4 Temmuz 2007 Çarşamba

SAF SÜRESİ(MEVDUDİ)

Adı: Bu surenin adı 4. ayetinden alınmıştır.

Nüzul Zamanı: Bu surenin nüzul zamanı konusunda bilgi veren herhangi bir muteber rivayete rastlamış değilim. Ancak muhtevasından, surenin -muhtemelen- Uhud Savaşı'na yakın bir dönemde nazil olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü surenin satır aralarında birtakım hadiselere değinide bulunulmaktadır ki bu hadiseler işaret ettiğimiz dönemle alâkalıdır.

Konu: Bu surede müminler, İslâm'a ihlasla bağlanmaya davet edilerek, Allah yolunda mallarını, canlarını feda etmeleri hususunda teşvik olunmaktadırlar. Ayrıca surede a) İmanı zayıf Müslümanlara, b) İnanmadıkları halde mümin oldukları iddiasında bulunan münafıklara, c) İhlaslı müminlere seslenilmektedir. Bazan ilk iki gruba birden hitap edilirken, bazan sırf münafıklara, bazan de ihlaslı müminlere hitap edilmektedir. Hangi ayetin hangi gruba hitap ettiğine gelince bu, ayetlerin uslûbundan açıkça belli olmaktadır.

1-4. Surenin başında iman edenlere seslenilerek, "Söylediklerinin aksine davrananlar Allah indinde gazabı haketmiş kimselerdir. Allah ise, kendi yolunda kurşunla kaynatılmış binalar gibi saf saf çarpışanları sever." denilmiştir.

5-7. Hz. Peygamber'in (s.a.) ümmeti, dinin ve peygamberin karşısında nasıl bir tavır takınmaları gerektiği hususunda uyarılmıştır. "Sizler İsrailoğulları'nın, peygamberleri Musa'ya davrandıkları gibi davranmamalısınız."

Yani, onlar Hz. Musa'nın peygamber olduğunu bilmelerine rağmen, onu çok incitmişler ve ayrıca açık açık ayetlerini görmelerine rağmen Hz. İsa'yı da yalanlamaktan kaçınmamışlardı. Fakat sonunda, bu ümmetin zihniyeti bozulmuş, hidayeti kabul etmeye müsait tabiatları dejenere olmuş ve hayrı algılamaktan mahrum kalmışlardır. Şimdi de onların, bir toplumun takdir edebileceği hiçbir yanları yoktur.

8-9. Bu ayetlerde; Yahudiler, Hıristiyanlar ve onlarla işbirliği halindeki münafıklar, Allah'ın nurunu söndürmek için ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar, yine de bu nurun yayılmaya devam edeceği ve müşrikler istemese bile Hz. Muhammed'in (s.a) getirdiği dinin, diğer dinlere galip geleceği bildirilmektedir.

10-13. Bu bölümde de, müminlere dünya ve ahirette başarı kazanmanın tek yolunun, Allah'a ve Rasûlü'ne ihlasla inanmak, Allah yolunda can ve mal ile cihad etmek olduğu gösterilmektedir. Ahirette bunun mükafatı, Allah'ın azabından kurtuluş, günahların bağışlanması ve cennetin ebedi nimetlerine kavuşmaktır. Dünyadaki mükafaat ise, Allah'ın rızası, yardımı ve fethidir.

14. Surenin sonunda, yine müminlere hitaben, "İsa'nın havarileri kafirler karşısında peygamberlerine yardım ederek nasıl Allah'ın yardımcıları (Ensarullah) olmuşlar ve kendilerinden önceki müminler gibi Allah'ın rızasını kazanmışlarsa, sizler de kafirler karşısında Muhammed'e yardım ederek Allah'ın rızasını kazanın" denilmiştir.

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1 Göklerde ve yerde olanların tümü Allah'ı tesbih etmiştir. O, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.1

2 Ey iman edenler, yapmayacağınız şeyi neden söylersiniz?

3 Yapmayacağınız şeyi söylemeniz, Allah katında bir gazab (konusu olması) bakımından (büyüdükçe) büyüdü (büyük bir suç teşkil etti).2

4 Hiç şüphesiz Allah, kendi yolunda, sanki birbirlerine kenetlenmiş bir bina gibi 3saf bağlayarak çarpışanları sever.

AÇIKLAMA

1. Bu, hitabenin kısa bir girişidir. (İzah için bkz. Hadid an: 1-2). Böyle bir giriş yapılmasının nedeni, hitabeye kulak veren herkesin, Allah'ın herşeyden münezzeh olduğunu, O'ndan yüce bir zat bulunmadığını, hiç kimsenin kendisine iman etmesine ve fedakarlığına ihtiyaç duymadığını öncelikle anlaması içindir. Çünkü müminlere ihlaslı olmalarını telkin ediyor, canlarıyla, mallarıyla savaşmalarını emrediyorsa bu, onların kendi hayrı içindir. Yoksa Allah, istediğini kendi gücüyle yerine getirmeye muktedir olandır. Hiçbir kul O'na yardım etmese, hatta tüm kainat O'na mani olmaya çalışsa, yine de O dilediğini yapmaya kâdirdir.

2. Bu ayet biri umumi, diğeri hususi iki anlamı birden tazammun eder. Şayet bu ayeti, bir sonraki ayetle birlikte okursak, umumî anlamı şöyle olur: Gerçek Müslümanın söylediği sözle, yaptığı işin tutarlı olması gerekir.

Ne söylüyorsa, onu bizzat yaparak göstermelidir. Şayet yapmaya niyeti veya gücü yoksa, o zaman susmalıdır. Çünkü bir kimsenin yapmadığı bir şeyi söylemesi Allah katında en kötü amellerdendir. Ve o kimse Allah'ın azabını haketmiştir. Ayrıca müminlik iddiasında bulunan bir kimseye bu şekilde davranmak yakışmaz. Hz. Peygamber (s.a) böyle bir özelliğin müminliğin değil, münafıklığın alametlerinden olduğunu şöyle izah etmiştir: "Münafıklığın alametleri üçtür: O namaz kılar, oruç tutar ve mümin olduğu iddiasında bulunur. Fakat söz söylerse yalan söyler, ahidde bulunursa ahdini yerine getirmez ve kendisine emanet edilene hıyanet eder." (Buhari, Müslim). Başka bir hadisinde Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurur: "Bir kimse de şu dört haslet bulunursa, o kimse hakiki münafıktır. Eğer bu hasletlerden bir tanesi onda bulunuyorsa, onu terkedene kadar, onun kalbinde nifaktan bir şube vardır. Bu dört haslet şunlardır: Kendisine emanet verilirse hıyanet eder, konuşursa yalan söyler, söz verirse sözünü tutmaz, münakaşa ederse ahlâk ve edebi aşar." (Buhari, Müslim)

İslâm hukukçuları, Allah'a veya bir başkasına söz veren kimsenin, sözünü yerine getirmesi gerektiğinde söz birliği içindedirler. Ancak kişi günah birşey hakkında söz vermiş ise sözünü yerine getirmez, ama vebalinden kurtulabilmek için, tıpkı Maide: 89'da beyan edildiği şekilde yemin kefareti vermek zorundadır. (Ahkamu'l-Kur'an, El-Cassas-İbnul-Arabi)

Buraya kadar anlatılanlar ayetin umumî anlamıdır. Ayetin nüzul sebebi ile ilgili özel anlamına gelince; bu ayet, daha sonraki ayetlerle birlikte mütalaa edildiğinde, burada asıl maksadın, İslâm için fedakârlık yapma konusunda iddiada bulunup, sonra da yüzçeviren kimselerin zemmedilmesi olduğu açıkça anlaşılır. Nitekim imanı zayıf olan kimseler Kur'an'ın pekçok yerinde şöyle tenkit edilmişlerdir:

"Kendilerine: "Ellerinizi savaştan çekin, namazı kılın, zekatı verin" denilenleri görmedin mi? Kendilerine savaş yazılınca hemen içlerinden bir grup, insanlardan, Allah'tan korkar gibi hatta daha fazla korkmaya başladılar. Rabbimiz niçin bize savaş yazdın? Bizi yakın bir süreye kadar ertelesen olmaz mıydı?" dediler. De ki: "Dünya geçimi azdır, korunan için ahiret daha iyidir. Size kıl kadar haksızlık edilemez." (Nisa: 77)

"İnananlar (Cihad hakkında) bir sure indirilmeli değilmiydi?" derler. Fakat hükmü açık bir sure indirilip de onda savaştan söz edilince, kalplerinde hastalık olanların, sana ölümden bayılıp düşen kimsenin bakışı gibi baktıklarını görürsün. (...) (Muhammed: 20)

Nitekim Uhud Savaşı'nda bu zaaflar açıkça ortaya çıkmıştır. Ali-İmran Suresi'nin 13. ve 17. paragraflarında (ayn durakları) bu konuya sık sık değinilmiştir.

Müfessirler bu ayetin nüzul sebeplerini bildirirken Allah Teâlâ'nın tenkid ettiği bu zaafların çeşitli biçimlerini ortaya koymuşlardır. İbn Abbas, "Cihad farz olmadan önce, bazı Müslümanlar "Keşke Allah'ın en sevdiği ameli bilseydik. Onu hemen yapardık" diyorlardı. Fakat onlar Allah'ın en sevdiği amelin cihad olduğunu öğrenince, bunu yerine getirmek kendilerine çok zor gelmiştir." demektedir. Mukatil bin Hayyan ise, "Bu kimselerin Uhud"daki imtihanla karşı karşıya kaldıklarında Rasûlulah'ı (s.a) bırakıp kaçtıklarını" söylemektedir. İbn Zeyd, "Bir çok kimse, Rasûlullah'a "Düşmanlarınla karşılaştığında biz de senin yanında olacağız" demişler ama vakit geldiğinde sözlerini yerine getirmemişler ve yalanları ortaya çıkmıştır." derken, Dahhak ve Katade, "Bazı kimseler savaşa katılmalarına rağmen savaşmazlar ama savaştan sonra da, "Biz şunu şunu yaptık" diye övünürlerdi. İşte Allah bu ayette, onları zemmetmektedir" demektedirler.

3. Bu ayetten öncelikle, müminlerin ancak canlarını feda etme tehlikesini göze aldıklarında, Allah'ın rızasını kazanabilecekleri anlaşılmaktadır. Ayrıca Allah'ın ancak şu üç vasfa sahip olan orduyu tasvip ettiği vurgulanmaktadır: a) İmanlı ve Allah yolunda savaştıklarının şuuruna ermiş askerlerden müteşekkil, b) Dağınık olmayıp, disiplin içinde ve düzenli saflar halinde savaşan, c) Düşmana kurşunla kaynatılmış duvarlar gibi (sağlam ve sarsılmaz bir şekilde) karşı koyan bir ordudur bu. Özellikle bu ordunun son vasfı dikkat çekicidir. Çünkü hiçbir ordu savaş meydanında, şu aşağıdaki özellikleri uhdesinde bulundurmaksızın kurşunla kaynatılmış duvarlar gibi duramaz.

I. İnanç ve hedef bakımından mükemmel bir görüş birliği, yani subaylar ve erler arasında mükemmel bir dayanışma olmalıdır.

II. Askerler birbirlerine samimi bir şekilde bağlı olmalıdır. Ancak bu bağlılık, gayeye ihlasla sarılmadıkça ve ortada yüce gaye olmadıkça gerçekleşemez. Aksi takdirde, savaş gibi çetin bir imtihanda, niyetlerdeki zaafların saklı kalması mümkün değildir. Dolayısıyla güven sarsıldığında, askerler itimadlerini kaybeder ve birbirlerinden şüphe etmeye başlarlar.

III. Yüksek derecede ahlâk sahibi olmalıdırlar. Şayet bir ordunun subay ve erleri ahlâken zayıf kimselerse, aralarında saygı ve sevgi yok demektir. Bu ahlâki zaafları dolayısıyla da birbirleriyle kavga ve münakaşa etmekten kurtulamazlar.

IV. Ordu mensupları arasında, gaye ve hedefe duyulan arzu ve onu elde etmek için gösterilen kararlılık, öyle bir etkileşim meydana getirir ki, hiçbir güç onları yenemez ve onlar savaş meydanında kurşunla kaynatılmış duvarlar gibi sağlam, sarsılmaz bir şekilde çarpışırlar.

İşte bu esaslar, Rasulullah'ın (s.a) liderliğinde muhteşem bir askeri güç meydana getirmiştir. Bu güce en büyük kuvvetler bile karşı koyamamış ve asırlarca tüm dünya onlarla baş edememiştir.

5 Hani Musa, kendi kavmine demişti ki: "Ey kavmim, gerçekten benim sizin için Allah'tan gönderilmiş bir elçi olduğumu4 bildiğiniz halde, niçin bana eziyet ediyorsunuz?" İşte onlar eğrilip-sapınca Allah da onların kalplerini eğriltip saptırmış oldu. Allah, fasık olan bir kavmi hidayete erdirmez.5

6 Bir zamanlar6 Meryem oğlu İsa da: "ey İsrail Oğulları, ben size gönderilmiş Allah elçisiyim. Benden önce gelen Tevrat'ı7 doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmed8 adında bir peygamberi müjdeleyici olarak geldim" demişti. Fakat onlara apaçık deliller gelince: "Bu apaçık bir kandırmacadır" dediler.9

AÇIKLAMA

4. İsrailoğluları'nın, Hz. Musa'nın (a.s) Allah'ın peygamberi olduğunu ve kendilerine onca ihsanda bulunduğunu bilmelerine rağmen, yine de onu incittikleri ve defalarca ona ihanet ettikleri Kur'an'da ayrıntılarıyla anlatılmıştır. Bu husus için bkz. Bakara: 51, 55, 60, 67, 71, Nisa: 153, Maide: 20, 26, A'raf: 138, 141, 148, 151, Taha: 86, 98. Kitabı Mukaddes'teki örneklerden birkaçı için bkz. Çıkış 5 böl: 20, 21, 14: 11-13, 16: 2-3, 17: 3-4, Sayılar: 11: 1-15, 14: 1-10, 16. bölümün tümü, 20: 1-5.

Bu hadiselere işaret edilmekle, İsrailoğulları'nın kendi peygamberlerine davrandığı gibi peygamberlerine aynı şekilde davranmamaları hususunda Müslümanlar uyarılmışlardır. Çünkü böyle yaptıkları takdirde akibetleri, İsrailoğulları'nın akibeti gibi olacaktır.

5. Yani, sapık yolda yürümekte ısrar eden bir kimseyi zorla doğru yola sokmak veyahut isyan etmekte direten bir kimseye yine zorla hidayet vermek Allah'ın sünneti değildir. Bu tesbitten, bir şahsın veya toplumun dalâlete düşmesine neden olan ilk müsebbibin Allah olmadığı açıkça anlaşılmaktadır. Aksine insanlar kendiliğinden sapık yollara girerler. Ancak dalâleti seçen bir kimseye, dalâleti seçmesi ve seçtiği yolda yürümesi için ona imkan vermek Allah'ın sünnetidir. Çünkü Allah, insana irade (seçme) hürriyeti vermiştir. Daha sonra Rabbi olan Allah'a itaat etmek veya etmemek ve kendisi için doğru ya da sapık yolu seçmek konusunda karar almak her fert veya toplumun kendisine aittir. Bu konuda Allah'ın bir cebri (zorlaması) sözkonusu değildir. Allah, kendisine itaat eden ve doğru yolda olan kimseyi ne saptırır ne de itaatsizliğe zorlar. Yine kendisine itaatsizlik yapmamaya ve doğru yolu takip etmeye karar veren kimseyi, itaate zorlamak ve doğru yolda yürümeye mecbur etmek de Allah'ın sünneti değildir. Ancak hidayeti ve dalâleti seçen bir kimsenin, Allah'ın yarattığı sebep, imkan ve vasıtaları kullunmaksızın bir adım bile ilerleyemeyeceği çok açık bir gerçektir. Nitekim bir kimsenin çabalarının verimli olması Allah'ın yardımıyla mümkündür. Şayet bir kimse iyilik için yardım istemiyor, aksine kötülük için imkân istiyorsa, ona bu istediği imkân verilir. Ona kötülük yapma imkanı verildiği müddet içinde, o kimse kötülük yapa yapa, iyice dalâlete düşer, yavaş yavaş fıtratı dahi bozulur ve sonunda o kimsenin iyiliği benimseme yetenekleri tamamen kaybolur. İşte bu yüzden ayette, "Onlar eğilince Allah da onların kalplerini eğriltti." buyurulmaktadır. Dolayısıyla sapıklığı dileyen, sapıklık için çalışan ve gece gündüz bu yolda ilerlemeye çaba sarfeden bir kimseye cebren hidayet vermek, Allah'ın sünnetine terstir. Şayet öyle olsaydı, bu dünyanın, "imtihan yurdu" olması anlamsız ve sebepsiz olurdu. Ayrıca insana irade (seçme) hürriyetinin verilmesi, hidayete ulaşan bir kimseye, doğru yolu takip ettiğinden ötürü mükafaat, hidayeti elde edemeyen bir kimseye dalâlet üzere bulunduğundan ceza öngörülmesi de bir anlama gelmezdi. Çünkü bu kimsenin dalâlete düşmesinden Allah sorumlu olur ve o kıyamet günü; "Herkese cebren hidayet vermek senin sünnetindi. Beni ise bu hidayetten mahrum bıraktığın için, benim bir suçum yok" diyebilir. "Allah fasıkları doğru yola iletmez" ifadesinin anlamı da aynı şekildedir. Yani fısk ve itaatsizliği seçen bir kimse, iradesini bu yolda kullandığı için doğru yola iletilemez.

6. Bu İsrailoğulları'nın ikinci önemli isyanıdır. Birincisinde onlar, yükselme dönemlerinin başlangıcında, ikincisinde ise çöküş dönemlerinde isyan etmişlerdir. Daha sonra, onların çöküşü kesinleşmiş ve ebediyyen Allah'ın gazabına maruz kalmışlardır. Bu iki vakıanın burada beyan edilmesinin amacı, Müslümanları İsrailoğulları'nın Allah'ın peygamberine itaatsizlik etmelerinin getirdiği sonuçtan haberdar etmektir.

7. Bu ayet, üç anlama gelmektedir ve her üçü de doğrudur. Birincisi, Hz. İsa demek istiyor ki, "Ben, yeni, garip ve ender bulunan bir din getirmedim. Bu dini daha önce Hz. Musa da getirmişti. Ben Tevrat'ı tekzip etmeye değil, bilakis tasdik etmeye geldim. Aslında tüm peygamberler, öteden beri kendilerinden önce gelen peygamberleri teyid ve tasdik etmişlerdir. Dolayısıyla benim peygamberliğimi reddetmenize bir neden yoktur."

İkincisi, "Benden önce Tevrat'ta benim gönderilmeme dair verilen müjde, işte şimdi gerçekleşiyor. Tevrat'taki kayıtların doğru olduğunu ispatlamak için Rabbim beni size göndermiştir. Bu yüzden bana karşı çıkmayın, aksine geçmişteki peygamberlerin müjdelediği peygamberlerin geldiğine sevinin."

Üçüncüsü, Bu ayet ile daha sonraki ayet birleştirilince şöyle bir anlam ortaya çıkar. "Ben Allah'ın Rasulü Ahmed'in gelişine dair Tevrat'ın verdiği müjdeyi tasdik etmek üzere dünyaya geldim. Ben de onun geleceğini bildiririm." Son yorum Hz. İsa'nın (a.s) Hz. Muhammed'in (s.a) gelişiyle Hz. Musa'nın kendi ümmetine verdiği müjdeye temas etmesiyle ilgilidir.

Kitab-ı Mukaddes'te Hz. Musa'nın şöyle dediği nakledilir: "Allah'ın Rab, senin için aranızdan kardeşlerinden benim gibi bir Peygamber çıkaracak, onu dinleyeceksin, nasıl ki Horeb'de toplantı günlerinde: "Bir daha Allah'ın Rabbin sesini işitmeyeyim ve artık bu büyük ateşi görmeyeyim ve ölmeyeyim" diye Allah'ın Rab'den istedin. Ve Rab bana dedi: Söylediklerini iyi dediler. Onlar için kardeşleri arasında senin gibi bir Peygamber çıkaracağım ve ona emredeceğim, herşeyi onlara söyleyecek. Ve vaki olacak ki, benim ismimle söyleyeceği sözlerimi dinlemeyecek olan adamdan ben hesap soracağım." (Tesniye: 18, 15, 19)

Tevrat'ın bu açık ihbarı, Hz. Muhammed'den (s.a) başka hiç kimseye uymaz. Bu ihbarda Hz. Musa (a.s) Allah'ın şu müjdesini veriyor: "Onlar için kardeşleri arasından senin gibi bir Nebi çıkaracağım." Bir milletin kardeşlerinden, bizzat o milletlerin bir kabile veya ailesinin kastedilmediği ortadadır. Bu deyimin, sözü edilen millet ile ırk yönünden yakın ilişkisi bulunan bir millet için kullanıldığını söylemek daha doğru olur.

Şayet gelecek Nebi'nin Beni İsrail'den doğacağı kastedilmiş olsaydı, o zaman yalnızca, "Aranızdan bir Nebi vereceğim" demek kafi gelecekti. Bu nedenle İsrailoğulları'nın kardeşlerinden burada, İsmailoğulları'nın kastedilmiş olması daha akla yatkındır. İsmailoğulları, Hz. İbrahim'in torunları olduğundan, İsrailoğulları'nın yeğenleridir de aynı zamanda. Üstelik, Hz. Musa'dan (a.s) sonra İsrailoğulları'ndan sadece bir tek ve büyük bir nebi gelseydi, o zaman bu haber doğru kabul edilebilirdi. Ama Kitab-ı Mukaddes'te de belirtildiği gibi, İsrailoğulları'ndan Hz. Musa'dan sonra pekçok nebi çıkmıştır.

Burada verilen müjdede, bir noktaya dikkat edilmelidir. Gelecek nebinin tıpkı Hz. Musa (a.s) gibi olacağı ifade ediliyor. Elbette ki bu benzerlik dış görünüş, yani yüz şekli, kişilik ve kılık kıyafet bakımından bir benzerlik değildi. Çünkü dünyada hiçbir insan başka bir insana tıpa tıp benzemez. Bu benzerlik her iki nebinin nübüvvet payesi ve özelliği ile ilgili sayılmaz. Çünkü, bu benzerlik Hz. Musa'nın ardından gelen tüm peygamberlerde bulunuyordu. Bu iki ihtimal ortadan kalktıktan sonra, Hz. Musa ile Hz. Muhammed'in (s.a) ortak yanlarını araştıracak olursak, bunun kalıcı ve müstakil bir şeriat getirmekten başka bir şey olmadığını görürüz. Bu özellik ve benzerlik gerçekten Hz. Musa ve Hz. Peygamber (s.a) arasında vardı. Hz. Musa'yı müteakip İsrailoğulları arasında çıkan peygamberler, hep Musevi şeriatın savunucusuydular. Değişik ve müstakil bir şeriat getiren sadece Hz. Muhammed'tir.

Bu açıklama ve yorum, Tevrat'taki şu ifadelerle daha da kuvvetleniyor: "Toplantı günü, Horeb'de Rabbine yaptığın müracaata uygun olarak size bir Nebi gönderilecektir. Sen o gün demiştin ki Rabbimin sesini bir daha duymayayım ve belki de benim ölmeme sebep olabilecek büyük bir ateşi görmeyeyim. Ben senin gibi bir Nebi gönderecek ve onun ağzına kelamımı koyacağım?" Burada bahsedilen Horeb, Hz. Musa'nın ilk kez şeriat hükümlerini aldığı dağdır. Hz. Musa'nın Allah'ın nuruyla ilk kez karşılaşması ve O'nun sesini duyması kendisini müthiş derecede sarsmış ve bir an öleceğinden korkmuştu. Burada bahsedilen, İsrailoğulları'nın müracaatı ve yalvarışı da, şeriatın Horeb dağında olduğu gibi korkunç şartlar altında verilmemesiyle ilgilidir. Bu vakıa Kur'an'da da kayıtlıdır. Ayrıca Kitab-ı Mukaddes'te de benzeri rivayetler vardır. (Bkz. Bakara: 55-56-63, A'raf: 155-171 ve Kitab-ı Mukaddes, Çıkış, 19: 17-18) Buna cevap olarak Hz. Musa (a.s) İsrailoğulları'na Allah'ın onların ricalarını kabul ettiğini bildiriyor. Allah diyor ki, "Onlara göndereceğim peygamberin ağzına kendi kelamımı koyacağım."

Demek ki, bundan böyle şeriat verilirken Horeb dağında meydana gelen korkunç olay tekrarlanmayacak. Yani bundan sonra gönderilecek peygamber, yanında Allah'ın Kitabı ile gelecek ve onu insanlara anlatacaktır. Bu açıklamadan sonra Tevrat'taki haberin Hz. Muhammed'den (s.a) başkasına ait olduğu söylenebilir mi? Hz. Musa'dan sonra dünyaya kalıcı bir şeriat, yani din ve ahlak nizamı getiren Hz. Muhammed'dir. Bu şeriatın verilmesi sonrasında, Horeb dağında İsrailoğulları'nın toplandığı sırada meydana gelen korkunç olaya benzer bir olay da vuku bulmamıştır.

8. Bu, Kur'an-ı Kerim'in en önemli âyetlerindendir. İslâm düşmanları bunun üzerinde bir hayli durmuş, bunu alabildiğine eleştirmeye çalışmış ve bu hususta küstahlıkların en kötüsünü yapmışlardır. Çünkü bu ayette Rasulüllah'ın (s.a), ismi açıkça verilmek suretiyle ve Hz. İsa'nın ağzıyla dünyaya geleceğine dair müjde verilmiştir. Bu sebeple, bu konunun etraflıca ele alınması gerekiyor.

a) Görüldüğü gibi, sözkonusu ayette Hz. Peygamber'in (s.a) adı "Ahmed" olarak belirtilmiştir. Ahmed'in iki anlamı vardır. Birincisi, Allah'ın en çok medhini yapan kişi. İkincisi, en çok medhedilen kişi veya kullar arasında en çok övülen kişi. Sahih hadislerden, Hz. Peygamber'in (s.a.) çeşitli isimlerinden birinin "Ahmed" olduğu anlaşılıyor. Sahih-i Müslim ile Ebu Davud, Tayâlisi'de, Hz. Ebu Musa Eşari'nin bir rivayeti şöyle nakledilmiştir: "Ben Muhammed'im ben Ahmed'im ve ben Haşir'im..." Benzeri rivayetler Hz. Cübeyir bin Mut'am tarafından İmam Malik, Buharî, Müslim, Darimî, Tirmizî ve Neseî de de nakledilmiştir. Hz. Peygamber'in (s.a.) bu mübarek ismi sahabiler arasında iyi biliniyordu. Nitekim, Hassan bin Sabit'in bir şiiri şöyledir:

Allah ve Arş'ın etrafında toplanan melekler,

Ve bütün temiz varlıklar Bereketli Ahmed'i methettiler.

Tarih kitaplarında da Hz. Peygamber'in (s.a.) isminin hem Muhammed hem Ahmed olduğu sabittir. Burada dikkate değer nokta, Peygamber Efendimiz'den önceki bütün Arap edebiyatında "Ahmed" isminin hiç kullanılmayışıdır. Hz. Peygamber'den (s.a.) sonra Ahmed ve "Gulam Ahmed" (Ahmed uşağı) isimleri öylesine yaygınlaşmıştır ki bunun haddi hesabı yoktur. Zaten, bu ismin doğru ve gerçek oluşunun en büyük delili, Peygamberimizin devrinden başlayarak günümüze kadar ümmetimizde bunun kadar popüler, tutulmuş, beğenilmiş ismin az oluşudur. Peygamberimizin mübarek ismi Ahmed olmasaydı, Müslümanların büyük bir çoğunluğu, çocuklarının ismini ne diye Gulam Ahmed koyacaklardı? Ahmed olmadan, Gulam Ahmed olmak mümkün müdür?

b) Yuhanna İncili'nde, Hz. Mesih'in gelişi sırasında Beni İsrail'in üç şahsiyeti bekledikleri ifade edilmiştir. Bunlar sırasıyla Mesih, İliyah (Hz. İlyas'ın ikinci gelişi) ve "o Nebi" idiler. İncil'in ayetleri şöyledir:

"Ve Yohanna, (St. Jhon, Johannes, Hz. Yahya) tanıktır ki, Yahudiler Kudüs'ten kendisine, "Sen kimsin" diye sormak üzere keşiş ve rahipler gönderince o ne müsbet cevap verdi, ne menfi. Aksine kendisinin Mesih olmadığını söyledi. Onlar sordu; Öyleyse sen kimsin? Sen İliyah mısın? O dedi ki, "Ben değilim." (Sonra dediler ki) "Sen o nebi misin?" O dedi ki "hayır". Bunun üzerine onlar onun kim olduğunu sordular. O dedi ki, "Ben sahrada çağıran birinin sesiyim, ki siz Tanrı'nın yolunu düzeltebilesiniz. Onlar ona sordular, "Madem ki sen ne Mesih, ne İliyah ve ne de o peygambersin, o zaman sen ne diye insanları takdis edersin?" (1:19-25)

Buradaki sözler gösteriyor ki, İsrailoğulları Hz. Mesih'le Hz. İlyas'ın dışında başka bir peygamberi de bekliyorlardı ve bu peygamber Hz. Yahya (a.s) değildi. Bu üçüncü nebi veya peygamberin geleceğine öylesine muhakkak gözüyle bakılıyordu ki, İsrailoğulları arasında sadece "o nebi" kelimelerini söylemek, kendisine yapılan bir işaret sayılıyordu. Yani, "Hakkında Tevrat'ta müjde verilen nebi" olarak tarif etmeye de gerek yoktu. Ayrıca, sözü edilen peygamberin dünyaya geleceğine herkes inanmış gibiydi. Çünkü bu nebinin gelişi hakkındaki inanç yanlış olsaydı, Hz. Yahya'ya yukarıdaki sorular sorulurken kendisi pekalâ diyebilirdi ki, "Ey İsrailoğulları, siz hangi peygamberden bahsediyorsunuz? Öyle bir peygamber gelmeyecektir."

c) Şimdi gelin, Yohanna İncili'nde (St. Jhon İncili) Bölüm 14'ten 16'ya kadar sürekli olarak yer alan gelecek peygamber hakkında müjde ve haberlere bir göz atalım:

"Ve ben Babam'a yalvarırsam o size ikinci yardımcıyı gönderecektir. Bu yardımcı ebediyen sizlerle kalacaktır. Yani, dünyanın elde edemeyeceği Hak Ruhu. Bunu dünya ne görür, ne bilir (Ama) siz onu bilirsiniz, çünkü o sizlerle yaşar, sizin içinizde bulunur." (14:16-17) "Ben bu sözleri sizlerle beraberken size söyledim. Ama, pederim, Ruhu'l Kudüs adına size göndereceği yardımcı size herşeyi öğretecek ve size bütün söylediklerimi hatırlatacaktır." (14:25-26) Bundan sonra ben sizinle pek konuşmayacağım. Zira, dünyanın önderi geliyor ve bende onun hiçbir şeyi yoktur. (14: 30)

"Ama, size Pederim tarafından size göndereceğim Yardımcı yani "Hakikat'ın Ruhu" size gelince benim için şahitlik yapacaktır." (15:26)

"Ama ben size doğruyu söylüyorum, benim gitmem sizin için faydalıdır. Zira ben gitmesem o Yardımcı size gelemeyecek. Ama gidersem onu size göndereceğim" (16:17)

"Ben size bazı diğer şeyler de söylemek istiyorum, ama siz bunlara tahammül edemezsiniz. Ama o, kendi tarafından hiçbir şey söylemeyecektir, aksine duyduklarını anlatacaktır ve size geleceğin haberini verecektir. O size Celâlimi (öfkemi) gösterecektir. Çünkü o size benden aldığı haberleri verecektir. Peder'in olduğu herşey benimdir. Onun için dedim ki, benden alacak ve size verecektir." (16: 12-15).

d) Yukarıda geçen ibarelerin anlamını tayin etmeden önce şunu bilmekte fayda vardır ki, Hz. İsa ve o dönemin Filistin'lilerinin konuştuğu halk dili, "Arami" dilinin bir lehçesi olan Süryanice idi. Hz. İsa'nın doğuşundan 200-250 sene evvel, Seluk (Seleucide) döneminde bu bölgede İbranice'nin kullanılmasına son verilmiş ve yerini Süryanice almıştı. Gerçi Seluki ve daha sonra Roma İmparatorluğunun etkisiyle bölgeye Helence de girmişti. Fakat bu dilin kullanım alanı; hükümetin gözüne girmek ve yüksek mevkilere yükselmek isteyen ve Yunan etkisi altında kalan insanlar arasında varolan sınırlı alandı. Filistin halkı genellikle Süryanice'nin değişik bir lehçesini kullanırdı. Bu lehçe, Şam'da konuşulan Süryanice'den farklıydı. Filistin halkı Helence'ye o kadar yabancıydı ki, Miladi 70'de Romalı General Titus Kudüs'lülere hitap etmek isterken konuşmasını Süryanice'ye tercüme ettirme mecburiyetini hissetmişti. Bu sebeple, Hz. İsa'nın arkadaş ve öğrencilerine söylediklerinin mutlaka Süryanice olduğu gerçeği ortaya çıkıyor.

Burada şu noktaya da dikkat edilmelidir ki, İncil'in dördü de, Hz. İsa'dan sonra Hıristiyanlığı kabul etmiş olan Helence konuşanlar tarafından kaleme alınmıştı. Bu yazar ve kâtiplere Hz. İsa'nın söz ve hareketleriyle ilgili ifadeler, herhangi bir yazılı metinden değil Süryanice konuşan kişilerin şifahi rivayetleri şeklinde geçmişti. Bu ifade ve rivayetler daha sonra Süryanice'den Helence'ye çevrilmişti. İncillerin hiçbiri Miladi 70'ten önce kaleme alınmamıştı. Yohanna İncili ise, Hz. İsa'dan yaklaşık 100 yıl sonra muhtemelen Türkiye'nin Ege bölgesinin Ephesus (Efes) kentinde bitirilmişti. Buna ilaveten, bu İncillerin hiçbir Helence nüshası muhafaza edilememiştir. Halbuki, İncillerin ilki Helence yazılmıştı. Matbaanın bulunuşundan önce kaleme alınan ve şurdan burdan müsveddeler halinde toplanan Helence İncillerin ilk nüshaları 4. asırdan öteye gitmiyor. Bu bakımdan, Hz. İsa'dan sonra aradan geçen 300 senede bu kitaplarda ne gibi değişiklikler yapıldığını tam kestirmek hemen hemen imkansızdır.

İncil'de değişiklikler yapılmasına ilişkin şüphemizi kuvvetlendiren unsur, Hıristiyanların Mukaddes Kitap'ta her türlü tahrifi caiz saymalarıdır. "Enyclopadea of Britanica"nın Bible maddesinde şu satırlara rastlanıyor:

"İncillerde bu tür belirgin değişiklikler kasten yapılmıştır. Meselâ bazen bütün bir ibare başka kitap ve kaynaklardan İncillere eklenmiştir. Bu tür tahrifat, İncil'in metnine, uygun gören yazarların, buldukları her yerden topladıkları yazı ve iktibaslardan ileri geliyor. Bu yazar ve derlemeciler İncil'i daha derli toplu ve faydalı yapmak maksadıyla kendilerinden de bazı malzeme eklemek konusunda kendilerini yetkili sayıyorlardı... Birçok ilave ve çıkarmalar da ikinci asırda yapılmıştı ve bunların kaynağı bilinmiyordu..."

Böyle bir durumda, İncil'de geçen Hz. İsa'nın sözlerinin aynen nakledildiği veya bunlarda bir değişiklik yapılmadığını söylemek gerçekten çok zordur.

Üçüncü ve en önemli husus da, Filistin'in Müslümanlar tarafından fethedilmesinden sonra yaklaşık 300 yıl kadar Hıristiyan tebaanın dilinin Süryanice olmasıdır. Tarihi kayıtlara göre Filistinli Hıristiyanlar, ancak dokuzuncu yüzyılda Süryanice yerine Arapça konuşmaya başladılar. Bu Süryanice konuşan Hıristiyanlardan ilk üç yüz yılda Müslüman alimlere geçen Hıristiyan rivayetlerinin daha sağlam ve geçerli olduğu söylenebilir. Zira, diğer Hıristiyan kavim ve alimlere, Hıristiyanlığın temel inanç, felsefe ve gelenekleri Süryanice'den Helence'ye daha sonra da Latince'ye tercüme edilmek suretiyle ulaşmıştı. Halbuki, Hz. İsa'nın ağzından çıkan sözler Filistin'de uzun süre konuşulan Süryanice olduğu için bunların ilk etapta iyi korunduğu daha yakın bir ihtimaldir.

e) Bu inkâr edilmez tarihi hakikatlerin ışığında Yohanna İncili'nin yukarıda geçen ibaresini değerlendirecek olursak, Hz. İsa'nın kendisinden sonra gelecek bir Peygamber hakkında milletine bir müjde vermekte olduğuna tanık oluruz. İsa (a.s) bu şahsiyeti "Dünyanın Lideri" "Ebediyyen Yaşayacak", "Doğruluğun bütün yollarını gösterecek" ve bizzat kendisi (Hz. İsa'yı) "Teyit edecek" bir kişi olarak tarif etmektedir. Dikkat edeceğiniz gibi, asıl ibarelere Ruhul-Kudüs (Kutsal Ruh) ve "Hakikat'ın Ruhu" gibi kelimeler ilave edilmek suretiyle ifade muğlak ve hatta anlamsız kılınmak istenmiştir. Buna rağmen, bütün ibareleri dikkatle tahlil ettiğimizde müjdelenen şahsiyetin bir ruh değil, bir insan ve belirli bir kişi olduğunu anlarız. Bu öyle bir kişidir ki öğretileri evrensel olup herkesi kapsayacak ve kıyamete kadar yaşayacak nitelikte olacaktır. Bu özel şahsın bir hususiyeti de "yardımcılık"tır. Tercümede biz "Yardımcı" kelimesini kullandık.

Hıristiyanlar Yohanna İncili'nin Helence asıl nüshasında geçen kelimenin "paracletus" olduğunda israr etmektedirler. Ama bunun manasını tespit ederken kendileri de ihtilafa düşmüşlerdir. Bu kelimenin kökü olan Yunanca "Paraclate"nin anlamı şunlardır: Bir yere çağırmak, yardıma çağırmak, ikâz ve tenbih, teşvik etmek, yalvarmak, dua etmek vs. Helence'de bu keimenin karşılığı şunlardır: Teselli etmek teskin etmek ve cesaret vermek. İncil'de hangi yerlerde bu sözcük kullanılmışsa orada buna yukarıdaki anlamlardan hiçbiri uygun düşmez. Origen, bu kelimeye bazı yerde 'teskin eden' ve bazı yerde 'takbih eden' olarak tercüme etmiştir. Ama diğer yorumcular bu tercümeleri reddetmişlerdir. Çünkü bunlar ilkin, Yunanca grameri bakımından doğru anlamlar değildir. İkincisi, sözkonusu kelimenin geçtiği ibarelerden hiçbirinde bu anlamlar uygun düşmüyor. Bazı diğer mütercimler "Öğretmen" ve "Hoca" olarak çevirmişlerdir. Ama Yunanca'nın genel kural ve kaideleri bu anlamın çıkarılmasına da müsait değildir. Tutalian ve Augustein ise "Avukat" ve "Vekil" kelimesini tercih etmişlerdir. Başkaları "yardımcı", "teskin eden ve teselli eden" sözcüklerini kullanmışlardır. (Bkz. Encyclopadea of Biblical Literature, "Paracletus" maddesi.)

f) İşin ilginç yanı, Yunanca'da sözünü ettiğimiz kelimeye benzer başka bir kelime, "Periclytos"un bulunmasıdır. Bu kelimenin manası, "medh edilmiş"tir. Görüldüğü gibi bu kelime, Arapça Muhammed'in hemen hemen aynısıdır. Hem teleffuz bakımından da ikisi arasında epeyce benzerlik vardır. Şimdi ister misiniz, kendi kutsal kitaplarında keyiflerine göre değişiklik yapmayı meslek ve adet edinmiş olan Hıristiyan din adamları, Yohanna'nın naklettiği haberde yer alan bu kelimeyi akide ve inançlarına ters düştüğünü görünce bunu az bir değişiklikle "Paracletus" yapmış olsunlar! Bu değişikliğin gerçekten yapılıp yapılmadığı, Yohanna İncili'nin asıl Yunanca nüshasının bulunmasıyla mümkün olabilirdi. Maalesef, bu nüsha bulunmadığı için eski ve yeni metinde kullanılan kelimenin ne olduğunu tespit etmek imkansız kılınmıştır.

g) Ancak vereceğimiz karar sadece bu hususa bağlı değildir ve çok şükür ki değil. Zira, Yohanna'nın Yunanca İncili'nde müstakbel peygamber için hangi kelimenin kullanılmış olması meseleyi tamamıyla halletmiyor. Bir kere, bu İncil de Süryanice'den Yunanca'ya çevrilmiştir. Demek oluyor ki bu hususta asıl önemli olan Hz. İsa'nın kullandığı Süryanice kelimelerdir. Çok şükür, bu kelime, İbn Hişam'ın Siyeri Nebevi'sinde vardır. Siret-i İbn Hişam da sadece aradığımız kelime bulunmakla kalmıyor, ayrıca bundan asıl Yunanca kelimelerin ne olduğu da açıkça anlaşılıyor. İbn Hişam, Muhammed bin İshak'a atfen Yohannes (Yohanna) İncili'nin 15. Bölümü ayet 23 ilâ 27 ve Bölüm 16 ayet 1'in tümünü tercüme etmiştir.

Adı geçen tercümede Yunanca "Paracletus" kelimesi yerine "Munhamanna" kelimesi kullanılmıştır. Daha sonra, İbn İshak ya da İbn Hişam bu kelimeyi şöyle tarif etmiştir: "Munhamanna" kelimesi Süryanice'de Muhammed (Methedilmiş) ve Yunanca da "Pericletus" anlamına gelmektedir. (İbn Hişam, cilt 1, s: 248)

Olaya tarih açısından bakacak olursak, Filistinli Hırisityanların ana dilinin dokuzuncu asra kadar Süryanice olduğunu görürüz. Bu bölge, yedinci yüzyılın ilk yarısında Müslüman topraklarına katılmıştı. İbn İshak 768'de ve İbn Hişam 828 yılında vefat etmişti. Demek ki, her iki yazar ve alimin zamanında Filistinli Hıristiyanlar Süryanice konuşuyor ve yazıyorlardı. Her ikisi için kendi memleketlerinin Hıristiyan tebaasıyla temas kurmaları hiç te zor değildi. Ayrıca, o devirde Yunanca konuşan yüzbinlerce Hıristiyan, Müslüman topraklarında yaşıyorlardı. Bu nedenle, kendileri, Süryanice'nin hangi sözcüğünün Yunanca'nın hangi sözcüğüne eş anlamda olduğunu gayet iyi bilebiliyorlardı. Şimdi İbn İshak'ın naklettiği tercümede Süryanice kelime, "Munhamanna" geçmişse ve İbn İshak veya İbn Hişam bunun Arapça "Muhammed" kelimesi ya da Yunanca "Pericletus" sözcüğüne eş anlamda kullanıldığını açıklamışsa, Hz. İsa'nın Hz. Peygamber'in (s.a.) mübarek ismini vererek kendisinden sonra dünyaya geleceğini müjdelemiş olmasında hiçbir şüphe kalmıyor. Bu açıklama ile birlikte, Yohanna İncili'nde geçen kelimenin aslında "periclytos" olduğu, ancak Hıristiyan din adamları tarafından sonradan "paracletus" olarak değiştirildiği de hiçbir şüpheye yer vermeyecek şekilde anlaşılıyor.

h) Bundan daha eski tarihi delil, Habeşistan Kralı Necaşi'ye bir avuç Müslümanın gidip kendisine İslamiyet hakkında bilgi vermeleriyle ilgilidir. Hz. Abdullah bin Mesud'un (r.a) rivayetine göre, Habeşistan'a hicret etmiş olan Müslümanlar Kral Necaşi'nin huzuruna çağrılınca heyet başkanı Hz. Cafer bin Ebu Talib (r.a) İslâm peygamberi ve getirdiği din hakkında bir konuşma yaptı. Bu konuşmayı duyan Necaşi dedi ki, "Merhaba size ve tarafından geldiğiniz şahsiyete. Ben O'nun Allah'ın Rasulü olduğuna şehadet ediyorum. İncil'de zikri geçen elbette O'dur ve geleceğine dair müjdeyi Meryem oğlu İsa bize vermişti." (Müsned-i Ahmed). Bu kıssa, hadislerde bizzat Hz. Ca'fer ile Ümmü Seleme (r.a) tarafından da nakledilmiştir. Bu demek oluyor ki, yedinci yüzyılda Habeşistan Kralı Necaşi, Hz. İsa'nın bir nebinin geleceğini müjdelediğini biliyordu.

Bu hikaye ile ayrıca, İncil'de Hz. Muhammed (s.a) Mustafa'nın (s.a) gelişine dair bazı açık işaretler bulunduğu ve bu işaretlere dayanarak Necaşi'nin, gelen peygamberin Hz. Muhammed (s.a) olduğu neticesine varmakta hiç gecikmediği de anlaşılıyor. Fakat, burada geçen rivayet ve hikayeden, Hz. İsa'nın müjdesiyle ilgili Kral Necaşi'nin bilgi kaynağının Yohanna İncili mi yoksa başka İncil ve kitaplar mı olduğu anlaşılmıyor.

ı) Gerçek şudur ki, sadece Hz. Muhammed (s.a) ile ilgili Hz. İsa'nın müjdeleri ve haberleri değil, aynı zamanda bizzat Hz. İsa'nın hayatı ve eserleri hakkında bilgi edinmenin muteber ve güvenilir kaynakları, Katolik Kilisesi'nin meşru ve geçerli saydığı sadece dört İncil değildir. Bu hususta belki de nisbeten daha muteber kaynak, Kilisenin "Muhtevası şüpheli" olduğu gerekçesiyle nazarı dikkate almadığı Barnabas İncili'dir. Çok ilginçtir, Hıristiyanlar bu kutsal kitabı saklamaya azami gayret göstermişlerdir. Bu kitap asırlarca herkesin gözönünden uzak kaldı. Onaltıncı asırda Latince tercümesinin nadir bir nüshası Papa Sixtus'un kütüphanesinde bulunuyordu ve kimsenin buna el sürmesine izin verilmiyordu. Ancak onsekizinci yüzyılın başında bu nüsha John Toland adında bir kişinin eline geçti. Bundan sonra çeşitli ellerden geçerek 1738 yılında Viyana İmparatorluk Kütüphanesi'ne ulaştı. 1907'de bu İncil'in İngilizce çevirisi Oxford-Clarenden Matbaası tarafından neşredildi. Ne var ki, bu eser piyasa çıkar çıkmaz, Hıristiyan dünyasında bir telaş başladı ve pekçok din adamıyla kilise çevreleri, bu kitabın fazla yayılmasının, Hıristiyan dininin yok olmasına neden olabileceği kuşkusuna kapıldılar. Neticede, basılan nüsha esrarengiz, ama planlı bir şekilde ortadan kaldırıldı. Bir daha da İngilizce tercümesinin yayınlanması mümkün olmadı. Aynı şekilde, Latince tercümesinden İspanyolca'ya çevrilen nüshanın onsekizinci yüzyılda piyasada ve kütüphanelerde bulunduğu belirtiliyor. Bu bilgiyi George Sell, Kur'an-ı Kerim'in İngilizce mealinde bize nakletmiştir. Ama İspanyolca çevirisinin de ortadan kaldırıldığı görülmüştür. Bugün maalesef bunun hiçbir nüshası hiçbir yerde bulunmuyor. Ben, Oxford'da yayınlanan İngilizce tercümesinin fotokopisini okuma fırsatını buldum. Barnabas İncili'nin tümünü dikkatle okudum. Bence, bu İncil Hıristiyanlar için büyük bir nimettir ve sadece taassub ve inatçılıkları yüzünden böyle kıymetli bir eserden mahrum kalmışlardır.

Hıristiyan literatüründe Barnabas İncili'nin adı nerede geçmişse, oraya bir muhalefet şerhi konmuş, bunun sahte ve uydurma bir İncil olduğu, dolayısıyla reddedilmesi gerektiği ileri sürülmüştür. Gözü dönmüş ilim ve irfandan nasip alamamış bazı Hıristiyan din adamları bunun bir Müslümanın hayal gücünün eseri olduğunu iddia edecek kadar ileri gitmişlerdir.

Bu, aslında büyük bir yalandır ve bunun sebebi sırf İncil'in metninde pekçok yerlerde Hz Peygamber'in dünyaya geleceği konusunda açık seçik kayıtların bulunmasıdır. Bir defa, bu İncil'i okuyan herkes, bunun bir Müslüman tarafından kaleme alınmadığına katiyetle inanmış olur. İkincisi, böyle bir kitap bir Müslüman tarafından yazılmış olsaydı, bu Müslümanlar tarafından iyice tanınır ve Müslüman ilim adamlarının eserlerinde bundan sık sık ve geniş şekilde bahsedilirdi. Fakat, George Sell'in Kur'an-ı Kerim'in İngilizce mealinden önce Müslümanlar Barnabas İncili'nin adını bile duymamışlardı. Taberi, Yakûbi, Mes'udi, Birûnî, İbn Hazm, İbn Teymiye, vs. gibi Hıristiyan kaynaklarına vakıf olan fakih, yazar ve tarihçiler Hıristiyanlık ve Hıristiyanlığın kutsal kitaplarından bahsederken Barnabas İncili'ne en ufak bir işarette bile bulunmamışlardır. İslâm Dünyası'nda sayısız kütüphanelerde bulunan kitapların en geniş ve güvenilir bibliyografyaları İbn Nedim ile Hacı Halife (Bk: "El-Fihrist" ve "Keşfu'z-Zünun", tarafından hazırlanmıştır. Ama bunlarda da Barnabas İncili'ne rastlamak mümkün değildir. Hıristiyanların ileri sürdüğü iddianın asılsız oluşunun üçüncü ve en büyük delili, Hz. Muhammed Mustafa'nın (s.a) dünyaya gelişinden 75 yıl önce bile, Papa Gelasius 1 döneminde "yanlış ve dini düşüncelere aykırı kitaplar" adı altında hazırlanan listede Barnabas İncili'nin (Evangelium Barnabe) adının geçmiş olmasıdır. Söyler misiniz, o çağda bu sözde sahte İncili yazacak bir Müslüman var mıydı?

j) Barnabas İncili'nde Rasûl-ü Ekrem'in (s.a) dünyaya peygamber olarak gelmesine dair haber ve müjdelerden söz açmadan isterseniz önce Hıristiyanlarca meçhul kalmış, Müslümanlar tarafından da hiç bilinmeyen bu kitabı size tanıtalım. Böylece bunun mahiyeti, muhtevası ve dolayısıyla ehemmiyetini anlamış olacağız. Ayrıca, Hıristiyanların bundan neden bucak bucak kaçtıklarını kavramış olacağız.

Kitab-ı Mukaddes'te meşru ve muteber olarak yer alan dört İncil'den hiçbirinin Hz. İsa'nın sahabileri veya havarileri tarafından kaleme alınmadığını bilmekte fayda vardır. Sonra, bu İncil'leri yazanlardan hiçbiri, yazdıklarının Hz. İsa'nın havarilerine dayandığını veya onlar tarafından nakledildiğini iddia etmemiştir. Böyle atıflar şöyle dursun, yazıların hiçbir kaynağı gösterilmemiştir. Bu itibarla, rivayet edenin, sözleri kendisinin mi duyduğu, veya olayları kendinin mi gördüğü, yoksa bunları bir veya birden fazla aracıdan mı işittiği bilinmiyor. Buna karşılık, Barnabas'ın yazarı diyor ki, "Ben Hz. Mesih'in ilk 12 havarisinden biriyim. Baştan sona kadar Mesih ile beraberim ve gözlerimle gördüğüm olaylar ve kulaklarımla duyduğum sözleri bu kitapta yazıyorum."

Sadece bu değil, Barnabas şunları da yazıyor: "Hz. Mesih bu dünyadan ebediyete intikal ederken kendi hakkında çıkan yalan yanlış dedikodulara son vererek dünyaya gerçekleri açıkça ortaya koymayı emretmişti."

Barnabas kimdi? Kitab-ı Mukaddes'in "Ameller Bölümü'nde bu şahsın ismine sık sık rastlanıyor. Buna göre, Barnabas, Kıbrıslı bir Yahudi ailesine mensuptu. Hıristiyanlığın yayılması ve Hz. İsa'nın taraftarlarına yapılan yardımlar konusunda Barnabas'ın büyük hizmetler verdiği kaydedilmiştir. Fakat kendisinin ne zaman Hıristiyanlığı kabul ettiği belirtilmemiştir. Ayrıca, üç İncil'de geçen ilk oniki havarinin isimleri arasında Barnabas ismine rastlanmıyor. Bu bakımdan, bahsettiğimiz İncil'in yazarının bu Barnabas mı olduğu kesinlik kazanmıyor. Matta ile Markos'un verdiği havariler listesini Barnabas'ın listesiyle karşılaştıracak olursak ikisi arasında sadece iki ismin değişik olduğuna şahid oluruz. Biri Tome (Thomas), ki bunun yerine Barnabas kendi ismini veriyor ve diğeri Şemun Kenanî ki bunun yerine Yakup oğlu Yahudah (Juda)'nın adını yazıyor. Lucas'ın İncil'in'de bu ikinci isim de vardır. Bu bakımdan, sonradan Hıristiyan din adamları ve ileri gelenlerinin, Barnabas'dan ve onun İncili'nden yakalarını kurtarmak için ismini silip yerine Thomas'ın adını yazdıkları akıl ve mantığa daha uygundur. Zira, çıkarları uğruna bu tür tahrifler yapmak Hıristiyan aziz ve din adamları için olağan bir şeydi.

Tarafsız ve sağduyulu bir kişi, Barnabas İncili'ni okuduktan sonra bunu Ahd-i Cedid'in Dört İncil'iyle karşılaştıracak olursa, bunun diğer dört İncil'den kat kat daha iyi olduğu sonucuna varacaktır. Bu İncil'de Hz. İsa'nın hayatı ve başından geçenler daha teferruatlı şekilde anlatılmıştır. Tıpkı bir kişinin gördükleri ve yaşadığı olaylar gibi. Dört İncil'de kopuk ve birbirine bağlı olmayan hadise ve hikayelerin anlatımı Barnabas İncili'nde daha düzgün ve anlamlı hale getirilmiştir, özellikle tarihi olaylar biraz daha dikkatli bir sıra ile kaydedilmiştir. Bunun yanısıra, Hz. İsa'nın dini telkinleri burada dört İncil'e oranla daha ayrıntılı, açık ve etkin biçimde kaydedilmiştir. Tevhid ile ilgili nasihatlar, şirkin reddi, Allah Teâlâ'nın sıfatları, ibadetin ruhu ve güzel ahlâk gibi mevzular gayet ayrıntılı, mantıklı ve kuvvetli şekilde anlatılmıştır. Bu kitapta Hz. İsa'nın kullandığı dil ve konunun iyi anlaşılması için verdiği pratik misallerin en küçük örneğini bile dört İncil'de bulmak mümkün değildir. Bundan, Hz. İsa'nın (a.s) kendi taraftarları ve havarilerine nasıl nasihat ve telkinde bulunduğu ve bu hususta ne kadar akıllıca yöntemler kullanıldığı da anlaşılıyor. Hz. İsa'nın dili, üslûbu, tabiatı ve huyuna azıcık vakıf olan biri bile, bu İncil'i okuduktan sonra bunun sahte veya düzmece bir kitap olmadığına kanaat getirecektir.

Gerçeği söylemek gerekirse, Hz. İsa'nın kişiliği ve öğretileri diğer dört İncil'e nisbetle Barnabas İncili'nde, daha net, daha açık bir şekilde karşımıza çıkıyor. Ayrıca bu İncil'de diğer incillerin belirgin bir eksikliği olan çeşitli söz ve fiillerdeki tezât da yoktur.

Barnabas İncili'nde yer alan Hz. İsa'nın hayatı ve talimatı bir nebinin hayatı ve talimatına tıpatıp uyuyor. Kendisi bir nebi olarak karşımıza çıkıyor, bütün peygamberleri ve kitaplarını tasdik ediyor. Peygamberler olmaksızın Hakkı tanımanın bir yolu olmadığını belirtiyor ve Peygamberlere boşverenin aslında Allah'a boşverdiğini anlatıyor. Tevhid, peygamberlik ve ahiret hakkında diğer bütün peygamberlerin talimatına uygun sözler söylüyor. Namaz, oruç ve zekat için gereken telkinde bulunuyor. Barnabas İncili'nde sık sık bahsedilen namazların aslında Müslümanların bildiği sabah, öğle, ikindi, akşam, yatsı ve teheccüd namazları olduğu anlaşılıyor. Ayrıca her namazdan önce abdest alındığı da belli oluyor. Hz. İsa, peygamberlerin listesine Hz. Davut ile Hz. Süleyman'ı (a.s) da dahil ediyor. Halbuki hem Yahudiler hem Hıristiyanlar bu iki peygamberi, peygamberler listesinden çıkarmışlardır. Hz. İsmail'in (a.s) "zebîh" (Allah'a adanmış kurban) olduğunu kabul ediyor ve bu hususta bir Yahudi alimi de bu gerçeği kabul etmeye zorluyor. Aynı âlim, İsrailoğulları'nın kendi menfaatları için Hz. İshak'ın (a.s) zebîh veya kurban olduğuna herkesi inandırmaya çalıştıklarını belirtiyor. Kısacası, Barnabas'taki kayıtlara göre, Hz. İsa'nın (a.s) ahiret, kıyamet, cennet ve cehennem ile ilgili vaaz ve telkinleri Kur'an-ı Kerim'de anlatılanların hemen hemen aynısıdırlar.

Hıristiyanların, Barnabas İncili'ne neden bu kadar şiddetle muhalefet ettiklerini araştıracak olursak, bunun sebebinin sadece Hz. Muhammed'in (s.a) gelişine dair açık seçik işaretleri ihtiva etmesinin olmadığını görürüz. Zira Hıristiyanlar bu İncili zaten Hz. Muhammed'in (s.a) doğuşundan önce reddetmişlerdi. Aşağıdaki satırlarda Hıristiyanların şiddetli öfke ve muhalefetinin gerçek nedenlerini ayrıntılı bir şekilde anlatmaya çalışacağız:

Bilindiği üzere, Hz. İsa'nın ilk taraftarları kendisini sadece bir peygamber olarak tanırlardı, O'nun bütün talimatlarına harfiyen uymazlardı. Bu ilk yandaşları Musevi şeriatına bağlı olup akide, ilahi emir ve ibadetler bakımından kendilerini Beni İsrail'den ayrı saymazlardı. İlk Hıristiyanlar ile Beni İsrail arasındaki tek fark, birincilerin Hz. İsa'yı Mesih olarak tanımaları ve ona iman etmeleri idi. Oysa, Beni İsrail, Hz. İsa'yı peygamber olarak tanımıyordu.

Daha sonra, Aziz Paul, Hıristiyan cemaatine girince Romalı, Yunan ve İsrailli veya Yahudi olmayan diğer ulusları da Hıristiyanlığın çatısı altında toplamaya çalıştı. Bu sebeple, yeni bir mezhep ve hatta dinin temelini attı. Bu yeni din akide, inanç ve kurallar açısından Hz. İsa'nın yaymaya çalıştığı dinden çok farklıydı. Aslında bu aziz hiçbir zaman Hz. İsa'yı görmemiş, O'ndan vaat almamıştı. Hatta Hz. İsa sağ iken kendisinin en büyük muhaliflerinden biriydi. Ve İsa Peygamber'den sonra birkaç yıl bu tavrına devam etti. Daha sonra Hıristiyan olarak yeni bir dini oluştururken de kendi yaptığı tasarruflara delil olarak Hz. İsa'nın hiçbir söz veya fiilini halka göstermedi, aksine bunların kaynağının şahsi ilham olduğunu ileri sürdü. Yeni dini ortaya koyarken başlıca amacı, bu dinin Yahudi olmayan bütün kavim ve milletlerin tereddütsüz kabul edeceği mahiyette olmasıydı. Nitekim, bir Hıristiyan'ın, Yahudiliğin bütün şeriatından bağımsız olduğunu ilan etti. Yiyece, içecek konusunda hertürlü helal ve haram farkını ortadan kaldırdı. Yahudi olmayanların zoruna giden sünnet ananesine de son verdi. Sadece bunlar değil, Hz. İsa'nın ulviyeti, Allah'ın oğlu olduğu ve çarmıha gerilerek Ademoğullarının günahını üstüne aldığı ve böylece bedellerini ödediği gibi çeşitli saçma sapan tezler de ortaya atıverdi. Tabii bu tür fikir ve tavırlar müşrik ve kafirlere çok cazip geliyordu ve Aziz Paul, bu gibi uydurmalarla hissiyatlarını okşamaya ve yeni dine teşvik etmeye çalıştı. Hz. İsa'nın ilk yandaşları bu tür bid'at ve batıl itikatlara karşı çıktılar. Ama ne çare ki, Aziz Paul'ün şeytanca bir düşünceyle Hıristiyanlığa açtığı bu kapıdan Yahudi olmayan Hıristiyanların büyük bir seli içeriye girdi ve bu baskın karşısında çok az sayıda özüne bağlı dindar kişiler dayanamadılar. Yine de M.S. 3. yüzyılın sonuna kadar Hz. İsa'nın uluhiyetini reddeden çok kişi vardır. Ne var ki, M.S. 4. yılın başında Nicaea'da toplanan Papalık Konseyi (325), Aziz Paul'un düşünce ve görüşlerini Hıristiyanlığın esasları kabul etti. Daha sonra Roma İmparatorluğu da Hıristiyanlığı resmi din olarak benimsedi. Bu olay, İmparator Theodoseus zamanında çıkarılan bir kanunla perçinleşti. Bundan sonra, Aziz Paul'un akide ve inançlarına karşı olan bütün kitap ve belgeler gayet doğal olarak gayri meşru ve gayri kabil-i rücû ilan edildiler. M.S. 367'de ilk defa, Athanesius'un bir mektubuna uygun olarak muteber ve meşru kitap ve vesikaların listesi hazırlandı. Bu listeyi 382'de Papa Damasius başkanlığında toplanan konsey onayladı. Beşinci yüzyılın sonunda ise Papa Gelasius, bu listeyi tasdik etmesinin yanısıra muteber ve meşru olmayan kitap ve vesikaların listesini de hazırlattı. İşin ilginç tarafı adı geçen kitapların meşru, güvenilir veya güvenilmez olarak tasnif edilmesi için kabul edilen ölçü sadece Aziz Paul'un uydurduğu inanç ve kurallardı ve hiçbir Hıristiyan alim veya kilise adamı çıkıp bunların Hz. İsa'nın talimatına uymadığını iddia etmeye cesaret edemiyordu.

Hatta muteber ve meşru kitaplar mecmuasına dahil edilen İnciller'de de Hz. İsa'nın kendi söz ve hareketlerine dair herhangi bir kayıt bulunmuyor.

Gayet tabii ki Barnabas İncili, itibar edilmeyen ve meşru olmayan kitapların listesinin başına geçirilmiştir. Bunun başlıca nedeni, muhtevasının o zaman revaçta olan resmi dinin inanç ve kurallarına tamamıyla zıt olmasıydı. Kitabın yazarı, başta kitabı kaleme alışının sebebini anlatıyor: "Bu kitabın gayesi, şeytanın hilelerine uyarak Hz. İsa'yı Allah'ın oğlu ilan edenleri ıslah etmektir. Bu insanlar (şeytana uyanlar) erkeklerin sünnet edilmesini gereksiz buluyor, haram yiyecekleri helal kılıyorlar. Bu tür hataya düşenler arasında (Aziz Paul) da vardır." Barnabas'ın beyan ettiği gibi Hz. İsa sağ iken, mucizelerini gören müşrik Romalı askerlerin, O'nun Allah'ın oğlu ve hatta Allah olduğunu söylemeye başladığını ve bu yanlış inanca daha sonra İsrailoğulları'nın da bulaştığını belirtir.

Barnabas bundan sonraki gelişmeleri şöyle nakleder: "Hz. İsa bu gidişata çok üzülmüştür. Defalarca, O'nun etrafını saranları uyardı ve yanlış inançlarını şiddetle yerdi. Öğrencilerini çeşitli bölgelere gönderdi. Bu öğrenciler, Hz. İsa'nın duaları sayesinde tıpkı kendisi gibi halka bazı mucizeler gösterdiler. Bu gösterişin maksadı, kendisinden mucizeler sadır olan bir kişinin Tanrı veya Tanrı'nın oğlu olması gerekmediğini açıkça göstermekti". Barnabas, bundan sonra Hz. İsa'nın bu konuda yaptığı çeşitli konuşmalarını nakleder. Bu konuşmalardan, Hz. İsa'nın halk arasında yaygınlaşan batıl itikatlara ne kadar karşı olduğu anlaşılıyor. Barnabas Hz. İsa'nın, ümmetinin doğru yoldan sapmasından son derece endişeli olduğunu ifade ediyor. Ayrıca, Aziz Paul'un Hz. İsa'nın çarmıhta can verdiği yolundaki genel akidesini şiddetle yalanlıyor ve kendi gözleriyle gördüğü olayı şöyle anlatıyor: "Şakirt" Yahuda (Judah, Jadas) Yahudilerin Baş Hahamlarından rüşvet alarak Hz. İsa'yı yakalamak üzere askerlerle gelince, Allah'ın emriyle, dört melek Hz. İsa'yı semaya kaldırdılar ve Şakirt Yahuda'nın yüzü ve sesi tamamiyle Hz. İsa'nın ki gibi yapıldı. Böylece, çarmıha Hz. İsa değil Yahuda gerildi." Barnabas İncili'ndeki bu ifade, görüldüğü gibi Paul'un kurduğu Hıristiyanlığın kökünü kazıdığı gibi Kur'an-ı Kerim'in ifadesini de tamamıyle doğrular niteliktedir. Hiç şaşılmamalıdır. Kur'an-ı Kerim'in inişinden tam 115 sene evvel Barnabas İncili'ndeki bu ifadeler, kitabın Hıristiyan kilise adamları tarafından afaroz edilmesine sebep oldu.

1) Yukarıda kısaca değinmeye çalıştığımız hususlar, Barnabas İncili'nin diğer dört İncil'den çok daha güvenilir olduğunu göstermeye yeter sanırız. Bu İncil'de Hz. Mesih'in (a.s) söz, fiil ve sireti gerçeğe uygun şekilde anlatılmıştır. Maalesef Hıristiyanlar, kendi akide, inanç kuralları ile Hz. İsa'nın talimatını bu İncil ile bilme ve düzeltme fırsatını kaçırdılar.

Bu açıklamalardan sonra, zannediyoruz, Barnabas İncili'nde, Peygamber Efendimiz'in (s.a) gelişine dair, Hz. İsa'nın ağzıyla dile getirilen işaret ve haberleri buraya aktarabiliriz. Söz konusu haberlerde Hz. İsa, Hz. Muhammed (s.a) için bazen "Rasulullah", bazen de "Mesih" kelimesini kullanmıştır. Bazen "Takdir Edilmeye Layık" ibaresini kullanmış, bazen de öyle sözcükler kullanmış ki, bunlar "Lailaheillallah Muhammedün Rasulüllah" anlamına gelmektedir. Hz. İsa'nın, Hz. Peygamber (s.a) hakkında verdiği işaretler o kadar çoktur ki, bunların hepsini anlatmak için ayrı bir kitapçığa ihtiyaç duyulacaktır. Bunların hepsini iktibas etmemiz imkansızdır. Biz burada sadece belli başlı haberleri naklediyoruz.

"Allah'ın dünyaya gönderdiği peygamberler, ki sayıları 144 bin idi, muğlak ve karmaşık şekilde konuştular. Ama benden sonra, bütün peygamberler ile mukaddes varlıkların nuru gelecektir ki, peygamberlerin söylediklerini açıklayacak, sizi aydınlatacaktır. Çünkü Allah'ın Rasulüdür" (Bölüm: 17).

"Ferisiler ile Lâviler dedi ki, madem ki sen ne Mesih, ne İlyas, ne de başka bir Nebisin, o zaman sen neden yeni bir vaaz ve telkinde bulunuyorsun ve kendini Mesih'den de daha büyük olarak gösteriyorsun.

İsa Mesih dedi ki, Tanrı'nın benim vasıtamla gösterdiği mucizelerin maksadı, benim yaptıklarımın hepsinin Tanrı'nın isteğine bağlı olduğunu size göstermektir. Yoksa, ben kendimi, sizin bahsettiğiniz (Mesih)ten büyük saymıyorum. Ben, sizin Mesih dediğinizin çorabının boncuğunu veya ayakkabı bağlarını açacak seviyede bile değilim. O Mesih benden önce yaratılmıştı ve benden sonra gelecektir. O, dinin hiç son bulmaması için hakikatleri yanında getirecektir." (Bölüm: 42)

"Size yemin ederek söylüyorum, gelen her nebi sadece bir millet için Allah'ın rahmetinin işareti olarak gelmiştir. Bu sebeple bu peygamberlerin talimatı, gönderildikleri ümmet ve ulusların dışına çıkmadı.

Ama Allah'ın Rasulü gelince, Tanrı ona adeta eline mührünü verecektir. Taa ki, onun talimatını almış olan dünyanın bütün ulusları selâmete ve rahmete kavuşacaklardır. O, tanrıtanımazlara hakim olacak ve putperestliği öylesine yeryüzünden silecektir ki şeytan kaçacak delik arayacaktır." (Bu satırlardan sonra, Hz. İsa'nın şakirtleriyle uzun bir konuşması yer alıyor. Bu konuşmada İsa Mesih (a.s) müstakbel Peygamberin Beni İsmail'den olacağını izah ediyor.) (Bölüm: 43)

"Bu sebeble size diyorum ki, Rasulullah, Tanrı'nın yarattığı hemen hemen bütün mahluk ve eşyayı memnun edecek bir saadettir. Zira, O anlayış, nasihat, hikmet, kuvvet, şefkat ve sevgi gibi güzel duygularla doludur. O, cömertlik, rahmet, âdalet, takva, dürüstlük, efendilik ve sabrın ruhuyla donatılmıştır. Kendisine bu faziletlerin üç misli verilmiştir. Yani Allah'ın yarattığı diğer mahluklara nisbetle. Onun dünyaya gelişi ne mübarek bir an olacaktır. İnanın, ben onu görmüş ve ona saygılarımı sunmuşumdur. Tıpkı diğer bütün peygamberlerin onu gördüğü ve ona saygılarını sundukları gibi. Allah onun ruhunu görerek ona nübüvvet bahşetti. Ve onu görünce heyecandan ruhum titredi ve ben O'na dedim ki, "Ey Muhammed (Medhedilmiş kişi, zat) Allah senin yardımcın olsun ve Allah beni senin papuçlarının bağlarını bağlamaya layık yapsın. Zira ben bu mevkiye yükselirsem, kendimi büyük bir peygamber ve Allah'ın mukaddes varlığı sayacağım." (Bölüm: 44)

"(Buradan gideceğim için) yüreğiniz sızlamasın ve siz korkmayın. Çünkü sizi yaratan ben değilim. Sizi yaratan, yaratıcımız Allah'tır ve O sizi koruyacaktır. Bana gelince, şu anda dünyada, dünyaya selamet ve kurtuluş getirecek olan Allah'ın Rasulü için zemin hazırlamaktayım... Andres dedi ki, Ey Üstad, onun bazı belirgin özelliklerini bize bildir ki onu tanıyalım. İsa Mesih (a.s) cevap verdi: "O sizin zamanınızda gelmeyecek, aksine birkaç zaman sonra gelecek. O zamana kadar benim İncilim öylesine tahrif edilmiş olacak ki, dünyada en fazla otuz mümin bulunacaktır. O zaman Allah dünyaya acıyacak ve Rasulü'nü gönderecektir. O Rasul'ün başında beyaz bulutun gölgesi olacaktır. Bu gölge sayesinde Allah'ın sevgilisi ve yakını olduğu belli olacaktır ve O'nun aracılığıyla dünya Allah'ın mağfiretine kavuşacaktır. O, tanrıtanımaz insanlara karşı büyük bir güçle gelecek ve yeryüzünden putperestliği sürecektir.

Ve ben bundan son derece memnun olacağım, zira O'nun sayesinde Tanrımız tanınacak, takdis edilecek ve hakikatimi dünya anlayacaktır.. O ayrıca beni insanlar ötesinde bir şey zannedenlerden intikam alacaktır... O öyle bir hakikatle gelecektir ki, bu hakikat bütün peygamberlerin getirdiklerinden daha açık seçik olacaktır!" (Bölüm. 72)

"Allah için and Kudüs'te mi yoksa Süleyman tapınağında mı içilmişti? Fakat sözlerime inanın, bir gün gelecek, Allah, rahmetini başka bir şehre inzal edecektir. Ondan sonra, her yerde onun için doğru biçimde ibadet yapılacaktır ve Allah kendi rahmetiyle heryerde hakiki namazı kabul edecektir... Ben aslında, İsrail hanedanı için kurtarıcı nebi olarak gönderildim. Fakat benden sonra Mesih gelecek, Allah'ın bütün dünya için gönderdiği. Öyle bir nebi ki, Allah bütün dünyayı onun için yaratmıştır. O zaman bütün dünyada Allah'a ibadet edilecek ve her tarafa rahmeti nazil olacaktır." (Bölüm: 83).

"(Mesih baş rahibe söyledi:) Yaşayan Allah ve elinde canım olan Yaradana yemin ederim bütün dünyanın milletlerinin beklediği o mesih ben değilim. Allah bu nebi ile ilgili vadini atamız Hz. İbrahim'e şöyle diyerek vermişti: Senin neslinin vasıtasıyla, yeryüzünün bütün milletleri berekete kavuşacaktır: (Tekvin: 22: 18) Ancak Allah beni bu dünyadan kaldırınca şeytan yine isyan çıkaracaktır ve mümin olmayanlar benim Tanrı ve Tanrının oğlu olduğumu iddia edeceklerdir. Bu nedenle sözlerim ve talimatım tahrif edilecektir. Taa ki belki de en çok otuz iman sahibi geriye kalacaktır. O zaman Allah dünyaya acıyacak ve Rasulü'nü gönderecektir. O Rasul ki, onun için dünyanın herşeyi yaratılmıştır. O Rasul bütün gücüyle güneyden gelecek ve putları ve putperestleri beraberce mahvedecektir. Şeytandan iktidarını alacaktır. Ve Allah'ın rahmetini, kendine iman edecek olanların kurtuluşu için yanında getirecektir. Ne mutlu onun sözlerini dinleyene." (Bölüm: 96).

"Baş rahip sordu, 'Allah'ın bu Rasulü'nden sonra başka nebiler de gelecek mi?' Mesih cevap verdi: 'Bundan böyle, Allah'ın gönderdiği hakiki nebiler gelmeyecekler, ama pekçok sahte nebiler gelecektir. Ben bunun için üzgünüm. Çünkü, şeytan, Allah'ın adaletli kararı yüzünden bunları sahneye koymaya çalışacaktır. Ve onlar benim İncilimin perdesinin arkasına saklanacaklardır." (Bölüm: 97).

"Kahinlerin başı sordu, 'Bu Mesih hangi isimle çağrılacaktır? Ve onun gelişinin işaretleri ne olacaktır? İsa Mesih dedi ki, 'Bu Mesihin adı "Takdir Edilmeye Layık". Zira, Allah O'nun ruhunu yarattığı zaman O'na bu ismi kendisi vermiştir.

Ve orada O'na kral muamelesi yapılmıştır. Allah dedi ki, "Ey Muhammed, bekle, çünkü senin için cenneti, dünyayı ve birçok mahluku yaratacağım ve bunları sana hediye olarak vereceğim. Ta ki, seni tebrik edecek olanlara bereket verilecek ve seni lanetleyecek olanlar lanetlenecektir. Ben seni dünyaya göndereceğim zaman, kurtuluş habercisi olarak göndereceğim. Senin sözlerin doğru olacaktır. Öyle ki yeryüzü ve gökler kaybolup gidecekler ama senin adın ayakta duracaktır. Öyleyse, onun mübarek ismi Muhammed'dir." (Bölüm: 97)

Barnabas diyor ki, bir defasında Hz. İsa şakirtlerine hitaben yaptığı konuşmada "şakirtlerimden biri (ki sonradan Yahuda, Judah, Judas olduğu ortaya çıktı) beni 30 sikkeye karşılık düşmanlara satacaktır" dedi ve şunları ekledi:

"Bundan sonra, beni satacak olanın benim adımla öldürüleceğinden eminim. Zira Allah Teâlâ beni yerden semaya kaldırtacak ve o hainin yüzünü öylesine değiştirmiş olacak ki, herkes onu ben sanacak. Ne var ki kötü şekildeki ölümü bir müddet benim karalanmama yol açacaktır. Fakat, Muhammed, yani Allah'ın mukaddes Rasulü gelince bana sürülen leke temizlenmiş olacaktır. Ve Allah bunu, benim o Mesih'e sadakatimi bildirdiğim için yapacaktır. O bana mükafaatımı verecektir. Bu şekilde, herkes benim yaşamakta olduğumu ve bu rezil ölümle hiç ilişkim olmadığını anlamış olacaktır." (Bölüm: 113)

"(Hz. İsa şakirtlerine dedi ki) Elbette ben size diyorum ki, eğer Musa'nın kitabından gerçekler çıkarılmamış olsaydı, Allah atamız Davud'a başka bir kitap vermeyecekti. Ve eğer Davut'un kitabında değişiklikler yapılmamış olsaydı, Allah bana İncil'i vermezdi. Zira, Allah, yani Rabbimiz, tahrif eden veya değiştiren değildir. Ve herkese aynı mesajı vermiştir. Rasulüllah geldiği zaman inkârcı insanların benim kitabıma bulaştırdıkları bütün (uydurma) şeyleri temizleyecektir." (Bölüm: 124)

Bu açık ve kesin işaret ve haberlerde sadece üç şey ilk bakışta şüpheli görülüyor. Bunlardan biri, yukarıdaki ibarelerde Barnabas İncili'nin başka bölümlerinde Hz. İsa'nın, kendisinin Mesih olmadığını ısrarla belirtmesidir. İkincisi, sadece yukarıdaki alıntılarda değil, İncil'in diğer birçok yerlerinde de Rasulüllah'ın (s.a) asıl Arapça ismi olan "Muhammed" açıkça zikredilmiştir. Oysa, peygamberlerin gelecekten haber verirken kesin ifadelerden kaçındıkları, özellikle şahıs isimlerini vermedikleri müşahade edilmiştir. Üçüncü nokta, yukarıdaki ibarelerde Hz. Muhammed Mustafa (s.a)dan "Mesih" olarak bahsedilmesidir.

Birinci şüphe için şunu söyleyebiliriz ki, sadece Barnabas İncili'nde değil, Lucas (luca) İncili'nde de Hz. İsa'nın (a.s) kendi havari ve şakirtlerine, kendisine "Mesih" dememelerini emrettiğine dair kayıtlar vardır. Lucas İncili'nin sözleri şunlardır... "O onlara sordu, siz bana ne diye hitap edersiniz? Peter cevap verdi, Allah'ın Mesih'i. Bunun üzerine onlara tenbih etti, 'bunu kimseye söylemeyin' (Bölüm: 9, 20-21). Bu yasaklamanın sebebi, öyle sanıyoruz ki, Hz. İsa'nın kendi isminin beklenen mesih ile karıştırılmasını istememesiydi. Bilindiği gibi, İsrailoğulları ötedenberi Mesih'in gelmesini bekliyorlardı. Onlara göre mesih kılıcıyla bütün hak düşmanlarını mağlup edecekti. İşte bunun üzerine Hz. İsa (a.s) bekledikleri Mesih'in kendisi olmadığını ve onun kendisinden sonra geleceğini açıklamak zorunda kaldı.

İkinci şüpheye gelince, halen dünyada varolan Barnabas İncili'nin Latince tercümesinde Rasul-ü Ekrem'in adı gerçekten "Muhammed" olarak geçmektedir. Fakat kimse bu kitabın hangi dillerden tercüme üstüne tercüme edilerek Latince'ye kadar geldiğini bilmiyor. Barnabas İncili'nin aslının Süryanice olması kuvvetle muhtemeldir. Zira, daha evvel de işaret ettiğimiz gibi, Hz. İsa ile havarilerinin dili buydu. Kitabın aslı bulunsaydı, onda Hz. Muhammed'in (s.a) adının nasıl yazıldığını görmemiz mümkün olacaktı. Kanımıza göre, daha önce İbn İshâk'ın Yohanna İncili'nin tercümesinden bahsederken belirttiğimiz gibi, Hz. İsa aslında muhtemelen "Munhamanna" sözcüğünü kullanmıştır. Daha sonra bu sözcük muhtelif tercümelerde muhtelif şekilde ifade edilmiş olabilir. Daha sonra, müjdelenen peygamberin isminin hemen hemen "Muhammed" manasına geldiğini gören bir mütercim bu ismi yazmış olabilir. Bu sebeple sadece "Muhammed" isminin açık seçik şekilde yazıldığını görerek, bütün Barnabas İncili'nin bir Müslüman tarafından kaleme alındığını iddia etmek yanlış olur.

Üçüncü noktaya gelince, "Mesih", aslında bir İsrail terimidir. Bu terim Kur'an-ı Kerim'de Hz. İsa'nın (a.s) Mesih olduğunu inkar eden Yahudileri ikna etmek üzere kullanılmıştır. Yoksa, bu ne Kur'an-ı Kerim'in terimidir, ne de bu terim Kur'an'da İsrailoğullarının kasdettiği anlamda kullanılmıştır.

Bu bakımdan, Rasul-ü Ekrem (s.a) hakkında, Hz. İsa (a.s) "Mesih" kelimesini kullanmış ve Kur'an-ı Kerim'de bu kelime kullanılmamışsa, bundan Barnabas İncili'nde, Kur'an'da olmayan bir şeyin Hz. Peygamber'e (s.a.) atfedildiği anlamı çıkmaz. Aslında Beni İsrail'de şöyle bir gelenek vardı. Bir şahıs veya eşya kutsal bir amaç için tahsis edildiği zaman o eşya üstüne ya da şahsın başına mukaddes yağ sürülerek takdis edilmiş olurdu. İbranice'de yağ sürme hareketine "mesh" ve başına yağ sürülene de "mesih" denilirdi. Tapınak ve ibadet yerlerinde bulunan çanak çömlek, tabak bardak ve sürahiler aynı şekilde "mesh" edilerek ibadete tahsis edilirdi. Kahin ve Rahipler de rahiplik mevkiine getirildiği zaman "mesh" (takdis) edilirlerdi. Aynı şekilde hükümdar ve peygamber de tac giyerken veya peygamberlik mevkiine yükselirken takdis edilirlerdi. Yani İncil açısından İsrailoğulları'nın tarihinde sayısız "mesh" olayı ve "Mesih" vuku bulmuştur. Nitekim, Hz. Harun (a.s) bir haberci olarak bir "Mesih"ti. Aynı şekilde, Hz. Musa haberci ve nebi olarak, Talût padişah olarak, Hz. Davud padişah ve peygamber olarak, sadık hükümdar ve kahin olarak ve Hz. İlyas bir nebi olarak birer Mesih idiler. Daha sonra takdis etmek için illa yağ sürme ananesi de kaldırıldı. Aksine, birinin sadece Allah tarafından bir mevkiye veya göreve tayin edilmesi, "Mesih" veya takdis edilme anlamına eşit hale geldi. Meselâ, I- Hükümdarlar, Bölüm- 19'da Allah'ın, Hz. İlyas'a (İlliyah), Haz'ayil'i mesh edip Arâm (Şam) hükümdarı, Nemsi'nin oğlunu mesh edip İsrail hükümdarı ve Elyasa'yı meshedip kendi yerine nebi yapma emri verildiği kaydedilmiştir. Bunlardan hiç birinin başına yağ sürülmedi. Yalnızca, Allah tarafından bir vazifeye getirildiklerini iddia eden İsrailoğulları'nın anlayış ve geleneklerine göre, "Mesih" kelimesi sadece Allah tarafından görevlendirilmiş" anlamına gelirdi. Ve Hz. İsa da (a.s) Hz. Muhammed (s.a) için "Mesih" kelimesini bu anlamda kullanmıştı. (Mesih kelimesinin İsrailoğullarının anladığı anlamının ayrıntılı açıklamaları için bkz: Encydopadea of Biblical Literature, "Messiah" maddesi).

9. "Bu apaçık bir sihirdir dediler" Bu ifadede geçen "sihir" kelimesi, "büyü" karşılığında değil, "aldatma" anlamında kullanılmıştır. Nitekim bu kelime, lugatta da böyle bir kullanıma sahiptir. Örneğin "filan şahıs şu kimseyi aldattı" denilmek istendiğinde bu kelime kullanılır. Yahut "aldatan göz" için de durum aynıdır. Yukarıdaki ifadede İsrailoğulları'nın ve Hz. İsa'nın takipçilerinin Hz. İsa'nın haber verdiği o Nebi'nin açık alametlerini gördükleri halde onun nübüvvetini bir aldatmaca olarak nitelemeleri bahis konusu edilmektedir.

7 Allah'a iftira edenden daha zalim kim olabilir?10 Ki o İslam'a (Allah'a itaat etmeye) davet olunmuştu.11 Allah zalimler topluluğuna hidayet vermez.

8 Onlar, Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Oysa Allah, kendi nurunu tamamlayıcıdır; kâfirler hoş görmese bile.12

9 Peygamberlerini hidayet ve hak din üzere gönderen O'dur. Öyle ki onu (hak din olan İslâm'ı) bütün dinlere karşı üstün kılacaktır; müşrikler hoş görmese bile.13

10 Ey iman edenler, sizi acı bir azabdan kurtaracak bir ticareti14 size haber vereyim mi?

11 Allah'a ve O'nun Resulüne15 iman ederseniz, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad ederseniz. Bu, sizin için daha hayırlıdır; eğer bilirseniz.16

AÇIKLAMA

10. Yani, Allah'ın gönderdiği peygamberi yalancılıkla suçluyorlar ve Allah'ın inzal ettiği kelamı, onun uydurması olarak niteliyorlar.

11. Yani, hak bir peygamberi iftiracılıkla suçlamak başlı başına bir zulümdür. Fakat onlar sadece bununla kalmayıp, o peygamber kendilerini Allah'a kulluğa çağırırken, onlar bu çağrıyı reddedip, O'nun davetini engellemek için iftira, yalan, hile ve her çareye başvurmaktadırlar.

12. Burada, sözkonusu ayetin H. 3'te Uhud Savaşı'ndan sonra nazil olduğuna dikkat edilmelidir. O dönemde İslâm, sadece Medine ile sınırlıydı. Ve Müslümanların sayısı da bir kaç bini aşmıyordu. Tüm Arapların bu dini yoketmeye kararlı oldukları bir dönemdi. Ve üstelik Müslümanlar Uhud Savaşı'nda yenilmişler ve kendilerine olan güvenleri de sarsılmıştı. Bu yüzden civardaki kabileler de İslâm aleyhine cesaret bulmuşlardı. İşte bu ahval ve şartlar altında Allah, İslâm nurunun sönmeyeceğini ve aksine daha da ışıldayarak tüm dünyaya yayılacağını müjdelemiş ve bu müjde aynıyla vuku bulmuştur. Allah'ın dışında o dönemlerde, İslâm'ın geleceğinin ne olacağını kim bilebilirdi? Nitekim beşeri imkanlar ölçüsünde olayı mütalaa ettiğimizde, o dönemlerde İslâm nurunun, her yönden esen şiddetli rüzgarların söndürebileceği zayıflıkta olduğunu görürüz.

13. "Müşrikler hoş görmese de..." yani onlar Allah'a ibadet etmelerinin yanısıra, başkalarına da ibadet etmiş ve Allah'ın halis dinine karşı başka dinleri de karıştırarak, onu karma bir din edinmişlerdir. Bu kimseler, sadece Allah'a kulluk etmeye ve O'nun yol göstericiliği doğrultusunda hayatlarını düzenlemeye razı olmamışlardır. Onlar heva ve heveslerine göre istediklerini ilah edinmekte, istedikleri düşünce ve akideye göre hayatlarını düzenleyip, diledikleri gibi medeniyetlerini oluşturmakta ısrar etmişlerdir. Allah'ın Rasulü ise, böyle insanlarla uzlaşmaya varması için gönderilmemiştir. O'nun gönderilme sebebi, Hak dini Allah'ın yol göstericiliğinde hayatın her kesiminde hakim kılmaktır. Ve O bu görevini her halukârda ifa edecektir. Kafir müşrikler onu kabul etseler de, etmeseler de, tüm güçleriyle karşı koysalar da, Rasul (s.a) muhakkak misyonunu tamamlayacaktır. Bu meydan okuma (tehaddi), önceden Kur'an'da biri Tevbe: 33, diğeri Fetih: 28'de olmak üzere iki kez daha yapılmıştır. Bu ayette ise üçüncü kez tekrarlanmaktadır. (İzah için bkz. Tevbe an: 32, Feth an: 51)

14. "Ticaret" kişinin mal, vakit, emek, zihin ve yeteneklerini ortaya koyarak kâr elde etmesidir kısaca. Bu bakımdan iman ve Allah yolunda cihad etmek, ticarete benzetilmiştir. Yani, "Enerjinizi, zihnî ve bedenî tüm yeteneklerinizi bu yolda sarfedin ki gerçek kârı elde edebilesiniz." Buradaki "kâr" daha sonraki cümlede belirtilmiştir. Ayrıca bu husus Tevbe: 111 de diğer bir yönüyle ele alınmıştır. (Bkz. Tevbe an: 106)

15. Müminlere hitaben "iman edin" denildiğinde, bu, "ihlaslı müminler gibi davranın, sözde kalmayın ve imanınız için her türlü fedakarlığı yapmaya hazır olun" anlamında bir emirdir.

16. Yani, "Bu ticaret, sizin dünyadaki diğer ticaretinizden daha hayırlıdır."

12 O da sizin günahlarınızı bağışlar, sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere ve Adn cennetlerindeki güzel konaklara yerleştirir. İşte 'büyük mutluluk ve kurtuluş' budur.17

13 Ve seveceğiniz bir başka (nimet) daha var; Allah'tan 'yardım ve zafer (nusret)' ve yakın bir fetih.18 Mü'minleri müjdele.

14 Ey iman edenler, Allah'ın yardımcıları olun; Meryem oğlu İsa'nın havarilere:19 "Allah'a (yönelirken) benim yardımcılarım kimlerdir?" demesi gibi. Havariler de demişlerdi ki: "Allah'ın yardımcıları20 bizleriz." Böylece İsrailoğullarından bir topluluk iman etmiş, bir topluluk da küfretmişti. Sonunda biz de iman edenleri düşmanlarına karşı destekledik, onlar da üstün geldiler.21

AÇIKLAMA

17. Bu ticaretin asıl kârını, ahiretin sonsuz hayatında elde edeceksiniz: a) Allah'ın azabından korunacaksınız, b) Günahlarınız affedilecektir, c) Allah'ın sonsuz nimetlerinin bulunduğu cennete gireceksiniz.

18. Dünyadaki başarı ve zafer Allah'ın büyük bir nimetidir. Fakat bir mümin için önemli olan burada değil, öbür dünyada başarmış olmaktır. Bu yüzden dünyadaki (kâr) sonra, ahiretteki sonuç (kâr) ise önce zikredilmiştir.

19. Hz. İsa'nın sahabileri ile ilgili olarak İncil'de genellikle, "şakirt" "talebe" anlamında bir kelime kullanılmış, daha sonra da bu kimselere "Apostles" (rasül-elçi) denilmeye başlanmıştır.

Bu, Allah'ın elçisi anlamında değildir. Hz. İsa, onları Filistin ve çevresine tebliğ vazifesiyle göndermiştir. Ayrıca Yahudiler Hz. Süleyman'ın (a.s) heykeli için para toplamaya giden kimselere de "rasül" (elçi) diyorlardı. Kur'an'ın kullandığı "Havari" ifadesi ise, daha net ve anlaşılırdır. Bu kelime "Hor"dan türemedir ve "beyaz" anlamındadır. Nitekim elbise temizleyicisine "havari" denir. Çünkü o elbiseleri temizleyerek onları beyazlatmaktadır. Yine saf maddelere de "havari" denir. Örneğin elekten geçen maddelerin adı havaridir. Ayrıca "karşılık beklemeyen akradaş, dost" karşılığında da bu kelime kullanılır. İbn Seyyide, "Bir kimseye aşırı derecede yardım eden şahsa havari denir" demektedir. (Lisan'ul-Arab)

20. Bu son safhada, Kur'an, insanları Allah'ın dinine çağıran ve O'nun dininin küfre karşı galip gelmesi için uğraşan kimseleri, "Allah'ın yardımcıları" (Ensarullah) olarak nitelemiştir. (Daha önce Ali İmran: 52, Hac: 40, Muhammed:7 Hadid: 25 ve Haşr: 84, Muhammed an: 12, Hadid an: 47, Ayrıca Muhammed an: 9'da bu kelime başka bir yönüyle izah edilmiştir. Ancak buna rağmen bazı kimselerin zihninde, "Allah herşeye Kadir'dir ve tüm mahlukattan müstağnidir. O, kimseye muhtaç değildir ama herkes O'na muhtaçtır. O halde bir kul Allah'a nasıl ve ne şekilde yardım edebilir?" gibi bir soru akla gelebilir. Bu sorunun cevabı şöyle verilebilir:

Bu kimselere, "Ensarullah" (Allah'ın yardımcıları) denmesinin nedeni, Alemlerin Rabbi olan Allah'ın bir kimseye muhtaç olmasından ötürü değildir. Allah, insanlara dünyada iman-küfür, itaat-isyan konusunda seçme hürriyeti vermiştir. O, insanları kendi gücüyle mümin ya da kafir olmaya zorlamaz.

Fakat O, bu gayeyle insanlara yol göstermesi, telkin ve tebliğde bulunması için peygamberler göndermiş, kitaplar inzal etmiştir. Bu tebliğ ve telkini kendi iradesiyle kabul eden kimse mümindir. Fiilen tabi olduğunda da, müslim, kanit ve abiddir. Allah'tan ittika ederek yaşarsa muttaki, hayır için yarışırsa muhsin, bununla kalmayarak bu tebliğ ve talimi yaymaya, insanları ıslaha çalışır, küfür ve fısk yerine sadece Allah'a itaate dayanan bir nizam kurmak için uğraşırsa Ensarullah'tır. Allah, yukarıdaki ayette de açıkça beyan ettiği gibi, bu kimseleri kendisine yardımcı olanlar şeklinde nitelemiştir. İşte bu ifadeyle kastolunan budur. Şayet asıl maksat, Allah'a değil, Allah'ın dinine yardım etmek olsaydı, "Ensarullah" yerine "Ensaru dinillah", "Yensurullah" yerine "Yensuru dinellah" ve "in tensurullah" yerine de "İn tensuru dinellah" denilmesi lazım gelirdi.

Ancak görüldüğü gibi, Allah Teâlâ sürekli olarak bu ifadeyi kullanmış olduğundan, Allah'a yardımın kastedildiği açıkça anlaşılmaktadır. Fakat bunun anlamı, bu kimselerin Allah'ın bir ihtiyacını giderdikleri ve Allah'ın bizzat kendi gücüyle (cebir) olmayıp, peygamberler ve kitaplar vasıtasıyla olmasını dilediği bir işe iştirak ettiklerinden ötürü, kendilerine Allah'ın yardımcıları denmiştir.

21. Mesih'e inanmayanlar ile kastolunan Yahudilerdir. İnananlar ise, Hıristiyanlar ve Müslümanlardır. Allah Teâlâ, bu iki taifeyi de, Hz. İsa'yı reddedenler üzerine galip kılmıştır. Burada bu hususun beyan edilmesinin amacı, Hz. İsa'yı reddedenler üzerine, O'na inananlar nasıl galip gelmişlerse, Hz. Muhammed'i (s.a) reddedenler üzerine de O'na inananların galip geleceğinin anlatılmak istenmesidir.

SAF SÜRESİ(Seyyid KUTUB)

1- Göklerde ve yerde bulunanların hepsi Allah'ı tesbih etmiştir. O üstündür, hikmet sahibidir.

Bütün bir evrenin üstün güç sahibi, herşeyi eksiksizce yerleştiren yüce Allah'a boyun eğdiği surenin başında dile getiriliyor. Bu sure müslümanlara, bağlı bulundukları islamın, Allah'ın dininin son halkası olduğunu, Allah'ın birliğine dayalı bu dinin bekçilerinin kendileri olduğunu açıklamaktadır. Kafirlerin ve müşriklerin inkarlarını ve ortak koşmalarını red etmektedir. Müslümanları bu dinin zafere ulaşması için cihada çağırmaktadır. Nitekim yüce Allah, müşrikler istemese de bu dini diğer tüm dinlere karşı üstün kılmayı takdir etmiştir. Surenin bu girişinden anlaşılıyor ki, müslümanların yüklendikleri emanet bütün bir evreni ilgilendiren bir emanettir. Uğrunda cihad etmeleri istenen inanç davası göklerde ve yerde bulunan tüm canlıların hayat davasıdır. Ve bu dinin diğer bütün dinlere üstün gelmesi evrensel bir niteliktir. Bütün bir evrenin üstün güç ve düzenleme sahibi Allah'a yönelişi ile mükemmel bir uyum sergileyen bir eylemdir.

Sonra yüce Allah müminlerden bir kesimin yanlış bir hareketinden dolayı onları ağır biçimde eleştiriyor. Bu yüce Allah'ın en çok nefret ettiği ve çok çirkin saydığı bir iştir. Özellikle inananların böyle bir eyleme girişmelerini korkunç bir şey olarak göstermektedir:

2-Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyi niçin söylüyorsunuz?

3- Yapmayacağınız şeyi söylemek, Allah katında büyük gazaba sebep olur.

4- Doğrusu Allah, kendi yolunda kenetlenmiş bir duvar gibi saf bağlıyarak savaşanları sever.

Ali İbni Talha, İbni Abbas'tan rivayetle der ki; İbni Abbas şöyle söylemiştir: Cihad farz olmadan önce inanan bazı kimseler diyorlardı ki: Yüce Allah'ın bize işlerin en güzelini göstermesini isterdik ki biz de onu yapalım. Yüce Allah onların bu isteklerine bağlı olarak en çok sevdiği eylemin kesin bir şekilde inanmak ve imana karşı gelen ve onu kabul etmeyen isyankârlara karşı cihad etmek olduğunu peygamberine bildirdi. Cihad farz olduktan sonra müminlerden bazıları bu emirden hoşlanmadılar ve böyle bir iş onlara zor geldi. Bunun üzerine yüce Allah şu ayetini gönderdi:

"Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyi niçin söylüyorsunuz?"

"Yapmayacağınız şeyi söylemek, Allah katında büyük gazaba sebeb olur." İbni Cerir ayetlerin tefsirinde bu görüşü tercih etmiştir.

İbni Kesir de tefsirinde der ki: Tefsir bilginlerinin çoğu bu ayeti şu şekilde yorumlamışlardır: Müminler cihadın farz olmasını arzu ettikten sonra cihadın farz kılınması ve ardından bazılarının ona yanaşmamaları üzerine bu ayet inmiştir. Bu ayeti aynen şu ayet gibi yorumlamışlardır:

"Daha önce kendilerine `savaştan uzak durun, namazı kılın ve zekatı verin' direktifi verilmiş olanları görmüyor musun? Şimdi üzerlerine farz kılınınca, onların; Allah'tan korkar gibi ya da bundan bir daha fazla insanlardan korkan bir grubu, "Ey Rabbimiz, niye üzerimize savaşmayı farz kıldın, biraz daha mühlet tanısaydın olmaz mıydı?" dedi. Onlara de ki; `Dünya zevki kısa sürelidir. Ahiret ise sakınanlar için daha hayırlıdır. Orada kılpayı bile haksızlığa uğramazsınız: '

"Nerede olursanız olun, surlarla tahkim edilmiş kalelerin içinde bile olsanız, ölüm sizi bulur." (Nisa suresi, 77-78)

Katade ve Dehhak der ki; bu ayet "şöyle savaştık, böyle vuruştuk, şöyle sapladık, böyle yaptık" dedikleri halde böyle bir şey yapmayan bir kesimin ağzının payını vermek için inmiştir.

Ayetlerin normal akışından ve savaştan söz edilmesinden anlaşılıyor ki, bu ayetlerin iniş sebebi tefsir bilginlerinin çoğu tarafından belirtilen ve İbni Cerir tarafından tercih edilen görüştür. Şu kadar var ki, Kur'an hükümleri her zaman ayetlerin indiği şartlardaki olaylardan daha geniş kapsamlıdır ve inmesine sebep olan şartların ve durumların çok ötelerine kadar uzanmaktadır. Bu nedenle biz iniş sebeplerini ortaya koyan rivayetleri ve olayın bu ayetlerle ilgisini kabul etmekle beraber onların anlamlarının kapsamlı ve genel olduğunu belirtmeden geçemiyoruz.

Bu ayetler, meydana gelen bir olay ya da olaylar üzerine bir paylamayla başlamaktadır:

"Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyi niçin söylüyorsunuz?"

Hemen ardından bu davranışı ve bu ahlâkı alabildiğine çirkin ve tiksindirici gösteren bir nefret ifadesi yer almaktadır:

"Yapmayacağınız şeyi söylemek, Allah katında büyük gazaba sebep olur: ' "Allah katında" büyük olan günah, en büyük günahtır. Çok iğrenç ve çok kötü bir iştir. Bu gerçekten alabildiğine tiksindirici, ürpertici bir davranıştır. Özellikle müminin vicdanında nefret uyandırmaktadır. İmanıyla kendisine seslenilen ve kendisine iman ettiği Rabbinin çağrısına kulak veren müminin vicdanında.

Üçüncü ayet onların yapmadıkları şeyi söyledikleri konuya doğrudan işaret etmektedir. Bu da cihad konusudur. Burada cihad konusunda Allah'ın sevdiği ve razı olduğu iş de belirtilmektedir:

"Doğrusu Allah kendi yolunda kenetlenmiş bir duvar gibi saf bağlıyarak savaşanları sever."

Bu sadece savaşmak değildir. Allah yolunda savaşmaktır. Müslüman cemaatle dayanışma içinde onların safında savaşmaktır. Azimle ve direnerek savaşmaktır: "Kendi yolunda kenetlenmiş bir duvar gibi saf bağlayarak savaşanları sever."

Kur'an-ı Kerim, bu cüzün ilgili yerlerinde defalarca belirttiğimiz gibi, bir ümmet kuruyordu. Yeryüzünde Allah'ın dinini hayattaki yolunu ve insanlar arasındaki sistemini bir emanet olarak yüklenmeleri için onları yetiştiriyordu. Tek tek onların iç dünyalarını, ruhlarını ve vicdanlarını arındırmak, onları bir cemaat haline getirmek ve pratikte yaşanan bir eylem haline getirmek. Evet bunların hepsini bir anda yapmak gerekiyordu. Çünkü müslüman fert ancak bir cemaat içinde yetiştirilebilir. İslam ancak sağlıklı bağları bulunan, sağlıklı düzeni bulunan, aynı zamanda toplumsal bir hedefi olan düzenli bir topluluk ortamında var olabilirdi. Ancak bu şartlarda teker teker her bireyiyle ilgilenebilirdi. Bu ise sözkonusu ilahi düzenin vicdanda, eyleminde ve bunlarla birlikte yeryüzünde ortaya konması ile mümkün olabilirdi. İslamın yeryüzünde yürürlüğe konması ancak bu ilahi düzenin sınırları içinde yaşayan, hareket eden, çalışan ve üreten bir toplumla mümkündür.

İslam bireyin vicdanına ve bireysel sorumluluğa son derece önem vermekle beraber bir kenara çekilmiş, her biri kendi başına bir manastırda Allah'a ibadet eden tek tek bireylerin dini değildir. Böyle bir durum islamı, bizzat bu bireyin vicdanında dahi gerçekleştiremeyeceği gibi bunun doğal bir sonucu olarak onun hayatında da islamı gerçekleştiremez.

İslam, bu şekilde bir yalnızlığı yaşatmak için gelmemiştir. Tam tersine insanların hayatına hükmetmek, onu yönlendirmek için gelmiştir. Her alandaki bireysel ve toplumsal çalışmaya egemen olmak için gelmiştir. İnsanlar bireyler halinde yaşayamazlar. Ancak topluluklar ve milletler halinde yaşayabilirler. İşte islamda, insanlığa bu haliyle hükmetmek için gelmiştir. İslam insanların toplu halde yaşamaları ilkesi üzerine kurulmuştur. Bu nedenle islamın bütün prensipleri ilkeleri ve düzenlemeleri hep bu sosyal hayata paralel şekilde belirlenmiştir. İslam bireyin vicdanına eğildiğinde bu vicdanı bir topluluk içinde yaşayan bir ferdin vicdanı olarak şekillendirmeye çalışır. Bireyi ve bireyin içinde yaşadığı topluluğu Allah'a yöneltir. Fert Allah'ın yeryüzündeki dinini, hayattaki yolunu ve insanlar içindeki sistemini koruma emanetini omuzunda taşıyarak bu topluluk içinde yaşar.

Davanın ilk gününden itibaren islami bir toplum veya müslüman bir cemaat kurulmuştur. Bu topluluğun kendisine özgü sözlerine itaat edilen bir liderliği vardır. Bu Hz. Peygamber'in liderliğiydi. Bireyleri arasında sosyal bağlar bulunuyordu. Yapısı da diğer tüm topluluklardan farklı idi. Aynı zamanda bu topluluk içinde yaşayan her insanın, kalbine ve vicdanına dayanan kendisine özgü prensipleri, gelenek ve görenekleri vardı. Evet bunların hepsi Medine'de islam devleti kurulmadan önce gerçekleşmişti. Hatta bu cemaatın kurulması, Medine'deki devletin kurulmasına yol açan en önemli sebepti.

Bu üç ayeti gözönünde bulundurduğumuzda görüyoruz ki burada bireysel ahlâk, sosyal ihtiyaçlar dini inancın gölgesinde bütünleşmiştir. Çünkü bu inanç karekteri gereği, insanların hayatında bir güç halinde, başında koruyucuları ve bekçileri bulunan bir sistem altında gerçekleşmesini gerektirir.

İlk iki ayet inananların yapmadıklarını söylemelerini tenkid etmekte ve onun cezasına değinmektedir.

Bu iki ayet müslümanın kişiliğindeki en köklü karekteri çizmektedir. Doğruluk ve dürüstlük. İçi ile dışının, sözü ile eyleminin bir olması. Hem de kesin bir şekilde. Üçüncü ayette sözü edilen savaş konusunu da içine alacak ve daha ötelere sarkacak şekilde.'

Müslümanın kişiliğindeki bu özelliğe Kur'an-ı Kerim çoğu zaman dikkat çekmektedir. Peygamberin sünneti de aynı çizgiyi izleyerek tekrar tekrar ona parmak basarak Önemini pekiştirmektedir. Yüce Allah yahudileri eleştirirken buyuruyor ki:

"Siz kitabı okuduğunuz halde insanlara (başkalarına) iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Bunun yanlış olacağını düşünemiyor musunuz?" (Bakara suresi, 44)

Münafıkları eleştirirken diyor ki:

"Yüzüne karşı peki derler, fakat onların bir grubu yanından ayrıldıktan sonra geceleyin aleyhinde sana verdikleri sözle bağdaşmayan komploları kurarlar. Hiç şüphesiz Allah onların geceleri kurdukları komploları yazıyor. Sen aldırış etme, Allah'a güven. Vekil olarak Allah sana yeter." (Nisa suresi, 81)

Yine münafıklarla ilgili olarak buyuruyor ki:

"Kimi insan varki, dünya hayatı ile ilgili konuşması hoşunuza gider, ve en amansız düşman olduğu halde kalbindeki duyguların samimi olduğuna Allah'ı şahit gösterir. İş başına geçince yeryüzünde kargaşa ve bozgunculuk çıkarmaya ekini ve nesli mahvetmeye çalışır. Oysa Allah kargaşa ve bozgunculuk çıkarmayı kesinlikle sevmez." (Bakara suresi 204-205)

Hz. Peygamber diyor ki: "Münafığın alameti üçtür: Konuşunca yalan söyler, söz verince sözünde durmaz, emanete ihanet eder." (Bu hadisi Buhari, Müslim, Tirmizi ve Nesei Ebu Hureyre'den rivayet etmiştir)

'Bu anlamdaki hadisler pek çoktur. Aşağıda vereceğimiz hadis her halde Hz. Peygamberin bu konudaki en önemli, en derin içerikli direktiflerinden biridir. İmam Ahmed ve Ebu Davud Abdullah İbni Amir İbni Rebia dan rivayet ederler ki; Abdullah şöyle demiştir: Ben çocuk iken Hz. Peygamber bize gelmişti. O sırada ben oyun oynamak için dışarı çıkmıştım. Annem: "Abdullah buraya gel, sana birşey vereceğim: ' diye beni çağırmıştı. Hz. Peygamber Ona ne verecektin?" diye sordu. Annem: "Hurma" dedi. Hz. Peygamber "Eğer ona vadettiğini vermeseydin aleyhine bir yalan yazılacaktı" buyurdu.

Herhalde bu nedenle bu tertemiz ve berrak peygamberlik kaynağından beslenen İmam-ı Ahmed İbni Hanbel çok uzak mesafelerden hadis öğrenmek üzere gittiği bir adamdan hadis rivayet etmekten vazgeçmiştir. Çünkü adamın boş torbayı eline alıp içinde yem varmış gibi katırını çağırdığını ve onu kandırdığını görmüştü. Bunun üzerine İmam katırını kandıran birisinden rivayet etmekte sakınca görmüş ve ondan hadis almaktan kaçınmıştır!

İşte bu müslümanın vicdanındaki ve şahsiyetindeki tertemiz, derin ahlâki yapıdır. Yeryüzünde Allah'ın sistemini kuracak ve onu ayakta tutacak olan insanlara en yakışan ahlâk yapısı da budur. İşte bu sure bu ahlâki yapıyı ortaya koymaktadır. Bu aynı zamanda yüce Allah'ın bu görevi yerine getirmeleri için hazırladığı müslüman topluluğun eğitim halkalarından biridir.

Bu ayetlerin indikleri sırada doğrudan ele aldıkları konuya, yani cihad konusuna geldiğimizde ise üzerinde konuşulmaya, düşünmeye ve ibret almaya değer birçok konular görürüz.

Herşeyden önce burada kendimizi, geçici zaaf anları ile karşı karşıya bulunan insan psikolojisiyle, insanın iç dünyası ile yüzyüze buluyoruz. Bu zaaf durumlarında Allah'tan, sürekli hatırlatmasından, sürekli yönlendirmesinden ve sürekli eğitiminden başka hiçbir şey insanı koruyamaz ve kurtaramaz. İşte müslümanlardan bir topluluk bazı rivayetlerde Mekke'de heyecan ve duygusallıktan kaynaklanan iç tepkileri nedeniyle Allah'ın kendilerine savaş izni vermesini arzu eden, fakat Mekke'de sürekli savaştan el çekmeleri namaz kılmaları, zekat vermeleri emrediliyordu. Medine'ye hicret ettikten sonra bu topluluğa: "Kendilerine savaş farz kılındığında ise" Allah'ın belirlediği uygun zamanı gelince Medine'de savaş emri verildiğinde ise:

"Daha önce kendilerine `savaştan uzak durun, namazı kılın, zekatı verin' direktifi verilmiş olanları görmüyor musun? Şimdi üzerlerine farz kılınınca, onların; Allah'tan korkar gibi ya da bundan bile daha fazla, insanlardan korkan bir grubu, `Ey Rabbimiz, niye üzerimize savaşmayı farz kıldın, bize biraz daha mühlet tanısaydın olmaz mıydı?' dediler. Onlara de ki: `Dünya zevki kısa sürelidir. Ahiret ise sakınanlar için daha hayırlıdır. orada kıl payı bile haksızlığa uğramazsınız." (Nisa suresi, 77)

Ya da bunlar Medine'deki bir müslüman topluluktu. Allah katındaki en güzel işin ne olduğunu soruşturup onu yapmak istiyorlardı. Bu eylemin cihad olduğu kendilerine bildirilince hoşlanmamışlardı!

Bu kaçarlık bir duruş dahi gözlerimizin açılması için yeterlidir. İnsanın psikolojik yönden sürekli olarak takviyeye, telkinlere ve direnişe ilişkin öğütlere muhtaç olduğunu anlıyoruz. Özellikle zor şartlarda, ağır yükümlülükler altında bu tür takviyelere ihtiyacı daha da zorunlu hale gelmektedir. Müslüman ancak bu desteklerle yolunda doğru ilerleyebilir. Zaaf anlarına karşı galip gelebilir ve sürekli olarak daha uzak ufuklara gözlerini dikebilirler. Ayrıca şu gerçeği de öğreniyoruz ki, rahat olduğumuz durumlarda görev ve yükümlülük isterken mütevazı olmamız gerekmektedir. Olabilir ki Cenabı Allah bizi o durumda herhangi bir işte görevlendirdiğinde onun üstesinden gelemeyiz. Görevimizi hakkıyla yerine getiremeyiz! Nitekim burada ilk müslüman nesilden bir topluluk zaafa düşmekte ve yapamayacakları şeyleri söylemektedir. Sonuçta yüce Allah onları sert bir şekilde azarlamakta ve onların bu eylemini, bu durumunu ürpertici bir şekilde kınamaktadır.

İkinci olarak yüce Allah'ın birbirine kenetlenmiş bir duvar gibi saf bağlayarak savaşanları sevmesi üzerinde durmalıyız. Allah yolunda savaşmaya ilişkin bu köklü, güçlü teşvik üzerinde durup düşünmeliyiz. Burada herşeyden önce kaydedilmelidir ki, savaşı istememe, geri kalma ve ondan çekinme hali bu teşvikle kapatılmak istenmektedir. Şu kadar varki belli olaydaki bu ilginç sebep sözkonusu teşvikin genel olmasına ve bu sebebin ötesinde sürekli bir hikmetin bulunmasına engel değildir.

Hiç şüphesiz islam, savaşı arzu etmez ve savaşı sevdiği için onu istemez. İslam şartlar kendisini zorladığı için ve savaşın ardındaki hedef büyük olduğu için onu farz kılar. Çünkü islam, insanlığı ilahi sistemin en son ve değişmez şekli ile karşılar. Bu sistem sağlıklı fıtrata uygun düşmekle beraber ruhlara birtakım yükümlülükler getirir. Böylece onları üstün seviyelere çıkarmak ister. Bu üstün derecelere ulaşıp orada kalmalarını arzu eder. Ne var ki bu yeryüzünde ilahi sistemin yerleşmesini istemeyen pek çok kuvvetler de bulunmaktadır. Çünkü islam bu güçlerin sahte, basit değerlere dayalı olan birçok ayrıcalıklarını ellerinden alır. İslamın öngördüğü sistem, hayata yerleşip hakim olduğunda bu tür güçlerle savaşır ve onları kökten söküp atar. Bu sahte güçler, imanın ve onun öngördüğü yükümlülük düzeyinden insanları geride bırakmak için onların zaaflarını kullanmaya çalışırlar. Ayrıca bilinçsizliklerini ve önceki nesillerden gelen gelenekselleşmiş yanlış anlayışları istismar etme çabasına girerler. Bunlarla ilahi sisteme ve onun yoluna dikilmek isterler. Zaten kötülük saldırgan, batıl, kendini beğenmiş ve şeytan da her zaman çirkin işlere teşvik etmektedir. Bu nedenle iman davasına sahip çıkanların ve ilahi sistemin bekçilerinin, kötülüğün işbirlikçilerini ve şeytanın dostlarını yenebilmeleri için güçlü olmaları gerektiği ortaya çıkmaktadır. Hem ahlâk yönünden güçlü hem de savaş yönünden güçlü. Yine ortaya çıkıyor ki bu iman davasına sahip olanların, yeni sistemin davetinin özgürlüğünün, bu sisteme inanç özgürlüğünün ve onun belirlenmiş sistemine uygun olarak çalışma özgürlüğünün güvencesi için tek çare savaş olduğunun, savaşmaları gerektiğinde kesinleşmektedir.

Müslümanlar Allah yolunda savaşırlar. Kendi çıkarları için veya ırk, toprak, soy ve aile gibi herhangi bir tutkunluk ve asabiyet yolunda savaşmazlar. Yalnız Allah yolunda, sadece Allah için, sırf Allah'ın sözünü yüceltmek için savaşırlar. Nitekim Hz. Peygamber buyuruyor ki: "Kim Allah'ın sözünü yüceltmek için savaşırsa o Allah'ın yolundadır." (Bu hadisi Buhari Müslim Ebu Davud Tirmizi ve Nesei rivayet etmiştir)

Allah'ın sözü, O'nun iradesini ifade eder. Allah'ın biz insanlara açıklanan iradesi bu evrenin bütünüyle istikametinde seyrettiği evren yasasıyla uyum sağlayan, bütünleşen iradesidir. Bütün bir evren bu iradeye bağlı olarak Rabbini övgüyle takdis etmektedir. İslam ile gelen Allah'ın son şeklini almış olan sistem evrenin bu yasasıyla tamamiyle uyum içindedir. Bu yasa evrenin tümünü içindeki insanlarla birlikte Allah'ın şeriatına bağlar. Onun yasası ile hükmeder hale getirir. Allah'tan başkaları tarafından belirlenen yasalara değil.

Bazı bireylerin, birtakım sınıfların ve kimi devletlerin bu sisteme karşı direnmeleri doğaldır. Ebetteki islam kendisine karşı koyan bu güçlere rağmen yoluna devam edecektir. Bu sistemin zafere ulaşması ve yeryüzünde Allah sözünün gerçekleşmesi için müslümanların cihad etmeleri kaçınılmaz bir gerekliliktir. İşte bunun için yüce Allah taşları birbirine kurşunla kenetlenmiş bir bina gibi saf tutarak kendi yolunda savaşanları sever. (Yazarın "Dünya Barışı ve,islam" adlı kitabının "Dünya Barışı" isimli bölümüne bakınız)

Üçüncü olarak mücahidlerin savaşırken taşımaları gereken ve Allah'ın sevdiğini belirttiği durum üzerinde biraz düşünmeliyiz: "Kendi yolunda kenetlenmiş bir duvar gibi saf bağlayarak." Bu aslında bireysel bir sorumluluktur. Fakat toplumsal şekilde ortaya çıkan bireysel bir sorumluluk. Düzenli bir cemaat içindeki bireysel sorumluluk. Çünkü islama karşı koyanlar toplu güçler halinde O'na karşı koymaktadırlar. Büyük kitleler halinde O'na saldırmaktadırlar. Bu nedenle islam ordularının da düşmanlarını düzgün, düzenli ve saflar halinde karşılamaları gerekmektedir. Sağlam ve dayanıklı birlikler halinde düzene girmeleri gerekir. Çünkü bu dinin temel özelliği budur. Üstün ve galip gelmesi, topluma hakim olması, birbirine bağlı, birbiriyle uyumlu bir topluluk meydana getirmesi O'nun en önemli özelliğidir. Tek başına ibadet eden, yalnız başına savaşan ve tek başına yaşayan toplumdan kopuk fertlerin sergilediği tablo bu dinin tabiatından tamamen uzaktır. Bu tek tek bireyler cihad halinde veya bundan sonra hayata hakim olma konusunda sistemin gerekliliğinden tamamen uzaktırlar.

Yüce Allah müminler için sevdiğini ifade ettiği bu manzara onların dinlerinin tabiatını da çiziyor kendilerine. Onlara yolun işaretlerini açıklıyor: Eşsiz yapısını da ortaya koyuyor. "Kenetlenmiş bir duvar gibi saf bağlayarak." Bu öyle bir yapıdır ki bütün tuğlaları birbiriyle yardımlaşmakta, birbirine dayanmakta ve kenetlenmektedir. Her tuğla kendi görevini yerine getirmekte ve her biri kendi yediğini kapatmaktadır. Çünkü bir tuğla yerinden ayrıldığında ileriye veya geriye alındığında yanındaki ve altındaki diğer tuğlalarla bütünleşip kenetlenmediğinde duvarın tamamı yıkılma tehlikesi ile karşı karşıya kalır. Bu genel anlamı ifade eden soyut bir benzetme değil, gerçeği tasvir eden bir ifadedir. Cemaatın yapısını, cemaat içindeki bireylerin birbirleriyle bağlarını tasvir eden bir ifade. Belirlenen düzen içinde, belirlenen hedefe doğru yöneltilen inanç bağını ve hareket bağını ortaya koymaktadır.

Bundan sonra sözkonusu ilahi sistemin islamdan önceki peygamberler döneminde gerçekleşen aşamalarının tarihi sürecini vermeye geçmektedir:



5- Musa kavmine: " Ey kavmim! Benim Allah'ın size gönderdiği elçisi olduğumu bildiğiniz halde niçin beni incitiyorsunuz?' demişti. Onlar yoldan sapınca Allah da kalplerini saptırmıştı. Allah, yoldan çıkan millet; doğru yola eriştirmez.

6- Meryem oğlu İsa'da: "Ey İsrailoğulları! Ben size gönderilmiş Allah'ın elçisiyim, benden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmed adında bir peygamberi de müjdeleyici olarak geldim, demişti. Fakat o kendilerine açık deliller getirince, "Bu apaçık bir büyüdür" dediler.

İsrail oğullarının kendilerini Firavun ve ileri gelenlerinden kurtaran Peygamberi önderleri ve öğreticileri olan Hz. Musa'ya karşı eziyetleri çok boyutludur. Hz. Musa'nın onların eksikliklerini, eğriliklerini kapatmak için verdiği uğraş çok yorucu, zor ve sıkıntılı bir uğraştır. Kur'an ı Kerim çeşitli Kıssalarda bu bıktırıcı eziyetlerin ve uğraştaki zorlukların değişik türlerinden tablolar sunmaktadır.

Hz. Musa onları Firavundan kurtarmak için çalışırken onun zulmüne ve baskısına karşı direnirken, onlar Firavun'a boyun eğerek rahat içinde yaşıyorlardı. Üstelik Hz. Musa'ya bu mücadelesinden dolayı da kızıyorlardı. O'nu kınayarak eleştirerek şöyle diyorlardı: "Sen gelmezden önce de, geldikten sonra da işkence çektik." (Araf suresi, 129) Sanki onlar Hz. Musa'nın Peygamberliğinden bir hayır görmediklerini ifade ediyorlardı veya bu son uğradıkları eziyetlerinin sorumluluğunu O'na yüklemek istiyorlardı.

Tek olan Allah'ın adıyla Firavun'un zulmünden kurtarır kurtarmaz onlar tekrar Firavun'a ve ileri gelenlerine tapmaya eğilim duymuşlardı. Halbuki yüce Allah onları Firavundan kurtarmış ve onu gözlerinin önünde boğmuştu:

"İsrailoğullarını denizden karşıya geçirdik. Yolda putlarına tapan bir topluma rastladılar, bunun üzerine: `Ey Musa, bu adamların nasıl ilahları varsa bize de öyle ilahlar yap' dediler. Musa da onlara: `Siz gerçekten cahil bir toplumsunuz' dedi." '(Araf suresi, 128)

Hz. Musa ilahi emirlerin yazılı olduğu levhaları almak için sözleşmesi gereği Rabbinin emrettiği dağa çıkar çıkmaz, hemen Samiri onları sapıklığa düşürdü: "Samiri, o erimiş altınlardan böğüren bir buzağı heykelini yontarak İsrail oğullarının önlerine dikti. Onlar da birbirlerine `İşte sizin ve Musa'nın ilahı budur, fakat Musa onu unuttu' dediler." (Taha suresi, 88)

Sonra onlar çölde yüce Allah'ın kendilerine verdiği bıldırcın etini ve kudret helvasını beğenmeyerek dediler ki:

"Hani dediniz ki, `Ya Musa, biz tek çeşit yemeğe artık dayanamayacağız. Rabbine dua et de yerin bitirdiği sebze kabağından, sarımsağından, mercimeğinden soğanından çıkarsın: Musa da `Siz hayırlıyı daha değersizi ile mi değiştirmek,istiyorsunuz? Öyleyse bir şehre ininiz. Orada ne isterseniz var' dedi." (Bakara suresi, 61)

Kesmekle yükümlü kılındıkları inek olayında da bir sürü tartışmışlar, neden ve sebep aramışlar. Kendi peygamberlerine ve Rabblerine karşı terbiyesizlik ve edebsizlik yaparak şöyle demişlerdi:

"Onlar `Rabbine dua et de o sığırın nasıl olduğunu açıklasın' dediler. Musa da; `Rabbim, `O sığır ne yaşlı ve ne de körpe olup bu ikisi arasında orta yaşlıdır' diyor, haydi size emredileni yapın' dedi: '

"Onlar: "Rabbine dua et de bize o sığırın rengini bildirsin' dediler. Musa da: `Rabbim, `O sığır görenlerin gözüne hoş gelecek parlak sarı renktedir' diyor' dedi: '

"Onlar: `Rabbine dua et de bu sığırı bize iyice tanımlasın. Biz sığırları birbirinden ayırd edemez olduk. Allah dilerse bu karışıklığın içinden çıkarır' dediler." (Bakara suresi, 68-70)

Sonra kendileri için kutsal bir tatil günü istemişler. Cumartesi günü kendilerine kutsal bir gün olarak tayin edilince bu sefer onun yasaklarını çiğnemişlerdi.

Yüce Allah'ın kendilerine fethedeceklerini müjdelediği kutsal yurdun önünde durmuşlar, yüz çevirerek, boyun bükerek Hz. Musa'ya şöyle demişlerdi:

"Dediler ki: `Ya Musa, orada zorba bir kavim var. Onlar oradan çıkmadıkça biz oraya kesinlikle girmeyiz. Eğer çıkarlarsa o zaman oraya gireriz." (Maide suresi, 22)

Teşvikler ve cesaretlendirmeler ard arda tekrar edilince bu sefer şımarıp inkara kalkışmışlardı:

"Dediler ki: `Ey Musa, onlar orada oldukları sürece biz oraya kesinlikle girmeyiz. Git sen Rabbin ile birlikte savaş, biz burada kalıyoruz." (Maide suresi, 24)

Bazı hadislerde ifadesini bulduğu gibi, onlar Hz. Musa'ya karşı yersiz sorular, teklifler, isyanlar diretmeler ve saçma temellere dayalı kişisel ithamlarla dikilip durmuşlardır.

Burada ayet-i kerime Hz. Musa'nın sevgi ve sitem içerisinde onlara söylediği şu sözleri hatırlatmaktadır:

"Musa kavmine: `Ey kavmim! Benim, Allah'ın size gönderdiği elçisi olduğumu bildiğiniz halde niçin beni incitiyorsunuz?' demişti. Onlar yoldan sapınca Allah ta kalplerini saptırmıştı. Allah yoldan çıkan milleti doğru yola eriştirmez."

Onlar gerçekten bunu kesin biliyorlardı. Bu ifade hatırlatma ve sitem üslubunu kullanmaktadır.

Sonuçta doğrulmaları için gereken bütün şartlar ortaya konmasına rağmen onlar sapıklığı tercih ettikleri için Cenabı Allah ta onların sapıklığını artırmış, kalplerini de saptırarak hidayete elverişsiz bir hale getirmiştir. Onlar sapıklığı tercih etmiş, Cenabı Allah ta onlara ebedi sapıklığı vermiştir: "Allah sapıklığı tercih eden topluluğu doğru yola eriştirmez."

Böylece onların Allah'ın dinini ayakta tutma görevleri de sona ermiş, bu sapıklık ve eğrilik hali üzerinde bulundukları için, sözkonusu büyük görevi üstlenme yeteneklerini yitirmişlerdir.

Ardından Meryem oğlu Hz. İsa gelmiştir. İsrailoğullarına şu gerçeği bildirmek için:

"Ey İsrailoğulları ben, Allah'ın size gönderdiği Peygamberiyim."

Yoksa Hz. İsa onlara: "İlahı oluşturan üç unsurdan biri kendisinin Allah olduğunu, Allah'ın oğlu olduğunu ya da ilahı oluşturan üç unsurdan biri olduğunu söylememiştir."

"Meryem oğlu İsa'da: ``Ey İsrailoğulları! Ben size gönderilmiş Allah'ın elçisiyim, benden önce gelen Tevrat'ı doğrulayıcı ve benden sonra da gelecek Ahmed adında bir peygamberi de müjdeleyici olarak geldim' demişti:'

Bu ifade peygamberliğin birbirine bağlı halkalarını tasvir etmektedir. Bu halkaların biri diğerine görevi devretmekte, fakat esas itibariyle her biri diğerine bağlı bulunmaktadır. Hepsinin yönelişi ve hedefi birdir. Gökten yere uzanmaktadır. Birbirine bağlı uzun bir zincir içindeki halkalar ardarda gelmektedir. Bu tablo ayrıca Allah'ın işine ve sistemine uygun bir tablodur. Bu sistemin temeli birdir sadece şekilleri değişmektedir. İnsanlığın hazırlığına, ihtiyaçlarına, güçlerine uygun olarak. Deneyimlerine ve bilgi seviyesine uygun olarak. İnsanlık, aklı olgunluk ve bilinç aşamasına ulaştığında bu zincirin son halkası gelmektedir. En son şekli ile kuşatıcı ve eksiksiz olarak sözkonusu deneyimlerin ışığı altında olgun akla hitap etmektedir. Bu aklın kendi sınırları içinde çalışması için onu özgürlüğe kavuşturmaktadır. Bütün insanlık için belirlenmiş ilahi sistemin çerçevesi içinde bu sistem insanın yetenekleri, gücü ve enerjileriyle uyum içinde bulunmaktadır.

Hz. İsa'nın bizim peygamberimiz olan Hz. Ahmed'i müjdelediği Kur'an'ın bu ayetiyle sabittir. İster eldeki İnciller bu müjdeye yer versin, ister yer vermesin. Bu İncillerin yazılmasında izlenen yol ve bu yolu kuşatan şartlar nedeniyle bu konuda İncilleri kaynak olarak kullanamayacağımız apaçık bir gerçektir.

Kur'an-ı Kerim Arap yarımadasında bulunan yahudi ve hristiyanlara okunmuş ve onlara şu ayet duyurulmuştu:

"Onlar adını ellerindeki Tevrat'ta ve İncil'de yazılı buldukları şu okuma yazmasız (ümmi) peygambere uyarlar. O onlara iyiliği emreder, kötülüğü yasaklar, temiz şeyleri helal eder, murdar şeyleri haram kılar, omuzlarındaki aşırı yükümlülükleri boyunlarındaki zincirleri kaldırır:'

Onların Abdullah İbni Selam gibi sonradan müslüman olan samimi bazı bilginleri hahamların gizlemek üzere anlaştıkları ve birbirlerine tavsiye ettikleri bu gerçeği itiraf etmişlerdir. Tarihi kaynaklardan da açıkça anlaşılıyor ki: Yahudiler o sırada zamanı yaklaşan bir peygamberin gelmesini bekliyorlardı. Aynı şekilde Arap yarımadasında yalnız başına yaşayan bazı hristiyan bilginlerde onun gelmesini bekliyorlardı. Ne var ki yahudiler bu peygamberin kendilerinden olmasını istiyorlardı. Yüce Allah O'nun başka bir kavimden, Hz. İbrahim'in soyundan olmasını dileyince bu ilahi takdiri beğenmediler ve ona karşı savaştılar!

Hangi açıdan bakarsak bakalım bu tür haberler konusunda Kur'an'ın açık hükmü en kesin kaynaktır ve bu konuda en son söz O'nundur.

Surede bundan sonra gelen ayetlerden anlaşılıyor ki bu ayetler yahudi ve hristiyanı ile tüm İsrail oğullarının kendi kitaplarında müjdelenen peygamber nasıl karşıladıkları ile ilgili olarak gelmişlerdir. Onların peygamberimizin bu şekilde karşılamalarını yadırgamaktadırlar. Yüce Allah'ın tüm diğer dinlere üstün kıldığı ve son din olarak belirlediği yeni dine karşı ne tür tuzaklara başvurduklarını anlatmaktadırlar. "Fakat O kendilerine açık deliller getirince. , Bu apaçık bir büyüdür' dediler."



7- İslama çağrılırken Allah'a karşı yalan uydurandan daha zalim kimdir? Allah zalimler topluluğunu doğru yola iletmez.

8- Onlar ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. Halbuki zalimler istemese de Allah nurunu tamamlayacaktır.

9- Müşrikler istemese de dinini bütün dinlere üstün kılmak için peygamberini hidayet ve hak ile gönderen O'dur.

İsrailoğulları yeni gelen dine karşı düşmanca bir tutum içine girmişlerdi. Bir dizi hilelere ve sapınmalara başvurmuşlardı. Çeşitli yollara ve yöntemlere başvurarak ona karşı savaşmışlar ve bu çirkin savaş o gün bugündür devam etmektedir. İsrailoğulları önce ona karşı ithamlarda bulunarak savaştılar. "Kendilerine apaçık belgeler gelince bu apaçık bir büyüdür dediler." Tıpkı ilahi kitabı olmayan ve yeni dinin geleceğinden, müjdesinden haberi olmayan müşrikler gibi. Sonra bu savaşlarını hile ve oyunlarla sürdürdüler, islam ordusu içine şüphe ve desiseler sokmaya çalıştılar. Medine'de Muhacir ile Ensarı birbirine düşürmeyi planladılar. Ensar ile Evs ve Hazrec kabilelerinin arasını açmaya çalıştılar. Sonra bazen münafıklarla bazen de müşriklerle işbirliği yaparak komplolar kurdular. Bu yolla islama karşı savaştılar. Bazen Hendek savaşında olduğu gibi islamın saldırgan düşmanlarına katılarak bu mücadeleyi sürdürdüler. Hz. Aişe'ye karşı oluşturulmuş iftira olayında Abdullah İbni Übey İbni Selül vasıtasıyla asılsız haberleri yayarak da bu çarpışmayı sürdürmeye çalıştılar. Daha sonra Allah'ın düşmanı Abdullah İbni Sebe vasıtasıyla Hz. Osman dönemindeki kargaşayı körüklediler. İslama karşı savaşlarını Hadise, Siyere ve Tefsire karıştırdıkları yalanlar ve uydurmalarla sürdürdüler. Çünkü onlar Kur'an-ı Kerim'e yalan ve uydurma şeyler yakıştırmaktan aciz düşmüşlerdi.

Şu ana kadar bu savaş bir an dahi dinmemiş ve sona ermemiştir. Dünya siyonizmi ve haçlı zihniyeti bugünde islama karşı hile ve tuzaklarını sürdürmektedir. Nesiller boyunca aralıksız ve amansız bir şekilde bu iki kitle islama karşı saldırılarını ve mücadelelerini sürdürmüşlerdir. Doğu'da haçlı seferleri ile ona karşı savaşmışlar, batıda ise İspanya'daki savaşlarla mücadelelerini sürdürmüşlerdir. Ortadoğu'da ise son hilafet devletine karşı iğrenç bir savaşa girmişler. "Hasta adam" dedikleri bu ülkeyi paramparça edip bir miras gibi aralarında paylaşmışlardır. İslam yurdunda sahte kahramanlar yaratmaya ihtiyaç duyduklarında islama karşı bu kinlerini kusmaya ve bu planlarını uygulamaya kendini adayan sözde kahramanlar ileri sürmüşlerdir. Bunlar "halifeliği" yıkmak ve islami idarenin en son şekli ve görüntüsünü yok etmek istediklerinde . ..'de "bir kahraman" yarattılar! Omuzlarından kaldırıp onu şişirdiler. Göstermelik olarak başkenti işgal eden ve vatandaşların gözünde bir kahraman yaratmayı amaçlayan müttefik güçlerin orduları da bir bir geri çekildiler. Artık bu kahraman vasıtasıyla rahatlıkla halifeliği kaldıracak, Arap alfabesini yürürlükten kaldıracak ve Türkiye'yi diğer müslüman milletlerden ayırabileceklerdi. Türkiye'nin dinle ilgisi bulunmayan medeni, laik bir devlet olduğunu söyleyebileceklerdi. Siyonizm ve haçlı zihniyeti islamın herhangi bir ülkesinde islama ve islami hareketlere son darbeyi indirmek istediğinde bu türden sahte kahramanlar türetmeyi bir gelenek haline getirmiştir. Böylece bu sahte kahramanı din bağının ve tutkusunun yerine geçirmekte, dinin sancağını bir kenara itip onu bayraklaştırmaktadır.

"Onlar gözleriyle Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. Halbuki zalimler istemese de Allah nurunu tamamlayacaktır."

Bu ayet-i kerime önemli bir gerçeği dile getirmekte ve aynı zamanda ağıt yakmayı, hafife almayı çağrıştıran bir tablo çizmektedir. Bu gerçeğin ta kendisidir. Onlar kendi ağızlarıyla "Bu Kur'an apaçık bir büyüdür" diyorlardı. Yine dini yok etmek için çeşitli oyunlara ve tuzaklara başvuruyorlardı. Burdaki tablo onların çirkin bir çaba içinde olduklarını sergiliyor. Çünkü onlar güçsüz, cılız imkanları ile kendi üfürmeleriyle Allah'ın nurunu söndürmeye çalışıyorlar!

"Kafirler istemese de Allah nurunu tamamlayacaktır."

Allah'ın sözü bütünüyle doğrudur, nurunu Hz. Peygamber'in hayatında tamamlamış. Allah tarafından seçilen ilahi sistemin gerçeğe dayalı canlı bir örneği olarak islam toplumunu ortaya çıkarmıştır. Belli başlı özellikleri bulunan ve çizilmiş bir sınırı olan bir şekilde bu cemaati, bu toplumu gün yüzüne çıkarmıştır. Kendisinden sonra tüm nesillerin gözleri önüne getirmiştir. Bu seçkin topluluğun kitapların sayfaları arasında teorik olarak bulunan bir toplum olmasını istememiş, realiteler dünyasında onu bir gerçek olarak gözler önüne sermiştir. Nurunu tamamlamış, dinini eksiksiz kılmış, böylece onlara büyük nimetini sunarak islamı onlara din olarak seçmiştir. İslamı sevdikleri, uğrunda savaştıkları, ateşe girmeye razı olup onu terkederek küfre dönmeye razı olmadıkları bir din kılmıştır. Böylece din gerçeği hem gönüllerde hem yeryüzünde egemen olmuştur. Bu gerçek bugün halâ yeryer dirilmektedir. Nabzı atmakta ve silkinip ayağa kalkmaktadır. İslama ve müslümanlara karşı sergilenen onca savaşlara, hilelere, cezalandırmalara, soyutlamalara ve ağır zulümlere, işkencelere rağmen! Çünkü Allah'ın nurunu ağızlarıyla söndürmek, kulların ellerindeki ateş ve demirle onu bastırmak mümkün değildir. Azgın zalim diktatörler, siyonistlerin ve haçlı zihniyetinin türettiği sahte kahramanlar bu uzak hedefe ulaştıklarını hayal etseler de Allah'ın bu nurunu söndüremeyeceklerdir.

Allah'ın takdiri bu dini hakim kılmayı dilemiştir. Öyle ise bunun gerçekleşmesi zorunludur, kesindir:

"Müşrikler istemeseler de dinini bütün dinlere üstün kılmak için peygamberini hidayet ve hak ile gönderen O'dur."

Yüce Allah'ın bu din için onun "doğru yol ve hak din" olduğuna tanıklık etmesi, tanıklığın en büyüğüdür. Bu konuda söylenecek en kesin söz budur. Bunun ötesinde bir tanıklığa gerek yoktur. Zaten Allah'ın iradesi tamamlanmış ve bu din tüm dinlere karşı üstün gelmiştir. Bir din olarak tüm dinlerin üstüne çıkmıştır. Onun gerçekliği ve yapısı karşısında hiçbir din ayakta duramaz. Putperest dinler zaten bu konuda hiçbir şansa sahip değillerdir. İlahi kitaba dayalı dinlere gelince bu din onların sonuncusudur ve o halkanın en son, en kapsamlı ve en mükemmel şeklidir. (Öyle ise bu din ilahi dinler içinde de sonuna kadar onların en üstün ve en mükemmeli olmaya devam edecektir.

Bu dinler tahrifata uğramış, değiştirilmiş, paramparça edilmiş, kendilerinden olmayan şeyler ilave edilmiş, bazı yerleri çıkarılmış ve artık hayata yön verebilecek yeteneklerini ve özelliklerini yitirmiş bir hale düşmüşlerdir. Bunlar oldukları gibi kalıp, tahrif edilmemiş değiştirilmemiş olsalardı bile bunlar zamanı geçmiş dinlerdir., Sürekli değişen hayatın bütün ihtiyaçlarına cevap verecek kapsamlılıktan uzaktırlar. Çünkü bunların her biri Allah'ın takdirinde sınırlı bir zaman içinde gönderilmiştir.

İşte bu, Allah'ın dininin yapısı ve gerçekliği açısından gerçekleşmesidir. Hayattaki gerçeklik açısından baktığımızda ise Allah'ın vaadi bir kere gerçekleşmiş ve bu din bir güç, bir geçeklik ve bir idare biçimi olarak bütün dinlere üstün gelmiştir. Yeryüzünün büyük bir bölümü bir asır içinde ona boyun onun hükmü altına girmiştir. Sonra bu din barışçı bir yolla Asya ve Afrika'nın içine doğru açılmış ve bu dine sırf çağrı yoluyla ilk cihad hareketlerinin süresi boyunca islama girenlerin beş katı onunla müşerref olmuştur. Dünya siyonizmi ve dünya haçlı zihniyetinin ....... deki son halifeliği kendilerinin türettiği kahramanlar vasıtası ile ortadan kaldırmasından bu yana islam halâ hiçbir devlete dayanmadan ve dünyanın dört bir yanında aleyhinde sergilenen savaşlara ve tuzaklara rağmen yayılmaya devam etmektedir. Bu yayılmasına dünya siyonizmi ve dünya haçlı zihniyetinin elbirliği ile ortaya çıkardıkları sözde "kahramanlar" vasıtasıyla islam ülkelerinden herhangi birinde meydana gelen islami diriliş hareketlerini yok etme çabalarında islamın yayılışına engel olmamaktadır

Bu din hala insanlık tarihinde tarihi misyonunu ve gücünü korumaktadır. Allah'ın sözünün bir gereği olarak bu din tüm dinlere karşı üstün gelecektir. İnsanlar güç, tuzak ve saptırma konusunda ne kadar ileri giderlerse gitsinler islamın bu yükselişini insanların basit çabaları ile durdurmak asla mümkün olmayacaktır

Bu ayetler kendileri ile muhatap olan müminler için itici bir güç niteliğindeydi. Yahudi ve hristiyanların artık gereğini yerine getirmedikleri emaneti taşımaya Allah'ın kendilerini seçtiği bu göreve sarılmaya bir teşvik niteliğindeydi Yine bu ayetler onların kalplerini huzura kavuşturuyordu. Gönül huzuru ile Allah'ın üstün kılmayı dilediği dinin yüceltilmesine ilişkin Allah'ın kaderini gerçekleştiriyorlardı. Onlar bu kaderin gerçekleşmesinde bir araç oluyorlardı. Yine bu ayetler bu günde Rabbinin sözüne güvenen müminlerin gönüllerine huzur vermekte, onlar için itici bir güç olmaktadır ve bu ayetler gelecek nesiller içinde aynı duyguları diriltme kaynağı olacaklardır. Allah´in izniyle Allah'ın sözü hayatta bir kere daha gerçekleşinceye kadar bu ayetler mesajlarını vermeye devam edecekler.

İnanç davasının tarihi süreci içinde ve Allah'ın bu son dinin yeryüzüne hakim kılınacağına dair sözü doğrultusunda Kur'an-ı Kerim inananlara seslenmektedir. Bu hitapla ilk defa karşılaşan inananlara ve onlardan sonra kıyamet gününe kadar gelecek imanlı nesillere çağrıda bulunmaktadır. Onlara dünya ve ahiretin en kârlı ticaretinin Allah'a iman ve Allah yolunda cihad ticaretinin olduğunu göstermektedir.



10- Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticareti size göstereyim mı.

11- Allah'a ve Resulüne inanır, mallarıyla canlarıyla Allah yolunda savaşırsınız. Eğer bilirseniz bu sizin için en iyi yoldur.

12- Böyle yaparsanız Allah günahlarınızı bağışlar, sizi altlarından akan cennetlere Adn cennetlerindeki güzel meskenlere koyar İşte en büyük kurtuluş budur.

13- Seveceğiniz bir şey daha var Allah'tan bir zafer ve yakın bir fetih, müminleri müjdele!

Bu ayetlerdeki ifade biçimi ayırma ve bitiştirme soru ve cevap, ileri alma ve geriye alma. yöntemleri ile bilinen bir anlatım üslubudur. İfade gücünün tüm etkileme araçlarını kullanarak bu çağrının kalpler üzerinde daha fazla etki yapmasını amaçlamaktadır.

Bu bölüm iman adı ile yapılan bir çağrıyla başlamaktadır. "Ey iman edenler." Bunun ardından anlamlı bir soru gelmektedir. Burada onlara soru yönelten ve onları cevaba teşvik eden yüce Allah'tır:

"Sizi acıklı azaptan kurtaracak bir ticareti size gösteriyim mi?"

Yüce Allah'ın böyle bir ticareti kendisine göstermesini kim istemez ki? İşte burada birinci ayet sona eriyor. Araya, dikkat çekilen şiddetli bir bekleyişle cevabı duymaya teşvik eden iki cümle giriyor. Sonra cevap geliyor. Kalpler ve kulaklar ona pür dikkat kesilmiş durumdadır: "Allah'a ve Peygamberine inanırsınız?" Onlar zaten Allah'a ve Peygamberine inanmışlardır. Böylece kalpleri cevabın bu ilk yarısını duyduğunda bunun kendilerinde bulunduğu sevinci ile parlamaktadır! "Mallarınız ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz." Bu, surenin ele aldığı temel konudur. Burada bu üslupla verilmektedir, böyle tekrar edilmektedir, ve bu tür bir anlatım içinde değinilmektedir. Çünkü yüce Allah insanın iç dünyasının böyle bir tekrara, böyle bir çeşitlemeye ve böyle bir hatırlatmaya ihtiyacı olduğunu bilmektedir. İlahi sistemin yeryüzünde kurulması ve bunun bekçiliğini yapması için; böyle zorunlu ve kaçınılmaz bir görevi yüklenmesi için sürekli teşviklere ihtiyacı olduğunu .bilmektedir. Süsleyip güzel gösterdiği bu ticaretin ardından şöyle demektedir: "Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır." Gerçek bir bilgi, bilenleri bu köklü ve değerli iyiliğe götürür. Sonra bu iyiliği ardından gelen başka bir ayette açıklanmaktadır. Çünkü önce özet halinde verip sonra ayrıntılara girmek kalbi sözü edilen iyiliğe teşvik etmekte, onu duygulara yerleştirmekte ve orada pekiştirmektedir. "Günahlarınızı bağışlar." Bu bile yalnız başına yeterlidir. Kim insanlara günahlarının bağışlanacağını garanti edebilir ki? İnsan bunun ötesinde başka şeyleri niye arasın? Ya da onun yolunda birtakım azıklar niye hazırlamasın? Fakat Allah'ın lütfu sınırsızdır. "Sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere sokar. Adn cennetlerinde güzel evlere yerleştirir." Hiç şüphesiz bu müminlerin şu kısacık hayatları boyunca yapabilecekleri en kârlı ticarettir. İsterse bu ticaret onların hayatlarına mal olsun. Ardından onlara bunun yerine güzel cennetler ve güzel evler verilecektir. Sürekli nimetler içinde. Ve gerçekten "bu en büyük kurtuluştur."

Sanki burada kazançlı ticaretin son sınırına ulaşmaktadır. Bu gerçekten çok büyük ve önemli bir kazançtır. Mümin dünyasını vermekte ahiretini satın almaktadır. Pazarda bire on kazanan tüccarlara pazardaki herkes gıpta eder. Bu yeryüzündeki sayılı birkaç gününü ve bu dünya hayatının sınırlı bazı nimetlerini eğlencelerini vererek bunlarla Allah'ın dilemesi dışında hiç kimsenin bir sonu olacağını bilemediği ebedi bir hayatı, sınırsız ve bitmez tükenmez nimetleri elde eden insana nasıl gıbta edilmez?

Akabe gecesinde Hz. Peygamber ve Abdullah İbni Revaha -Allah ondan razı olsun- arasındaki bey'atlaşma tamamlanmıştı. O Hz. Peygambere şöyle demişti: "Rabbin ve kendin için şartlar ileri sür." Hz. Peygamber: "Rabbim için şartım, O'na kulluk etmeniz ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmamanızdır. Kendim için şartım ise, canlarınızı ve mallarınızı koruduğunuz gibi beni de korumanızdır." dedi. Abdullah: Böyle yaptığımız zaman bize ne var? diye sordu. Hz. Peygamber: "Cennet" karşılığını verdi. Hep beraber: "Bu alış-veriş mübarek olsun. Artık ne bunu bozar ne de bozulmasına müsaade ederiz" dediler.

Fakat Allah'ın lütfu büyüktür ve O biliyor ki insanların gönülleri sınırlı beşeri yapılarına uygun olarak bu yeryüzündeki yalan şeylere takılırlar. Bunun içindir ki O, gizli olan ilmindeki takdirini müjdeleyerek onların bu isteklerini karşılıyor. Bu dinin yeryüzünde hakim olacağını, sisteminin gerçekleşeceğini ve kendi nesillerinde onun hayata hakim olacağını haber veriyor: "Diğeri sevdiğiniz bir şeydir. Allah katından gelen yardım ve yakın bir fetih. Müminleri müjdele!"

İşte, burada kazanç zirveye ulaşıyor. Bu kazancı Allah'tan başkası veremez. Çünkü O'nun hazineleri tükenmez ve kimse O'nun rahmetini sınırlayamaz. Ahirette günahların bağışlanması, cennetlere, güzel evlere yerleştirilme ve sürekli nimetler bu kazancın içindedir. Bunlardan başka kazançlı alış-veriş ve kazançlı anlaşmadan başka Allah'ın yardımı ve yakın vadeli zafer var. Kim Allah'ın gösterdiği bu ticareti görür de ondan geri kalır veya başka tarafa yönelebilir?

Burada gönüllere yönelik bu teşvik ve sevdirme yanında birde hatırlatma yapılıyor. Evrene ve hayata ilişkin imana dayalı düşüncenin gerçeğini anlayan ve kalbiyle bu düşüncenin atmosferinde yaşayan, bu alemin ufuklarına, derinliklerine ulaşan bir mümin, bundan sonra hayata imansız bir şekilde küçük ve dar sınırları içinde, düşük ve alçak düzeyi içinde, basit ve değersiz uğraşları içinde ona baktığında bu kalp sözkonusu iman olmadan bir an dahi yaşayamaz. Adı geçen geniş kapsamlı yüce düşünceyi gerçekler dünyasında ortaya koymak, bu dünyada yaşamak ve insanlarında orada yaşamasını sağlamak için cihad etmekte bir an dahi tereddüt etmez ve herhalde o bu cihadına karşılık ondan ayrı bir mükafat istemez. Çünkü bu cihad, onun gönüllere doldurduğu sevinç ve hoşnutluk kendi başına bir mükafattır. İşte bu mümin imansız bir dünyada yaşayamaz. İmanın egemen olduğu bir dünyayı kurmak için cihad etmeden oturamaz. Sonucu ne olursa olsun o kendisini hep cihad arzusu içinde bulur. Ona doğru atılır.

Fakat yüce Allah gönüllerin zaafa düşeceğini bu arzuların sönebileceğini, çabaların tükenebileceğini ve rahatlık sevgisinin tüm bu duyguları bastırabileceğini ve onları alçak bir hayata razı olmaya götürebileceğini bilmektedir.

İşte bu nedenle Kur'an-ı Kerim sözkonusu gönüllere cihad aşkını aşılamaya ve onları bu şekilde tedavi etmeye çalışır. Çeşitli vesilelerle defalarca pekiştirdiği çağrılarda bulunur. Değişik mesajlar ve etkileyici çağrılarla onları beslemeye çalışır. Onları sadece imanları ile başbaşa bırakmaz. Bu iman adıyla yaptığı bir çağrı ile yetinmez.

İşte yine Kur'an, sureyi yeni bir çağrı ile sona erdiriyor. Bu çağrı yeni bir karakter, yeni bir teşvik ve yeni bir mesaj taşıyor:



14- Ey iman edenler Allah'ın yardımcıları olun. Tıpkı Meryem oğlu İsa'da havarilere: `Allah yolunda benim yardımcılarım kimdir?" dediğinde Havariler: "Allah yolunun yardımcıları biziz" demeleri gibi İsrail oğullarından bir zümre inandı, bir zümre inkar etti. Biz de inananları, düşmanlarına karşı destekledik, onlar üstün geldiler.

Havariler Hz. İsa'nın öğrencileridir. Rivayete göre bunlar on iki kişiydi. Sürekli etrafını sarmış ve onu dinlemek için herşeylerini bırakmışlardı. Onun göğe çıkarılmasından sonra öğrettiklerini yayan, öğütlerini koruyanlar da bu öğrencilerdi.

Burada ayet, bir tutumu tasvir etmeyi hedef alıyor, kıssayı detaylı açıklamayı değil. Ve biz de ayet-i kerimenin amaçladığı amaca doğru onunla birlikte yürüyoruz. Surenin bu yerinde ayetin gelmesi bizi de etkiliyor.

Ey iman edenler! Allah'ın yardımcıları olun."

Yüce Allah'ın sizi arındırıp yücelttiği bu güzel yerinde ona yardımcı olun. Kulun Rabbine yardımcı olduğu bir makamdan daha yücesi olabilir mi? Bu sıfat cennetten ve nimetlerinden daha büyük bir onurlandırma mesajı taşıyor. Allah'ın yardımcıları olun. "Tıpkı Hz. İsa'nın havarilere `Allah yolunda benim yardımcılarım kimdir?" dediğinde Havarileri `Biz Allah yolunun yardımcılarıyız' demeleri gibi." Aynen onların bu işe gönüllü sarılarak bu ikrama kavuştukları gibi. Zaten Hz. İsa yeni peygamberi ve son dini müjdelemek için gelmişti. Havarilerin kısa süreli olarak gönüllü fedailiğini yaptıkları bu işe Hz. Muhammed'in peşinde gidenlerin sürekli olarak kendilerini vermeleri ne de güzel olur! Bu diyaloğun surenin akışı içinde burada sergilenişi ile amaçlanan en açık dokunuş ve amaç ta budur zaten. Peki sonuç ne olmuştu?

"Havariler: `Allah yolunun yardımcıları biziz' demeleri gibi İsrail oğullarından bir zümre inandı, bir zümre inkar etti. Bizde inananları, düşmanlarına karşı destekledik, onlar üstün geldiler."

Bu ayetin yorumunu iki şekilde yapmak mümkündür. Hz. İsa'nın peygamberliğine inananlar tüm hristiyanlardır. Doğru inanca sahip olanları ile inancına birtakım sapıklıklar bulaşan tüm hristiyanlar. İşte Cenabı Allah bunları Hz. İsa'ya hiç inanmayan yahudilere karşı desteklemiştir. Nitekim onu tarihte de böyle olmuştur. Ya da Hz. İsa'ya iman edenler; onu ilahlaştıranlara, üç ilah inancına ve tevhidden sapmış diğer inançlara kendilerini kaptıranlara karşı tevhid çizgisinde yer edenlerdir. Bunların üstün gelmesinin anlamı delil ve belgelerle üstün gelmeleridir. Ya da onların bağlı olduğu tevhid inancının bu son din ile Allah tarafından üstün kılınmasıdır. Yeryüzünde son hakimiyetin ona bahşedilmesidir. Nitekim tarihte de böyle olmuştur. Bu son yorum surenin akışı içinde gerçeğe daha yakın ve tercih edilmeye daha uygundur.

Bu işaretten ve bu çağrıdan alınması gereken ibret ise az önce değindiğimiz konulardır. Bu da müminlerin son dine sımsıkı sarılmalarını teşvik etmektir. Çünkü bu müminler yeryüzünde Allah sisteminin bekçileri, ilahi inancın ve mesajın varisleri ve bu büyük görev için seçilmiş kimselerdir. İşte bu işaret ile onların Allah'ın yardımına ve dininin yardımına bütün güçleri ile koşmaları teşvik edilmek istenmiştir. "Tıpkı Meryem oğlu İsa'nın havarilere `Allah yolunda benim yardımcılarım kimdir?' dediğinde havarilerin `Allah yolunun yardımcıları biziz' demeleri gibi." Nihai zafer Allah'ın yardımcıları olan müminlerindir.

İşte bu, surenin son konusu ve anlatım içindeki son dokunuşudur. Bu dokunuş da surenin havasına ve akışına uygun düşen bir ses tonuna ve bir tada sahiptir. Bununla beraber tonda bir yenilik, zevkte bir zenginliğin olduğu da muhakkaktır.