14 Temmuz 2007 Cumartesi

NUH SÜRESİ(MEVDUDİ)

Adı: Nuh, hem surenin ismi hem de konusudur. Başından sonuna kadar bu surede Nuh'un (a.s) kıssası anlatılmaktadır.

Nüzul Zamanı: Bu sure, Mekke döneminin başlarında nazil olan surelerdendir. Muhtevasından, bu surenin de Allah Rasulü'ne karşı muhalefetin şiddetlendiği dönemde nazil olduğu anlaşılmaktadır.

Konu: Bu surede Hz. Nuh (a.s) kıssası sırf hikaye olsun diye anlatılmamaktadır. Bununla, Mekke'deki kafirlerin Hz. Muhammed'e (s.a) karşı takındığı tavrın Nuh'un (a.s) kavminin takındığı tavrın aynısı olduğu açıklanarak uyarıda bulunulmaktadır. Ve eğer bu tavrınızdan vazgeçmezseniz sizin sonunuz da aynı Nuh'un (a.s) kavminin sonu gibi olacaktır. Surenin hiçbir yerinde açıkça böyle söylenmese de surenin nüzul zamanındaki şartlar, kendiliğinden böyle olduğu anlamını vermektedir. Birinci ayette, Allah'ın (c.c) Hz. Nuh'a (a.s) peygamberlik vererek onu nasıl bir vazifeyle vazifelendirdiği bildirilmektedir.

İkinci ayetten dördüncü ayete kadar kısaca Hz. Nuh'un tebliğine nasıl başladığı ve kavmini neye davet ettiği açıklanıyor. Daha sonra uzunca bir süre daveti ve tebliği uğruna her türlü eziyet ve musibetlere nasıl katlandığı anlatılmaktadır. En sonunda da Nuh (a.s), Rabbi huzurunda, -beşinci ayetten yirminci ayete kadar olan bölümde açıklandığı gibi- kavminin halini ve onların tavırlarını arzetmektedir. "Ben ne kadar onları yola getirmek için çabaladımsa onlar da o kadar inatla bana karşı geldiler" demiştir.

Daha sonra, 21 ve 24. ayetler arasında kavminin onun davetini artık kesinlikle kabul etmediğine dair Nuh'un (a.s) son arz-ı hali beyan edilmektedir. "Bu insanlar, kendi yularlarını reislerinin eline vermişler ve o ileri gelenler de bana karşı her türlü oyunu ve fesadı yapmaktadırlar. Artık bunların doğru yola girme kapılarının kapanma zamanı gelmiştir." Bu, Hz. Nuh'un sabırsız olduğunun bir göstergesi değildir. Fakat senelerce azami sabır ile en zor şartlara karşı tebliğ vazifesini ifa ettikten sonra artık kavminden umudu kesmiş ve bunları yola getirmenin mümkün olmadığı neticesine varmıştır. O'nun bu görüşü zaten Allah'ın (c.c) aldığı karara muvafık düşüyordu. Bu yüzden hemen sonraki 25. ayette bu topluluğun hakkı kabulden yüz çevirici tavrı dolayısıyla Allah'ın bu azabı gönderdiği buyurulmaktadır.

Bu ayetlerde, tam azap geldiği anda Nuh'un (a.s) yapmakta olduğu dua beyan edilmektedir. Hz. Nuh, bu duada kendisi ve bütün ehli iman için mağfiret talebinde bulunurken kavmi için de "Allah'ım! Bunlarda hiçbir hayır kalmamıştır, onlardan hiçbirini canlı bırakma. Bunların nesilleri de kafir ve facir olacak," demekteydi.

Bu sureyi mütaala ederken Kur'an'ın diğer yerlerinde Hz. Nuh'un öyküsünün geçtiği bölümler de göz önünde tutulmalıdır. (Mesela bkz. Araf: 59-64; Yunus: 71-73; Hud: 25-29; Muminun: 23-31; Şuara: 105-122; Ankebut: 14- 15; Saffat: 75- 82; Kamer: 9- 16).

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1 Hiç şüphesiz, biz Nuh'u; "Kavmini, onlara acı bir azab gelmeden evvel uyarıp-korkut" diye kendi kavmine (peygamber olarak) gönderdik.1

2 O da dedi ki: "Ey Kavmim, gerçek şu ki, ben size (gönderilmiş) apaçık bir uyarıcı-korkutucuyum."

3 "Allah'a kulluk edin, O'ndan korkup-sakının ve bana itaat edin."2

4 "Ki günahlarınızı bağışlasın 3ve sizi adı konulmuş bir ecele kadar ertelesin.4 Elbette Allah'ın eceli geldiği zaman, o ertelenmez.5 Bir bilmiş olsaydınız.6

5 Dedi ki: 7"Rabbim, gerçekten ben kavmimi gece ve gündüz davet edip-durdum."

6 "Fakat benim davet etmem, bir kaçıştan başkasını arttırmadı."8

7 "Doğrusu ben, senin onları bağışlaman için9 her davet edişimde, onlar parmaklarını kulaklarına tıkadılar, örtülerini başlarına çektiler10 ve büyüklük tasladıkça büyüklük gösterip-direttiler."11

8 "Sonra ben onları açıktan açığa da davet ettim."

9 "Daha sonra (davamı) onlara açıkça ilan ettim ve kendilerine gizli gizli yollarla yanaşmak istedim."

10 "Bundan böyle" dedim. "Rabbinizden mağfiret isteyin çünkü gerçekten O, çok bağışlayandır.

11 "(Öyle yapı ki,) Üzerinize gökten sağanak (bol miktarda yağmur) yağdırsın."

AÇIKLAMA

1. Yani, onlara, eğer yapmakta oldukları sapıklık ve ahlakî suçlardan vazgeçmezlerse Allah'ın indinde azaba müstehak olacakları haberini ver. Öte yandan bu azaptan kurtulmak için hangi yolu takip edeceklerini de onlara göster.

2. Birincisi Allah'a ibadet, ikincisi takva, ve üçüncüsü Rasul'e itaat. İşte Hz. Nuh, risaleti tebliğe başladığında kavmini bu üç şeye davet etmişti. Allah'a ibadetin anlamı; başkalarına ibadet etmeyi bırakarak yalnızca O'na ibadette bulunmak ve O'nun emirlerini yerine getirmektir. Takva'dan kasıt; Allah'ın hoşnut olmadığı bütün işlerden -ki o ameller Allah'ın azabına sebep olur- sakınmak ve Allah'tan korkarak yaşamaktır. Üçüncü olarak "Bana itaat edin" den kasıt. "Benim size Allah'ın Rasulü olarak tebliğ etmekte olduğum emirlere itaat edin" demektir.

3. Burada "Sizin günahlarınızı bağışlar" denilmektedir. Bu demek değildir ki Allah sizin bazı günahlarınızı bağışlayacaktır. Bundan kasıt aslında şudur: Eğer bu size takdim edilen üç şeyi kabul ederseniz o zaman daha önce yaptığınız bütün günahlar affedilecek demektir. Buradaki (men) "ba'ziyet" (bazılık) için değilde (an) manasında kullanılmıştır.

4. Yani eğer siz bu üç şeyi kabul ederseniz Allah size normal bir yaşama müddeti verecektir.

5. Bu belli bir süreden kasıt, Allah'ın tayin ettiği azab vaktidir. Bunun hakkında Kur'an'da pekçok açıklıklar getirilmiştir. Bir kavim için azabına karar kılınmışsa ondan sonra artık iman etseler de af olunmayacaklardır.

6. Yani, "Benim vasıtamla Allah'ın mesajı size ulaştıktan sonra size verilen bu müddetin aslında iman etmeniz için size tanınan mühlet olduğunu" bir anlasanız. İşte bu müddet bittikten sonra artık Allah'ın azabından hiç kurtulma şansınız yoktur. O zaman ise telaşla hemen iman etmeye çalışacak ve azabın nazil olmasını beklemeyeceksiniz.

7. Aradaki uzun bir tarihi dönem atlanarak Hz. Nuh'un risaletinin son dönemlerinde Allah'a (c.c) sunduğu arz-ı hali nakledilmektedir.

8. Yani, ben onlara ne kadar çağrıda bulunduysam onlar da o kadar benden kaçtılar.

9. Bu mevzudan da isyanlarını bırakarak af dilemeleri ve ancak o zaman Allah'ın onları affedeceği kendiliğinden anlaşılmaktadır.

10. Yani, onlar yüzlerini saklamaktalar. Bundan şu anlaşılabilir: Onlar, değil Hz. Nuh'un davetine kulak vermek, onun yüzüne bile bakmak istemiyorlardı. Ya da bunu, Nuh (a.s) yanlarından geçerken onları tanımasın ve onları davet etmesin diye yapıyorlardı. Şimdi de aynı tavrı Mekke'deki kafirler Allah Rasulü'ne karşı gösteriyorlardı. Hud Suresi 5. ayette bu tavır şöyle izah ediliyor: "Haberiniz olsun, gerçekten onlar ondan gizlenmek için haktan kaçınır yan çizerler, haberiniz olsun, onlar örtülerine büründükleri zaman, Allah, gizli tuttuklarını da, açığa vurduklarını da bilmektedir." (İzah için bkz. Hud an: 5-6.)

11. Buradaki kibirden anlaşılan şudur: Onlar hakka boyun eğmeyi ve Allah Rasulü'nün uyarılarını kabul etmeyi kendileri için şeref kırıcı bir şey olarak görüyorlardı. Mesela, tıpkı salih bir kimsenin bir şahsa bazı nasihat ve tembihlerde bulunmasına karşılık o kimsenin dudak bükerek dönüp gitmesi gibi. Yani, o kibri yüzünden nasihatleri kabul etmemektedir.

12 "Size mallar ve çocuklarla yardımda bulunsun. Size (ürün yüklü) bağlar-bahçeler versin, ırmaklar da versin."12

13 "Size ne oluyor ki, Allah'tan bir vekarı ummuyorsunuz?"13

14 "Oysa O, sizi gerçekten tavır tavır yaratmıştır."14

15 "Görmüyor musunuz; Allah, yedi göğü birbirleriyle bir uyum (mutabakat) içinde yaratmıştır?"

16 "Ve ayı da bunlar içinde bir nur kılmış, güneşi de (aydınlatıcı ve yakıcı) bir kandil yapmıştır."

AÇIKLAMA

12. Kur'an-ı Kerim'in pekçok diğer ayetlerinde de açıklandığı gibi, Allah'a isyan eden için sadece ahiret değil, bu dünya da dar gelecektir. Öte yandan, eğer bir topluluk inkâr yerine iman eder, takvaya ve Allah'ın emirlerine itaat ederse sadece ahirette değil, bu dünyada da onun üzerine Allah'ın nimetleri yağacaktır. Taha Suresi'nde buyruluyor ki: "Kim benim zikrimden yüz çevirirse, onun için bu dünya dar olacak ve kıyamet günü kör olarak haşrolunacaktır" (Ayet 124). Maide Suresi'nde de buyuruluyor ki: "Eğer bu Ehl-i Kitap, Tevrat, İncil ve Rablerinin gönderdiği diğer semavi kitapları gereğince yerine getirselerdi muhakkak ki üzerlerine rızık yağacak ve yer altından da rızık kaynayacaktır." (Ayet 66) Araf Suresi'nde ise buyuruluyor ki: "Eğer o ülkelerin halkları inanıp sakınsalardı, şüphesiz üzerlerine gökten ve yerden bolluklar açardık" (Ayet 96) Hud Suresi'nde Hud (a.s) kendi kavmine şöyle hitap etmiştir: "Ey kavmim! Rabbinizden bağışlanma dileyin, O'na tevbe edin, sağanak (bol nimetler, yağmurlar) yağdırsın ve gücünüze güç katsın. (Ayet:52) Ayrıca Peygamber (s.a) sıfatıyla yine Hud Suresi'nde Mekke ehline şöyle hitap edilmişti; "Rabbinizden bağışlanma dileyin, O'na tevbe edin.

O da sizi, bir vakte kadar bu dünyada güzel bir meta ile metalandırsın." (Ayet 3). Bir hadisi şerifte de Allah Rasulü Kureyşlilere şöyle seslenmişti; Bir kelimedir ki; eğer onu kabul ederseniz Arab'a da Acem'e de galip gelirsiniz. İzah için bkz. Maide an: 96; Hud an: 3; ve 57; Taha an: 105; ve Saad Suresi'nin girişi.

Kur'an'ın bu aynı hidayetine uyarak bir kere Hz. Ömer kıtlık yüzünden yağmur duasına çıkmış ve sadece istiğfar etmekle yetinmişti. Herkes "Ey müminlerin emiri; yağmur için dua etmediniz" diye hatırlatınca "Ben semanın yağmur gelen kapılarını vurdum" buyurmuştu. Sonra da Nuh Suresi'nin bu ayetini okumuştu. (İbn Cerir ve İbn Kesir) Bir kere Hasan Basri'nin meclisinde bir şahıs kuraklıktan şikayet etti. O da O'na "Allah'a istiğfar et" dedi. Başka bir şahıs mali sıkıntılarından, bir diğeri çocuğunun olmamasından, bir başkası da arazisinin verimli olmayışından şikayetçi oldular. Her birine aynı cevabı, "Allah'a istiğfar ediniz," karşılığını verdi. Bu sefer orada bulunanlar "Herkese aynı şeyi söylüyorsun" dediklerinde ise cevap olarak Nuh Suresi'nin bu ayeti okundu (Keşşaf.)

13. Yani bunlar, bu dünyanın bu küçük reislerinin önderlerinin vs. şereflerini rencide edecek bir hareket yapsalar bunu çok tehlikeli buluyorlar ama Alemlerin Rabbi olan Allah'ın da bir şerefi olduğunu hiç düşünmüyorlar. O'na karşı geliyorsunuz. O'nun ilahlığına başkalarını da ortak ediyorsunuz, ve de O'nun, sizi bu yüzden cezalandıracağından hiç çekinmiyorsunuz.

14. Yani, yaratılışın muhtelif aşamaları geçildikten sonra sizi bu halinize getirdik. Önce siz anne ve babanızın sulbünde ayrı ayrı sperm haline idiniz. Ondan sonra Allah'ın kudreti, iki nutfeyi bir araya getirmiş ve sizin hamlinize karar kılmıştı. Bilahare sizi annenizin karnında merhale merhale geliştirerek bir insan haline getirmiş, bu dünyada bir insan olarak ihtiyacınız olan bütün güç ve kuvvetleri size yerleştirmişti. Sonra da can sahibi bir bebek olarak sizi ana rahminden dünyaya getirdi ve her an sizin bu durumunuzu tekamül ettirdi, geliştirdi. Ta ki siz artık bir genç insan oldunuz. Hayatınız süresince değişik merhaleler gördünüz. Bütün bu merhalelerde siz hep Allah'ın elinde idiniz. Eğer O isteseydi sizin hamliniz karar kılınmazdı. Sizin yerinize başka bir kişi orada karar kılınırdı. Ve yine eğer O isteseydi sizi ana karnında sağır, kör, dilsiz ve kötürüm ederdi, ya da akılsız ederdi. Eğer O isteseydi sizi bu dünyada başka bir surette yaratır veya doğduktan sona sizi helak edebilirdi. Bütün bunlar için Allah'ın bir işareti kafiydi. İşte o kadar çaresizsiniz ki, O'na karşı yaptığınız her türlü küstahlığa rağmen nasıl olur da kurtulacağınızı zannedersiniz. Her türlü nankörlük ve isyankarlığı yaparsınız da bunlardan dolayı bir ceza görmeyeceğinizi mi sanırsınız?

17 "Allah, sizi yerden bir bitki (gibi) bitirdi."15

18 "Sonra sizi yine oraya geri çevirecek ve sizi (diriltici) bir çıkarışla diriltip-çıkaracaktır."

19 "Allah, yeri sizin için bir yaygı kıldı."

20 "Öyle ki, onun içinde geniş yollarında gezip-dolaşırsınız, diye."

21 Nuh: "Rabbim, gerçekten onlar bana isyan ettiler; mal ve çocukları kendisine ziyandan başka bir şeyi arttırmayan kimselere uydular."

22 "Ve büyük büyük hileli-düzenler kurdular."16

23 "Ve dediler ki: -Kendi ilahlarınızı bırakmayın; bırakmayın ne Vedd'i, ne Suva'ı, ne Yeğus'u, ne Ye'ûk'u ve ne de Nesr'i."17

AÇIKLAMA

15. Burada, insanın yaratılışı ile bitkilerin yaratılışı arasında benzetme yapılmaktadır. Tıpkı nasıl yeryüzünde önce bitki yok iken Allah onları bitirdiyse, insanı da öyle meydana getirmişti.

16. Mekr'den murad, kavmin önder ve ileri gelenlerinin Nuh'a (a.s) karşı halkı kandırmak için kullandıkları hilelerdir. Mesela halka diyorlar ki, "Nuh da sizin gibi bir adam. O'na Allah tarafından vahiy geldiğini nasıl kabul edebiliriz?" (Araf 63; Hud 27). Nuh'un takipçileri O'na hiç düşünmeden inanan bizim en düşük insanlarımızdır. Eğer O'nun daveti gerçek olsaydı bizim ileri gelenlerimiz ve önderlerimiz de O'na iman ederdi." (Hud, 27)

"Eğer Allah tarafından gönderilmiş bir Rasül olsaydı yanında bir de melek olurdu. " (Muminun: 24) "Eğer bu şahıs Allah'ın göndermiş olduğu bir insan olsaydı O'nun yanında hazineler olurdu, ve gaybın ilmini bilirdi, melekler gibi her türlü ihtiyaçtan uzak olurdu" (Hud: 31) "Nuh ve O'na inananlarda ne üstünlük var ki" (Hud: 27) "Aslında bu şahıs sizin üzerinize üstünlük kurmak istiyor" (Müminun: 25) Hemen hemen bu aynı şeyleri Kureyş'in ileri gelenleri de halkı kandırmak için kullanıyorlardı.

17. Burada Nuh kavminin mabutlarından bazılarının ismi sayılmaktadır. Onlardan sonra Araplar da onlara tapmaya başlamışlardır. İslâm zuhur ettiği zaman Arabistan'ın pekçok yerinde bu ilahlari için tapınakları vardı. Bu putlar hakkındaki bilgilerin, tufanda kurtulanlar vasıtasıyla gelmiş olması mümkündür. Nuh'un (a.s) çocukları yeniden, cahilce bu putları yaparak onlara tapınmaya başlamışlardır. Vedd: Kudaa Kabilesinin bir kolu olan Beni Kalüb bin Vebure'nin ilahı idi. Onlar bu ilahları için Dumet-el-Cendel denilen yerde bir tapınak inşa etmişlerdi. Kadim Arap yazıtlarında bu isme Vedim Abum şeklinde yani, (vadd baba) şeklinde rastlanmaktadır. Kelbi'nin açıklamasına göre bu put iri yarı gövdeli bir erkek şeklinde idi. Kureyş Arapları da buna mabut olarak inanmaktaydılar. Yalnız onlarda bunun ismi Vud olarak biliniyordu. Ayrıca tarihte buna nisbetle, Abdivedd isimli bir şahıstan da bahsedilir.

Suva; Huzeyl Kabilesinin tanrıçasıydı, bir kadın şeklindeydi. Yanbu'ya yakın Ruhat denilen yer dolaylarında bunun tapınağı bulunmaktaydı.

Yeğus; Tay kabilesinin ve bu kabilenin bir şubesi olan Enum ve Mezhic'in bazı kollarının ilahı idi. Mezhiç'liler Yemen ve Hicaz arasındaki Cürş denilen bir yerde bu putu dikmişlerdi. Dişi bir aslan biçimindeydi. Kureyş'den bazılarının ismi ise Abd-Yeğus olarak anılmaktaydı.

Yeûk; Yemen'in Hemdan bölgesinde Hemdan kabilesinin bir kolu olan Heyvan'ın mabuduydu, at şeklindeydi.

Nesr; Himyer bölgesinde, Himyer kabilesinin bir kolu olan Al-i zul-Kulânın mabudu idi. Belühe makamındaki bu put bir akbaba şeklindeydi. Şebe'nin eski yazıtlarında da bunun ismine Nasur şeklinde yazılmış olarak rastlanmaktadır. Bunun tapınağına Beyt-i Nasur, onlara tapanlara da Ehl-i Nasur diyorlardı. Eski eserlerde ve arabın civarında bulunan diğer bölgelerdeki tapınakların kapılarının üzerinde bu akbaba resimleri vardı.

24 "Böylece onlar, çoğu kimseyi şaşırtıp-saptırdılar. Sen de o zalimlere sapıklıktan başkasını arttırma."18

25 Bunlar, hataları dolayısıyla suda boğuldular, sonra ateşe sokuldular.19 O zaman da Allah'ın dışında hiç bir yardımcı bulamadılar.20

26 Nuh "Rabbim, yer yüzünde kafirlerden yurt edinen hiç kimseyi bırakma." dedi.

27 "Çünkü sen onları bırakacak olursan, senin kullarını şaşırtıp-saptırırlar ve onlar, kötülükte sınırı aşan (facir'den) kafirden başkasını doğurmazlar."

28 "Rabbim, beni, annemi-babamı, mü'min olarak evime gireni, iman eden erkekleri ve iman eden kadınları bağışla. Zalim olanlara da yıkımdan başkasını arttırma"

AÇIKLAMA

18. Girişte de beyan edildiği gibi, Hz. Nuh'un bu bedduası sabırsızlık dolayısıyla değildi. Fakat senelerce Hakk'ı tebliğ ettikten sonra, kavminin artık iman etmeyeceğini anlayınca ağzından bu kelimeler döküldü. Musa'da (a.s) aynı şartlar altında Firavun'un kavmi için beddua etmişti." Ey Rabbim! Bunları malların içerisine göm ve kalplerini mühürle ki o şiddetli azabı görmeden iman ezmezler." Allah Teâlâ da cevaben "Senin duana isabet ettim" buyurmuştu. (Yunus Suresi: 88-89.) Hz. Musa gibi Hz. Nuh da bedduasını Allah'ın rızası doğrultusunda yapmıştır.

Hud Suresi'nde "Nuh'a vahy edildi: Gerçekten iman edenlerin dışında kesin olarak kimse inanmayacak. Şu halde onların işlemekte olduklarından dolayı üzülme' denilmişti. (Hud: 36)

19. Yani, boğulmakla onların işi bitmiş değil. Ölümden sonra onların ruhları hemen ateş azabına atılacaktır. Aynı muamele Müminun Suresi 45 ve 46. ayetlerde beyan edildiğine göre Firavun ve onun kavmine de olmuştur. İzah için bkz. Müminun an: 63. Bu ayet aynı zamanda berzahtaki (kabir hayatı) azabın delilidir.

20. Yani, kendilerinin yardımcıları zannettikleri ilahlar bunları kurtaramadı. Bu adeta Mekke ehline bir ikazda bulunma idi. Allah'ın azabı geldiğinde bu güvendiğiniz ilahların size de hiç bir yardımı olmayacak.

NUH SÜRESİ(Seyyid KUTUB)

1- Milletine can yakıcı bir azab gelmezden önce onları uyar diye Nuh'u milletine peygamber olarak gönderdik.

2- O da şöyle dedi: "Ey milletim! Şüphesiz ben, size gönderilmiş apaçık bir uyarıcıyım."

3- "Allah â kulluk edin; ondan sakının ve bana itaat edin."

4- "Ki Allah günahlarınızı size bağışlasın ve sizi belli bir süreye kadar ertelesin; doğrusu Allah'ın belirttiği süre gelince geri bırakılmaz; keşki bilseniz."

Sure, peygamberlik misyonunun ve inanç sisteminin kaynağını vurgulayan, pekiştiren bir ifadeyle başlıyor: "Nuh'u milletine peygamber olarak gönderdik." Peygamberlerin görev aldıkları, inanç gerçeğini edindikleri kaynak budur. Varlıklar alemi de hayat da bu kaynaktan doğmuştur. Bu kaynak, insanı yaratan ulu Allah'tır. Ulu Allah insanın öz yaratılışına kendisini bilme ve kendisine kulluk sunma yeteneğini yerleştirmiştir. insanoğlu bu öz yaratılıştan sapıp yolunu yitirdikçe kendisini tekrar öz yaratılışın çizgisine getirecek peygamberler göndermiştir. Nuh peygamber Hz. Adem'den sonra bu amaçla gönderilen ilk peygamberdir. Kur'an-ı Kerim, Hz. Adem'in yeryüzüne gönderilişinden ve dünya hayatına alışmasından sonra kendisine peygamberlik misyonunun verilip verilmediğinden sözetmiyor. Belki de Adem evlatlarına ve torunlarına öğretmenlik yapıyordu. Hz. Adem'in vefatından uzun süre sonra evlatları ve torunları tek Allah'a kulluk sunmaktan uzaklaştılar. Birtakım putları tanrı edindiler. Bu putları başlangıçta kutsal bildikleri güçleri sembolize etmek için diktiler. Bunlar görülen veya görülmeyen evrensel güçlerdi. Bu putların en ünlüleri bu surede sözü edilen beş puttu. Bu yüzden yüce Allah onları yeniden tek Allah inancına getirmek, Allah, hayat ve varlık hakkındaki düşüncelerini düzeltmek için .Hz. Nuh'u onlara peygamber olarak gönderdi. Kur'an-ı Kerim'den önce gönderilen kutsal kitaplar Hz. idris'in Hz. Nuh'tan önce peygamber olarak görevlendirildiğinden sözederler. Fakat, tahrif, ekleme ve değiştirme kuşkusundan dolayı bu kitaplarda anlatılanlar müminin inancının yapılanmasında yer edinemezler.

Kuran'daki peygamberler kıssalarını okuyanlar Hz. Nuh'un insanlığın ilk dönemlerinde peygamber olarak gönderildiğini anlarlar. Hz. Nuh, dokuz yüz elli senelik ömrünü milletini davet etmekle geçirmişti. Hiç kuşkusuz milleti de uzun ömürlü insanlardan oluşuyordu. Gerek onun, gerekse milletinin bu şekilde uzun yıllar yaşamış olmaları o sırada insanların az olduğunu ve sonraki kuşaklarda olduğu gibi henüz çoğalmadıklarını gösteriyor. Biz bu sonucu, yüce Allah'ın canlılara ilişkin yasasından çıkarıyoruz. Bu yasaya göre sayı azaldı mı ömür uzar. Sanki bu yasa doğal dengenin ve yenilenmenin ifadesidir. Fakat bunu en iyi Allah bilir. Bu sadece bir görüştür, Allah'ın yasası ile ilgili karşılaştırmalı gözleme dayalı bir sonuçtur.

Sure, peygamberlik misyonunun kaynağını vurgulayan ve bu gerçeği pekiştiren bir ifadeyle başlıyor. Ardından Hz. Nuh'un sunduğu mesajın özünü özetleyerek hatırlatıyor. Mesajın özü, uyarıdır:

"Milletine can yakıcı bir azap gelmezden önce onları uyar."

Hz. Nuh'un, uzun yıllar verdiği mücadelenin, yaptığı davetin sonunda Rabbine sunduğu bilançodan anlaşıldığı kadariyle onun milleti büyüklenme, burun kıvırma, serkeşlik yapma ve sapıklıkta o kadar ileri gitmişlerdi ki, onlara yönelik mesajın `uyarı' kelimesi ile özetlenmesi son derece normaldir. Kavmine yönelik davetinde ilk önce acıklı azapla başlaması, dünya veya ahirette veya her ikisinde birlikte başlarına gelecek olan çetin azabı gündeme getirerek söze girişmesi, onların durumuna son derece uygundur.

Görevlendirme sahnesinden surenin akışı öz bir ifadeyle mesajın açıkça duyurulduğu sahneye geçiyor. Bu mesajın en belirgin özelliği uyarı içerikli oluşudur. Bununla beraber, işlenen günah ve hataların bağışlanabileceği, hesaplaşmanın kıyametteki son hesâplaşmaya kadar ertelenebileceği ima ediliyor. Bunun yanısıra kendilerine yöneltilen çağrının temel ilkeleri de kısa ve öz bir ifadeyle dile getiriliyor:

"Dedi ki: `Ey milletim! Şüphesiz ben, size gönderilmiş apaçık bir uyarıcıyım. Allah'a kulluk edin; O'ndan sakının ve bana itaat edin ki Allah günahlarımdı size bağışlasın ve sizi belli bir süreye kadar ertelesin; doğrusu Allah'ın belirttiği süre gelince geri bırakılmaz; keşki bilseniz."

"Ey milletim! Şüphesiz ben, size gönderilmiş apaçık bir uyarıcıyım." Uyarıcılığını açıkça ortaya koyuyor, gerekçesini, kanıtını gözler önüne seriyor. Kem küm etmiyor, lafı ağzında gevelemiyor. Mesajını iletme işini ağırdan almaya kalkışmıyor. Onları çağırdığı gerçek hususunda ve sunduğu gerçeği yalanlayanları bekleyen azap hususunda kapalılığa, karışıklığa yer vermiyor.

Onları çağırdığı şey son derece basit, açık ve tutarlıdır: "Allah'a kulluk edin ondan sakının ve bana itaat edin." Tek ve ortaksız Allah'a kulluk. Duygu ve davranışlara egemen olan Allah'tan korkmak. Hayat düzenlerini ve davranış kurallarını alacakları bir kaynak olarak öngördüğü peygamberine itaat.

Ana hatlarıyla vurgulanan bu prensiplerle gök menşeli dinlerin temel özellikleri dile getiriliyor. Bunun ardından daha geniş boyutlu açıklamalara, ayrıntılara geçiliyor. imana dayalı düşüncenin büyüklüğü, derinliği, genişliği, kapsamlılığı, en ince noktasına kadar varlıklar aleminin ve insan varlığının değişik yönlerini içermesini vurguluyor.

Sadece Allah'a kulluk sunmak, eksiksiz bir hayat sistemidir. Bu sistem, ilahlık ve kulluk gerçeklerine, yaratıcı ile yaratıklar arasındaki ilişkiye, evren ve insan hayatındaki güç ve değerlerin gerçek mahiyetine ilişkin düşünceyi kapsar. Bu yüzden insanlığın hayat düzeni bu düşünceye dayalı olarak biçimlenir. Böylece her yönüyle özgün bir hayat sistemi oluşur. ilahlık makamı ile kulluk makamı arasındaki ilişkiye, yüce Allah'ın eşya ve canlılara ilişkin olarak belirlediği değer yargılarına dönük bir hayat sistemidir bu.

Allah korkusu... insanların bu sisteme bağlı kalmalarının, sağa-sola sapmamalarının, çarpıtmaya kalkışmamalarının, uygularken yanıltmamalarının tek güvencesi... Bu, aynı zamanda, riyasız, gösterişsiz olarak Allah'ın hoşnutluğunun gözetilmesini öngören üstün ahlakın da kaynağıdır.

Peygambere itaat etmek: Allah'ın yolunda dosdoğru yürümenin aracıdır. Hidayeti ilk merkeze bağlı kaynaktan edinmenin yoludur. Sağlam, güvenli ve direkt bağlantıyı sağlayan bir istasyon aracılığı ile göklerle sürekli iletişim hâlinde olmanın tek seçeneğidir.

Dolayısıyle dünya üzerindeki hayatının ilk dönemlerinde Hz. Nuh'un milletini çağırdığı bu geniş çizgiler, ondan sonra her kuşağa yöneltilen Allah davasının özetidir. Buna karşılık Hz. Nuh, yine Allah'ın tevbe edenlere, pişman olanlara vaadettiği ödülü bildirmişti:

"Ki Allah günahlarınızı size bağışlasın ve sizi belli bir süreye kadar ertelesin."

Allah'a kulluk sunmaya, O'ndan korkmaya ve peygamberine itaat etmeye ilişkin çağrıya olumlu karşılık vermenin ödülü bağışlanma ve geçmiş günahların sorumluluğundan kurtulmadır; hesaplaşmanın Allah'ın bilgisinin kapsamında belirlenen bir süreye kadar ertelenmesidir, kıyamet gününe kadar hesap sorulmamasıdır. Dünya hayatında topyekün yok edilme durumunda kalmamalarıdır. (ileride Hz. Nuh'un Rabbine sunduğu bilançoda da görüleceği gibi Hz. Nuh, dünya hayatında başka şeyler de onlara vaadetmiştir.)

Ardından Hz. Nuh, bu sürenin değişmez olduğunu ve vakti gelince kaçınılmaz olarak gerçekleşeceğini, dünya azabının ertelenmesi gibi ertelenmeyeceğini açıklıyor. Amaç, inanç sistemini ilgilendiren şu büyük gerçeği vurgulamaktır:

"Doğrusu Allah'ın belirttiği süre gelince geri bırakılmaz; keşke bilseniz."

Nitekim bu ayetin, yüce Allah'ın belirlediği her süreyi kast etmiş olması da muhtemeldir. Bu durumda güdülen amaç, genel bir ifadeyle bu ger,:eğin kalplere yerleşmesidir. Şayet peygambere itaat edip yanlıştan dönerlerse hesaplarının kıyamet gününe bırakılacağından söz edilmişken bu genel prensibin burada vurgulanması uygundur.

Nuh peygamber hiçbir çıkar gözetmeden, herhangi bir maddi yarar sağlamayı düşünmeden milletinin doğru yola gelmesi için onurlu, saygın ve soylu mücadelesini sürdürüyor. Bu soylu hedefe ulaşmak için burun kıvırmalara, büyüklenmelere, alaycı saldırılara göğüs geriyor. Dokuz yüz elli sene boyunca destansı bir sabır örneği gösteriyor. Çağrısına olumlu karşılık verenlerin sayısı neredeyse hiç artmıyordu. Ama gerçekten yüz çevirme, sapıklıkta ısrar etme ivme kazanıyordu, artarak sürüyordu. Sonra dönüyor Hz. Nuh mücadelesinin sonunda, kendisine bu soylu görevi, bu ağır yükümlülüğü veren Rabbine rapor veriyor. Yaptıklarını ve aldığı tepkileri anlatıyor. Aslında Rabbi olup bitenleri biliyor. O da Rabbinden olup bitenlerden haberdar olduğunu biliyor. Fakat bu, mücadelenin sonunda yorgun düşen bir kalbin, peygamberlerin, resullerin, gerçek müminlerin şikayetlerini sundukları biricik merciye, yani Allah'a sunduğu şikayetlerdir.



5- Nuh dedi ki: "Rabbim! Doğrusu ben, milletimi gece gündüz çağırdım. "

6- Fakat benim çağırmam, .sadece benden uzaklıklarını artırdı. "

7- Doğrusu ben senin onları bağışlaman için kendilerini her çağrışımda, parmaklarını kulaklarına tıkadılar, elbiselerine büründüler, direndiler, büyüklendikçe büyüklendiler.

8- .Sonra, doğrusu ben onları açıkça çağırdım.

9- .Sonra onlara açıktan açığa, gizliden gizliye de söyledim.

10-Dedim ki: "Rabbini;,den bağışlanma dileyin; doğrusu O, çok bağışlayandır. .

11- Size gökten bol bol yağmur indirsin. "

12".Sizi, mallar ve oğullarla desteklesin; sizin için bahçeler var etsin, ırmaklar akıtsın. "

13- Ne oluyorsunuz ki Allah'a büyüklüğü yakıştıramıyorsunuz.

14- Oysa .sizi merhalelerden geçirerek O yaratmıştır.

15- Allah'ın, göğü yedi kat üzerine nasıl yarattığını görmez misiniz?

16- Aralarında Ay'a aydınlık vermiş ve güneşin ışık saçmasını sağlamıştır.

17- Allah .sizi yerden bitirir gibi yetiştirmiştir.

18- .Sonra .sizi oraya döndürür ve yine oradan çıkarır.

19- Yeryüzünde dolaşabilmeniz,

20- orada yollar ve geniş geçitlerden geçebilmeniz için, onu size yayan O'dur.

21- Nuh dedi ki: "Rabbim doğrusu bunlar bana isyan ettiler. Ve malı, çocuğu kendisine .sadece zarar getiren kimseye uydular."

İşte Nuh peygamberin yaptıkları ve İşte onun sözleri. Uzun bir mücadelenin sonunda dönüyor ve Rabbine son raporunu sunuyor. Burada Hz. Nuh sürekli ve kesintisiz bir çabayı tasvir ediyor: "Doğrusu ben milletimi gece gündüz çağırdım:"

Bıkmıyor, usanmıyor, burun kıvıranılar, yanlışta ısrar etmeler karamsarlığa düşürmüyor onu: "Fakat benim çağırmam, sadece benden uzaklıklarını arttırdı." Allah'a; varlık ve hayatın nimet ve lütufların, hidayet ve aydınlığın kaynağına yönelik çağrımdan kaçtılar. Üstelik O, dinlemek için bir ücret, yol göstericiliğin karşılığı olarak da bir vergi istemiyor. Onlar, bağışlanmaları, günah, isyan ve sapıklığın cürmünden kurtulmaları için kendilerini Allah'a çağıran davetçiden kaçıyorlardı.

Davetçi her yerde karşılarına çıkıp, davetini duyurmak için her fırsatı değerlendirdiği, dolayısiyle kaçamadıkları zamanlar sesini duymak istemiyorlardı. Onu görmeye bile tahammül edemiyorlardı. Bu yüzden sapıklıkta ısrar ediyor, hak ve hidayet çağrısına olumlu karşılık vermeye tenezzül etmiyorlardı, büyüklük taslıyorlardı. "Doğrusu ben senin onları bağışlaman için kendilerini her çağırışımda, parmaklarını kulaklarına tıkadılar, elbiselerine büründüler, direndiler, büyüklendikçe büyüklendiler."

Bu, davetçinin davasını duyurmak için her fırsatı değerlendirişini, kafirlerin de sapıklıkta direnmelerini gösteren bir tablodur. Bu tabloda kıt anlayışlı, inatçı insanlığın çocuksu tutumu belirginleşiyor. Bu tutum, parmaklarını kulaklarına tıkamaları ile, başlarını elbiselerine bürümeleri ile somutlaştırılıyor. Bu ayetler, çocukça inadı kusursuz bir tabloda canlandırıyor. Hz. Nuh şöyle diyor: "Parmaklarını kulaklarına tıkadılar." Onlar parmak uçlarıyla kulaklarını tıkıyorlardı. Ama onlar parmak uçlarını kulaklarına o kadar sert tıkıyorlardı ki, sanki içine hiçbir ses girmesin diye bütün parmaklarını kulaklarının içine sokmak ister gibiydiler. Bu yanlışta ısrar etmenin, inatçılığın kaba, çirkin bir tablosudur. Aynı zamanda bu, insanların yaşlandıkları halde ortaya koydukları çocuksu, ilkel davranışların bir tablosudur.

Sürekli davetin, her fırsatı değerlendirmenin, ısrarla karşılarına çıkmanın yanısıra Hz. Nuh, her türlü yönteme başvurmuştu. Kimi zaman açıkça davet etmiş, kimi zaman da gizli ve açık daveti birlikte yürütmüştü: "Sonra, doğrusu ben onları açıkça çağırdım. Sonra onlara açıktan açığa gizliden gizliye de söyledim."

Bütün bunları yaparken de dünya ve ahirette bir takım kazançlar sağlayacaklarını Rabblerinden bağışlanma diledikleri zaman affedileceklerini, çünkü yüce Allah'ın günahları bağışladığını söylemişti: "Dedim ki: "Rabbinizden bağışlanma dileyin; doğrusu O, çok bağışlayandır." Onlara geniş ve kolay elde edilen rızk, rızkın bilinen ve onlara büyük bir arzuyla beklenen sebeplerini vaad etmişti. Onun vurguladığımızın sebebi, bol yağmurdu. Ekinler onunla yeşerir, nehirler onun suyuyla beslenir. Ayrıca evlat gibi hoşlarına gidecek, mal gibi arzuladıkları başka rızklar da vaad etmişti: "Size gökten bol bol yağmur indirsin. Sizi mallar ve oğullarla desteklesin; sizin için bahçeler varetsin, ırmaklar akıtsın."

Burada Allah'tan bağışlanma dilemek ile bu rızklar arasında bir bağlantı kuruluyor. Kur'an-ı Kerim'in birçok yerinde kalplerin ıslahı, Allah'ın hidayetine uyması ile rızkın kolaylaşması ve refahın genelleşmesi arasında bu bağlantı kurulur. Örneğin bir yerde şöyle denir: "Eğer şehirlerin halkı inanmış ve bize karşı gelmekten sakınmış olsalardı, onlara göğün ve yerin bolluklarını verirdik. Ama yalanladılar; bu yüzden onları, yaptıklarına karşılık suçüstü yakalayıverdik." (A`raf suresi 96) Bir başka yerde de şöyle denir: "Şayet kitap ehli inanıp karşı gelmekten sakınsalardı, kötülüklerini örterdik ve onları nimet cennetlerine koyardık. Eğer onlar Tevrat'ı, İncil'i ve Rabblerinden kendilerine indirilen Kur'an'ı gereğince uygulasalardı, her yönden nimete ermiş olurlardı." (Maide suresi 65-66) Bir başka yerde de şöyle denir: "Allah'tan başkasına kulluk etmeyesiniz. Ve Rabbinizden bağışlanma dileyesiniz diye. Ben size O'nun tarafından gönderilmiş bir uyarıcı ve müjdeciyim. Allah'a tevbe edin ki, belli bir süreye kadar sizi güzelce geçindirsin. Ve her layık olan kişiye hakkettiğini versin."(Hud 2-3)

Kur'an-ı Kerimin değişik yerlerde dile getirdiği bu kural, Allah'ın vaadi hayata egemen olan yasa gibi sağlam temellere dayanan gerçek bir kuraldır. Asırlar boyunca yaşanan realite de bunu doğrulamaktadır. Bu kuralla söz konusu edilen toplumlardır, fertler değil. Allah'ın şeriatını uygulayan, Allah korkusundan kaynaklanan bir istiğfarla ve salih amelle gerçekten Allah'a yönelen.. Allah'tan korkan, O'na kulluk sunan, O'nun şeriatını uygulayan, bütün insanlar için adalet ve güvenlik sağlayan hiçbir millet yoktur ki, iyiliklere gark olmasın, yüce Allah O'nu yeryüzüne sağlam temellere dayalı olarak egemen kılmasın, imar ve ıslah için yeryüzüne halife kılmasın.

Bazı dönemlerde, Allah'tan korkmayan, O'nun şeriatım uygulamayan, buna rağmen bolluk içinde yaşayan, yeryüzünde hakimiyet kuran milletlere şahit oluyoruz. Fakat bu durum, yalnızca bir sınavdır: "Biz, sizi hayır ve şerle deneyerek imtihan ederiz." Ayrıca bu, belâlı bir bolluktur. O toplumları, toplumsal ihtilaller, ahlaki çöküntü, zulüm, haksızlık, insanlık onurunun çiğnenmesi gibi felaketler yer bitirir. Şu anda iki süper devlet var karşımızda. Bunlar bolluk içinde yüzen, yeryüzünde hakimiyet kuran iki büyük devlettir. Birincisi, kapitalist ikincisi, komünisttir. Birincisinde ahlaki düzey, hayvanlardan daha aşağıya doğru yuvarlanmaktadır. Hayat anlayışı tepe taklak, aşağılık bir düzeye doğru yuvarlanmaktadır. Herşey dolara dayalıdır burada. ikincisinde ise, insanın değeri, köleden daha aşağıdadır. Casuslar her tarafta dolaşmakta ve insanlar sistematik katliamların dehşeti içinde yaşamaktadırlar. insanlar, sabaha sağ çıkacaklarından emin olmadan gecelemektedirler. Karanlık ithamların kurbanı olmayacaklarından emin değildirler. Ne bu, ne o, insana yaraşır huzurlu bir hayat kurabilmiş değildirler.

Hz. Nuh'la birlikte uzun ve soylu cihadını izlemeye devam ediyoruz. Burada Hz. Nuh, milletinin dikkatini iç ve dış alemde yeralan Allah'ın ayetlerine çekiyor. Onların Allah'a karşı takındıkları kötü edep tavrından ve şımarıklıklarından dolayı şaşmıyor. Ve bu şımarıklıklarını kınıyor:

"Ne oluyorsunuz ki Allah'a büyüklüğü yakıştıramıyorsunuz. O sizi merhalelerden geçirerek yaratmıştır."

Hz. Nuh'un milletine sözünü ettiği aşamalar onların anladıkları bir şey olmalı. Veya bu deyimin ifade ettiği anlamlardan birini o zaman anlıyorlardı. Hz. Nuh, böyle bir hatırlatma ile onların ruhlarını etkileyip davetine olumlu karşılık vermelerini sağlamak istiyordu. Tefsircilerin çoğu burada sözkonusu edilen aşamaların, ceninin ana rahminde nütfeden, kan pıhtısına, oradan bir çiğnem ete, oradan iskelete ve tüm organları tamamlanmış insana kadar geçirdiği evreler olduğunu söylüyorlar. Hz. Nuh, bu hatırlatmada bulununca milletinin bunu anlâması mümkündür. Çünkü, doğumdan önce meydana gelen düşükler bu konuda onlara bir fikir vermiş olabilir. Bu ayetin ifade ettiği anlamlardan biri budur. Bu ayetin anlamı, bugünkü embriyoloji biliminin söyledikleri de olabilir. Buna göre embriyo, başlangıçta tek hücreli canlılara benzer, hamileliğin belli bir aşamasından sonra çok hücreli canlılara benzeyen embriyo biçimlenir. Sonra suda yaşayan bir canlı şeklini alır. Arkasından memeli hayvanlara benzer. Sonra insana benzemeye başlar. Bu bilimsel açıklamayı Nuh'un kavminin bilmesi uzak bir ihtimaldir. Çünkü bu gerçekler günümüzde ortaya çıkmıştır. Bu ayet, başka bir yerde yüce Allah'ın embriyonun aşamalarına ilişkin sunduğu gerçeklerden sonra vurguladığı anlamı da kastetmiş olabilir: "Sonra biz onu bir başka yaratık halinde varettik. Yaratıcıların en güzeli olan Allah ne yücedir."(Mü'minun 14) Öte yandan gerek bu ayetin gerekse diğer ayetin henüz ortaya çıkmamış ve yararlanamadığımız başka anlamları da olabilir.

Her halûklarda Hz. Nuh burada milletini kendi iç alemine bakmaya yöneltiyor. Yüce Allah kendilerini değişik aşamalardan geçirerek yarattığı halde, onların içlerinde yaratıcıları olan Allah'a karşı derin saygı duymamalarını kınıyor. Hiç kuşkusuz bu, bir yaratığın ortaya koyabileceği çirkin ve Hayret verici bir tutumdur.

Aynı şekilde Hz. Nuh, onları açık, gözlemlenebilen evren kitabına yöneltiyor: "Allah'ın göğü yedi kat üzerine nasıl yarattığını görmez misiniz? Aralarında Ay'a aydınlık vermiş ve güneşin ışık saçmasını sağlamıştır." Yedi göğün anlamını evrenin tamamına ilişkin bilimsel varsayımlarla sınırlandırmak mümkün değildir. Çünkü bilimin söyledikleri varsayımdan öte bir şey değildir. Hz. Nuh, milletini göğe bakmaya yöneltmiş ve Allah'ın kendisine öğrettiği şekliyle göğün yedi kat olduğunu söylemiştir. Bu yedi kat gök içinde ay aydınlatılmış, güneş de ışık kaynağı haline getirilmiştir. Onlar ayı, güneşi görüyorlardı. Gök adı verilen uzayı da görüyorlardı. Şu masmavi uzay boşluğudur gök. Fakat nedir göğün mahiyeti? Onlardan bunu bilmeleri istenmiyordu. Bu konuda hiç kimse bu güne kadar kesin birşey söyleyebilmiş değildir. Bu işaret, şu dehşet verici yaratıkların ve şu olağanüstü gücün arka planını düşünmek, oraya yönelmek için yeterlidir. Zaten bu direktifin amacı da budur. Sonra Hz. Nuh, milletinin dikkatini topraktan yaratılışlarına, ölerek tekrar oraya döneceklerine çekiyor. Amaç, ölümden sonra diriliş yoluyla tekrar oradan çıkarılacaklarını anlatmaktır: "Allah sizi yerden bitirir gibi yetiştirmiştir. Sonra sizi oraya döndürür ve yine oradan çıkarır."

İnsanın topraktan yaratılışını yeşermek şeklinde dile getirmek, ilginç olduğu kadar anlamlı bir ifadedir de. Bu gerçek Kur'an-ı Kerimde değişik şekillerde dile getirilir. Örneğin bir yerde yüce Allah şöyle buyurur: "Güzel bir belde Rabbinin izniyle bitkisini çıkarır. Kötü olan ise ancak kötülük çıkarır." Yüce Allah burada insanların da tıpkı bitkiler gibi yeşerdiklerine işaret ediyor. Yine değişik yerlerde insanın varoluşu ile bitkilerin yeşermesi arasında bağlantı kurulur. Örneğin Hacc suresinde ölümden sonra diriliş gerçeğini kanıtlayan bir delil olarak insanın topraktan varedilişi ile bitkinin yeşermesi bir ayette birlikte anlatılır: "Ey insanlar! Öldükten sonra tekrar dirilmekten şüphede iseniz, bilin ki, ne olduğunuzu size açıklamak için. Biz sizi topraktan, sonra nütfeden, sonra pıhtılaşmış kandan, sonra da yaratılışı belli belirsiz bir çiğnem etten yaratmışızdır. Dilediğimizi belli bir süreye kadar Rahimlerde tutarız; sonra sizi çocuk olarak çıkartırız, böylece yetişip erginlik çağına varırsınız. Kiminiz öldürülür, kiminiz de ömrünün en fena zamanına ulaştırılır ki, bilirken birşey bilmez olur. Yeryüzünü görürsün ki kupkurudur; fakat biz ona su indirdiğimiz zaman harekete geçer, kabarır, her güzel bitkiden çift çift yetiştirir." "Mü'minun" suresinde de embriyonun geçtiği aşamalar "Hacc" suresindekine yakın ifadelerle anlatır, ardından şöyle denir: "Biz onunla size üzümden ve hurmadan bahçeler meydana getirdik."

Hiç kuşkusuz bu dikkat çekici bir olgudur. Çünkü bu olgu, yeryüzündeki hayatın kaynağının birliğine işaret ediyor. insanların da tıpkı bitkiler gibi topraktan yeşerdiklerini; toprakta bulunan belli başlı elementlerden meydana geldiğini, bu elementlerden oluşan besinlerle beslenip geliştiğini anlatıyor. Şu halde insan da topraktan çıkan herhangi bir bitkidir. Yüce Allah bitkilere o tür bir hayat bahşettiği gibi insana da bu tür bir hayat bahşetmiştir. Ama her ikisi de toprağın ürünüdür ve ikisi de bu annenin sütünden beslenir.

İşte iman, müminde onun toprak ve canlılarla ilişkisi hakkında böylesine gerçekçi ve böylesine canlı bir düşünce oluşturur. Bu düşünce ilmin özenliliğine ve duygusal canlılığına sahiptir. Çünkü bu düşünce vicdanda yer eden canlı bir gerçeğe dayanır. İşte bu, Kur'an'ın bilinen eşsiz ayrıcalığıdır.

Topraktan yeşerir gibi çıkan insanlar tekrar oraya dönerler. Oradan yeşerttiği gibi ulu Allah tekrar oraya döndürür onları. Kemikleri toprağa karışır, bedenlerini oluşturan atomlar onun atomları ile kaynaşır. Nitekim topraktan yeşermeden önce bu durumdaydılar. Sonra ilk defa kendilerini çıkaran, bir bitki gibi yeşerten Allah onları yeniden çıkarır. insan Kur'an-ı Kerim'in meseleyi sunduğu bu açıdan bakınca olay son derece basittir, kolay anlaşılır. Bir saniye bile üzerinde duraksamayı gerektirmez.

Hz. Nuh, kavminin dikkatini bu gerçeğe çekiyor ki, kalplerinde Allah'ın elini hissetsinler, kendilerini topraktan bir bitki gibi yeşerten, sonra tekrar kendilerini toprağa döndürecek olan Allah'ın gücünü somut olarak görsünler. Bunun ardından bir diğer diriliş bekleniyor, onun hesabı yapılıyor. O da bu kadar basit bu kadar kolay meydana gelecektir. Tartışmayı gerektirmeyecek kadar basit ve kolay olacaktır.

Son olarak Hz. Nuh milletinin dikkatini yüce Allah'ın kendilerine yönelik nimetine çekiyor. Yeryüzündeki hayatı kolaylaştırmasına, kolayca yararlansınlar geçimlerini, seyahatlerini yapsınlar, geçim imkanları bulsunlar diye yeri boyun eğdirmesine dikkat çekiyor: "Yeryüzünde dolaşabilmeniz, orada yollar ve geniş geçitlerden geçebilmeniz için, onu size yayan O'dur."

Bu, gözlemleyebilecekleri, kavrayabilecekleri bir gerçekti. Her yönüyle gözlerinin önündeydi. Hz. Nuh'un sesinden ve uyanlarından kaçtıkları gibi bundan da kaçamazlardı. Çünkü bu yeryüzü -onlar açısından- serilmiş bir döşek gibidir. Hatta yeryüzünün dağlarında bile onlar için yollar ve geçitler sağlanmıştır. Tıpkı ovalarında, vadilerinde olduğu gibi. insanlar yeryüzünde sağlanmış geçitlerde ve yollarda yürüyerek, hayvan sırtında bir yerden bir yere gidebiliyorlar. Allah'ın lütfunu arayabiliyorlar. Karşılıklı çıkar ve rızk değiş tokuşu ile geçimlerini kolaylıkla sağlayabiliyorlar.

Onlar, kendi hayatlarına hükmeden, yaşamlarını kolaylaştıran yasaları inceleyecekleri zor ve karmaşık yöntemlere gerek duymadan gözler önündeki bu gerçeği kavrayabiliyorlardı. insanoğlunun bilgi düzeyi arttıkça bu gerçeğe ilişkin yeni şeyler, değişik ufuklar öğrenmiştir.

İşte Nuh peygamber bu şekilde değişik yöntemlerle, kesintisiz bir mücadele ile, güzel bir sabır ile, dokuz yüz elli sene süren soylu bir çaba ile çeşitli yollar kullanarak milletin kalbine ve aklına hitap etti -veya hitap etmeye çalıştı-. Sonra kendisini onlara peygamber olarak gönderen Rabbine yönelmiş, mücadelesinin sonucunu anlatmış, bu ayrıntılı açıklama ile ve bu dokunaklı ifadeler ile şikayetini bildirmişti. Bu incelikli açıklama aracılığı ile sabır, mücadele ve meşakkatin soylu bir tablosu canlanıveriyor gözümüzün önünde. Bu, sapık ve isyancı insanlığa yönelik gök menşeli peygamberlik misyonu zincirinin bir halkasıdır. Peki bunca açıklamadan sonra ne oldu?

Rabbim, bunca mücadeleden sonra, bunca çabadan sonra, bunca direktiften sonra, bunca aydınlatıcı açıklamalardan sonra, bunca uyarıdan, mal, evlat ve bolluk vaadinden sonra, bana başkaldırdılar. Bütün bunların sonucu; başkaldırı, sapık ve saptırıcı liderler peşinden gittiler. Sahip olduğu mal ve evlat, mevki ve makamın aldatıcı cazibesine kapılıp sapıklığı tercih ettiler. "Malı ve çocuğu kendisine sadece zarar getiren" kimselere uydular. Bunların sahip bulundukları mal ve evlat onları yanıltmış, kendileri saptıkları gibi başkalarını da saptırmışlardı, Böylece bu nimetler sadece mutsuzluklarını, zararlarını arttırmıştı.



22- "Birbirinden büyük düzenler kurdular."

23- "İnsanlara `sakın tanrılarınızı bırakmayın, Ved, Suva, Yağus, Yeuk ve Nesr putlarından asla vazgeçmeyin' dediler."

24- "Böylece birçoğunu saptırdılar; Rabbim! Sen bu zalimlerin sadece şaşkınlığını arttır."

Bu liderler sapıklıkla da yetinmiyorlar: "Birbirinden büyük düzenler kurdular." Son derece büyük düzenler kurdular. Davet hareketini başarısızlığa uğratmak, insanların kalplerine giden yolları tıkamak için düzenler kurdular. Halkın içinde yüzdüğü cahiliye hayatını, sapıklığı ve küfrü çekici kılmak için entrikalar düzenlediler. Bu düzenlerden biri de halkı, tanrı diye isimlendirdikleri putlara sarılmaya teşvik etmekti: "İnsanlara sakın tanrılarınızı bırakmayın dediler." Bu putları "tanrılarınız" tamlaması ile sundular ki, yalancı bir gayret ve içlerinde günahkar bir hamiyet duygusu uyandıralar. Bu putlar arasında en büyüklerini ayrıca zikrederek onlara belli bir değer verdiler. Böylece sapıklığa dalmış kamuoyunda bir heyecan, bir gayret uyandırmak istediler: "Ved, Suva, Yağus, Yeuk ve Nesr putlarından vazgeçmeyin: ' Bunlar onların kulluk sundukları en büyük putlardı. Bu putlara Hz. Muhammed'in peygamber olarak görevlendirildiği döneme kadar ibadet ediliyordu.

İşte sapık ve saptırıcı liderler, her cahiliye ortamında yaygın olan sloganlara uygun çeşitli isim ve görüntüler altında putlar dikerler. Bu putların etrafında bağlılar, izleyiciler oluştururlar. Onların kalplerinde bu putlara yönelik bir gayret, bir hamiyet duygusu meydana getirirler. Ardından bu yulardan tutup onları istedikleri tarafa yöneltirler. Kendilerine yönelik itaat ve bağlılığın garantisi olan sapıklığın içinde yüzmelerini sağlarlar. "Böylece bir çoğunu saptırdılar." Değişik komplolarla, düzen ve ısrarlı propagandalarla Allah'ın davasının önünü tıkamak, kalpleri davetçilerin açıklamalarının etkisinden uzaklaştırmak için insanları taştan, ağaçtan, tarihsel kişiliklerden, ideolojilerden oluşan putların etrafında biraraya getiren her dönemdeki sapık liderler gibi...

Burada, seçkin peygamber Hz. Nuh'un gönlünden, komplocu, düzenbaz, Sapık ve saptırıcı zalimlere yönelik şu beddua kopuyor:

"Rabbim! Sen bu zalimlerin sadece şaşkınlığını arttır."

Bu beddua uzun süre mücadele eden, çok meşakkat çeken, her türlü yola başvurduktan sonra zalim, azgın ve kin anlayışlı kalplerde hayır olmadığını anlayan, bunların hidayeti hakketmediklerini, kurtuluşa layık olmadığını gören bir kalpten yükseliyor.

Surenin akışı Hz. Nuh'un duasının devamını sunmadan önce, suçlu zalimlerin dünya ve ahirette uğradıkları akıbete değiniyor. Çünkü ahiret olgusu da tıpkı dünya gibi Allah'ın bilgisine göre şu anda fiilen mevcuttur. Gerçekleşmesi kaçınılmaz realite açısından da durum böyledir:



25- Onlar, günahları yüzünden suda boğuldular; ateşe sokuldular, kendilerine Allah'tan başka yardımcı bulamadılar.

Hataları, günahları ve isyanları yüzünden suda boğuldular, ateşe sokuldular. Bu ayette bağlaç olarak "fa" harfinin kullanılmış olması bir amaca yöneliktir. Çünkü ateşe sokulmaları ile su da boğulmaları arasında uzun bir zaman yoktur. Aradaki zaman farklılığı kısadır, yok gibidir. Çünkü zaman Allah'ın ölçüsünde bir değer ifade etmez. Sıralânış ve ardardalık onların dünyada boğulmaları ve ahirette ateşe sokulmalarından kaynaklanıyor. Burada dünya ve ahiret arasındaki kısa dönemdeki kabir azabı da kastedilmiş olabilir. "Allah'tan başka yardımcı bulamadılar."

Ne evlat, ne mal, ne iktidar ve ne de dost edindikleri düzmece tanrıları kendilerine yardımcı olamadı.

İki kısacık ayette, isyancı, kıt anlayışlı sapıkların işi bitiriliyor. Hayat kütüğünden isimleri siliniyor, defterleri dürülüyor. Bu, surenin akışının Hz. Nuh'un onların yok edilmeleri için yaptığı duayı sunmasından önce gerçekleşiyor. Burada suda boğulmaları ayrıntılı olarak anlatılmıyor, onları boğan tufandan da uzun uzadı ya söz edilmiyor. Çünkü burada kalıcı olması istenen atmosfer, işlerinin çarçabuk bitirilmiş olmasıdır. Öyle ki onların suda boğulmaları ile ateşe sokulmaları arasındaki mesafe de "fa" bağlacı ile ortadan kaldırılıyor. Kur'an-ı Kerim'in olağanüstü tasvirler ve çarpıcı ifadeler yoluyla mesajlarını iletmede kullandığı genel yöntem budur. Bu yüzden biz de ayetlerin akışının oluşturduğu atmosferin önünde duruyor ve suda boğulmaları ile ateşe sokulmaları kıssasını uzun uzadı ya anlatarak öteye geçmek istemiyoruz.

Sonra Hz. Nuh'un duası ve mücadelenin sonunda Rabbine yakarışı sunuluyor:

26- Nuh dedi ki: "Rabbim! Yeryüzünde hiçbir kâfir bırakma."

27- "Doğrusu sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar, sadece ahlâksız ve çok inkarcıdan başkasını doğurup yetiştirmezler."

28- "Rabbim! beni, anamı babamı, evime inanmış olarak gireni, inanan erkek ve kadınları bağışla; zalimlerin de yalnız helâkini artır."

Hz. Nuh'un kalbi yeryüzünün zamanındaki insanların ulaştığı önü alınmaz, katışıksız kötülükten yıkanması gerektiğini sezmişti... Kimi zaman yeryüzünün zalimlerden yıkanmasından başka çıkar yol bulunmaz olur. Çünkü onların varlıkları Allah'ın davetinin önünde aşılmaz bir engel oluşturur. insanların kalpleri ile davanın arasına girerler. İşte Hz. Nuh yeryüzünde tek bir zalim ve tek bir barınakları kalmamacasına yok edilmelerini isterken bu gerçeği dile getirmişti: "Doğrusu sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar." "Kullarım" ifadesinden Hz. Nuh'un müminleri kastettiği anlaşılıyor. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de buna benzer yerlerde bu anlamda kullanılır bu kelime.

Buna göre ya, zalimler sahip oldukları süper güçlerini kullanarak müminleri inançlarından döndürürler. Veya zalimlerin büyük bir iktidara sahip olmaları, bunun yanısıra yüce Allah'ın onları rahat bırakması müminleri yanıltır, böylece inançlarından dönerler.

Ayrıca zalimler, kafirlerin doğup geliştiği bir çevre, bir ortam oluştururlar. Bu çevrede doğan çocuklar küfrün yaygınlaşmasına aracı olurlar. Çünkü zalimlerin oluşturduğu ortam onları kendine göre biçimlendirir. Aydınlığın doğmasına fırsat vermez. Kendi oluşturdukları sapık ortamın çevrelerini bürümesi sonucu gözlerini açamaz olurlar. İşte Hz. Nuh'un sözleri bu gerçeğe işaret ediyor. Kur'an-ı Kerim bu sözleri şu şekilde aktarır: "Sadece ahlâksız ve çok inkarcıdan başkasını doğurup yetiştirmezler..." Onlar toplumun içinde batıl ve sapık geleneklerin yayılmasına önayak olurlar. Bunlara dayalı gelenekler, rejimler, düzenler ve yasalar oluştururlar. Bunların gölgesinde de Hz. Nuh'un söylédiği gibi ancak ahlâksızlar, kafirler yetişir.

İşte bu yüzden Hz. Nuh kırıp geçirmeyi, taş üstünde taş bırakmamayı temenni eden ezici duada bulunuyor. İşte bu yüzden yüce Allah duasını kabul ediyor, yeryüzünü o kötülükten temizliyor, herşeye gücü yeten, karşı konulmaz gücüyle o pislikleri yıkıyor, yeryüzünü arındırıyor.

Hz. Nuh duasının sonunda yaptığı yok etmeyi, kırıp geçirmeyi, ezmeyi öngören bedduasının yanısıra şunları da söylüyor: "Zalimlerin de yalnız helakini artır." Yani onları yok et, köklerini kurut. Bunun yanısıra şu ürpertici, şu sevimli yakarış yer alıyor: "Rabbim! Beni, anamı, babamı, evime inanmış olarak gireni, inanan erkek ve kadınları bağışla."

Hz. Nuh'un bir peygamber olarak, Rabbinden kendisini bağışlamasını istemesi, yüceler yücesi Allah'ın huzurunda saygın bir Peygambere yaraşır bir edep tavrıdır. Rabbi huzurunda bir kulun tavrıdır bu. insan olduğunu, hata ettiğini, kusur işlediğini unutmayan, bununla beraber itaat eden, kulluk sunan ve Allah lütfu ile kendisini bürümedikçe amelleri ile cennete giremeyeceğini bilen bir kulun edep tavrıdır bu. Nitekim peygamber kardeşi Muhammed de -salât ve selâm üzerine olsun- böyle söylemişti. İşte Hz. Nuh'un isyancı, suçlu ve büyüklük taslayan kavmini davet ettiği istiğfar budur. O, bir peygamber olarak, bunca mücadeleden sonra ve bunca yorucu çabadan sonra bağışlanma diliyor. Rabbine çalışma raporunu sunarken bağışlamasını istiyor.

Ve anne-babası için yaptığı dua... Bir peygamberin mümin anne-babasına yönelik iyiliğinin belirtisidir. Eğer anne babası mümin olmasalardı, diğerleri ile birlikte suda boğulan kafir oğlunu reddettiği gibi onları da reddederdi. (oğlu ile ilgili meseleye Hud suresinde değinilmiştir.)

Özel olarak evine mümin olarak girenler için yaptığı dua da bir müminin bir başka mümine yönelik iyilik temennisinin ifadesidir. Kendisi için istediği gibi kardeşine de hayır dilemesidir. Evine mü'min olarak girenlerin Özellikle belirtilmesi, bunun kurtuluş alameti olmasından ve onların kendisi ile birlikte gemiye binecek olmasından dolayıdır.

Bundan sonra genel olarak tüm mümin erkek ve kadınlara dua etmesi de, bir müminin tüm zaman ve mekanlardaki müminlere yönelik iyi duygularının, zaman ve mekan farklılığına rağmen aradaki yakınlık bağının bilincinde oluşunun ifadesidir. Hiç kuşkusuz bu, zaman ve mekan farklılığına rağmen bağlılarını, sağlam sevgi, köklü özlem bağları. ile birbirine bağlayan bir inanç sistemine özgü Hayret verici bir sırdır. Yüce Allah bu sırrı hem inanç sisteminin özüne hem de inanç bağı ile birbirlerine bağlayan müminlerin kalplerine yerleştirmiştir.

Müminlere yönelik bu sevgiye karşın, zalimlere karşı da derin bir nefret duyuyor:

"Zalimlerin de yalnızca helâkini artır."

Ve sure sona erdi. Bu surede seçkin peygamber Hz. Nuh'un cihadının aydınlık bir tablosu sunuldu. Bir de inatçıların, zalimlerin yanlışta ısrar arını somutlaştıran karanlık bir tablo çizildi. Bu iki tablo kalbe bu saygın ruha yönelik bir sevgi, bu soylu cihada yönelik bir Hayret, zorluklar ve meşakkatler ne olursa olsun, acılar ve fedakarlıklar ne kadar ağır olursa bu sarp yolda yürüme isteği ve kararlılığı uyandırdılar. Çünkü bu yol, insanı kendisi için yeryüzünde öngörülen kemal/kusursuzluk düzeyine ulaştıracak biricik yoldur. Bu yol aracılığı ile insan yüceler yücesi, ulu Allah'a doğru yol alır.

NUH SÜRESİ(Muhammed GAZALİ)

Nuh'un hayat hikâyesinin en ilginç olanlarından biri, O'nun kavmini dokuz buçuk asır davet etmesi ve onların kabul etmemeleridir. Şüphesiz bu uzun zaman devletlerin ortaya çıkıp yok olmasını, ilkelerin parlamasını ve sönme­sini kapsar. Ancak Nûh kavmi, sapıklıkları üzerinde diretmiş, tevbe etmemiş ve etme­yi bile aklından geçilmemiştir. İşte bunun için azmi sağlam ve tahammülü geniş adam (Nûh), karşılaştığı kötülüğü ve küfrün inadım şikâyet etmek için Rabbine döndü:

"(Ve bir zaman sonra Nûh): Ey Rabbİm, dedi. Ben kavmimi gece gündüz (ima­na) davet ettim. Benim davetim, onlara kaçışlarını artırmaktan başka bir katkı­da bulunmadı. Günahlarını bağışlaman için onları (sana) ne kadar davet ettim­se parmaklarını kulaklarına tıkadılar, örtülerini başlarına çektiler, direttiler ve çok kibirlendiler." (Nûh: 5-7)

İnsanı, taşa tapan ve Âlemlerin Rabbi'ne ibâdet etmeyi bırakan bir konuma geti­ren küfür için, akıllıca bir şüphe olur mu?

Kâfirlerin izledikleri yollan gözlemlediğimde, inkârlarına neden olan ve insanla­rı yüce Rablerinden çeviren düşünsel değil psikolojik sebepler gördüm. Değilse din­darlığı reddeden ve dostluğu beşere saklayan kişinin tutumu nasıl açıklanabilir?

Allah'ı unutturma ve Stalin'i övme hususunda binlerce kitaplar yazılmıştır! Bun­lar ise, Allah'ın varlığı üzerine deliller, bilinmeyen matematik denklemleri değil; ak­sine uyansın ve görsün diye uyuyan akıl için uyarılardır.

"Görmediniz mi, Allah yedi göğü nasıl birbirleriyle uyumlu yaratmıştır? Ve on­ların İçine Ay'ı (yansıyan) bir ışık (nûr) olarak yerleştirmiş ve güneşi (ışık sa­çan) bir lamba (sîrac) yapmıştır? Ve Allah sizi yerden (tedricî bir şekilde) ye-Şertip büyütmüştür; ve sonra sizi (öldükten sonra) oraya geri döndürecektir: (Daha sonra) sizi yeniden dirilterek uSkrar ortaya çıkaracaktır." (Nûh: 15-18)

Biz sürekli yerin bitirdiği bitkilerden yiyoruz. Bunlar ise bedenlerimizde kaslara
ve kanlara dönüşüyor. Bu dönüşümü biz mi gerçekleştiriyoruz, yoksa her şeyden ha­berdâr olan Latif mi? Gezegenleri döndüren kim? Allah mı yoksa Nûh kavminin ilâh­larından olan Vedd veya Suva'mı?

Kâfirlerin kalın kafalıları çok ilginçtir. Bundan daha ilginci böbürlenmek ve ken­dini övmektir. Bunun için uyarı ve tebliğde harcanan uzun çağlar geçtikten sonra Nûh, Rabbine yakarıyor:

"Rabbim yeryüzünde kâfirlerden tek bir kişi bırakma. Çünkü sen onları bırakır­san, kullarını saptır(maya çalışırlar ve yalnızca ahlâksız (fâcir) ve inatçı nan-kör(keffâr)lüğe sebep olurlar." (Nûh: 26-27)

Gün geçtikçe küfür, çarpık geleneklere,

"...Serveti ve çocuğu kendisinin zararını artırmaktan başka bir işe yarama­yan..." (Nûh: 21)

insanlara ve "Biz malca ve evlatça daha çoğuz, biz azaba uğratılacak değiliz." (Se-be': 35) diye ısrar edenlere dönüşmektedir. Bu belâdan daha beteri, kâfirlerin mü'minlere istikrar ve yaşam hakkı tanımamalarıdır. İnkâr edenler, peygamberlerine dediler ki: "Ya sizi mutlaka yurdumuzdan çıkarırız, ya da bizim dinimize dönersiniz.'" (İbrâhîm: 13)

Sapıklığın doğası, tek bir durum olmasını gerektirmez. Bu çağda mü'minler, irti-dat, sıkıntı ve fitneden oluşan âfetlerle ölüm döşeğindedirler.

NUH SÜRESİ(Elmalılı Hamdi YAZIR)

"Biz Nûh'u gönderdik." Âlûsi şöyle der: "Nûh ismi aslında Arapça değildir, başka bir dildendir. Cüvâlikî bunun Arapçalaşmış olduğunu söylemiş, Kirmanî ise, Süryanicede Nûh kelimesinin "sâkin" mânâsına geldiğini söylemiştir. Hakim'in Müstedrek'te "Asıl ismi Abdülgaffar olup çok ah çekip ağladığından dolayı Nûh denilmiş." olduğuna dair rivayeti sahih olmasa gerektir. Meşhur rivayete göre, Hz. Nûh'un nesebi, İbnü Melek b. Mettuşelah b. Ahnuh'tur. Ahnuh da İdris (a.s)'in ismidir. Buna göre Nûh, İdris ( a.s)'ten sonradır, Müstedrek'te ise sahabeden çoğunun Hz. Nûh'un Hz. İdris'ten önce olduğu görüşünde oldukları yazılıdır."

Hz. Nûh ile Hz. Âdem arasında bin sene kadar veya daha yakın bir zaman geçmiş olduğuna dair de aslı eski kitaplara dayandırılan yaygın bir rivayet vardır. Fakat Hz. Nûh'un kavmi, bu sûrede açıklandığına göre Vedd, Süva, Yegus, Yeuk ve Nesir adlarında bir takım putları yapmış oldukları, bu ise Hz. Nuh'un gemisi gibi mucize türünden olamıyacağı için o vakit sanayinin bunları yapabi l ecek kadar ilerlemiş bulunduğunu göstermesi bakımından bin sene içinde ilk insanların sanayide bu dereceye gelebilmiş olmaları, ilâhî hükümle bu âlemde görülegelen aşamalı gelişme kanununa göre imkânsız değilse de garip ve uzak görünür. Bu bakımdan ya Âde m 'in yaratılışına dayandırılan tarihin yanlışlığına hükmetmek veya O Âdem'den maksadın, insanlığın babası olan Âdem olmadığına inanmak gerekir. Biz ise Âdem'i Kur'ân'da özel isim olarak bir tanıdığımızdan, Hz. Nûh ile Hz. Âdem arasında ne kadar bin sene g e çmiş olduğunu Allah'tan başka kimse bilmez deriz.

"Kavmine gönderdik." Burada Hz. Nûh'un bütün insanlara değil, kavmine gönderildiği anlaşılıyor. Zira Peygamberler içinde bütün insanlara gönderilmiş olmak Peygamberimiz'e ait bir özelliktir. O zaman yeryüzünde ne kadar insan ve hangi kavimler vardı ve yeryüzünün nerelerinde insanlar yaşıyordu, onu da ancak Allah bilir. Bununla beraber Alûsî'nin açıklamasına göre denilmiş ki, Hz. Nûh'un kavmi Arap yarımadası ve ona yakın yerlerde oturuyordu. Meşhur ol a n da onu Kûfe topraklarında yani Irak'ta yaşadığı ve orada kendisine peygamberlik görevi verilmiş olmasıdır. Bundan Nûh tufanının da o bildiğimiz her tarafı sarmış olma özelliği Nûh kavmine ve onların hepsine ait demek olup bütün yerküresinin her tarafını kapsaması gerekmiyeceği ve o vakit yeryüzünde onlardan başka insan bulunup bulunmadığı da kestirilemiyeceği anlaşılıyor ki, Âlûsi'nin de tercihi budur.

İbnü Esir "Kâmil"de ve Ebulfidâ "Tarih"inde: "Mecusiler, Tufanı tanımazlar. Bazıları da Tufanın varlığını ikrar eder ve fakat Bâbil bölgesi ile ona yakın yerlerde olduğunu ve "Küyümers" yani Âdem oğullarının meskenleri doğuda olduğundan onlara Tufan'ın ulaşmadığını iddia ve zanneder. Aynı şekilde Hind, İran, Çin gibi doğu ülkeleri Tufan'ı tanımazlar. B azı İranlılar onu itiraf eder ve fakat "genel değildi, Hulvân geçidini geçmemişti" derler. Doğru olan, yeryüzünde yaşayanların hepsinin Nûh (a.s)'un çocuklarından olmasıdır. Zira "Ve onun neslini baki kalanlar kıldık."(Sâffat, 37/77) buyrulmuştur" diye yazarlar. (Sâffat Sûresi'ndeki bu âyet ile Hûd sûresindeki, "Denildi ki: Ey Nûh! Sana ve gemide seninle beraber bulunan müminlere bir selam ve bereketlerle in. Onlardan bir takım kâfir ümmetler olacak ki, biz onları dünyada rızıkla faydalandıracağız."(Hûd, 11/48) âyetinin tefsirine bkz.)

2. "Biz Nûh'u gönderdik." Âlûsi şöyle der: "Nûh ismi aslında Arapça değildir, başka bir dildendir. Cüvâlikî bunun Arapçalaşmış olduğunu söylemiş, Kirmanî ise, Süryanicede Nûh kelimesinin "sâkin" mânâsına geldiğini söylemiştir. Hakim'in Müstedrek'te "Asıl ismi Abdülgaffar olup çok ah çekip ağladığından dolayı Nûh denilmiş." olduğuna dair rivayeti sahih olmasa gerektir. Meşhur rivayete göre, Hz. Nûh'un nesebi, İbnü Melek b. Mettuşelah b. Ahnuh'tur. Ahnuh da İdris (a.s) 'in ismidir. Buna göre Nûh, İdris (a.s)'ten sonradır, Müstedrek'te ise sahabeden çoğunun Hz. Nûh'un Hz. İdris'ten önce olduğu görüşünde oldukları yazılıdır."

Hz. Nûh ile Hz. Âdem arasında bin sene kadar veya daha yakın bir zaman geçmiş olduğuna dair de aslı eski kitaplara dayandırılan yaygın bir rivayet vardır. Fakat Hz. Nûh'un kavmi, bu sûrede açıklandığına göre Vedd, Süva, Yegus, Yeuk ve Nesir adlarında bir takım putları yapmış oldukları, bu ise Hz. Nuh'un gemisi gibi mucize türünden olamıyacağı iç i n o vakit sanayinin bunları yapabilecek kadar ilerlemiş bulunduğunu göstermesi bakımından bin sene içinde ilk insanların sanayide bu dereceye gelebilmiş olmaları, ilâhî hükümle bu âlemde görülegelen aşamalı gelişme kanununa göre imkânsız değilse de garip ve uzak görünür. Bu bakımdan ya Âdem'in yaratılışına dayandırılan tarihin yanlışlığına hükmetmek veya O Âdem'den maksadın, insanlığın babası olan Âdem olmadığına inanmak gerekir. Biz ise Âdem'i Kur'ân'da özel isim olarak bir tanıdığımızdan, Hz. Nûh ile H z. Âdem arasında ne kadar bin sene geçmiş olduğunu Allah'tan başka kimse bilmez deriz.

"Kavmine gönderdik." Burada Hz. Nûh'un bütün insanlara değil, kavmine gönderildiği anlaşılıyor. Zira Peygamberler içinde bütün insanlara gönderilmiş olmak Peygamberimiz'e ait bir özelliktir. O zaman yeryüzünde ne kadar insan ve hangi kavimler vardı ve yeryüzünün nerelerinde insanlar yaşıyordu, onu da ancak Allah bilir. Bununla beraber Alûsî'nin açıklamasına göre denilmiş ki, Hz. Nûh'un kavmi Arap yarımadası ve ona y akın yerlerde oturuyordu. Meşhur olan da onu Kûfe topraklarında yani Irak'ta yaşadığı ve orada kendisine peygamberlik görevi verilmiş olmasıdır. Bundan Nûh tufanının da o bildiğimiz her tarafı sarmış olma özelliği Nûh kavmine ve onların hepsine ait demek o lup bütün yerküresinin her tarafını kapsaması gerekmiyeceği ve o vakit yeryüzünde onlardan başka insan bulunup bulunmadığı da kestirilemiyeceği anlaşılıyor ki, Âlûsi'nin de tercihi budur.

İbnü Esir "Kâmil"de ve Ebulfidâ "Tarih"inde: "Mecusiler, Tufanı tanımazlar. Bazıları da Tufanın varlığını ikrar eder ve fakat Bâbil bölgesi ile ona yakın yerlerde olduğunu ve "Küyümers" yani Âdem oğullarının meskenleri doğuda olduğundan onlara Tufan'ın ulaşmadığını iddia ve zanneder. Aynı şekilde Hind, İran, Çin gib i doğu ülkeleri Tufan'ı tanımazlar. Bazı İranlılar onu itiraf eder ve fakat "genel değildi, Hulvân geçidini geçmemişti" derler. Doğru olan, yeryüzünde yaşayanların hepsinin Nûh (a.s)'un çocuklarından olmasıdır. Zira "Ve onun neslini baki kalanlar kıldık."( Sâffat, 37/77) buyrulmuştur" diye yazarlar. (Sâffat Sûresi'ndeki bu âyet ile Hûd sûresindeki, "Denildi ki: Ey Nûh! Sana ve gemide seninle beraber bulunan müminlere bir selam ve bereketlerle in. Onlardan bir takım kâfir ümmetler olacak ki, biz onları dünyada rızıkla faydalandıracağız."(Hûd, 11/48) âyetinin tefsirine bkz.)

3. "Biz Nûh'u gönderdik." Âlûsi şöyle der: "Nûh ismi aslında Arapça değildir, başka bir dildendir. Cüvâlikî bunun Arapçalaşmış olduğunu söylemiş, Kirmanî ise, Süryanicede Nûh kelimesinin "sâkin" mânâsına geldiğini söylemiştir. Hakim'in Müstedrek'te "Asıl ismi Abdülgaffar olup çok ah çekip ağladığından dolayı Nûh denilmiş." olduğuna dair rivayeti sahih olmasa gerektir. Meşhur rivayete göre, Hz. Nûh'un nesebi, İbnü Melek b. Mettuşe l ah b. Ahnuh'tur. Ahnuh da İdris (a.s)'in ismidir. Buna göre Nûh, İdris (a.s)'ten sonradır, Müstedrek'te ise sahabeden çoğunun Hz. Nûh'un Hz. İdris'ten önce olduğu görüşünde oldukları yazılıdır."

Hz. Nûh ile Hz. Âdem arasında bin sene kadar veya daha yakın bir zaman geçmiş olduğuna dair de aslı eski kitaplara dayandırılan yaygın bir rivayet vardır. Fakat Hz. Nûh'un kavmi, bu sûrede açıklandığına göre Vedd, Süva, Yegus, Yeuk ve Nesir adlarında bir takım putları yapmış oldukları, bu ise Hz. Nuh'un gemis i gibi mucize türünden olamıyacağı için o vakit sanayinin bunları yapabilecek kadar ilerlemiş bulunduğunu göstermesi bakımından bin sene içinde ilk insanların sanayide bu dereceye gelebilmiş olmaları, ilâhî hükümle bu âlemde görülegelen aşamalı gelişme ka n ununa göre imkânsız değilse de garip ve uzak görünür. Bu bakımdan ya Âdem'in yaratılışına dayandırılan tarihin yanlışlığına hükmetmek veya O Âdem'den maksadın, insanlığın babası olan Âdem olmadığına inanmak gerekir. Biz ise Âdem'i Kur'ân'da özel isim ola r ak bir tanıdığımızdan, Hz. Nûh ile Hz. Âdem arasında ne kadar bin sene geçmiş olduğunu Allah'tan başka kimse bilmez deriz.

"Kavmine gönderdik." Burada Hz. Nûh'un bütün insanlara değil, kavmine gönderildiği anlaşılıyor. Zira Peygamberler içinde bütün insanlara gönderilmiş olmak Peygamberimiz'e ait bir özelliktir. O zaman yeryüzünde ne kadar insan ve hangi kavimler vardı ve yeryüzünün nerelerinde insanlar yaşıyordu, onu da ancak Allah bilir. Bununla beraber Alûsî'nin açıklamasına göre denilmiş ki, Hz. Nûh'un kavmi Arap yarımadası ve ona yakın yerlerde oturuyordu. Meşhur olan da onu Kûfe topraklarında yani Irak'ta yaşadığı ve orada kendisine peygamberlik görevi verilmiş olmasıdır. Bundan Nûh tufanının da o bildiğimiz her tarafı sarmış olma özelliği Nûh k avmine ve onların hepsine ait demek olup bütün yerküresinin her tarafını kapsaması gerekmiyeceği ve o vakit yeryüzünde onlardan başka insan bulunup bulunmadığı da kestirilemiyeceği anlaşılıyor ki, Âlûsi'nin de tercihi budur.

İbnü Esir "Kâmil"de ve Ebulfidâ "Tarih"inde: "Mecusiler, Tufanı tanımazlar. Bazıları da Tufanın varlığını ikrar eder ve fakat Bâbil bölgesi ile ona yakın yerlerde olduğunu ve "Küyümers" yani Âdem oğullarının meskenleri doğuda olduğundan onlara Tufan'ın ulaşmadığını iddia ve zanne d er. Aynı şekilde Hind, İran, Çin gibi doğu ülkeleri Tufan'ı tanımazlar. Bazı İranlılar onu itiraf eder ve fakat "genel değildi, Hulvân geçidini geçmemişti" derler. Doğru olan, yeryüzünde yaşayanların hepsinin Nûh (a.s)'un çocuklarından olmasıdır. Zira "V e onun neslini baki kalanlar kıldık."(Sâffat, 37/77) buyrulmuştur" diye yazarlar. (Sâffat Sûresi'ndeki bu âyet ile Hûd sûresindeki, "Denildi ki: Ey Nûh! Sana ve gemide seninle beraber bulunan müminlere bir selam ve bereketlerle in. Onlardan bir takım kâfir ümmetler olacak ki, biz onları dünyada rızıkla faydalandıracağız."(Hûd, 11/48) âyetinin tefsirine bkz.)

4. Ahiret azabı yahut Tufan.

Günahlarınızdan bir kısmını bağışlasın. Ki bunlar geçmiş günahlardır. Zira "İslâm, kendinden önce işlenmiş küfür ve günahı keser." buyrulmuştur. İslâm, daha önce yapılanları keser atar. Kişi ahirette onlarla sorguya çekilmez. Yahut, Allah hakkıyla ilgili günahlarınızı bağışlasın. Zira kul hakkının affını yüce Allah kullara bırakmıştır. Allah'ın bağışlaması, kulun, hakkını yediği kişilerle helallaşmasına bağlıdır.

Ve sizi müsemma bir ecele kadar ertelesin de ecel gelmeden evvel bağışlandıktan başka, sevap kazanacak güzel işler yapmaya da meydan bulabilesiniz. Zira o müsemma ecel iman, Allah'tan korkma ve ibadet şartıyla takdir buyrulan eceldir. Çünkü Allah'ın takdir buyurduğu ecel her ne hakkında olursa olsun takdir buyrulduğu şekilde gelince ertelenmez. Allah'ın ne takdir ettiğini, takdir edilen şey meydana gelmeden önce kendisinden ba ş ka kesin olarak kimse bilemeyeceği için "daha vakit var, biraz eğlenelim de o gelmeden önce yine hazırlanırız" demek de mümkün olmaz. Onun için henüz ecel gelmeden evvel bize verilen mühlet ve erteleme vakitlerini fırsat bilip de ona göre iman etmek ve ku l luk yapmak suretiyle azaptan korunup ibadet ile sevap kazanmaya çalışmak gerekir.

Burada bir taraftan "ertelesin" deniliyor, bir taraftan da "gelince ertelenmez" deniliyor. Gelince ertelenmeyecek bir şey için "ertelensin" demek çelişki

olmaz mı denecek olursa, ilk bakışta sorulabileceği zannedilen bu sorunun sorulamadığı az bir düşünme ile anlaşılır. Çünkü gelince ertelenmeyenin gelmeden önce ertelenmesi çelişki değil, gerçeğin ta kendisidir. Zira henüz gelmemiş olan ertelenmiş demektir. Bundan başka "sizi ertelesin" âyetinde ertelenen ecel değil, muhataplardır. Eceliniz ertelensin denilmemiş, siz ecele kadar bağışlanmak suretiyle ertelenesiniz denilmiştir ki bu, bağışlanmış olarak ecele eresiniz demek olur. Oysa çelişki olabilmesi için "ertelesi n" denilen şeyle "ertelemez" denilen şeyin aynı olması gerekir. Siz ecele ertelenirsiniz, ecel ertelenmez demek hiç bir zaman çelişki olmaz. Şu kadar var ki, bu mânâya göre burada "Sizi bir belirli ecele kadar ertelesin." cümlesinin açık bir faydası an l aşılmaz. Onun için bundan ilk akla gelen mânâ çelişki değil, şu olur: Kuşkusuz bir belirli ecel vardır. Ondan büsbütün kurtuluşa imkan yoktur. Ancak o ecel gelmeden önce Allah'a îman ve itaat ile iyi korunmak gibi bazı sebeplerden ötürü ertelenebilir. Fakat ecel gelince asla ertelenmez. Dolayısıyle o gelmeden önce hazırlanmaya çalışılmalıdır. Şu halde ecel gelmezden önce bazı sebeplerle ertelenebilmesine ne anlam vermeli?

Takdir olunan ecel mesela yüz sene ise, korunmamakla ondan evvel gitmek mümk ün olur mu? Veya o gelmeden önce Allah'a îman edip emirlerine itaat ile korunarak onu yüzyirmi seneye çıkarmak mümkün olabilir mi? Bundan dolayı bazıları buradan iki ecel mânâsı anlaşıldığı kanaatına varmışlar ve ecelin takdirini iki ayrı ihtimalle anlatı p şarta bağlı olarak tasvir etmişlerdir.

Zemahşeri şöyle der: Yüce Allah şöyle kaza buyurmuştur ki mesela, Nûh kavmi iman ederlerse ömürleri bin senedir. Eğer küfür üzere giderlerse dokuzyüzün başında onları yok edecektir. Bu suretle onlara şöyle denilmiştir: İman edin ki Allah sizi belirli olan ecele kadar ertelesin. Yani belirlemiş ismini koymuş ve sizin için daha ilerisine gidemeyeceğiniz bir gaye olarak tayin etmiş olduğu vakte kadar bıraksın. Ki bu da tam bin sene olan en uzun vakittir. Sonra da haber vermiş ki, o uzun gaye geldiği vakit bu kısanın ertelendiği gibi ertelenmez. Razî de tefsirinde bunu aynen almıştır. Kâdı, Ebu's-Suud ve Âlûsî de aynı mânâda yürümüş omakla birlikte yalnız gelince ertelenmeyen ecelin sadece müsemma olan ecel olmadığını, ikisinin de ertelenmez olduğunu, burada ise "Kuşkusuz Allah'ın eceli gelince ertelenmez."den maksadın, iman edildiği takdirde belirli olan ecel değil, iman edilmediği takdirdeki kısa ecel olması gerekeceğini ve çünkü ibadetin edatı ile sebep göst erilmesi,

yapılmayacak olan ertelemenin vaad edilen erteleme olmasını gerektirdiğinden "İbadet etmezseniz uzun ecele ertelenmezsiniz ve o halde takdir edilen eceliniz kısa ecel olur, o gelir çatar, gelince de ertelenmez, o vakit kurtulamazsınız. Belirlenmiş eceliniz uzun olan değil, kısası olmuş olur." demek olduğunu anlatmışlar ve bu surette bu üç tefsirci bir taraftan şarta göre uzun veya kısa iki ecel varsaymakla beraber gerçekte ecelin bir olduğunu da göstermek istemişlerdir. Çünkü meselenin iki safhası vardır:

BİRİSİ, eşyanın tabiatına göre aslında ecelin ne kadar olabileceği safhasıdır ki bu bakımdan sebeplerin farklılığına göre ecelin, vuku bulmasına kadar çeşitli şekilde uzun ve kısa olması mümkündür. Ecel vuku bulmadan veya vuku bulacağını gösteren delillerden önce kaderin sırrını Allah'tan başkası bilmediği için, insan ancak ne kadar yaşama imkânı olduğunu düşünerek ona göre hazırlanmalıdır.

İKİNCİSİ de ecelin vuku bulma safhasıdır ki bu bakımdan vuku bulup gerçekleşen ecel bir önceki safhada anlatılan mümkünlerin sadece birisidir. Kimsenin iki eceli yoktur.

İlâhî takdire gelince, takdir yüce Allah'ın ezeldeki ilmi, kaza, o ilmin sonsuzlukta fiile çıkarılması demek olduğuna göre "Ondan göklerde ve yerde zerre miktarı bir şey kaçmaz"(Sebe, 34/3) diye tanıtılan ilâhî ilimde bir gizlilik ve acaba ihtimali bulunmayacağından ilerde fiilen meydana gelecek olan ecel ne ise ilâhî ilimde takdir edilen ecel de odur. Dolayısıyle gerçekte takdir edilen ecel, meydana gelen ecel gibi birdir. Faka t meydana gelmeden evvel onu Allah'tan ve Allah'ın bildirdiklerinden başka kimse bilemez. İlim bilinene bağlı ve yükümlülüğün dayanağı ise kişisel imkân olması nedeniyle Hz. Nûh'un daveti de yüce Allah'ın gerçek takdirine göre değil bunun mümkün olması dur umuna göredir.

İbnü Atiyye tefsirinde şöyle der: "Ve sizi belli bir ecele kadar ertelesin" âyeti, Mutezile'nin "insan için iki ecel vardır" derken tutundukları âyetlerdendir. Eğer bir ve yerine getirilmiş olsa idi, süresi dolunca ertelenmesi sahih olmaz; dolmayınca da çabuklaştırılması sahih olmazdı, demişlerdir. Oysa âyette onların tutunacağı bir şey yoktur. Zira Nûh (a.s) onların erteleneceklerden mi, yoksa öne alınacaklardan mı olduğunu bilmiş değildir. Onlara, siz vakti gelen ecelden ertelenirsiniz de dememiştir. Lakin ezelde onların ya iman edip ecelleri ertelenenlerden veya inkâr edip ecelleri çabuklaştırılanlardan olduklarına dair önceden hüküm verilmiştir. Sonra bu mânâya destek ve şiddet

verip "Kuşkusuz Allah'ın eceli gelince, ertelenmez." sözüyle şimşeği çakarak karar vermiştir."

5. Ahiret azabı yahut Tufan.

Günahlarınızdan bir kısmını bağışlasın. Ki bunlar geçmiş günahlardır. Zira "İslâm, kendinden önce işlenmiş küfür ve günahı keser." buyrulmuştur. İslâm, daha önce yapılanları keser atar. Kişi ahirette onlarla sorguya çekilmez. Yahut, Allah hakkıyla ilgili günahlarınızı bağışlasın. Zira kul hakkının affını yüce Allah kullara bırakmıştır. Allah'ın bağışlaması, kulun, hakkını yediği kişilerle helallaşmasına bağlıdır.

Ve sizi müsemma bir ecele kadar ertelesin de ecel gelmeden evvel bağışlandıktan başka, sevap kazanacak güzel işler yapmaya da meydan bulabilesiniz. Zira o müsemma ecel iman, Allah'tan korkma ve ibadet şartıyla takdir buyrulan eceldir. Çünkü Allah'ın takdir buyurduğu ecel her ne hakkında olursa olsun takdir buyrulduğu şekilde gelince ertelenmez. Allah'ın ne takdir ettiğini, takdir edilen şey meydana gelmeden önce kendisinden başka kesin olarak kimse bilemeyeceği için "daha vakit var, biraz e ğlenelim de o gelmeden önce yine hazırlanırız" demek de mümkün olmaz. Onun için henüz ecel gelmeden evvel bize verilen mühlet ve erteleme vakitlerini fırsat bilip de ona göre iman etmek ve kulluk yapmak suretiyle azaptan korunup ibadet ile sevap kazanmaya çalışmak gerekir.

Burada bir taraftan "ertelesin" deniliyor, bir taraftan da "gelince ertelenmez" deniliyor. Gelince ertelenmeyecek bir şey için "ertelensin" demek çelişki

olmaz mı denecek olursa, ilk bakışta sorulabileceği zannedilen bu sorunun sorulamadığı az bir düşünme ile anlaşılır. Çünkü gelince ertelenmeyenin gelmeden önce ertelenmesi çelişki değil, gerçeğin ta kendisidir. Zira henüz gelmemiş olan ertelenmiş demektir. Bundan başka "sizi ertelesin" âyetinde ertelenen ecel değil, muhataplardır. Eceliniz ertelensin denilmemiş, siz ecele kadar bağışlanmak suretiyle ertelenesiniz denilmiştir ki bu, bağışlanmış olarak ecele eresiniz demek olur. Oysa çelişki olabilmesi için "ertelesin" denilen şeyle "ertelemez" denilen şeyin aynı olması gerekir. S iz ecele ertelenirsiniz, ecel ertelenmez demek hiç bir zaman çelişki olmaz. Şu kadar var ki, bu mânâya göre burada "Sizi bir belirli ecele kadar ertelesin." cümlesinin açık bir faydası anlaşılmaz. Onun için bundan ilk akla gelen mânâ çelişki değil, ş u olur: Kuşkusuz bir belirli ecel vardır. Ondan büsbütün kurtuluşa imkan yoktur. Ancak o ecel gelmeden önce Allah'a îman ve itaat ile iyi korunmak gibi bazı sebeplerden ötürü ertelenebilir. Fakat ecel gelince asla ertelenmez. Dolayısıyle o gelmeden önc e hazırlanmaya çalışılmalıdır. Şu halde ecel gelmezden önce bazı sebeplerle ertelenebilmesine ne anlam vermeli?

Takdir olunan ecel mesela yüz sene ise, korunmamakla ondan evvel gitmek mümkün olur mu? Veya o gelmeden önce Allah'a îman edip emirlerine it aat ile korunarak onu yüzyirmi seneye çıkarmak mümkün olabilir mi? Bundan dolayı bazıları buradan iki ecel mânâsı anlaşıldığı kanaatına varmışlar ve ecelin takdirini iki ayrı ihtimalle anlatıp şarta bağlı olarak tasvir etmişlerdir.

Zemahşeri şöyle der: Yüce Allah şöyle kaza buyurmuştur ki mesela, Nûh kavmi iman ederlerse ömürleri bin senedir. Eğer küfür üzere giderlerse dokuzyüzün başında onları yok edecektir. Bu suretle onlara şöyle denilmiştir: İman edin ki Allah sizi belirli olan ecele kadar ertel e sin. Yani belirlemiş ismini koymuş ve sizin için daha ilerisine gidemeyeceğiniz bir gaye olarak tayin etmiş olduğu vakte kadar bıraksın. Ki bu da tam bin sene olan en uzun vakittir. Sonra da haber vermiş ki, o uzun gaye geldiği vakit bu kısanın ertelendiği gibi ertelenmez. Razî de tefsirinde bunu aynen almıştır. Kâdı, Ebu's-Suud ve Âlûsî de aynı mânâda yürümüş omakla birlikte yalnız gelince ertelenmeyen ecelin sadece müsemma olan ecel olmadığını, ikisinin de ertelenmez olduğunu, burada ise "Kuşkusuz Alla h 'ın eceli gelince ertelenmez."den maksadın, iman edildiği takdirde belirli olan ecel değil, iman edilmediği takdirdeki kısa ecel olması gerekeceğini ve çünkü ibadetin edatı ile sebep gösterilmesi,

yapılmayacak olan ertelemenin vaad edilen erteleme olmasını gerektirdiğinden "İbadet etmezseniz uzun ecele ertelenmezsiniz ve o halde takdir edilen eceliniz kısa ecel olur, o gelir çatar, gelince de ertelenmez, o vakit kurtulamazsınız. Belirlenmiş eceliniz uzun olan değil, kısası olmuş olur." demek olduğunu a n latmışlar ve bu surette bu üç tefsirci bir taraftan şarta göre uzun veya kısa iki ecel varsaymakla beraber gerçekte ecelin bir olduğunu da göstermek istemişlerdir. Çünkü meselenin iki safhası vardır:

BİRİSİ, eşyanın tabiatına göre aslında ecelin ne kadar olabileceği safhasıdır ki bu bakımdan sebeplerin farklılığına göre ecelin, vuku bulmasına kadar çeşitli şekilde uzun ve kısa olması mümkündür. Ecel vuku bulmadan veya vuku bulacağını gösteren delillerden önce kaderin sırrını Allah'tan başkası bilmediği için, insan ancak ne kadar yaşama imkânı olduğunu düşünerek ona göre hazırlanmalıdır.

İKİNCİSİ de ecelin vuku bulma safhasıdır ki bu bakımdan vuku bulup gerçekleşen ecel bir önceki safhada anlatılan mümkünlerin sadece birisidir. Kimsenin iki eceli yoktur.

İlâhî takdire gelince, takdir yüce Allah'ın ezeldeki ilmi, kaza, o ilmin sonsuzlukta fiile çıkarılması demek olduğuna göre "Ondan göklerde ve yerde zerre miktarı bir şey kaçmaz"(Sebe, 34/3) diye tanıtılan ilâhî ilimde bir gizlilik ve acaba ihtimali bulunmayacağından ilerde fiilen meydana gelecek olan ecel ne ise ilâhî ilimde takdir edilen ecel de odur. Dolayısıyle gerçekte takdir edilen ecel, meydana gelen ecel gibi birdir. Fakat meydana gelmeden evvel onu Allah'tan ve Allah'ın bildirdikleri n den başka kimse bilemez. İlim bilinene bağlı ve yükümlülüğün dayanağı ise kişisel imkân olması nedeniyle Hz. Nûh'un daveti de yüce Allah'ın gerçek takdirine göre değil bunun mümkün olması durumuna göredir.

İbnü Atiyye tefsirinde şöyle der: "Ve sizi belli bir ecele kadar ertelesin" âyeti, Mutezile'nin "insan için iki ecel vardır" derken tutundukları âyetlerdendir. Eğer bir ve yerine getirilmiş olsa idi, süresi dolunca ertelenmesi sahih olmaz; dolmayınca da çabuklaştırılması sahih olmazdı, demişlerdir. Oysa âyette onların tutunacağı bir şey yoktur. Zira Nûh (a.s) onların erteleneceklerden mi, yoksa öne alınacaklardan mı olduğunu bilmiş değildir. Onlara, siz vakti gelen ecelden ertelenirsiniz de dememiştir. Lakin ezelde onların ya iman edip ecelleri ertelenenlerden veya inkâr edip ecelleri çabuklaştırılanlardan olduklarına dair önceden hüküm verilmiştir. Sonra bu mânâya destek ve şiddet

verip "Kuşkusuz Allah'ın eceli gelince, ertelenmez." sözüyle şimşeği çakarak karar vermiştir."

6. Ahiret a zabı yahut Tufan.

Günahlarınızdan bir kısmını bağışlasın. Ki bunlar geçmiş günahlardır. Zira "İslâm, kendinden önce işlenmiş küfür ve günahı keser." buyrulmuştur. İslâm, daha önce yapılanları keser atar. Kişi ahirette onlarla sorguya çekilmez. Y ahut, Allah hakkıyla ilgili günahlarınızı bağışlasın. Zira kul hakkının affını yüce Allah kullara bırakmıştır. Allah'ın bağışlaması, kulun, hakkını yediği kişilerle helallaşmasına bağlıdır.

Ve sizi müsemma bir ecele kadar ertelesin de ecel gelmeden evvel bağışlandıktan başka, sevap kazanacak güzel işler yapmaya da meydan bulabilesiniz. Zira o müsemma ecel iman, Allah'tan korkma ve ibadet şartıyla takdir buyrulan eceldir. Çünkü Allah'ın takdir buyurduğu ecel her ne hakkında olursa olsun takdir bu y rulduğu şekilde gelince ertelenmez. Allah'ın ne takdir ettiğini, takdir edilen şey meydana gelmeden önce kendisinden başka kesin olarak kimse bilemeyeceği için "daha vakit var, biraz eğlenelim de o gelmeden önce yine hazırlanırız" demek de mümkün o lmaz. Onun için henüz ecel gelmeden evvel bize verilen mühlet ve erteleme vakitlerini fırsat bilip de ona göre iman etmek ve kulluk yapmak suretiyle azaptan korunup ibadet ile sevap kazanmaya çalışmak gerekir.

Burada bir taraftan "ertelesin" deniliyor, bir taraftan da "gelince ertelenmez" deniliyor. Gelince ertelenmeyecek bir şey için "ertelensin" demek çelişki

olmaz mı denecek olursa, ilk bakışta sorulabileceği zannedilen bu sorunun sorulamadığı az bir düşünme ile anlaşılır. Çünkü gelince ertelenmeyenin gelmeden önce ertelenmesi çelişki değil, gerçeğin ta kendisidir. Zira henüz gelmemiş olan ertelenmiş demektir. Bundan başka "sizi ertelesin" âyetinde ertelenen ecel değil, muhataplardır. Eceliniz ertelensin denilmemiş, siz ecele kadar bağışlanmak suretiyle ertelenesiniz denilmiştir ki bu, bağışlanmış olarak ecele eresiniz demek olur. Oysa çelişki olabilmesi için "ertelesin" denilen şeyle "ertelemez" denilen şeyin aynı olması gerekir. Siz ecele ertelenirsiniz, ecel ertelenmez demek hiç bir zaman çe l işki olmaz. Şu kadar var ki, bu mânâya göre burada "Sizi bir belirli ecele kadar ertelesin." cümlesinin açık bir faydası anlaşılmaz. Onun için bundan ilk akla gelen mânâ çelişki değil, şu olur: Kuşkusuz bir belirli ecel vardır. Ondan büsbütün kurtuluşa imkan yoktur. Ancak o ecel gelmeden önce Allah'a îman ve itaat ile iyi korunmak gibi bazı sebeplerden ötürü ertelenebilir. Fakat ecel gelince asla ertelenmez. Dolayısıyle o gelmeden önce hazırlanmaya çalışılmalıdır. Şu halde ecel gelmezden önce bazı sebeplerle ertelenebilmesine ne anlam vermeli?

Takdir olunan ecel mesela yüz sene ise, korunmamakla ondan evvel gitmek mümkün olur mu? Veya o gelmeden önce Allah'a îman edip emirlerine itaat ile korunarak onu yüzyirmi seneye çıkarmak mümkün olabilir mi? Bundan dolayı bazıları buradan iki ecel mânâsı anlaşıldığı kanaatına varmışlar ve ecelin takdirini iki ayrı ihtimalle anlatıp şarta bağlı olarak tasvir etmişlerdir.

Zemahşeri şöyle der: Yüce Allah şöyle kaza buyurmuştur ki mesela, Nûh kavmi iman ederlerse ömürleri bin senedir. Eğer küfür üzere giderlerse dokuzyüzün başında onları yok edecektir. Bu suretle onlara şöyle denilmiştir: İman edin ki Allah sizi belirli olan ecele kadar ertelesin. Yani belirlemiş ismini koymuş ve sizin için daha ilerisine gidemeyeceğiniz bir gaye olarak tayin etmiş olduğu vakte kadar bıraksın. Ki bu da tam bin sene olan en uzun vakittir. Sonra da haber vermiş ki, o uzun gaye geldiği vakit bu kısanın ertelendiği gibi ertelenmez. Razî de tefsirinde bunu aynen almıştır. Kâdı, Ebu's-Suud ve Âlûsî de aynı mânâda yürümüş omakla birlikte yalnız gelince ertelenmeyen ecelin sadece müsemma olan ecel olmadığını, ikisinin de ertelenmez olduğunu, burada ise "Kuşkusuz Allah'ın eceli gelince ertelenmez."den maksadın, iman edildiği takdi r de belirli olan ecel değil, iman edilmediği takdirdeki kısa ecel olması gerekeceğini ve çünkü ibadetin edatı ile sebep gösterilmesi,

yapılmayacak olan ertelemenin vaad edilen erteleme olmasını gerektirdiğinden "İbadet etmezseniz uzun ecele ertelenmezsiniz ve o halde takdir edilen eceliniz kısa ecel olur, o gelir çatar, gelince de ertelenmez, o vakit kurtulamazsınız. Belirlenmiş eceliniz uzun olan değil, kısası olmuş olur." demek olduğunu anlatmışlar ve bu surette bu üç tefsirci bir taraftan şarta göre u zun veya kısa iki ecel varsaymakla beraber gerçekte ecelin bir olduğunu da göstermek istemişlerdir. Çünkü meselenin iki safhası vardır:

BİRİSİ, eşyanın tabiatına göre aslında ecelin ne kadar olabileceği safhasıdır ki bu bakımdan sebeplerin farklılığına göre ecelin, vuku bulmasına kadar çeşitli şekilde uzun ve kısa olması mümkündür. Ecel vuku bulmadan veya vuku bulacağını gösteren delillerden önce kaderin sırrını Allah'tan başkası bilmediği için, insan ancak ne kadar yaşama imkânı olduğunu düşünerek o n a göre hazırlanmalıdır.

İKİNCİSİ de ecelin vuku bulma safhasıdır ki bu bakımdan vuku bulup gerçekleşen ecel bir önceki safhada anlatılan mümkünlerin sadece birisidir. Kimsenin iki eceli yoktur.

İlâhî takdire gelince, takdir yüce Allah'ın ezeldeki ilmi, kaza, o ilmin sonsuzlukta fiile çıkarılması demek olduğuna göre "Ondan göklerde ve yerde zerre miktarı bir şey kaçmaz"(Sebe, 34/3) diye tanıtılan ilâhî ilimde bir gizlilik ve acaba ihtimali bulunmayacağından ilerde fiilen meydana gelecek olan ec e l ne ise ilâhî ilimde takdir edilen ecel de odur. Dolayısıyle gerçekte takdir edilen ecel, meydana gelen ecel gibi birdir. Fakat meydana gelmeden evvel onu Allah'tan ve Allah'ın bildirdiklerinden başka kimse bilemez. İlim bilinene bağlı ve yükümlülüğün da y anağı ise kişisel imkân olması nedeniyle Hz. Nûh'un daveti de yüce Allah'ın gerçek takdirine göre değil bunun mümkün olması durumuna göredir.

İbnü Atiyye tefsirinde şöyle der: "Ve sizi belli bir ecele kadar ertelesin" âyeti, Mutezile'nin "insan için iki ecel vardır" derken tutundukları âyetlerdendir. Eğer bir ve yerine getirilmiş olsa idi, süresi dolunca ertelenmesi sahih olmaz; dolmayınca da çabuklaştırılması sahih olmazdı, demişlerdir. Oysa âyette onların tutunacağı bir şey yoktur. Zira Nûh (a.s) o n ların erteleneceklerden mi, yoksa öne alınacaklardan mı olduğunu bilmiş değildir. Onlara, siz vakti gelen ecelden ertelenirsiniz de dememiştir. Lakin ezelde onların ya iman edip ecelleri ertelenenlerden veya inkâr edip ecelleri çabuklaştırılanlardan olduklarına dair önceden hüküm verilmiştir. Sonra bu mânâya destek ve şiddet

verip "Kuşkusuz Allah'ın eceli gelince, ertelenmez." sözüyle şimşeği çakarak karar vermiştir."

7. Ahiret azabı yahut Tufan.

Günahlarınızdan bir kısmını bağışlasın. Ki bunlar geçmiş günahlardır. Zira "İslâm, kendinden önce işlenmiş küfür ve günahı keser." buyrulmuştur. İslâm, daha önce yapılanları keser atar. Kişi ahirette onlarla sorguya çekilmez. Yahut, Allah hakkıyla ilgili günahlarınızı bağışlasın. Zira kul hakkının affını yüce Allah kullara bırakmıştır. Allah'ın bağışlaması, kulun, hakkını yediği kişilerle helallaşmasına bağlıdır.

Ve sizi müsemma bir ecele kadar ertelesin de ecel gelmeden evvel bağışlandıktan başka, sevap kazanacak güzel işler yapmaya da meydan bulabilesiniz. Zira o müsemma ecel iman, Allah'tan korkma ve ibadet şartıyla takdir buyrulan eceldir. Çünkü Allah'ın takdir buyurduğu ecel her ne hakkında olursa olsun takdir buyrulduğu şekilde gelince ertelenmez. Allah'ın ne takdir et t iğini, takdir edilen şey meydana gelmeden önce kendisinden başka kesin olarak kimse bilemeyeceği için "daha vakit var, biraz eğlenelim de o gelmeden önce yine hazırlanırız" demek de mümkün olmaz. Onun için henüz ecel gelmeden evvel bize verilen mühlet v e erteleme vakitlerini fırsat bilip de ona göre iman etmek ve kulluk yapmak suretiyle azaptan korunup ibadet ile sevap kazanmaya çalışmak gerekir.

Burada bir taraftan "ertelesin" deniliyor, bir taraftan da "gelince ertelenmez" deniliyor. Gelince ertele nmeyecek bir şey için "ertelensin" demek çelişki

olmaz mı denecek olursa, ilk bakışta sorulabileceği zannedilen bu sorunun sorulamadığı az bir düşünme ile anlaşılır. Çünkü gelince ertelenmeyenin gelmeden önce ertelenmesi çelişki değil, gerçeğin ta kendisi dir. Zira henüz gelmemiş olan ertelenmiş demektir. Bundan başka "sizi ertelesin" âyetinde ertelenen ecel değil, muhataplardır. Eceliniz ertelensin denilmemiş, siz ecele kadar bağışlanmak suretiyle ertelenesiniz denilmiştir ki bu, bağışlanmış olarak ecele eresiniz demek olur. Oysa çelişki olabilmesi için "ertelesin" denilen şeyle "ertelemez" denilen şeyin aynı olması gerekir. Siz ecele ertelenirsiniz, ecel ertelenmez demek hiç bir zaman çelişki olmaz. Şu kadar var ki, bu mânâya göre burada "Sizi bir belirli ecele kadar ertelesin." cümlesinin açık bir faydası anlaşılmaz. Onun için bundan ilk akla gelen mânâ çelişki değil, şu olur: Kuşkusuz bir belirli ecel vardır. Ondan büsbütün kurtuluşa imkan yoktur. Ancak o ecel gelmeden önce Allah'a îman ve it a at ile iyi korunmak gibi bazı sebeplerden ötürü ertelenebilir. Fakat ecel gelince asla ertelenmez. Dolayısıyle o gelmeden önce hazırlanmaya çalışılmalıdır. Şu halde ecel gelmezden önce bazı sebeplerle ertelenebilmesine ne anlam vermeli?

Takdir oluna n ecel mesela yüz sene ise, korunmamakla ondan evvel gitmek mümkün olur mu? Veya o gelmeden önce Allah'a îman edip emirlerine itaat ile korunarak onu yüzyirmi seneye çıkarmak mümkün olabilir mi? Bundan dolayı bazıları buradan iki ecel mânâsı anlaşıldığı k a naatına varmışlar ve ecelin takdirini iki ayrı ihtimalle anlatıp şarta bağlı olarak tasvir etmişlerdir.

Zemahşeri şöyle der: Yüce Allah şöyle kaza buyurmuştur ki mesela, Nûh kavmi iman ederlerse ömürleri bin senedir. Eğer küfür üzere giderlerse dokuzyüzün başında onları yok edecektir. Bu suretle onlara şöyle denilmiştir: İman edin ki Allah sizi belirli olan ecele kadar ertelesin. Yani belirlemiş ismini koymuş ve sizin için daha ilerisine gidemeyeceğiniz bir gaye olarak tayin etmiş olduğu vakte kadar b ıraksın. Ki bu da tam bin sene olan en uzun vakittir. Sonra da haber vermiş ki, o uzun gaye geldiği vakit bu kısanın ertelendiği gibi ertelenmez. Razî de tefsirinde bunu aynen almıştır. Kâdı, Ebu's-Suud ve Âlûsî de aynı mânâda yürümüş omakla birlikte yal n ız gelince ertelenmeyen ecelin sadece müsemma olan ecel olmadığını, ikisinin de ertelenmez olduğunu, burada ise "Kuşkusuz Allah'ın eceli gelince ertelenmez."den maksadın, iman edildiği takdirde belirli olan ecel değil, iman edilmediği takdirdeki kısa ece l olması gerekeceğini ve çünkü ibadetin edatı ile sebep gösterilmesi,

yapılmayacak olan ertelemenin vaad edilen erteleme olmasını gerektirdiğinden "İbadet etmezseniz uzun ecele ertelenmezsiniz ve o halde takdir edilen eceliniz kısa ecel olur, o gelir çatar, gelince de ertelenmez, o vakit kurtulamazsınız. Belirlenmiş eceliniz uzun olan değil, kısası olmuş olur." demek olduğunu anlatmışlar ve bu surette bu üç tefsirci bir taraftan şarta göre uzun veya kısa iki ecel varsaymakla beraber gerçekte ecelin bir o lduğunu da göstermek istemişlerdir. Çünkü meselenin iki safhası vardır:

BİRİSİ, eşyanın tabiatına göre aslında ecelin ne kadar olabileceği safhasıdır ki bu bakımdan sebeplerin farklılığına göre ecelin, vuku bulmasına kadar çeşitli şekilde uzun ve kısa olması mümkündür. Ecel vuku bulmadan veya vuku bulacağını gösteren delillerden önce kaderin sırrını Allah'tan başkası bilmediği için, insan ancak ne kadar yaşama imkânı olduğunu düşünerek ona göre hazırlanmalıdır.

İKİNCİSİ de ecelin vuku bulma safhasıdır ki bu bakımdan vuku bulup gerçekleşen ecel bir önceki safhada anlatılan mümkünlerin sadece birisidir. Kimsenin iki eceli yoktur.

İlâhî takdire gelince, takdir yüce Allah'ın ezeldeki ilmi, kaza, o ilmin sonsuzlukta fiile çıkarılması demek olduğuna göre "Ondan göklerde ve yerde zerre miktarı bir şey kaçmaz"(Sebe, 34/3) diye tanıtılan ilâhî ilimde bir gizlilik ve acaba ihtimali bulunmayacağından ilerde fiilen meydana gelecek olan ecel ne ise ilâhî ilimde takdir edilen ecel de odur. Dolayısıyle g e rçekte takdir edilen ecel, meydana gelen ecel gibi birdir. Fakat meydana gelmeden evvel onu Allah'tan ve Allah'ın bildirdiklerinden başka kimse bilemez. İlim bilinene bağlı ve yükümlülüğün dayanağı ise kişisel imkân olması nedeniyle Hz. Nûh'un daveti de y ü ce Allah'ın gerçek takdirine göre değil bunun mümkün olması durumuna göredir.

İbnü Atiyye tefsirinde şöyle der: "Ve sizi belli bir ecele kadar ertelesin" âyeti, Mutezile'nin "insan için iki ecel vardır" derken tutundukları âyetlerdendir. Eğer bir ve yerine getirilmiş olsa idi, süresi dolunca ertelenmesi sahih olmaz; dolmayınca da çabuklaştırılması sahih olmazdı, demişlerdir. Oysa âyette onların tutunacağı bir şey yoktur. Zira Nûh (a.s) onların erteleneceklerden mi, yoksa öne alınacaklardan mı olduğun u bilmiş değildir. Onlara, siz vakti gelen ecelden ertelenirsiniz de dememiştir. Lakin ezelde onların ya iman edip ecelleri ertelenenlerden veya inkâr edip ecelleri çabuklaştırılanlardan olduklarına dair önceden hüküm verilmiştir. Sonra bu mânâya destek ve şiddet

verip "Kuşkusuz Allah'ın eceli gelince, ertelenmez." sözüyle şimşeği çakarak karar vermiştir."

8. Ahiret azabı yahut Tufan.

Günahlarınızdan bir kısmını bağışlasın. Ki bunlar geçmiş günahlardır. Zira "İslâm, kendinden önce işlenmiş küfür ve günahı keser." buyrulmuştur. İslâm, daha önce yapılanları keser atar. Kişi ahirette onlarla sorguya çekilmez. Yahut, Allah hakkıyla ilgili günahlarınızı bağışlasın. Zira kul hakkının affını yüce Allah kullara bırakmıştır. Allah'ın bağışlaması, kulun, hakkını yediği kişilerle helallaşmasına bağlıdır.

Ve sizi müsemma bir ecele kadar ertelesin de ecel gelmeden evvel bağışlandıktan başka, sevap kazanacak güzel işler yapmaya da meydan bulabilesiniz. Zira o müsemma ecel iman, Allah'tan korkma ve ibadet şartıyla takdir buyrulan eceldir. Çünkü Allah'ın takdir buyurduğu ecel her ne hakkında olursa olsun takdir buyrulduğu şekilde gelince ertelenmez. Allah'ın ne takdir ettiğini, takdir edilen şey meydana gelmeden önce kendisinden ba ş ka kesin olarak kimse bilemeyeceği için "daha vakit var, biraz eğlenelim de o gelmeden önce yine hazırlanırız" demek de mümkün olmaz. Onun için henüz ecel gelmeden evvel bize verilen mühlet ve erteleme vakitlerini fırsat bilip de ona göre iman etmek ve ku l luk yapmak suretiyle azaptan korunup ibadet ile sevap kazanmaya çalışmak gerekir.

Burada bir taraftan "ertelesin" deniliyor, bir taraftan da "gelince ertelenmez" deniliyor. Gelince ertelenmeyecek bir şey için "ertelensin" demek çelişki

olmaz mı denecek olursa, ilk bakışta sorulabileceği zannedilen bu sorunun sorulamadığı az bir düşünme ile anlaşılır. Çünkü gelince ertelenmeyenin gelmeden önce ertelenmesi çelişki değil, gerçeğin ta kendisidir. Zira henüz gelmemiş olan ertelenmiş demektir. Bundan başka "sizi ertelesin" âyetinde ertelenen ecel değil, muhataplardır. Eceliniz ertelensin denilmemiş, siz ecele kadar bağışlanmak suretiyle ertelenesiniz denilmiştir ki bu, bağışlanmış olarak ecele eresiniz demek olur. Oysa çelişki olabilmesi için "ertelesi n" denilen şeyle "ertelemez" denilen şeyin aynı olması gerekir. Siz ecele ertelenirsiniz, ecel ertelenmez demek hiç bir zaman çelişki olmaz. Şu kadar var ki, bu mânâya göre burada "Sizi bir belirli ecele kadar ertelesin." cümlesinin açık bir faydası an l aşılmaz. Onun için bundan ilk akla gelen mânâ çelişki değil, şu olur: Kuşkusuz bir belirli ecel vardır. Ondan büsbütün kurtuluşa imkan yoktur. Ancak o ecel gelmeden önce Allah'a îman ve itaat ile iyi korunmak gibi bazı sebeplerden ötürü ertelenebilir. Fakat ecel gelince asla ertelenmez. Dolayısıyle o gelmeden önce hazırlanmaya çalışılmalıdır. Şu halde ecel gelmezden önce bazı sebeplerle ertelenebilmesine ne anlam vermeli?

Takdir olunan ecel mesela yüz sene ise, korunmamakla ondan evvel gitmek mümk ün olur mu? Veya o gelmeden önce Allah'a îman edip emirlerine itaat ile korunarak onu yüzyirmi seneye çıkarmak mümkün olabilir mi? Bundan dolayı bazıları buradan iki ecel mânâsı anlaşıldığı kanaatına varmışlar ve ecelin takdirini iki ayrı ihtimalle anlatı p şarta bağlı olarak tasvir etmişlerdir.

Zemahşeri şöyle der: Yüce Allah şöyle kaza buyurmuştur ki mesela, Nûh kavmi iman ederlerse ömürleri bin senedir. Eğer küfür üzere giderlerse dokuzyüzün başında onları yok edecektir. Bu suretle onlara şöyle denilmiştir: İman edin ki Allah sizi belirli olan ecele kadar ertelesin. Yani belirlemiş ismini koymuş ve sizin için daha ilerisine gidemeyeceğiniz bir gaye olarak tayin etmiş olduğu vakte kadar bıraksın. Ki bu da tam bin sene olan en uzun vakittir. Sonra da haber vermiş ki, o uzun gaye geldiği vakit bu kısanın ertelendiği gibi ertelenmez. Razî de tefsirinde bunu aynen almıştır. Kâdı, Ebu's-Suud ve Âlûsî de aynı mânâda yürümüş omakla birlikte yalnız gelince ertelenmeyen ecelin sadece müsemma olan ecel olmadığını, ikisinin de ertelenmez olduğunu, burada ise "Kuşkusuz Allah'ın eceli gelince ertelenmez."den maksadın, iman edildiği takdirde belirli olan ecel değil, iman edilmediği takdirdeki kısa ecel olması gerekeceğini ve çünkü ibadetin edatı ile sebep göst erilmesi,

yapılmayacak olan ertelemenin vaad edilen erteleme olmasını gerektirdiğinden "İbadet etmezseniz uzun ecele ertelenmezsiniz ve o halde takdir edilen eceliniz kısa ecel olur, o gelir çatar, gelince de ertelenmez, o vakit kurtulamazsınız. Belirlenmiş eceliniz uzun olan değil, kısası olmuş olur." demek olduğunu anlatmışlar ve bu surette bu üç tefsirci bir taraftan şarta göre uzun veya kısa iki ecel varsaymakla beraber gerçekte ecelin bir olduğunu da göstermek istemişlerdir. Çünkü meselenin iki safhası vardır:

BİRİSİ, eşyanın tabiatına göre aslında ecelin ne kadar olabileceği safhasıdır ki bu bakımdan sebeplerin farklılığına göre ecelin, vuku bulmasına kadar çeşitli şekilde uzun ve kısa olması mümkündür. Ecel vuku bulmadan veya vuku bulacağını gösteren delillerden önce kaderin sırrını Allah'tan başkası bilmediği için, insan ancak ne kadar yaşama imkânı olduğunu düşünerek ona göre hazırlanmalıdır.

İKİNCİSİ de ecelin vuku bulma safhasıdır ki bu bakımdan vuku bulup gerçekleşen ecel bir önceki safhada anlatılan mümkünlerin sadece birisidir. Kimsenin iki eceli yoktur.

İlâhî takdire gelince, takdir yüce Allah'ın ezeldeki ilmi, kaza, o ilmin sonsuzlukta fiile çıkarılması demek olduğuna göre "Ondan göklerde ve yerde zerre miktarı bir şey kaçmaz"(Sebe, 34/3) diye tanıtılan ilâhî ilimde bir gizlilik ve acaba ihtimali bulunmayacağından ilerde fiilen meydana gelecek olan ecel ne ise ilâhî ilimde takdir edilen ecel de odur. Dolayısıyle gerçekte takdir edilen ecel, meydana gelen ecel gibi birdir. Faka t meydana gelmeden evvel onu Allah'tan ve Allah'ın bildirdiklerinden başka kimse bilemez. İlim bilinene bağlı ve yükümlülüğün dayanağı ise kişisel imkân olması nedeniyle Hz. Nûh'un daveti de yüce Allah'ın gerçek takdirine göre değil bunun mümkün olması dur umuna göredir.

İbnü Atiyye tefsirinde şöyle der: "Ve sizi belli bir ecele kadar ertelesin" âyeti, Mutezile'nin "insan için iki ecel vardır" derken tutundukları âyetlerdendir. Eğer bir ve yerine getirilmiş olsa idi, süresi dolunca ertelenmesi sahih olmaz; dolmayınca da çabuklaştırılması sahih olmazdı, demişlerdir. Oysa âyette onların tutunacağı bir şey yoktur. Zira Nûh (a.s) onların erteleneceklerden mi, yoksa öne alınacaklardan mı olduğunu bilmiş değildir. Onlara, siz vakti gelen ecelden ertelenirsiniz de dememiştir. Lakin ezelde onların ya iman edip ecelleri ertelenenlerden veya inkâr edip ecelleri çabuklaştırılanlardan olduklarına dair önceden hüküm verilmiştir. Sonra bu mânâya destek ve şiddet

verip "Kuşkusuz Allah'ın eceli gelince, ertelenmez." sözüyle şimşeği çakarak karar vermiştir."

9. Ahiret azabı yahut Tufan.

Günahlarınızdan bir kısmını bağışlasın. Ki bunlar geçmiş günahlardır. Zira "İslâm, kendinden önce işlenmiş küfür ve günahı keser." buyrulmuştur. İslâm, daha önce yapılanları keser atar. Kişi ahirette onlarla sorguya çekilmez. Yahut, Allah hakkıyla ilgili günahlarınızı bağışlasın. Zira kul hakkının affını yüce Allah kullara bırakmıştır. Allah'ın bağışlaması, kulun, hakkını yediği kişilerle helallaşmasına bağlıdır.

Ve sizi müsemma bir ecele kadar ertelesin de ecel gelmeden evvel bağışlandıktan başka, sevap kazanacak güzel işler yapmaya da meydan bulabilesiniz. Zira o müsemma ecel iman, Allah'tan korkma ve ibadet şartıyla takdir buyrulan eceldir. Çünkü Allah'ın takdir buyurduğu ecel her ne hakkında olursa olsun takdir buyrulduğu şekilde gelince ertelenmez. Allah'ın ne takdir ettiğini, takdir edilen şey meydana gelmeden önce kendisinden başka kesin olarak kimse bilemeyeceği için "daha vakit var, biraz e ğlenelim de o gelmeden önce yine hazırlanırız" demek de mümkün olmaz. Onun için henüz ecel gelmeden evvel bize verilen mühlet ve erteleme vakitlerini fırsat bilip de ona göre iman etmek ve kulluk yapmak suretiyle azaptan korunup ibadet ile sevap kazanmaya çalışmak gerekir.

Burada bir taraftan "ertelesin" deniliyor, bir taraftan da "gelince ertelenmez" deniliyor. Gelince ertelenmeyecek bir şey için "ertelensin" demek çelişki

olmaz mı denecek olursa, ilk bakışta sorulabileceği zannedilen bu sorunun sorulamadığı az bir düşünme ile anlaşılır. Çünkü gelince ertelenmeyenin gelmeden önce ertelenmesi çelişki değil, gerçeğin ta kendisidir. Zira henüz gelmemiş olan ertelenmiş demektir. Bundan başka "sizi ertelesin" âyetinde ertelenen ecel değil, muhataplardır. Eceliniz ertelensin denilmemiş, siz ecele kadar bağışlanmak suretiyle ertelenesiniz denilmiştir ki bu, bağışlanmış olarak ecele eresiniz demek olur. Oysa çelişki olabilmesi için "ertelesin" denilen şeyle "ertelemez" denilen şeyin aynı olması gerekir. S iz ecele ertelenirsiniz, ecel ertelenmez demek hiç bir zaman çelişki olmaz. Şu kadar var ki, bu mânâya göre burada "Sizi bir belirli ecele kadar ertelesin." cümlesinin açık bir faydası anlaşılmaz. Onun için bundan ilk akla gelen mânâ çelişki değil, ş u olur: Kuşkusuz bir belirli ecel vardır. Ondan büsbütün kurtuluşa imkan yoktur. Ancak o ecel gelmeden önce Allah'a îman ve itaat ile iyi korunmak gibi bazı sebeplerden ötürü ertelenebilir. Fakat ecel gelince asla ertelenmez. Dolayısıyle o gelmeden önc e hazırlanmaya çalışılmalıdır. Şu halde ecel gelmezden önce bazı sebeplerle ertelenebilmesine ne anlam vermeli?

Takdir olunan ecel mesela yüz sene ise, korunmamakla ondan evvel gitmek mümkün olur mu? Veya o gelmeden önce Allah'a îman edip emirlerine it aat ile korunarak onu yüzyirmi seneye çıkarmak mümkün olabilir mi? Bundan dolayı bazıları buradan iki ecel mânâsı anlaşıldığı kanaatına varmışlar ve ecelin takdirini iki ayrı ihtimalle anlatıp şarta bağlı olarak tasvir etmişlerdir.

Zemahşeri şöyle der: Yüce Allah şöyle kaza buyurmuştur ki mesela, Nûh kavmi iman ederlerse ömürleri bin senedir. Eğer küfür üzere giderlerse dokuzyüzün başında onları yok edecektir. Bu suretle onlara şöyle denilmiştir: İman edin ki Allah sizi belirli olan ecele kadar ertel e sin. Yani belirlemiş ismini koymuş ve sizin için daha ilerisine gidemeyeceğiniz bir gaye olarak tayin etmiş olduğu vakte kadar bıraksın. Ki bu da tam bin sene olan en uzun vakittir. Sonra da haber vermiş ki, o uzun gaye geldiği vakit bu kısanın ertelendiği gibi ertelenmez. Razî de tefsirinde bunu aynen almıştır. Kâdı, Ebu's-Suud ve Âlûsî de aynı mânâda yürümüş omakla birlikte yalnız gelince ertelenmeyen ecelin sadece müsemma olan ecel olmadığını, ikisinin de ertelenmez olduğunu, burada ise "Kuşkusuz Alla h 'ın eceli gelince ertelenmez."den maksadın, iman edildiği takdirde belirli olan ecel değil, iman edilmediği takdirdeki kısa ecel olması gerekeceğini ve çünkü ibadetin edatı ile sebep gösterilmesi,

yapılmayacak olan ertelemenin vaad edilen erteleme olmasını gerektirdiğinden "İbadet etmezseniz uzun ecele ertelenmezsiniz ve o halde takdir edilen eceliniz kısa ecel olur, o gelir çatar, gelince de ertelenmez, o vakit kurtulamazsınız. Belirlenmiş eceliniz uzun olan değil, kısası olmuş olur." demek olduğunu a n latmışlar ve bu surette bu üç tefsirci bir taraftan şarta göre uzun veya kısa iki ecel varsaymakla beraber gerçekte ecelin bir olduğunu da göstermek istemişlerdir. Çünkü meselenin iki safhası vardır:

BİRİSİ, eşyanın tabiatına göre aslında ecelin ne kadar olabileceği safhasıdır ki bu bakımdan sebeplerin farklılığına göre ecelin, vuku bulmasına kadar çeşitli şekilde uzun ve kısa olması mümkündür. Ecel vuku bulmadan veya vuku bulacağını gösteren delillerden önce kaderin sırrını Allah'tan başkası bilmediği için, insan ancak ne kadar yaşama imkânı olduğunu düşünerek ona göre hazırlanmalıdır.

İKİNCİSİ de ecelin vuku bulma safhasıdır ki bu bakımdan vuku bulup gerçekleşen ecel bir önceki safhada anlatılan mümkünlerin sadece birisidir. Kimsenin iki eceli yoktur.

İlâhî takdire gelince, takdir yüce Allah'ın ezeldeki ilmi, kaza, o ilmin sonsuzlukta fiile çıkarılması demek olduğuna göre "Ondan göklerde ve yerde zerre miktarı bir şey kaçmaz"(Sebe, 34/3) diye tanıtılan ilâhî ilimde bir gizlilik ve acaba ihtimali bulunmayacağından ilerde fiilen meydana gelecek olan ecel ne ise ilâhî ilimde takdir edilen ecel de odur. Dolayısıyle gerçekte takdir edilen ecel, meydana gelen ecel gibi birdir. Fakat meydana gelmeden evvel onu Allah'tan ve Allah'ın bildirdikleri n den başka kimse bilemez. İlim bilinene bağlı ve yükümlülüğün dayanağı ise kişisel imkân olması nedeniyle Hz. Nûh'un daveti de yüce Allah'ın gerçek takdirine göre değil bunun mümkün olması durumuna göredir.

İbnü Atiyye tefsirinde şöyle der: "Ve sizi belli bir ecele kadar ertelesin" âyeti, Mutezile'nin "insan için iki ecel vardır" derken tutundukları âyetlerdendir. Eğer bir ve yerine getirilmiş olsa idi, süresi dolunca ertelenmesi sahih olmaz; dolmayınca da çabuklaştırılması sahih olmazdı, demişlerdir. Oysa âyette onların tutunacağı bir şey yoktur. Zira Nûh (a.s) onların erteleneceklerden mi, yoksa öne alınacaklardan mı olduğunu bilmiş değildir. Onlara, siz vakti gelen ecelden ertelenirsiniz de dememiştir. Lakin ezelde onların ya iman edip ecelleri ertelenenlerden veya inkâr edip ecelleri çabuklaştırılanlardan olduklarına dair önceden hüküm verilmiştir. Sonra bu mânâya destek ve şiddet

verip "Kuşkusuz Allah'ın eceli gelince, ertelenmez." sözüyle şimşeği çakarak karar vermiştir."

10. Ahiret azabı yahut Tufan.

Günahlarınızdan bir kısmını bağışlasın. Ki bunlar geçmiş günahlardır. Zira "İslâm, kendinden önce işlenmiş küfür ve günahı keser." buyrulmuştur. İslâm, daha önce yapılanları keser atar. Kişi ahirette onlarla sorguya çekilmez. Yahut, Allah hakkıyla ilgili günahlarınızı bağışlasın. Zira kul hakkının affını yüce Allah kullara bırakmıştır. Allah'ın bağışlaması, kulun, hakkını yediği kişilerle helallaşmasına bağlıdır.

Ve sizi müsemma bir ecele kadar ertelesin de ecel gelmede n evvel bağışlandıktan başka, sevap kazanacak güzel işler yapmaya da meydan bulabilesiniz. Zira o müsemma ecel iman, Allah'tan korkma ve ibadet şartıyla takdir buyrulan eceldir. Çünkü Allah'ın takdir buyurduğu ecel her ne hakkında olursa olsun takdir b u yrulduğu şekilde gelince ertelenmez. Allah'ın ne takdir ettiğini, takdir edilen şey meydana gelmeden önce kendisinden başka kesin olarak kimse bilemeyeceği için "daha vakit var, biraz eğlenelim de o gelmeden önce yine hazırlanırız" demek de mümkün olmaz. Onun için henüz ecel gelmeden evvel bize verilen mühlet ve erteleme vakitlerini fırsat bilip de ona göre iman etmek ve kulluk yapmak suretiyle azaptan korunup ibadet ile sevap kazanmaya çalışmak gerekir.

Burada bir taraftan "ertelesin" deniliyo r, bir taraftan da "gelince ertelenmez" deniliyor. Gelince ertelenmeyecek bir şey için "ertelensin" demek çelişki

olmaz mı denecek olursa, ilk bakışta sorulabileceği zannedilen bu sorunun sorulamadığı az bir düşünme ile anlaşılır. Çünkü gelince ertelenmeyenin gelmeden önce ertelenmesi çelişki değil, gerçeğin ta kendisidir. Zira henüz gelmemiş olan ertelenmiş demektir. Bundan başka "sizi ertelesin" âyetinde ertelenen ecel değil, muhataplardır. Eceliniz ertelensin denilmemiş, siz ecele kadar bağışlanmak suretiyle ertelenesiniz denilmiştir ki bu, bağışlanmış olarak ecele eresiniz demek olur. Oysa çelişki olabilmesi için "ertelesin" denilen şeyle "ertelemez" denilen şeyin aynı olması gerekir. Siz ecele ertelenirsiniz, ecel ertelenmez demek hiç bir zaman ç e lişki olmaz. Şu kadar var ki, bu mânâya göre burada "Sizi bir belirli ecele kadar ertelesin." cümlesinin açık bir faydası anlaşılmaz. Onun için bundan ilk akla gelen mânâ çelişki değil, şu olur: Kuşkusuz bir belirli ecel vardır. Ondan büsbütün kurtul u şa imkan yoktur. Ancak o ecel gelmeden önce Allah'a îman ve itaat ile iyi korunmak gibi bazı sebeplerden ötürü ertelenebilir. Fakat ecel gelince asla ertelenmez. Dolayısıyle o gelmeden önce hazırlanmaya çalışılmalıdır. Şu halde ecel gelmezden önce bazı sebeplerle ertelenebilmesine ne anlam vermeli?

Takdir olunan ecel mesela yüz sene ise, korunmamakla ondan evvel gitmek mümkün olur mu? Veya o gelmeden önce Allah'a îman edip emirlerine itaat ile korunarak onu yüzyirmi seneye çıkarmak mümkün olabilir mi? Bundan dolayı bazıları buradan iki ecel mânâsı anlaşıldığı kanaatına varmışlar ve ecelin takdirini iki ayrı ihtimalle anlatıp şarta bağlı olarak tasvir etmişlerdir.

Zemahşeri şöyle der: Yüce Allah şöyle kaza buyurmuştur ki mesela, Nûh kavmi iman ederlerse ömürleri bin senedir. Eğer küfür üzere giderlerse dokuzyüzün başında onları yok edecektir. Bu suretle onlara şöyle denilmiştir: İman edin ki Allah sizi belirli olan ecele kadar ertelesin. Yani belirlemiş ismini koymuş ve sizin için daha ilerisin e gidemeyeceğiniz bir gaye olarak tayin etmiş olduğu vakte kadar bıraksın. Ki bu da tam bin sene olan en uzun vakittir. Sonra da haber vermiş ki, o uzun gaye geldiği vakit bu kısanın ertelendiği gibi ertelenmez. Razî de tefsirinde bunu aynen almıştır. Kâdı, Ebu's-Suud ve Âlûsî de aynı mânâda yürümüş omakla birlikte yalnız gelince ertelenmeyen ecelin sadece müsemma olan ecel olmadığını, ikisinin de ertelenmez olduğunu, burada ise "Kuşkusuz Allah'ın eceli gelince ertelenmez."den maksadın, iman edildiği takd i rde belirli olan ecel değil, iman edilmediği takdirdeki kısa ecel olması gerekeceğini ve çünkü ibadetin edatı ile sebep gösterilmesi,

yapılmayacak olan ertelemenin vaad edilen erteleme olmasını gerektirdiğinden "İbadet etmezseniz uzun ecele ertelenmezsiniz ve o halde takdir edilen eceliniz kısa ecel olur, o gelir çatar, gelince de ertelenmez, o vakit kurtulamazsınız. Belirlenmiş eceliniz uzun olan değil, kısası olmuş olur." demek olduğunu anlatmışlar ve bu surette bu üç tefsirci bir taraftan şarta göre uzun veya kısa iki ecel varsaymakla beraber gerçekte ecelin bir olduğunu da göstermek istemişlerdir. Çünkü meselenin iki safhası vardır:

BİRİSİ, eşyanın tabiatına göre aslında ecelin ne kadar olabileceği safhasıdır ki bu bakımdan sebeplerin farklılığına göre ecelin, vuku bulmasına kadar çeşitli şekilde uzun ve kısa olması mümkündür. Ecel vuku bulmadan veya vuku bulacağını gösteren delillerden önce kaderin sırrını Allah'tan başkası bilmediği için, insan ancak ne kadar yaşama imkânı olduğunu düşünerek o na göre hazırlanmalıdır.

İKİNCİSİ de ecelin vuku bulma safhasıdır ki bu bakımdan vuku bulup gerçekleşen ecel bir önceki safhada anlatılan mümkünlerin sadece birisidir. Kimsenin iki eceli yoktur.

İlâhî takdire gelince, takdir yüce Allah'ın ezeldeki ilmi, kaza, o ilmin sonsuzlukta fiile çıkarılması demek olduğuna göre "Ondan göklerde ve yerde zerre miktarı bir şey kaçmaz"(Sebe, 34/3) diye tanıtılan ilâhî ilimde bir gizlilik ve acaba ihtimali bulunmayacağından ilerde fiilen meydana gelecek olan e c el ne ise ilâhî ilimde takdir edilen ecel de odur. Dolayısıyle gerçekte takdir edilen ecel, meydana gelen ecel gibi birdir. Fakat meydana gelmeden evvel onu Allah'tan ve Allah'ın bildirdiklerinden başka kimse bilemez. İlim bilinene bağlı ve yükümlülüğün d a yanağı ise kişisel imkân olması nedeniyle Hz. Nûh'un daveti de yüce Allah'ın gerçek takdirine göre değil bunun mümkün olması durumuna göredir.

İbnü Atiyye tefsirinde şöyle der: "Ve sizi belli bir ecele kadar ertelesin" âyeti, Mutezile'nin "insan için iki ecel vardır" derken tutundukları âyetlerdendir. Eğer bir ve yerine getirilmiş olsa idi, süresi dolunca ertelenmesi sahih olmaz; dolmayınca da çabuklaştırılması sahih olmazdı, demişlerdir. Oysa âyette onların tutunacağı bir şey yoktur. Zira Nûh (a.s) o nların erteleneceklerden mi, yoksa öne alınacaklardan mı olduğunu bilmiş değildir. Onlara, siz vakti gelen ecelden ertelenirsiniz de dememiştir. Lakin ezelde onların ya iman edip ecelleri ertelenenlerden veya inkâr edip ecelleri çabuklaştırılanlardan olduklarına dair önceden hüküm verilmiştir. Sonra bu mânâya destek ve şiddet

verip "Kuşkusuz Allah'ın eceli gelince, ertelenmez." sözüyle şimşeği çakarak karar vermiştir."

11. Ahiret azabı yahut Tufan.

Günahlarınızdan bir kısmını bağışlasın. Ki bunlar geçmiş günahlardır. Zira "İslâm, kendinden önce işlenmiş küfür ve günahı keser." buyrulmuştur. İslâm, daha önce yapılanları keser atar. Kişi ahirette onlarla sorguya çekilmez. Yahut, Allah hakkıyla ilgili günahlarınızı bağışlasın. Zira kul hakkının affını yüce Allah kullara bırakmıştır. Allah'ın bağışlaması, kulun, hakkını yediği kişilerle helallaşmasına bağlıdır.

Ve sizi müsemma bir ecele kadar ertelesin de ecel gelmeden evvel bağışlandıktan başka, sevap kazanacak güzel işler yapmaya da meydan bulabilesiniz. Zira o müsemma ecel iman, Allah'tan korkma ve ibadet şartıyla takdir buyrulan eceldir. Çünkü Allah'ın takdir buyurduğu ecel her ne hakkında olursa olsun takdir buyrulduğu şekilde gelince ertelenmez. Allah'ın ne takdir e ttiğini, takdir edilen şey meydana gelmeden önce kendisinden başka kesin olarak kimse bilemeyeceği için "daha vakit var, biraz eğlenelim de o gelmeden önce yine hazırlanırız" demek de mümkün olmaz. Onun için henüz ecel gelmeden evvel bize verilen mühlet ve erteleme vakitlerini fırsat bilip de ona göre iman etmek ve kulluk yapmak suretiyle azaptan korunup ibadet ile sevap kazanmaya çalışmak gerekir.

Burada bir taraftan "ertelesin" deniliyor, bir taraftan da "gelince ertelenmez" deniliyor. Gelince erte lenmeyecek bir şey için "ertelensin" demek çelişki

olmaz mı denecek olursa, ilk bakışta sorulabileceği zannedilen bu sorunun sorulamadığı az bir düşünme ile anlaşılır. Çünkü gelince ertelenmeyenin gelmeden önce ertelenmesi çelişki değil, gerçeğin ta kendi sidir. Zira henüz gelmemiş olan ertelenmiş demektir. Bundan başka "sizi ertelesin" âyetinde ertelenen ecel değil, muhataplardır. Eceliniz ertelensin denilmemiş, siz ecele kadar bağışlanmak suretiyle ertelenesiniz denilmiştir ki bu, bağışlanmış olarak ecele eresiniz demek olur. Oysa çelişki olabilmesi için "ertelesin" denilen şeyle "ertelemez" denilen şeyin aynı olması gerekir. Siz ecele ertelenirsiniz, ecel ertelenmez demek hiç bir zaman çelişki olmaz. Şu kadar var ki, bu mânâya göre burada "Sizi b i r belirli ecele kadar ertelesin." cümlesinin açık bir faydası anlaşılmaz. Onun için bundan ilk akla gelen mânâ çelişki değil, şu olur: Kuşkusuz bir belirli ecel vardır. Ondan büsbütün kurtuluşa imkan yoktur. Ancak o ecel gelmeden önce Allah'a îman ve i taat ile iyi korunmak gibi bazı sebeplerden ötürü ertelenebilir. Fakat ecel gelince asla ertelenmez. Dolayısıyle o gelmeden önce hazırlanmaya çalışılmalıdır. Şu halde ecel gelmezden önce bazı sebeplerle ertelenebilmesine ne anlam vermeli?

Takdir olu nan ecel mesela yüz sene ise, korunmamakla ondan evvel gitmek mümkün olur mu? Veya o gelmeden önce Allah'a îman edip emirlerine itaat ile korunarak onu yüzyirmi seneye çıkarmak mümkün olabilir mi? Bundan dolayı bazıları buradan iki ecel mânâsı anlaşıldığı kanaatına varmışlar ve ecelin takdirini iki ayrı ihtimalle anlatıp şarta bağlı olarak tasvir etmişlerdir.

Zemahşeri şöyle der: Yüce Allah şöyle kaza buyurmuştur ki mesela, Nûh kavmi iman ederlerse ömürleri bin senedir. Eğer küfür üzere giderlerse dokuzyüzün başında onları yok edecektir. Bu suretle onlara şöyle denilmiştir: İman edin ki Allah sizi belirli olan ecele kadar ertelesin. Yani belirlemiş ismini koymuş ve sizin için daha ilerisine gidemeyeceğiniz bir gaye olarak tayin etmiş olduğu vakte kada r bıraksın. Ki bu da tam bin sene olan en uzun vakittir. Sonra da haber vermiş ki, o uzun gaye geldiği vakit bu kısanın ertelendiği gibi ertelenmez. Razî de tefsirinde bunu aynen almıştır. Kâdı, Ebu's-Suud ve Âlûsî de aynı mânâda yürümüş omakla birlikte y a lnız gelince ertelenmeyen ecelin sadece müsemma olan ecel olmadığını, ikisinin de ertelenmez olduğunu, burada ise "Kuşkusuz Allah'ın eceli gelince ertelenmez."den maksadın, iman edildiği takdirde belirli olan ecel değil, iman edilmediği takdirdeki kısa e c el olması gerekeceğini ve çünkü ibadetin edatı ile sebep gösterilmesi,

yapılmayacak olan ertelemenin vaad edilen erteleme olmasını gerektirdiğinden "İbadet etmezseniz uzun ecele ertelenmezsiniz ve o halde takdir edilen eceliniz kısa ecel olur, o gelir çatar, gelince de ertelenmez, o vakit kurtulamazsınız. Belirlenmiş eceliniz uzun olan değil, kısası olmuş olur." demek olduğunu anlatmışlar ve bu surette bu üç tefsirci bir taraftan şarta göre uzun veya kısa iki ecel varsaymakla beraber gerçekte ecelin bi r olduğunu da göstermek istemişlerdir. Çünkü meselenin iki safhası vardır:

BİRİSİ, eşyanın tabiatına göre aslında ecelin ne kadar olabileceği safhasıdır ki bu bakımdan sebeplerin farklılığına göre ecelin, vuku bulmasına kadar çeşitli şekilde uzun ve kısa olması mümkündür. Ecel vuku bulmadan veya vuku bulacağını gösteren delillerden önce kaderin sırrını Allah'tan başkası bilmediği için, insan ancak ne kadar yaşama imkânı olduğunu düşünerek ona göre hazırlanmalıdır.

İKİNCİSİ de ecelin vuku bulma safhasıdır ki bu bakımdan vuku bulup gerçekleşen ecel bir önceki safhada anlatılan mümkünlerin sadece birisidir. Kimsenin iki eceli yoktur.

İlâhî takdire gelince, takdir yüce Allah'ın ezeldeki ilmi, kaza, o ilmin sonsuzlukta fiile çıkarılması demek olduğuna göre "Ondan göklerde ve yerde zerre miktarı bir şey kaçmaz"(Sebe, 34/3) diye tanıtılan ilâhî ilimde bir gizlilik ve acaba ihtimali bulunmayacağından ilerde fiilen meydana gelecek olan ecel ne ise ilâhî ilimde takdir edilen ecel de odur. Dolayısıyle gerçekte takdir edilen ecel, meydana gelen ecel gibi birdir. Fakat meydana gelmeden evvel onu Allah'tan ve Allah'ın bildirdiklerinden başka kimse bilemez. İlim bilinene bağlı ve yükümlülüğün dayanağı ise kişisel imkân olması nedeniyle Hz. Nûh'un daveti de yüce Allah'ın gerçek takdirine göre değil bunun mümkün olması durumuna göredir.

İbnü Atiyye tefsirinde şöyle der: "Ve sizi belli bir ecele kadar ertelesin" âyeti, Mutezile'nin "insan için iki ecel vardır" derken tutundukları âyetlerdendir. Eğer bir ve yerine getirilmiş olsa idi, süresi dolunca ertelenmesi sahih olmaz; dolmayınca da çabuklaştırılması sahih olmazdı, demişlerdir. Oysa âyette onların tutunacağı bir şey yoktur. Zira Nûh (a.s) onların erteleneceklerden mi, yoksa öne alınacaklardan mı olduğ u nu bilmiş değildir. Onlara, siz vakti gelen ecelden ertelenirsiniz de dememiştir. Lakin ezelde onların ya iman edip ecelleri ertelenenlerden veya inkâr edip ecelleri çabuklaştırılanlardan olduklarına dair önceden hüküm verilmiştir. Sonra bu mânâya destek ve şiddet

verip "Kuşkusuz Allah'ın eceli gelince, ertelenmez." sözüyle şimşeği çakarak karar vermiştir."

12. Ahiret azabı yahut Tufan.

Günahlarınızdan bir kısmını bağışlasın. Ki bunlar geçmiş günahlardır. Zira "İslâm, kendinden önce işlenmiş küfür ve günahı keser." buyrulmuştur. İslâm, daha önce yapılanları keser atar. Kişi ahirette onlarla sorguya çekilmez. Yahut, Allah hakkıyla ilgili günahlarınızı bağışlasın. Zira kul hakkının affını yüce Allah kullara bırakmıştır. Allah'ın bağışlaması, kulun, hakkını yediği kişilerle helallaşmasına bağlıdır.

Ve sizi müsemma bir ecele kadar ertelesin de ecel gelmeden evvel bağışlandıktan başka, sevap kazanacak güzel işler yapmaya da meydan bulabilesiniz. Zira o müsemma ecel iman, Allah'tan korkma ve ibadet şartıyla takdir buyrulan eceldir. Çünkü Allah'ın takdir buyurduğu ecel her ne hakkında olursa olsun takdir buyrulduğu şekilde gelince ertelenmez. Allah'ın ne takdir ettiğini, takdir edilen şey meydana gelmeden önce kendisinden başka kesin olarak kimse bilemeyeceği için "daha vakit var, biraz eğlenelim de o gelmeden önce yine hazırlanırız" demek de mümkün olmaz. Onun için henüz ecel gelmeden evvel bize verilen mühlet ve erteleme vakitlerini fırsat bilip de ona göre iman etmek ve kulluk yapmak suretiyle azaptan korunup ibadet ile sevap kazanmaya çalışmak gerekir.

Burada bir taraftan "ertelesin" deniliyor, bir taraftan da "gelince ertelenmez" deniliyor. Gelince ertelenmeyecek bir şey için "ertelensin" demek çelişki

olmaz mı denecek olursa, ilk bakışta sorulabileceği zannedilen bu sorunun sorulamadığı az bir düşünme ile anlaşılır. Çünkü gelince ertelenmeyenin gelmeden önce ertelenmesi çelişki değil, gerçeğin ta kendisidir. Zira henüz gelmemiş olan ertelenmiş demektir. Bundan başka "sizi ertelesin" âyetinde ertelenen ecel değil, muhataplardır. Eceliniz ertelensin denilmemiş, siz ecele kadar bağışlanmak suretiyle ertelenesiniz denilmiştir ki bu, bağışlanmış olarak ecele eresiniz demek olur. Oysa çelişki olabilmesi için "ertel e sin" denilen şeyle "ertelemez" denilen şeyin aynı olması gerekir. Siz ecele ertelenirsiniz, ecel ertelenmez demek hiç bir zaman çelişki olmaz. Şu kadar var ki, bu mânâya göre burada "Sizi bir belirli ecele kadar ertelesin." cümlesinin açık bir faydası anlaşılmaz. Onun için bundan ilk akla gelen mânâ çelişki değil, şu olur: Kuşkusuz bir belirli ecel vardır. Ondan büsbütün kurtuluşa imkan yoktur. Ancak o ecel gelmeden önce Allah'a îman ve itaat ile iyi korunmak gibi bazı sebeplerden ötürü ertelenebil i r. Fakat ecel gelince asla ertelenmez. Dolayısıyle o gelmeden önce hazırlanmaya çalışılmalıdır. Şu halde ecel gelmezden önce bazı sebeplerle ertelenebilmesine ne anlam vermeli?

Takdir olunan ecel mesela yüz sene ise, korunmamakla ondan evvel gitmek m ümkün olur mu? Veya o gelmeden önce Allah'a îman edip emirlerine itaat ile korunarak onu yüzyirmi seneye çıkarmak mümkün olabilir mi? Bundan dolayı bazıları buradan iki ecel mânâsı anlaşıldığı kanaatına varmışlar ve ecelin takdirini iki ayrı ihtimalle anl a tıp şarta bağlı olarak tasvir etmişlerdir.

Zemahşeri şöyle der: Yüce Allah şöyle kaza buyurmuştur ki mesela, Nûh kavmi iman ederlerse ömürleri bin senedir. Eğer küfür üzere giderlerse dokuzyüzün başında onları yok edecektir. Bu suretle onlara şöyle denilmiştir: İman edin ki Allah sizi belirli olan ecele kadar ertelesin. Yani belirlemiş ismini koymuş ve sizin için daha ilerisine gidemeyeceğiniz bir gaye olarak tayin etmiş olduğu vakte kadar bıraksın. Ki bu da tam bin sene olan en uzun vakittir. Sonra d a haber vermiş ki, o uzun gaye geldiği vakit bu kısanın ertelendiği gibi ertelenmez. Razî de tefsirinde bunu aynen almıştır. Kâdı, Ebu's-Suud ve Âlûsî de aynı mânâda yürümüş omakla birlikte yalnız gelince ertelenmeyen ecelin sadece müsemma olan ecel olma d ığını, ikisinin de ertelenmez olduğunu, burada ise "Kuşkusuz Allah'ın eceli gelince ertelenmez."den maksadın, iman edildiği takdirde belirli olan ecel değil, iman edilmediği takdirdeki kısa ecel olması gerekeceğini ve çünkü ibadetin edatı ile sebep g österilmesi,

yapılmayacak olan ertelemenin vaad edilen erteleme olmasını gerektirdiğinden "İbadet etmezseniz uzun ecele ertelenmezsiniz ve o halde takdir edilen eceliniz kısa ecel olur, o gelir çatar, gelince de ertelenmez, o vakit kurtulamazsınız. Belirlenmiş eceliniz uzun olan değil, kısası olmuş olur." demek olduğunu anlatmışlar ve bu surette bu üç tefsirci bir taraftan şarta göre uzun veya kısa iki ecel varsaymakla beraber gerçekte ecelin bir olduğunu da göstermek istemişlerdir. Çünkü meselenin iki safh a sı vardır:

BİRİSİ, eşyanın tabiatına göre aslında ecelin ne kadar olabileceği safhasıdır ki bu bakımdan sebeplerin farklılığına göre ecelin, vuku bulmasına kadar çeşitli şekilde uzun ve kısa olması mümkündür. Ecel vuku bulmadan veya vuku bulacağını gösteren delillerden önce kaderin sırrını Allah'tan başkası bilmediği için, insan ancak ne kadar yaşama imkânı olduğunu düşünerek ona göre hazırlanmalıdır.

İKİNCİSİ de ecelin vuku bulma safhasıdır ki bu bakımdan vuku bulup gerçekleşen ecel bir önceki safhada anlatılan mümkünlerin sadece birisidir. Kimsenin iki eceli yoktur.

İlâhî takdire gelince, takdir yüce Allah'ın ezeldeki ilmi, kaza, o ilmin sonsuzlukta fiile çıkarılması demek olduğuna göre "Ondan göklerde ve yerde zerre miktarı bir şey kaçmaz"(Sebe, 34/3) diye tanıtılan ilâhî ilimde bir gizlilik ve acaba ihtimali bulunmayacağından ilerde fiilen meydana gelecek olan ecel ne ise ilâhî ilimde takdir edilen ecel de odur. Dolayısıyle gerçekte takdir edilen ecel, meydana gelen ecel gibi birdir. F a kat meydana gelmeden evvel onu Allah'tan ve Allah'ın bildirdiklerinden başka kimse bilemez. İlim bilinene bağlı ve yükümlülüğün dayanağı ise kişisel imkân olması nedeniyle Hz. Nûh'un daveti de yüce Allah'ın gerçek takdirine göre değil bunun mümkün olması durumuna göredir.

İbnü Atiyye tefsirinde şöyle der: "Ve sizi belli bir ecele kadar ertelesin" âyeti, Mutezile'nin "insan için iki ecel vardır" derken tutundukları âyetlerdendir. Eğer bir ve yerine getirilmiş olsa idi, süresi dolunca ertelenmesi sahih olmaz; dolmayınca da çabuklaştırılması sahih olmazdı, demişlerdir. Oysa âyette onların tutunacağı bir şey yoktur. Zira Nûh (a.s) onların erteleneceklerden mi, yoksa öne alınacaklardan mı olduğunu bilmiş değildir. Onlara, siz vakti gelen ecelden ertelenirsi niz de dememiştir. Lakin ezelde onların ya iman edip ecelleri ertelenenlerden veya inkâr edip ecelleri çabuklaştırılanlardan olduklarına dair önceden hüküm verilmiştir. Sonra bu mânâya destek ve şiddet

verip "Kuşkusuz Allah'ın eceli gelince, ertelenmez." sözüyle şimşeği çakarak karar vermiştir."

13. Niye siz Allah için bir vakar ummazsınız? Vakar, hafifliğin zıddı olarak ağırlık, yumuşak huyluluk, ağırbaşlılık ve ululuk mânâlarına gelir. Nitekim bu kökten türetilen tevkir, "ululamak" demektir. fâili veya başında bulunan "lâm" harfinin ilgili olduğu kelimeyi açıklamaktadır. Yani, "Siz niçin Allah'tan korkmuyorsunuz, yüce Allah'ın yumuşaklığıyla beraber bir ululuk ve yüceliği bulunduğuna inanmıyor ve onu saymayanın neticede yok olacağına ihti m al vermiyor, inanmıyorsunuz da ona saygısızlık ediyor, putlara tapıyorsunuz?" Bu mânâya göre söz, sırf tehdit ve korkutma ifade eder. Yahut, "Niçin siz yüce Allah'ın size ilerde bir vakar ve onur lütfederek size değer vermesini, yükseltip neticede büyük m ertebe ve sevaba erdirmesini ümit etmiyorsunuz da iman ile onun yoluna gitmiyor, onu inkâr edip putlara taparak zelillik yolunu seçiyorsunuz?" demektir ki, bu durumda korkutmadan çok teşvik olmuş olur.

14. Oysa o sizi aşama aşama birçok hallerden geçirerek yaratmıştır. Burada insan yaratılışının fert ve toplum olarak geçirmiş olduğu evrim mertebelerine işaret vardır. Ebu's-Suud'un açıklamasına göre; önce unsurlar halinde, sonra gıdalar halinde, sonra karışımlar halinde, sonra sperma halinde, sonra embriyon halinde, sonra et parçası halinde, sonra kemik ve et halinde, sonra da bambaşka bir yaratılışla şekil vermiştir. "Yaratanların en güzeli olan Allah'ın şanı ne yücedir."(Müminun, 23/14). Bunları yapan o güzel yaratıcı ululama ve saygıya layık değ i l mi? O sizi daha başka bir şekil ve yaratışla yükseltemez mi? Yahut ezip yok ederek elem verici o azaplara düşüremez mi? Siz niye bunları düşünmüyorsunuz?

15 Bunu daha çok açıklamak ve kanıtlamak için buyruluyor ki: "Allah yedi göğü tabaka tabaka nasıl yaratmış görmediniz mi? Ay'ı içlerinde bir nur kılmış; güneşi de bir lamba kılmış."

16. Bunu daha çok açıklamak ve kanıtlamak için buyruluyor ki: "Allah yedi göğü tabaka tabaka nasıl yaratmış görmediniz mi? Ay'ı içlerinde bir nur kılmış; güneşi de bir lamba kılmış."

17. "Allah sizi yerden bir nebat tarzıyla bitirdi." Nebat ve nebt kelimeleri, lügatte cins ismi ve mastar olur. İsim olduğuna göre, yerde biten, yani yerden çıkıp yetişen her şeye denir. Sonra örfte sapı olmayanlar ve hayvanların yedikleri için kullanılır olmuştur. Türkçe'de buna "ot" denir. Mastar olduğuna göre de bitmek, ot bitmek, yetişmek mânâsına gelir. Bu kökten

türetilen "inbât" da, bitirmek, yetiştirmek, geliştirmek demek olur. Nebatın ayırıcı özellik ve niteliği gelişmedir ki organizmanın gıda ve üreme ile ortaya çıkıp görünmesidir. Fakat kelimenin asıl kipi mastar olduğu ve insan hayatı bitkisel hayattan ibaret bulunmadığı için tefsirciler burada kelimesinin hal değil mef'ulü mutlak olduğunu açıklamışlardır. Ancak bazıları doğrudan doğruya "sizi bitirdi" fiilinden mef'ulü mutlak olması için, kelimesinin mânâsına olup babının dışında zikredilmiş olduğunu söylemişlerdir ki "yerden bitirmek suretiyle yetiştirdik" demek olur. Diğer bazıları da, (bitirme)nin n eticesi olmak üzere üç harfli fiillerden ibarede bulunmayan fakat takdir edilen bir fiilin mastarı olması dolayısıyle 'ın mef'ulü mutlakı olduğunu söylemişlerdir ki aslı olup mânâ, "Allah sizi bitirdi siz de bir tür bitişle bittiniz." demek olur.

F ahreddin Razî şöyle der: Burada iki mesele vardır.

BİRİNCİSİ, Ayetin iki yorum şekli vardır. Birisi, "sizi yerden bitirdi" demek, babanızı yerden bitirdi, başlangıçta topraktan onu yaratmak suretiyle cinsinizi yarattı, demektir. O kadar ki, "Doğrusu Allah katında İsa'nın misali Adem'in misali gibidir. Onu topraktan yarattı."(Âl-i İmran, 3/59) gibi olur. Diğeri, hepinizi yerden yarattı demek olur. Çünkü Allah bizi spermalardan, onları gıdalardan, gıdaları bitkilerden bitkileri de yerden yaratıyor.

İKİNCİSİ, denilmesi gerekirken buyrulmuştur ki "Allah sizi bitirdi, siz de bir tür bitişle bittiniz." takdirindedir. Bunda hoş bir incelik vardır. Zira buyursa idi "acaip garib bir bitirme" demek olurdu. Oysa Allah'ın sıfatı olan inbat, bizim beş duyumuzdan biriyle anlaşılamadığında, biz onun enteresan ve tam bir bitirme olduğunu başka türlü tanımazdık, ancak Allah'ın haber vermesiyle tanımış olurduk. Bu makam ise yüce Allah'ın sonsuz kudretini delil ile anlama makamıdır. Onu yalnız işitme y o luyla kanıtlamak yeterli olmayabilir. Fakat "o bitirdi de siz enteresan garip bir bitişle bittiniz" anlamına buyrulunca bizim vasfımız olan o enteresan garip ve mükemmel bitiş bizim duyu organlarımızla hissedilip gözlendiğinden buradan hareketle yüce A l lah'ın eşsiz kudretini anlamak mümkün olur. Bu nedenle buyrulması, bu makama daha uygun, daha edebî olmuş ve bu hoş inceliği göstermek için hakikatten mecaza geçilerek yerine buyrulmuştur.

Bununla beraber hal yapıldığı takdirde de bu nükte anlaşılmaz değildir. Fakat kelimenin esasen mastar olması ve halden önce mef'ulü mutlak olmaya daha layık ve kuvvetli bulunması nedeniyle tefsirciler onun halden ziyade mastar olmasını göz önüne almışlardır.

18. Bu suretle insanın geçirdiği evrelerin ilk unsurlarına işaretten sonra geleceğini ve gayesini açıklamak için de buyruluyor ki "Sonra sizi tekrar toprağa çevirecek ve oradan sizi bir çıkarış daha çıkaracak".

Bu davet ve açıklamadan sonra ne oldu?

Meâl-i Şerifi

21. Nûh dedi ki: " Ey Rabbim! Onlar bana isyan ettiler; malı ve çocuğu hüsrandan başka bir şeyini artırmayan kimsenin ardına düştüler."

22. "Büyük büyük tuzaklar kurdular."

23. Dediler ki: "Sakın tanrılarınızı bırakmayın, ne Vedd'i, ne Suva'ı ve ne de Yeğus'u, Yeûk 'u ve Nesr'i."

24. Çok kişiyi yoldan saptırdılar. Sen de o zalimlerin sadece şaşkınlıklarını artır.

25. Hatalarından dolayı boğuldular, ateşe sokuldular, kendilerine Allah'a karşı yardımcılar da bulamadılar.

26. Nûh dedi ki: "Yeryüzünde kafi rlerden bir tek kişi bırakma."

27. "Zira sen onları bırakırsan kullarını yoldan çıkarırlar ve sadece ahlâksız ve kâfir çocuklar doğururlar."

28. "Ey Rabbim! Bana, babama, anama, mümin olarak evime girene ve bütün inanmış erkek ve kadınlara mağfir et buyur. Zalimlerin de sadece helakini artır."

19. Bu suretle insanın geçirdiği evrelerin ilk unsurlarına işaretten sonra geleceğini ve gayesini açıklamak için de buyruluyor ki "Sonra sizi tekrar toprağa çevirecek ve oradan sizi bir çıkarış daha çıkaracak".

Bu davet ve açıklamadan sonra ne oldu?

Meâl-i Şerifi

21. Nûh dedi ki: "Ey Rabbim! Onlar bana isyan ettiler; malı ve çocuğu hüsrandan başka bir şeyini artırmayan kimsenin ardına düştüler."

22. "Büyük büyük tuzaklar kurdular."

23. Dediler ki: "Sakın tanrılarınızı bırakmayın, ne Vedd'i, ne Suva'ı ve ne de Yeğus'u, Yeûk'u ve Nesr'i."

24. Çok kişiyi yoldan saptırdılar. Sen de o zalimlerin sadece şaşkınlıklarını artır.

25. Hatalarından dolayı boğuldular, ateşe sokuldular, kendilerine Allah'a karşı yardımcılar da bulamadılar.

26. Nûh dedi ki: "Yeryüzünde kafirlerden bir tek kişi bırakma."

27. "Zira sen onları bırakırsan kullarını yoldan çıkarırlar ve sadece ahlâksız ve kâfir çocuklar doğururlar."

28. "Ey Rabbim! Bana, babama, anama, mümin olarak evime girene ve bütün inanmış erkek ve kadınlara mağfiret buyur. Zalimlerin de sadece helakini artır."

20. Bu suretle insanın geçirdiği evrelerin ilk unsurlarına işaretten sonra geleceğini ve gayesini açıklamak için de buyruluyor ki "Sonra sizi tekrar toprağa çevirecek ve oradan sizi bir çıkarış daha çıkaracak".

Bu davet ve açıklamadan sonra ne oldu?

Meâl-i Şerifi

21. Nûh dedi ki: "Ey Rabbim! Onlar bana isyan ettiler; malı ve çocuğu hüsrandan başka bir şeyini artırmayan kimsenin ardına düştüler."

22. "Büyük büyük tuzaklar kurdular."

23. Dediler ki: "Sakın tanrılarınızı bırakmayın, ne Vedd'i, ne Suva'ı ve ne de Yeğus'u, Yeûk'u ve Nesr'i."

24. Çok kişiyi yoldan saptırdılar. Sen de o zalimlerin sadece şaşkınlıklarını artır.

25. Hatalarından dolayı boğuldular, ateşe sokuldular, kendilerine Allah'a karşı yardımcılar da bulamadılar.

26. Nûh dedi ki: "Yeryüzünde kafirlerden bir tek kişi bırakma."

27. "Zira sen onları bırakırsan kullarını yoldan çıkarırlar ve sadece ahlâksız ve kâfir çocuklar doğururlar."

28. "Ey Rabbim! Bana, babama, anama, mümin olarak evime girene ve bütün inanmış erkek ve kadınlara mağfiret buyur. Zalimlerin de sadece helakini artır."

21 "Malı ve çocuğu, kendisinin zararını artırmaktan başka bir işe yaramayan kişiye uydular." Bu kişi, Nûh kavminin peşinden gittikleri ve Hz. Nûh'a düşmanlık eden zalim demek oluyor.

22. "Malı ve çocuğu, kendisinin zararını artırmaktan başka bir işe yaramayan kişiye uydular." Bu kişi, Nûh kavminin peşinden gittikleri ve Hz. Nûh'a düşmanlık eden zalim demek oluyor.

23. "Ne Vedd'i, ne Suvâ'ı ve ne Yeğus'u Yeuk'u ve Nesr'i." Bunlar, kendilerince en büyük tanıdıkları ve tapındıkları putlarının isimleridir. Bununla beraber kendi aralarında dereceleri birbirinden farklıdır. Bazılarında "lâ"nın tekrarlanması ve bazılarında söylenmemesi ile bu farklılığa işaret olunmuştur. Demek ki Vedd ve Suva'dan herbiri; Yeğus, Yeûk ve Nesr'in hepsine karşılık söylen m iş oluyor. Bazıları şöyle demiştir. Bu putlar Araplar'a geçmişti. Bundan dolayı, Araplar; Abd-i Vedd, Abd-i Yeğus... diye isimler takardı. Âlûsi şöyle der: Buhârî, İbnü Münzir ve İbnü Merduye İbnü Abbas'tan şöyle rivayet etmişlerdir: Nûh kavmindeki putlar sonradan Araplar'a geçmişti. Vedd, Düme-tü'l-Cendel'de Kelb oğullarının putu idi. Suvâ, Hüzeyl'in idi. Yeğûs, Murad'ın, sonra Seba'da Beni Gatîf'in idi. Ye'uk, Hamedân'ın idi. Nesir de Himyer'in, Ali zilkelâ'nın idi. Bu isimler esasen bazı iyi kişilerin isimleri iken vefatlarında onların adına ve oturdukları yerlere Şeytan'ın aşılama ve telkinleriyle dikmeler dikilmiş ve bunların adları verilmiş, sonra da onları tanıyanlar kalmayınca bilmeden bunlara tapılmıştır. İbnü Ebî Hâtim'in Urve b. Zübeyr'den riva yetine

göre Vedd, en büyükleri ve en iyileri idi. Bunların hepsi Âdem oğullarından idi. Bir rivayete göre de Vedd, yüce Allah'tan başka ilâh edinilenlerin ilkidir.

Abd b. Humeyd'in Ebu Mutahher'den rivayet ettiğine göre Ebu Cafer Muhammed b. Bâkır Haz retleri şöyle demiştir:

Vedd, kavmi içinde sevilen müslüman bir kişiydi. Ölünce Bâbil yurdunda kabrinin etrafında ordu kurdular, yas tuttular. İblis onların bu feryadını görünce bir insan biçiminde onlara: "Sizin ağlayıp sızladığınızı ve üzüldüğünüzü görüyorum. Size onun bir şeklini, resmini yapsam, toplandığınız yere koysanız da onu ansanız." dedi." Peki" dediler. Bunun üzerine İblis Vedd'in bir şeklini yaptı. Onu toplantı yerlerine koydular. Babilliler onu anarlardı. İblis bunu görünce: "Nasıl, evl e rinize de yapsam, herkes evinde de ansa olur mu?" dedi. Onu da yaptı, bu şekilde onu anar oldular. Sonra çocukları yetişti. Çocuklar büyüklerin ona yaptıklarını görüyordu. Nesil uzadıkça onu niye andıkları unutuldu. Tuttular, ona ilâh diye tapmaya başladı l ar. İşte yeryüzünde Allah'tan başka ilk tapınılan Vedd oldu.

İbnü Münzir ve başkaları Ebu Osman Mehli'den rivayet etmişlerdir. Ebu Osman demiştir ki: Yeğus'u gördüm, kurşundan idi. Çıplak bir deveye yükletilir, beraberinde giderler, bir yere varıp kendi kendine çökene kadar onu hiç dehlemezlerdi. O çökünce de, "Haydin, konaklayacağınız yeri beğendi." derler ve etrafına konarlar ve oraya bir bina yaparlardı.

Keşşâf'ta zikredildiği üzere, bir de şöyle denilmiştir: Vedd, bir erkek şeklinde, Süva bir kadın şeklinde, Yeğus bir arslan şeklinde, Yeuk bir kısrak şeklinde, Nesir bir kartal şeklinde idi. Yine denilmiştir ki, yok olan Nûh kavminin putlarının aynen Araplar'a geçmiş olması uzak bir iştir, anlaşılır gibi değildir. Açık olan budur ki, ancak isi m leri kalmış, Araplar da bir takım putlar edinerek onlara bu isimleri vermişler ve Abd-i Yeğus ve Abd-i Yeuk derken de bu putların kulu, yani Yeğus'un kulu, Yeuk'un kulu mânâlarını kastetmişlerdir. Ebu Osman'ın gördüğü de aynen Nûh zamanından kalma değil, a ncak o isimle isimlendirilen başka bir put olması gerekir. Âlûsî, daha önce nakledildiği üzere, onların hepsinin de insan şeklinde olmalarının daha sahih olduğunu kaydetmiştir. Bu isimler esasen Arapça olmayıp başka bir dilden olduklarına göre, Vedd ve Yeğus isimlerinin Hintliler'in Veda, Vüyasa isimlerini andırdıkları da

hatıra gelmiyor değildir.

24. "Ne Vedd'i, ne Suvâ'ı ve ne Yeğus'u Yeuk'u ve Nesr'i." Bunlar, kendilerince en büyük tanıdıkları ve tapındıkları putlarının isimleridir. Bununla beraber kendi aralarında dereceleri birbirinden farklıdır. Bazılarında "lâ"nın tekrarlanması ve bazılarında söylenmemesi ile bu farklılığa işaret olunmuştur. Demek ki Vedd ve Suva'dan herbiri; Yeğus, Yeûk ve Nesr'in hepsine karşılık söylenmiş oluyor. Bazıları şöyle demiştir. Bu putlar Araplar'a geçmişti. Bundan dolayı, Araplar; Abd-i Vedd, Abd-i Yeğus... diye isimler takardı. Âlûsi şöyle der: Buhârî, İbnü Münzir ve İbnü Merduye İbnü Abbas'tan şöyle rivayet etmişlerdir: Nûh kavmindeki putlar sonradan Araplar'a geçmi ş ti. Vedd, Düme-tü'l-Cendel'de Kelb oğullarının putu idi. Suvâ, Hüzeyl'in idi. Yeğûs, Murad'ın, sonra Seba'da Beni Gatîf'in idi. Ye'uk, Hamedân'ın idi. Nesir de Himyer'in, Ali zilkelâ'nın idi. Bu isimler esasen bazı iyi kişilerin isimleri iken vefatlarında onların adına ve oturdukları yerlere Şeytan'ın aşılama ve telkinleriyle dikmeler dikilmiş ve bunların adları verilmiş, sonra da onları tanıyanlar kalmayınca bilmeden bunlara tapılmıştır. İbnü Ebî Hâtim'in Urve b. Zübeyr'den rivayetine

göre Vedd, en büyükl eri ve en iyileri idi. Bunların hepsi Âdem oğullarından idi. Bir rivayete göre de Vedd, yüce Allah'tan başka ilâh edinilenlerin ilkidir.

Abd b. Humeyd'in Ebu Mutahher'den rivayet ettiğine göre Ebu Cafer Muhammed b. Bâkır Hazretleri şöyle demiştir:

Vedd, kavmi içinde sevilen müslüman bir kişiydi. Ölünce Bâbil yurdunda kabrinin etrafında ordu kurdular, yas tuttular. İblis onların bu feryadını görünce bir insan biçiminde onlara: "Sizin ağlayıp sızladığınızı ve üzüldüğünüzü görüyorum. Size onun bir şeklini, resmini yapsam, toplandığınız yere koysanız da onu ansanız." dedi." Peki" dediler. Bunun üzerine İblis Vedd'in bir şeklini yaptı. Onu toplantı yerlerine koydular. Babilliler onu anarlardı. İblis bunu görünce: "Nasıl, evlerinize de yapsam, herkes e vinde de ansa olur mu?" dedi. Onu da yaptı, bu şekilde onu anar oldular. Sonra çocukları yetişti. Çocuklar büyüklerin ona yaptıklarını görüyordu. Nesil uzadıkça onu niye andıkları unutuldu. Tuttular, ona ilâh diye tapmaya başladılar. İşte yeryüzünde Allah ' tan başka ilk tapınılan Vedd oldu.

İbnü Münzir ve başkaları Ebu Osman Mehli'den rivayet etmişlerdir. Ebu Osman demiştir ki: Yeğus'u gördüm, kurşundan idi. Çıplak bir deveye yükletilir, beraberinde giderler, bir yere varıp kendi kendine çökene kadar onu hiç dehlemezlerdi. O çökünce de, "Haydin, konaklayacağınız yeri beğendi." derler ve etrafına konarlar ve oraya bir bina yaparlardı.

Keşşâf'ta zikredildiği üzere, bir de şöyle denilmiştir: Vedd, bir erkek şeklinde, Süva bir kadın şeklinde, Yeğus bir arslan şeklinde, Yeuk bir kısrak şeklinde, Nesir bir kartal şeklinde idi. Yine denilmiştir ki, yok olan Nûh kavminin putlarının aynen Araplar'a geçmiş olması uzak bir iştir, anlaşılır gibi değildir. Açık olan budur ki, ancak isimleri kalmış, Araplar da b i r takım putlar edinerek onlara bu isimleri vermişler ve Abd-i Yeğus ve Abd-i Yeuk derken de bu putların kulu, yani Yeğus'un kulu, Yeuk'un kulu mânâlarını kastetmişlerdir. Ebu Osman'ın gördüğü de aynen Nûh zamanından kalma değil, ancak o isimle isimlendiri l en başka bir put olması gerekir. Âlûsî, daha önce nakledildiği üzere, onların hepsinin de insan şeklinde olmalarının daha sahih olduğunu kaydetmiştir. Bu isimler esasen Arapça olmayıp başka bir dilden olduklarına göre, Vedd ve Yeğus isimlerinin Hintliler' i n Veda, Vüyasa isimlerini andırdıkları da

hatıra gelmiyor değildir.

25. "Hatalarından dolayı" buradaki harf-i cerri illet ve sebep bildirir. Metne ziyade kılınmıştır veya belirsizlik için getirilmiştir. Onların hatalarının ve işledikleri suçların büyüklüğüne ve fazlalığına dikkat çekmek için ziyade kılınmıştır. Burada mef'ûlün fiilden önce getirilmesi, söze "ancak, yalnız, sırf" gibi mânâlar kazandırır. Yani başka sebepten ötürü değil, açıklandığı üzere sırf kendilerinin birçok büyük günahlarından ötürü suda boğuldular, tufana boğuldular. Sonra da bir ateşe atıldılar. Bu, berzah yani ölülerin ruhlarının kıyamete kadar bulundukları yerdeki veya kabirdeki azaptır. Suya boğulmakla ateşe atılmak gibi iki zıt azabın bir araya getirilmesinde eşsiz bir tıb a k sanatı vardır.

26. "Nûh dedi ki, ey Rabbim!..." Bu söz, önce geçen sözüne bağlanmıştır. Fakat Nûh'un burada söyledikleri evvelki sözleri gibi sadece söyleneni hikâye için değil, ondan helak olmaya hak kazandıklarını açıklamak için olup bu duanın da onların hata ve günahları yüzünden olduğu anlatılmak üzere sona bırakılmıştır. Çünkü bu duanın, onlar suda boğulmadan evvel yapılmış olduğu açıktır. Ey Rabbim! Yer üzerinde bırakma. Burada yer denince anlaşılan açık ve genel olarak bilinen yeryüzüd ü r. Bununla beraber başında bulunan "lâm"ın ahd için olmasıyle "Nûh kavminin bulunduğu yer" demek de olabilir. Kâfirlerden bir tek kişi, yahut yurt sahibi bir kimse bırakma. Derler ki: kelimesi ancak genel olumsuzluk ifade eden cümlelerde kullanılır. denilir ki bu, "evde kimse yok" demektir. Bu kelimenin aslı "dâr" yahut "devir" kökünden "fey'al" kalıbında "deyvâr" dır. Vâv harfi yâ harfine dönüştürülmüştür. Bu kelime fa'âl kalıbında değildir. Öyle olsaydı deyyar olmaz devvar olurdu. Şu halde türediği kelimeye göre asıl mânâsı "evcil" yahut "yurtçul" demek gibidir. Bununla beraber deyyar, ayyaş gibi asıl harfi yâ olarak kökünden fa'âl kalıbında da olur ki "deyr bekleyen", "manastır bekçisi" mânâsına gelir.

27. Bu şekilde olumsuzluk genel olmakla beraber maksat, yurt sahibi, yurt ve ülke yöneten hiçbir kimse demek olması da dış görünüşü itibariyle şu illete uygun düşer: Zira onları bırakırsan kullarını saptırırlar, çocukları da günahkâr ve kâfirden başkası olmaz.

Bu duanın eseri yalnız Nûh kavminin suya boğulmasıyla kalmamış, sonra onun ve beraberindeki müminlerin nesilleri "Denildi ki; "ey Nuh! Sana ve gemide seninle beraber bulunan müminlere bir selâm ve bereketlerle in. İleride kendilerini birçok nimetten faydalandıracağımız ve sonra da bu yüzden kendilerine bizden bir acıklı azap dokunacak ümmetler de olacaktır."(Hud, 11/48) âyetine uygun bir şekilde yeryüzüne yayılarak "Ve onun neslini baki kalanlar kıldık."(Sâffat, 37/77) sözünün gerçekleşmesiyle de kendini göstermiştir.

28. Bu d a Nûh (a.s)'un şu duasıyla ilgilidir; Ey Rabbim! Bana, babama, anama, mümin olarak evime girene ve bütün inanan erkek ve kadınlara mağfiret et. Bu, geçmiş ve kıyamete kadar gelecek bütün ümmetlerin inanan erkek ve kadınlarını kapsar. Zalimlere ise hel a kten başka bir şey artırma. Bu cümle de, geçmişteki zalimleri de arkalarından beddua olarak kapsamakla beraber, daha çok o kâfirler helak edildikten sonra gelecek olan zalimler aleyhine dua demek olur. Yani "her kim olursa olsun, benim soyumdan ve bütün m ü min erkek ve kadınların soyundan gelmiş dahi olsa zalimlerin hep helaklerini artır. Sonlarını perişan eyle" mânâsını da ifade eder ki, Hz. Nûh'a, "İlerde kendilerini birçok nimetten faydalandıracağımız ve sonra da bu yüzden kendilerine bizden

bir acıklı azap dokunacak ümmetler de olacaktır."(Hûd, 11/48) buyrulması; aynı şekilde Hz. İbrahim'in "Soyumdan da bir kısmını lider yap"(Bakara, 2/124) duasına "Ahdim zalimlere ermez"(Bakara, 2/124) buyrulması bunun cevabı demektir. Demek ki, küfür ve zulme gid e nler, her kim olursa olsun, atalarının iman ve adaletleri dolayısıyla dünyada ilâhî nimetten bir nasip alarak bir müddet yaşayabilirlerse de, neticede helak olup bağışlanmaya ermeksizin acıklı bir azap içinde kalmaya mahkûmdurlar. Bu azap onların sırf in k âr ve zulüm ile ettikleri hatalar ve işledikleri suçlar sebebiyledir. Bu suretle Meâric Sûresi'nde kendilerinden bahsedilen kâfirler de o vaad olundukları acı günü görecekler; azap kesinlikle gerçekleşecek, o büyük musibet çaresiz başlarına inecektir.

Görülene ve görüleceğe dair olan bu iki sûreden sonra genellikle görülmeyen ve gözden saklı bulunan kuvvetlere dair olmak üzere de buradan Cinn Sûresi'ne geçilecektir ki bunlar Âdem'in ve Nûh'un soyunda bulunmayan kuvvetleri kapsar.