23 Mayıs 2007 Çarşamba

MERYEM SÜRESİ(MEVDUDİ)

Adı: Bu sure adını, içinde "el-Kehf" ismi geçen 9. ayetten alır.

Nüzul Zamanı: Bu sure, Mekke döneminin üçüncü aşamasında indirilen ilk surelerden biridir. Hz. Peygamber'in (s.a) Mekke'de yaşadığı dönemi, En'am Suresi'nin giriş bölümünde dört aşamaya ayırmıştık. Bu ayrıma göre üçüncü aşama peygamberliğin beşinci yılından onuncu yılına kadar sürmüştür. Bu aşamayı ikinci ve dördüncü merhalelerden ayıran nokta şudur: İkinci aşama boyunca Kureyşliler, İslâmı hareketi bastırmak için Peygamber (s.a) ve müminlerle alay ettiler, onları tehdit ettiler, onlara karşı itirazlarda bulundular. İftiralar attılar. Fakat üçüncü aşamada aynı amaçla işkence araçları, ekonomik baskı ve kaba kuvvet kullanmaya başladılar. Öyle ki müslümanların büyük bir kısmı Habeşistan'a hicret etmek zorunda kaldı, geride kalanlar ise, Peygamber (s.a) ve ailesi ile birlikte Şi'bi Ebi Talib'de (Ebu Talib Mahallesinde) muhasara altına alındı. Bunun ötesinde onlara tam anlamıyla sosyal ve ekonomik bir boykot uygulandı. Tek teselli verici nokta Ebu Talib ve Hz. Hatice (r.a) gibi önemli şahıslar nedeniyle Kureyş'in büyük ailelerinin onlara yardım etmesiydi. Fakat Peygamberliğin gelişinin onuncu yılında bu iki önemli şahıs öldüğünde, Peygamber (s.a) ve tüm sahabenin Mekke'den hicret etmesine neden olan çok ağır işkenceler dönemi olan dördüncü merhale başladı.

Bu surede ele alınan konulardan, surenin üçüncü merhalesinin başlangıcında yani işkencelere rağmen henüz Habeşistan'a hicretin gerçekleşmediği dönemde indirildiği anlaşılmaktadır. İşte bu nedenle, işkence gören müminleri teselli etmek onları cesaretlendirmek ve onlara mümin insanların geçmişte imanlarını nasıl koruduklarını göstermek amacıyla bu surede Ashab-ı Kehf (Mağarada uyuyanların) hikayesi anlatılmıştır.

Anafikir ve Konular: Bu sure Ehli Kitapla birlik olup Hz. Peygamber'i (s.a) imtihan etmek için üç soru soran Mekke'li müşriklerin sorularına bir cevap olarak gönderilmiştir. Bu sorular şunlardı: 1) "Mağarada uyuyanlar" kimlerdir? 2) Hızır'ın gerçek hikayesi nedir? 3) Zü'l Karneyn hakkında ne biliyorsun? Bu üç soru, Hıristiyanların ve Yahudilerin tarihiyle ilgili olduğu ve Hicaz'da bilinmediği için Hz. Peygamber'in (s.a) gayb bilgisine sahip olup olmadığını imtihan etmek üzere sorulmuştur. Allah, bu üç soruya sadece cevap vermekle kalmamış, aynı zamanda hikayeleri o dönemde Mekke'de İslâm'la küfür arasında süren çatışmada kafirlerin aleyhine bir tarzda ele almıştır.

1) Soru soranlara "Mağarada uyuyanların da Kur'an'ın tebliğ ettiği aynı Tevhid'e inandıkları ve onların durumunun da aynı işkence çeken Mekkeli müminlere benzediği söylenmektedir. Diğer taraftan "Mağarada uyuyanlar"a işkence yapanlar onlara, aynen Kureyş müşriklerinin müslümanlara davrandığı gibi davranıyorlardı. Bunun yanı sıra müslümanlara, bir mümine zalim bir topluluk tarafından işkence edildiğinde, bâtıla boyun eğmemesi ve gerekirse Allah'a güvenerek oradan hicret etmesi gerektiği öğretilmektedir. Aynı zamanda Mekkeli müşriklere "Mağarada uyuyanlar"ın kıssasının ahiret inancının açık bir delili olduğu söylenmektedir. Çünkü bu, Mağarada uyuyanlar da olduğu gibi, Allah'ın uzun süre ölüm uykusunda kaldıktan sonra bile dilerse bir kimseyi diriltme kudretine sahip olduğunu göstermektedir.

2) Mağarada uyuyanlar kıssası, yeni oluşmuş küçük İslâm toplumuna işkence eden Mekke'nin ileri gelenlerini de uyarmaktadır. Aynı zamanda Hz. Peygamber'e (s.a) işkence edenlerle hiç bir uzlaşmaya girmemesi ve onları kendisine uyan fakir ve zayıflardan daha önemli görmemesi söylenmektedir. Diğer taraftan Mekke'nin ileri gelenlerine şu anda yaşadıkları dünyanın geçici zevklerine aldanmamaları ve ebedi nimetleri kazanmaya çalışmaları tavsiye edilmektedir.

3) Hızır ile Hz. Musa'nın hikayesi kafirlerin sorularını cevaplamak ve müminleri de teskin etmek için bu şekilde ele alınmıştır. Bu kıssadan alınacak ders şudur: "Allah'ın mülkünde Allah'ın dileğine uygun olarak meydana gelen şeylerin hikmetine tamamen iman etmelisiniz. Gerçeklik sizden gizli olduğu için siz meydana gelen şeylerin hikmetini anlayamazsınız. Bazen de bu olaylarda size göre bir terslik varmış gibi görünür ve "bu neden oldu, nasıl oldu?" diye sorular sorarsınız. Gerçek şu ki, görünmeyenin (gayb) perdesi kaldırılsa, o zaman meydana gelenin, yaşananın en iyi olduğunu siz de anlayacaksınız. Bazen bir şeyin sizin için kötü olduğu izlenimine kapılsanız bile, sonunda onun sizin için bazı iyi sonuçlara yol açtığını görürsünüz."

4) Aynı şeyler Zü'l-Karneyn kıssası için de geçerlidir. Çünkü bu kıssa da soruları yöneltenleri uyarmaktadır. "Ey gururlu ve kendini beğenmiş Mekke uluları! Zu'l-Karneyn'den ders almalısınız. Zü'l-Karneyn, büyük bir kral, büyük bir fatih ve büyük kaynaklara ve yeteneklere sahip bir insan olmasına rağmen, yine de yaratıcısına teslim oldu. Oysa siz onunla karşılaştırıldığında küçük ve önemsiz birer lider olmanıza rağmen Allah'a isyan ediyorsunuz. Bunun yanısıra Zü'l-Karneyn korunma için en güçlü duvarlardan birini inşa etmiş olmasına rağmen yine de gerçek güvencesi Allah'tı. "duvar" değil. O duvarın ancak Allah dilediği sürece kendisini düşmanlarından koruyabileceğine ve Allah dilerse onda çatlakların, deliklerin oluşacağına inanıyordu. Oysa siz onunla karşılaştırıldığında önemsiz ve küçük bazı bina ve evlere sahip olduğunuz halde, tüm felaketlere karşı kendinizi emin ve korunmuş sanıyorsunuz."

Kur'an bu sûrede Peygamber'i (s.a) safdışı bırakmaya çalışanların oyunlarını yine kendine çevirmektedir. Fakat surenin sonunda başlangıçta belirtilen ilkeler yine tekrarlanmaktadır: "Tevhid ve Ahiret haktır, gerçektir ve sizin iyiliğiniz içindir. Bunları kabul etmeli, buna göre gidişatınızı düzeltmeli ve bu dünyada, ahirette Allah'a hesap vereceğinizin farkında olarak yaşamalısınız. Aksi takdirde hayatınızı mahvedersiniz, yaptığınız şeylerin değeri de bir hiç olur."

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1 Hamd, Kitabı kulu üzerine indiren ve onda hiç bir çarpıklık kılmayan Allah'a aittir.1

2 Dosdoğru (bir Kitaptır) ki, kendi katından şiddetli bir azabla uyarıp-korkutmak ve salih amellerde bulunan mü'minlere müjde vermek için (onu indirdi); şüphesiz onlara güzel bir ecir vardır.

3 Onlar orda ebedi olarak kalıcıdırlar.

4 (Bu Kur'an) "Allah çocuk edindi" diyenleri uyarıp korkutmaktadır.2

5 Bu konuda ne kendilerinin, ne de atalarının hiç bir bilgisi yoktur. Ağızlarından çıkan söz ne (kadar da) büyük. Onlar yalandan başkasını söylemiyorlar.3

6 Şimdi onlar bu söze (Kur'an'a) inanmayacak olurlarsa sen, onların peşi sıra esef ederek kendini kahredeceksin (öyle mi)?4

7 Şüphesiz biz, yeryüzü üzerindeki şeyleri ona bir süs kıldık; onların hangisinin daha güzel davranışta bulunduğunu deneyelim diye.

AÇIKLAMA

1. Yani, "Onda ne bir kimsenin anlayamayacağı kadar karışık ve karmaşık şeyler vardır, ne de hakkı seven bir kimseyi kararsız bırakarak doğru yoldan saptıran bir nokta vardır.

2. Böyle diyen kimseleri, Hıristiyanları, Yahudileri ve Allah'a çocuk isnad eden Arap müşriklerini kapsar.

3. "Büyük Söz": "Şu Allah'ın oğludur veya şunu Allah, oğul edinmiştir." Bu söz büyük bir söz olarak nitelenmiştir, çünkü Allah'ın bir oğlu olduğu veya birisini oğul edindiği bir bilgiye dayanmamaktadır. Onlar sadece bir şahsa karşı duydukları bir sevgide aşırı gitmişler ve böyle bir bağ icad etmişlerdir. Onlar alemlerin rabbi olan Allah'a iftira ettiklerinin, O'na karşı büyük bir yalan uydurduklarının farkında da değildirler.

4. Burada, bu surenin nazil olduğu sırada Peygamber'in (s.a) üzüntüsünün gerçek sebebine değinilmektedir. Bu Peygamber'in (s.a), kendisinin ve arkadaşlarının gördüğü işkenceye değil, kavminin sapıklık ve ahlâkî bozukluğuna üzüldüğünü göstermektedir. Onu en çok üzen konu ne kadar yola getirmeye çalışırsa çalışsın,kavminin sapıklıkta inat etmesiydi. O çok üzülüyordu, çünkü kavminin sapıklığının en sonunda helâk olmalarına ve Allah'ın azabının üzerlerine hak olmasına neden olacağından korkuyordu. Bu nedenle gece gündüz onları kurtarmaya çalışıyordu, fakat onlar sanki Allah'ın azabının gelmesini istercesine inat ediyorlardı. Peygamber (s.a) bu durumu konuyla ilgili hadisinde şöyle açıklamaktadır: "Benim ve sizin benzeriniz, ateş yakan ve ateşine pervane ve çekirgeler düşmeye başlayınca onları ateşten kurtarmaya çalışan kimse gibidir. Ben sizi ateşe düşmekten korumak için eteklerinizden tutuyorum. Oysa siz benim elimden kurtulmaya çalışıyorsunuz." (Buhari-Müslim) mukayese için bkz. Şuara: 3

Gerçi "... Üzüntü duyarak adeta kendini tüketeceksin." denmektedir, ama bu sözde Peygamber'i (s.a) teselli eden bir ifade de vardır.: "Sen onları inanmaya zorlamakla görevli olmadığına göre neden kendini tüketiyorsun? Senin tek görevin müjdelemek ve korkutmaktır, insanları mümin yapmak değil. Bu nedenle müminleri müjdelemeye ve kafirleri kötü sonla uyarmaya devam etmelisin."

8 Biz gerçekten (yeryüzü) üzerinde olanları kupkuru-çorak bir toprak yapabiliriz.5

9 Sen, yoksa Kehf6 ve Rakim7 Ehlini bizim şaşılacak ayetlerimizden mi sandın?8

10 O gençler, mağaraya sığındıkları zaman, demişlerdi ki: "Rabbimiz, katından bize bir rahmet ver ve işimizden bize doğruyu kolaylaştır (bizi başarılı kıl).

11 Böylelikle mağarada yıllar yılı onların kulaklarına (ağır bir uyku) vurduk.

12 Sonra iki gruptan hangisinin kaldıkları süreyi daha iyi hesap ettiğini belirtmek için onları uyandırdık.

13 Biz sana onların haberlerini bir gerçek (olay) olarak aktarmaktayız.9 Gerçekten onlar. Rablerine iman etmiş gençlerdi ve biz de onların hidayetlerini arttırmıştık.10

14 Onların kalpleri üzerinde (sabrı ve kararlılığı) rabtetmiştik; (Krala karşı) Kıyam ettiklerinde demişlerdi ki: "Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbi'dir; ilah olarak biz O'ndan başkasına kesinlikle tapmayız, (eğer tersini) söyleyecek olursak, andolsun, gerçeğin dışına çıkarız."

15 "Şunlar, bizim kavmimizdir; O'ndan başkasını ilahlar edindiler, onlara apaçık bir delil getirmeleri gerekmez miydi? Öyleyse Allah'a karşı yalan düzüp-uydurandan daha zalim kimdir?

AÇIKLAMA

5. 6. ayet Peygamber'e (s.a) hitap ediyordu, fakat 7-8. ayetler dolaylı olarak kafirlere hitap etmektedir: "Bu dünyada gördüğünüz ve sizi aldatan her şeyin sadece sizi denemek için düzenlendiğini açıkça anlamalısınız. Fakat ne yazık ki siz tüm bunların sadece eğlence ve oyun için yaratıldığını sanıyorsunuz. İşte bu nedenle siz hayatın tek amacı olarak: "Ye, iç ve eğlen" ilkesini kabul ediyorsunuz. Bunun sonucu olarak sizin gerçekten iyiliğinizi isteyen kimseye aldırmıyorsunuz. Tüm bunların sadece sizin zevk ve eğlenceniz için değil, sizi denemek için yaratıldığını anlamalısınız. Siz bu nimetlerin arasına, hanginizin hayatın gerçek amacını anlayacağını ve gönderiliş amacınız olan Allah'a ibadette hanginizin sabredeceğini denemek amacıyla gönderildiniz. Tüm bu eğlence araçları o gün sona erecek imtihan süreniz bitecek ve yeryüzü bomboş bir hale gelecektir."

6. "Kehf" sözlükte büyük ve geniş mağara anlamına gelir.

7. " " kelimesinin anlamı konusunda değişik görüşler vardır. Bazı sahabeler ve tabiin, Rakim'in bu olayın meydana geldiği yerin ismi olduğu ve bu yerin Ayle (Akabe) ve Filistin arasında olduğu görüşündedirler. Bazı müfessirler de Rakim'in mağarada uyuyanlar anısına yapılan yazıt (kitabe) olduğu görüşündedirler. Mevlana Ebu'l-Kelam Âzâd, Tercüman'ül Kur'an adlı tefsirinde birinci görüşü kabul eder ve Rakim'in Kitab-ı Mukaddes'te Rekem denilen (Yeşu, 18: 27) yer olduğunu söyler. Daha sonra bunun tarihi Petra şehri olduğunu belirtir. Fakat Ebu'l Kelam, Kitab-ı Mukaddes'de anıldığı şekliyle Rakim'in Benjaminoğulları'na ait olduğunun ve Yeşu'ya göre bu kavmin Ürdün nehrinin batısı ile ölü deniz arasında yerleştiğini ve Petra'nın Ürdün'ün güneyinde olduğunu gözönünde bulundurmaktadır. İşte bu nedenle modern arkeologlar Petra ile Rakim'in aynı yer olmadığı görüşündedirler. (Bkz. Encylopaedia Britannica, 1946, cilt XVII, s. 658) Biz de Rakim ile "kitabe"nin kastedildiği görüşündeyiz.

8. Bu soru, kafirlerin "mağarada uyuyanlar" hakkındaki şüpheli tutumlarını ortaya koymak amacıyla sorulmuştur. "Siz gökleri ve yeri yaratan Allah'ın bir kaç kişiyi bir kaç yüzyıl boyunca uyku halinde bırakmaya ve onları uykudan uyandırır gibi diriltmeye gücü yetmez mi sanıyorsunuz? Eğer güneşin, ayın ve dünyanın yaratılışını düşünmüş olsaydınız, böyle bir şeyin Allah için zor olduğunu düşünmezdiniz bile."

9. Bu hikayeyle ilgili en eski kaynak Suriyeli bir Hıristiyan rahip olan Saruc'lu James'e aittir. James "Mağarada uyuyanların" ölümünden bir kaç yıl sonra M.S. 452 de doğmuştur. Bu olayı geniş ayrıntılarıyla açıklayan hitabe, James tarafından M.S. 474'de veya o sıralarda kaleme alınmıştır. Bu Suryani kaynağı ilk müslüman müfessirlerin eline geçmiş ve İbn Cerir et-Taberi tefsirinde birçok raviden bu kaynağı nakletmiştir. Diğer taraftan aynı kaynak Avrupa'ya ulaşmış ve Yunanca, Latince tercümeleri yayınlanmıştır. Gibbon'un The Declihe and the Fall of Roman Empire (Roma İmparatorluğunun Çöküşü) adlı kitabının 33. bölümünde "Yedi Uyuyanlar" başlığı altında söyledikleri, bizim müfessirlerimizin anlattığı hikayeye o denli benzemektedir ki ikisinin de aynı kaynaktan alındığında şüphe yoktur. Mesela, Yedi Hıristiyan genci, işkence yaparak mağaraya sığınmaya zorlayan kralın ismi, Gibbon'a göre, İmparator Decius'tur. Decius Roma İmparatorluğunu M.S. 249-251 yılları arasında yönetmiştir ve onun dönemi Hz. İsa'yı (a.s) takip edenlere yapılan işkencelerle meşhurdur. Müslüman müfessirlerin kitaplarında ise bu imparatorun adı "Decanus" "Decaus" olarak geçmektedir. Bizim müfessirlerimize göre bu olayın geçtiği yerin ismi "Aphesus" veya "Aphesos"tur. Diğer taraftan Gibbon'a göre bu yerin ismi Ephesos (Efes)'tir. Yani Anadolu'nun batı sahilindeki Roma'nın en büyük limanı ve şehridir. Bu şehrin harabelerini bugün de Türkiye'nin İzmir kentinin 20-25 mil ötesinde görmek mümkündür. (Bkz. Harita: 1). "Mağarada uyuyanların" uyandıkları dönemin imparatorunun adı müslüman müfessirlere göre "Tezusius"tur, Gibbon'a göre ise II. Theodosius'tur. Bu İmparator, Roma İmparatorluğu Hıristiyanlığı kabul ettikten sonra M.S. 408-450 yıllarında tahtta bulunuyordu.

İki hikaye arasında o denli benzerlik vardır ki, Mağarada uyuyanların uyandıktan sonra yiyecek almak için şehre gönderdikleri adamın adı müslüman müfessirlere göre "Jamblicha", Gibbon'a göre ise Jamblichus'tur. İki hikayenin ayrıntıları da hemen hemen aynıdır.

İmparator Decius zamanında Hz. İsa'ya uyanların acımasızca işkenceye uğradığı sırada, yedi Hıristiyan genç bir mağaraya sığındılar ve uykuya daldılar. Daha sonra İmparator I. Theodosius'un tahta geçişinin 38. yılında (yaklaşık olarak M.S. 445-446 yıllarında) yani bütün Roma İmparatorluğunun müslüman olduğu bir dönemde uyandılar. O halde mağarada yaklaşık 196 yıl kaldılar.

Bazı oryantalistler, yukarıda anlatılan hikaye ile Kur'an da anlatılan kıssanın aynı olmadığı görüşündedirler. Çünkü onlar Kur'an'da (25. ayet) anlatılan olayın 309 yıl olduğu, oysa bu hikayede olayın 196 yıl olduğu fikrini savunurlar. Bu itiraza 25. açıklama notunda cevap verdik.

Kur'an ile bu Suryani kaynağı arasında birkaç küçük fark vardır. İşte bu nedenle Gibbon, Hz. Muhammed'i (s.a) "cahillikle" suçlamaktadır. Fakat onun kendisine dayanarak bu iftirayı attığı Suryani kaynağı ona göre bile olay bittikten 30-40 yıl sonra bir Suriyeli tarafından ele alınmıştır. Gibbon, bu olayın bir ülkeden diğer bir ülkeye ağızdan ağıza yayılırken nasıl değiştiğini gözönünde bulundurmamaktadır. Bu nedenle bu kaynağı kesin doğru kabul edip aralarında var olan değişiklik nedeniyle Kur'an'ı itham etmek yanlıştır. Böyle bir tutum ancak dini düşünceler hakkında çok önyargılı olan ve mantığın gereklerini bile görmezlikten gelen kafirlerin tutumu olabilir.

"Mağarada Uyuyanlar" olayının geçtiği Ephesus (Efes) şehri, yaklaşık olarak M.Ö. II. yüzyılda kurulmuş ve putperestliğin en büyük merkezi olmuştur. Bu şehrin en büyük putu, Ay tanrıçası Diana idi ve onun bulunduğu tapınak eski dünyanın harikalarından biri olarak kabul ediliyordu. Bu puta tapanların büyük bir bölümünü Anadolulular oluşturmaktaydı.... Roma İmparatorluğu da onu tanrıçalarından biri olarak kabul ediyordu.

Hz. İsa (a.s) dan sonra onun mesajı Roma imparatorluğunun çeşitli bölgelerine ulaşmaya başladığında, Efesli birkaç genç putperestlikten vazgeçtiler ve Allah'ı Rableri olarak kabul ettiler. Tours'lu Gregory, "Meraculorum Liber" adlı kitabında bu Hıristiyan gençler hakkında ayrıntılı bilgiler toplamıştır.

"Onlar yedi gençti. İmparator Decius onların inançlarını değiştirdiklerini öğrenince onlara yeni dinleriyle ilgili sorular sordu. Onlar, İmparatorun İsa'nın dinine tamamen karşı olduğunu bildikleri halde, inandıkları Rabbin yerlerin ve göklerin Rabbi olduğunu ve ondan başka hiç bir ilah tanımadıklarını, aksi takdirde büyük bir günah işlemiş olacaklarını açıkladılar. İmparator buna çok kızdı ve onları öldüreceğini söyledi. Fakat daha sonra onların gençliğini göz önünde bulundurarak, dinlerini değiştirmeleri için üç gün süre verdi. Bu üç gün sonunda inançlarından dönmezlerse öldürüleceklerdi.

Bu yedi genç fırsattan faydalandılar ve şehirden ayrılarak dağda bir mağaraya sığınmak üzere yola çıktılar. Yol üzerinde bir köpek peşlerine takıldı. Onu geri çevirmeye çalıştılar, fakat köpeği peşlerinden ayıramadılar. Sonunda gizlenebilecek bir mağara buldular ve içine gizlendiler. Köpek de mağaranın girişine oturdu. Yorgunluktan derin bir uykuya daldılar. Bu olay M.S. 250 yıllarında meydana geldi. Yaklaşık 197 yıl sonra M.S. 447'de, İmparator II. Theodosius zamanında, tüm Roma İmparatorluğunun Hıristiyan olduğu ve Efeslilerin de putperestlikten vazgeçtiği bir dönemde uyandılar.

Bu dönemde Romalılar arasında, öldükten sonra dirilme ve mahşer günü ile ilgili yoğun bir tartışma gündemdeydi. İmparatorun kendisi de insanların kafasından bu inançsızlığı silmek için bir fırsat gözlüyordu. O denli ki bir gün insanların inançlarını ve düşüncelerini düzeltecek bir ayet, bir mucize sunması için Allah'a yalvarıp dua etti. İşte tam o günlerde "yedi uyuyanlar" mağaralarından uyandılar.

Uyandıktan sonra gençler birbirlerine ne kadar uyuduklarını sormaya başladılar. Bazıları bir gün, bazıları da günün bir bölümü kadar uyuduklarını söylediler. Bir sonuca varamayınca tartışmayı bıraktılar ve gerçek sürenin ne olduğunu Allah'a bıraktılar. Daha sonra arkadaşlarından Jean'ı gümüş paralarla yiyecek almak üzere şehre gönderdiler ve ona tanınmamaya dikkat etmesini zira Efeslilerin onu Diana'nın önünde secde etmeye zorlayacaklarını tenbih ettiler. Fakat Jean şehre indiğinde tüm dünyanın değişmiş olduğunu görerek şaşırdı: "Bütün topluluk Hıristiyanlığa girmiş ve şehirde Diana'ya tapan hiç kimse kalmamıştı. Jean bir dükkana girdi ve birkaç somun ekmek almak istedi. Fakat para olarak verdiği gümüşlerin üstünde İmparator Decius'un resmini gören dükkan sahibi gözlerine inanamadı ve yabancıya bu parayı nereden bulduğunu sordu. Genç adam paranın kendisinin olduğunu söyleyince aralarında bir tartışma başladı. Daha sonra etraflarına büyük bir kalabalık toplandı ve mesele şehrin yöneticisine kadar ulaştı. Yönetici de şaşırmıştı ve parayı aldığı hazinenin nerede olduğunu soruyordu. Fakat genç paranın kendisine ait olduğu konusunda ısrar etti.

Yönetici ona inanmadı, çünkü yaşlılardan hiç birinin tanımadığı yüzyıllar öncesine ait bir paraya gençler sahip olamazdı. jean, imparator Decius'un öldüğünü öğrenince buna hem şaşırdı, hem de sevindi. Kalabalığa önceki gün Decius'un zulmünden kurtulmak için birkaç arkadaşı ile birlikte mağaraya sığındıklarını söyledi. Yönetici çok şaşırmıştı ve arkadaşlarının gizlenmekte oldukları mağarayı görmek isteyerek gencin peşinden gitti. Onların arkasından büyük bir kalabalık da geliyordu. Mağaraya geldiklerinde gençlerin gerçekten de İmparator Decius zamanına ait olduklarını farkettiler. En sonunda İmparator Theodosius'a da haber verildi ve o da mağarayı ziyaret etti. Daha sonra yedi genç mağaraya geri döndüler ve orada son nefeslerini verdiler. Bu apaçık mucizeyi görünce insanların öldükten sonra dirilmeye inançları tekrar güçlendi ve İmpartor mağaranın etrafına büyük bir anıt inşa edilmesi için emir verdi."

Yukarıda anlatıldığı şekliyle mağarada uyuyanların hikayesi Kur'an da anlatılan kıssaya o denli benzemektedir ki, bu yedi gencin Ashab-ı Kehf (Mağarada Uyuyanlar) olduğu kolayca kabul edilebilir. Bununla birlikte bazıları bu hikayenin bir Anadolu şehrinde geçtiği, oysa Kur'an'ın Arabistan dışında gelişen bir olaya değinmediği şeklinde bir itiraz yöneltirler. Bu nedenle, onlara göre, bu Hıristiyan hikayesini Ashab-ı Kehf kıssası olarak kabul etmek Kur'an'ın üslup ve ruhuna aykırıdır. Bize göre bu itiraz yanlıştır. Kur'an, Arapları uyarmak amacıyla Arabistan içinde veya dışında yaşayan Arapların tanıdığı doğru yoldan sapan birçok eski toplulukla ilgili hikayeler anlatır. İşte bu nedenle Kur'an'da Mısır'ın eski tarihine değinilmiştir, oysa Mısır hiç bir zaman Arabistan'ın bir parçası olmamıştır. Sorun şudur: Kur'an'da Mısır tarihine değinilebilirken, neden Arapların Mısır tarihi kadar tanıdık olan Roma ve Roma tarihine değinilmesin? Roma sınırları Kuzey Hicaz'a kadar uzanmıştı ve Arap kervanları hemen hemen bütün yıl boyunca Romalılarla ticaret yapıyordu. Bundan başka doğrudan Roma yönetimi altında olan Arap kabileleri de vardı. Roma İmparatorluğu Araplar için yabancı değildi. Ve bu gerçek, Rûm Suresiyle açığa çıkmıştır. Şöyle bir fikir de akla gelebilir: Mağarada uyuyanlar kıssası, Hz. Muhammed'in (s.a) peygamberliğini sınamak için Yahudi ve Hıristiyanların kışkırtması ve Arapların hiç bilmediği konularda sorular sormalarını tavsiye etmeleri üzerine Mekke'li müşriklerin Peygamber'e (s.a) yönelttikleri soruya bir cevap olarak da anlatılmış olabilir.

10. Yani onlar samimiyetle inandıklarında Allah da onların doğru yola olan imanlarını artırdı ve onlara, bâtıla boyun eğmek yerine hayatları pahasına hak yolunda sabır ve sebat etme gücü verdi.

16 (İçlerinden biri demişti ki:) "Madem ki siz onlardan ve Allah'tan başka taptıklarından kopup-ayrıldınız, o halde, (dağlara çekilip) mağaraya sığının11 da Rabbiniz size rahmetinden (bolca bir miktarını) yaysın ve işinizden size bir yarar kolaylaştırsın."

17 (Onlara baktığında)12 Görürsün ki, güneş doğduğunda onların mağaralarına sağ yandan yönelir, battığında onları sol yandan keser-geçerdi ve onlar da onun (mağaranın) geniş boşluğundalardı.13 Bu, Allah'ın ayetlerindendir. Allah, kime hidayet verirse, işte hidayet bulan odur, kimi de saptırırsa onun için asla doğru-yolu gösterici bir veli bulamazsın.

18 Sen onları uyanık sanırsın, oysa onlar (derin bir uykuda) uyuşmuşlardır. Biz onları sağ yana ve sol yana çeviriyorduk.14 Onların köpekleri de iki kolunu uzatmış-yatmaktaydı. Onları görmüş olsaydın, geri dönüp onlardan kaçardın, onlardan içini korku kaplardı.15

AÇIKLAMA

11. Bu Allah'a ibadet eden gençler, sığınmak için dağlara kaçtığında Efes şehri, Anadolu'da putatapıcılığın ve kahinliğin merkezi idi. orada bütün dünyada bilinen ve uzaktan yakından birçok tapıcısı olan Tanrıça Diana'ya adanmış bir tapınak vardı. Efes'in kahinleri, cinleri, muskacıları ve sihirbazları çok meşhur idi ve onların bu karanlık işleri Suriye'ye, Filistin'e hatta Mısır'a dek uzanmıştı. Büyücülüğü Süleyman Peygamber'e (a.s) isnad eden Yahudilerin de bu işte büyük payı vardı. (Ayrıntılar için bakınız. Cyclopaedia of Biblical Literature, "Ephesus" başlığı) Bu doğru insanların, putperestlik ve bâtıl inançlarla dolu bir çevrede nasıl kötü ve zor bir durumda yaşadıkları 20. ayette geçen konuşmalarından anlaşılabilir: "Onlar sizi ellerine geçirirlerse taşlayarak öldürürler, yahut kendi dinlerine döndürürler."

12. Bu ortak fikir sonucunda, onların şehri terkettikleri ve ölümden ya da dinden döndürülmekten korkarak mağaraya sığındıklarına değinilmemiştir.

13. Bu, mağaranın ağzının kuzeye baktığını göstermektedir. İşte bu nedenle güneş ışığı mağaraya girmiyordu ve mağaranın yanından geçen biri içerde ne olduğunu göremiyordu.

14. Yani, "Eğer bir kimse bu yedi genci dışarıdan seyretseydi ve onların aralıklı olarak bir taraftan bir tarafa döndüklerini görseydi, onların uyumadıklarını bilakis kendi kendilerine dinlendiklerini sanırdı."

15. Allah onları öyle korumuştu ki, hiç kimse mağaranın içine giremedi. Çünkü mağaranın içi zifiri karanlıktı ve köpek mağaranın girişinde gözcülük yapıyordu. Eğer bir kimse mağaranın içine baksa ve onları görseydi, hırsız sanıp hemen dönüp kaçardı. İşte bu nedenle bu kadar uzun bir süre onların sığınakları dış dünyaya gizli kaldı.

19 Böylece, aralarında bir sorgulama yapsınlar diye onları dirilttik (uyandırdık).16 İçlerinden bir sözcü dedi ki: "Ne kadar kaldınız?" Dediler ki: "Bir gün veya günün bir (kaç saatlik) kısmı kadar kaldık." Dediler ki: "Ne kadar kaldığınızı Rabbiniz daha iyi bilir; şimdi birinizi bu paranızla şehre gönderin de, hangi yiyecek temizse baksın, size ondan bir rızık getirsin; ancak oldukça nazik davransın ve sakın sizi kimseye sezdirmesin."

20 "Çünkü onlar üzerinize çıkıp gelirlerse, sizi taşa tutarlar veya dinlerine geri çevirirler; bu durumda ebedi olarak kurtuluş bulamazsınız."

AÇIKLAMA

16. Onlar, uyutuldukları ve dış dünyadan gizlendikleri zaman kullanılan aynı mucizevi yolla uykularından uyandırıldılar.

21 Böylece onları (Şehir halkına) duyurduk17 ki, Allah'ın vaadinin gerçek olduğunu ve kıyametin mutlaka geleceğini, onda asla şüphe olmadığını bilsinler. 18 (Fakat onlar meseleyi böyle ele alacakları yerde) kendi aralarında onların (Mağarada uyuyanlar) durumunu tartışıyorlardı. Bazıları: "Onların üzerine bir bina yapın. Çünkü Rableri onları daha iyi bilendir," dediler. 19 Fakat onların işine galip gelenler ise: 20 "Mutlaka onların üstüne bir mescit yapacağız" dediler. 21

AÇIKLAMA

17. Mağaradakilerin uykularının sırrı, içlerinden biri yiyecek almak üzere Efes'e inip İmparator Decius döneminin parasını verdiğinde açığa çıkmıştır. Dünya değiştiğinden, o doğal olarak ilgiyi çekmişti. Çünkü iki yüz yıl öncesinin kıyafetlerini giymişti ve günün lehçesinden farklı bir aksanla konuşuyordu. Bu iki yüz yıl boyunca dil, kültür, kıyafetler vs. gibi birçok şey değişmişti. Süryani kaynaklara göre böylece dükkan sahibi ona güvensizlikle bakmış ve onun eski bir hazine kazdığından şüphelenmiştir. Hemen sonra dükkan sahibi bazı komşularını çağırdı ve onu yöneticilerinin huzuruna çıkardılar. Yöneltilen sorular üzerine onun, imanlarını korumak için 200 yıl önce şehirden kaçan Hz. İsa'nın takipçilerinden biri olduğu anlaşıldı. Topluluğun büyük bir çoğunluğu Hıristiyanlığı kabul ettiği için haber şehirde hemen yayıldı ve büyük bir kalabalık Hıristiyan Roma yöneticileriyle birlikte mağaraya vardı. İşte o zaman mağaradakiler yaklaşık iki yüz yıl uyuduklarını anladılar. Daha sonra Hıristiyan kardeşlerini selamlayıp yere uzandılar ve ruhları bedenlerinden ayrıldı.

18.Süryani kaynağına göre bu olayın meydana geldiği dönemde Efes'te tekrar diriliş ve ahiretle ilgili ateşli tartışmalar hüküm sürüyordu. Her ne kadar halk Roma İmparatorluğunun etkisiyle Hıristiyanlığı kabul etmişse de, şirk ve Romalıların putperestliğinin izleri ve Yunan felsefesinin etkisi hala güçlü idi. Bu nedenle Hıristiyanlığın ahiret inancına rağmen, birçok kimse ahireti inkar ediyor veya en azından bu konuda şüphe duyuyordu. Bunun yanısıra şehrin büyük bir çoğunluğunu meydana getiren Yahudilerin Saduki mezhebi ahireti inkar ediyor ve buna Tevrat'tan dayanaklar bulmaya çalışıyordu. Buna karşı Hıristiyan alimleri bu inançları reddeden kesin bir görüş de öne süremiyorlardı. O denli ki Matta, Markos, Luka'nın Hz. İsa'ya (a.s) atfettikleri birbirine karşıt tartışma ve polemikler, Hıristiyan alemlerince bile çok zayıf kabul ediliyordu. (Bkz. Matta 22: 23-33, Markos 12: 18-27, Luka 20: 27-40) Bu nedenle ahirete inanmayanlar üstün durumdaydılar, hatta müminler bile bu konuda şüpheye düşüyorlardı. İşte bu sırada mağarada uyuyanlar diriltildiler ve öldükten sonra dirilmenin apaçık bir delili olarak bu tartışmalardaki teraziyi müminler tarafına çevirdiler.

19. Konunun gelişinden bunun Hıristiyanlar arasında doğru kimselerin söylediği bir söz olduğu anlaşılmaktadır. Onlar uyuyanların olduğu gibi kalması için mağaranın girişine bir duvar yapılması gerektiği görüşündeydiler. Çünkü onların derecesini, konumunu hakettikleri mükafatı ancak ve sadece Rableri bilebilirdi.

20. "Onların işine galip gelenler", doğru yoldaki Hıristiyanların istedikleri gibi davranmalarına izin vermeyen Romalı yöneticiler ve Hıristiyan kilisesinin rahipleriydi. Çünkü beşinci yüzyılın ortalarında sıradan insanlar, özellikle Hıristiyanların Ortodox olanları şirke bulanmış, azizlere ve mezarlara tapar olmuşlardı. O denli ki, mağarada uyuyanların dirilmesinden bir kaç yıl önce M.S. 431 de Efes'de bütün Hıristiyan aleminin temsilcilerinden oluşan bir konsül toplanmış ve orada İsa Mesih'in ilahlığına ve Allah'ın annesi olarak Hz. Meryem'in de Hıristiyan kilisesinin iman maddeleri arasına katılmasına karar verilmişti. Eğer M.S. 431 yılını göz önünde bulundurursak, "meseleye galip gelenler"le dini ve siyasi ipleri elinde tutan kilise önderlerinin ve hükümet adamlarının kastedildiğini anlarız. Gerçekte bunlar şirkin temsilcileri ve mağarada uyuyanların yanına bir ibadethane, bir mescit inşa edilmesine karar veren kimselerdi.

21. Ne yazık ki bazı müslümanlar, bu ayetten yola çıkarak Kur'an'ın, doğru kimselerin ve azizlerin mezarlarına anıtlar, türbeler, mescitler, tapınaklar inşa etmeye izin verdiğini sanmaktadırlar. Gerçekte Kur'an, diğerlerine galip gelerek, tekrar dirilişin ve ahiret hayatının birer sembolü olan mağarada uyuyanların etrafına bir mescit, bir tapınak inşa eden zalimlerin sapıklığına değinmektedir. O zalimler bu iyi fırsatı kötüye kullanmışlar ve Şirk'i uygulamak için başka araçlar icad etmişlerdir.

Peygamber (s.a) bunu açıkça yasaklamışken, bir kimsenin bu ayetten salih insanların mezarları üstüne mescid yapmanın helal olduğunu nasıl çıkarabileceğini anlamak imkansızdır.

1) "Allah'ın laneti, mezarları ziyaret eden kadınların, onları mescid edinenlerin ve oralarda mum yakanların üzerine olsun." (Ahmet ibn Hanbel, Tirmizi, Ebu Davud, Nesei, İbn Mace)

2) "İyi bilin ki sizden önce geçen ümmetler peygamberlerinin kabirlerini mescit edinmişlerdir. Sakın siz kabirleri mescid edinmeyin. Ben size bunu nehyediyorum." (Müslim)

3) "Allah'ın laneti peygamberlerinin kabirlerini mescid edinen Yahudi ve Hıristiyanların üzerine olsun." (Ahmet İbn Hanbel, Buhari, Müslim, Nesei)

4) "İnsanlar ne garip davranıyorlar: Aralarından salih bir insan ölse, onun kabri üzerine mescit inşa ediyorlar ve içine de resimler çiziyorlar. Onlar kıyamet gününde Allah indirde yaratıkların en şerlileri olacaklardır." (Ahmed İbn Hanbel, Buhari, Müslim, Nesei)

Yukarıda değindiğimiz Nebevi hadislerden, kabirlerin mescit edinilmesinin haram olduğu anlaşılmaktadır. Kur'an, Hıristiyan rahiplerinin ve Romalı yöneticilerin bu günahkar tutumuna sadece bir tarihi gerçek olarak değinmiş ve bu davranışı hoş karşılamamıştır. Bu nedenle Allah'dan korkan hiç kimse, bu ayetten yola çıkarak kabirler etrafına mescit inşa edilmesi fikrini savunamaz.

Burada, 1834 de Discoveries in Asia Minor (Anadolu'da Araştırmalar) adlı eserini yayınlayan Rev. T. Arundell'in bir sözüne değinmek yerinde olacaktır. Arundell, eski Efes kenti harabeleri yakınında Meryem Ana ve Yedi Uyuyanlar Anıtının kalıntılarını gördüğünü söyler.

22 (Sonra gelen kuşaklar) Diyecekler ki: "Üç'tüler, onların dördüncüsü de köpekleridir." Ve: "Beştiler, onların altıncısı köpekleridir" diyecekler. (Bu,) Bilinmeyene (gayba) taş atmaktır. "Yedidirler, onların sekizincisi de köpekleridir" diyecekler.22 De ki: "Rabbim, onların sayısını daha iyi bilir, onları pek az (insan) dışında da kimse bilemez." Öyleyse onlar konusunda açıkta olan bir tartışmadan başka tartışma ve onlar hakkında bunlardan hiç kimseye bir şey sorma.23

23 Hiç bir şey hakkında: "Ben bunu yarın mutlaka yapacağım" deme.

24 Ancak: "Allah dilerse" (yapacağım, de). Unuttuğun zaman Rabbini zikret ve de ki: "Umulur ki, Rabbim beni bundan daha yakın bir başarıya yöneltip-iletir."24

AÇIKLAMA

22. Bu, bahsedilen olaydan üçyüz yıl sonra, Kur'an'ın indirildiği dönemde Hıristiyanlar arasında Mağarada Uyuyanlarla ilgili değişik hikayelerin yayıldığını, fakat bunlardan hiç birinin güvenilir bir kaynağa dayanmadığını göstermektedir. Çünkü o dönem güvenilir kitapların basıldığı dönem değildi. Bu nedenlerle olaylarla ilgili hikayeler ağızdan ağıza, bölgeden bölgeye yayılıyor ve zaman geçtikçe uydurma olaylar gerçek hikayeye karışıyordu.

23. Bu hikayede asıl vurgulanan nokta uyuyanların sayısı değil, olayın öğrettiği derstir: 1) Gerçek bir mümin hiç bir şekilde haktan dönmemeli ve bâtıl önünde boyun eğmemelidir. 2) Bir mümin sadece maddi araçlara değil, bilakis Allah'a güvenmelidir. Dış şartlar ne kadar kötü görünse de, o Allah'a güvenip dayanmalı ve doğru yoldan gitmelidir. 3) Allah'ın söz konusu bir "tabiat kanunu" ile sınırlı olduğunu düşünmek tamamen yanlıştır. Çünkü O, genel tecrübelere aykırı bile görünse, dilediği herşeyi yapmaya kadirdir. O dilediği her yer ve zamanda herhangi bir tabiat kuralını değiştirmeye ve alışılmamış bir "olağanüstü" şeyi meydana getirmeye kadirdir. O denli ki, Allah iki yüzyıldan beri uyuyan bir kimseyi sanki birkaç saatlik uykudan uyandırır gibi, hem de bu zaman sürecinde görünüşünde, giyinişinde, sağlığında hiç bir değişiklik meydana getirmeksizin uyandırmaya kadirdir. 4) Bu kıssa bize Peygamberlerin ve ilâhî kitapların söylediği gibi Allah'ın geçmiş-gelecek bütün insanları tekrar diriltmeye kadir olduğunu göstermektedir. 5) Yine bu kıssa bize, cahil insanların Allah tarafından doğru yolu göstermek amacıyla gönderilen ayetleri (mucizeleri) esas amacından saptırdıklarını göstermektedir. İşte bu nedenle ahiret inancının bir ispatı olarak gösterilen Mağarada Uyuyanlar mucizesi sanki bu amaçla gönderilmiş birer aziz imiş gibi şirke bir araç haline getirilmiştir.

Mağarada Uyuyanlar kıssasından öğrenilecek, yukarıda değindiğimiz derslerden anlaşılacağı üzere, akıllı bir insan dikkatini bunlarda yoğunlaştırmalı ve onların sayısı, isimleri, köpeklerinin rengi ve benzeri şeyleri araştırmaya çalışarak amaçtan sapmamalıdır. Sadece gerçekle değil, yüzeysel şeylerle ilgilenen kimseler zamanlarını böyle araştırma yaparak harcarlar. İşte bu nedenle Allah Peygamberine şöyle emretmektedir: "Başka insanlar seni meşgul etmeye çalışsalar bile, sen böyle gereksiz ve saçma araştırmalara girmemelisin. Zamanını böyle gereksiz şeylere harcamak yerine dikkatini davet görevinin üzerinde yoğunlaştırmalısın." İnsanları bu tür gereksiz ve anlamsız araştırmalara teşvik etmemek için Allah da onların gerçek sayısını bildirmemiştir.

24. Bu, bir önceki ayetle olan ilgisi nedeniyle buraya konulmuş bir parantez içi konudur. Bir önceki ayette Mağarada Uyuyanların sayısını yalnız Allah'ın bilebileceği ve bu tür konularda yapılan araştırmaların anlamsız olduğu belirtilmşiti. Bu nedenle insan önemsiz şeyleri araştırmaktan ve bunlarla ilgili tartışmalara girmekten kaçınmalıdır. Bu parantez içi cümlede Peygamber (s.a) ve müminlere kendi yararlarına şöyle bir emir verilmesine neden olmuştur: Hiç bir zaman "bu işi yarın yapacağım" demeyin, çünkü onu yapıp yapamayacağınızı bilemezsiniz. Siz ne gaybı bilebilirsiniz, ne de her şeyi yapmaya gücünüz yeter. Eğer unutarak ve yanılarak böyle bir şey söylemişseniz hemen Allah'ı anın ve "inşaallah" deyin. Bunun yanısıra siz "yapacağım" dediğiniz işte sizin için bir hayır olup olmadığını da bilmiyorsunuz. Belkide ondan daha hayırlı bir iş yapabilirsiniz. Bu nedenle Allah'a güvenmeli ve "Umulur ki Rabbim beni bu meselede doğru yola daha yakın bir şeyle bana hidayet verir" demelisiniz.

25 Onlar mağaralarında üç yüz yıl kaldılar ve dokuz (yıl) daha kattılar,25

26 Dedi ki: "Ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir. Göklerin ve yerin gaybı O'nundur. O, ne güzel görmekte ve ne güzel işitmektedir. O'nun dışında onların bir velisi yoktur. Kendi hükmünde hiç kimseyi ortak kılmaz."

27 Sana26 Rabbinin Kitabından vahyedileni oku. O'nun sözlerini değiştirici yoktur ve O'nun dışında kesin olarak bir sığınacak (makam) bulamazsın.27

28 Sen de sabah akşam O'nun rızasını isteyerek Rablerine dua edenlerle birlikte sabret. Dünya hayatının (aldatıcı) süsünü isteyerek gözlerini onlardan kaydırma.28 Kalbini bizi zikretmekten gaflete düşürdüğümüz, kendi 'istek ve tutkularına (hevasına)' uyan ve işinde aşırılığa gidene29 itaat etme.30

29 Ve de ki: "Hak Rabbinizdendir; artık dileyen iman etsin, dileyen küfre sapsın.31 Şüphesiz biz zalimlere bir ateş hazırlamışız, onun duvarları kendilerini çepeçevre kuşatmıştır.32 Eğer onlar yardım isterlerse, katı bir sıvı33 gibi yüzleri kavurup-yakan bir su ile yardım edilirler. Ne kötü bir içkidir o ve ne kötü bir destektir.

AÇIKLAMA

25. Bu cümle, parantez içi bölümden hemen önceki konu ile ilgilidir. "Bazıları 'onlar beş kişidir altıncıları köpektir' derler...." Bazıları 'onlar mağarada üçyüz yıl kaldı derler', bazıları da (bu hesaplanan süreye) dokuz yıl ilave ederler." Biz 300 ve 309 yıllık sürelerin Allah'ın kendi sözü olarak değil, başkalarının bu konuyla ilgili kendi görüşleri olarak Kur'an'da belirtildiği görüşündeyiz. Bu görüş bir sonraki cümleye dayanmaktadır: "Onların ne kadar kaldıklarını Allah daha iyi bilir." Eğer 25. ayetteki sözler Allah'ın kendi sözü olsaydı, bu cümle anlamsız olurdu. Hz. Abdullah ibn Abbas (r.a) da bunun Allah'ın sözü değil, hikayenin bir parçası olarak burada yer aldığını söylemiştir.

26. Kur'an mağarada uyuyanlar kıssasını anlattıktan sonra, surenin nazil olduğu dönemde Mekke'li müslümanların durumunu yorumlamaya başlar.

27. Bu, asla Peygamber'i (s.a) Mekke'li müşrikleri memnun etmek için Kur'an'da bazı değişiklikler yapmaya niyetlendiği (Allah korusun) ve onun böyle şeye yetkisi olmadığını belirten bir uyarı almasına neden olacak şekilde Kureyş liderleri ile bir uzlaşma yapmayı düşündüğü anlamına gelmez. Bu uyarı, görünüşte Peygamber'e (s.a) hitap ediyor olmasına rağmen gerçekte kafirlere böyle bir uzlaşma ümidi beslememelerini söylemektedir: "Gönderdiğimiz Rasûlün Kur'an'da herhangi bir değişiklik yapmakla yetkili olmadığını kesinlikle anlamalısınız, çünkü o ancak kendisine vahyolunanı aktarmakla sorumludur. Eğer onu kabul etmek istiyorsanız, Alemlerin Rabbinden vahyolunduğu şekliyle tümünü kabul etmek zorundasınız.

Eğer inkar etmek istiyorsanız, edebilirsiniz, fakat sizi memnun etmek için onda en ufak bir değişiklik yapılmayacağını anlamalısınız." Bu, kafirlerin sürekli tekrarladıkları şu soruya verilen cevaptır: "Ey Muhammed! Eğer senin davetinin tümüne inanmamız gerektiği konusunda ısrar ediyorsan, onda atalarımızın adet ve inançlarını destekler nitelikte bazı değişiklikler yap ki senin davetini kabul edelim. Bu bir uzlaşma teklifidir ve ancak bu halkımızı bölünmelerden kurtaracaktır." Kafirlerin bu isteğine Kur'an'ın çeşitli yerlerinde değinilmiş ve bu isteğe aynı cevap verilmiştir: "Apaçık ayetlerimiz onlara okunduğunda, bize kavuşmayı ummayanlar derler ki: "Başka bir Kur'an getir veya onda bazı değişiklikler yap' ...." (Yunus: 15)

28. Bu sözler Peygamber'e (s.a) hitap eder görünmektedir, fakat aslında Kureyş ulularını kastetmektedir. İbn Abbas'tan rivayet edilen bir hadise göre Kureyşli büyükler, Peygamber'e (s.a), çoğunlukla onun yanında bulunan Bilal, Süheyb, Ammar, Habbab, İbn Mesud ve benzeri kimselerle oturmalarının şereflerini düşürdüğünü ve onları yanından gönderirse davetini öğrenmek için Peygamber'in meclisine katılabileceklerini söylerlerdi. Bunun üzerine Allah (c.c) şu ayeti indirdi.: "Nefsini sabah akşam rızasını isteyerek Rablerine yalvaranlarla beraber tut. Gözlerin onlardan başka yana sapmasın." (Kureyş büyüklerinin, zenginlerinin gelip senin yanına oturabilmesi için bu samimi, fakat fakir insanlardan yüz çevirmek mi istiyorsun?) Bu ayet Kureyşlilere şöyle demektedir: "Sizin zenginliğiniz, ihtişamınız ve gururlandığınız debdebenizin Allah ve Rasûlü katında hiç bir değeri yoktur. Bilakis bu fakir insanlar onların gözünde daha değerlidir. Çünkü onlar samimidirler ve her an Allah'ı anarlar." Nuh'un (a.s) gönderildiği kavmin büyüklerinin tutumu da aynı idi." Hz. Nuh'u kavmi böyle tenkit etmiştir: "Sana bizim basit görüşlü ayaktakımlarımızdan başkasının uyduğunu görmüyoruz." Hz. Nuh'ta onlara şöyle cevap vermişti: "Ben iman edenleri yanımdan kovacak değilim. Sizlerin gözlerinizin hor gördüğü kimseler için 'Allah onlara bir hayır vermeyecek' de demem. Allah onların içlerinde olanı daha iyi bilir" İzah için bkz. Hud: 27-31, En'am: 52, Hicr: 88.

29. Yani, "onun söylediklerine aldırma, ona itaat etme, onun isteklerini yerine getirme ve onun emirlerine uyma."

30. Arapça metin "Haktan dönen, bütün sınırları aşan ve burnunun doğrultusunda giden" anlamına da gelebilir. Her iki durumda da sonuç şudur: "Allah'tan gafil olan ve arzularının kölesi olan bir kimse kaçınılmaz bir şekilde bütün sınırları aşacak ve aşırılığın kurbanı olacaktır. Bu nedenle ona itaat eden kimse de aynı yolu izleyecek ve onun arkasından sapıklığa devam edecektir.

31. Bu ayet, Mağarada Uyuyanlar kıssasının kafirlere şu dersi vermek için anlatıldığını açığa çıkarmaktadır. Bu Rabbinizden gelen gerçektir: Dileyen kabul eder, dileyen reddeder. Fakat insanlar, Mağarada Uyuyanların inançlarından hiç bir taviz vermedikleri gibi Hak'dan da hiç bir taviz verilmeyeceğini anlamalıdırlar. Onlar inandık ve "Bizim Rabbimiz, yerlerin ve göklerin Rabbidir" diye ilan ettikten sonra Tevhid ilkesinden hiç bir taviz vermemişlerdir. Bu açıklamadan sonra onlar kavimleriyle hiç bir uzlaşma girişiminde bulunmamışlar, aksine şöyle demişlerdir: "Biz O'nu bırakıp da başka ilahları kabul etmeyiz. Çünkü böyle yaparsak biz saçma bir şey söylemiş oluruz." Bundan sonra kavimlerinden ve onların ilahlarından ayrılıp yanlarına hiç bir azık almaksızın mağaraya sığınmışlardır. Bundan sonra uyandıklarında tedirgin oldukları tek nokta, kavimlerinin kendilerini inançlarından dönmeye zorlamaları idi. Bunlara değindikten sonra Kur'an Peygamber'e (s.a) şöyle hitap eder. (Aslında bu sözler İslam düşmanlarını hedef almaktadır): "Müşriklerle ve kafirlerle bir uzlaşma yapmak söz konusu değildir. Kabul etsinler, etmesinler, sen onlara Hakkı tebliğ et. Eğer kabul etmezlerse kendileri kötü bir sonla karşılaşacaklardır. Hakkı kabul edenlere gelince, onlar (ister genç, ister fakir ve zayıf kimseler, ister köle, isterse işçi olsunlar) Allah katında gerçek değere sahip olan kimselerdir ve sadece onlara ikram olunacaktır. Bu nedenle sen onlardan yüz çevirip, dünya nimetlerinin çoğuna sahip olsalar bile Allah'dan gafil ve arzularının kölesi olan zenginleri tercih etmemelisin."

32. " " kelimesi sözlükte bir çadırın kenarları anlamına gelir. Fakat burada cehennem hakkında kullanıldığında duman ve sıcaklığın ulaştığı cehennemin dış sınırları anlamına gelmektedir. Bazı müfessirlere göre bu, gelecek zamana delalet etmektedir. "... Onun dumanı onları çepeçevre kuşatacaktır." Yani ahirette cehennemin dumanı onları kuşatacaktır. Fakat biz onun dumanının, hakdan sapan zalimlerin bu dünyada iken kuşattığı ve onların bu dumandan kurtulamayacakları görüşündeyiz.

33. " " kelimesinin bir çok sözlük anlamı vardır. Bazılarına göre bu "kalın yağ tortusu"; bazılarına göre yeryüzündeki şeylerin buharlaşması sonucu oluşan "lav"; bazılarına göre de "eritilmiş maden" bazılarına göre ise "irin ve kan" anlamına gelir.

30 Şüphesiz iman edip salih amellerde bulunanlar ise; biz gerçekten en güzel davranışta bulunanın ecrini kayba uğratmayız.

31 Onlar; altından ırmaklar akan Adn cennetleri onlarındır, orda altın bileziklerle34 süslenirler, hafif ipekten ve ağır işlenmiş atlastan yeşil elbiseler giyerler ve tahtlar üzerinde kurulup-dayanırlar.35 (Bu,) Ne güzel sevap ve ne güzel destek.

32 Onlara iki adamın örneğini ver;36 onlardan birine iki üzüm bağı verdik ve ikisini hurmalıklarla donattık, ikisinin arasında da ekinler bitirmiştik.

33 İki bağ da yemişlerini vermiş, ondan (verim bakımından) hiç bir şeyi noksan bırakmamış ve aralarında da bir ırmak fışkırtmıştık.

34 (İkisinden) Birinin başka ürün (veren yer)leri de vardı. Böylelikle onunla konuşurken arkadaşına dedi ki: "Ben, mal bakımından senden daha zenginim, insan sayısı bakımından da daha güçlüyüm."

35 Daha sonra Cennet'ine 37 girdi ve kendisine zulmederek: "Bunun hiç yok olacağını sanmam." dedi.

36 "Kıyamet-saati'nin kopacağını da sanmıyorum. Buna rağmen Rabbime döndürülecek olursam, şüphesiz bundan daha hayırlı bir sonuç bulacağım."38

AÇIKLAMA

34. Cennetlikler, eskilerin kralları gibi altın bileziklerle süsleneceklerdir. Bu, kafirler ve günahkar krallar ahirette azap görürken, müminlerin dünya kralları gibi yaşayacaklarını göstermektedir.

35. "Erâik" kelimesi, gölgeliklerle kaplı bir tür taht anlamına gelen erîke'nin çoğuludur. Bu da müminlerin ahirette dünya kralları gibi tahtlarda oturacaklarını göstermektedir.

36. Bu misalin önemini anlamak için 28. ayet gözönünde bulundurulmalıdır. 28. ayette Mekkeli cahil liderlere onları memnun etmek için Hz. Peygamber'in (s.a) fakir ashabından yüz çevirilmeyeceği söylenmektedir. Bkz. Kalem: 17-33, Meryem: 73-74, Müminun: 55-61, Fussilet: 49-50

37. O adam bahçelerini "Cennet" olarak kabul ediyordu. Bu nedenle o, kendilerine servet ve güç verildiğinde bu dünyada iken cenneti yaşadıklarını ve başka bir cennete ihtiyaçları olmadığını sanan anlayışsız insanlar gibi davranıyordu.

38. Yani, "Ben, öldükten sonra bir hayatın olacağına inanmıyorum. Eğer var olsa bile, bu dünyadakinden daha fazlasına sahip olacağım. Çünkü zenginlik ve servetim, Allah katında gözde olduğumun açık bir delilidir."

37 Kendisiyle konuşmakta olan arkadaşı ona dedi ki: "Seni topraktan, sonra bir damla sudan yaratan, sonra da seni düzgün (eli ayağı tutan, gücü kuvveti yerinde) bir adam kılan (Allah)ı inkâr mı ettin?"39

38 "Fakat, O Allah benim Rabbimdir ve ben Rabbime hiç kimseyi ortak koşmam."

39 "Bağına girdiğin zaman, 'Maşallah, Allah'tan başka kuvvet yoktur'40 demen gerekmez miydi? Eğer beni mal ve çocuk bakımından senden daha az (güçte) görüyorsan."

40 "Belki Rabbim senin bağından daha hayırlısını bana verir, (seninkinin) üstüne de gökten 'yakıp-yıkan bir afet' gönderir de kaygan bir toprak kesiliverir."

41 "Veya onun suyu dibe göçü verir de böylelikle onu arayıp-bulmaya kesinlikle güç yetiremezsin."

42 (Derken) Onun ürünleri (afetlerle) kuşatılıverdi. Artık o, uğrunda harcadıklarına karşı avuşlarını (esefle) evirip-çeviriyordu. O (bağın) çardakları yıkılmış durumdaydı, kendisi de şöyle diyordu: "Keşke Rabbime hiç kimseyi ortak koşmasaydım."

43 Allah'ın dışında ona yardım edecek bir topluluk yoktu, kendi kendine de yardım edemedi.

44 İşte burda (bu durumda) velayet (yardımcılık, dostluk) hak olan Allah'a aittir. O, sevap bakımından hayırlı, sonuç bakımından hayırlıdır.

45 Onlara, dünya hayatının örneğini ver; gökten indirdiğimiz suya benzer, onunla yeryüzünün bitkileri birbirine karıştı, böylece rüzgârların savurduğu çalı çırpı oluverdi. Allah, her şeyin üzerinde güç yetirendir.41

AÇIKLAMA

39. Bu, Allah'ı "inkar" etmenin sadece Allah'ın varlığını kabul etmemekle sınırlı olmadığını, fakat gurur, kibir, kendini beğenmişlik ve ahireti inkarın da küfr olduğunu göstermektedir. Bu kişi Allah'ın varlığını inkar etmemesine, belki de "Şayet Rabbime döndürülürsem" ifadesi ile onun varlığına şehadet etmesine rağmen komşusu onu Allah'ı inkar etmekle suçlamaktadır. Çünkü zenginlik ve servetini Allah'ın bir lütfu olarak değil de kendi güç ve becerilerinin bir meyvesi olarak kabul eden, bu nimetlerin sonsuz olduğuna ve kimsenin bunları kendisinden alamayacağına inanan ve kendisini hiç kimseye karşı hesap vermekle sorumlu hissetmeyen bir kimse Allah'a inandığını söylese bile "Allah'ı inkar" etmektedir. Çünkü böyle bir kimse Allah'ı tek hakim, mabud ve malik değil de sadece bir varlık olarak kabul etmektedir. Gerçekte, Allah'a iman, sadece O'nun varlığını kabul etmeyi değil, aynı zamanda O'nu tek hakim, tek mabud ve tek hüküm koyucu olarak kabul etmeyi de gerektirir.

40. Yani, "Eğer biz bir şey yapmaya güç yetirebiliyorsak, bu, Allah'ın yardımı ve desteği iledir."

41. "Allah her şeye kadirdir": Hayat veren ve öldüren O'dur. Yükseltmek alçaltmak O'nun elindedir. Mevsimler O'nun emriyle değişir. Bu nedenle ey iman edenler; eğer bu gün bolluk içinde yaşıyorsanız, bu durumun sonsuza kadar süreceğini sanıp aldanmayın. Bir emriyle size tüm bunları lutfeden Allah, başka bir emriyle sahip olduklarınızın hepsini yok etmeye kadirdir.

46 Mal ve çocuklar, dünya hayatının çekici-süsüdür; sürekli olan 'salih davranışlar' ise, Rabbinin katında sevap bakımından daha hayırlıdır, umut etmek bakımından da daha hayırlıdır.

47 Dağları yürüteceğimiz gün,42 yeri çırılçıplak (dümdüz olmuş) görürsün;43 onları bir arada toplamışız da, içlerinden hiç birini dışarda bırakmamışızdır.44

48 Onlar senin Rabbine sıra sıra sunulmuşlardır. Andolsun, sizi ilk defa yarattığımız gibi bize gelmiş oldunuz. 45 Hayır, siz, Bizim size bir kavuşma-zamanı tesbit etmediğimizi sanmıştınız değil mi?

49 (Önlerine) Kitap konulmuştur; artık suçlu-günahkârların, onda olanlardan dolayı dehşetle-korkuya kapıdıklarını görürsün. Derler ki: "Eyvahlar bize, bu kitaba ne oluyor ki, küçük büyük bırakmayıp her şeyi sayıp-döküyor?" Yapıp-ettiklerini (önlerinde) hazır bulmuşlardır. Rabbin hiç kimseye zulmetmez.46

50 Hani meleklere: "Adem'e secde edin" demiştik; İblis'in dışında (diğerleri) secde etmişlerdi.47 O cinlerdendi, böylelikle Rabbinin emrinden dışarı çıkmıştı.48 Bu durumda Beni bırakıp onu ve onun soyunu veliler mi edineceksiniz? Oysa onlar sizin düşmanlarınızdır. (Bu,) Zalimler için ne kadar kötü bir (tercih) değiştirmedir.

51 Göklerin ve yerin yaratılışında da, kendi nefislerinin yaratılışında da Ben onları şahid tutmadım.49 Ben, saptırıcıları yardımcı-güç de edinmedim.

AÇIKLAMA

42. Yer çekimi ortadan kalktığında o gün, dağlar, bulutlar gibi oraya buraya hareket edeceklerdir. Kur'an aynı olayı Neml Suresi 88'de şöyle anlatır: "Dağları görürsün de onları sabit (donmuş) sanırsın, oysa o gün onlar bulutların sürüklenmesi gibi sürüklenirler."

43. "Yeri çırılçıplak görürsün." Yeryüzünde ne bir bitki, ne de bir bina kalacaktır ve o çırılçıplak bir alan haline gelecektir. Bu surenin 8. ayetinde de aynı olaya değinilmiştir.

44. Yani, "İlk insan Adem'den kıyamet gününün son anında doğan çocuğa dek bütün insanları mahşerde toplayacağız. Hatta doğduktan sonra bir kez nefes alan bir çocuk bile o gün mahşerde toplananlar arasında olacaktır."

45. Bu söz o gün, ahireti inkar edenlere hitaben söylenecektir: "Şimdi, peygamberlerin öğrettiği bilginin doğru olduğunu görüyorsunuz, onlar size Allah'ın sizi annelerinizin rahminde ilk yarattığı gibi tekrar dirilteceğini söylemişlerdi fakat siz bunu inkar etmiştiniz. İkinci kez hayata döndürülüp döndürülmediğinizi şimdi söyleyin bakalım."

46. "Rabbin hiç kimseye (zerre kadar) zulmetmez": Ne başkasının işlediği bir günah bir kimsenin hesap defterine yazılır, ne bir kimse işlediği günahın cezasından fazlasına çarptırılır, ne de suçsuz bir insan cezalandırılır.

47. Adem ve İblis kıssasına, sapık insanları yaptıkları hata konusunda uyarmak amacıyla değinilmiştir. İnsanların kendilerinin iyiliğini isteyen peygamberleri bir tarafa bırakıp da, Adem'e secde etmeyi reddettiğinden beri insanların ezeli düşmanı olan İblis'in tuzaklarına kapılmaları büyük bir hatadır.

48. İblis'in Allah'a isyan etmesi muhtemeldi. Çünkü o meleklerden değil cinlerden biriydi. Kur'an'da meleklerin kesinlikle ve yaratılıştan itaatkâr olduklarının açıkça ifade edildiğine dikkat edilmelidir.

1) "Onlar büyüklük taslamazlar, kendilerine hakim olan Rablerinden korkarlar ve ne emrolunurlarsa onu yaparlar." (Nahl: 50)

2) ".... Onlar Allah kendilerine neyi emretmişse ona isyan etmezler ve ne emrolunurlarsa onu yaparlar." (Tahrim: 6)

Meleklerin tersine cinler, insanlar gibidirler. İtaat etme seçeneklerine sahiptirler. Yani onlara da inanma veya inanmama, itaat etme veya isyan etme özgürlük ve yetkisi verilmiştir. Bu, İblisin cinlerden biri olduğu ve bu nedenle de onun isyan yolunu seçtiği söylenerek de açığa çıkmaktadır. (Bkz. Hicr: 27, Cin: 13-15) Bu ayet, İblisin bir melek olduğu, hatta sıradan bir melek değil, meleklerin başkanı olduğu konusunda çoğu insanda var olan yanlış anlamayı tamamen ortadan kaldırmaktadır. Kur'an'da geçen "Biz meleklere" "Adem'e secde edin" dediğimizde hepsi secde etti, fakat İblis secde edenlerden olmadı" ifadesi nedeniyle ortaya çıkan zorluk ve karışıklığa gelince, meleklere verilen emrin, meleklerin yönetimi altında bulunan tüm yeryüzü yaratıkları için geçerli olduğuna, onların da insana boyun eğmek zorunda olduklarına dikkat edilmelidir. Buna uygun bir şekilde bütün yaratıklar meleklerle birlikte secde ettiler, fakat İblis onlarla birlikte secde etmekten kaçındı. Bkz. Müminun: 73

49. Burada kafirlere şeytanların itaat ve ibadete layık olmadıkları, çünkü onların yerlerin ve göklerin yaratılışında hiç bir katkıları olmadığı, hatta onların kendilerinin bile yaratıldıkları, bu nedenle sadece Allah'ın ibadete layık olduğu anlatılmak istenmektedir.

52 "Benim ortaklarım sandığınız şeyleri çağırın" (diye küfre sapanlara) diyeceği gün;50 işte onları çağırmışlardır, ama onlar, kendilerine cevap vermemişlerdir. Biz onların aralarında bir uçurum koyduk.51

53 Suçlu-günahkârlar ateşi görmüşlerdir, artık içine kendilerinin gireceklerini de anlamışlardır; ancak ondan bir kaçış-yolu bulamamışlardır.

54 Andolsun, bu Kur'an'da insanlar için Biz her örnekten çeşitli açıklamalarda bulunduk. İnsan, her şeyden çok tartışmacıdır.

AÇIKLAMA

50. Bu konu Kur'an'ın birçok yerinde ele alınmıştır. Bu, Allah'ın hidayetini ve emirlerini bir tarafa atıp, Allah'tan başkasının emir ve yol göstermesine uymanın dil ile Allah'ın ortağı bulunduğu söylenmese bile böyle bir davranışın şirk olduğu vurgulanmaktadır. Hatta bir kimse başkalarını lanetliyor onları kabul etmiyor, fakat aynı zamanda ilâhî emirler yerine onların emirlerine uyuyorsa o zaman böyle bir kimse de şirk koşuyor demektir. Meselâ, bu dünyada herkesin şeytanları lanetlediğini, fakat yine de onlara uyduklarını görüyoruz. Kur'an'a göre, şeytanları lanetlemelerine rağmen insanlar onlara uyarsa, bu insanlar şeytanları Allah'a şirk (ortak) koşmuş olurlar. Belki bu söz ile yapılan bir şirk değildir. Fakat davranışlarda ortaya çıkan şirktir ve Kur'an bunu şirk olarak kabul ediyor. Bkz. Nisa an: 91 ve 145, En'am an: 87 ve 107, Tevbe an: 31, İbrahim an: 32, Meryem an: 27, Müminun an: 41, Furkan an: 56, Kasas an: 86, Sebe an: 59-63, Yasin an: 58, Şura an: 38, Casiye an: 30.

51. Müfessirler genellikle buna iki anlam vermişlerdir. Birincisi, bizim mealimizde benimsediğimiz anlamdır. İkinicisi ise şöyledir: "Biz onların arasına bir düşmanlık koyarız." Yani: "Onların dünyadaki dostlukları ahirette korkunç bir düşmanlığa dönüşür."

55 Kendilerine hidayet geldiği zaman insanları inanmaktan ve Rablerinden bağışlanma dilemelerinden alıkoyan şey, ancak evvelkilerin sünnetinin kendilerine de gelmesi ya da azabın onları karşılarcasına kendilerine gelmesi(ni beklemeleri)dir.52

56 Biz peygamberleri, müjde vericiler ve uyarıp-korkutucular olmak dışında (başka bir amaçla) göndermemekteyiz.53 Küfre-sapanlar ise, hakkı batıl ile geçersiz kılmak için mücadele etmektedirler. Onlar benim ayetlerimi ve uyarılıp-korkutuldukları (azabı) alay-konusu edindiler.

AÇIKLAMA

52. Burada insanlar, Kur'an'ın hakkı açıklamak için hiçbir fırsat ve aracı ihmal etmediği konusunda uyarılmaktadırlar: Kur'an, insanın kalbini ve zihnini uyandırmak ve onların dikkatini çekmek için her tür aracı, çeşitli misalleri, tartışma araçlarını, örnekleri kullanmış ve en güzel uslubu seçip-kullanmıştır; kısacası insanları hakkı kabule ikna etmek için denemediği yol bırakmamıştır. Bütün bunlara rağmen onlar hâlâ hakkı kabul etmiyorlarsa, her halde kendilerinden önceki kavimlerin başına gelen ve onların hatalarını anlamalarını sağlayan azabı bekliyorlar.

53. Bu ayet iki anlama gelir: 1) Biz peygamberleri hüküm günü gelmeden önce insanları, itaatin güzel sonuçları ve isyanın kötü sonuçlarıyla uyarsınlar diye göndeririz. Fakat anlayışsız insanlar bu uyarılardan yararlanmazlar ve peygamberin kendilerini kurtarmaya çalıştıkları kötü sonu görmekte israr ederler. 2) Eğer azabı görmekte ısrar ederlerse bunu peygamberlerden istememelidirler, çünkü Peygamber azab getirmek için değil, insanları azaba uğratmaktan kurtarmak için gönderilmiştir.

HARİTA-VII

Musa ve Hızır'ın hikayesine ilişkin harita. (onlara selam olsun)

57 Kendisine Rabbinin ayetleri öğütle-hatırlatıldığı zaman, onlara sırt çeviren ve ellerinin önden gönderdikleri (amelleri)ni unutandan daha zalim kimdir? Biz gerçekten, onların kalpleri üzerine onu kavrayıp anlamalarını engelleyen bir perde (gerdik) kulaklarına da bir ağırlık koyduk. Sen onları hidayete çağırsan bile, onlar sonsuza kadar asla hidayet bulamazlar.54

58 Senin Rabbin rahmet sahibi (ve) bağışlayıcıdır. Eğer, kazanmakta olduklarından dolayı onları (azabla) yakalayıverseydi, şüphesiz onlara azabı (bir an önce) çabuklaştırırdı. Hayır, onlar için bir buluşma-zamanı vardır, onun dışında asla başka bir sığınak bulamayacaklardır.55

59 İşte ülkeler (ve onların halkları), zulme saptıkları zaman onları yıkıma uğrattık;56 ve yıkımları için de bir buluşma-zamanı tesbit ettik.

60 Hani Musa genç-yardımcısına demişti: "İki denizin birleştiği yere ulaşıncaya kadar gideceğim ya da uzun zamanlar geçireceğim."57

AÇIKLAMA

54. Bir kimse peygamberin tebliğine karşı tartışma, itiraz, çekişme ve mücadele yolunu seçer ve hakkı bâtıl silahlar ve oyunlarla yenmeye çalışırsa, Allah o kimsenin kalbi üzerine perde çeker ve kulaklarına hakkı duymalarını engelleyecek örtüler koyar. Doğal olarak bu tutum onda inatçılık ve katı kalpliliğe neden olur, böylece o hidayet çağrısını duymaz ve kötü akibetini görmeden hatasını anlayamaz bir hale gelir. Çünkü böyle insanlar uyarı ve tebliğe aldırmazlar ve cehennem azabına uğramakta ısrar ederler; zamanla artık burunlarının doğrultusunda sadece azaba gitmekte olduklarına kani olurlar.

55. Burada insanlar; kendilerine verilen süre ile aldanmaları ve ne yaparlarsa yapsınlar hesaba çekilmeyeceklerini sanmaları konusunda uyarılmaktadırlar. İnsanlar Allah'ın esirgeyen ve bağışlayan olduğu için kendilerine süre verdiğini ve bu nedenle zalimleri hemen cezalandırmadığını unutmaktadırlar. Allah'ın mühlet (süre) vermesinin nedeni O'nun rahmetidir; O'nun rahmeti zalimlere gidişatlarını düzeltmeleri için süre verilmesini gerektirir.

56. Helâk edilen memleketler, Kureyşlilerin ticaret yolculuklarında rastladıkları ve diğer Araplar tarafından da çok iyi bilinen Sebe, Semûd, Medyen şehirleri ve Lût kavmi idi.

57. Gerçi bu hikaye kafirlerin sorusuna bir cevap olarak anlatılmıştır, ama aslında hem kafirlere hem de müminlere önemli bir gerçeği vurgulamak için de kullanılmıştır: Olayların sadece görünen yönlerinden sonuç çıkaran kimseler bu çıkarımlarından çok ciddi bir hata yapmaktadırlar. Çünkü onlar sadece görüneni görmekte ve onların altında yatan ilâhî hikmeti kavrayamamaktadırlar. Onlar günlük hayatta zalimlerin zenginliğini ve masum insanların zayıflığını, isyankarların refah içinde, itaatkârların ise zorluklar içinde olduklarını, günahkârların zevk içinde, dindarların ise acı içinde olduklarını gördüklerinde şaşkınlığa düşmekte ve onların ardında yatan hikmeti anlayamadıkları için yanlış anlamanın kurbanı olmaktadırlar. Kafirler ve zalimler bundan bu dünyanın hiç bir ahlâki kurala bağlı olarak işlemediği, bu dünyanın hiç bir hakimi olmadığı ve eğer varsa bile bu hakimin adaletsiz ve akılsız olduğu sonucunu çıkarmaktadırlar; o halde insan dilediği her şeyi yapabilir. Çünkü hesap verilecek kimse yoktur. Diğer taraftan müminler bunları gördüklerinde o denli sıkılıp cesaretleri kırılmaktadır ki, imanları zor bir imtihana tabi tutulmaktadır. Bu mucizenin ardında yatan hikmeti açığa çıkarmak için Allah gerçeğin üzerinden perdeyi aralamış, böylece Musa gece gündüz meydana gelen olayların ardındaki hikmeti gerçeği görenlerden ne denli değişik olduğunu görebilmiştir.

Şimdi şöyle bir soruyu ele alalım: Bu olay nerede ve ne zaman meydana geldi? Kur'an bu konuda hiç bir şey söylemez. Bu konuda Avfi'nin rivayet ettiği İbn Abbas'dan nakledilen bir söz vardır: "Bu olay, Firavun'un helâk edilişinden ve Musa (a.s) kavmini Mısır'a yerleştirdikten sonra meydana gelmiştir." Fakat bu, İbn Abbas'dan rivayet edilen ve Buhari gibi diğer güvenilir hadis kitaplarında zikredilen başka hadislerle desteklenmemiştir. Musa (a.s)'ın kavmini Firavun'un helâkından sonra Mısır'a yerleştirdiğini ispatlayan başka bir kaynak da yoktur. Bunun tam aksine Kur'an Musa'nın Mısır'dan çıkışından sonra tüm zamanını çölde (Sina ve Tih) geçirdiğini söyler. Bu nedenle Avfi'nin hadisi kabul edilemez. Fakat eğer olayın ayrıntılarını göz önünde bulundurursak iki şey açığa çıkmaktadır: 1) Bunlar, Musa'ya (a.s) peygamberliğin ilk yıllarında gösterilmiş olmalıdır, çünkü bu tür şeyler, peygamberliğin ilk döneminde eğitim ve öğretim için gereklidir. 2) Bu hikaye Mekke'li müminleri rahatlatmak ve teskin etmek için anlatıldığından dolayı, bu mucizelerin Musa'ya (a.s) İsrailoğulları'nın, bu surenin indirildiği dönemde Mekke'li müşriklerin müminlere yaptığı işkencelerin aynısı ile karşılaştığı bir dönemde gösterildiği sonucuna da varılabilir. Bu iki noktaya dayanarak (Gerçeği yalnız Allah bilir) bu olayın Firavun'un İsrailoğulları'na yaptırdığı işkencenin en şiddetli olduğu dönemde meydana geldiğini söyleyebiliriz. Aynen Kureyş liderleri gibi Firavun ve çevresindekiler de azabın gecikmesini, kendi üzerlerinde kendilerini hesaba verecek hiç bir güç olmadığının ispatı sanarak aldanmışlardı. Ve işkence çeken Mekkeli müslümanlar gibi Mısır'lı müslümanlar da şöyle feryat ediyorlardı: "Rabbimiz! Bu zalimlerin hakimiyeti ve bizim zavallılığımız daha ne kadar sürecek?" O denli ki Hz. Musa şöyle dua etti: "Rabbimiz! Şüphesiz sen Firavun'a ve önde gelen çevresine dünya hayatında bir ihtişam ve mallar verdin. Rabbimiz, senin yolundan saptırmaları için mi?" (Yunus: 88).

Eğer bizim tahminimiz doğru ise, o zaman bu olayın Musa'nın (a.s) Sudan'a yolculuğu sırasında meydana geldiği ve iki denizin birleştiği yer ile Mavi Nil ile Beyaz Nil'in birleştiği bu günkü Hartum şehrinin kastedildiği sonucuna varabiliriz.

Kitab-ı Mukaddes bu konuyla ilgili hiçbir şey söylemez, fakat Talmud bu olaya değinir, ama olayın kahramanı Musa (a.s) değil, Levi'nin oğlu Rabbi Jochanane'dır. Yine Talmud'a göre diğer kişi canlı olarak semaya yükseltilen ve orada dünyanın yönetimi için meleklerle birleştirilen Elijah'dır. (The Talmud Selections H.Polano, S. 313-16)

Çıkıştan önce meydana gelen olaylar gibi bu olayın da doğru olarak aktarılmış olması, fakat yüzyıllar geçtikçe bunda değişiklik ve tahrifler yapılmış olması mümkündür. Fakat ne yazık ki bazı müslümanlar da Talmud'dan etkilenmiş ve Musa kıssasının Musa ile ilgili değil aynı anda başka bir şahısla ilgili olduğuna inanmışlardır. Bu müminler Talmud'un isnadının zayıf olduğunu unutmaktadırlar; hem Kur'an'ın "Musa" adında belirsiz bir kimsenin başından geçen bir olaya değindiğini kabul etmemize de hiç bir sebep yoktur. Dahası Ubey ibn Ka'b'dan rivayet edilen bir hadisden Hz. Peygamber'in (s.a) bu olayı açıklığa kavuşturduğunu ve Musa ile Hz. Musa'nın (a.s) kastedildiğini öğrenmekteyiz. Bir müslümanın Talmud'un bir görüşünü kabul etmesine bir sebep de göremiyoruz.

Oryantalistler, genelde olduğu gibi, tarihin "kaynaklarına" bir "araştırma" yapmışlar ve şunlara işaret etmişlerdir: "Kur'an'da anlatılan hikaye şu üç kaynağa dayandırılabilir: 1) Gılgamış Destanı 2) Süryani iskendernâme 3) Elijah ile Levi'nin oğlu Rabbi Joshua ile ilgili Yahudi efsanesi (İslâm Ansiklopedisi (yeni baskı) ve Shorter Encyclopaedia of İslâm- Hızır başlığı.) Bu kötü niyetli "bilginler" her şeyden önce "bilimsel araştırmaları"nı Kur'an'ın Allah tarafından vahyolunan bir kitap olmadığını ispatlamak için kullanırlar. Böylece onlar, Hz. Muhammed'in (s.a) vahiy olarak iddia ettiği şeylerin böyle "kaynaklar"dan elde edildiğini ispat etmiş olacaklardır. Bu konuda bu utanmaz insanlar öyle akıllıca ve hileli bir şekilde "deliller" ve "iktibaslar" kullanmaktadırlar ki, insan onların "araştırmaları"nın doğruluğuna inanmaya başlamaktadır. Eğer bunların yaptıkları şey "araştırma" ise o zaman insanın böyle bir "araştırma ve bilgi"yi lanetlemeye hakkı vardır.

Biz onlardan "araştırma"larını daha da açıklamaları için aşağıdaki soruları cevaplamalarını istiyoruz.

1) Kur'an'ın belirli bir iddiasını birkaç eski kitaba dayandırdığı konusunda hangi deliliniz var? Böyle bir iddiayı, Kur'an'da anlatılan bazı olayların bu kitaplardakine benzemesine dayandırdığı için "araştırma" olarak kabul edemeyiz.

2) Kur'an'ın indirildiği dönemde Mekke'de Peygamber'in (s.a) Kur'an için materyal topladığı bir kütüphane olduğu konusunda bir bilgiye mi sahipsiniz? Bu soru yerinde bir sorudur, çünkü Kur'an'daki kıssa ve fikirlerin kaynağı olarak kabul ettiğiniz çeşitli dillerdeki birçok kitap toplandığında, yeteri kadar büyük bir kütüphane meydana gelir. Hz. Muhammed'in (s.a) bu kitapları çeşitli dillerden Arapça'ya tercüme eden mütercimler tuttuğu konusunda, elinizde bir delil mi var? Eğer böyle değilse ve sizin iddianız sadece Peygamber'in (s.a) Arabistan dışına yaptığı birkaç yolculuğa dayanıyorsa, şöyle bir soru sorulabilir: Peygamber'in (s.a) Peygamberliğinden önce böyle kaç kitap kopya edebilmiş veya kaç kitap ezberleyebilmiştir? Nasıl oluyor da Peygamberliğin gelişinden bir gün önce bile onun konuşmalarında, (daha sonra Kur'an'da nazil olan) bu topladığı bilgilerin etkisi görülmemiştir?

3) Nasıl olmuş da Peygamber'in (s.a) çağdaşı Mekke'li Yahudi ve Hıristiyan kafirler, sizin gibi böyle bir delil peşinde oldukları halde Peygamber'e (s.a) böyle bir suçlamayla karşı çıkmamışlardır? O dönem müşriklerinin böyle bir fırsatı değerlendirmek için yeterli nedenleri vardı, çünkü onlara Kur'an'ın vahyolunmuş bir kitap olduğu ve ilâhî bilgiden başka kaynağı olmadığı iddiasının tersini ispatlayacak bir delil bulmaları ve eğer Kur'an'ın insan sözü olduğu doğru ise onun bir benzerini meydana getirmeleri teklifi yapılmıştı. Bu teklif o dönem İslâm düşmanlarının iddialarını boşa çıkarmış ve Kur'an'ın dayandığı başka bir kaynak olduğunu ispatlayacak en ufak mantıki bir fikir bile öne sürmemişlerdir. Bu gerçeklerin ışığında şöyle bir soru yöneltilebilir: "Peygamber'in (s.a) çağdaşları bu araştırmalarında nasıl başarısız oldular da bin yıllık bir zaman geçtikten sonra bugün İslâm düşmanları bu girişimlerinde başarı kazandılar?"

4) En son ve en önemli soru ise şudur: Bu İslâm düşmanlarının Kur'an'ın Allah'tan gelen bir vahiy olma ihtimalini bir tarafa bırakıp bütün çabalarnı onun vahiy olmadığını ispatlama girişimlerinde yoğunlaştırmalarının nedeninin sadece bağnazlık ve garaz olduğunu göstermiyor mu? Kur'an'da anlatılan kıssaların daha önce yazılmış kitaplardakilere benzemesi gerçeği aynı şekilde Kur'an'ın vahyedilmiş olduğu ve geçen zaman boyunca onlarda meydana gelen tahrifleri düzeltmek için bu kıssalara değinildiği şeklindeki görüşün ışığında da ele alınabilir. Onların araştırmaları, neden Kur'an'daki hikayelerin gerçek kaynağının bu kitaplar olduğunu ispatlamak üzerinde yoğunlaşıyor da, diğer ihtimali, Kur'an'ın vahyedilmiş bir kitap olduğu gerçeğini hiç dikkate almıyor?

Bu soruları düşünen her tarafsız kişi, oryantalistlerin "bilgi" adına sundukları "araştırmanın" dikkate alınmaya değer olmadığı sonucuna varacaktır.

61 Böylece ikisi, iki (deniz)in birleştiği yere ulaşınca balıklarını unutuverdiler; (balık da) denizde bir akıntıya doğru (veya bir menfez bulup) kendi yolunu tuttu.

62 (Varmaları gereken yere gelip) Geçtiklerinde (Musa) genç-yardımcısına dedi ki: "Yemeğimizi getir bize, andolsun, bu yaptığımız-yolculuktan gerçekten yorulduk."

63 (Genç-yardımcısı) Dedi ki: "Gördün mü, kayaya sığındığımızda, ben balığı unutmuş oldum. Onu hatırlamamı Şeytan'dan başkası bana unutturmadı; o da şaşılacak tarzda denizde kendi yolunu tuttu."

64 (Musa) Dedi ki: "Bizim de aradığımız buydu."58 Böylelikle ikisi izleri üzerinde geriye doğru gittiler.

AÇIKLAMA

58. Yani, "bizim varacağımız yerin alameti, işareti işte bu idi," Bu, Hz. Musa'nın bu yolculuğu Allah'ın emri ile O'nun kulu ile buluşmak üzere yaptığını göstermektedir. Ona balığın yok olduğu yerde o kul ile buluşacağı söylenmişti.

65 Derken, katımızdan kendisine bir rahmet verdiğimiz ve tarafımızdan kendisine bir ilim öğrettiğimiz kullarımızdan bir kulu buldular.59

66 Musa ona dedi ki: "Doğru yol (rüşd) olarak sana öğretilenden bana öğretmen için sana tabi olabilir miyim?"

67 Dedi ki: "Gerçekten sen, benimle birlikte olma sabrını göstermeye güç yetiremezsin."

68 (Böyleyken) "Özünü kavramaya kuşatıcı olamadığın şeye nasıl sabredebilirsin?"

69 (Musa:) "İnşaallah, beni sabreden (biri olarak) bulacaksın. Hiç bir işte sana karşı gelmeyeceğim" dedi.

70 Dedi ki: "Eğer bana uyacak olursan, hiç bir şey hakkında bana soru sorma, ben sana öğütle-anlatıp söz edinceye kadar."

71 Böylece ikisi yola koyuldu. Nitekim bir gemiye binince, o bunu (gemiyi) deliverdi. (Musa) Dedi ki: "İçindekilerini batırmak için mi onu deldin? Andolsun, sen şaşırtıcı bir iş yaptın."

72 Dedi ki: "Gerçekten benimle birlikte olma sabrını göstermeye kesinlikle güç yetiremeyeceğini ben sana söylemedim mi?"

73 (Musa:) "Beni, unuttuğumdan dolayı sorgulama ve bu işimden dolayı bana zorluk çıkarma" dedi.

74 Böylece ikisi (yine) yola koyuldular. Nitekim bir çocukla karşılaştılar, o hemen tutup onu öldürüverdi. (Musa) Dedi ki: "Bir cana karşılık olmaksızın, tertemiz bir canı mı öldürdün? Andolsun, sen kötü bir iş yaptın."

75 Dedi ki: "Gerçekten benimle birlikte olma sabrını göstermeye kesinlikle güç yetiremeyeceğini ben sana söylemedim mi?"

76 (Musa:) "Bundan sonra sana bir şey soracak olursam, artık benimle arkadaşlık etme. Benden yana bir özre ulaşmış olursun" dedi.

77 (Yine) Böylece ikisi yola koyuldu. Nihayet bir kasabaya gelip onlardan yemek istediler, fakat (kasaba halkı) onları konuklamaktan kaçındı. Onda (kasabada) yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar buldular, hemen onu inşa etti. (Musa) Dedi ki: "Eğer isteseydin gerçekten buna karşılık bir ücret alabilirdin."

AÇIKLAMA

59. Bütün güvenilir hadis kitaplarında bu kulun ismi "Hızır" olarak bildirilmiştir. Bazılarının İsrailliyatın etkisiyle söylediği gibi onun isminin Elijah (İlyas) olduğunu düşünmemize hiç bir neden yoktur. Bu İsrailliyattan etkilenen kimselerin iddiaları sadece Peygamber'in (s.a) sözüne aykırı olduğu için değildir. Aynı zamanda İlyas Peygamber'in (a.s) Hz. Musa'dan (a.s) yüzlerce yıl sonra doğduğu gerçeğini gözönünde bulundurmadıkları için de yanlıştır.

Kur'an Hz. Musa'nın (a.s) yanındaki gencin kim olduğunu bildirmez; fakat bazı hadislere göre bu genç, Hz. Musa'dan sonra İsrailoğulları'nın başına geçen Nun'un oğlu Yeşu'a dır.

78 Dedi ki: "İşte bu, benimle senin aranda ayrılma (zamanı)mız. Sana, üzerinde sabır göstermeye güç yetiremeyeceğin bir yorumu haber vereceğim."

79 "Gemi, denizde çalışan yoksullarındı, onu kusurlu yapmak istedim, (çünkü) ilerilerinde, her gemiyi zorbalıkla ele geçiren bir kral vardı."

80 Çocuğa gelince, onun anne ve babası mü'min kimselerdi. Bundan dolayı, onun kendilerine azgınlık ve küfür zorunu kullanmasından endişe edip-korktuk."

81 Böylece, onlara Rablerinin ondan temiz olmak bakımından daha hayırlısı, merhamet bakımından da daha yakın olanını vermesini diledik."

82 "Duvar ise, şehirde iki öksüz çocuğundu, altında onlara ait bir define vardı; babaları salih biriydi. Rabbin diledi ki, onlar erginlik çağına erişsinler ve kendi definelerini çıkarsınlar; (bu,) Rabbinden bir rahmettir. Bunları ben, kendi işim (özel görüşüm) olarak yapmadım. İşte, senin onlara karşı sabır göstermeye güç yetiremediğin şeylerin yorumu."60

83 Sana (Ey Muhammed,) Zu'l Karneyn61 hakkında sorarlar. De ki: "Size, ondan da, 'öğüt ve hatırlatma olarak' (bazı bilgiler) vereceğim.62

AÇIKLAMA

60. Bu kıssa ile ilgili olarak cevaplandırılması gereken çok zor bir soru ortaya çıkar: Hızır tarafından yapılan işlerin iki tanesi insanın yaratılışından beri var olan kanunlara apaçık aykırıdır. Hiçbir kanun bir kimseye başka bir kimsenin malını tahrip etme ve suçsuz bir insanı öldürme izni ve yetkisi vermez. O denli ki bir kimse ilham yoluyla bazı korsanların belli bir gemiyi basacaklarını ve belli bir çocuğun isyankar ve kafir olacağını bilse o zaman bile Allah tarafından gönderilen hiçbir kanun insana ilhamı nedeniyle gemide bir delik açma ve masum bir çocuğu öldürme izni vermez. Buna cevap olarak birisi Hızır'ın bu iki işi Allah'ın emri ile yaptığını söyleyecek olsa, bu bizim sorunumuzu çözmez. Çünkü soru: "Hızır bu işleri kimin emri ile yaptı?" değil, "Bu emirlerin özelliği ne idi" sorusudur. Bu önemlidir, çünkü Hızır bunları "ilahi emir" doğrultusunda yapmıştır. Hızır'ın kendisi de bu işleri kendi yetkisi ile yapmadığını, bilakis Allah'ın rahmetiyle hareket ettiğini söylemektedir. Allah da bunu şu sözlerle tasdik etmektedir: "Biz ona katımızdan bir ilim öğrettik." Bu nedenle bu işlerin Allah'ın emri ile yapıldığından hiç şüphe yoktur. Fakat emrin niteliği ve özelliği ile ilgili soru hâlâ ortada durmaktadır. Çünkü bu emirler, hiçbir ilahi kanun tarafından izin verilmediği için meşru değildir. Ve Kur'an da suçlu olduğuna bir delil olmaksızın bir kimsenin başka birisini öldürmesine izin vermez. Bu nedenle bu emirlerin de bir kimsenin zengin, diğerinin fakir ve bir kimsenin hasta, diğerinin de hasta iken iyileşmesine neden olan Allah'ın emirleri ile aynı grupta olduğunu kabul etmek zorundayız. Eğer Hızır'a verilen emirler bu tür emirler idiyse, Hızır'ın insanlar için konulan ilahi kanunlarla sınırlı olmayan bir melek (veya Allah'ın yaratıklarından başka biri) olduğu sonucuna varılabilir.

Çünkü şer'î yönü olmayan bu tür emirler ancak meleklere verilebilir. Bunun nedeni haram ve helâl sorununun onlar için söz konusu olmamasıdır; onlar hiçbir kişisel güce sahip olmaksızın Allah'ın emirlerine itaat ederler. Onların aksine bir insan, işlediği amel ilahi kanuna aykırı ise, bunu ilham sonucu veya içgüdülerle istemeyerek işlemiş de olsa günah işlemiş olur. Çünkü insan, insan olması münasebetiyle ilahi kanuna uymak zorundadır. Ve ilahi kanunda, bir kimsenin ilham yoluyla bir emir aldığı veya kendisine gizlice yasak bir işin hikmeti bildirildiği için yaptığı işin helâl sayılabileceği bir boşluk yoktur.

Yukarıda değindiğimiz ilke fıkıh alimleri ve sufi liderler tarafından tartışmasız kabul edilmiştir. Allame Alûsî bu konuda Abdü'l Vehhab Şi'rânî, Muhiddin ibn A'rabi, Müceddid Elfi Sani, Şeyh Abdülkadir Geylani, Cüneyd Bağdadi, Sırrı Sekati, Ebu'l Huseyn en-Nuri, Ebu Said el-Harrâz, Ahmed üd-Dineveri ve İmam Gazzali'nin birçok sözünü ayrıntısıyla nakletmiştir. Onlara göre, bir sufi için bile kendine gelen bir ilhama uyarak kanunun ilkelerine ters düşen birşey yapmak doğru değildir. (Ruhu'l Meani cild: XVI, s 16-18). İşte bu nedenle biz Hızır'ın bir melek veya insanı sınırlayan kanunlardan azade başka bir yaratık olması gerektiği sonucuna vardık. Çünkü o, yukarıda anılan formülün tek istisnası olamaz, bu yüzden kaçınılmaz olarak onun, insanlar için önceden belirlenen ilahi kanuna göre değil, Allah'ın dileği doğrultusunda hareket eden Allah'ın kullarından biri olduğu sonucuna varıyoruz.

Eğer Kur'an Hz. Musa'nın (a.s) eğitilmek üzere gönderildiği "kul"un bir insan olduğunu söylemiş olsaydı, o zaman Hızır'ın insan olduğunu kabul edecektik. Fakat Kur'an açıkça onun bir insan olduğunu söylemez, aksine "kullarımızdan biri" olduğunu söyler, bu da onun insan olduğunu göstermez. Kur'an'da bu kelime (kul) çeşitli yerlerde melekler için kullanılmıştır. Bkz. Enbiya: 26, Zuhruf: 19. Bunun yanısıra Hz. Hızır'ın insan olduğuna işaret eden hiçbir hadis yoktur. Hz. Peygamber'den (s.a) Said ibn Cübeyr, İbn Abbas ve İbn Ka'b kanalıyla rivayet edilen sahih bir hadisde "Racul" kelimesi, genelde insanlar için kullanılmasına rağmen, Hızır (a.s) için kullanılmıştır ve sadece insanlar için kullanılmayacağı açığa çıkmıştır. Kur'an'da bu kelimeyi Cin Suresi altıncı ayette cinler için kullanmıştır. Şu da bir gerçektir ki bir melek, bir cin veya görünmeyen bir varlık insanların yanına geldiğinde, insan şeklinde görünür. Ve bu şekil içinde aynen Meryem'e gelen insan kılığındaki melek gibi beşer adını alır. (Meryem 17) O halde yukarıda zikredilen hadiste Peygamber (s.a) tarafından Hızır için kullanılan "Racul" kelimesi, onun mutlaka insan olduğu anlamına gelmez.

Bu nedenle yukarıdaki tartışmanın ışığında, Hızır'ın, bir melek olduğu veya insanlar için belirlenen sınırlarla bağımlı olmayan başka bir yaratık olduğu sonucuna varabiliriz. İbn Kesir'in tefsirinde Maverdi'den rivayet edildiğine göre, bazı eski müfessirler ve Kur'an alimleri de bu görüştedirler.

61. Ayetin başındaki (ve) bağlacı, bu kıssayı Hızır kıssasına bağlamaktadır. O halde bu, daha önce anlatılan "Mağarada Uyuyanlar" ve "Musa ile Hızır" kıssalarının da Mekke'li müşriklerin Ehl-i Kitab'a danıştıktan sonra Hz. Muhammed'in (s.a) Peygamberliğini sınamak için sordukları sorulara bir cevap olarak anlatıldıklarını ispatlamaktadır.

62. Zül'l-Karneyn'in kim olduğunu belirlemek, ilk dönemlerden beri tartışmalı bir konu olagelmiştir. Müfessirlerin çoğu onun Büyük İskender olduğu görüşündedirler, fakat Kur'an'da anlatıldığı şekliyle Zü'l-Karneyn'in özellikleri ona uymamaktadır. Şimdi ise müfessirler onun eski İran İmparatoru Kisra Haris (Hüsrev veya Sayrıs) olduğuna inanma eğilimindedirler. Biz de onun büyük bir ihtimalle Kisra olduğu görüşünü kabul ediyoruz, fakat bu güne kadar gün ışığına çıkan tarihi gerçekler böyle bir iddiayı desteklemekten uzaktır.

Şimdi de Zü'l-Karneyn'in Kur'an'da anlatıldığı şekliyle özelliklerine bir göz atalım: 1) Zü'l-Karneyn (iki boynuzlu) adı Yahudiler tarafından çok iyi biliniyor olmalı, çünkü onların teklifi üzerine Mekke'li müşrikler bu soruyu Peygamber'e (s.a) yönelttiler. Bu nedenle "İki Boynuzlu" diye bilinen şahsın kim olduğunu veya "İki Boynuzlu" diye bilinen krallığın hangi krallık olduğunu öğrenmek için Yahudi edebiyatından yararlanmalıyız. 2) Zü'l-Karneyn fetihleri doğudan batıya, daha sonra da üçüncü bir yöne ya kuzeye ya da güneye yayılmış büyük bir kral ve büyük bir fatih olmalı. Kur'an'ın indirilmesinden önce böyle büyük fatih olan bir kaç kral vardı. Bu nedenle araştırmamız Zü'l-Karneyn'in diğer özelliklerini bu krallardan birinde bulmak yönünde olmalıdır. 3) Bu isim ancak krallığını Ye'cuc ve Me'cuc'un saldırısından korumak için iki dağın arasına sağlam bir duvar yapan bir krala verilmiştir. Bunu açığa çıkarabilmek için Ye'cuc ve Me'cuc'un kim olduklarını öğrenmeliyiz. Aynı zamanda böyle bir duvarın ne zaman inşa edildiğini ve hangi ülkenin sınırları içinde olduğunu da tespit etmeliyiz. 4) Yukarıdaki özelliklerin yanısıra Zü'l-Karneyn Allah'a ibadet eden bir kral ve adil bir yönetici olmalı. Çünkü Kur'an herşeyden önce bu özellikleri vurgulamaktadır.

Bu özelliklerin ilki Kisra'ya uymaktadır, çünkü Kitab-ı Mukaddes'e göre Daniel Peygamber, rüyasında Medva ve Fas krallıklarını Yunanlıların yükselişinden önce iki boynuzlu bir koç şeklinde görmüştür. (Daniel 8: 3, 20). Yahudiler "İki Boynuzlu" şahsa çok saygı duyarlar çünkü onun saldırısıyla Babil Krallığı çökmüş ve İsrailoğulları özgürlüklerine kavuşmuştur. (Bkz. İsra an: 8)

İkinci özellik de tamamen olmasa da kısmen Kisra'ya uymaktadır. Onun fetihleri batıda Anadolu ve Suriye'ye, doğuda Belh'e kadar uzanmıştır, fakat onun kuzeye ve güneye bir sefer düzenlediğini gösteren hiçbir delil yoktur. Oysa Kur'an onun bu üçüncü seferinden açıkça bahseder. Bununla birlikte üçüncü sefer tamamen konu dışı değildir, çünkü tarih Kisra'nın krallığının kuzeyde Kafkasya'ya kadar genişlediğini söyler. Ye'cuc ve Me'cuc'e gelince, onların eski zamanlardan beri yerleşik imparatorluk ve devletlere saldırılar düzenleyen ve çeşitli adlarla bilinen- Tatarlar, Moğollar, Hunlar ve İskitler- Orta Asya kabileleri olduğu söylenir. Kafkasya'nın güney bölgelerinde sağlam siper ve duvarların yapıldığı da bilinmektedir. Fakat bunların Kisra tarafından yaptırıldığı tarihi olarak tespit edilmiş değildir.

Son özelliğe gelince, Kisra eski krallar arasında bu özelliğe sahip olabilecek tek insandır. Çünkü düşmanları bile onun adaletini övmekten, kendilerini alamazlardı. Kitab-ı Mukaddes'in kitaplarından biri olan Ezra onun İsrailoğullarını Allah'a ibadet ettiği için serbest bırakan ve ortağı olmayan Allah'a ibadet edilmesi için Süleyman tapınağının tekrar inşa edilmesini emreden Allah'tan korkan ve Allah'a ibadet eden bir kral olduğunu söyler.

Yukarıda belirtilen noktaların ışığında, Kur'an'ın nazil oluşundan önce yaşayan krallar içinde sadece Kisra'nın Zü'l-Karneyn'in özelliklerine uyduğunu söyleyebiliriz. Fakat Kisra'nın Zü'l-Karneyn olduğunu kesin bir şekilde iddia edebilmemiz için daha fazla delile ihtiyacımız var. Yine de Kur'an'da anlatılan özelliklere Kisra'dan daha fazla uyan hiçbir kral ve fatih yoktur.

Tarihi olarak Kisra'nın M.Ö. 549'da tahta geçen bir Pers Kralı olduğunu söylememiz yeter. Tahta geçtikten birkaç yıl sonra Medyen ve Lidya krallıklarını ele geçirdi ve M.Ö. 539'da Babil'i fethetti. Bundan sonra ona karşı çıkacak hiçbir güçlü krallık kalmamıştı. Kisra'nın fetihleri bir tarafta Sind ve Türkistan'a, bir tarafta Mısır ve Libya'ya, diğer tarafta Trakya ve Makedonya'ya ve kuzeyde Kafkasya ve Harzem'e kadar uzanmıştı. Yani bütün medeni ülkeler onun yönetimi altındaydı.

HARİTA - VIII -

Zü'l-Karneyn'in hikayesine ilişkin harita

84 Gerçekten, biz ona yeryüzünde sapasağlam bir iktidar verdik ve ona her şeyden bir yol (sebep) verdik.

85 O da, bir yol tutmuş oldu.

86 Sonunda güneşin battığı yere kadar63 ulaştı ve onu kara çamurlu bir gözede batmakta buldu,64 yanında da bir kavim gördü. Dedik ki: "Ey Zu'l-Karneyn, (istiyorsan onları) ya azaba uğratırsın veya içlerinde güzelliği (geçerli ilke) edinirsin."65

87 Dedi ki: "Kim zulme saparsa biz onu azablandıracağız, sonra da Rabbine döndürülür, O da onu görülmemiş bir azabla azablandırıverir."

88 Kim de iman eder ve salih amellerde bulunursa, onun için güzel bir karşılık vardır. Ona buyruğumuzdan da kolay olanını söyleyeceğiz."

89 Sonra (yine) bir yol tutmuş oldu.

90 Sonunda güneşin doğduğu yere kadar ulaştı ve onu (güneşi), kendileri için ona karşı bir siper kılmadığımız bir kavim üzerine doğmakta iken buldu.66

91 İşte böyle, onun yanında "özü kapsayan bilgi olduğunu" (veya yanında olup-biten her şeyi) Biz (ilmimizle) büsbütün kuşatmıştık.

92-93 Sonra (yine) bir yol tuttu. Nihayet iki dağ 67 arasına ulaştığı zaman orada hiç söz anlamayan bir kavim buldu. 68

AÇIKLAMA

63. "Güneşin battığı sınır", güneşin battığı "yer" anlamına gelmez. İbn Kesir'e göre bu Zü'l-Karneyn'in arka arkaya ülkeler fethederek batıya yürüdüğü en sonunda karanın bitip okyanusun başladığı yere ulaştığı anlamına gelir.

64. "Güneşi kara bir balçıkta (denizin kara sularında) batar buldu." Eğer Zü'l-Karneyn Kisra idiyse burası Anadolu'nun batı sınırıdır ve "kara balçık (kara su) ise Ege Denizidir. Bu tefsir Kur'an'ın "Bahr" (deniz) yerine "Ayn" (su kaynağı, pınar) kullanması ile desteklenmektedir.

65. "Dedik ki" ifadesi, Allah'ın direkt olarak bu sözleri vahyettiği ve Zü'l-Karneyn'in bir Peygamber veya Allah'dan ilham alan bir kimse olduğu anlamına gelmez. Bu Zü'l-Karneyn'in bir ülkeyi fatih olarak ele geçirdiği ve ele geçirilen ülkelerin halklarının tamamen onun merhametine kaldığı bir dönemle ilgilidir. İşte o zaman Allah onun vicdanına şöyle bir soru yöneltmiştir: "İşte şimdi senin sınanma zamanın. Bu insanlar tamamen senin merhametine kalmış, ister onlara adaletsizce davranırsın, ister iyi ve cömertce davranırsın."'

66. Yani Zü'l-Karneyn doğuya doğru arka arkaya ülkeler fethederek ilerlerken medeni hayatın sona erdiği ve daha ötede ne çadır ne de bina gibi hiç bir barınakları olmayan barbar insanların yaşadığı bir ülkeye ulaştı!

67. "İki dağ" Hazar Denizi ile Kara Deniz arasında uzanan dağ sıralarının bir bölümü olmalıdır. (Ayet 96.) Bu dağların ötesinde Ye'cuc ve Me'cuc bölgesi vardı.

68. Yani, "Onlarla iletişim kurmak çok zordu. Onların dili Zü'l-Karneyn ve arkadaşlarına yabancı idi. Onlar da barbar oldukları için ne Zü'l-Karneyn'in dilini anlayabiliyorlar ne de başka bir yabancı dil biliyorlardı."

94 Dediler ki: "Ey Zu'l-Karneyn, gerçekten Ye'cuc ve Me'cuc,69 yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaktalar, bizimle onlar arasında bir sed inşa etmen için sana vergi verelim mi?"

95 Dedi ki: "Rabbimin beni kendisinde sağlam bir iktidarla yerleşik kıldığı (güç, nimet ve imkân), daha hayırlıdır. Madem öyle, siz bana (insani) güçle yardım edin de, sizinle onlar arasında sapasağlam bir engel kılayım."70

96 "Bana demir kütleleri getirin," iki dağın arası eşit düzeye gelince, "Körükleyin" dedi. Onu ateş haline getirinceye kadar (bu işi yaptı, sonra:) dedi ki: "Bana getirin, üzerine eritilmiş bakır dökeyim."

97 Böylelikle, ne onu aşabildiler, ne de onu delmeye güç yetirebildiler.

98 Dedi ki: "Bu benim Rabbimden bir rahmettir. Rabbimin va'di geldiği zaman, O, bunu dümdüz71 eder; Rabbimin va'di haktır."72

AÇIKLAMA

69. Daha önce açıklama notu 62'de de değindiğimiz gibi, Ye'cuc ve Me'cuc eskiden beri Asya ve Avrupa'daki yerleşik imparatorluklara saldırılar düzenleyen kuzey doğu Asya'nın vahşi kabileleriydi. Tekvin'e göre (10. bölüm) bunlar Nuh'un oğlu Yafes'in soyundan gelmektedirler, müslüman tarihçiler de bu görüşü kabul etmişlerdir. Hezekiel'e göre (38. ve 39. bölümler) onlar Meşek (Moskova) ve Tubal (Tubalsek)'i ele geçirmişlerdi. İsrailli tarihçi Josephus'a göre, Ye'cuc ve Me'cuc, İskitlerdi ve ülkeleri Kara Deniz'in kuzey ve doğusuna dek yayılmıştı. Jerome'ye göre Me'cuc ülkesi Hazar Denizi'nin yakınında Kafkasya'nın kuzeyindeki toprakları kapsıyordu.

70. Yani "Bir yönetici olarak düşmanlarımızın saldırılarından sizi korumak benim görevimdir. Bu nedenle sizden bu amaçla fazla bir vergi almam doğru olmaz. Allah'ın bana verdiği hazineler buna yeter. Fakat siz bana iş gücü olarak yardım etmelisiniz."

71. Yani, "Gerçi ben elimden geldiğince sağlam bir demir duvar yaptım, ama bu sonsuza dek sürecek değildir. Çünkü bu duvar ancak Allah'ın dilediği kadar sağlam kalacaktır ve Rabbimin va'di geldiğinde paramparça olacaktır. O zaman dünyadaki hiçbir güç onu koruyup, muhafaza edemeyecektir.

Allah'ın va'di ile iki şey kastedilmiştir: 1) Bu duvarın yıkılacağı an anlamına gelebilir, 2) Aynı şekilde Allah tarafından herşeyin yok edilip, helak edileceği an olan kıyamet saati kastedilmiş de olabilir.

Bazıları burada Zü'l-Karneyn'e isnad edilen duvarın Çin Seddi olduğu gibi yanlış bir izlenime kapılmışlardır. Oysa bu duvar Dağıstan ve Kara Denizle Hazar Denizi arasında yer alan Kafkasya'nın iki şehri olan Derbent ve Daryal arasına inşa edilmiştir. Kara Deniz ve Daryal arasında, aralarını büyük bir ordunun geçemeyeceği derin vadilerin ayırdığı yüksek dağlar vardır. Fakat Derbent ile Daryal arasında bu tür dağlar yoktur ve geçitler geniştir ve geçit veren cinstendir. Eski çağlarda kuzeyden gelen vahşi ve göçebe kabileler güneydeki toprakları bu geçitlerden yararlanarak istila ederlerdi. Bu akınlardan tedirgin olan Pers kralları korunmak için elli mil uzunluğunda 29 fit yüksekliği 10 fit genişliği olan bir duvar yapmak zorunda kaldılar. Bu duvarın kalıntıları bugün bile görülebilir. Bu duvarı ilk önce kimin yaptırdığı tarihi olarak tespit edilememiştir, fakat müslüman tarihçiler ve coğrafyacılar bu duvarı Zü'l-Karneyn'e isnad ederler. Çünkü bu duvarın kalıntıları Kur'an'da anlatılanlara benzemektedir.

İbn Cerir et-Taberi ve İbn Kesir aşağıdaki olayı kaydetmişler, Yakût ise Mu'cemü'l-Buldan adlı eserinde bu olaya değinmiştir: Azerbaycan'ın fethinden sonra Hz. Ömer H. 22 yılında Surâka bin Amr'ı Derbent'e bir sefer düzenlemekle görevlendirdiğinde Surâka, Abdurrahman bin Rabia'yı öncü koluna kumandan tayin etti. Abdurrahman Ermenistan'a girdiğinde, ülkenin yöneticisi Şehrbrâz karşı koymaksızın teslim oldu.

Daha sonra Abdurrahman Derbent'e doğru ilerlemek istediğinde, Şehrbrâz ona Zü'l-Karneyn tarafından inşa edilen bu duvar hakkında bütün ayrıntıları bilen bir adamdan bilgi topladığını haber verdi. Sonra o adam Abdurrahman'ın huzuruna getirildi. (Taberi, cilt. 3 sh. 235-239: el-Bidaye ven-Nihaye, cilt. 7, sh. 122-125; Mu'cemü'l-Buldan da Babül-Ebvab başlığı altında Derbent.)

İki yüz yıl sonra Abbasi Halifesi Vasık (H. 227-233), Selâmü'l-Tercüman'ın başkanlığında elli kişilik bir heyeti Zü'l-Karneyn'in yaptığı duvarı incelemekle görevlendirdi. Bu heyetin gözlemlerine Yakût, Mu'cemü'l-Buldan'ın da İbni Kesir de Nihaye'sinde geniş yer vermiştir. Onlar bu yolculuğun Sâmarra'ya oradan Tiflis'e uzandığını, daha sonra es-Serir ve el-Lân üzerinden Filânşâh'a ulaştığını ve oradan da Hazar ülkesine vardığını söylerler. Bundan sonra Derbent'e girmişler ve orada duvarı görmüşlerdir. (el-Bidaye, c. 2, sh. 111, c.7 sh. 122-125; Mu'cemü'l-Buldan: Babul-Ebvab başlığı) Bu, hicretin 3. yy'na kadar müslüman bilginlerin Kafkas duvarını Zü'l-Karneyn'in yaptığı duvar olarak kabul ettiklerini göstermektedir.

Yakût, Mucemü'l-Buldan'ında aynı görüşü birkaç yerde vurgulamıştır. Mesela Hazar başlığı altında şunları yazar:

"Bu ülke Türklere aittir ve sınır Derbent denilen Babül-Ebvab'ın hemen arkasındaki Zü'l-Karneyn duvarına bitişiktir. "Aynı bağlamda Yakût, Halife Muktedirbillah'ın büyükelçisi Ahmed bin Fadlân'dan da bir söz rivayet eder. Ahmed, Hazar ülkesini ayrıntılarıyla tasvir etmiş ve Hazar'ın içinden Rusya'dan ve Bulgaristan'dan gelip Hazar Denizi'ne dökülen İdil nehri geçen ve başkenti İdil olan ülkenin adı olduğunu söylemiştir.

Babül-Ebvab'la ilgili olarak Yakût, şehrin hem Elbab, hem de Derbent olarak anıldığını söylemiş ve bu şehrin sınırları içinde kuzeyden güneye giden insanların yolculuğunu güçleştiren dar geçitler olduğuna değinmiştir. Bir zamanlar bu ülke Enûşirvan krallığı içindeydi ve İranlı yöneticiler o yöndeki sınırlarını kuvvetlendirmeye çok özen gösterirlerdi.

72. Zü'l-Karneyn kıssası burada son buluyor. Gerçi bu kıssa da "Mağarada Uyuyanlar" ve "Musa ile Hızır" kıssaları gibi, Mekke'li müşriklerin Peygamber'i (s.a) sınamak için sordukları sorulara bir cevap olarak anlatılmıştır; ama Kur'an bu kıssayı kendi amaç ve gayesi doğrultusunda kullanmış ve şöyle demek istemiştir: "Ehl-i Kitap'tan şöhretini işittiğiniz Zü'l-Karneyn sadece bir fatih değildi, o aynı zamanda tevhide, öldükten sonra dirilmeye inanan bir mümindi; adalet ve cömertlik ilkeleriyle hareket ediyordu. O, sizin gibi geçici mallara aldanan ve kendini üstün gören cimri bir insan değildi."

99 Biz o gün,73 bir kısmını bir kısmı içinde dalgalanırcasına bırakıvermişiz. Sur'a da üfürülmüştür, artık onların tümünü bir arada toparlamışız.

100 Ve o gün, cehennemi, küfre sapanlara tam bir sunuşla sunmuşuz.

101 Ki onlar, beni zikretme (konusun)da gözleri bir perde içindeydi, (Kur'an'ı) dinlemeye katlanamazlardı.

102 Küfre sapanlar,74 beni bırakıp kullarımı veliler edindiklerini mi sandılar?75 Gerçekten biz cehennemi kâfirler için bir durak olarak hazırlamışız.

AÇIKLAMA

73. "O gün": "Kıyamet Günü", Zü'l-Karneyn'in "Rabbinin va"di" diye değindiği ahiret hayatı ile ilgili konunun devamı olarak Kur'an 99-101. ayetleri eklemiştir.

74. Bu, tüm surenin sonucudur ve sadece Zü'l-Karneyn kıssası ile değil aynı zamanda surenin tüm olarak ana fikri ile ilgilidir. Bu ana fikir surenin başında (1-8. ayetler) bildirilmişti: Peygamber (s.a) kavmini 1) Şirkten vazgeçip Tevhid'e uymaya, 2) Dünyaya tapmaktan vazgeçip ahirete inanmaya davet etmişti. Fakat zenginlikleri ve servetleri ile öğünen kavminin önde gelenleri sadece onun davetini kabul etmemekle kalmadılar, aynı zamanda onun davetini kabul eden salih insanları da alaya aldılar ve onlara işkence yaptılar. Bu bölümde aynı konuları ele alır ve müşriklerin Peygamber'i (s.a) sınamak için sordukları bu üç kıssadan mükemmel bir şekilde yararlanır.

75. Yani, "Tüm bunları duyduktan sonra hâlâ bu küstahlıkta ısrar mı ediyorlar ve tutumlarının kendileri için yararlı olacağını mı sanıyorlar?"

103 De ki: "Davranış (tarzı olan ameller) bakımından en çok hüsrana uğrayacak olanları size haber vereyim mi?"

104 "Onların, dünya hayatındaki bütün çabaları76 boşa gitmişken, kendilerini gerçekte güzel iş yapmakta sanıyorlar."

105 İşte onlar, Rablerinin ayetlerini ve O'na kavuşmayı inkâr edenlerdir. Artık onların yapıp-ettikleri boşa çıkmıştır, kıyamet gününde onlar için bir tartı tutmayacağız.77

106 İşte, küfre sapmaları, ayetlerimi ve peygamberlerimi alay konusu edinmelerinden dolayı onların cezası cehennemdir.

107 İman edip salih amellerde bulunanlar;78 Firdevs cennetleri onlar için bir 'konaklama yeridir.'

108 Onda ebedi olarak kalıcıdırlar, ondan ayrılmak istemezler.79

109 De ki: "Rabbimin sözleri80(ni yazmak) için deniz mürekkep olsa ve yardım için bir benzerini (bir o kadarını) dahi getirsek, Rabbimin sözleri tükenmeden önce, elbette deniz tükeniverirdi."

110 De ki: "Şüphesiz ben, ancak sizin benzeriniz olan bir beşerim; yalnızca bana sizin ilahınızın tek bir ilah olduğu vahyolunuyor. Kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, artık salih bir amelde bulunsun ve Rabbine ibadette hiç kimseyi ortak tutmasın."

AÇIKLAMA

76. Bu ayetin iki anlamı vardır: Birincisi, bizim mealde ifade ettiğimiz anlamdır; ikincisi ise şöyledir: "... bütün çabalarını dünya hayatına harcayanlar." Yani onlar her ne yapmışlarsa Allah'ı ve ahireti düşünmeksizin bu dünya için yapmışlardır; dünya hayatını gerçek hayat olarak kabul ettikleri için, bu dünyada zengin ve başarılı olmak onların tek amacı haline gelmiştir. Onlar Allah'ın varlığına şehadet etseler bile, bu şehadetin ifade ettiği iki anlama dikkat etmemişlerdir: Hayatlarını Allah'ın rızasını kazanacak bir şekilde geçirmek ve bu dünyada yapılan her şeyin hesabının verileceği o gün kurtuluşa erenlerden olmak. Onların bunu kavramamalarının nedeni, kendilerini her tür sorumluluktan uzak ve tamamen bağımsız olan akılcı hayvanlar olarak kabul etmeleri ve hayvanların çayırda yaptığı gibi bu dünyadaki tüm zevklerden faydalanmak istemeleridir.

77. "Onların amelleri boşa çıkmıştır." Yani bu amellerin kıyamet gününde onlara hiçbir faydası olmayacaktır. Onlar bu amelleri büyük kazançlar olarak değerlendirmiş olabilirler, fakat gerçek şu ki, dünyanın sonu geldiğinde bu amellerin hiçbir değeri olmayacaktır. Onlar Rablerinin huzuruna çıkarıldıklarında ve bütün amelleri terazilere konulduğunda, büyük saraylar inşa etmiş, büyük üniversiteler, kütüphaneler kurmuş, büyük fabrikalar ve labaratuvarlar yapmış ve demiryolları, karayolları inşa etmiş olsalar bile, bunların hiçbir ağırlığı olmayacaktır. Kısacası icadları, endüstrileri, bilimleri, sanatları ve bu dünyada iken övündükleri başka şeyler Terazi üzerinde tüm ağırlıklarını kaybedeceklerdir. Orada ağırlığa sahip olacak tek şey, ilahi emirlere uygun olan ve Allah rızası amaçlanarak işlenen ameller. Bu nedenle şu bir gerçektir ki, bir kişinin tüm çabaları bu dünya ile sınırlı ise böyle bir kimse yaptığı işlerin karşılığını ahirette görmeyi ummamalıdır; çünkü tüm bunlar dünyanın sona ermesiyle boşa çıkıp yok olmuşlardır. Şu da açıktır ki, ancak yaptığı işleri O'nun emirleri doğrultusunda O'nun rızasını, hoşnutluğunu kazanmak amacıyla yapan ve yaptıklarının karşılığını ahirette görmeyi uman bir kimsenin amelleri Terazi (Mizan) üzerinde bir ağırlığa sahip olabilir. Bunun aksi olduğunda böyle bir kimse bütün amellerinin boşa çıktığını görecektir.

78. İzah için bkz. Müminun an: 10

79. "... onlar oradan hiç ayrılmak istemezler." Çünkü cennettekinden daha iyi bir ortam ve yer bulamazlar.

80. "Sözler" ile "Allah'ın kudretinin ve hikmetinin mucizeleri, olağanüstü olayları ve harikuladelikleri" kasdedilmektedir. Bkz. Lokman an: 48

MERYEM SÜRESİ(Seyyid KUTUB)

1- Kâf, ha, ya, ayn, sad

Bazı surelerin başlarında gördüğümüz bu birbirinden kopuk harflér hakkında, öteden beri benimsediğimiz yorum şudur: Bu harfler, bu Kur'an-ı Kerim'in ayetlerini oluşturan alfabenin bir bölümüdürler. İnsanlar gündelik konuşmalarında ve yazılarında bu harfleri kullanabildikleri halde, bu harflerden oluşan kelimeleri halde bu harf ve kelime malzemesini kullanarak bu kutsal kitabı ortaya koyan yüce sanatkârın eserinin bir benzerini meydana getirmekten acizdirler; bu harfler, yüce sanatkârın eserinde insanın ifade gücünü aşan bir sentezin yapı taşları olarak karşımıza çıkıyor.

Bu, birbirinden kopuk harflerin hemen arkasından surenin ilk hikâyesi olan Hz. Zekeriyya ile Hz. Yahya hikâyesi başlıyor. Hikâyenin temel dayanağı ve egemen havası merhamet olduğu için "merhamet" kavramını gündeme getirerek,

2- Bu ayetlerde Rabbinin, kulu Zekeriyya'ya yönelik rahmeti anlatılıyor.

Hikâyenin bu "hatırlatma"yı izleyen sahnesi, bir dua sahnesidir. Bu sahnede Hz. Zekeriyya'yı yanık bir yürekle ve gizli bir fısıltı ile Rabbine dua ederken görüyoruz. Okuyalım:

3- Hani O, Rabbine içinden yalvarmış.

4- Ve demi,ti ki; "Ey Rabbim, kemiklerim yıprandı, yaşlılık alevi başımı sardı. Şimdiye kadar sana dua edip de bedbaht olduğum hiç olmadı. "

5- Benden sonra yerime geçecek yakınlarımdan yana endi,eliyim. E,im de çocuktan kesilmiştin Bana kendi katından bir oğul bağışla."

6- "Bu oğul, benim ve Yakuboğullarının mirasını sürdürsün. Ya Rabbi, onu sevimli bir insan yap." .

Hz. Zekeriyya insanların gözlerinden uzak, söylediğini işitemeyecekleri tenha bir köşede, yüce Allah'ı ile başbaşa kalarak O'na yalvarıyor. O'na omuzlarını çökerten, canını sıkan derdini açıyor. O'na yakınlık ve dolaysız ilişki ifade eden bir dille sesleniyor; "Rabbim" diyor. Araya harflerin ve ünlem edatlarının aracılığını bile koymuyor. Gerçi yüce Allah, kulların hiçbir çağrısı, hiçbir seslenişi olmadan da onların dertlerini işitir. Fakat dertliler, dertlerini anlatmakla ferahlarlar; bu yüzden şikayetlerini sözlere dökme gereğini duyarlar. Rahmeti bol olan yüce Allah, kullarının bu fıtrat kaynaklı niteliklerini bildiği için onların kendisine dua etmesinden, O'na dertlerini açmalarından, canlarını sıkan problemlerini O'na duyurmalarından hoşlanır. Bu hoşlanışın ifadesi olarak şöyle buyuruyor:

"Rabbiniz `Bana dua ediniz de duanızı kabul edeyim' dedi." (Mü'min Suresi 60)

Amaç kulların sinirlerini rahatlatmalarıdır, taşıdıkları yükün baskısından kurtulmalarıdır, yüklerini kendilerinden güçlü ve kendilerinden muktedir olan Allah'a havale etmiş olmanın rahatlığını, hafifliğini gönüllerinde hissetmeleridir; dergâhına başvuranları eliboş döndürmeyen, kendisine güvenenleri hayal kırıklığına uğratmayan bir yüce merci ile ilişki içinde olduklarının gönül huzurunu duymalarıdır.

Hz. Zekeriyya, Rabbine "kemiklerinin yıpranmışlığını" şikayet ediyor. İnsanın kemikler-i yıpranınca tüm vücudu da yıpranmış olur. Çünkü kemikler, vücudun en dayanıklı kesimini oluştururlar. Vücudu ayakta tutan, organları arasındaki birliği sağlayan unsurlar onlardır. Yine Hz. Zekeriyyâ'nın "yaşlılık alevinin başını sarması"ndan şikayet ettiğini okuyoruz. Bu tasvir edici ifade yaşlılığı, tutuşmuş bir ateşe benzeterek bu tutuşmuş ateşin, başın her yanını sardığını, bu alevlenmiş başta hiçbir siyah noktanın kalmadığını somutlaştırarak gözlerimizin önüne getirmektedir.

"Kemiklerin yıpranmışlığı" ve "başı ihtiyarlık alevinin sarması" ayrı yaşlılığı ve düşkünlüğü somutlaştıran "kinaye" nitelikli ifadelerdir. Hz. Zekeriyya'nın içini kemiren dert budur. Rabbine durumunu anlatırken ve dilediğini sunarken dile getirdiği şikayet budur.

Bu yoldaki şikayetine şu sözleri eklemeyi gerekli görüyor:

"Şimdiye kadar sana dua edip de bedbaht olduğum hiç olmadı."

Bu sözleri ile şunu itiraf ediyor: Rabbi, onu yaptığı duaları kabul etmeye alıştırmıştır. O gençlik günlerinde, güçlü dönemlerinde Rabbine dua edip de bedbaht olduğunu hiç hatırlamamaktadır. Oysa şimdi, şu yaşlılık çağında, şu elden ayaktan düştüğü günlerde yüce Allah'ın duasını kabul etmesine ve şahsına yönelik nimetlerini tamama erdirmesine her zamankinden daha çok muhtaçtır.

Hz. Zekeriyya durumunu anlattıktan, dilekçesini sunduktan sonra neden korktuğunu açıklıyor ve dilediğini somut olarak arzediyor. Korkusu ölümünden sonra arkada bırakacakları ile ilgilidir. Onların mirasına istediği biçimde sahip çıkmayacaklarından korkmaktadır. Onun başta gelen mirası, üstlendiği ve yürüttüğü hakka çağrı misyonudur. Çünkü O, İsrailoğullarının önde gelen peygamberlerinden biridir. Diğer bir mirası, gözetimi altındaki yakınlarıdır. Bu yakınlarından biri üzerine titrediği Hz. Meryem'dir. Çünkü bu kadın, sorumlusu olduğu mabedin bakımını yürütmektedir. Bir başka mirası da iyi yönettiği ve yüce Allah'ın rızası uğruna kullandığı servetidir. İşte Hz. Zekeriyya, bu mirasının tümünden yana, yerini alacak olan yakınlarından endişelidir. Bu miras karşısında tavırlarının kendi tutumu gibi olmayacağından korkmaktadır. Bize gelen bazı bilgilere göre O, yerine geçecek yakınlarının bu mirasa sahip çıkacak nitelikte kimseler olmadığı kanısındadır. Şimdi de derdinin ana noktasına basmaya sıra geliyor:

"Eşim de çocuktan kesilmiştir."

Eşinden çocuğu olmamıştır. Bu yüzden mirasına sahip olmak üzere yetiştireceği, yerine geçirmek amacı ile eğitebileceği bir evladı yoktur.

İşte Hz. Zekeriyya'nın korkusu, endişesi budur. Ne istediğine gelince Rabbinden kendisini aratmayacak, onun, babalarının ve atalarının peygamberlik mirasına gerektiği gibi sahip çıkacak, hayırlı bir evlat istiyor. Okuyoruz:

"Bana kendi katından yerimi tutacak bir oğul bağışla. Bu oğul, benim ve Yakuboğullarının mirasını sürdürsün."

Hz. Zekeriyya, yüce Allah'ın bu seçkin peygamberi, yaşlılığının son günlerinde Rabbinden istediği bu evladın nasıl bir insan olması gerektiğini, onun hangi meziyetle bezenmesi gerektiğini belirtmeyi de unutmuyor. Okuyoruz:

"Ya Rabbi, onu sevimli bir insan yap."

Onu sert, geçimsiz, şımarık ve ihtiraslı bir kişi yapma. "Sevimli" sözcüğü, bütün bu çağrışımları özünde taşır. "Sevimli" insan seven, sevilen ve çevresindeki herkese hoşnutluk ve sevgi ışığı saçan kimse demektir.

İşte Hz. Zekeriyya'nın yanık bir yürekle ve fısıltılı bir ses tonu ile Rabbine yönelttiği dua budur. Bu duanın sözleri, anlamları, çağrışımları ve gönülleri okşayan müzikal melodisi, ortaklaşa bir biçimde bu dua sahnesini somut olarak gözlerimizin önüne getirmektedirler.

Bir sonraki ayette bu duanın kabul edilme anının. tablosu çiziliyor. Bu tablodan buram buram ilâhi ilgi, ilâhi lütuf ve ilâhi hoşnutluk tütüyor. Okuyalım:



7- Allah dedi ki; "Ya Zekeriyya, sana Yahya adında bir oğul müjdeliyoruz Bu adı daha önce hiç kimseye vermemiştik."

Görülüyor ki, yüce Allah, bu sevgili kuluna yücelikler aleminden sesleniyor; "Ya Zekeriyya" diye. Ona hemen müjdeyi veriyor; "sana bir oğlun müjdesini veriyoruz." Onu engin rahmeti ile çepeçevre kuşattığının açık bir belirtisi olarak müjdesini verdiği bu oğlunun adını da kendisi koyuyor; "O'nun adı Yahya'dır." Bu ad, daha önce hiç kullanılmamış bir addır; "Bu adı, daha önce hiç kimseye vermemiştik."

Bu bir ilahi kerem yağmurudur. Yüce Allah, bu kerem yağmurunu sevgili kulu Hz. Zekeriyya üzerine sağanak halinde yağdırıyor. Çünkü O, Rabb'ine yanık yürekle dua etmiş, sessiz bir dille yalvarmış, korkusunu açıklamış ve arzusunu dile getirmişti. Çünkü onu, Rabbine dua etmeye sevkeden faktör, ölümünden sonra yerine geçecek olan yakınlarından yana beslediği endişe idi. Yerine geçecek olan yakınlarının onun inanç mirasına gerektiği gibi sahip çıkmayacaklarından, malının kullanımının ve yakınlarının gözetimini yüce Allah'ın rızasına uygun biçimde yürütemeyeceklerinden korkuyordu. Yüce Allah, onun bu yoldaki niyetini bildiği için ona rahmetini yağdırmış, dilediğini yerine getirerek onu memnun etmişti.

Bu sırada Hz. Zekeriyya kendine gelir gibi oluyor. Kendisini kaptırdığı dilek heyecanından ve umut coşkusundan ayrılır gibi oluyor. Dikkatini, duasının bunca hızlı biçimde kabul edilişi olay üzerinde yoğunlaştırmaya yöneliyor. O zaman da somut gerçekle yüzyüze geliyor. Kendisi son günlerini yaşayan, iki ayağı çukurda bir ihtiyardır. Kemikleri zayıflayan, vücudunun ağırlığını taşıyamaz olmuş, saçlarını ihtiyarlık alevi çepeçevre sarmıştır. Eşi ise kısır bir kadındır. Ona delikanlılığında ve gençliğinde bile bir çocuk verememiştir. Peki, şimdi nasıl bir oğlu olacak? İçini kemiren bu kuşkudan sıyrılmak istiyor. Bunun için yüce Allah'ın hangi vasıtayı araya koyup ona bir oğul armağan ettiğini öğrenmek istiyor. Okuyoruz:

8- Zekeriyya dedi ki; "Benim nasıl oğlum olabilir. Eşim çocuktan kesildi, ben ise ileri derecede yaşlandım."

Hz. Zekeriyya, somut gerçekle yüzyüze olduğu gibi yüce Allah'ın vaadi ile de yüz yüzedir ve Allah'ın vaadine güvenmektedir. Fakat karşısında bulunduğu bu olumsuz gerçeğe rağmen bu ilahi vaadin nasıl gerçekleşeceğini bilmek ve içini kemiren kuşkuların baskısından kurtulmak istemektedir. Bu da son derece doğa: bir psikolojik duygudur. Örnek bir peygamber olan Hz. Zekeriyya'nın yerinde kim olsa aynı arzuyu duyar. Çünkü o da bir insandır. Somut gerçeği gözardı etmeyi başaramadığı için yüce Allah'ın onu nasıl değiştireceğini öğrenmek için sabırsızlanan, meraktan yanıp tutuşan bir insan!

İşte bu noktada beklediği cevap geliyor, sorusunun rahatlatıcı karşılığını alıyor. Bu olay yüce Allah için kolaydır, basit bir şeydir. Yüce Allah, ona bu konuda çok yakınından, kendisi ile ilgili bir örnek veriyor. Kendisi daha önce bir hiçken yoktan varedilmiş değil miydi? Bu örnek sadece kendi için değil, bütün canlılar için, hatta şu evrendeki tüm nesneler için geçerli idi. Okuyoruz:



9- Allah dedi ki; "Rabbin buyurdu ki, bu iş O'nun için kolaydır, vaktiyle ben seni hiçbir şey değilken yoktan varetmiştim."

Yaratma konusunda yüce Allah için ne "zorluk" ve ne de "kolaylık" sözkonusu değildir. O'nun küçük-büyük, önemli-önemsiz her varlığı yaratma yöntemi aynıdır. Yaratmayı dilediği varlığa sadece "ol" der, o da hemen oluverir.

Kısır bir kadını çocuk doğurmaktan alıkoyan O olduğu gibi ileri yaştaki bir ihtiyarı dölleme gücünden yoksun bırakan da O'dur. Bu nasıl böyle ise O, kısır bir kadını iyileştirerek bünyesindeki kısırlık sebebini gidermeye ve gebe bırakma yeteneğini yitirmiş, yaşlı bir erkeğin dölleme gücünü yenilemeye de muktedirdir. Bu güç, tazeleme işi, insanların gözünde bile hiçbir izi olmayan bir canlıyı yoktan var etmekten daha kolaydır. Gerçi O'nun sınırsız gücü karşısında yeniden yaratmak da, hiç yoktan varetmek de kolaydır, "zor" diye bir şey yoktur O'nun için.

Hz. Zekeriyya, bunun böyle olduğunu kuşkusuz çok iyi biliyor. Fakat bir kere ok yaydan çıkmış ve Rabbinden içini rahatlatmasını istemişti. Şimdide o isteği doğrultusunda yeni bir adım atarak sözkonusu ilahi müjdenin fiilen gerçekleşmesine öncülük edecek bir belirti, bir kanıt görmeyi diliyor. Kendisine gerek dua ederken ve gerekse duasının kabul edildiğini öğrendiği sırada içinde bulunduğu psikolojik ortama uygun düşen bir belirti gösteriyor. Bu belirti, aynı zamanda yaşlılığının son günlerinde kendisine bir oğul armağan etmiş olan yüce Allah a karşı ödemekle yükümlü olduğu şükür borcunu da yerine getirmesini sağlayacak bir nitelik taşıyor. Sözünü ettiğimiz belirti şudur. Hz. Zekeriyya, üç gün-üç gece boyunca insanların dünyasından koparak yüce Allah ile başbaşa kalacaktır. Bir süre hiç kimse ile konuşmayacak sadece yüce Allah'ın adını anarken dili çözülecektir. Bu konuşmaktan alıkonma olayının hiçbir organik sebebi yoktur. Ne dili tutulmuştur ve ne de konuşma yeteneği zedelenmiştir. Kısacası vücudu sapasağlamdır. Okuyalım:

10- Zekeriyya, "Ya Rabbi, bunun için bana bir belirti göster" dedi. Allah, ona "Bunun belirtisi, hiçbir organik rahatsızlığının sonucu olmaksızın üç gün, üç gece hiç kimse ile konuşamamandır, bu süre içinde dilinin dönmemesidir" dedi.

11- Bunun üzerine Zekeriyya mihrapta yüzünü soydaşlarına dönerek sabahları ve akşamları Allah'ı her tür noksanlıktan tenzih etmelerini işaret etti.

Böylece soydaşları, onun içinde yaşadığı havanın aynısının içine girecekler, yüce Allah'ı hem ona hem de ölümünden sonra tüm soydaşlarına bağışlamış olduğu nimete hep birlikte şükretmiş olacaklardı.

Surenin akışı Hz. Zekeriyyâ'yı bu noktada suskunluğu ve tesbihi ile başbaşa bırakarak bu sahnenin perdesini indiriyor, bu sayfayı çevirerek yeni bir sayfaya geçiyor. Bu yeni sayfanın konusu Hz. Yahya'dır. Sayfanın hemen başında yüce Allah,ona yücelikler aleminden şöyle sesleniyor:

12- Allah, ona "Ey Yahya, tüm gücünle kitab'a (Tevrat'a) sarıl" dedi. Ona daha gocukken bilgelik verdik.

Anlaşılan bu arada Hz. Yahya doğmuş, emeklemiş ve bebeklik çağının ilk adımlarını atmıştır. Bu gelişmeler, bu iki sahne arasındaki boşluk döneminde gerçekleşmiştir. Kur'an-ı Kerim, hikâye anlatımında kullandığı sanatsal üslubu uyarınca bu boşluk dönemini atlayarak hikâyenin en önemli noktalarını ve sahnelerini, en can alıcı ve hareketli kesitlerini sunmakla yetiniyor.

Dediğimiz gibi bu ayet, Hz. Yalıyâ dan tek bir söz bile etmeden önce ona bu yüce seslenişi yöneltiyor. Çünkü bu sesleniş sahnesi, onun konumunun yüceliğini kanıtlayan görkemli ve çarpıcı bir sahnedir. Bunun yanısıra babası Hz. Zekeriyya'nın duasının kabul edildiğini de vurgulamaktadır. Bilindiği gibi Hz. Zekeriyya, gerek inanç sistemini savunma konusunda ve gerekse yakınlarını gözetme-kayırma hususunda yerini gerektiği gibi dolduracak, soyunu sürdürecek hayırlı bir varis istemişti. İşte Hz. Yahya, babasının özlemini gerçekleştirecek olan bu kutsal misyonunun ilk aşamasında, büyük emaneti taşımak üzere göreve getirilme aşamasındadır.

"Ey Yahya, tüm gücünle kitab'a (Tevrat'a) sarıl."

Sözü edilen "kitap" Hz. Musâ dan beri İsrailoğullarının kutsal kaynağı olan Tevrat'tır. Hz. Musa'dan sonraki İsrailoğullarına gelen bütün peygamberler bu kitaba dayanmışlar, insanlara onu öğretmişler, hükümlerinde onun ilkelerini rehber edinmişlerdir. Nitekim Hz. Yahya da babası Hz. Zekeriyya'dan bu mirası devralıyor, bu misyonu yüklenmeye, güçlü ve kararlı bir enerji ile bu emaneti omuzlamaya çağrılıyor; bu mirasın yükümlülüklerini yerine getirirken zayıflık ve ihmalkârlık göstermemesi, geri çekilmeye kalkışmaması isteniyor.

Bu yüce seslenişin hemen arkasından Hz. Yahya'nın, omuzlarına bindirilen bu büyük yükün altından kalkabilmek için hangi ayrıcalıklarla donatıldığı açıklanıyor..

..."Ona daha çocukken bilgelik armağan ettik."



13- Yine ona tarafımızdan sevecenlik ve kalp temizliği bağışladık. O kötülüklerden sakınan bir kimse idi.

14- Yine ona ana-babasına bağlılık duygusu aşıladık. O dik kafalı, serkeş ve huysuz biri değildi.

15- Doğduğu gün, öleceği gün ve tekrar diriltileceği gün ona selâm olsun.

İşte Hz. Yahya'nın, yüce Allah tarafından donatıldığı, liyakat kazandırıcı ayrıcalıklar bunlardır. Yüce Allah, kendisini bu ağır emaneti taşımaya çağırırken, onu bu ayrıcalıklarla desteklemiş, güçlendirmiştir.

Her şeyden önce ona daha küçük bir çocukken "bilge"lik armağan etmiştir. Görüldüğü gibi onun adı orjinal ve doğumu "olağan-dışı" bir olay olduğu gibi, donanımı da orijinal ve normal insanlarınkine benzemezdir. Sebebine elince insan, "bilge"liğe normal olarak ileri yaşlarında sahip olabilirken, ona bu ayrıcalık daha çocukken armağan edilmişti.

Yine ona yüce Allah'ın dolaysız bir lütfu olarak "sevecenlik" bağışlanmıştı. Bunun için özel bir çaba harcamamış, özel bir eğitim görmemişti. Adeta aratılış hamuru sevecenlik mayası ile yoğrulmuş, bu tutum doğal niteliği olmuştu. Sevecenlik, insanların gönüllerini ve duygularını gözetmek zorunda olan, gönülleri kazanarak onları yumuşak bir şekilde iyiliğe çekmekle görevli olan bir peygamber için vazgeçilmez ve yeri doldurulmaz bir sıfattır.

Yüce Allah'ın, Hz. Yahya'ya bağışladığı diğer ayrıcalıklar kalp temizliği, gönül arınmışlığı, ve duygu saflığı idi. O, bu nitelikler sayesinde kalplerin kirlerine, vicdanların pisliklerine karşı koyacak, onları temizlemeye, arındırmaya çalışacaktı.

Ayrıca O "kötülüklerden sakınan bir kimse idi." Yüce Allah ile sürekli ili ki halinde idi, O'ndan çekiniyor, O'nu hiç hatırından çıkarmıyor O'ndan korkuyor gizli açık her davranışında O'nun gözetimi altında olduğunun bilincini taşıyordu.

İşte bunlar, yüce Allah'ın, Hz. Yahya'ya çocukluğunda armağan ettiği nitelikler ve ayrıcalıklardı. O bunlar sayesinde babasının yerini dolduracaktı; babasının sessiz dualarının özlemini gerçekleştirecek, bu dualara karşılık olarak Hz. Zekeriyyâ ya "temiz bir oğul" bağışlayan yüce Allah'ın ilerdeki kuşaklara ışık saçacak, somut lütfu olacaktı.

Hz. Yahya'yı canlandıran sahnenin perdesi bu noktada iniyor. Tıpkı daha önce Hz. Zekeriyya sahnesinin perdesi inişi gibi. Bu sahnede Hz. Yahya'nın hayatına, mücadele yöntemine ve doğrultusuna ilişkin ana hatlar canlandırılmıştır; Hz. Zekeriyya'nın duasını, bu duanın yüce Allah tarafından kabul edilişini, yüce Allah'ın Hz. Yalıyâ ya seslenişini ve kendisine armağan ettiği ayrıcalıkları anlatan hikâyeden çıkarılması gereken derse, vurgulu ifadelerle dikkat çekilmiştir. Hikâyenin bunun ötesindeki ayrıntılarına bu dersin çapını genişletecek, ana fikrini güçlendirecek bir iş kalmamıştır.

Şimdi sırada Hz. Yahyâ'nın doğuşundan daha ilginç, daha acayip bir hikâye var. Hz. İsâ'nın doğuşu hikâyesi. Daha önceki hikâyeden bu hikâyeye geçerken acayipliğin ve olağanüstülüğün dozu tırmanış gösteriyor. İlk hikâyedeki acayiplik, kısır bir kadının ileri yaştaki kocasından gebe kalarak çocuk doğurması idi. Şimdi okuyacağımız hikâyedeki acayiplik ve olağan dışılık bakire bir kızın kocasız olarak çocuk doğurmasıdır ki, bu daha şaşırtıcı ve daha olağandışı bir olaydır.

Eğer insanın başlangıçtaki yaratılışını ve bugünkü biçimine sokuluşunu bir yana bırakacak olursak Meryemoğlu Hz. İsâ'nın doğuşu, insanlığın tarihi boyunca yaşadığı en enteresan olay olur. Bu olay ne daha önce ve ne de daha sonra benzerine rastlanmış orijinal ve örneksiz bir harikadır.

İnsan soyu, tarihinin son derece enteresan olay olan kendi yaratılışının tanığı olamamıştır. Anasız ve babasız olarak yaratılan ilk insanı hiç kimse görememiştir. Bu olayın üzerinden nice yüzyıllar geçtikten sonra yüce Allah'ın hikmeti, Hz. İsâ'nın babasız doğuşu aracılığı ile ikinci bir olağanüstülüğü sergilemeyi dilemiştir. Bu doğum olay yeryüzünde insanoğlunun başlangıcından beri geçerli olan üreme kurallarına ters düşen bir gelişmedir. Amaç bu harikaya insanlığın tanık olmasıdır, insanlık tarihinin sicilinde dikkatleri çeken bariz bir olay olarak kalmasıdır. Hiç kimsenin tanığı olmadığı ilk yaratılış mucizesi üzerinde yoğunlaşması imkânı bulamamış olan insanoğluna, hafızasından hiçbir zaman silinmeyecek bir mucize gösterilmek istenmiştir.

Yüce Allah'ın canlı soyların sürekliliğini sağlayan yasasına göre istisnasız bütün canlı türlerinin üremesi, erkeğin dişiyi döllemesi yolu ile olur. Hatta erkek ve dişi cinslerinin belirgin biçimde birbirinden ayırd edilmediği canlı türlerinde bile aynı bireyde hem erkeklik hem de dişilik hücrelerinin birarada bulunduğunu görürüz. Bu yasa uzun yüzyıllar boyunca işleye işleye insanoğlunun zihnine tek üreme yolu olarak yerleşmiştir. İnsanlar böyle düşünürken, ilk yaratılış olayı, insanın yoktan varediliş olayını unutmuş oldular. Çünkü bu olay, zihinlerin kalıplaşmış algılarına ters düşüyordu. İşte bu yüzden yüce Allah, insanlara Hz. İsa örneğini göstermek istedi. Bu örnek aracılığı ile onlara gücünün kayıtsızlığını, iradesinin özgürlüğünü, bu gücün ve bu iradenin, kendi tercihi ile işlerlik kazanan doğal yasalarla sınırlı olamayacağını hatırlatmayı diledi. Hz. İsa olayının bir benzerine bir daha hiç rastlanmadı. Çünkü normal olan, yüce Allah'ın koyduğu kanunların yürümesi, tercih ettiği doğal yasaların işlemesidir. Amacı ilahi iradenin özgürlüğünün, doğal kanunlarla sınırlı olmadığını fiilen kanıtlamak olan bu tek olay, insanların gözü önünde her zaman kalacak belirgin bir örnek olarak yeterli görülmüştür. Nitekim yüce Allah, az ilerde okuyacağımız ayetlerden birinde şöyle buyuruyor:

"Bu olay insanlara gücümüzü kanıtlayan bir mucize olarak sunmak istiyoruz."

Olay son derece şaşırtıcı ve olağanüstü olduğu için, bazı gruplar onu olduğu gibi kavrayamamışlar, meydana gelişinin gerisindeki hikmeti havsalalarına sığdıramamışlardır. Bu yüzden Meryem oğlu İsa'ya ilahlığın bazı sıfatlarını yakıştırmaya kalkışmışlar, onun doğuşu ile ilgili çeşitli hurafeler ve masallar uydurmuşlardır. Böylece onun bu akıl almaz şekilde yaratılmasının ardındaki hikmeti tersyüz etmişlerdir. Onun bu şekildeki yaratılışının hikmeti, az önce belirttiğimiz gibi, ilahi gücün sınırsızlığını kanıtlamaktı. Ona ilahlık yakıştıran gruplar işte bu hikmeti tersyüz ederek Allah'ın birliği (tevhid)inancını zedelemişlerdir.

Kur'an'ın bu suresinde bu çarpıcı ve olağanüstü olayın nasıl meydana geldiği anlatılıyor. Onun gerçek anlamının ne olduğu açıklanıyor ve sözünü ettiğimiz düzmece hurafeler ve masallar çürütülüyor.

Okuyacağımız ayetler, bu hikâyeyi çarpıcı, yoğun duygu ve heyecanlarla yüklü, canlı tablolar halinde sunuyor. Öyle ki, bu ayetleri okuyanların tüyleri, sanki canlandırılan tablonun olaylarını sahiden görüyorlarmış gibi ürperiyor, diken diken oluyor.



16- Bu Kitap'ta Meryem hakkında anlattıklarımızı da hatırla. Hani O, ailesinden ayrılarak doğu tarafında bir yere çekilmişti.

17- Komşuları ile arasına bir perde germişti. Bu sırada ona ruhumuzu (Cebrail'i) gönderdik. O, ona normal bir erkek kılığında görünmüştü.

18- Meryem, O'na "Ben senden "Rahman" olan Allah'a sığınırım. Eğer kötülük yapmaktan sakınan biri isen bana dokunma "dedi.

19- Cebrail dedi ki; "Gerçekten ben, sana temiz bir oğlan vermek için sırf Rabbinin ginderdiği elçiyim"

20- Meryem, Cebrail'e "Benim nasıl oğlum olabilir? Bana hiç erkek eli değmiş değildir, hiç gayri meşru ilişkim de olmadı" dedi.

21- Cebrail dedi ki; "Allah ,söyle diyor: Bu iş benim için kolaydır. Bu olayı insanlara gücümüzü kanıtlayan bir mucize ve oğlunu da onlara rahmet kaynağı olarak sunmak istiyoruz. Bu olay kesinleşmiş bir hükümdür.''

Şimdi hikâyenin ilk sahnesi önündeyiz. Karşımızda vücuduna erkek eli değmemiş, genç bir bakire kız var. Daha ana karnındayken annesi tarafından bir mabedin hizmetine adanmış. Onun hakkında hiç kimse temizliğinden ve iffetliliğinden başka bir şey bilmiyor. Hatta bu yüzden İsrail mabedinin temiz bakıcılarının babası olan Hz. Harun'un soyundan geldiği söyleniyor. Öteden beri ailesi temiz ve dürüst olarak tanınıyor.

İşte şimdi bu genç kız özel bir durumunun gereği olarak ailesinden uzaklaşarak onların göremeyecekleri tenha bir yere çekiliyor. Bu "özel durum"un ne olduğunu ayetler bize söylemiyor. Belki de bu özel durum tamamen genç kızlara özgü bir durumdur da bu yüzden açıklanmıyor.

İşte genç kızımız bu tenha köşede, yalnız olduğundan emin olarak otururken, birdenbire çarpıcı bir sürprizle yüzyüze geliyor. Karşısında eli-ayağı düzgün, normal bir erkek duruyor. Okuyoruz:

"Bu sırada ona ruhumuzu (Cebrail'i) gönderdik. O, ona normal bir erkek kılığında görünmüştü."

Bu sürpriz üzerine ödü kopan genç kızımız, şimşek hızı ile ayağa kalkıyor. Issız bir yerde yalnız başınayken yabancı bir erkekle yüzyüze gelen her genç kız gibi paniğe kapılmıştır. Hemen Allah'a sığınıyor, kendisine yardım etmesini, bu zor durumunda imdadına yetişmesini diliyor. Bir yandan da karşısındaki yabancı erkeğin takva duygusunu uyarmaya girişiyor. Onu Allah'dan korkmaya, bu tenha yerde kendisini gözetleyen yüce Rabbinden çekinmeye çağırıyor. Okuyalım:

"Meryem O'na `Ben senden Rahman olan Allah'a sığınırım. Eğer kötülük yapmaktan sakınan biri isen bana dokunma' dedi."

Öyle ya. İçinde kötülükten sakınma duygusu taşıyan kimse "Rahman" sıfatlı yüce Allah'ın adını duyar duymaz irkilir ve şehvetini frenleyerek şeytandan gelen dürtülerine gem vurur.

Hikâyemizin kahramanı olan genç kızı hayalimizde canlandırmaya çalışalım. Tertemiz, masum, son derece güçlü bir namus eğitimi almış, iffetli bir aile ortamında büyümüş, daha ana karnındayken Allah'a adandıktan sonra Hz. Zekeriyyâ'nın gözetimi altına girmiş bir iffet örneği karşısındayız. Bu yüzden az önce karşılaştığı sürpriz, onu tepeden tırnağa sarsan ilk "şok" olur. Devam ediyoruz:

"Cebrail, ona 'Ben Rabbinin gönderdiği bir elçiyim. Sana temiz, hayırlı bir erkek çocuğu bağışlamak için geldim' dedi."

Hayalimizi işletmeye devam ederek bu masum genç kızın işittiği bu sözler karşısında duyacağı korkunun ve utancın derecesini kavramaya çalışalım. Karşısında eli ayağı düzgün, normal, yani insan cinsinden olduğu kuşkusuz görünen yabancı bir adam duruyor. Adam, Allah tarafından gönderildiğini söylüyor, ama genç kız henüz bundan emin değildir. Belki de saflığından, temiz duygularından yararlanmayı amaçlayan kötü niyetli bir tuzakla karşı karşıyadır. Adam, her mahcup genç kızın kulaklarını tırmalayacak bir amaçla geldiğini açık açık söylüyor. Kendisine bir erkek çocuğu bağışlamak istediğini belirtiyor. O tenha yerde yalnız ikisi vardır, ortalıkta başka hiçbir Allah kulu yok. Bu yüzden bu durum, Hz. Meryem'i bir daha tepeden tırnağa sarsan ikinci "şok" olur.

Fakat çok geçmeden toparlanır ve namusunu tehdit altında hisseden bir dişiye yaraşacak bir kahraman kesilir. Bu eda ile karşısındaki erkeğe açık açık sorar. Nasıl? Okuyoruz:

"Meryem, Cebrail'e 'Benim nasıl oğlum olabilir? Bana hiç erkek eli değmiş değildir, hiç gayrımeşru ilişkim de olmadı' dedi. "

Görüldüğü gibi Hz. Meryem, dobra dobra konuşuyor. Hem söylemek istediğini açık sözlerle dile getiriyor, örtülü ifadelerin dolambaçlığına başvurmuyor. Bu ıssız yerde yabancı adamla baş başadır. Üstelik adam, bu baskın kokan ziyaretinin amacını az önce açıklamış durumda. Fakat nasıl olacak da adam kendisine bir erkek çocuk bağışlayacak? Meryem bunu henüz anlamış değil. Gerçi adam kendisine "Ben Rabbinin gönderdiği bir elçiyim" dedi. Kendisine ne doğumunda ve ne de hayatında hiçbir lekeli nokta bulunmayan tertemiz bir erkek çocuğu armağan etmek amacı ile geldiğini belirtti, böylece güvenini kazanmaya çalıştı, ama bu tatlı sözler, O'nu içinde bulunduğu durumdan kaynaklanan korkusunu yatıştırmaya yetmedi. O halde şimdi utangaçlığın sırası değil. En iyisi açık açık konuşmalı. Bu iş nasıl olacak? Kendisi vücuduna erkek eli değdirmemiş bir bakiredir. Ayrıca bir fahişe de değildir ki, çocuk peydahlamaya yol açacak bir cinsel ilişkide bulunmayı kabul etsin!

Hz. Meryem'in bu sorusundan açıkça anlıyoruz ki, kendisi bilinen erkek-kadın çiftleşmesi dışında başka bir çocuk peydahlama yöntemi olabileceğini bir an bile aklının ucundan geçirmiyor. Bu da insan düşüncesinin çerçevesi içinde son derece normal bir tavırdır. Devam edelim:

Cebrail dedi ki; "Allah şöyle diyor: Bu iş benim için kolaydır. Bu olayı insanlara gücümüzü kanıtlayan bir mucize ve oğlunu da onlara rahmet kaynağı olarak sunmak istiyoruz."

Evet, Hz. Meryem'in, gerçekleşebileceğini aklının ucundan bile geçirmediği bu olağanüstü olay yüce Allah için son derece kolaydır. Çünkü olmasını istediği şeye sadece "ol" demesi yeterli olan sınırsız güç için, her iş kolaydır. O iş ister öteden beri biline gelen yasalara uygun olsun, isterse ters olsun, farketmez.

Okuduğumuz ayette Cebrail, Hz. Meryem'e şu açıklamayı yapıyor: Yüce Allah, kendisine bu işin O'nun için son derece kolay olduğunu bildiriyor. Bu olayı meydana getirmekteki amacı onu insanlara bir mucize olarak sunmaktır. Bu mucize O'nun varlığını, gücünün sınırsızlığını ve iradesinin kayıtsızlığını gösteren bir kanıt olacaktır. Ayrıca başta yahudiler olmak üzere bütün insanlar hesabına rahmet niteliği taşıyacaktır. Çünkü onları yüce Allah'ı tanımaya, O'nun kulu olmayı benimsemeye ve hoşnutluğunu kazanmaya özendirecektir.

Cebrail ile bakire Meryem arasındaki karşılıklı konuşma bu noktada sona eriyor. Bu karşılıklı konuşmadan sonra neler olduğunu ayetler bize anlatmıyor. Başka bir deyimle Kur an-ı Kerim'in hikâye anlatımında her zaman gördüğümüz sanatsal üslubun tezahürü olarak bir "boşluk" ile karşı karşıyayız. Bununla birlikte bize şu bilgi verilmektedir. Vücuduna erkek eli değmemiş bir bakire olmasına rağmen, Hz. Meryem'e bir oğlu olacağı bildirilmişti ve bu erkek çocuğun insanlara yönelik bir mucize ve rahmet olması yüce Allah tarafından kararlaştırılmıştı ya, bu karar bir oldu-bitti niteliği kazanmıştı, gerçekleşmesi kesinleşmişti. Okuyoruz:

"...Bu olay kesinleşmiş bir hükümdür."

Peki nasıl? burada bu konuda daha fazla bir açıklama yapılmıyor. ("Tahrim" suresinin 12. ayetinde "namusuna el değdirmiş olan imran kızı Meryem de mü'minler için bir örnektir. Biz ona ruhumuzdan bir soluk üflemiştik" deniyor. Acaba incelemekte olduğumuz Meryem suresinin yukarıdaki bir ayetinde geçen "ruhumuz' ifadesi ile "Tahrim" suresinde geçen "ruhumuz" ifadesi içerik bakımından bir midir, başka bir deyimle bu ifadeler anlamdaş mıdırlar?

Kişisel kanımıza göre bu ifadeler farklı anlam taşıyorlar. Bu ifade ile, bu surede "Ruh-ul al emin (güvenilir) lâkabı ile anılan Cebrail kasdediliyor. O yüce Allah'ın Hz. Meryem'e gönderdiği elçidir. Buna karşılık bu ifadenin "Tahrim" suresindeki anlamı, yüce Allah'ın Hz. Adeni e bir soluğunu üflemiş olduğu "ruh"un aynısıdır. Hz. Adem bu soluğun sonucunda "insan" biçiminde ortaya çıkmıştı. Yine bu ruh, Hz. Meryem'in edep yerine üflenen bir soluk sayesinde rahimdeki dişi sperma hücresi gelişmeye hazır bir canlı kimliği kazanmıştır. Bu ilahı soluk, hem hayat vermekte ve hem de ortaya çıkardığı canlıya türünün gerektirdiği temel yetenekleri bağışlamaktadır. İnsan sözkonusu olunca bu temel yetenekler, onu yücelikler alemine tırmandıran, "insan"a yaraşır algılarla, düşünce ile, duygularla ve sezgilerle donatan ayrıcalıklı nitelikler demektir.

Bu yaklaşımımızın ışığı altında biz Hz. Meryem'in olayını da şöyle açıklıyoruz: "Ruh-ul emin" lâkabı ile anılan Cebrail, yüce Allah'dan aldığı bu "ruh"un soluğunu taşıyarak Hz. Meryem'e iletmiştir.

Ama bu açıklamamızın arkasından şu temel görüşümüzü bir kere daha vurgulamak isteriz: Biz ne "Cebrail" anlamındaki ruhun ve ne de öbür anlamdaki ruhun özünü kavrayamayız. Bunların her ikisi de bilgimize kapalı kavramlardır. Yalnız biz bu iki surenin ilgili ayetlerini irdeleyince buradaki "ruh"un, oradaki "ruh"tan farklı anlama geldiğini anlarız.)

Bunun arkasından hikâyenin yeni bir sahnesi gözlerimizin önüne getiriliyor. Az önce şaşkınlığı ile başbaşa bıraktığımız bakire Meryem, bu yeni tabloda daha dehşetli bir görüntüde karşımıza çıkarılıyor. Okuyalım:



22- Böylece Meryem, oğluna gebe kaldı. Bu döneminde gözlerden uzak bir köşeye çekildi.

23- Bir süre sonra doğum sancıları tutunca bir hurma ağacının altına sığınmak zorunda kaldı ve "Keşke, daha önce ölmüş ve hafızalardan silinmiş olsaydım" dedi.

Bu tabloda Hz. Meryem'i, üçüncü "şok" yaşarken görüyoruz.

Ayetler, onun hamileliğine ilişkin bilgi vermiyor. Acaba nasıl gebe kaldı ve bu gebeliği ne kadar sürdü'' Acaba bu hamilelik, her kadının başından geçen normal bir hamilelik mi idi:' Eğer öyle ise şöyle düşünebiliriz: Cebrail'in soluğu, dişi spermaya canlılık ve hareket aşıladı. Arkasından bu sperma, embriyoya, embriyo bir lokmalık et parçasına ve et parçası kemiğe dönüştü. sonra kemikler kaslarla giydirildi, böylece oluşan cenin, ana rahmindeki bilinen günlerini doldurmuş oldu.

Olayların böyle bir gelişme çizgisi izlemiş olmaları mümkündür. Çünkü dişi sperma, döllendikten sonra gelişme ve büyüme sürecine girer ve bu süreç dokuz kameri ay sonra noktalanır. Bu olayda Cebrail'in üflediği soluk dölleme olayını gerçekleştirmiş ve dişi sperma bu noktadan itibaren doğal gelişim sürecini izlemiş olabilir.

Buna karşılık böylesine özel bir durumda dişi sperma, Cebrail'in üflediği soluktan sonra normal dışı bir gelişme çizgisi de izlemiş olabilir. Bu durumda sözünü ettiğimiz gelişme aşamalarının süreleri kısaltılmış olabilir. Böylece bu aşamaları izleyen ceninin oluşumu, gelişmesi ve olgunlaşması son derece kısa bir zamana sığmış olabilir.

Ayetler bu iki gelişme sürecinden hangisinin gerçekleştiği hakkında bilgi vermiyor. Bu yüzden hakkında herhangi bir delile sahip olmadığımız bu meseleyi daha fazla kurcalayacak değiliz.

Şimdi gözlerimizi, ailesinden uzak bir köşeye çekilen Hz. Meryem'e çevirelim. O bu yalnızlık köşesinde öncekilerden çok daha dehşet uyandırıcı bir durumdadır. Daha önceki durumlardaki problemi namus, terbiye ve ahlak problemi idi. Bu problem, kendisi ile vicdanı arasındaki bir problemdi. Oysa şimdiki sıkıntısı başkadır. Şimdi toplum önünde rezil olmanın, bir skandal kahramanı olarak çevresi ile yüzyüze gelmenin eşiğindedir.

Bu psikolojik acılarının yanısıra fizyolojik sancıların pençesinde de kıvranmaktadır. Kendisini bir hurma ağacı dalının yanına koşturan, bu hurma dalına tutunmaya zorlayan amansız doğum sancıları çekmektedir. Bu ıssız yerde tek başınadır, yapayalnızdır. Bakire bir genç kız olarak bu tür sancılarla ilk kez tanışmanın şaşkınlığı içinde bocalamaktadır. Karşı karşıya geldiği durum hakkında hiçbir ön bilgisi olmadığı gibi, kendisine en ufak bir yardımda bulunacak bir kimsesi de yoktur. Bu yüzden bunalım derecesine yaklaşmış bir bezginlik içinde şöyle dediğini duyuyoruz:

"Keşke daha önce ölmüş ve hafızalardan silinmiş olsaydım."

Biz onun bu sözleri söylerken yüzünde beliren ızdıraplı mimikleri görür gibi oluyor, duygusal çırpınışların nabzını avucumuzda hisseder gibi oluyor, çektiği acıların yüzlere yansıttığı izlere ellerimizle dokunur gibi oluyoruz. O karşı konulmaz bir özlem ile "unutulmuş" olmayı arzuluyor. Tıpkı aybaşı kanını silmek için kullanılan ve sonra fırlatılıp atılan bir paçavra gibi olmak istiyor.

İşte bu dayanılmaz acılar içinde engin dehşetin dalgaları ile boğuşurken karsılaştığı sürprizlerin en büyüğü meydana geliyor. Okuyalım:



24- Bu arada, ayakları altından şöyle bir ses duydu; "Sakın üzülme, Rabb'in senin için ayakların altından akan bir dere açtı. "

25- "Hurmanın dalını silkele de üzerine olgun ve taze hurmalar dökülsün."

26- "Ye, iç, gönlün rahat olsun. Eğer birini görecek olursan 'Ben Rahman olan Allah'a konuşmama orucu adadım, bu yüzden bugün hiç kimse ile konuşmayacağım' de. "

Aman Allah'ım! Az önce dünyaya gelen çocuk, ayaklarının yanıbaşında ki yattığı yerden annesine sesleniyor. Kadına gönlünü rahatlatacak, yüce Allah ile ilişkisini tazeleyecek sözler söylüyor. Ona ne yiyeceğini ve ne içeceğini gösteriyor. O'na Rabbini bulduracak delillere ve açık kanıtlara iletiyor.

Diyor ki; sakın üzülme; "Rabbin senin için ayaklarının altından akan bir dere açtı." O seni unutmuş, sahipsiz bırakmış değildir. O senin ayaklarının dibinde bir akarsu varetti. En akla yakın yoruma göre hemen o anda bir yeraltı kaynağından su fışkırdı, ya da dağdan kaynaklanan gizli bir su yolundan ansızın su kaynamaya başladı. Gövdesine dayandığın şu hurma ağacı var ya, silkele onu da olgun ve taze hurmalarını kucağına döksün. İşte sana yiyecek ve işte sana içecek. Tatlı yiyecek, lohusalar için uygun bir besin maddesidir. Hurma ise lohusa kadınlar için en yararlı bir yiyecek türüdür. O halde afiyetle "ye ve iç". "Gönlün rahat olsun" kalbin huzur içinde olsun. Eğer biri ile karşılaşacak olursan kendisine, hiç ağzını açmadan işaret yolu ile rahmeti bol olan Allah'a konuşmama orucu adadığını, kendi kendine konuşma yasağı koyduğunu, kendini Allah'a ibadet etmeye adadığını anlat ve hiç kimsenin sorusuna cevap verme.

Öyle sanıyoruz ki, Hz. Meryem, elini uzatıp yanıbaşında ki hurma ağacını silkelemeden ve böylece taze ve olgun hurmaların kucağına düşmesini sağlamadan önce uzun bir süre dehşet içinde, olduğu yerde donakaldı. Biraz sonra kendini toparlayınca yüce Allah'ın kendisini sahipsiz bırakmadığını kesinlikle anladı. Doğru yola iletici kılavuzunun yanıbaşında olduğunu farketti. O kılavuz, daha kundaktayken konuşan bu minicik yavrudur. Şimdi bu minik yavrunun kişiliğinde kendisine sunulan harikayı, olağanüstülüğü açıklamaya, tanıtmaya sıra gelmişti. Okuyalım:

27- "Bebeğini kucağına alıp yakınlarının yanına gelince kendisine dediler ki; "Ey Meryem, sen çok utandırıcı bir suç işledin.

28- "Ey Harun'un kız kardeşi, senin ne baban kötü bir adamdı ve ne de annen iffetsiz bir kadındı. "

Simdi bu çarpıcı sahneyi izleyelim.

Hz. Meryem'i kucağında bir bebekle görenlerin yüzlerinde beliren dehşeti tasavvur etmemiz zor olmasa gerek. Anlaşılan onu ilk görenler, en yakın akrabalarından oluşan dar çevresinin bireyleridir. Adamlar tertemiz, bakire, tapınak hizmetine adanmış, özünü ibadete vermiş kızları ile yüz yüzeler. Kızın kucağında yeni doğmuş bir bebek vardır. Onlar için bundan daha şaşırtıcı bir şey düşünülebilir mi'? Ayeti tekrar okuyalım:

"...Kendisine dediler ki; 'Ey Meryem, sen çok utandırıcı bir suç işledin."

"Ey Harun'un kız kardeşi, senin ne baban kötü bir adamdı ve ne de annen iffetsiz bir kadındı."

Adamların dilleri çözülmüş, Hz. Meryem'i paylama ve kınama yağmuruna tutmuşlar; "Ey Meryem, sen çok utandırıcı bir suç işledin" diyorlar, bağışlanmaz bir rezaletin damgasını yediğini yüzüne vuruyorlar. Arkasından öfkeleri acı bir alaya dönüşüyor; kendisine "Ey Harun'un kız kardeşi" diye sesleniyorlar. Hz. Harun seçkin bir peygamberdir. Sağlığında kutsal mabedin bakımını yürütmüş ve ölümünden sonra bu görevi soyundan gelenlere devretmiştir. Sen ki, kendini ibadete vermekle ve mabedin hizmetine adamakla soyunu ona dayandırdın. Ama taşıdığın bu saygın soy bağı nerede, işlediğin rezalet nerede! Bu ikisi hiç birbiri ile bağdaşır mı? Üstelik;

"Senin ne baban kötü bir adamdı ve ne de annen iffetsiz bir kadındı.

O halde kime çektin de bu çirkin işi yaptın? Senin bu işlediğin rezaleti ancak kötü babaların ve iffetsiz annelerin kızları yapar.

Adamların bu suçlamalarını hiç ses çıkarmadan dinleyen Meryem, bu noktada kucağındaki harika çocuğun az önceki tavsiyesini uyguluyor. Okuyoruz.



29- Bunun üzerine Meryem, eli ile oğlunu göstererek onunla konuşmalarını önerdi. Onlar da "Biz beşikteki çocukla nasıl konuşabiliriz?" dediler.

Şimdi adamların şaşkınlıklarının ne kadar arttığını, öfkeden nasıl küplere bindiklerini varın, siz düşünün. Bakire kızları, ansızın kucağında bir bebekle karşılarına çıkıyor. Sonra islediği rezaleti kınayanlarla alay ediyor, onlara hava atıyor. Kendisi hiç ağzını açmazken, yakınlarına kucağındaki bebeği gösteriyor, "bu işin sırrını ona sorun" demek istiyor. Adamlar ortak tepkilerini şöyle dile getirirler:

"Biz beşikteki çocukla nasıl konuşabiliriz" dediler.

30- O sırada beşikteki çocuk dile gelerek dedi ki; "Ben Allah'ın kuluyum. O bana kitap vererek beni peygamber yaptı."

31- "Nerede olursam olayım, beni insanlara yararlı kıldı. Bana sağ oldukça namaz kılmamı ve oruç tutmamı emretti."

32- ."Beni anama düşkün bir evlat olarak yarattı; dik kafalı ve kötülük düşkünü biri olmaktan uzak tuttu. "

33- "Doğduğum gün, öleceğim gün ve tekrar diriltileceğim gün Allah'ın rahmeti ve bağışı benimle birliktedir."

Görülüyor ki, Hz. İsa -selâm üzerine olsun- bizzat kendi ağzından yüce Allah'ın kulu olduğunu açıklıyor. O halde bazı hristiyanların ileri sürdükleri gibi O yüce Allah'ın oğlu değildir. Başka bazı hristiyanların ileri sürdükleri gibi O, ilah da değildir. Diğer bir hristiyan mezhebinin iddia ettiği gibi üç ilahın üçüncüsü de değildir ki, bu iddiaya göre bu üç ilah hem ayrı ayrı olarak ve hem de üçü birlikte ilahtırlar. Bunların yanısıra Hz. İsa, yüce Allah'ın kendisini peygamber olarak görevlendirdiğini ilan ediyor. Yani yüce Allah'ın oğlu ya da ortağı sözkonusu değildir. Yine bu açıklamasına göre yüce Allah onu insanlara yararlı kılmış, kendisine yaşadığı sürece namaz kılmayı, zekât vermeyi emretmiş, ana-babasına karşı hayırlı bir evlat olmasını, soydaşlarına karşı alçak gönüllü olmasını buyurmuştur. Demek ki, onun da herkes gibi süresi belirli, sınırları çizilmiş bir ömrü vardır. O da herkes gibi ölecek ve sonra yeniden diriltilecektir. Yüce Allah gerek doğduğu, gerek öldüğü ve gerekse yeniden diriltileceği gün esenliği, güveni ve gönül huzurunu ona yoldaş kılmıştır.

Okuduğumuz ayetler Hz. İsa'nın öleceğini ve yeniden diriltileceğini son derece açık bir dille ifade etmektedirler. Bu gerçek ne başka türlü yorumlanabilir ve ne de tartışma kaldırır.

Ayetler, bu tabloya başka bir şey eklemiyorlar. Adamların bu harika olay nasıl karşıladıklarını, bu çarpıcı olaydan sonra gerek Hz. Meryem'in gerekse harika oğlunun durumlarının ne olduğunu anlatmıyor. Hz. İsa'nın "O, bana kitap vererek beni peygamber yaptı" biçimindeki sözleri ile işaret ettiği peygamberlik olayının ne zaman gerçekleştiği de belirtilmiyor.

Çünkü burada bu hikâyeyi anlatmaktan güdülen tek amaç Hz. İsa'nın doğumu olayına dikkatleri çekmektir. Bu yüzden hikâyenin bu olağanüstü olaylı sahnesine ulaşılıp bu amaç gerçekleştirilince perde iniveriyor. Şimdi hikâyenin en uygun yerinde, güdülen bu amacı vurgulamaya, değerlendirme konusu yapmaya sıra gelmiştir. Bu değerlendirme yapılırken hem açık anlatımdan ve hem bu ifadelerin çağrışımlarından yararlanılmıştır. Okuyoruz:



34- İşte "gerçek söz "e göre Meryemoğlu İsa budur, oysa insanlar bu gerçek sözü kuşku ile karşılıyorlar.

35- Allah'a oğul edinmek yakışmaz. O böyle bir şeyden münezzehtir. O bir iş hakkında kesin hüküm verince o işe sadece "ol" der, o da hemen oluverir.

36- "Kuşku yok ki Allah sizin de benim de Rabb'imizdir, öyleyse sırf O'na kulluk ediniz. İşte dosdoğru yol budur. "

İşte Hz. İsa budur. Yoksa onu ilahlaştıranların ya da doğuşu konusunda annesine çirkin iftiralar atanların dedikleri gibi değildir. O gerçek mahiyeti ile böyle olduğu gibi dünyaya geliş biçiminin içyüzü de budur. Bu gerçekleri anlatırken o doğru söylüyor. Fakat insanların bir bölümü onun söylediklerini kuşku ile karşılıyorlar özlerine inanmaya yanaşmıyorlar. Oysa bu sözleri kendi ağzı ile söylüyor, hem de hikâyesinin olağanüstü akışı bu mesajı veriyor. Bu mesajın özü şudur:

"Allah'a oğul edinmek yakışmaz."

O böyle bir şeyden münezzeh olan bir yücedir. Evlât edinmek O'nun bu yüceliği ile bağdaşmaz. Ölümlüler soylarını sürdürmek için ve güçsüzler destek kazanmak amacıyla evlât ediniyorlar. Oysa yüce Allah kalıcıdır, varlığının sona ermesi sözkonusu değildir. Ayrıca güçlüdür, hiç kimsenin yardımına ihtiyacı yoktur. Tüm varlıklar O'nun "ol" sözü ile var olur. O bir işin olmasına karar verince o işe sadece "ol" der, o da hemen oluverir. Yani neyi gerçekleştirmek isterse ona iradesini yönelterek gerçekleştirir, bunun için ne evladın ve ne de yardımcının aracılığına ihtiyaç duymaz.

Hz. İsa, bu sözlerine ve olağanüstü olaylarının doğal çağrışımlarına yüce Allah'ın, hem kendisinin hem de tüm insanların Rabbi olduğunu açıklayarak, herkesi tek ve ortaksız Allah'ın kulluğunu benimsemeye çağırarak son veriyor. Okuyalım:

"Kuşku yok ki, Allah sizin de benim de Rabbimizdir. Öyleyse sırf O'na kulluk ediniz. işte dosdoğru yol budur."

Gerek Hz. İsa'nın ve gerekse hikâyesinin bu tanıklığından sonra bu konuda kuruntulara ve masallara yer yoktur. İşte hikâyeye ilişkin bu değerlendirmenin gerek açık ifadelerinden ve gerekse çağrışımlarından güdülen maksat bu gerçeği vurgulamaktır.

Bu açıklamanın arkasından çeşitli mezheplerin ve kesimlerin Hz. İsa konusunda görüş ayrılığı içinde oldukları belirtiliyor. Bu yalın gerçeğin ışığı altında bu görüş ayrılıkları dayanaksız ve birer çirkin iftira olmaktan öteye gitmiyor.

37- Çeşitli gruplara ayrılan insanlar, aralarında görüş ayrılığına düştüler. Vaygele kâfirlerin başına! O "büyük gün "de gözleri neler görecek.

Roma İmparatoru kardinallerden oluşan bir yüksek konsey topladı. Bu konsey hıristiyanlık tarihindeki üç ünlü konseyden biridir. Bu konseye iki bin yüz yetmiş kardinal katılmıştı. Adamlar Hz. İsa hakkında yoğun tartışmalar yaptılar. Her kafadan ayrı bir ses, her gruptan farklı bir görüş çıktı. Kimileri "O Allah'tır. Yeryüzüne indi, kimine can verdi kiminin canını aldı, arkasından tekrar göğe çıktı" dedi. Kimileri "O Allah'ın oğludur' dedi. Kimileri "O baba, oğul ve kutsal ruhtan oluşan üç ilahi unsurdan biridir" dedi. Kimileri "O üç ilahın üçüncüsüdür; Allah da, o da, annesi de birer ilahtır" dedi. Bazıları da "O Allah'ın kulu, peygamberi, ruhu ve kutsal sözüdür" dediler. Diğer bazı gruplar, başka farklı görüşler ortaya attılar. Gruplar arasında görüş birliğine varılamadı. En çok taraftar toplayan görüş ancak üç yüz sekiz kişiyi biraraya getirebildi. Bunun üzerine imparator bu görüşü benimsedi, onu savunanları destekleyip diğer görüştekileri dışladı ve başta tek Allah yanlıları olmak üzére tuttuğu görüşün karşıtlarını görevlerinden atarak sürgüne gönderdi.

Hz. İsâ ya ilişkin sapık inançlar kalabalık sayıdaki kardinallerin katılımı ile oluşan kilise konseyleri tarafından kararlaştırıldıkları için okuduğumuz ayetin devamında, tek Allah inancından sapan kâfirler, kardinal kalabalıklarından çok daha büyük kalabalıkların katılacağı önemli günün, kıyamet gününün dehşeti ile korkutuluyor. O gün kâfirlerin başına neler geleceğini herkes görecektir. Okuyoruz:



38- Karşımıza gelecekleri gün kulakları ne güzel işitecek ve gözleri ne iyi görecek. Fakat o zalimler, bugün açık bir sapıklık içindedirler.

39- Ey Muhammed, onları o hayıflanma ve pişmanlık günü hakkında uyar. Hani o gün onlar halâ gaflet içinde yüzerken ve inanmazlıklarım sürdürürlerken haklarındaki hüküm kesinleşiverir.

Evet, o "büyük gün" de görecekleri dehşetli manzara yüzünden vaygele başlarına! Sözkonusu "büyük gün"ün belirtisiz bırakılması, olağanüstü önemini ve korkunçluğunu vurgulamak içindir. O gün öyle büyük bir toplantı gerçekleşecek ki, bu toplantıya insanlar, cinler, melekler tümü ile katılacaklar ve bu toplantı, kâfirlerin kendisine düzmece ortaklar yakıştırdıkları yüce Allah'ın huzurunda gerçekleşecektir. Ayetlerin devamında kâfirlerle alay ediliyor, onların dünyadayken doğru yola erdirici kanıtları umursamazlıkla karşılayan tavırları kınanıyor. Oysa onlar o büyük ana-baba gününde kulakları herkesten iyi işiten, gözleri herkesten keskin gören kimseler olacaklardır. Ayeti bir daha okuyalım:

"Karşımıza gelecekleri gün kulakları ne güzel işitecek ve gözleri ne iyi görecektir. Fakat o zalimler bugün açık bir sapıklık içindedirler."

Bu kâfirler ne biçim adamlar! İşitmenin ve görmenin doğru yola ve kurtuluşa erdirici olduğu zaman ne kulakları işitir ve ne de gözleri görür. Fakat o büyük toplantı gününde en keskin gözlü ve hassas kulaklı kimseler kesilirler. Oysa o gün görmenin ve işitmenin onlara perişanlıktan, rezillikten başka bir şey kazandıracağı yoktur. Hep istemedikleri sözler işitecekler ve sırf korkunç manzaralar göreceklerdir o dehşetli günde! Devam ediyoruz:

"Ey Muhammed, onları o hayıflanma ve pişmanlık günü hakkında uyar."

O gün hayıflanmalar ve pişmanlıklar öyle üstüste biner, öyle yoğun olur ki, sadece hayıflanma günü, ahlanma ve vahlanma günü halini alır, başka bir şeye rastlanmaz olur. O günün havasına hayıflanma egemendir, en göze çarpıcı gelişmesi yazıklanma olur. Ey Muhammed, onları hayıflanmaların, ahlanmaların ve vahlanmaların yarar sağlamadığı o gün hakkında uyar. Çünkü;

"Hani o gün onlar halâ gaflet içinde yüzerlerken, ve inanmazlıklarını sürdürürlerken haklarındaki hüküm kesinleşiverir."

İfade o kadar canlıdır ki, sanki "o gün" ile onların iman etmemeleri arasında hiçbir zaman aralığı yoktur, o gün ile onların içinde yüzdükleri gaflet sanki bitişik, birbirleri ile bütünleşmiştir.

Onları işte o gerçekleşeceği kuşkusuz gün hakkında uyar. O gün yeryüzünün tüm varlıkları, tüm insanları yüce Allah'a döneceklerdir, O tek mülk sahibinin mülkiyetine gireceklerdir. Okuyoruz:

40- Kuşku yok ki, yeryüzünün ve oradaki tüm varlıkların son mirasçısı biz olacağız, tüm insanlar bize döndürüleceklerdir.

Hz. İsa'nın doğuşu hikâyesi, "Allah'ın oğlu"masalının çirkinliğini, asılsızlığını, düzmeceliğini ve sapıklığını ortaya koyarak noktalandı. Bunu Hz. İbrahim hikâyesinin bir bölümü izliyor. Bu hikâyede de müşriklik inancının ve puta tapıcılığın çirkinliği, asılsızlığı, düzmeceliği ve sapıklığı ortaya konuyor. Hz. İbrahim, Arapların soyundan geldikleri bir peygamberdir. Hatta Mekkeli müşrikler, O'nun oğlu Hz. İsmail ile birlikte inşa ettiği kutsal evin, yani Kâbe'nin bakıcıları, korucuları olduklarını söylerler.

Hikâyenin bu bölümünde Hz. İbrahim'in sevecenliği tatlı huyluluğu ve yumuşak kişiliği belirgin biçimde dikkatimizi çeker. Ayetlerden bize Arapça tercümeleri nakledilen sözleri ve ifadeleri onun fedakâr, kararlı ve yumuşak huylu kişiliğinin somut kanıtlarıdır. Aynı kişiliğin izlerini babasının cahillikleri karşısında takındığı cana yakın tutum da yansıtır. Bunun yanısıra bu hikâyede yüce Allah'ın ona yönelik rahmeti de gözler önüne serilir. Bu engin rahmetin tecellisi olarak yüce Allah, ona babasının ve putperest ailesinin yerine, sonradan büyük bir ümmete dönüşecek olan hayırlı bir soy armağan etmiştir. İlerde bu soydan birçok peygamberler ve örnek kişilikli önderler çıkacaktır.

Fakat bu örnek neslin arkasından namazı savsaklayan, ihtiraslarının tutsağı olan bir kuşak geldi. Bunlar ataları Hz. İbrahim'in açtığı aydınlık çığırdan, dosdoğru yoldan saptılar. Sözünü ettiğimiz bu kuşak Peygamberimizin karşısına dikilen şu müşriklerdir.

Yüce Allah, Hz. İbrahim'i dürüst ve gerçeğe son derece bağlı bir peygamber olarak tanıtır. Bu sıfat hem doğruluk, hem de gerçek tutkunu anlamlarını taşır. Bu sıfatların ikisi de onun kişiliğine uygun düşer. Şimdi ayetleri okuyalım:



41- Bu kitapta İbrahim hakkında anlattıklarımızı da hatırla. O son derece doğru sözlü ve dürüst bir peygamberdi.

42- Hani babasına dedi ki; "Ey babacığım, niye işitemeyen, göremeyen ve sana hiçbir yararı olmayan putlara tapıyorsun."

43-Babacığım, sana ulaşmayan bir ilim, geldi bana, ne olur bana tabi ol da seni dümdüz bir yola çıkarayım.

44- "Ey babacığım, sakın şeytana kul olma; çünkü o, rahmeti bol olan Allah'a baş kaldırmıştın"

45- "Ey babacığım, senin Allah'dan gelecek bir azaba çarptırılarak şeytanın dostu olacağından korkuyorum."

Hz. İbrahim, işte bu tatlı dille babasına yaklaşıyor. Onu yüce Allah'ın kendisini erdirdiği, bilgisi ile donattığı iyiliğe, hayırlı yola erdirmeyi deniyor. Ona "babacığım"gibi buram buram sevgi tüten bir seslenişle kendisine "Niye işitemeyen, göremeyen ve sana hiçbir yaran olmayan putlara tapıyorsun?" diye soruyor.

Normal olarak insanın ibadeti insandan daha üstün, daha bilgili ve daha güçlü bir varlığa yöneltmesi; insanın konumundan daha yüce ve daha ulu bir makama sunmasıdır. Ancak böyle bir tutum ibadet kavramı ile bağdaşabilir. Durum böyleyken nasıl olur da insan ibadeti, insandan daha aşağı konumda olan, hatta işitmez, görmez, fayda ve zarar sağlamaz nitelikleri yüzünden hayvandan bile daha aşağı konumda olan cansız varlıklara sunabilir? Bilindiği gibi Hz. İbrahim'in babası ve soydaşları, tıpkı İslâmın karşısına dikilen Kureyşliler gibi, putlara tapıyorlardı.

İşte Hz. İbrahim, çağrısına başlarken ilk önce bu temel espriye parmak basıyordu. Arkasından bu dediklerini kendi kafasından uydurmadığını vurguluyor. Tersine bu sözleri, yüce Allah'ın kendisine göndererek bilincine erdirdiği yüce bilgiye dayanıyordu. Gerçi o babasından yaşça küçük ve tecrübesiz bir delikanlı idi. Fakat yüce Allah'ın lütfu sayesinde gerçeği kavramış ve tanımıştı. O, buna dayanarak bu bilgiden yoksun olan babasına öğüt veriyor, tatlı sözlerle bilgisine erdirildiği yolda peşinden gelmesini istiyordu. Okuyoruz:

"Ey babacığım, sana gelmemiş olan bir bilgi bana geldi. O halde bana uy da seni düz yola ileteyim."

Eğer evlat, yüce bir kaynak ile ilişki halinde ise babasının onun peşinden gitmesi küçük düşürücü bir tutum değildir. Çünkü bu durumda baba, aslında o yüce kaynağın direktiflerine uymuş ve böylece hidayete erdirecek yolu izlemiş olur.

Hz. İbrahim putlara tapmanın ne kadar çirkin ve saçma bir tutum olduğunu açıkladıktan ve babasına çağrı yöneltirken hangi kaynağa dayandığını, gücünü nereden aldığını belirttikten sonra babasına açık açık söylüyor ki, tuttuğu yol, şeytanın yoludur, oysa kendisi onu rahmeti bol olan Allah'ın yoluna iletmek istiyor. Bu arada yüce Allah'ın babasına kızarak kendisini şeytanın bağlıları arasına katmasından, bu konuda kesin hüküm vermesinden korktuğunu hatırlatıyor. Okuyoruz:

"Ey babacığım, sakın şeytana kul olma; günkü o, rahmeti bol olan Allah'a baş kaldırmıştır.

Ey babacığım, senin Allah'tan gelecek bir azaba çarptırılarak şeytanın dostu olacağından korkuyorum."

İnsanları, yüce Allah'ı bir yana bırakarak putlara tapmaya kışkırtan şeytandır. Bu yüzden putlara tapanlar, aslında şeytana tapıyor, şeytana kul oluyorlar demektir. Şeytan ise "rahmeti bol" olan Allah'a baş kaldırmıştır. Hz. İbrahim babasını uyarıyor. Yüce Allah'ı öfkelendirmesinden endişe ettiğini söylüyor. Eğer yüce Allah'ı öfkelendirirse O'nun kendisini cezalandırarak şeytanın dostu ve çömezi yapabileceğini haber veriyor. Çünkü yüce Allah'ın kulunu doğru yola iletmesi, ibadete yöneltmesi bir nimet olduğu gibi, onun şeytana kul-köle olmasını hükmetmesi de bir bedbahtlık, bir felâkettir. Bu felâket kulu, son hesaplaşma gününde daha ağır azaba ve daha onarılmaz bir zarara sürükler.

Fakat en sevecen ve tatlı sözler aracılığı ile yapılan bu nazik çağrı bile putperest babanın kalbini yumuşatamaz, onun duygularını etkilemeyi başaramaz. Nitekim Hz. İbrahim'in babasının bu yumuşak sözlere verdiği cevabın paylama, azarlama ve tehdit olduğunu görüyoruz. Okuyalım:



46- Babası, ona "Ey İbrahim, sen benim taptığım tanrılara sat mı çeviriyorsun? Eğer bu tutumundan vazgeçmezsen seni taşa tutarak öldürürüm, uzun bir süre yanımdan uzaklaş" dedi.

Sen benim taptığım ilahlara karşı mı çıkıyorsun? Onlara tapmak istemiyor musun? Onlara yüz mü çeviriyorsun? Cüretini bu kadar ileri boyutlara mı vardırdın? Eğer böyle ise seni uyarmak isterim. Eğer bu çirkin tutumunda ısrar edersen sonun feci bir ölümdür. Okuyoruz:

"Eğer bu tutumundan vazgeçmezsen seni taşa tutarak öldürürüm."

Eğer sağ kalmak, canını kurtarmak istiyorsan yüzüme görünme, uzun bir süre yanımdan uzaklaş. Okuyalım:

"Uzun bir süre yanımdan uzaklaş."

İşte adam yukardaki terbiyeli ve nazik sözlere, böylesine kabaca bir karşılık veriyor, kendisine yöneltilen doğru yola gelme çağrısını bu kadar sert bir küstahlıkla reddediyor. İmanın eğittiği, olgunlaştırdığı kalp ile kâfirliğin kararttığı kalp arasındaki, iman ile küfür arasındaki ilişki hep böyle olmuştur.

Tatlı huylu Hz. İbrahim, bu kabalık karşısında kızmıyor, öfkelenmiyor. Babasına yönelik iyilikseverliğini, yapıcı duygusunu yitirmiyor, terbiyesini bozmuyor. Okuyalım:

47- İbrahim, babasına dedi ki; "Esenlik dilerim sana. Senin adına Rabbimden af dileyeceğim, hiç kuşkusuz benim Rabbim lütufkardır. "

48- "Sizleri, Allah'ı bir yana bırakarak taptığınız putlarla başbaşa bırakarak bir yana çekiliyor ve Allah'a yalvarıyorum. Umuyorum ki, Rabbime yalvarırsam kötü olmaktan kurtulurum."

Benden yana esenlik ve güven sana. Seninle tartışacak, sana kaba söz söyleyecek, tehditlerine ve korkutmalarına karşılık verecek değilim. Tersine senin için yüce Allah'a dua edeceğim. Seni affetmesini; sapıklığı sürdürmenin, şeytana çömezlik etmenin gerektirdiği cezadan seni muaf tutmasını, sana merhamet etmesini, doğru yolu bulmanı nasip etmesini dileyeceğim. Yüce Allah bana karşı hep lütufkâr davranarak O'na yaptığımız duaları her zaman kabul etmiştir?

Madem ki, yakınında oluşumdan, seni mü'min olmaya çağırmamdan rahatsız oluyorsun, senden ve soydaşlarından ayrılacağım, başımı alıp uzaklara gideceğim. Sizleri, yüce Allah'ı bir yana bırakıp taptığınız putlar ile başbaşa bırakacağım. Sizden uzak bir yerde tek başıma Rabbime kulluk edeceğim. Umuyorum ki, O benim dualarımı reddetmeyerek kötü duruma düşmeme meydan vermez. Görüldüğü gibi Hz. İbrahim'in tek dileği, yüce Allah'ın kendisini kötülüğe kapılmaktan korumasıdır. O'nun terbiyesi, bilinçli çekingenliği bunu gerektiriyor. O kendini üstün görmüyor ve bu alçak gönüllülük duygusu içinde kötülüğe kapılmaktan korunmanın ötesinde bir şey dilemeye dili varmıyor.

Böylece Hz. İbrahim, babasından ve soydaşlarından ayrılıyor. Onları taptıkları putlarla başbaşa bırakarak ailesini ve yurdunu terkediyor. Fakat yüce Allah, onu yalnız bırakmıyor. Tersine onu hayırlı evlatlarla ve yolunu izleyecek bir soy zinciri ile ödüllendiriyor. Okuyoruz:

49- İbrahim, onları taptıkları putlarla başbaşa bırakarak yanlarından ayrılınca kendisine İshak'ı ve Yakub'u bağışladık ve bunların her ikisini de peygamber yaptık.

50- Onlara rahmetimizden pay verdik. Her dilde saygı ile anılmalarını sağladık.

Hz. İshak, Hz. İbrahim'in oğludur. Eşi Sare'den doğmuştur. Sare'nin bundan önce çocuğu olmuyordu. Hz. Yakup ise Hz. İshak'ın oğludur. Fakat Hz. İbrahim'in oğlu gibi sayılır. Çünkü dedesinin sağlığında dünyaya gelmiş, onun evinde ve eli altında yetiştiği için doğrudan doğruya dedesinin oğluymuş gibi kabul edilir. Hz. Yakup bu ocakta büyürken gerekli din eğitimini görmüş ve bu bilgisini sonradan evlatlarına aktarmıştır. O da babası Hz. İshak gibi bir peygamberdi.

Okuduğumuz ayetlerin ikincisinde "Onlara (yani Ïbrahim'e, İshak'a, Yakub'a ve soylarına) rahmetimizden pay verdik"buyuruluyor. Burada Hz. İbrahim'e ve soyundan gelenlere yönelik bağışların "rahmet" deyimi ile ifadesinin gerekçesi şudur: Her şeyden önce rahmet, bu surenin havasına egemen olan en belirgin motiftir. Sonra bu bağışlar, inancı uğruna ailesini ve yurdunu terkeden Hz. İbrahim'in gönlünde ve çevresinde doğan boşluğu dolduran, onu yalnızlıktan ve gariplikten kurtaran ilahi armağanlar olarak sunuluyor. Devam ediyoruz:

"Her dilde saygı ile anılmalarını sağladık."

Adları geçen bu peygamberler ciddi, güvenilir dava adamları idi. Soydaşları ve milletleri arasında sözlerinin ağırlığı vardı. Direktiflerine uyuluyor, telkinleri saygı ile karşılanıyordu.

Ayetlerin akışı, Hz. İbrahim'in soyunu gündemde tutmaya devam èdiyor. Önce bu soyun Hz. İshak kolunu ele alarak Hz. Musa ile Harun'un hikâyesini anlatıyor.



51- Bu kitapta Musa hakkında anlattıklarımızı da hatırla. O tarafımızdan seçilerek gönderilmiş bir peygamberdi.

52- Ona Tur'un sağ yanından seslendik ve kendisi ile özel olarak konuşmak için onu yakınımıza getirdik.

53- Rahmetimizin bir sonucu olarak ona kardeşi Harun'u peygamber olarak armağan ettik.

Burada Hz. Musa "seçilmiş" bir önder olarak bize tanıtılıyor. Yüce Allah, onu kendisi için seçmiş ve çağrısını seslendirmek üzere görevlendirmiştir. O hem "Resul" hem de "Nebi" idi. "Resul" kendisine orijinal bir çağrı mesajı sunulmuş ve bu çağrıyı insanlara iletmekle görevlendirilmiş seçkin bir peygamberdir. "Nebi" ise insanlara orijinal bir mesaj duyurmakla görevlendirilmiş değildir. O, yüce Allah'dan aldığı bir inanç sisteminin taşıyıcısıdır. İsrailoğulları arasında Hz. Musâ'nın çağrısını sürdürmekle ve ona yüce Allah tarafından gönderilen Tevrat'ı hayata aktarmakla görevlendirilmiş birçok "Nebi"ler vardı. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor:

"Gerek islâma bağlı peygamberler ve gerekse Allah'a bağlı bilginler ve din adamları Allah'ın bu kitabının görevli koruyucuları ve doğruluğunun şahitleri sıfatı ile yahudiler arasında buna göre hükmetmişlerdir." (Maide Suresi 44)

Yine bu ayetlerde Hz. Musâ ya önemli üstünlükler bağışlandığı belirtiliyor. O'na Tur`un sağ yanından (doğallıkla o sıradaki pozisyonuna göre sağma düşen taraftan) seslenilmiş ve konuşma mesafesine kadar Allah'a yaklaştırılmıştır. Bu yakın mesafeden yapılan konuşma yüce Allah'a yakarma biçiminde olmuştu. Biz bu konuşmanın nasıl gerçekleştiğini ve Hz. Musâ'nın onu nasıl anlayabildiğini biliniyoruz. Acaba bu konuşma kulakların işitebileceği seslerden mi oluşmuştu, yoksa insan yapısının bütünü ile algılayamadığı dolaysız bir mesaj mıydı? Eğer öyle idi ise yüce Allah, Hz. Musâ'nın insana özgü yapısını O'nun ezeli sözünü algılamaya nasıl yetenekli hale getirdi? Bunların hiçbirini bilmiyoruz. Fakat bu konuşma olayının gerçekleştiğine inanıyoruz. Yüce Allah'ın kullarından biri O'nunla iletişim kurabilir. Bu iletişim sırasında ne kul, kulluk niteliğinden soyutlanır ve nede yüce Allah'ın yüce sözü, yüceliğini kaybeder. Böyle bir iletişimi gerçekleştirmek Allah için basit bir iştir. Üstelik daha önce insan "insan" olma niteliğini, Allah'ın ruhundan yapısına üflenen bir soluk sayesinde kazanmıştı.

Bilindiği gibi Hz. Harun, Hz. Musâ ya yardımcı ve destekçi olarak verilmişti. Bunu Hz. Musa yüce Allah'dan istemişti. Okuduğumuz ayetlerde bu armağan, Hz. Musâ ya yönelik bir rahmet olarak anılıyor. Başka bir ayette Hz. Musâ'nın bu isteği bize şöyle aktarılır:

"Kardeşim Harun'un konuşma yeteneği benimkinden üstündür. Onu benimle birlikte görevlendir ki, beni desteklesin, omuzlasın. Çünkü onların beni yalanlayacaklarından korkuyorum. (Kasas Suresi 34)

Zaten "rahmet" bu surenin tümünün havasına egemen olan bir motiftir. Ayetlerin devamında Hz. İbrahim'in soyunun başka bir kolu ele alınarak Araplar'ın atası Hz. İsmail gündeme getiriliyor. Okuyoruz:

54- Bu Kitapta İsmail hakkında anlattıklarımızı da hatırla. O sözünün eri idi ve tarafımızdan gönderilmiş bir peygamberdi.

55- O yakınlarına namaz kılmayı ve zekât vermeyi emrederdi. O Rabbinin hoşnutluğunu kazanmış bir kişi idi.

Burada Hz. İsmail sözün eri olmakla, sözünü tutmakla övülüyor. Sözünde durmak tüm peygamberlerin, hatta bütün iyi kulların ortak niteliğidir. Fakat anlaşılan bu nitelik Hz. İsmail'de son derece belirgindi. Bu yüzden özellikle vurgulanması, dikkatlere sunulması uygun görülmüştür.

Hz. İsmail, orijinal mesaj sahibi bir "Resul" idi. Bu yüzden ilk Araplar arasında hakka çağrı görevi yürütmüş olmalıdır. Zaten Arapların atası idi. Peygamberimizin peygamber olmasına yakın yıllarda tek Allah inancına bağlı, tek-tük bazı araplara rastlanıyordu. Bu kimselerin Hz. İsmail'in bağlılarının uzantıları olmaları kuvvetle muhtemeldir. Ayetlerde Hz. İsmail'e gelen inanç sisteminin temel ibadetlerinin namaz ve zekât olduğu anlatılıyor ve Hz. İsmail'in yakınlarına bu ibadetleri yapmalarını emrettiği belirtiliyor. Sonra da O'nun Allah'ın hoşnutluğunu kazanmış bir kişi olduğu dile getiriliyor. "Hoşnutluk" bu surenin havasına egemen olan belirgin motiflerden biridir. Bu motif, "merhamet" motifinin bir benzeri, aralarında anlam yakınlığı vardır.

Ayetlerin devamında son olarak Hz. İdris'in hikâyesine değiniliyor. Okuyoruz:



56- Bu Kitapta İdris hakkında anlattıklarımızı da hatırla o son derece doğru sözlü ve dürüst bir peygamberdi.

57- Onu yüce bir konuma çıkarmıştık.

Biz Hz. İdris'in hangi dönemde yaşadığını tam olarak bilemiyoruz. Fakat Hz. İbrahim'den daha önce yaşamış olması kuvvetle muhtemeldir. O İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerden değildi. Bu yüzden yahudi kaynaklarında adına rastlanmaz.

Okuduğumuz ayetlerde Hz. İdris son derece doğru sözlü ve dürüst bir peygamber olarak övülüyor, Allah tarafından yüce bir konuma yükseltildiği belirtiliyor. Yani kendisine yaşadığı toplumda rastlanmayan bir konum bağışlanmış, adı saygı ile anılır olmuştur.

Bu konuda bir görüş var. Bu görüşü şimdi kısaca tanıtacağız. Yoksa onu ne onaylıyoruz ne de reddediyoruz. Eski Mısır kültürünü araştıran tarihçilere göre İdris, eski Mısır dilindeki "Özeris" kelimesinin, Yahya, "Yuhanna"nın ve "elYesa" "el-yuşa"nın Arapçalaşmış biçimleridir. Bu araştırmalara göre "Özeris, hakkında birçok masallar uydurulmuş bir mitoloji kahramanıdır. Eski Mısırlılar'a göre o göğe çıkmış ve orada muhteşem bir tahta kurulmuştur. Bu inanışlara göre öldükten sonra davranışları tartıya vurularak iyilikleri kötülüklerinden daha ağır gelenler ilahları saydıkları Özeris'e kavuşurlar. Özeris göğe yükselmeden önce kendisine inananlara çeşitli bilgiler öğretmişti.

Hemeyse biz Kur'an'ın Hz. İdris'e ilişkin verdiği bilgi ile yetiniyor ve onun İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerden daha önce görev yaptığını güçlü ihtimal olarak kabul ediyoruz.

Şimdi okuyacağımız ayetler, hikâyeleri anlatılan peygamberleri, hızlandırılmış bir tarihi film şeridi gibi gözlerimizin önünden geçiriyor. Amaç her türlü kötülükten arınmış ve başını peygamberlerin çektiği bu seçkin mü'minler kafilesi ile sonradan onların yerini alan Arap ve yahudi putperestler arasında karşılaştırma yapmaktır. Bu karşılaştırma bu örnek eski kuşaklar ile onların yerine geçen yeni kuşaklar arasındaki farkın çarpıcı, mesafenin geniş ve uçurumun derin olduğunu ortaya koyuyor. Okuyoruz:



58- Bunlar nimete erdirdiği kimselerdir. Bunların kimi Adem soyundan, kimi Nuh ile birlikte gemiye bindirdiklerimizin soyundan, kimi de İbrahim ile İsrail'in soyundan gelen peygamberler ile doğru yola ilettiğimiz seçkin mü'minlerdir. Bunlar rahmeti bol Allah'ın ayetleri kendilerine okunduğunda ağlayarak secdeye kapanırlardı.

59- Bunların yerine namazı umursamayan ve ihtiraslarına tutsak olmuş kuşaklar geçti. Bu kuşaklar sapıklıklarının cezasına çarpılacaklardır.

Peygamberler tarihine ilişkin bu hızlı film şeridinde sadece tarihe yön vermiş belirgin halkalara değinilmekle yetinilmiştir. "Adem soyu"ndan, "Nuh ile birlikte gemiye binenler"den, "İbrahim ile İsrail'in soyu"ndan sözedilmiştir.

Hz. Ad'ın bu kafilenin tümünü kapsar. Hz. Nuh, Hz. Adem'den sonrasını kapsar. Hz. İbrahim, kendisi ile başlayan iki peygamber kolunu kapsar. Hz. Yakup, İsrailoğullarına gönderilen peygamberler zincirini kapsar. Arapların atası olan Hz. İsmail, aynı zamanda bir Arap olan ve peygamberler zincirinin son halkasını oluşturan bizim Peygamberimize kadarki zincirin ilk halkasını oluşturur.

Bu kafilenin başını çekenler peygamberlerdir. Onların yanında peygamberlerin sonraki kuşaklara sarkmış iyi davranışlı "seçilmiş" soydaşları vardır. Bu kafilenin belirgin niteliği şudur:

"Bunlar rahmeti bol olan Allah'ın ayetleri kendilerine okunduğunda ağlayarak secdeye kapanırlardı."

Yani onlar her türlü kötülükten titizlikle sakınan, yüce Allah'a son derece duyarlıkla bağlı kimselerdi. Yanlarında yüce Allah'ın ayetleri okunduğunda vicdanları ürperirdi. Duygularını dalgalandıran inanç coşkunluğunu anlatacak sözler bulmamız mümkün değildir. Gözlerinden sel gibi yaşlar akar ve "ağlaya ağlaya secdeye kapanırlar."

İşte bunlar, bu gözlerinden seller gibi yaş akıtanlar, yüce Allah'ın adı anılınca kalpleri ürperenler, her türlü kötülükten titizlikle uzak duran, duyarlı Allah bağlıları var ya? Onların arkasından yerlerine, yüce Allah'dan uzak kuşaklar gelmiştir. Bunlar "namazı umursamayan ve ihtiraslarının tutsağı olmuş" yığınlardır. Yani namazı bırakmışlar, onu inkâr etmişler ve ihtirasların akıntılarına kapılmışlardır. Bunlar ile onlar arasındaki fark ne kadar büyük ve aradaki benzemezlik ne kadar çarpıcıdır!

Bundan dolay okuduğumuz ayetin son cümlesi, doğru yolu titizlikle izleyen atalarından ayrılmış bu yığınları sapıtmakla ve yokoluşla tehdit ediyor. Okuyoruz:

"Bu kuşaklar sapıklıklarının cezasına çarpılacaklardır."

Bu ceza,doğru yolu şaşırmanın, sapıtmanın sonucu olan kaybolmak ve helâk olmaktır.

Fakat arkadan gelen ayetlerde tövbe kapısı ardına kadar açılıyor. Bu kapıdan esen merhamet, lütuf ve nimet meltemi yüzümüzü okşuyor. Okuyoruz:



60- Yalnız tövbe ederek iman edip iyi ameller işleyenler bu genel hükmün kapsamı dışındadırlar. Onlar cennete girecekler ve en ufak bir haksızlığa uğratılmayacaklardır.

61- Rahmeti bol Allah'ın kullarına, somut olarak göstermeden vadettiği Adn cennetlerine gireceklerdir. Allah'ın vaadi kesinlikle gerçekleşecektir.

62- Onlar orada boş sözler değil, sadece esenlik dilekleri işitirler.

Orada sabah-akşam yemekleri de hazırdır.

63- İşte kötülüklerden kaçınan kullarımızın mirasçısı olacakları için de sürekli kalacakları cennet budur.

İnsanın imanını tazeleyen, iyi amellerin başlangıç adımını oluşturan, böylece yapıcı anlamını pratiğe yansıtan, kararlı tövbe sahibini bu acı sondan korur. Böyle bir tövbe edenler ağır cezalardan kurtulurlar. Bunun yerine en ufak bir haksızlığa uğratılmaksızın cennete girerler. Orada sürekli kalmak üzere cennete girerler. O cennet ki, rahmeti bol olan Allah, onu kullarına vadetmişti ve mü'minler de daha orayı görmeden bu vaade inandılar. Yüce Allah'ın vaadi mutlaka gerçekleşir, havada kalmaz.

Daha sonra cennete ve cennetliklere ilişkin, somut bir tablo ile gözgöze geliyoruz. Okuyalım:

"Onlar orada boş sözler değil, esenlik dilekleri işitirler. "

Cennette ne gevezelik ne sürtüşme ve ne de tartışma vardır. Orada yalnız bir tek ses işitilir. Oranın "hoşnutluk" saçan havasına uygun düşen bu ses esenlik dileklerinin havayı çınlatan sesidir. Orada yemek-içmek garanti altındadır. Cennetliklerin bu ihtiyaçların peşinden koşmaları, çaba harcamaları gerekmez. Orada hiç kimse "acaba yemeğim aksar mı?", "acaba yiyecek stoklarımız biter mi?" diye endişeye ve korkuya kapılmaz. Okuyoruz:

"Orada sabah-akşam, yemekleri de hazırdır."

Oradaki bolluk, güven ve hoşnutluk havasına, endişe ve peşinden koşma girişimi uygun düşmez. Devam edelim:

"İşte kötülüklerden kaçınan kullarımızın mirasçısı olacakları, içinde sürekli kalacakları cennet budur."

Oraya mirasçı olmak isteyenlerin izleyecekleri yol bellidir. Tövbe, iman etmeye yararı yoktur. Sebebine gelince yukarda sözünü ettiğimiz kötülükten arınmış peygamberler ile yüce Allah'ın doğru yola ilettiği seçkin kimseler, arkalarınmış peygamberler ile yüce Allah'ın doğru yola ilettiği seçkin kimseler,arkalarında soylarından gelen mirasçılar bırakmışlardır. Fakat bu mirasçılar "namazı savsakladıkları ve ihtiraslarının tutsağı oldukları" için bu mirasçılıklarının hiçbir yararını göremeyerek "ilerde suçlarının cezasına çarpılmak"tan kurtulamamışlardır.

Peygamber hikâyelerinden oluşan bu bölüm yüce Allah'ın kayıtsız-şartsız Rabblığını ilan ederek insanları kulluğu sırf O'na yöneltmeye ve bu kulluğun yükümlülüklerine katlanmaya çağırarak, O'nun eşi ve benzeri olmadığını vurgulayarak noktalanıyor. .



64- Cebrail, Muhammed'e dedi ki; "Biz ancak Rabbinin izni ile yere ineriz. Geleceğimiz, geçmişimiz ve bu ikisi arasındaki tüm olaylar O'nun tasarrufu altındadır. Senin Rabbin hiçbir şeyi unutmaz

65- O göklerin, yerin ve bu ikisi arasındaki tüm varlıkların Rabbidir. O halde sırf O'na kulluk ediniz ve bu kulluğun omuzlarına bindirdiği tüm yükümlülüklere katlanınız. O'nun bir benzerini tanıyor musun?

İlk ayette bize aktarılan Cebrail'in "Biz ancak Rabbinin izni ile yere ineriz" sözüne ilişkin elimizde çeşitli rivayetler vardır. Bu söz, yüce Allah'ın buyruğu üzerine vahiysiz geçen bir dönemin bitiminde Peygamberimize söylenmişti. Bu dönem boyunca Cebrail, Peygamberimize gelmemiş, mesaj indirmemişti. Bu yüzden Peygamberimiz yalnızlık duygusuna kapılmış, sevgilisi ile iletişim kurmay özlemişti. İşte bu ara dönemin sonunda yüce Allah, Cebrail'i "Biz ancak Rabbinin izni ile yere ineriz" demekle görevlendirmişti. Cebrail, kısaca "Bizim her işimiz O'nun elindedir" demek istemişti. Ayeti okumaya devam edelim:

"Geleceğimiz, geçmişimiz ve bu ikisi arasındaki tüm olaylar O'nun tasarrufu altındadır."

O hiç bir şeyi unutmaz. Yalnız sadece O'nun hikmeti gerektirince vàhiy iner. Okuyoruz:

"Senin Rabbin hiçbir şeyi unutmaz."

Bu açıklamanın arkasından yüce Allah'a kulluk etmenin getireceği yükümlülüklere katlanmak gerektiğini, bunun yanısıra Rabb olarak sırf O'nun tanınmasını, başkasını ilahlaştırmaktan kaçınılmasını vurgulamak uygun görülmüştür. Okuyoruz:

"O göklerin, yerin ve bu ikisi arasındaki tüm varlıkların Rabbidir.

O halde şu koca evrende O'nun dışında bir hakim ve O'nun bir başka ortağı yoktur. Devam edelim:

"O halde sırf O'na kulluk et ve bu kulluğun omuzlarına bindirdiği tüm yükümlülüklere katlan."

Evet, sırf O'na kulluk et ve kulluğun getirdiği yükümlülüklere sabırla katlan. Bu yükümlülükler, insanı yüce Allah'ın katında yüce bir doruğa yükselten, bu yüce dorukta sürekli kalmayı sağlayan zorluklardır. O'na kulluk sun, kendini bu amaca ada, tüm gücünü bu yüce doruktaki buluşma ve feyiz alma için seferber et. Bu anlamdaki ibadetin sıkıntıları vardır. Bu sıkıntılar kendini bu işe vermenin, bu amaç üzerinde yoğunlaşmanın, bundan alıkoyacak her uğraştan, her fısıltıdan, her yan etkiden sıyrılmanın sıkıntılarıdır. Fakat bu çabada sadece tadanların bilebilecekleri bir haz vardır. Fakat o sıkıntılara katlanmadan, kendini o amaca vermeden, o amaç üzerinde yoğunlaşmadan, bu uğurda canı dişe takmadan o hazza erilemez. Bu haz, varlığını ona adayanlar dışında hiç kimseye sırrını açmaz, hiç kimseye büyüleyici kokusunu koklatmaz. Bunun için insanın duygularının gözeneklerini ve kalbini tümü ile ona açması gerekir.

Evet "O halde sırf O'na kulluk et ve bu kulluğun omuzlarına bindirdiği tüm yükümlülüklere katlan." İslâmda "ibadet" demek, sadece belirli görevleri yapmak demek değildir; her faaliyet, her hareket, her duygu, her niyet ve her yöneliş "ibadet" kavramının kapsamına girer. Bütün bu konularda, tüm bu faaliyet dallarında insanın sadece yüce Allah'a yönelmesi, başka hiçbir varlığı gözönünde tutmaması sıkıntılı bir çabayı gerektirir. Sabırlı olmayı, direnmeyi gerektirir. Bu direnme sonucunda kalbi, yeryüzüne ilişkin tüm faaliyetlerden uzaklaştırarak göğe yöneltmek gerekir. Tüm duyguları yeryüzü tortularından, ihtiyaçların boyunduruklarından, nefsin tutkularından ve hayatın cazibelerinden arındırmak gerekir.

İslâma göre ibadet eksiksiz bir hayat biçimidir. İnsan bu hayat biçimi uyarınca yaşar. Hayatının küçük-büyük her türlü olayında Allah'a ibadet etme bilinci taşır. Her türlü faaliyetinde ibadetin bu temiz ve aydınlık saçan doruğuna tırmanır. Bu hayat biçimi de sabretmeyi, çaba harcamayı ve sıkıntıya katlanmayı gerektirir.

Evet "O halde sırf O'na kulluk et ve bu kulluğun omuzlarına bindirdiği tüm yükümlülüklere katlan", çünkü O, şu evrende kendisine kulluk sunulan tek ilahtır; fıtratların ve kalplerin doğal bir dürtü ile yöneldikleri tek mercidir.

"O'nun bir benzerini tanıyor musun?"

O'nun bir başka eşini tanıyormusun? Haşa! Allah'ın eşi ve benzeri yoktur. Bu surenin geçen bölümünde bize şunlar anlatıldı: "Hz. Zekeriyya ile Yahyâ'nın doğuşu", "Meryem ile Hz. İsâ'nın doğuşu", "Hz. İbrahim ile onun babasından ayrılış." Bu peygamberlerin arkasından gelen doğru yol izleyicileri ile sapanlar, son olarak bu hikâyelere ilişkin bir genel değerlendirme bölümü okuduk. Bu değerlendirme bölümünde tek Allah'ın Rabblığı açıklanmıştı. O tek Allah'ın ortaksız biçimde ibadet etmeye layık olduğu vurgulanmıştı. Bu sonuç, sözü edilen hikâyelerin olaylarında, somut tablolarında ve yorumlarında ön plâna çıkan son derece önemli bir gerçektir.

Surenin bu son bölümünün gündemini, müşriklik inancı ile yeniden diriliş olgusunu inkâr etme saplantısına ilişkin tartışma oluşturur. Bunun yanısıra çeşitli insan gruplarının akıbetlerine ilişkin kıyamet sahneleri sunulur. Bu sahneler son derece canlı, hareketli ve heyecanlı sahnelerdir. Bu sahnelerde gökleri, yeri, insanları, cinnleri, mü'minleri ve kâfirleri ile tüm evren gözlerimizin önüne serilir.

Bu sahnelerde sık sık dünyadan ahirete geçilir. Bu ani geçişler sırasında dünya ile ahiretin birbirine bağlı olduğunu, aralarında kopukluk olmadığını farkederiz. Sebepler buraya, bu yeryüzüne bağlı olarak sunulur, arkasından bu sebeplerin sonuçları orada, ahiret sahnesinde karşımıza getiriliyor. Sahnenin bu iki tablosu arasında sadece birkaç ayetlik ya da birkaç kelimelik mesafe olduğunu görürüz. Bunu görünce bu iki alemin bitişik, bütünleşmiş ve birbirini tamamlar nitelikte olduklarını anlarız.



66- İnsan "Ben öldükten,sonra mı yeniden diriltileceğim?" der.

67- İnsan, vaktiyle hiçbir şey değilken, kendisini yoktan varettiğimizi düşünmüyor mu?

68- Rabb'inin yüceliği hakkı için, onları peşlerinden gittikleri şeytanları ile birlikte biraraya getireceğiz, sonra da dizüstü çöktürerek cehennemin çevresinde toplayacağız.

69- Sonra her grubun,rahmeti bol olan Allah'a baş kaldıran en azılı ele başlarını ayıracağız.

70- Sonra biz onların hangilerinin öncelikle cehenneme girmeleri gerektiğini, kuşkusuz, herkesten iyi biliriz.

71- Aranızda cehenneme uğramayacak hiç kimse kalmayacaktır. Bu Rabbinin kesinleşmiş bir hükmüdür.

72- Sonra sakınanları kurtararak zalimleri, dizüstü çökmüş durumda orada bırakırız.

Sahnenin perdesi "insan"ın yeniden diriliş konusunda söylediği sözlerle açılıyor. Çünkü bu sözler, değişik yüzyıllarda yaşayan çeşitli insan grupları tarafından söylenmiş sözlerdir. Bu yüzden bu sözler, "insanoğlu"nun her kuşakta tekrarlanan kuşkusunu ve itirazını özetler gibidir. Tekrar okuyalım:

"İnsan 'Ben öldükten sonra mı yeniden diriltileceğim' der."

Bu itiraz, insanın ilk yaratılışından habersiz oluşundan kaynaklanır. İlk yaratılışından önce nerede idi? Nasıl bir şeydi? O hiçbir şey değilken sonra varolmuştu. Eğer insan düşünse yeniden dirilmek, ilk kez yaratılmaktan daha akla yakın,daha akla sığar bir olaydır. Okuyoruz:

"insan vaktiyle hiçbir şey değilken kendisini yoktan varettiğimizi düşünmüyor mu?"

İnsan aklının bu tuhaf yaklaşımı vurgulandıktan ve kınandıktan sonra bu kınamayı tehdit içerikli bir yemin izliyor. Yüce Allah, yüce varlığı adına yemin ediyor ki, bu en büyük, en çarpıcı yemindir. Yeminin arkası şöyle geliyor: İnsanlar yeniden diriltildikten sonra büyük bir toplantıda biraraya getirileceklerdir. Bu konudaki hüküm kesinleşmiştir. Okuyalım:

"Rabbinin yüceliği hakki için onları peşlerinden gittikleri şeytanları ile birlikte biraraya getireceğiz."

Hem sadece onları değil, şeytanlarını da kendileriyle birlikte biraraya getireceğiz. İnkârcılıkta onlara elebaşılık yapanlar şeytanlardır. Onlar ile şeytanları arasında önder-çömez, ve güden-güdülen ilişkisi vardır. Bunun arkasından onlara ilişkin somut bir tablo gözlerimizin önünde canlandırılıyor. Bu küçük düşürücü perişanlık tablosunda inkârcıların dizüstü çökmüş durumda cehennemin çevresinde toplandıklarını görüyoruz. Okuyalım

"Sonra da onları dizüstü çöktürerek cehennemin çevresinde toplayacağız."

Bu son derece korkunç, tüyler ürpertici bir tablodur. İnkârcıların oluşturduğu bu sayıya vurulmaz, hesaba gelmez yığınlar cehennemin karşısında toplanmışlar dizüstü çökmüş durumda etrafında halkalanmışlardır. Cehennemin korkunç alevlerini gözleri ile görüyorlar, onun kavurucu sıcakları vücudlarını yalıyor. Her an yakalanıp içine atılma beklentisi ile titriyorlar. Aşağılanma ve korku içinde dizleri üzerinde çırpınıyorlar.

Özellikle kendini beğenmiş zorbalar için son derece aşağılayıcılık yansıtan bu sahneyi bir başka sahne izliyor. Bu sahnede en azılı ve en zorba kâfirlerin kalabalıktan ayıklanıp başka bir yere götürülmek üzere tutuklandıklarını görüyoruz. Okuyalım:

"Sonra her grubun rahmeti bol olan Allah'a baş kaldıran en azılı ele başlarını ayıracağız."

Ayetteki "ayıracağız" fiili, şeddeli (çift sesli) olarak kullanılmıştır. Amaç seslerinin titreşimi ile çağrışımı ile sözü edilen "ayırma" eyleminin sert olan biçimini canlandırmaktır. Bu ayırmayı cehenneme atma tablosu izliyor ki, bu hareketi okuyucunun hayal gücü tamamlıyor.

Kuşku yok ki, bu günahkârlar kalabalığı içinde kimlerin daha önce cehenneme atılmaları gerektiğini bilir. Bu yüzden aslında sayıya gelmeyecek kadar kalabalık olmalarına rağmen yüce Allah'ın tek tek sayıya vurmuş olduğu yığınlardan hiç kimse rastgele cehenneme atılmaz. Okuyoruz:

"Sonra biz onların hangilerinin öncelikle cehenneme girmeleri gerektiğini, kuşkusuz, herkesten iyi biliriz."

Bunlar cehenneme atılacakların öncüleri olmak üzere seçilmektedirler. Bu korkunç gösteri, mü'minler tarafından da izlenir. Okuyalım:

"Aranızda cehenneme uğramayacak hiç kimse kalmayacaktır. Bu Rabb'inin kesinleşmiş bir hükmüdür."

Mü'minler cehennemin yanına getirilirler, oraya yaklaştırılırlar, yanından geçerler; o sırada onun alevlerinin harlamalarını, yalazlaşmasını ve ağarmasını görürler. Bu zamanda ağır suçluların ayıklanıp içine atılışına da tanık olurlar. Fakat;

"Sakınanları kurtarırız."

Mü'minler, suçlu yığınların yanında uzaklaştırılırlar, son anda paçayı kurtarırlar. Devam ediyoruz:

"Zalimleri dizüstü çökmüş durumda orada bırakırız."

Günahkârların aşağılanarak ve horlanarak dizüstü bekletildikleri, günahlardan sakınanların paçayı kurtararak zalimleri o perişan durumda arkalarında bıraktıkları sahneden bir dünya sahnesine geçiyoruz. Bu sahnede şunlarla gözgöze geliyoruz. Kâfirler, mü'minlere tepeden bakıyorlar, yoksullukları yüzünden onları ayıplıyorlar. Buna karşılık şu geçici dünyadaki varlıkları etkileyici görüntüleri ile ve değerleri ile böbürleniyor, caka satıyorlar. Okuyoruz:



73- Açık ayetlerimiz okunduğu zaman kâfirler, mü'minlere "Hangimizin sosyal konumu daha üstün, hangimizin itibarı daha yüksektir" derler.

Bir tarafta sosyetik davetler, muhteşem toplantılar, yozlaşma dönemlerinde seçkinlerin ve şımarıkların geçerli saydıkları çeşitli değerler at oynatıyor. Karşı tarafta mütevazi görünüşlü toplantılar, yoksul sofraları göze çarpıyor. Bu toplantılarda varolan, bol bulunan tek şey "iman." Gerisi hep "yok." Süs yok, gösteriş yok, cazibe yok, ihtişam yok, görkem yok. Bu iki kutup şu yeryüzünde karşı karşıya geliyorlar, yanyana duruyorlar.

Birinci kutup bütün ayartıcı, baştan çıkarıcı silahlarını kuşanarak ortaya çıkıyor. Servetini, güzelliğini, saltanatını, itibarını, gerçekleştirdiği çıkarlarını, cebini şişiren vurgunlarını, eğlencelerini ve lüks yaşantısını ortaya koyuyor. Karşı kutup ise yoksul ve alçakgönüllü görüntüsü ile meydana çıkıyor. Mala ve eğlenceli hayata dudak büker. Mevki ile, saltanatla alay eder. İnsanları tarafına çağırır. Bunu ne gerçekleştirmek istediği bir haz uğruna, ne yoluna koymayı dilediği çıkarları uğruna yapar. Bir egemenliğin yakınlığını kazanmak, bir yetkiliye sırtını sıvazlatmak da değildir amacı. Bu çağrıyı inancı adına seslendirir. Mücadelesi gösterişten yoksun, her türlü çekicilikten arıdır, yüce Allah'dan başka hiç kimsenin beğenisine metelik vermez. Dahası var. Bu inancı insanlara tanıtırken sıkıntı çeker, ter döker, göğüs göğüse çarpışır, hakaretlere uğrar. Bu dünyanın hiçbir varlığı hiçbir değeri bu mücahidlere ödül olaya lâyık değildir. Onların tek ödülü yüce Allah'ın yakınlığını kazanmalarıdır. Asıl ödüllerini, eksiksiz biçimde, son hesaplaşma gününde alacaklardır.

Kureyş kabilesinin şu burnu büyük şeflerine bakınız. Yüce Allah'ın ayetleri kendilerine okununca yoksul mü'minlere dudak bükerek şöyle derler; "Hangimizin sosyal konumu daha üstün, hangimizin itibarı daha yüksektir? Muhammed'e inanmayan kodomanlarınmı, yoksa O'nun etrafında halkalanan yoksulların mı? Söyleyin bakalım bu iki kesimin hangisinin sosyal konumu daha üstün, hangisinin itibarı daha yüksektir? Nadir b. Haryis'in, Amr b. Hışam'ın, Velid b. Mugıre'nın ve kodaman dostlarının mı, yoksa Bilâl'in, Ammar'ın, Habbab'ın ve gariban yoldaşlarının mı? Eğer Muhammed'in, insanları benimsemeye çağırdığı inanç sistemi iyi bir şey olsaydı, onun bağlıları, Kureyş toplumu içinde hiçbir yeri, hiçbir önemi olmayan şu birkaç gariban mı olurdu? İnananlar basık, yoksul ve çıplak bir kulübeden başka toplanacak yer bulamayan zavallılar mı olurdu? Buna karşılık karşıtları sosyetik toplantıların davetlileri ve toplumun parmakla gösterilen yıldızları mı olurdu?

Bu mantık toprağa bağımlıların, her zaman ve her yerde rastlanan yüce ufukları görecek gözü olmayan nasipsizlerin mantığıdır. Bu inanç sisteminin süsten, gösterişten, debdebeden ve diğer baştan çıkarıcı avantajlardan soyutlanmış bir yalınlıkta ortaya çıkması rastgele değildir; bu durum yüce Allah'ın hikmetinin sonucudur. Güdülen amaç şudur: Bu inancın sırf kendisini isteyenler, insanların alkışlarını ellerinin tersi ile bir yana iterek yüce Allah'ın rızasına göz dikenler, insanların karşılarında takla attıkları değerleri ve baştan çıkarıcı avantajları hiçe sayabilenler ona gelsinler. Buna karşılık mevki, çıkar, gösteriş, debdebe, servet, refah ve lüks hayat düşkünleri ondan uzak dursunlar.

Bir sonraki ayette şaşkın, mevkileri ve debdebeleri ile böbürlenen kâfirlerin bu şımarık sözlerine vicdanları titreten bir karşılık veriliyor. Bu karşılık, kalpleri eski sapık kuşakların yok oluşlarına yöneltiyor. Eski sapıkların sahip oldukları parlak mevkilere ve başlarını döndüren ölçüsüz refaha rağmen yokolmaktan kurtulamadıklarına dikkat çekiliyor. Okuyoruz:

74- Oysa biz eski dönemlerde onlardan daha varlıklı ve daha gösterişli nice kuşakları yokettik.

Evet, o sapıkların dayalı-döşeli köşkleri, lüksleri, tantanaları ve cazip görüntüleri kendilerine bir yarar sağlamadı. Yok olmalarına ilişkin ilahi kararın gerçekleşeceği anda bunların hiçbiri onları yüce Allah'ın cezasından kurtaramadı.

Ama şu "insanoğlu" denen varlık unutkandır. Eğer gerçekleri hatırlasa ve düşünse görünüşün büyüsüne aldanarak gurura kapılmazdı. Eski sapıkların yok edilişlerine ilişkin tarihi olaylar gözünün önüne dikilip kendisini uyarırken, benzer akıbete uğramaktan, sakındırırken hiçbir şey olmamış gibi pervasız yaşantısını sürdürmëzdi. Kendisinden daha güçlü, daha zengin ve daha kalabalık tayfalı eski yoldaşlarının acı akıbetlerinin kendisini de beklediğini gözardı etmezdi.

Sapıkların dikkatlerini geçmişin acı olaylarından ders almaya yöneltmek isteyen bu "ihtar"dan sonraki ayette Peygamberimiz, bu kâfirlere meydan okumaya çağrılıyor. Bu iki grubun hangisi sapık yolda ise yüce Allah'ın sapıklığını arttırmasını dilemesini emrediyor. Nasıl olsa kâfirler ya tehdit edildikleri dünya azabı ile ya da kıyamet gününün dehşeti ile yüzyüze geleceklerdir. Okuyalım:



75- Onlara de ki; rahmeti bol olan Allah sapık yolda olanlara ne kadar geniş maddi imkân verirse versin, sonunda tehdit edildikleri somut azab ile ya da kıyamet günü ile yüzyüze geldiklerinde nasıl olsa kimin sosyal konumunun daha düşük ve kimin askeri gücünün daha zayıf olduğunu öğreneceklerdir."

76- Allah doğru yolda olanların sapmazlıklarını pekiştirir. Kalıcı iyi ameller, Rabb'in katında daha iyi ödül kazandırıcı ve daha mutlu akıbete erdïricidirler.

Müşrikler, zengindirler diye, lüks içinde yüzüyorlar diye kendilerinin, Peygamberimizin bağlılarından daha doğru yolda sanıyorlar, öyle mi? Öyle olsun bakalım! Peygamber, işi olayların akışına bıraksın da yüce Allah, sapık tarafın sapıklığını ve doğru tarafın doğruya bağlılığını daha da arttırsın. Nasıl alsa yüce Allah'ın tehdidi bir gün gerçekleşecektir. Bu tehdit ya sapıkların, mü'minler eli ile cezalandırılmaları ya da kıyamet gününün "büyük azab"ı şeklinde somutlaşacaktır. O zaman onlar hangi tarafın sosyal konumunun düşük, hangi tarafın askeri gücünün zayıf olduğunu öğreneceklerdir. İşte o gün mü'minlerin sevinç ve övünme günü olacaktır. Okuyalım:

"Kalıcı, iyi ameller Rabbinin katında daha iyi ödül kazandırıcı ve daha mutlu akıbete erdiricidir."

Evet, "kalıcı, iyi ameller" yeryüzü tutsaklarını övündüren ve baştan çıkaran bütün kof değerlerden daha üstündür.

Daha sonraki ayetlerde kâfirlerin şımarıklıklarına yeni bir örnek veriliyor, onların kınanan ve tuhaflığı vurgulanan bir başka sözleri aktarılıyor. Okuyalım:

77- Ey Muhammed, şu ayetlerimizi inkâr eden ve "Bana kesinlikle mal ve evlat verilecek" diyen adamı gördün mü?

78- Gaybın bilgisi mi önüne açıldı, yoksa rahmeti bol olan Allah'dan kesin söz mü aldı?

79- Hayır, öyle bir şey yok. Onun söylediklerini yazacağız ve uğrayacağı azabı alabildiğine arttıracağız.

80- Sözünü ettiği malı ve evladı bize kalacak da kendisi yalnız başına huzurumuza gelecektir.

Bu ayetlerin iniş sebebine ilişkin elimizde bir belge var. Bu belgeye göre sahabilerden Habbab b. Art şöyle diyor: Ben bir demirci idim. Müşriklerden As b. Vail'de bir alacağını vardı. Kendisinden bu alacağımı istemeye gidince bana "Hayr, Muhammed'i inkâr etmedikçe, vallahi, sana borcumu vermem" dedi. Bende ona "Hayr, vallahi, Muhammed'i inkâr etmem. Sen ölüp de tekrar diriltilince nasıl olsa yine karşılaşacağız" dedim. O da bana "Ben ölüpde tekrar diriltilince gelirsin, benim orada da malım ve evlatlarım olacak, o zaman borcumu öderim" diye cevap verdi. Bunun üzerine yüce Allah, "Ey Muhammed, şu ayetlerimizi inkâr eden ve 'Bana kesinlikle mal ve evlat verilecek' diyen adamı gördün mü?" diye başlayan ayetleri indirdi. (Buhari. Müslim)

As b. Vail'in bu sözü kâfirlerin, yeniden diriliş olgusunu alay konusu ettiklerini, hafife aldıklarını kanıtlayan bir örnektir. Kur'an-ı Kerim "Gaybın bilgisi mi önüne açıldı?" diyerek bu müşrikin tutumundaki tuhaflığı vurguluyor, saçma iddiasını kınıyor. Yoksa o, öte tarafta neler olup biteceğini biliyor mu da böyle konuşuyor? Yoksa rahmeti bol olan Allah'dan kesin söz mü aldı da bu, sözün gerçekleşeceğine mi güveniyor? Arkasından yüce Allah'ın cevabı geliyor "Hayr!" Bu kelime olumsuzlama ve yalanlama ifade eder. Hayr, ne gaybın bilgisi önüne açılmıştır ve ne de rahmeti bol olan Allah'dan kesin söz almıştır. O sadece kâfirliğini açığa vuruyor ve alay ediyor.

O halde böylesine koyu bir kâfire verilecek en susturucu karşılık tehdit ve yıldırmadır. Okuyoruz:

"Hayır, yok öyle bir şey. Onun söylediklerini yazacağız ve uğrayacağı azabı alabildiğine arttıracağız."

Onun bu sözlerini defterine yazarak son hesaplaşma günü karşısına çıkaracağız. Bu sözlerinin unutulmasını önleyerek demagoji yapmaya yeltenmesini önleyeceğiz. Bu ifadeler, As b. Vail'e yöneltilen tehdidi somutlaştırma amacı güdüyor. Yoksa son hesaplaşma sırasında demagojiye yeltenmesi sözkonusu bile değildir. Çünkü küçük-büyük hiçbir gerçek yüce Allah'ın bilgisinden kaçmaz. O gün ona alabildiğine uzun süreli, ağır, kesintisiz ve aralıksız bir azaba çarptıracağız. Ayette somut ifadeli tehdidin sürdürüldüğünü görüyoruz. Okuyalım:

"Sözünü ettiği malı ve evladı bize kalacak."

Yani ölünce geride bırakacağı serveti ve evlatları bize kalacaktır. Tıpkı her ölen kimsenin malının mirasçılarına geçişi gibi. Ayetin sonunu okuyoruz:

"Kendisi yalnız başına huzurumuza gelecektir."

Yanında ne malı, ne evlatları olacak; ne destekçisi ve dayanağı bulunacak; her türlü güvenceden soyutlanmış, güçsüz, tek başına bırakılmış, dayanaklarından ayrı düşürülmüş olarak karşımıza getirilecektir.

İşte şu Allah'ın ayetlerini inkâr eden adamı görüyor musun? Adam, elinde hiçbir şeyin kalmayacağı, şu dünyada sahip olduğu her şeyden yoksun bırakacağı güne randevu veriyor! Bu tipik bir kâfir örneğidir. Kâfirliğin, kuru iddiacılığın ve gerçekleri alaya almanın somut bir prototipidir.

Daha sonraki ayetler, kâfirliğin ve putperestliğin belirtilerini sergilemeye devam ediyorlar. Okuyalım:



81- Müşrikler, Allah'ı bir yana bırakarak kendilerine destek olsunlar diye çeşitli ilahlar edindiler.

82- Hayır. O düzmece ilahlar, müşriklerin kendilerine yönelik tapınmalarını reddedecekler ve onlara karşı çıkacaklardın

83- Şeytanları, kâfirlerin üzerine kışkırtıcı olarak saldığımızı görmedin mi?

84- Onların bir an önce yok edilmelerini isteme. Biz onların yaptıklarını ve alıp verdikleri nefesleri tek tek sayıyoruz.

85- O gün kötülükten sakınanları seçkin konuklara yaraşır bir saygınlıkla, rahmeti bol olan Allah'ın huzurunda biraraya getiririz.

86- Buna kar,ılık ağır günahkârları, susamı,s hayvan sürüleri gibi cehenneme süreriz.

87- Allah'ın bu yolda yetki verdiği kimseler dışında hiç kimse bir başkasına aracılık, şefaat edemez.

Yüce Allah'ın ayetlerini inkâr ederek O'nun dışında ilahlar edinen bu sapıklar, taptıkları bu düzmece ilahlardan üstünlük, onur ve zafer bekliyorlar. Bu kâfirler arasında bu amaçla meleklere ve cinlere tapanlar, onların desteği ile güç kazanacaklarını umanlar vardır. Fakat bu beklentileri boşunadır. Çünkü gerek melekler ve gerekse cinnler onların tapınmalarını reddedecekler, kulluk yaklaşımlarını geri çevirecekler ve yüce Allah'ın huzurunda bu iddialarla hiçbir ilgileri olmadığını belirteceklerdir. Okuduğumuz ayetlerden birinin deyimi ile bu ilahlaştırma sapıklığına dönük ilgisizliklerini "onlara karşı çıkarak" açığa vuracaklar, yüce Allah'ın huzurunda aleyhlerinde tanıklık edeceklerdir.

Şeytanlar onları kötülük işlesinler diye dürterler, özendirirler. Çünkü elebaşları olan İblisin insanları serbestçe ayartabilmeye yönelik dileğinin kabul edildiği günden beri şeytanlar, onların üzerine salınmıştır, onları yoldan çıkarma çalışmaları yapmalarına izin verilmiştir. Fakat ey Muhammed;

Onların bir an önce yok edilmelerini isteme."

Onlar yüzünden canını sıkma. Çünkü onlara yakın bir zamana kadar mühlet tanınmıştır. Onların her türlü davranışları tarafımızdan hesaba geçirilmekte, sayıya vurulmaktadır. Ayette bu hesaba geçirilme işleminin titizliği somut bir ifade ile tasvir ediliyor. Okuyalım:

"Biz onların neler yaptıklarını teker teker sayıyoruz."

Bu ürkütücü bir tasvirdir. Günahları, davranışları ve alıp verdiği nefesler, yüce Allah tarafından sayılanların vaygele başlarına! Bütün yaptıklarını didik didik inceleyerek çetin bir hesaplaşmaya çekeceği kimselerin vay haline!

Dünyadaki davranışları amirleri tarafından sıkıca izlenenler, hataları duyarlıkla gözlenenler, korku ve ürküntüye kapılırlar, sürekli endişe içinde yaşarlar, hep dikenler üzerinde otururlar. Peki eğer kendilerini izleyen amir, üstün iradeli ve intikam alıcı olan yüce Allah olursa, o zaman duymak durumunda oldukları endişenin derecesini varın, siz düşünün!

Okuduğumuz ayetlerde canlandırılan bir kıyamet sahnesinde bu "hesap tutma sayya vunna" işleminin sonucu tasvir ediliyor. Mü'minler, rahmeti bol olan yüce Allah'ın huzuruna saygın bir konuk gibi çıkarılırlar. Onurlandırıcı bir ilgi ile karşılanırlar. Okuyoruz:

"O gün kötülükten sakınanları seçkin konuklara yaraşır bir saygınlıkla rahmeti bol olan Allah'ın huzurunda biraraya getiririz."

Buna karşılık ağır suçlular, hayvan sürüleri gibi güdülerek cehenneme yollanırlar. Okuyoruz:

"Buna karşılık ağır günahkârları, susamış hayvan sürüleri gibi cehenneme süreriz."

O gün iyi amel işlemiş olanlardan başka hiç kimse aracılıktan, şefaatten yararlanamaz. İyi amel işleyenlere ise yüce Allah'ın bu yolda verilmiş sözü vardır. Yüce Allah, iman edip iyi ameller işleyenleri hakettiklerinin fazlası ile ödüllendireceğini vaadetmiştir. O, sözünü kesinlikle yerine getirir.

Daha sonraki ayetlerde birkere müşriklerin çirkin sözlerinden birine dikkat çekiliyor. Bu çirkin söz şudur: Müşrik Araplar, meleklerin yüce Allah'ın kızları olduklarını; müşrik yahudiler, Üzeyi in Allah'ın oğlu olduğunu ve müşrik hıristiyanlar da Hz. İsa'nın Allah'ın oğlu olduğunu ileri sürüyorlar. Bu çirkin iddia karşısında insanlar bir yana, cansız evren bile küplere biniyor, çünkü cansız evrenin özü bu iddiayı reddediyor, vicdanı onu protesto ediyor. Ayetleri okuyalım:



88- Bazı kâfirler "Rahmeti bol olan Allah, evlat edindi" dediler.

89- Sizler, böyle demekle son derece çirkin bir iddia ileri sürdünüz.

90- Bu iddia karşısında nerede ise gökler paramparça olacak, yer yarılacak ve dağlar gürültü ile göçerek yerle bir olacak.

91- Onlar rahmeti bol olan Allah'a çocuk yakı;tırdılar diye.

92- Oysa rahmeti bol olan Allah'a çocuk edinmek yakışmaz.

Bu ayetlerde kullanılan sözcüklerin titreşimleri ve ifadelerin vurgusu adet öfke, ayaklanma ve tahammülsüzlük saçarak oluşturulmak istenen yaygın protesto havasının frekansını yükseltiyorlar. Cansız evren tüm varlığı ile, bütün parçaları ile baş kaldırıyor, çırpınıyor ve sarsılıyor. Çünkü bu tüyler ürpertici iddiayı işitmiş, yüce Allah'ın dokunulmaz kutsallığının çiğnendiğinden haberdar olmuştur. Onuru saldırıya uğrayan, ya da sevdiği, saydığı bir kimsenin şeref çiğnenen bir insanın bu yüzden öfkeye kapıldığını düşününüz. Bu insanın elinin-kolunun nasıl titrediğini, bütün vücudunun nasıl sarsıldığını düşününüz. İste bu tüyler ürpertici söz karşısında cansız evrende aynı sert reaksiyonu gösterir.

Bu tüyler ürpertici iddianın yolaçtığı evrensel başkaldırıya gökler, yer ve dağlar da katılırlar. Ayetlerde kullanılan sözcüklerin titreşimleri, bu zelzelenin bu gümbürtünün sarsıntılarına somutluk kazandırır.

Bu kâfirler "Allah, evlat edindi" der demez, bu tüyler ürpertici iddia ağızlarından çıkar çıkmaz, karşılığı olan protesto ve kınama hemen yüzlerine çarpılıyor. Okuyoruz:

"Siz böyle demekle son derece çirkin bir iddia ileri sürdünüz."

İşte o anda çevrelerindeki bütün durgun nesneler zelzeleye tutuluyor, bütün hareketsiz varlıklar sarsılmaya başlıyor. Yaratıcısına bağlı evrenin tümü öfke saçmaya koyuluyor. Bu sözün yapısına ve özüne ters düştüğünü hissediyor. Özünün zembereğinin koptuğunu ve varlığının ekseninin devrildiğini farkediyor. Dayanağı olan ve dengesini sağlayan alt tabanın sarsıldığını görüyor. Okuyoruz:

"Bu iddia karşısında nerede ise gökler paramparça olacak, yer yarılacak ve dağlar gümbürtü ile göçerek yerle bir olacak. Onlar rahmeti bol olan Allah'a çocuk yakıştırdılar diye. Oysa rahmeti bol olan Allah'a çocuk edinmek yakışmaz."

Bu evrensel öfkenin homurtuları arasında şu tüyler ürpertici açıklamanın gürlemesi işitilir.



93- Göktekilerin ve yerdekilerin tümü rahmeti bol olan Allah'ın huzuruna kul olarak geleceklerdir.

94- Allah, onları bir bir sayarak hesaba geçirmiştir.

95-Kıyamet günü hepsi O'nun huzuruna teker teker geleceklerdir.

Bütün göktekiler ve bütün yerdekiler sadece birer "kul"durlar; itaatkâr bir tavırla, boyunlarını eğerek Rabblerinin huzuruna gelirler. Hiç kimsenin O'nun oğlu yada ortağı olması sözkonusu değildir. Herkes O'nun sadece yaratığı ve kuludur. İnsan şu açıklamanın anlamını derinliğine düşününce varlığı tepeden tırnağa zelzeleye tutulur. Okuyalım:

"Allah onları bir bir sayarak hesaba geçirmiştir."

Buna göre bir tekinin bile kaçıp kaybolması ya da unutulması düşünülemez. Devam ediyoruz:

"Kıyamet günü hepsi O'nun huzuruna teker teker geleceklerdir."

Yüce Allah'ın gözü herkesin üzerindedir. Herkes yalnız başına O'nun karşısına çıkar. Yanında ne bir yoldaşı ve ne de varlığından güç alacağı bir destekçisi vardır. İnsan o sahnede toplum ruhundan, "toplumsallık" duygularından bile soyutlanır. O anda insan hesaplaşma gününün yüce hakimi karşısında yapayalnız ve kimsesizdir.

Bu ürkütücü yalnızlığın, tek başına kalmışlığın korkunçluğu ortasında bir de bakıyoruz ki, mü'minler yüce bir sevginin Allah'dan gelen sevginin okşayıcı melteminin serinliğini yüzlerinde ve gönüllerinde hissetmektedirler. Okuyalım:

96- İman edip iyi ameller işleyenlere gelince Allah, onlara sevgi armağan edecektir.

Burada ifadesini bulan "sevgi"nin havası kalpleri okşayan, ılık bir meltem estiriyor, gönülleri ısıtan bir hoşnutluk yazıyor. Bu yücelikler aleminden kaynaklanarak yeryüzüne ve insanlara saçılan, tüm evreni doldurup taşıran bir sevgidir.

Nitekim sahabilerden Hz. Ebu Hureyre'nin bildirdiğine göre Peygamber efendimiz -salât ve selâm üzerine olsun- şöyle buyuruyor:

-Yüce Allah, bir kulunu sevince Cebrail'i yanına çağırarak kendisine "Ben falancayı seviyorum, onu sen de sev" der. Bunun üzerine Cebrail de o adamı sever. Arkasından göktekilere (meleklere) seslenerek "Allah falancayı seviyor, onu siz de sevin" der. Bunun üzerine göktekiler de o kulu severler. Arkasından o kulun yeryüzünde de benimsenmesi, sempati görmesi sağlanır.

Buna karşılık yüce Allah bir kuldan nefret edince Cebrail'i yanına çağırarak kendisine "Ben falancadan nefret ediyorum, ondan sen de nefret et" der. Bunun üzerine Cebrail o adamdan nefret eder. Arkasından göktekilere (meleklere)seslenerek "Allah falancadan nefret ediyor, ondan siz de nefret edin" der. Bunun üzerine göktekiler de o kuldan nefret ederler. Arkasından yeryüzünde de o kuldan nefret edilmesi, antipati duyulması sağlanır." (Bu hadisi İmam-ı Ahmed; Affan, Ebu Avane, Suheyl, Suheyl'in babası ve Ebu Hureyre yolu ile naklederken İmam-ı Ahmed ve Buhari'nin ortak rivayet zinciri şöyledir: İbn-i Cureyc, Musa el-Eşari, İbn-i Utbe, Nafi, Ebu Hureyre.)

Kötülükten sakınan mü'minlere yönelik müjde ile yüce Allah'a baş kaldıran kâfirlere yönelik uyarı, bu Kur'an'ın iki ana amacını oluşturur. Yüce Allah, Arapların bu Kur'an'ın iki ana amacını oluşturur. Yüce Allah, Araplar'ın bu Kur'an'ı kolay anlamalarını sağlamak ve onu rahat okuyabilsinler diye Peygamberimizin dili ile indirmiştir. Okuyoruz:



97- Ey Muhammed, kötülükten sakınanları müjdeleyesin ve inatçılar güruhunu uyarasın diye biz bu Kur'an'ı ana dilinde indirerek onu kolay anlamanı sağladık.

Bu sure somut bir sahne ile noktalanıyor. Bu sahne kalpleri uzun bir süre dalgalandıracak, vicdanları derinden derine titretecek ve uzun bir süre hayallerden izi silinmeyecek müthiş bir sahnedir. Okuyalım:

98- Biz bu inatçılardan önce nice kuşakları yokettik. Şimdi onların hiçbirini ortalıkta görüyor musun, yada onlardan kaynaklanan en zayıf bir ses kulağına geliyor mu?

Sayın okuyucu, bu sahne seni önceki yıkıcı bir sarsıntı ile yüzyüze getiriyor, arkasından engin bir suskunluğun denizine gömüyor. Sanki seni elinden tutup engin bir vadinin başma dikerek yüzyıllardan beri dönem dönem yok edilmiş eski insan kuşaklarının belli belirsiz kalıntıları ile yüzyüze getiriyor. Bakışlarının sınırlarına eremediği erginlikteki bu vadide hayalin, vaktiyle kımıldayan,hareket eden kalıntılar arasında yüzüyor, bir zamanlar nabzı atan, seğirten canlılar arasında zıplıyor, yine bir zamanlar yaşayan ve umutlar besleyen duygular ve özlemlerle at koşturuyor. Sonra ortalığa birden derin bir sessizlik çöküyor, her şeyin üzerine ölüm abanıyor. Kadavralardan, leşlerden, çürümüş kemiklerden ve kalıntılardan başka hiçbir şey görünmüyor. Ne bir inilti ne bir algı ne bir kımıltı ve ne de bir çıt var. Okuyoruz:

"Şimdi onların hiçbirini ortalıkta görüyor musun? Ya da onlardan kaynaklanan en zayıf bir ses kulağına geliyor mu?"

Bak da görmeye çalış. Kulak ver de dinle. Derin bir sessizlikten ve tüyler ürpertici bir suskunluktan başka birşey yok. Koca evrende ölüm nedir bilmeyen tek diriden, yani yüce Allah'dan başka hiç kimse yoktur artık.