halinde olur. O aynı zamanda artı ve eksi sonsuzda, ahiret aleminin engin "mülk"ünde ve değişmez iman değerlerinde temsil edilen uçsuz-bucaksız alemle sıkı ilişki içinde olur. Aldatıcı dünya hayatının oynak kriterlerinde meydana gelen değişiklikler, bu inancın değerlerinde sarsıntı meydana getirmez. Hayatın değerlerini ve ölçülerini değiştirmek isteyen, onlarla uzlaşmaya ve gereklerine boyun eğmeye yanaşmayan özgür iradeli inançlı adamın hayatında inancın fonksiyonu işte budur.

VARLIK ALEMİNİ AŞABİLENLER

Arkasından bu bölümün dördüncü vurgusu devreye giriyor. Mesajı kalbin derinliklerine işleyen bu vurgunun konusu hiçbir varlığı ve oluşumu dışarda bırakmayan ilahi plandır. Okuyoruz:



22- Gerek yeryüzünde görülen, gerekse başınıza gelen her musibet tarafımızdan yaratılmadan önce kesinlikle bir kitapta belirlenmiştir. Bu ayrıntılı planlama Allah için kolay bir iştir.

23- Amaç, kaybettiklerinize üzülmemeniz ve O'nun size verdikleri yüzünden şımarmamanızdır. Allah kendini beğenmiş şımarıkları sevmez.

24- Bunlar hem kendileri cimrice davranırlar hem de başkalarına cimri olmayı önerirler. Kim hayr yapmaktan kaçınırsa bilsin ki, Allah hiçbir şeye muhtaç değildir ve özü itibarı ile övgüye layıktır.

Şu varlık alemi son derece ince bir plâna bağlıdır. Bu alemde meydana gelen her olay mutlaka çok önceden özünde planlanmış, yapısında hesaplanmıştır. Bu alemde rastlantıya yer yoktur. Bu alemdeki hiçbir şey anlamsız ve fonksiyonsuz değildir. Varlıkların başlarına gelecek bütün olaylar, ne zaman olacakları ile birlikte daha yeryüzü yaratılmadan önce, daha şu varlıklar varlık sahnesine çıkmadan önce yüce Allah'ın eksiksiz, kapsamlı ve ayrıntılı bilgisinde belirlenmişti. Yüce Allah'ın bilgisinde geçmiş zaman, şimdiki zaman ve gelecek zaman yoktur. Bu zaman dilimleri biz ölümlülerin dünyalarında geçerlidir. Biz nesneleri ve olayları bu zaman dilimleri ile sınırlayarak algılayabiliriz. Biz zaman ve yer sınırlamaları ile belirlenmemiş olayları ve nesneleri algılayamayız. Biz de "mutlak kavrama" yeteneği anormal olarak yoktur. Ancak ruhlarımızın "mutlak' a ilişki kurduğu anlarda mutlak olanı, kayıtsız ve sınırsız olanı kavrayabiliriz. Bu kavramayı ancak nesneleri ve olayları normal olarak kavrarken kullana geldiğimiz yöntemden farklı bir yöntemle algılayabiliriz. Fakat yüce Allah, şu varlık alemini bir bütün olarak gözeten mutlak gerçektir. O'na göre hiçbir kayıt, hiçbir sınır yoktur. Bu varlık aleminin ilk anından son anına kadar meydana gelen bütün olaylar ve dönemler bir bütün olarak yüce Allah'ın bilgisinin kapsamındadır. Bu bilgi hiçbir zaman dilimine, hiçbir yer sınırlamasına bağımlı olmaz. Yüce Allah'ın bilgisine açık olan genel planda her olayın yeri vardır. Buna göre gerek yeryüzünde gerek insanın kendisinde, hatta bu ayetin indiği günkü ilk muhataplarının kişiliklerinde meydana gelen her iyi ve kötü olay yeryüzünde ve insanlarda henüz meydana gelmeden önce, henüz somut biçimi ile ortaya çıkmadan önce yüce Allah'ın katında bulunan "ezeli" bir kitapta kayıtlıdır. "İyi ve kötü olay" dedik. Çünkü ayetin orijinalindeki musibet sözcüğü, sözcük anlamı ile geneldir, hem iyi olaylar için, hem de kötü olaylar için kullanılabilir. Ayetin sonuna dikkat edelim:

"Bu ayrıntılı planlama, Allah için kolay bir iştir."

İnsan büyük evren gerçeğini düşününce anlattığımız gerçeğin başka türlü olamayacağını kolayca anlar. Bu gerçeğin insan vicdanına, insan duygularına yönelik değeri, iyisi ile kötüsü ile, başa gelen bütün olayları güvenle ve soğukkanlılıkla karşılamaktır. Yani kötü olay karşısında ateş püskürmek, feryadı basmak ve ne de sevindirici olay karşısında dengeyi kaybederek havalara uçmaktır. Okuyalım:

"Amaç kaybettiklerinize üzülmemeniz ve O'nun size verdikleri yüzünden şımarmamanızdır."

Ufuk genişliği, büyük varlık alemi ile ilişki içinde olmak, zaman boyutunun artı-eksi kutuplarını (ezel'i ve ebed'i) düşünebilmek, yüce Allah'ın bilgisinde planlanmış ve evrenin tasarısında değişmez bir yere konmuş olan olayları yerlerinde görmek; bütün bunlar gelip geçen olaylar karşısında insan vicdanına genişlik, yücelik, dayanıklılık ve direnç kazandırır; evrenin sürekli hareketine paralel biçimde hareket eden insan varlığı, bu süreç boyunca önüne çıkan olayları rahatlıkla değerlendirir.

Eğer insan kendini varlık aleminden ayrı düşünürse, olayları küçük varlığına yönelmiş, süpriz darbeler olarak algılarsa üzüntüye kapılır, kabına sığmaz olur ve o olayların oyuncağı olur. Ama eğer kendisinin ve başkalarının karşılaştığı olayları, hatta tüm yeryüzünü tüm evren organizmasının atomları olarak düşünürse, bu atomların eksiksiz ve ayrıntılı bir plandaki yerlerinde olduklarını, birbirlerine bağlı bir bütün oluşturduklarını kabul ederse, bütün bu varlıkların yüce Allah'ın bilgisinde belirlenmiş, plana bağlanmış olduğunu idrak ederse, eğer insanın kafasına bu düşünce ve bu bilinç yerleşirse bu plânın bütün gelişmelerini güvenle ve olgunlukla karşılar. Hiçbir kayıp karşısında sendelemez, sarsılmaz; hiçbir kazancın coşkusuna kapılıp kendini kaybetmez. Tersine olayların iç yüzünü bilmiş, kavramış bir insanın hoşnutluğu ve gönüllülüğü içinde yüce Allah'ın plânına ayak uydurur; onunla at başı giderken olup biten şeylerin, aslında olması gereken şeyler olduğunun bilincinde olur.

Bu belki de çok az kimsenin tutturabileceği yüksek bir derecedir. Fakat bu konuda sıradan müminlerden de şu kadarı isteniyor: Sıkıntıların verdiği acılar ile sevinçlerin yol açtıkları mutluluklar onları yüce Allah'a yönelme, iyi ve kötü günde O'nu hatırdan çıkarmama, hem üzüntüde hem de sevinçte ölçüyü kaçırmama çerçevesinin dışına çıkarmamalıdır. Nitekim sahabilerden İkrime şöyle diyor: "Herkes sevinir de, üzülür de. Bu normal bir tepkidir. Fakat sevinci şükretmeye ve üzüntüyü sabretmeye dönüştürün." Bu tutum, sıradan her müslümanın takınabileceği islama özgü bir orta yoldur. Devam ediyoruz:

"Allah kendini beğenmiş, şımarıkları sevmez. Bunlar hem kendileri cimrice davranırlar hem de başkalarına cimri olmayı önerirler."

Acaba herşeyin plana bağlı olduğu gerçeği ile şımarıklık ve kendini beğenmişlik arasında, sonra da şımarıklık ve kendini beğenmişlikle cimrilik ve cimriliği önerme arasında ne gibi bir bağ, ne gibi bir ilişki vardır? Bu bağ, bu ilişki şudur: Başına gelen herşeyin Allah'ın işi olduğunun bilincinde olan kimse üstünlük taslamaz, kazancı yüzünden şımarmaz, bunun yanısıra ne cimri olur ve ne de başkalarına eli sıkı olmayı önerir. Fakat sözkonusu gerçeği kavrayış ve anlayış bozukluğu yüzünden sahip olduğu malı, gücü, mevkii kendi öz kazancı sanan kimse üstünlük duygusuna kapılır, varlığı yüzünden şımarır. Arkasından verirken eli titrer, cimrice davranır ve tutumuna normallik kılıfı giydirebilmek için başkalarına da cimri olmayı önerir. Devam ediyoruz:

"Kim hayr yapmaktan kaçınırsa bilsin ki, Allah hiçbir şeye muhtaç değildir ve özü itibarı ile övgüye lâyıktır."

Kim hayır yolunda mal harcarsa kendisi için harcama yapmış olur. Kim maddi fedakârlık yapma çağrısına uyarsa bu çağrıya kendi yararı için uymuş olur. Yoksa yüce Allah zengindir, yoksul kulların hiçbir şeylerine ihtiyacı yoktur. Bunun yanısıra O, özü itibarı ile "övülmüş"tür, insanların övgüsünün O'na hiçbir katkısı olmaz.

TARİH SERAMONİSİ

Şimdi de surenin son bölümü karşısındayız. Bu bölümde Hz. Nuh ve Hz. İbrahim'den başlayarak peygamberlik misyonunun çizgisi ve bu inanç sisteminin tarihi kısaca sunuluyor. Bu özetlemede peygamberlik misyonunun mahiyeti ve insanların dünyasına yönelik amacı vurgulanıyor. Bu arada kendilerine daha önce kutsal kitap gönderilmiş olan ümmetlerin, özellikle Hz. İsa'nın bağlılarının durumuna değiniliyor. Okuyoruz:



25- Biz Peygamberlerimizi kesin kanıtlarla gönderdik, insanlar arasında adil bir düzen kurulsun diye onlarla birlikte kitabı ve ölçüyü indirdik. Ayrıca büyük caydırıcılığı ve sertliği yanında insanlara yönelik birçok faydaları olan demiri indirdik. Böylece kimlerin görmedikleri halde Allah'ı ve Peygamberi destekleyeceklerini ortaya çıkarmak istedik. Hiç kuşkusuz Allah güçlü ve üstün iradelidir.

26- Biz Nuh'u ve İbrahim'i peygamber olarak gönderdik. İkisinin soyuna da peygamberlik ve kitap verdik. Onların soylarından türeyenlerin bir bölümü doğru yola bağlı kaldı, fakat çoğu yoldan çıktı.

27- Onların arkasından ardarda diğer peygamberlerimizi gönderdik, bu arada Meryemoğlu İsa'yı da gönderdik. O'na İncil'i verdik, bağlılarının kalplerine şefkat ve merhamet duygusu aşıladık. Biz onlara aşırı sofuluğu farz kılmış değildik. Bunu (akılları sıra Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak için kendileri uydurdular. Buna rağmen onun gereklerini yerine getirmediler. Biz onların inananlarına ödüllerini verdik, Fakat çoğu yoldan çıkmış kimselerdir.

Peygamberlik misyonu özünde aynıdır. Bu misyonun taşıyıcıları olan peygamberler insanların karşısına açık delillerle çıkmışlardır. Çoğu olağanüstü nitelikte mucizeler göstermiş, bazılarına kutsal kitap indirilmiştir. Okuduğumuz ayetlerin ilkinde "onlarla birlikte kitap indirdik" buyurulduğuna dikkat edelim. Görülüyor ki, bu ifade peygamberlerin kendileri de, onlara indirilen kitap da bir sayılıyor. Bu, peygamberlik misyonunun özü itibarı ile aynı olduğunu vurgulayan bir ifadedir.

Yine aynı ayette peygamberlere kutsal kitabın yanısıra "ölçü"nün de indirildiği belirtiliyor. Evet, bütün peygamberler gerek yeryüzüne gerekse insanların hayatlarına değişmez ölçüler yerleştirmek için gelmişlerdir. Bunun amacı şudur: İnsanlar davranışları, olayları, nesneleri ve kişileri değerlendirirken bu değişmez ölçülere başvursunlar; hayatlarını kişisel arzuların değişkenliğinden, mizaçların çatışmasından, çıkarların çelişmesinden kurtulmuş, sağlam bir temel üzerine oturtsunlar. Peygamberlerin getirdikleri değişmez ölçüler hiç kimseye ayrıcalık tanımaz. Çünkü onlar herkes için aynı ilahi kaynaklı "hak" terazisini kullanırlar. Hiç kimsenin hakkını yemeye de kalkışmazlar. Çünkü yüce Allah herkesin Rabb'idir.

Kişisel arzuların savaşında, ihtirasların kasırgaları ortasında, kıskançlıkların ve bencilliklerin arenasında insanları sosyal kasırgalardan, zelzelelerden, bunalımlardan ve çalkantılardan koruyabilecek olan tek güvence, yüce Allah'ın peygamberlere indirdiği değişmez ölçülerdir.

Ortada mutlaka insanların her konuda başvuracakları değişmez bir ölçü sistemi olmalı ve insanlar bu ölçülerin terazisinde hakkı, adaleti ve kayırmacasız insafı bulabilmelidirler. Okuduğumuz ayette bu amaç "insanlar arasında adil bir düzen kurulsun diye" cümleciğinde ifade ediliyor. Yüce Allah'ın sisteminde ve şeriatında köklü bir yeri olan bu değişmez ölçüler olmadan insanlar adaleti bulamazlar. Bulsalar da onun terazisinin denkliğini koruyamazlar. Çünkü o terazi cahilliklerin, şahsi arzuların rüzgarları önünde her an için sarsılma tehlikesi ile karşı karşıyadır. Devam ediyoruz:

"Ayrıca büyük caydırıcılığı ve sertliği yanında insanlara yönelik birçok faydaları olan demiri indirdik. Böylece kimlerin görmedikleri halde Allah'ı ve Peygamberi destekleyeceklerini ortaya çıkarmak istedik."

Bu ayette "demiri indirdik" deyiminin bir başka benzeri "size sekiz hayvan çifti indirdik" ayetinde görülüyor. (Zümer suresi, 6) Her iki ifade de yüce Allah'ın nesneleri ve olayları yaratmaya yönelik iradesine ve planına işaret eder. Gerçekten demir, yüce Allah'ın planı ve tasarısı uyarınca yeryüzüne inmiştir. Ayrıca bu deyim, ayetin havasına da uyuyor. Çünkü ayetin genel havası "kitap" ve "ölçü" indirmeyi yansıtır. Başka bir deyimle yüce Allah'ın yarattığı herşey "kitap" gibi, "ölçü" gibi plâna bağlı olarak yaratılmıştır.

Yüce Allah'ın indirdiği bu demir madeninde "büyük bir caydırıcılık ve sertlik vardır". Bu maden sadece savaşlarda değil, barış zamanında da bir güç kaynağıdır. Çünkü "onda insanlara yönelik birçok faydalar vardır." Günümüzde uygarlık neredeyse tümü ile demir-çeliğe dayanır. Acaba demiri insanlığın yararına sunmanın amacı nedir?

"Böylece kimlerin görmedikleri halde Allah'ı ve Peygamberi destekleyeceklerini ortaya çıkarmak istedik."

Bu ifadede silahlı cihada işaret ediliyor. Bu işaret, bedeni ve malı fedakârlık konusunu işleyen bu surenin son derece uygun bir yerinde karşımıza çıkıyor. Yüce Allah'ı görmeksizin desteklerken ve O'nun Peygamberine arka çıkanlardan sözeden bu ifadeyi, Allah'ı ve Peygamberi desteklemenin ne anlama geldiğini açıklayan bir değerlendirme cümlesi izliyor. Kolayca anlaşılabileceği gibi bu destek, yüce Allah'ın sisteminin ve çağrısının safında yeralmak anlamını taşır. Yoksa yüce Allah insanların hiçbir desteğine, hiçbir yardımına muhtaç değildir. Sözünü ettiğimiz değerlendirme cümlesi şudur:

"Hiç kuşkusuz Allah, güçlü ve üstün iradelidir."

Peygamberlik misyonunun özü, kitabı ve değişmez ölçüleri bakımından bir olduğu açıklandıktan sonra şimdi de bu misyonun taşıyıcıları açısından da bir olduğu belirtiliyor. Çünkü bu misyonun taşıyıcıları olan peygamberler Hz. İbrahim ile Hz. Nuh'un soyundan geliyorlar.

"Biz Nuh'u ve İbrahim'i peygamber olarak gönderdik. İkisinin soyuna da peygamberlik ve kitap verdik."

Bu soy ağacı iri-uzun gövdeli ve sık dallı tek bir ağaçtır. Peygamberlik görevini ve kutsal kitabı bu soy elden ele iletmiştir. Bu soy ağacı, insanlık tarihinin şafağını simgeleyen Hz. Nuh ile başlayarak Hz. İbrahim'e kadar uzar. Sonra bu ağaç dal vererek uzamasını sürdürmüş ve zamanla irileşerek peygamberlerin sonuna kadar uzayan bu daldan çok sayıda peygamberler gelmiştir.

Fakat bu peygamberliklere ve bu kutsal kitaplara muhatap olan insanlık kuşakları aynı şekilde özdeş ve homojen olamamışlardır.

"Onların soylarından türeyenlerin bir bölümü doğru yola bağlı kaldı, fakat çoğu yoldan çıktı."

Bu ifade peygamber tarihinin, bu ilahi çağrı akımının kısa bir özetidir.

Bu zincirin sonlarına doğru Hz. İsa ortaya çıkıyor:

"Onların arkasından ardarda diğer peygamberlerimizi gönderdik. Bu arada Meryemoğlu İsa'yı da gönderdik."

Yani Hz. Nuh ile Hz. İbrahim'in ardından öbür peygamberleri gönderdik. Demek ki, peygamberlik süreci ardışık halkalardan oluşmuş uzun bir zincirdir. Meryemoğlu Hz. İsa bu zincirin sona yakın bir halkasıdır.

Şimdi de Hz. İsa'nın bağlılarının belirgin bir özelliğine parmak basılıyor. "O'nun bağlılarının kalplerine şefkat ve merhamet duygusu aşıladık." Bu şefkatli ve merhametli insanlar Hz. İsa'nın çağrı kampanyasının, hoşgörülü kişiliğinin, tutkulardan arınmış ruhunun ve aydın gönlünün doğal ürünü olarak ortaya çıkmışlardı. Şefkatlilik ve merhametlilik, Hz. İsa'nın mesajını onaylayan, O'na gerektiği gibi bağlanan "müminler"in son derece bariz bir özelliği olmuştu: Bu özelliğe Kur'an'ın başka ayetlerinde değinildiği gibi tarihte de canlı örneklerine rastlanmıştır. Mesela Habeşistan İmparatoru Necaşi, Necra heyeti ve islamın ortaya çıktığı günlerde bu dine girmek arzusu ile Peygamberimiz ile görüşmeye gelen diğer hristiyan heyetler, bu örneklerin başlıcalarıdır. Onların bu tutumları Hz. İsa'ya gerçekten bağlandıkları günlerin birikimi olarak kalplerine yerleşen "hak" sermayesinden kaynaklanıyordu.

Şimdi de Hz. İsa'nın bağlılarının bir başka tarihi özelliklerine dikkat çekiliyor.

"Biz onlara aşırı sofuluğu farz kılmış-değildik. Bunu (akılları sıra) Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak için kendileri uydurdular."

Bu ayetin en çok benimsenen açıklaması şöyledir: Hristiyanlık tarihi boyunca görülen aşırı sofuluk geleneği, orjinal terimi ile "ruhbanlık" kurumu ,

Hz. İsa'nın bazı bağlılarının tercihi olarak ortaya çıkmıştır. Onlar akılları sıra yüce Allah'ın hoşnutluğunu elde etmek ve hayatın yozlaştırıcı unsurlarından uzakta kalabilmek için bu geleneği benimsemişlerdi. Yüce Allah onlara işin başında böyle bir zorunluluk yüklememişti. Fakat onlar bu yaşama biçimini kendi tercihleri ile seçip kendilerine empoze ettikten sonra yüce Allah karşısında bir taahhüt altına girmiş oldular. Bu taahhüdün gereği olarak seçtikleri yaşama biçiminin ilkelerine uymaları, gereklerini yerine getirmeliydiler. Bu gereklerin başlıcaları ruhsal arınma, dünyaya önem vermeme, kanaatkârlık, eletek temizliği, Allah'ı sürekli anmak ve ibadet etmekti. Böylece ruhlarını her türlü ihtirastan arındırıp varlıklarını tümü ile Allah'a adayacaklardı, kendi tercihleri ile seçtikleri bu aşırı sofuluğun onların kafasındaki amacı buydu.

Fakat bu gelenek uygulamada amacından uzaklaştı, çoğunlukla birtakım ruhsuz törenlere ve biçimsel şenliklere dönüştü. Çoğunda içerikten yoksun resmi kılıklar ve içtenlikten uzak görüntülere büründü. Amaç edindiği yükümlülüklere bağlı kalanlar parmakla sayılacak kadar az oldu. Devam edelim:

"Buna rağmen onun gereklerini yerine getirmediler. Biz onların inananlarına ödüllerini verdik, fakat çoğu yoldan çıkmış kimselerdir."

Yüce Allah'ın insanların ne dış görünüşlerine ve biçimlerine ne de cafcaflı törenlerine ve yaldızlı üniformalarına bakar. Allah insanların ancak davranışlarına ve niyetlerine bakar. Onları duygularının ve davranışlarının özü üzerinden hesaba çeker. Çünkü O kalplerin en saklı duygularını ve gönüllerin özünü bilir.

Bu hızlı çekimli tarihi gösteriyi müminlere yönelik son sesleniş izliyor. Onlar Allah'a çağrı kampanyasının uzun tarihi boyunca peygamberlere inananlarca oluşturulan zincirin son halkası ve mirasçısı oldukları ilâhi mesajını kıyamet gününe kadar ayakta tutacak olan müminler topluluğudurlar.



28- Ey müminler, Allah'tan korkunuz ve Peygambere inanınız ki, O size vereceği rahmeti ikiye katlasın, size yolunuzu aydınlatacak bir nur bağışlasın, günahlarınızı affetsin. Çünkü Allah affedici ve merhametlidir.

29- Böylece yahudiler ile hristiyanlar bilsinler ki, Allah'ın lütfu kendi tekellerinde değildir. Lütuf O'nun elindedir, dilediğine verir onu. Allah büyük lütuf sahibidir.

Onlara yönelik seslenişin "Ey müminler" diye başlaması dikkat çekicidir. Bu sesleniş, onların kalplerine yönelik bir okşama, imanlarını bilemeyi amaçlayan bir vurgu, imanı gerektiği gibi korumaya çağıran bir hatırlatma, Rabb'leri ile aralarındaki ilişkiyi geliştirmeye teşvik eden bir uyarıdır. O Rabb'leri ki, kendilerine böylesine nazik ve cana yakın bir dille sesleniyor. O'nunla aralarındaki bağ olan "iman" adına kendilerini yüce zatından çekinmeye ve Peygamberini onaylamaya çağırıyor. Böylece onlardan istenen imanın özel anlamlı bir iman olduğu anlaşılıyor. Bu "iman" terimi ile imanın gerçek anlamı ve ondan doğacak olan sonuçlar kastediliyor. Evet, Allah'tan korkunuz ve Peygambere inanınız ki; "O size vereceği rahmeti ikiye katlasın."

Yani size vereceği rahmet payını iki katına çıkarır. Bu son derece düşündürücü ve duygulandırıcı bir ifadedir. Çünkü yüce Allah'ın rahmeti parçalanmaz bir bütündür ve insana dokunur dokunmaz hemen etkisini gösterir. Fakat bu ifade, yüce Allah'ın bağışlayacağı rahmete süreklilik ve akış coşkunluğu anlamı katmaktadır. Devam ediyoruz:

"Size yolunuzu aydınlatacak bir nur bağışlasın."

Bu nur, yüce Allah'ın korkusunun bilincinde olan ve Peygamberine gerçek anlamda inananların kalplerine doğrudan sunacağı bir bağıştır. Bu bağışın ışığı sayesinde sözkonusu kalpler aydınlanırlar; perdelerin ve engellerin gerisindeki biçimlerin ve görüntülerin ötesindeki gerçeği görebilir. O zaman yürürken tökezlemezler, yan yollara sapma tehlikesinden kurtulurlar. Evet "yolunuzu aydınlatacak bir nur". Devam ediyoruz:

"Günahlarınızı affetsin. Çünkü Allah affedici ve merhametlidir."

Çünkü insan ne olursa olsun, kendisine ne kadar nur bağışlanmış olursa olsun, insandır. Ne kadar gideceği yolu bilirse bilsin yine de yanılabilir, yanlış adım atabilir. Bu yüzden bağışlanmaya muhtaç duruma düşebilir. İşte o zaman Allah'ın rahmeti imdadına yetişiverir. "Çünkü Allah affedici ve merhametlidir."

Evet "Ey müminler, Allah'tan korkunuz ve Peygambere inanınız ki", Allah'ın size vereceği rahmetin iki katını elde edesiniz, yolda yürürken önünüzü aydınlatacak bir nura kavuşasınız ve eğer bir günah, bir hata işlerseniz, O rahmeti ile imdadınıza koşsun. Bir de şu var:

"Böylece yahudiler ile hristiyanlar bilsinler ki, Allah'ın lütfu kendi tekellerinde değildir. Lütuf O'nun elindedir, dilediğine verir onu."

Bilindiği gibi yahudiler ile hristiyanlar kendilerinin "Allah'ın seçilmiş halkı", "Allah'ın çocukları ve sevdikleri" olduklarını ileri sürüyorlar ve akılları sıra bu iddialarını perçinlemek için şöyle diyorlar:

"Yahudi ya da hristiyan olunuz ki, doğru yolu bulasınız." (Bakara suresi, 135')

"Yahudilerden ve hristiyanlardan başka hiç kimse cennete giremeyecek. " ( Bakara suresi, 111)

İşte yüce Allah, yahudilerin bu asılsız kuruntularına karşılık müminleri rahmetini, cennetini, lütfunu ve bağışlamasını hakketmeye çağırıyor. Böylece yahudiler ile hristiyanlara anlatmak istiyor ki; Allah'ın lütfuna el koyamazlar, lütuf O'nun elindedir, dilediklerine verir onu; O'nun lütfu ve herhangi bir millete özgüdür, ne herhangi bir grubun tekelindedir ve ne de az ve sınırlıdır; çünkü "Allah büyük lütuf sahibidir."

Müminleri Allah'ın rahmeti ve cenneti uğrunda yarışmaya çağıran, yüreklendirici bir teşviktir bu. Sure bu çağrı ile noktalanıyor. Bu bitiş surenin tüm içeriği ile ve akışı boyunca tekrarlanan kalplere yönelik seslenişlerle uyumlu bir sondur. Bilindiği gibi bu seslenişlerde kalplerden imanlarına gerçeklik kazandırmaları, Rab'lerinden korkmaları, imanlarının bedeni ve mali yükümlülüklerini içtenlikle yerine getirmeleri istenmişti.

İmdi, bu sure insanların kalplerine nasıl seslenileceğini, onların etkileyici bir üslupla nasıl coşturulacaklarını gösteren bir Kur'an örneğidir. Başlangıcı ile, akışı ile, bitişi ile, müzikal vurguları ile, tabloları ile, çağrışımları ile, konusunu işleme yöntemi ile, bütün bu yönleri ile, bu dinin mesajını insanlara duyurmayı üstlenen dava adamları için orjinal bir derstir. Dava adamlarına insanlara nasıl sesleneceklerini, uyuşuk insan fıtratını nasıl uyandıracaklarını ve kalpleri nasıl harekete geçireceklerini öğretiyor.

Bu sure kalplerin yaratıcısının, Kur'an'ın indiricisinin ve bütün evreni bir plân uyarınca yaratanın verdiği kutsal bir derstir. İyi yetişmiş, başarılı dava adamları bu ilahi medreseden diploma almalıdırlar.