6 Temmuz 2007 Cuma

MÜNAFİKUN SÜRESİ(MEVDUDİ)

Adı: Sure, adını birinci ayetten almıştır. Bu kelime, surenin adı olmakla birlikte, ayrıca surenin muhtevasını da tazammun etmektedir; zira bu surede münafıkların tutum ve davranışları konusunda yorumlar yapılmaktadır.

Nüzul Zamanı: İleride beyan edileceği üzere, bu sure Hz. Peygamber, Benu Mustalık Gazvesi'nden dönüşte yolda veya döndükten sonra Medine'de nazil olmuştur. Biz, Nur Suresi'nin giriş bölümünde, Beni Mustalık Gazvesi'nin H. 6. yılın Şaban ayında vuku bulduğunu incelemelerimiz sonucunda beyan etmiştik. Dolayısıyla bu surenin nüzul zamanı kesin surette bilinmiş olmaktadır.

Tarihsel Arka-Planı: Bu sure, belirli bir hadise üzerine nazil olmuştur. Ancak bu hadise zikredilmeden önce, o dönemde Medine'deki münafıkların tarihine bir göz atılması gerekir. Çünkü sözkonusu hadise bir tesadüf eseri vukubulmamıştır. Bilakis ardında birtakım zincirleme hadiseler vardır ve bu hadise onların son halkasıdır.

Hz. Peygamber (s.a) Medine'ye gelmezden önce, Evs ve Hazreç kabileleri, aralarında yaptıkları savaşlar dolayısıyla oldukça yıpranmış ve liderliği altında toplanmak üzere bir şahıs hakkında görüş birliğine varmışlardı. Bu liderin tacı dahi hazırlandı. Bu şahıs Hazrec Kabilesi'nin reisi, Abdullah İbn Übey İbn Selûl'dür. İbn İshak'ın açıklamasına göre, Hazrec Kabilesi'nin ileri gelenleri O'nun liderliğinde ittifak halindeydiler ve ilk kez Evs ve Hazrec kabileleri, bir kimsenin liderliğinde birleşmişlerdi. (İbn Hişam, cilt: 2, sh: 234)

Böyle bir atmosferde, İslâm'ın mesajı Medine'ye ulaşmış ve bu iki kabilenin ileri gelenlerinden bazıları Müslüman olmaya başlamışlardı. Hicretten önce Akabe biatı esnasında, Hz. Peygamber (s.a) Medine'ye gelmesi için davet edildiğinde, Hz. Abbas bin Ubade bin Nedle el-Ensari, Abdullah bin Übey'in de biat etmesi ve bu davete kendisinin de ortak olarak hepsinin görüş birliği ile Medine'nin İslâm'ın merkezi haline gelmesi için, bu daveti ertelemek istemişti. Ancak iki kabileden müteşekkil 75 kişilik heyet, bu maslahatı önemsemeyip, akabinde her tehlikeyi, göze alarak, Hz. Peygamber'i (s.a) Medine'ye davet etmişlerdir. (İbn Hişam, cilt: 2, sh: 89, Ayrıca bu hadise ile ilgili ayrıntılar Enfal Suresi'nin giriş bölümünde de verilmiştir.)

Daha sonra Hz. Peygamber (s.a) hicret edip, Medine'ye geldiğinde, İslâm her eve girmiş bulunmaktaydı. Abdullah İbn Übey çaresizliğinden ve kabilesinin kendisine olan güvenini kaybetmeyi istemediği için, Müslüman olmaktan başka çıkar yol bulamayıp, İslâm'ı kabul etmiş görünür. İki kabilenin de ileri gelenlerinden bazı kimseler, her ne kadar onun gibi İslâm'a girmiş iseler de, aslında kalplerinde hased ateşi yanmaktaydı. Özellikle İbn Übey içlerinde bu işe en çok üzülenlerdendi. Çünkü Hz. Peygamber'in (s.a) Medine'ye gelişi, onun kral olmasını engellemişti. İşte bu yüzden O, yıllarca iki yüzlülüğü sebebiyle tuhaf ve birbirine zıt davranışlarda bulunmuştur. Öyle ki bir taraftan, her Cuma namazına iştirak eder ve Hz. Peygamber (s.a) hutbe için minbere çıkar çıkmaz ayağa kalkarak şöyle derdi: "Ey cemaat! Allah'ın Rasulü aranızda bulunmaktadır. Allah onunla sizleri şereflendirmiştir. Bu yüzden o ne söylüyorsa tasdikleyin, emirlerini dikkatle dinleyin ve ona itaat edin." (İbn Hişam, cilt: 3, sh: 111) diğer taraftan da kendisinin ikiyüzlülüğü her geçen gün iyice açığa çıkıyordu. Sonunda samimi Müslümanlar Abdullah İbn Übey ve arkadaşlarının Hz. Peygamber'e (s.a.) ve ashabına karşı büyük bir kin beslediklerini anlamışlardı.

Bir defasında Hz. Peygamber (s.a) yoldan geçerken Abdullah İbn Übey kendisine küstahlık yapar ve Hz. Peygamber bunu Sa'd bin Ubeyde'ye anlatır. Bunun üzerine O, Rasulullah'a şöyle der: "Ya Rasulellah; ona yumuşak davranınız. Çünkü siz Medine'ye gelmezden önce, biz onu kendimize kral yapmak için hazırlanıyorduk. Şimdi ise o, sizin kendisinin krallığına mani olduğunuza inanıyor." (İbn Hişam, Cilt: 2, sh: 237, 238)

Bedir Savaşı sonrasında bir Yahudi kabilesi olan Benu Kaynuka, Müslümanlarla kendi aralarındaki antlaşmayı hiçe sayarak bir kenara itmiş ve Müslümanlar tarafından bir tahrik sözkonusu olmaksızın huzursuzluk çıkarmaya başlamışlardır. Hz. Peygamber de (s.a) buna karşılık onların üzerine yürüdüğünde, Abdullah İbn Übey onları himaye etme amacıyla ayağa kalkarak, Hz. Peygamber'in (s.a.) zırhından tutmuş ve şöyle demiştir: "Allah'a yemin ederim ki, bizim bu eski müttefikimizi affetmedikçe seni bırakmam. Çünkü bu 700 savaşçı düşmanlarımızla yaptığımız her savaşta, bizlerin yanında yer aldılar. Şimdi sen bir günde hepsini yok etmek mi istiyorsun?" (İbn Hişam, cilt: 3, sh: 51-52)

Uhud Savaşı esnasında, yine aynı şahıs açıkça Müslümanlara ihanet etmiş ve 300 arkadaşı ile birlikte savaş meydanından geri çekilmiştir. Onun böylesine nazik bir anda geri çekilmesinden niyetinin ne olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü Kureyş 3.000 askeri ile Medine'ye saldırıya hazırlandığında, Hz. Peygamber (s.a) sadece 1.000 kişiyle birlikte onlara karşı koymak için Medine'den dışarı çıkmıştı. O münafık ise, bu 1.000 kişiden üçyüzünü yanına alarak savaş meydanını terketmiş ve böylece Hz. Peygamber (s.a) 3000 kişilik düşman ordusuna, 700 kişi ile karşı koyma durumunda bırakılmıştır.

Bu vakıadan sonra Medine'deki tüm Müslümanlar bu şahsın kesinlikle münafık olduğunu ve yanındaki adamların nifaklarını açığa vurduklarını anlamışlardır. Bu yüzden, Uhud Savaşı sonrasında Hz. Peygamber (s.a) Cuma namazında hutbe irad etmek için minbere çıktığında her zaman olduğu gibi ayağa kalkmış, fakat yanında oturan Müslümanlar hemen elbisesinin eteğini çekerek, ona oturmasını ve konuşmaya layık olmadığını söylemişlerdir. Medine'de ilk kez birisinin kendisini böylesine küçük düşürmesi üzerine, İbn Übey öfkeden kızarmış ve cemaatin başları üzerinden geçerek, mescidi terketmiştir. Mescidin kapısında Ensar'dan bazı kimseler ona, "Sen ne yapıyorsun? Git ve hemen, Hz. Peygamber'den (s.a.) özür dile" demişlerse de, o buna daha da öfkelenerek, özür dilemeyeceğini söylemiştir. (İbn Hişam, cilt: 3, sh: 111)

H. 4. yılda vuku bulan Benu Nadir hadisesinde, İbn Ubey ve arkadaşları bu sefer daha açık bir şekilde Müslümanlara karşı, İslâm düşmanlarını himaye etmişlerdir. Bir yanda Hz. Peygamber (s.a) ve arkadaşları Yahudilere karşı savaşa hazırlanırlarken, öbür yanda bu münafıklar gizlice Yahudilere teslim olmamaları için mesajlar gönderiyor ve "Biz sizin arkanızdayız. Savaş olursa, size yardım edeceğiz, yurtlarınızı terkedecek olursanız biz de sizinle birlikte çıkarız" diyorlardı. Ancak onların bu gizli hesaplarını Allah, tıpkı Haşr Suresi'nde olduğu gibi açıkça ortaya çıkarmıştır.

Ancak Abdullah İbn Übey ve arkadaşlarının münafık oldukları tüm açıklığıyla belli olmasına rağmen, Hz. Peygamber (s.a) onların yaptıklarına göz yummaya devam etmiştir. Zira münafıklar hâlâ güçlü bir gruptu Evs ve Hazreç kabilelerinin ileri gelenlerinin bu grubu kollamasının yanısıra, Medine nüfusunun en az üçte biri onların yanındaydı. Nitekim Uhud Savaşı'nda bu gerçek ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla dışarıdaki düşmanlar ile savaşırken, bir de içteki düşmanlarla uğraşmak akıllıca bir davranış olmazdı. Bu sebepten ötürü Hz. Peygamber (s.a) münafıklara, onların zahiri iman iddialarını göz-önüne alarak davranmaya devam etmiştir. Öte yandan münafıklar da kendilerinin kafir olduğunu açıkça ilan edecek veyahut düşmanları Müslümanlara saldırdığında, onlarla birlikte olup Müslümanlara karşı savaşacak güçte değillerdi. Her ne kadar onlar görünüşte güçlü görünüyorlarsa da, aslında kendi içlerinde birçok zaafları da taşıyorlardı. Nitekim bu zaaflar Haşr Suresi'nin 12-14. ayetlerinde ortaya konmuştur. İşte onlar bu nedenlerden dolayı Müslüman görünmeyi tercih ediyorlardı. Öyle ki namaz kılıyorlar, zekat veriyorlar ve hatta samimi Müslümanların gerek bile duymadıkları derecede, konuşurken İslâm ile ilgili büyük iddialarda bulunuyorlardı. Ayrıca bu münafıklar kendi nifaklarını gizlemek için birçok yalan ve hileye başvurmak zorunda kalıyorlardı. Böyle yapmakla, kendileriyle birlikte olduklarını ihsas etmek amacıyla kabilelerini (Evs ve Hazrec) kandırmaya çalışıyorlardı. Dolayısıyla, bir yandan kabilelerinden kopmaları sonucunda başlarına gelecek belalardan bu yalanlar vasıtasıyla korunurlarken, diğer yandan kabile bağlarını kullanarak fitne ve fesadlarını daha rahat bir şekilde sürdürüyorlardı.

İşte bu nedenler dolayısıyla Abdullah İbn Ubey ve onun münafık yandaşlarının Benu Mustalik gazvesine katılmaları mümkün olmuş ve bu gazve esnasında aynı anda iki fitnenin çıkmasına sebebiyet vermişlerdir. Sözkonusu bu iki fitne, Müslüman toplumu paramparça edebilecek derecede büyüktü. Ama Kur'an'ın yol göstericiliği ve Hz. Peygamber'in (s.a) mürebbiliği sonucunda Müslümanlar, bu iki büyük fitneyi bastırabilmişler ve münafıklar tüm hesaplarının aksine kendileri zelil olmuşlardır. Bu fitnelerden birincisi Nur Suresi'nde, diğeri ise bu surede zikredilmiştir.

Sözkonusu vak'a, Buhari, Müslim, Ahmet İbn Hanbel, Nesei, Tirmizi, Beyhaki, Taberani, İbn Merduye, Abdürrezzak, İbn Cerir, İbn Sa'd ve İbn İshak tarafından birçok senetle nakledilmiştir. Kimi rivayetlerde bu vak'anın hangi gazve esnasında meydana geldiği tasrih edilmemiştir. Bazı rivayetlerde ise bu hadisenin Tebuk gazvesinde vuku bulduğu nakledilmiştir. Ancak tüm siyer ve mağazi alimleri, bu olayın Benu Mustalik gazvesi esnasında meydana geldiği hususunda görüş birliği içindedirler. Nitekim tüm rivayetleri bir araya getirdiğimizde, sözkonusu hadisenin şöyle cereyan ettiği anlaşılıyor:

Benu Mustalık gazvesinin zaferle sonuçlanması sonrasında, İslâm ordusu hâlâ oradan ayrılmamışken, Muraysi kuyusu çevresinde iki Müslüman (Hz. Ömer'in seyisi Cahcah bin Mesud Giffari ve Sinan bin Dabrul-Cuheyni) birbirleriyle kavga ederler. (Bu olayın kahramanları diğer rivayetlerde değişik isimlerle anılıyorlarsa da, biz İbn Hişam'da verilen isimleri naklettik) Taraflardan bir tanesi olan Sinan, Cüheyni kabilesine mensuptu ve Cüheyni kabilesi de Hazrec'in müttefiklerindendi. Tartışmanın başında her ikisi de birbirlerine sözle karşılık verirlerken, Cahcah, Sinan'a tekme atar, ve Kadim dönemlerde, Yemen adetlerine göre tekme yemek büyük bir hakaret olarak telakki edildiğinden, Sinan Ensarı, Cancah ta Muhacirleri yardıma çağırır. İbn Übey olayı haber alınca, Evs ve Hazrec kabilesini kışkırtmak için "Koşun müttefikinize yardım edin" diyerek bağırmaya başlar. Diğer taraftan muhacirler de koşup gelince, ortaya öyle bir durum çıkar ki, neredeyse Muhacir ve Ensar birbirlerine saldıracak gibi olurlar. Oysa biraz önce birlik içinde, düşman bir kabileyi yenilgiye uğratmışlar ve şimdi ise daha oradan ayrılmadan birbirleriyle kavga etmek durumuna düşmüşlerdir. Gürültüler üzerine dışarı çıkan Hz. Peygamber (s.a) şöyle dedi: "Bu cahiliyye çağrısı da nedir? Sizin bu yaptığınız cahiliyettir ve bu çok kötü bir şeydir." Hz. Peygamber'in (s.a) bu sözleri üzerine her iki taraftanda samimi Müslümanlar bir araya gelerek hadiseyi yatıştırmışlar ve Sinan da Cancah'dan af dilemiş ve barışmışlardır.

Bu olay üzerine tüm münafıklar Abdullah İbn Ubey'in yanına gidip, ona şöyle dediler: "Bizler senin hakkında bir takım ümitler besliyorduk ve sen de bizi müdafaa ediyordun. Fakat artık öyle anlaşılıyor ki, sen de bize karşı bu dilencilerin yanındasın." Zaten için için yanmakta olan İbn Übey, bu sözleri duyunca dayanamayıp patlamış ve şu sözleri sarfetmiştir: "Bu sizlerin kendi suçunuzdur. Çünkü sizler, onlara ülkenizde kendiniz yer verdiniz, onlar ile mallarınızı paylaştınız. Şimdi ise onlar güçlenmiş ve düşmanlarımız olmuşlardır. Bizim bu dilencilerle olan durumumuz, "köpeğini semizlet, seni yesin" diyen adamın durumu gibidir. Fakat siz onlar ile alakanızı keserseniz onlar yok olup giderler. Fakat Allah'a yemin ederim ki Medine'ye döndüğümüzde, şerefliler şerefsizleri oradan çıkaracaktır."

Bu toplantıda tesadüfen, o zaman genç bir delikanlı olan Zeyd bin Erkam da bulunuyordu. O bu toplantıda münafıkların tüm konuşmalarını gidip Ensar'ın ileri gelenlerinden biri olan amcasına aktarmıştı. O da yeğeninin kendisine anlattıklarını, Rasulullah'ın (s.a) huzuruna varıp aynen anlatmıştır. Bunun üzerine Rasulullah (a.s) Zeyd'i çağırarak, kendisine toplantıda işittiklerini yeniden anlattırmış ve ona, "Sen İbn Ubey'in böyle dediğini sanabilirsin" demiştir. Fakat Zeyd'in, tüm söylediklerini bizzat kulaklarıyla duyduğuna yemin etmesi üzerine, Hz. Peygamber (s.a) İbn Ubey'i çağırarak, bir de ona sormuştur. Ancak İbn Ubey kesinlikle tüm suçlamaları reddederek, böyle birşey söylemediğine yemin eder. Ensar'dan yaşlı ve ileri gelenler de, Zeyd'in bir genç olarak yanlış anlamasının mümkün olabileceğini, dolayısıyla bir kabile reisi dururken bir gence itimat edemiyeceklerini söylemişlerdir. Fakat Hz. Peygamber, Zeyd'i tanıyordu, Abdullah İbn Ubey'i de. Bu bakımdan o hakikati anlamıştı!..

Hz. Ömer bu olaydan haberdar olur olmaz Hz. Peygamber'e (s.a.) (s.a) şöyle der: "Ya Rasulellah! İzin verin bana, bu münafığın kellesini uçurayım. Yok eğer bana izin vermeyi uygun görmüyorsanız, Ensar'dan Muaz bin Cebel ve Ubade bin Beşir'e yahut Sa'd bin Muaz veya Muhammed bin Mesleme'ye emredin, onlar bu münafığı öldürsünler." Bazı rivayetlerde Ensar'dan muhtelif kimselerin isimleri verilerek, Hz. Ömer, Rasulullah'a "Bunlardan birini seç" der. Hz. Peygamber (s.a) ise, "Böyle yapmayın.

Çünkü ben bu şekilde davranırsam, Muhammed arkadaşlarını öldürtüyor derler" buyurur ve daha sonra hemen yola çıkmaları emrini verir. Oysa bu emir, hiç uygun bir vakitte verilmediği gibi, Hz. Peygamber'in (s.a) de böyle aniden yola çıkması adeti değildi. 30 saat hiç dinlenmeden yola devam edilmesi sonucunda, herkes yorgun ve bitkin düşünce durdular ve herkes uyudu. Hz. Peygamber'in (s.a.) böyle yapmasının nedeni, Muraysi kuyusunun çevresinde vuku bulan hadisenin izlerini silmekti. Ensar'ın ileri gelenlerinden biri olan Hz. Usad bin Hudeyr Hz. Peygamber'e (s.a) "Ya Rusülellah! Bu saatte hareket etmemizi emrettiniz. Ancak münasip değildir. Ayrıca siz hiçbir zaman bu şekilde yola çıkmazdınız. Bunun sebebi nedir acaba?" diye sormuş ve Hz. Peygamber (s.a) "Sen efendinin ne yaptığını işitmedin mi? şeklinde cevap vermiştir. O "Hangi efendim?" deyince, Hz. Peygamber, "İbn Ubey" deyip karşılık vermiştir. Bunun üzerine, "O ne yaptı?" diye sormuş ve Hz. Peygamber (s.a) onun, "Medine'ye döndüğümüzde şerefliler şerefsizleri çıkaracaktır" dediğini nakletmiştir. Hz. Usud ise, "Ya Rasulellah! Allah'a yemin ederim ki, şeref sahibi olan sizsiniz ve zelil olan odur. Ne zaman isterseniz onu kovabilirsiniz" demiştir.

Bu haber yavaş yavaş Ensar arasında yayılmış ve onlar da İbn Ubey'e karşı müthiş bir öfke oluşturmuştur. Hemen İbn Ubey'e giderek, Hz. Peygamber'den (s.a.) af dilemesini söylemişler, ama buna karşılık İbn Ubey öfkesiyle şöyle demiştir: "Siz O'na iman et, dediniz iman ettim, zekat ver dediniz, verdim, şimdi ise Muhammed'e secde etmediğim kaldı." Bu sözleri üzerine Ensar'ın ona kızgınlığı artmış ve kendisine lanetler yağdırmışlardır. Sonra ise bu kafile Medine'ye girmek üzere iken, Abdullah İbn Ubey'in oğlu -ki onun adı da Abdullah idi- kılıcını çekerek babasına karşı dikilmiş ve şöyle demiştir: "Sen, Medine'ye döndüğümüzde şerefli olanlar şerefsizleri çıkaracak demişsin. Sen şerefin Allah'a ve O'nun Rasulü'ne ait olduğunu şimdi anlarsın. Allah'a yemin ederim ki, Rasulullah izin vermedikçe Medine'ye giremezsin." Bunun üzerine İbn Ubey, "Ey Hazrec kabilesi! Bakın oğlum, benim Medine'ye girmeme mani oluyor" diye bağırmaya başlar. Bu olay Hz. Peygamber'e (s.a.) ulaştırılınca O, "Abdullah'a babasının girmesine izin vermesini söyleyin" der. Söz kendisine iletilince, Hz. Abdullah, babasına "Madem Hz. Peygamber (s.a) izin vermiş, o halde girebilirsin" demiştir. Daha sonra Hz. Peygamber (s.a) Hz. Ömer'e, "Gördün mü?

Sen bana, izin ver onu öldüreyim dediğinde, sana onu öldürmen için müsaade etseydim eğer, birçok kişi onun için üzülecekti. Ama sen, onu bugün öldürürsen hiçbir şey olmayacaktır" diye buyurmuştur. Bunun üzerine Hz. Ömer, "Allah'a yemin ederim ki, Allah Rasulü'nün sözleri benim sözlerimden daha çok hikmete mebnidir" diye karşılık vermiştir.

Bu surede muhtemelen Hz. Peygamber (s.a) Medine'ye vasıl olduktan sonra indirilmiştir.

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1 Münafıklar sana geldikleri zaman: "Biz gerçekten şehadet ederiz ki, sen kesin olarak Allah'ın elçisisin" dediler. Allah da bilmektedir ki sen elbette O'nun elçisisin. Allah, şüphesiz münafıkların yalan söylemekte1 olduklarına şahidlik etmektedir.

AÇIKLAMA

1. Yani, her ne kadar doğru söylüyorlarsa da, inançları söyledikleri ile bir değildir. Dolayısıyla onlar senin Allah'ın Rasulü olduğuna şehadet ederlerken, samimi davranmamaktadırlar. Burada dikkate değer nokta, "Şehadet"in iki esasa dayalı olmasıdır. a) Şehadet edilen husus bir hakikat olmalıdır. b) Şehadet eden (şahit), ettiği hususun gerçekliğine inanmalıdır. Yani şahit, şehadet ettiği hususun gerçeğine inanmalıdır. Yani şahit, şehadet ettiği hususa inanıyorsa her yönüyle doğru bir kimsedir. Ancak bir kimse yalan (veya yanlış) bir husus üzerine şehadet ediyor ve fakat ona inanıyorsa, bu kimse hiç değilse inancı bakımından tutarlı addedilir. Tam aksine bir kimse gerçek bir husus üzerine şehadet ediyor ve fakat ona inanmıyorsa, bu kimse yalancının biridir. Sözgelimi İslâm'ı hak olarak tasdik eden bir mü'min, her yönüyle doğru bir kimsedir. Ama kendi dinine bağlı kalmakta devam eden bir Yahudi, İslâm'ı hak olarak tasdik ederse şayet, onun bu şehadeti bir yalandan ibarettir. Ancak İslâm'ı batıl olarak telakki ediyorsa, bu kimsenin bu düşüncesi isabetli olmasa bile, kendi akidesi bakımından tutarlıdır.

2 Onlar, yeminlerini bir siper edinip2 Allah'ın yolundan alıkoydular.3 Doğrusu şu ki onlar, ne kötü şey yapmaktadırlar.

3 Bu, onların iman etmeleri sonra küfretmeleri dolayısıyla böyledir. Böylece kalplerinin üzerine damga vurulmuştur, artık onlar kavrayamazlar.4

AÇIKLAMA

2. Yani mümin olduklarına yemin ediyorlar ve Müslümanlar öfkelenerek kendilerine düşman muamelesi yapmasınlar diye bu yeminlerini kendilerine kalkan olarak kullanıyorlar.

Burada kullanılan "Yemin" ile, münafıkların mümin olduklarını gösterme amacıyla ettikleri yemin kastolunuyor. Yanısıra bu yemin, onların münafıklık yaparlarken yakalandıklarında, bunu nifak olsun diye yapmadıklarına Müslümanları inandırmak için ettikleri yemin de olabilir. Yine Abdullah İbn Ubey'in, Zeyd bin Erkam'ın sözlerini yalanlamak için yapmış olduğu yemin de olabilir bu. Ayrıca zikrettiğim bu tüm ihtimallerin yanısıra, Allah Teâlâ, "şehadet ederim ki Muhammed Allah'ın Rasulüdür" sözünü de yemin olarak kabul etmiş olabilir. Bu son ihtimalden ötürü, bir husus üzerine şehadet eden kimsenin, şehadeti yemin olarak kabul edilebilir mi, edilemez mi şeklinde fakihler arasında tartışma çıkmıştır. İmam Ebu Hanife ve onun İmam Zufer dışındaki talebeleri, Süfyan Sevri, İmam Evzai, bu şehadeti şer'i istilahtaki yemin olarak anlamışlardır. Ancak İmam Züfer aksi kanaattedir. İmam Malik'ten birincisi bunun mutlak yemin olduğu şeklinde, diğeri şehadet edilirken yemin niyeti varsa yemin, yoksa şehadettir; yahut Allah'ı şahit tutarak şehadet etmişse yemin, değilse yine şehadettir, şeklinde iki görüş rivayet edilmiştir.

İmam Şafii ise, "bir kimse Allah'ı şahit tutarak şehadet ederse, bu şehadeti yemin olarak addedilir. Ancak o kimsenin niyetinin de yemin etmek olması şartıyla," demektedir. (Ahkamu'l-Kur'an, El-Cassas; Ahkamu'l-Kur'an, İbnu'l-Arabi)

3. "Fesaddu an sebilillah" iki anlama da gelebilir. Birincisi, "Onlar kendi nefislerini Allah yolundan alıkoyarlar"; İkincisi, "Onlar başkalarını Allah yolundan alıkoyarlar." Biz tercümemizde bu iki anlamı da gösterdik. Birinci anlamıyla; onlar bu tür yeminler yoluyla, Müslüman toplum içinde yerlerini korumak istiyorlar ve böylece iman ettiklerini iddia etmelerine rağmen imanın mükellefiyetlerini yerine getirmek ve Allah'a ve Rasulü'ne itatten kaçınmak için, bu yeminleri kendilerine kolaylık sağlıyordu. İkinci anlamıyla; onlar bu tür yeminler arkasında gizlenmek suretiyle, İslâm toplumu içinde fesad yayabiliyor ve Müslümanların sırlarını düşmanlara aktarabiliyorlardı. Ayrıca, bir yandan henüz İslâm'ı kabul etmemiş olan kimselere yanlış bilgiler vererek bu kimselerin İslâm'a girmelerini engellerken diğer yandan yeminlerini sıradan Müslümanlar arasında şüphe sokmak için bir vasıta olarak kullanıyorlardı. Bu bakımdan, bunu ancak kendilerini Müslüman saflarda bir Müslümanmış gibi göstererek yapabilirler, asıl kimliklerini açığa vurarak yapamazlardı.

4. "Onlar inandılar" yani iman iddiasında bulunarak Müslümanların içine girdiler. "Sonra inkar ettiler"; Kalpten inanmayıp, eski küfürlerinde devam etmekle birlikte, zahiren inandıklarını söylediler. Yani onlar iyice düşünerek ve planlı bir şekilde davranarak açıkça İslâm'a girmemişler ve aynı zamanda açıkça küfür yolunu da tutmamışlardır. Ve böylece münafıkça bir tavır izlemeleri dolayısıyla da, Allah onların kalplerini mühürlemiş, onlara sadık bir Müslüman, şerefli bir insan olmayı nasip etmemiştir. Onlarda da hakikati kavrama yeteneği kalmayıp, ahlaki duyguları tamamen silinmiştir. Çünkü böyle bir yolda yürüdükleri, yani gece gündüz sözleri ve davranışları arasında çelişkilerle yaşadıkları için, bu değerlerinden mahrum olmuşlar ve bu zilleti kendileri tercih etmişlerdir.

Bu ayet, Allah'ın kalpleri mühürleme hususunda inzal ettiği birçok ayetten birisidir. Onlar mecburen münafık olmuş da değildir. Gerçekte, onlar mümin olduklarını söylemelerine rağmen, küfür yolunda ısrar etmiş ve bu yüzden de Allah'ın kalplerini mühürlemiş olduğu kimselerdendir. Çünkü onlar kendileri için münafıklığı tercih etmiş ve Allah da onlara bu ahlâki rezilliği nasip etmiştir.

4 Sen onları gördüğün zaman cüsseli-yapıları beğenini kazanmaktadır. Konuştukları zaman da onları dinlersin.5 (Oysa) Sanki onlar, (sütun gibi) dayandırılmış ahşap-kütük gibidirler.6 (Bu dayanıksızlıklarından dolayı da) Her çağrıyı kendileri aleyhinde sanırlar.7 Onlar düşmandırlar,8 bu yüzden onlardan kaçınıp-sakın.9 Allah onları kahretsin10 nasıl da çevriliyorlar.11

5 Onlara: "Gelin Allah'ın Resulü sizin için mağfiret (bağışlanma) dilesin," denildiği zaman başlarını yana çevirdiler. Sen, onların büyüklük taslamışlar olarak yüz çevirmekte olduklarını görürsün.12

6 Senin onlar adına mağfiret dilemen ile mağfiret dilememen onlar için birdir. Allah, onlara kesin olarak mağfiret etmeyecektir.13 Şüphesiz Allah, fasık olan bir kavme hidayet vermez.14

7 Onlar ki: "Allah'ın Resulü yanında bulunanlara hiç bir infak (harcama)da bulunmayın, sonunda dağılıp gitsinler." derler. Oysa göklerin ve yerin hazineleri Allah'ındır. Ancak münafıklar kavramıyorlar.

8 Derler ki: "Andolsun, Medine'ye bir dönecek olursak, gücü ve onuru çok olan, düşkün ve zayıf olanı elbette oradan sürüp-çıkaracaktır."15 Oysa izzet (güç, onur ve üstünlük) Allah'ın, O'nun Resulü'nün ve mü'minlerindir.16 Ancak münafıklar bilmiyorlar.

AÇIKLAMA

5. İbn Abbas'ın açıklamasına göre, Abdullah İbn Ubey yakışıklı, sıhhatli, çekici konuşan bir kimseydi. Onun Medine'nin ileri gelenlerinden olan arkadaşları da kendisi gibiydi. Hz. Peygamber (s.a) meclise geldiğinde sırtları yastıklara dayanmış bir şekilde iddialı iddialı laflar ederlerdi. Öyle ki onların bu halini gören bir kimse, bu muteber kişilerin, şehrin en alçak karakterli kimseleri olduklarını tahmin edemezdi.

6. Yani, duvar yastıklarına yaslanarak oturan bu kimseler, tıpkı duvara dayatılmış kütük gibidirler. Bu ifade, onların ahlâki duygularını yansıtmak ve insani bir öze sahip olamadıklarını vurgulamak için kullanılmıştır. Onlar hiçbir işe yaramadıkları için kütüğe benzetilmişlerdir. Oysa kütük bile çatı, kapı, masa, koltuk vs. yapımında kullanılır. Ancak duvara dayatılmış kütükler bir işe yaramazlar.

7. Bu kısa cümleyle, onların suçlu vicdanlarının tasviri yapılmıştır. Çünkü onlar her an kalplerinde, nifaklarının ve iman iddialarının yalan olduğunun anlaşılması korkusunu taşıyorlardı. Dolayısıyla her an bu sırlarının açığa çıkmasından ya da Müslümanların kendilerinin bu davranışlarından ötürü bir gün sabırlarının taşıp hesap sorabileceklerinden korkuyorlardı. Bu yüzden şehirde küçük bir gürültü bile olsa, hesap vaktinin gelişini mi haber veriyor diye ürküp duruyorlardı.

8. Diğer bir ifadeyle, onlar açıkça düşmanlık yapanlardan daha tehlikelidirler.

9. Onların görünüşlerine aldanmayın, sizi aldatabilme ya da size zarar verebilme ihtimaline binaen her an dikkatli olun.

10. Bu bir beddua değildir. Bu, Allah'ın, onların cezayı haketmiş olduklarına dair, haklarındaki kanaatini açıklamasıdır sadece. Yani onlar cezalandırılmaktan kurtulamayacaklardır. Başka bir anlam da şu şekilde verilebilir:

Yani Allah ifadeyi lugavi değil, ıstılahi anlamıyla kullanmış olabilir. Bu takdirde anlam, "Allah onları kahretsin" şeklinde olur. Böylelikle Allah onların ihanetlerinin şiddetini vurgulamış olmaktadır, beddua etmiş değil.

11. Burada açıkça, onları imandan nifaka çevirenin kimler olduğu beyan edilmiştir. Bunun beyan edilmesinden anlaşılıyor ki, onları yoldan çıkaran pek çok şey vardır. Örneğin, şeytan, kötü dost, heva ve heves, eş, sevgili, çocuklar, kabile, bir başkasına hased, buğz, tekebbür, kibir vs. gibi tüm bunların herbiri (veya hepsi) insanı yoldan çıkarabilir.

12. Yani, onlar bizzat gelip Hz. Peygamber'den (s.a.) (s.a) af dilemedikleri gibi, davet edildiklerinde dahi af dilemek yerine kibirleniyor, Hz. Peygamber'in (s.a.) yanına gelip af dilemeyi zillet olarak telakki ediyorlardı. Bu onların mümin olmadıklarının açık bir delilidir.

13. Bu Tevbe Suresi'ndeki ifadeden (ki Münafıkun Suresi Tevbe Suresi'nden 3 yıl sonra nazil olmuştur) daha şiddetli bir ifadedir. Tevbe Suresi'nde Hak Teâlâ, Rasulü'ne hitap ederek, münafıklar hakkında "Onlar için ister af dile ister dileme, onlar için yetmiş defa af dilesen, yine Allah onları affetmez. Böyledir; çünkü onlar Allah'ı ve Rasulü'nü tanımadılar; Allah yoldan çıkan kavmi doğru yola iletmez" buyurmuştur. 84. ayette ise şöyle denmiştir: "Ve onlardan ölen birine asla namaz kılma, onun kabri başında durma. Çünkü onlar Allah'ı ve Rasulü'nü tanımadılar ve fasık olarak öldüler."

14. Bu ayetin iki anlamı vardır: a) Dua, hidayet üzerinde olanlar, yani Müslümanlar için fayda sağlar. Dini reddeden ve itaat yerine fısk ve tuğyan yolunu benimseyen kimse için, değil sıradan bir kimse, Allah Rasulü dahi dua etse, yine de bir yararı olmaz. b) Hidayete talip olmayan kimseye hidayet vermek Allah'ın sünneti değildir. Allah'ın hidayetine sırt çeviren ve davet edildiğinde kibirle reddeden bir kimseye, Allah hidayeti kabul etmesi için ısrar etmez.

15. Hz. Zeyd bin Erkam, bu olayı şöyle anlatıyor: "Ben İbn Ubey'in sözlerini Hz. Peygamber'e (s.a.) aktardığımda İbn Ubey bunu yalanlayarak, yemin etti. Bunun üzerine Ensar'ın yaşlıları ve amcalarım beni azarladı. Hatta Hz. Peygamber'in (s.a.) bile, beni yalancı, İbn Ubey'i doğru kabul ettiğini hissettim. Bu, benim hayatımın en üzücü olayı idi. Ancak bu ayet nazil olunca, Hz. Peygamber (s.a) beni çağırarak kulağımdan tuttu ve "Bu oğlanın kulağı sadıktı. Allah da onu tasdik etti" dedi. (İbn Cerir, ayrıca Tirmizi'de benzeri bir rivayet mevcuttur.)

16. Yani, şeref ancak Allah'a mahsustur. Hz. Peygamber (s.a) risalet, müminler de iman nedeniyle şereflidirler. Fakat kafirlerin, fasık ve facirlerin, münafıkların şereften bir payları yoktur.

9 Ey iman edenler, 17ne mallarınız, ne çocuklarınız sizi Allah'ı zikretmekten 'tutkuya kaptırıp-alıkoymasın';18 kim böyle yaparsa, artık onlar hüsrana uğrayanların ta kendileridir.

10 Sizden birinize ölüm gelip de: "Rabbim, beni yakın bir süreye (ecele) kadar geciktirsen ben de böylece sadaka versem ve salihlerden olsam" demezden önce, size rızık olarak verdiklerimizden infak edin.

11 Oysa Allah, kendi eceli gelmiş bulunan hiç bir kimseyi kesinlikle ertelemez. Allah, yapmakta olduklarınızdan haberdar olandır.

AÇIKLAMA

17. Bu ayetin muhatabı Müslüman olduğunu söyleyen herkestir. "Ey iman edenler"; ifadesi Kur'an'da bazen müminlere, bazen Müslüman olduklarını iddia edenlere, bazen de genel olarak Müslümanlara hitaben kullanılmıştır. Nerede, kime hitap edildiği, ayetin siyak sibakına bakılarak anlaşılır.

18. Burada "mal ve çocukların" özellikle zikredilerek vurgulanması, insanların umumiyetle mal ve çocuklarının hatırı için imanın sorumluluklarından yüz çevirmeleri nedeniyledir. Çünkü insan umumiyetle bunlar yüzünden nifak, iman zaafı, fısk ve itaatsizliğin bataklığına saplanır. Aslında kastedilen, insanı Allah'tan gafil eden dünyadaki herşeydir. Allah'tan gaflet, her kötülüğün asıl sebebidir.

Şayet insan her an başıboş olmadığını, Allah'ın bir kulu olduğunu, Allah'ın kendisinin her yaptığından haberdar olduğunu ve yaptıklarından bir gün hesaba çekileceğini hatırında tutarsa, işte o zaman hiçbir sapıklık ve dalâlete düşmez. Beşeri zaafları dolayısıyla bir hata yapsa bile, hata yaptığını anlar anlamaz kendine çeki düzen verir.

MÜNAFİKUN SÜRESİ(Seyyid KUTUB)

1- Ey Muhammed! Münafıklar sana geldiklerinde " ahitlik ederiz ki , sen Allah'ın peygamberisin" derler. Allah ta bilir ki sen elbette, kendisinin peygamberisin. Bununla birlikte Allah münafıkların yalancı olduklarını da bilir.

2- Çünkü, onlar yeminlerini kalkan yapıp insanları Allah'ın yolundan alı korlar. Onların yaptıkları ne kötüdür.

Münafıklar Peygamber Efendimizin yanına gelip huzurunda O'nun Allah'ın peygambèri olduğuna şahitlik ediyorlardı. Ne var ki bu şahitlik sözden öteye geçmiyordu. Bununla gerçeği ifade etmek amacında değillerdi. Sadece asıl niyetlerini gizlemek, Müslümanlara karşı gerçek kimliklerini saklamak için bu sözü söylüyorlardı. Hz. Peygamberin Allah'ın elçisi olduğuna şahitlik etmek için geldiklerine ilişkin iddiaları yalandı. Oysa bununla güttükleri asıl amaç Müslümanları aldatmak ve bu sözle gerçek kimliklerini gizlemekti. Bu yüzden yüce Allah, Hz. Peygamberin kendi elçisi olduğuna ilişkin gerçeği vurguladıktan sonra münafıkların şahitliklerinin yalan olduğunu belirtiyor' "Allah da bilir ki sen elbette, kendisinin peygamberisin: ' "Bununla birlikte Allah münafıkların alancı olduklarım da bilir"

Ayet, dikkat çekici bir inceliğe ve özenle seçilmiş bir ifade biçimine sahiptir. Çünkü ayet-i kerime münafıkların sözlerini yalanlamadan önce Hz. Peygamberin Allah'ın elçisi olduğu gerçeğini dile getiriyor. Şayet bu vurgulama olmasaydı, ayetin zahiri açısından münafıkların yalanlanlamalarının şahitliklerinin konusu ile yani Hz. Peygamberin Allah'ın elçisi olduğu gerçeği ile ilgili olduğu düşüncesi zihinlerde uyanacaktı. Oysa bu ifade ile güdülen amaç münafıkların şahitlik ettikleri konuyu yalanlamak değildir. Asıl amaç onların sözlerini yalanlamaktır. Çünkü onlar gerçekten Hz. Peygamberin Allah'ın elçisi olduğu gerçeğini onaylamıyorlardı ve içtenlikle şahitlik etmiyorlardı.

"Onlar yeminlerini kalkan yaptılar...

Öyle anlaşılıyor ki, münafıklar, durumlarının ortaya çıktığı, herhangi bir komplo ya da yıkıcı bir plan peşinde koştukları öğrenildiği veya Müslümanlar için kötü bir söz söyledikleri duyulduğu her seferinde yemine başvuruyorlardı. iğrenç davranışlarının gerektirdiği yaptırımlardan korunmak için yemin ediyorlardı. Böylece yeminlerini arkasına sığındıkları koruyucu bir kalkan haline getirmişlerdi. Bu sayede kendilerine kananlara yönelik komploları, yıkıcı planları sonuçlandırmak istiyorlardı.

"İnsanları Allah'ın yolundan alı korlar."

Yalan yere söyledikleri yeminler aracılığı ile hem kendilerini hem de başkalarını Allah'ın yolundan alı korlar: "Onların yaptıkları ne kötüdür." insanları aldatmak ve saptırmak için yalan söylemekten daha iğrenç bir davranış var mıdır?

Ayet-i kerime münafıkların yalancı şahitliklerini, kandırma amaçlı asılsız yeminlerini, insanları Allah'ın yolundan alıkoyuşlarını ve yıkıcı faaliyetlerde bulunmalarını, iman ettikten sonra kafir oluşlarına, İslam'ı tanıdıktan sonra küfrü tercih edişlerine bağlıyor.



3- Bunun sebebi, onların önce iman edip sonra inkar etmeleridir. Bu yüzden kalpleri mühürlenmiştir artık onlar hiç anlamazlar.

Şu halde onlar imanı biliyorlar ama küfre dönmeyi imana tercih ediyorlar Kavrama yeteneği bulunan güzelliklerden zevk alabilen, canlılığını yitirmeyen bir kalbin imanı tanıdıktan sonra küfre dönmesi mümkün değildir. Yoksa, imanın tadına varan, onu gereği gibi tanıyan, varlıklarla ilgili imanı düşünceyi öğrenen iman aracılığı ile hayattan zevk almayı bilen, imanın temiz havasını soluyan, imanın parlak aydınlığı içinde yaşayan, imanın huzur verici gölgesinde serinlenen birisi tekrar çirkin, ölü, ıssız, kurak ve çorak küfür ortamına döner mi? iman ile küfür arasındaki derin farklılığın bilincinde olmayan, kavrayamayan, algılayama yan körelmiş, kindar ve nankör kişilerden başkası böyle bir cürüm işlemeye yeltenebilir mi?

"Bu yüzden kalpleri mühürlenmiştir; artık onlar hiç anlamazlar." Ardından surenin akışı münafıkların kişiliklerini çarpıcı biçimde ortaya koyar benzersiz ve olağanüstü bir tablo çiziyor. Bu tablo, insanlar arasında yer alan fıtratları dejenere olmuş, duyu organları körelmiş, bu grubu alay konusu yapıyor onların adiliklerini, basitliklerini alaycı bir ifadeyle ortaya koyuyor. Onları boşlukla, ıssızlıkla, körelmişlikle, korkaklıkla, ödleklikle, kindarlıkla, nankörlükle suçluyor. Daha doğrusu onları gülünçlüğün somutlaştığı bir heykel, bir hedef olarak varlık vitrinine dikiyor.

4- Onları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider, konuşurlarsa onların sözlerini dinlediğin zaman sanki elbise giydirilmiş (Bir yere dayandırılmış) kütük gibidirler. Her gürültüyü kendi aleyhlerine sanırlar. Onlar düşmandır; onlardan sakın. Allah onları kahretsin! Nasıl da Hak'tan döndürülüyorlar?

Şu halde onlar dış görünüş itibariyle insanın hoşuna giden cesetlerdirler. Algılayan ve algıladığına karşılık veren insanlar değildirler. Sessiz kaldıkları sürece göze hoş görünen. kalıplardırlar. Ama konuşmaya başladıkları zaman her türlü anlamdan, her türlü duygudan, her türlü heyecandan yoksun boş kalıplar oldukları ortaya çıkar. "Onların sözlerini dinlediğin zaman sanki kütük gibidirler." Fakat sadece kütük değildirler. Onlar "Bir yere dayandırılmış kütük gibidirler." Hiçbir canlılık belirtisi yok onlarda, bir duvarın dibine atılmış gibi hareketsiz duruyorlar.

Bu donukluk, bu soğukluk ve bu hareketsizlik onları ruhsal kavrayış açısından tasvir ediyor -şayet ruhları varsa tabi (!)-. Öte yandan sürekli bir tedirginlik, sürekli bir korku, sürekli bir sarsıntı içinde oluşları tasvir ediliyor:

"Her gürültüyü kendi aleyhlerine sanırlar."

Şu halde onlar münafık olduklarını; dış görünüşten, yeminlerden, sahte sevgi gösterisinden, kaypaklıktan oluşan ince bir perdenin arkasına gizlendiklerini biliyorlar. Bu yüzden her an gerçek durumlarının ortaya çıkması, arkasına gizlendikleri ince perdenin açılması endişesi içindedirler. Ayet-i kerime onları, sürekli etrafına bakıp duran, her hareketten, her sesten ve fısıldamadan ürken, gerçek kimliklerinin ortaya çıkmış olmasından korkan kimseler olarak tasvir ediyor!

Derinden kavrama, algılayan bir ruha sahip bulunma ve imanın mesajlarını algılama söz konusu olduğu zaman onlar bir kenara bırakılmış, dayandırılmış hissiz kütükler gibidirler. Mal ve can korkusu söz konusu oluğu zaman da rüzgarın önünde savrulan, inim inim inleyen kuru ve içi boş bir bitki artığı gibidirler.

Onlar her iki durumda da Hz. Peygamberin ve Müslümanların baş düşmanlarının somut örneğidirler:

"Onlar düşmandır; onlardan sakın."

Onlar gerçek düşmandırlar. Ordunun içine gizlenmiş, askerlerin safları arasına sızmış sinsi düşmanlardırlar. Bunlar açık ve dış düşmanlardan daha tehlikelidirler. "Onlardan sakın" Fakat Hz. Peygambere onları öldürmesi emredilmiyor. Tam tersine Peygamber Efendimiz, onlara karşı hikmet dolu, uzun vadeli, onların hilelerinden kurtulmayı garantileyen bir başka yol izliyor. (Az sonra bu tür bir ilişkinin bir örneğini göreceğiz.)

"Allah onları kahretsin! Nasıl! da Hak'tan döndürülüyorlar?"

Ne tarafa kaçarlarsa ve ne tarafa giderlerse gitsinler Allah onları öldürecektir. Yüce Allah'tan gelen bir temenni, bu temenninin anlamının kesin olarak gerçekleşeceğini ifade etmektedir. Onun isteği hemen yürürlüğe giren bir karardır. Geri çevrilemez ve buna alternatif bir karar verilemez. En sonunda onlarla ilgili bu karar yürürlüğe girecektir.

Surenin akışı münafıkların kalplerindeki kötülüğe, Hz. Peygambere yönelik art niyetlerine, buna karşın yüzüne karşı yalan söylemelerine işaret eden davranışlarını sayıp dökmeye devam ediyor. Bunlar münafıkların bilinen temel nitelikleridirler:



5- Münafıklara: "Gelin de Allah'ın Rasulü sizin için bağışlanma dilesin denildiği zaman, başların: çevirirler ve onların, büyüklük taslayarak yüz çevirdiklerini görürsün.

6- Onlar için bağışlanma dilesen de dilemesen de birdir; Allah onları bağışlamayacaktır. Çünkü Allah yoldan çıkmış topluluğu doğru yola iletmez.

7- Bunlar: `Allah'ın Peygamberinin anında bulunanlara bir şey vermeyin de dağılıp gitsinler" diyen kimselerdir. Oysa göklerin ve yerin hazineleri Allah'ındır: Fakat münafıklar anlamazlar.

8- Diyorlar ki: `And olsun, eğer Medine'ye dönersek şerefli olan, alçak olarak oradan mutlaka çıkaracaktır. Şeref ancak Allah'ın, O'nun Peygamberinin ve müminlerindir. Fakat münafıklar bunu bilmezler.

İlk kuşak tefsircilerin bir çoğu bu ayetlerin tümünün Abdullah b. Ubey b. Selul hakkında indiğini söylemişlerdir.

İbn İshak Beni Mustalık seferinden söz ederken bu meseleyi ayrıntılı olarak anlatır. Olay Beni Mustalik kabilesine ait Mureysi kuyusunun başında hicretin altıncı yılında geçer. Savaştan sonra Peygamber Efendimizin bu suyun başında konakladığı bir sırada insanlar grup grup suyun başına iniyorlardı. Ömer b. Hattab'ın yanında para ile tuttuğu Beni Gıfar kabilesine mensup bir kişi vardı. Adı Cehcah b. Mesut'tu. Ömer'in atını sürüyordu. İşte bu Cehcah ile Avan b. Hazrec 'in müttefiki Sinan B. Vebr Cüheni suyun başında itişmeye başladılar. Ardından kavga ettiler. Sinan b. Vebr el-Cüheni. Ey Ensar topluluğu diye seslendi. Cehcah da "Ey Muhacirler!" diye bağırdı. Bunun üzerine Abdullah b. Ubey b. Selul öfkelendi. O sırada yanında akrabalarından bir grup bulunuyordu. Bunlar arasında genç bir delikanlı olan Zeyd b. Erkam da yer alıyordu. Abdullah b. Ubey şöyle dedi: Gerçekten böyle yaptılar mı? Bize karşı soylarıyla övünmeye başladılar mı? Bizim ülkemizde çokluklarını ileri sürüp bizimle rekabete kalkıştılar mı.

Vallahi. bizimle Kureyş'in sürgünlerinin durumu tıpkı eskilerin şu sözünü andırıyor: "Besle köpeğini yesin seni" (Besle kargayı oysun gözünü) Allah'a an dolsun ki Medine'ye döndüğümüzde şerefliler mutlaka aşağılıkları oradan çıkaracaktır. Sonra yanında bulunan akrabalarına döndü ve onlara şöyle dedi: Bu durumu siz kendi elinizle hazırladınız. Yurdunuzu onlara açtınız, mallarınızı onlarla bölüştünüz. Fakat Allah'a an dolsun ki eğer siz onların yakalarına yapışmayacak olursanız sizi evlerinizden çıkaracaklardır. Zeyd b. Erkam bunları duydu Sonra kalkıp Rasullullah'ın yanına gitti. -O sırada Peygamber Efendimiz de henüz düşmanla giriştiği savaşı bitirmişti-. Abdullah b. Ubey b. Selul'un sözlerin birer birer anlattı. Ömer b. Hattab ta Peygamber Efendimizin yanında bulunu-yordu. Ömer: "Ubad b. Bişr'e emret gidip öldürsün onu" dedi. Peygamber Efendimiz şöyle dedi: "Ya Ömer, insanların Muhammed arkadaşlarını öldürüyor demeleri daha mı iyidir? Hayır öyle yapmayalım ama yola çıkılacağını bildir." Peygamber Efendimizin hiç yolculuk yapmadığı bir saatti bu. Halk yola çıktı. Abdullah b. Ubey b. Selul da sözlerinin Zeyd b. Erkam tarafından Hz. Peygambere iletildiğini duyunca Peygamber Efendimizin yanına yürüdü ve böyle bir söz söylemediğine yemin etti. İbn Selul akrabaları arasında saygın bir yere sahipti. Peygamber Efendimizin yanında bulunan Ensar'dan bazı kişiler: "Ya Resulallah belki de çocuk yanlış anlamış, adamın dediklerini tam kavrayamamıştır" diyerek İbn Selul'u korumaya, onu savunmaya çalıştılar.

İbn İshak diyor ki: Peygamber Efendimiz konakladığı yerden ayrılıp yola koyulunca Useyd b. Hudeyr'e rastladı. Useyd Peygamber Efendimizi peygamberlik selamı ile selamladı ve şöyle dedi: Ey Allah'ın peygamberi, Allah'a And olsun ki hiç te uygun olmayan bir saatte yola çıkıyorsun ki bundan önce böyle bir saatte hiç yolculuk yapmamıştın. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz şöyle dedi: "Yoksa sen arkadaşınızın ne dediğini duymadın mı?" Useyd: "Hangi arkadaş ya Resulallah?" dedi. Peygamberimiz: "Abdullah b. Ubey" dedi. Useyd: "Ne dedi?" diye sordu. Peygamberimiz: "Eğer Medine'ye dönerlerse şereflilerin aşağılıkları oradan çıkaracağını iddia etti" dedi. Bunun üzerine Useyd: "Ey Allah'ın elçisi Allah'a And olsun ki eğer sen dilersen onu Medine'den çıkarırsın. Allah'a And olsun ki aşağılık olan odur ve sen şereflisin" dedi ve şunları ekledi: "Ey Allah'ın elçisi O'na yumuşak davran, Allah'a And olsun ki, Allah seni bize gönderdiği zaman kavmi başına taç giydirmek üzere kıymetli taşlar düzüyorlardı. Bu yüzden o, senin onun elindeki mülkü aldığını düşünüyor.

Sonra Hz. Peygamber o gün halkı akşama kadar yürüttü ve hiç dinlenmeden aynı gece de sabaha kadar yol aldı. Aynı gün güneş iyice rahatsız edene kadar yürüdüler. Daha sonra halkın dinlenmesine izin verdi. Daha yere oturur oturmaz uykuya daldılar. Hiç kuşkusuz Hz. Peygamber halkı önceki gün meydana gelen Abdullah b. Ubey b. Selul olayı ile ilgilenmekten alıkoymak için böyle yapmıştı.

İbn İshak diyor ki: Yüce Allah'ın münafıklardan söz ettiği bu sure Abdullah b. Ubey ve onun durumundaki kimseler hakkında inmiştir. Bu sure indiği zaman Peygamber Efendimizin Zeyd b. Erkam'ın kulağından tutmuş ve şöyle buyurmuştur: "işte bu adam kulağı ile Allah'a karşı sorumluluğunu yerine getirmiştir." Abdullah b. Ubeyy'in oğlu Abdullah ta babası ile ilgili bu meseleyi duymuştu.

İbn İshak diyor ki: Asım b. Ömer b. Katade'nin anlattığına göre Abdullah Peygamber Efendimizin yanına gelmiş ve "Ya Resulallah duyduğuma göre, bazı sözlerinden dolayı Abdullah b. Ubey'i öldürmek istiyormuşsun. Eğer mutlaka onu öldüreceksen bana emret başını sana getireyim. Allah'a And olunki Hazreç kabilesi bilir ki aralarında benden daha çok babasına iyi davranan bir kimse yoktur. Şayet onu öldürme işini bir başkasına verirsen ve o da gidip Abdullah b. Ubey'i öldürürse, nefsimin babamın katilini insanlar arasında dolaşmasına tahammül edememesinden dolayı gibi onu öldürmekten korkarım. Bir kafire karşılık bir mü'mini öldürüp cehenneme girmekten endişelenirim" demişti. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştu: Aksine biz ona iyi davranacak ve bizimle beraber olduğu sürece iyi arkadaşlık edeceğiz."

Bundan sonra Abdullah B. Ubey herhangi bir olay çıkaracak olsa bizzat akrabaları tarafından azarlanır, kızılır ve yaptıkları kınanırdı. Bu durumu haber alınca Peygamberimiz Ömer B. Hattab'a şöyle demişti: "Görüyor musun ey Ömer? Vallahi eğer senin söylediğin gibi o gün onu öldürecek olsaydım birçok kişi üzerine titrerdi. Ama bugün onlara onu öldürmelerini emretsem hemen öldürürler." Hz. Ömer diyor ki: "O gün Peygamber Efendimizin görüşünün benim görüşümden daha isabetli, daha bereketli olduğunu anladım: '

İkrime, İbn Zeyd ve başkalarının anlattığına göre, halk Medine'ye girmeye başladığı sıralarda Abdullah b. Ubey'in oğlu Abdullah Medine'nin giriş kapısının önünde durmuş ve kılıcını kınından çekmiş durumda bekliyordu. Herkes önünden geçiyordu. Babası Abdullah b. Ubey gelince: "Geri dön!" dedi. Babası: "Ne oluyor sana, yazıklar olsun" dedi. Oğlu: "Vallahi Resulallah izin vermedikçe buradan geçemezsin. Çünkü o şereflidir, sense aşağılıksın: ' dedi. Peygamber Efendimiz gelince -Peygamberimiz kafilenin ardından gözcü olarak gelirdi- babası oğlu Abdullah'ı ona şikayet etti. Oğlu: "Vallahi, ya Resulallah, sen ona izin vermedikçe o, bu kapıdan içeri giremez" dedi. Peygamberimiz girmesine izin verdi. Bunun üzerine Abdullah babasına: "Resulallah sana izin verdiğine göre şimdi şehre girebilirsin" dedi.

Bir olaylara, bir olayların kahramanlarına, bir de Kur'an ayetlerine bakıyoruz ve kendimizi Peygamberimizin hayatı ile, ilahi eğitim sistemi ile, olayları yönlendiren hayret verici Allah'ın kaderi ile karşı karşıya buluyoruz.

İşte bu, Müslümanların oluşturduğu saftır. Aralarında münafıklar kol geziyor. On seneye yakın bir süre -Peygamberimiz hayattayken- Müslümanlar arasında yaşıyorlar. Peygamber Efendimiz de onları İslam safının dışına çıkarmıyor. Yüce Allah onların adlarını ve şahıslarını vefatına yakın bir süreye kadar kendisine bildirmiyor. Gerçi Peygamberimiz onları konuşma biçimlerinden, kaypaklıklarından ve çevirdikleri dolaplardan, heyecanların, endişelerin yansıdığı yüz hatlarından tanıyordu. Bunun sebebi yüce Allah'ın kalpleri ilgilendiren meseleleri insanlara bırakmamış olmasıdır. Çünkü kalpler sadece Allah'ın kontrolündedirler. Kalplerde olanları sadece O bilir ve bu bilgisi uyarınca onları sorguya çeker. insanlara gelince meselenin dışa yansımış şekli onları ilgilendirir. Böylece zanna dayanarak birbirlerini suçlamaları önlenmiş olur. Bu sayede sezgiden yola çıkarak herhangi bir meselede karar vermeye kalkışmazlar. Öyle ki yüce Allah Peygamberimizin hayatının sonuna doğru, halâ münafıklıklarını sürdüren bir gurubu kendisine bildirdiği halde Peygamberimiz onları cemaatten atmamıştı. Çünkü onlar Müslüman görünüyor, İslam'ın öngördüğü farzları yerine getiriyorlardı. Bu yüzden Peygamber Efendimiz onları bilmek ve sadece arkadaşları arasında birine, Huzeyfe b. Yeman'e bildirmekle yetinmişti. Müslümanlar arasında onları deşifre etmemişti. Hatta Hz. Ömer Peygamberimizin kendisini münafık olarak nitelendirmediğinden emin olmak için gelip Huzeyfe'ye kendisinin münafık olup olmadığını soruyordu. O da: Ya Ömer, sen onlardan değilsin diyor başka da bir şey demiyordu. Hz. Peygambere hiçbir zaman ölen bir münafığın cenaze namazını kılmaması emredilmişti. Arkadaşları Peygamberimizin birinin namazını kılmadığını gördüklerinde onun münafık olduğunu öğrenmiş oluyorlardı. Peygamber Efendimiz vefat ettikten sonra da Hz. Huzeyfe münafık olduğunu bildiği kimsenin namazını kılmazdı. Hz. Ömer, etrafına bakınmadıkça hiçbir cenazenin namazını kılmazdı. Şayet Huzeyfe'yi görseydi cenazenin münafıklara ait olmadığını bilirdi. Aksi taktirde o da cenazenin namazını kılmaz ve bir şey de söylemezdi.

İşte -kaderin belirlediği şekliyle- olaylar bir hikmete, bir hedefe yönelik olarak eğitim, ibret alınmasını sağlama, ahlâk, düzen ve adap kurallarını yerleştirme amacı ile bu şekilde akıp gidiyordu.

Hakkında bu ayetlerin inmiş olduğu bu olay bile tek başına ders alınması , önemli sonuçların, öğütlerin çıkarılması gereken bir olaydır...

Şu Abdullah b. Ubeyy b. Selul'dur. Müslümanların arasında yaşıyor... Peygamber Efendimizin yakınında bulunuyor. Önünde ve arkasında cereyan eden olayları, bu dinin gerçekliğini, Peygamberimizin doğruluğunu kanıtlayan ayetleri gözleriyle görüyor. Ne var ki yüce Allah kalbini imana, doğru yola iletmiyor. Çünkü yüce Allah bu rahmetten, bu nimetten ona pay ayırmamıştır. Peygamberimizin İslam'ı Medine'ye getirmesi nedeniyle Evs ve Hazreç kabilelerine kral olamamanın hıncı bu coşan, parlayan nurun kaynağından etkilenmesine engel oluyor. Sadece bu ihtiras onu doğru yola girmekten alıkoyuyor. Oysa her yönden bu yolu gösteren işaretlerle karşılaşıyordu. İslam'ın kaynağında, Yesrib'in aydınlığında yaşıyordu oysa.

Bu da onun oğlu Abdullah'tır. Fedakâr ve itaatkâr Müslümanın üstün bir örneği. Babasından memnun değil. Yaptıklarına canı sıkılıyor. Konumundan utanıyor. Fakat her şefkatli ve iyi niyetli evlat gibi davranıyor. Hz. Peygamberin babasını öldürtmek istediğini duyuyor. İçinde birbiriyle çelişen karmaşık duygular, düşünceler geçiyor. Fakat o İslam'ı seviyor. Peygamber Efendimizin buyruğuna uymayı, babası hakkında da olsa Peygamberimizin emrini kendisinin yerine getirmesini arzuluyor. Bununla beraber bir başkasının gidip babasının boynunu vurmasını, sonra da gözlerinin önünde dolaşmasını hazmedemiyor. Nefsinin kendisine ihanet etmesinden, kan bağını kullanan şeytanı yenememekten, intikam duygusunu frenleyememekten endişeleniyor. Bu yüzden kalbinin içinde kopan fırtınalara karşı Peygamberinin, komutanının yardımına sığınıyor. Karşı karşıya kaldığı bu beklenmedik sıkıntıyı gidermesini istiyor. Şayet yapmak zorundaysa babasın öldürme işini kendisine vermesini öneriyor. Hiç kuşkusuz bu emre uyacak, babasının kesik başını getirecektir. Tâ ki bir başkası bu işi üstlenmesin. Çünkü bu durumda babasının katilinin gözlerinin önünde dolaşmasına katlanamayacak, Dolayısıyla bir kafire karşılık bir mü'mini öldürmek suretiyle cehennemi boylayacaktır...

Burası öylesine yüce, öylesine erişilmez bir makam ki, kalp nereye yönelirse yönelsin, göz nereye ilişirse ilişsin bir ürperti alır insanı. Bir insanın kalbini bürüyen iman ürpertisidir bu. Bu insan kalkıyor Peygamber Efendimize dünyanın en zor işini -babasını öldürme işini- kendisine vermesini öneriyor. Bu öneride bulùnurken niyetinde doğrudur. Çünkü kendisine göre daha büyük ve daha ağır bir yükümlülükten korunuyor. İnsanın doğasından gelen duyguların azgınlaşıp kendisini bir kafire karşılık bir mü'mini öldürmeye zorlamasını, Dolayısıyla ateşe girmesini önlemiş oluyor. Bu doğruluğun, açık yürekliliğin neden olduğu bir ürpertidir. Bu insan babasına yönelik beşeri zaafına karşı şunları söylüyor: "Allah'a And olunki Hazreç kabilesi bilir ki aralarında benden daha çok babasına iyi davranan bir kimse yoktur." İşte bu insan, bu zaafına karşı Peygamberinin ve komutanının yardımına sığınıyor, bu sıkıntıdan kurtarmasını istiyor. Kuşkusuz verdiği emri geri alarak veya değiştirerek değil. -Çünkü onun emrine kesinlikle uyulur, işareti derhal yerine getirilir-. Fakat babasının başını kesme işini kendisine vermesini istiyor.

Yüce Peygamber bu sıkıntılı, bu dertli mü'min nefsi görüyor, bir hoşgörü ve yücelik örneği göstererek onu okşuyor, sıkıntısını gideriyor: "Aksine biz ona iyi davranacak ve bizimle beraber olduğu sürece iyi arkadaşlık edeceğiz" diyor. Bundan önce de Ömer b. Hattab'ı -Allah ondan razı olsun- görüşünden vazgeçiriyor: "Ya Ömer insanların Muhammed arkadaşlarını öldürüyor demeleri daha mı iyidir?"

Sonra Peygamber Efendimizin ön sezişi güçlü ve her yaptığını yerinde yapan bir komutan gibi olaya müdahale etmesi, zamansız yola çıkma emrini verip herkes bitkin düşene kadar bu yolculuğu sürdürmesi... Hiç kuşkusuz, kavgaya tutuşan iki adamın: "Ey Ensar!" "Ey Muhacirler!" diye bağırmak suretiyle uyandırdıkları ırkçılık düşüncesinden insanları alıkoymak amacına yöneliktir. Burada güdülen bir diğer amaç ta, inanç sistemlerinin ve insanlığın tarihinde sevgi ve kardeşliğin eşsiz örnekleri olan Muhacir ve Ensar arasında münafık Abdullah b. Ubey b. Selul'un yaktığı fitne ateşini söndürmek ve insanları buna kapılmaktan alıkoymaktır. Öte yandan Hz. Peygamberin Useyd b. Hudayr'a söylediği sözler, bu sözlerde kargaşaya karşı duyulan ruhsal bezginliğin belirtileri ve İslam'dan sonra bile akrabaları arasındaki saygın yerini koruyan arkadaşının elinden tutma isteği, insanı ürpertici olaylardır.

Şimdi de insanı derinden ürperten olayın son sahnesi karşısında duruyoruz. Münafık Abdullah b. Ubey b. Selul'un oğlu mü'min Abdullah'ın yer aldığı sahne karşısında durup düşünüyoruz. Abdullah kılıcıyla Medine'nin giriş kapısını tutmuş, babasının "Şerefliler mutlaka aşağılıkları oradan çıkaracaktır" sözünü doğrularcasına, onun şehre girmesine izin vermiyor. Ona Allah'ın elçisinin şeréfli kendisininse aşağılık olduğunu gösteriyor. Resulallah gelip izin verene kadar babasını şehrin kapısında durduruyor ve Peygamber Efendimizin izniyle şehre girmesine müsaade ediyor. Böylece olay henüz bitmemişken ve olayın geçtiği zaman diliminde kimin şerefli, kimin aşağılık olduğunu pratik olarak kanıtlıyor.

Dikkat edin bu, imanın o insanları yükselttiği erişilmez bir zirvedir. Onlar insan oldukları halde, insana özgü zaaflar, eğilimler ve duygular taşıdıkları halde iman onları bu zirveye çıkarmıştır. Bu durum İslam inancının mahiyetini en güzel ve en doğru şekliyle ortaya koymaktadır. insanlar bu inanç sistemini gerçek mahiyetiyle kavradıkları zaman, bizzat kendileri bu inancın yemek yiyen, çarşılarda dolaşan, insanlar şeklinde yürüyen gerçekleri oldukları zaman bu inanç sistemi en güzel ve en doğru şekliyle ortaya çıkar.

Biz tekrar bu olayları içeren ayetlerin gölgesine dönüyoruz:

"Münafıklara: `Gelin de Allah'ın Resulü sizin için bağışlanma dilesin' denildiği zaman başlarını çevirirler ve onların büyüklük taslayarak yüz çevirdiklerini görürsün."

Münafıklar kendi içyüzlerini ortaya çıkaran bazı davranışlarda bulunur, bazı sözler söylerlerdi. Bunların Peygamber Efendimize ulaştığını öğrendiklerinde ise korkmaya, utanmaya ve yeminler etmeye başlarlardı. Bu yeminleri koruyucu kalkanları olarak kullanırlardı. Birisi onlara "Gelin, Allah'ın elçisi sizin için bağışlanma dilesin" dediği zaman, eğer Hz. Peygamberle yüz yüze gelmeyeceklerinden emin iseler üstünlük taslayarak büyüklük kompleksine kapılarak başlarını çevirirlerdi. Bu ikisi münafık ruhların birbirinin varlığını zorunlu kılan nitelikleridir. Böyle bir davranış genellikle akrabaları arasında saygın bir yere sahip kimselerce sergilenirdi. Fakat onlar özleri itibariyle yüzleşmekten korkan zayıf kimselerdi. Yüzleşmeyeceklerinden emin oldukları sürece büyüklük taslar, engellemelerde bulunur, başlarını çevirirlerdi. Yüzlenince de korkudan titrer, utanır ve yeminlere başvururlardı.

Bu yüzden hitap Peygamber Efendimize yöneltiliyor ve yüce Allah'ın onlara ilişkin bütün durumları kapsayan kararı belirtiyor. Yüce Allah'ın bu kararından sonra bağışlanma dileğinin onlara bir yarar sağlamayacağı vurgulanıyor:

"Onlar için bağışlanma dilesen de dilemesen de birdir; Allah onları bağışlamayacaktır. Çünkü Allah yoldan çıkmış topluluğu doğru yola iletmez."

Bu arada yüce Allah'ın haklarında bu kararı vermesine neden oluşturan yoldan çıkmalarının bir yönü anlatılıyor:

"Bunlar: `Allah'ın peygamberinin yanında bulunanlara bir şey vermeyin de dağılıp gitsinler' diyen kimselerdir."

Bu sözlerde münafıkların iğrenç karakterleri ve pis tabiatları belirginleşmektedir. Aç bırakmak suretiyle işkence etme politikasıdır bu. Öyle anlaşılıyor ki inanç savaşlarında, dinlerin mücadelesinde hak ve iman karşıtları zaman ve mekan farklılığına rağmen hep bu yönteme başvurmuşlardır. Çünkü onlar basit anlayışlarından dolayı bir lokma ekmeği dünya hayatında her şey sanırlar. Herkesi kendileri gibi bildikleri için aç bırakmak suretiyle mü'minleri yeneceklerini sanırlar.

Kureyş'liler, Haşimoğullarını Peygamber Efendimize yardım etmekten vazgeçip etrafından dağılsınlar ve onu müşriklere teslim etsinler diye her türlü ilişkiyi keserek ekonomik ablukaya alırken bu yönteme başvurmuştu.

Kur'an ayetinde vurgulandığı gibi münafıklar da Peygamberimizin arkadaşları sıkıntı ve açlığın baskısına dayanamayıp dağılsınlar diye bu yönteme başvurmuşlardır.

Komünistler de bu yönteme başvuruyorlar. Ülkelerindeki dindar insanları yiyecek karnelerinden yoksun bırakarak ya açlıktan ölmek ya da Allah'ı inkar etmek namazı terk etmek durumunda bırakıyorlar.

Bu yöntem, İslam memleketlerinde Allah'ın davetine ve İslami diriliş hareketine karşı savaş açanların da başvurduğu bir yöntemdir. Ablukaya almak, aç bırakmak, iş ve geçimini sağlama yollarını tıkamaya çalışmak gibi yöntemlerle dava adamlarını sindirmeye çalışırlar.

işte böyle eski çağlardan günümüze kadar gelmiş geçmiş tüm iman karşıtları kesintisiz bu iğrenç yöntemi uygulamışlar. Ama onlar Kur'an-ı Kerim'in daha bu ayetin sonu gelmeden hatırlattığı şu basit gerçeği unutuyorlar:

"Oysa göklerin ve yerin hazineleri Allah'ındır. Fakat münafıklar anlamazlar."

Mü'minlerin rızklarını kontrolleri altına almak suretiyle egemenlik kurmaya çalışan bu adamlar da geçimlerini yüce Allah'ın göklerde ve yerdeki rızk kaynaklarından sağlıyorlar. Çünkü onlar kendi rızklarını yaratmıyorlar. Şu halde başkalarının rızklarını kesmeye kalkışmaları ne büyük düşüncesizlik ve ne derin anlayışsızlıktır.

İşte yüce Allah mü'minleri bu şekilde yüreklendiriyor. Allah düşmanlarının dava adamları ile giriştikleri her savaşta başvurdukları bu iğrenç tatbik, bu adi yöntem karşısında onları bu şekilde destekliyor, güçlendiriyor. Her canlının rızk kaynağının Allah'ın göklerde ve yerdeki hazineleri olduğu güvencesini veriyor. Hiç kuşkusuz düşmanlarına rızk veren dostlarını unutacak değildir. Yüce Allah'ın rahmeti düşmanları bile olsa kullarını açlığa mahkum etmemeyi, rızklarını kesmemeyi öngörmüştür. Yüce Allah rızklarını kesecek olsa kulların az veya çok hiçbir şekilde kendilerini rızklandıramayacaklarını bilir. Hiç kuşkusuz Allah, düşmanları bile olsa kullarına yapamayacakları bir sorumluluk yüklemeyecek kadar yücedir, kerimdir. Çünkü aç bırakma ancak bayağının bayağısı, alçağın alçağı insanların düşünebileceği bir yöntemdir.

Bir de münafıkların şu sözlerine değinelim:

"Diyorlar ki: "And olsun eğer Medine'ye dönersek şerefli olan, alçak olanı oradan mutlaka çıkaracaktır."

Abdullah b. Ubey b. Selul'un oğlu Abdullah'ın bunu nasıl gerçekleştirdiğin ve şerefli olan izin vermedikçe alçak olanı Medine'ye nasıl sokmadığını gördük.

"Şeref ancak Allah'ın, O'nun peygamberinin ve müminlerindir. Fakat münafıklar bunu bilmezler."

Burada yüce Allah Peygamberini ve mü'minleri kendisi ile birlikte anıyor ve kendisine özgü olan şereften onlara da bahşediyor. Hiç kuşkusuz bu, olağanüstü derece sahip bir bağıştır ve ancak ulu Allah bu bağışta bulunabilir. Yüce Allah'ın peygamberini ve mü'minleri yanına alıp "işte biz! ve işte şereflilerin bayrağı. En üstün saf budur" demesinden daha büyük, daha onurlandırıcı bir bağış var mıdır?

Elbette ulu Allah doğru söylüyor. Allah üstünlüğü, şerefi imanın ikizi olarak mü'minin kalbine yerleştirmiştir. Bu üstünlük, bu şeref Allah'ın üstünlüğünden, şerefinden kaynaklanır. Bu şeref yıpranmaz ve bu üstünlük zayıflamaz. Bu şerefe, bu üstünlüğe sahip bulunan bükülmez, ezilmez imanı sarsılmadıkça en zor anlarda bile mü'minin kalbi gevşemez. iman oraya yerleşip kökleşince şeref ve üstünlükte beraberinde yerleşir, kökleşir.

"Fakat münafıklar bunu bilmezler."

Nasıl bilebilirler ki, onlar bu onuru tatmamışlar ki. Onurun, üstünlüğün asıl kaynağına ulaşmamışlar ki!

MAL VE EVLADIN ALLAH'I UNUTTURMASI

Surenin içerdiği son mesaj, yüce Allah'ın peygamberi ile birlikte kendi safına aldığı, kendi üstünlüğünden, kendi şerefinden üstünlük ve şeref bahşettiği müminlere yöneliktir. Burada yüce Allah'ın kendilerine bahşettiği onur verici düzeye yükselmeleri, münafıkların özelliklerini andıran her türlü özellikten soyutlanmaları, bu aydınlık ufku mal ve evlada tercih etmeleri, mal ve evladın kèndilerini bu nurlu makama çıkmaktan alıkoymasına izin vermemeleri isteniyor:



9- Ey iman edenler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah'ı anmaktan alıkoymasın. Kim bunu yaparsa İşte onlar ziyana uğrayanlardır.

10- Birinize ölüm gelip de: "Rabbim beni yakın bir süreye kadar ertelesen de, sadaka versem, İyilerden olsam " diyeceği zaman gelmezden önce, size verdiğimiz rızklardan sarf edin.

11- Allah, yaşama süresi dolduğu zaman hiçbir canı ertelemez. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.

Kalp uyanık olmadığı zaman, kendi varlığının amacından habersiz olduğu zaman, yüce Allah'ın kendi ruhundan bir soluk üflediği yaratığa yaraşır üstü bir hedefin bilincinde olmadığı zaman mal ve evlad ona ayak bağı olur, onu oyalar. Yüce Allah insan ruhuna kendi beşeri sınırları içinde bazı ilahi nitelikleri gerçekleştirme eğilimini, arzusunu yerleştirmiştir. Bunun yanı sıra yeryüzünde halifelik görevini yerine getirmesi için ona mal ve evlat da bahşetmiştir. Fakat bunlar insanı Allah'ı anmaktan alıkoymamalıdır. İnsanlığının ancak onunla anlam kazandığı kaynakla iletişim kurmasına engel olmamalıdır. Bu kaynakla iletişim kurmaktan habersiz olanlar. Böyle bir iletişim kurabilmek için Allah'ı anmaya zaman bulamayanlar: "İşte onlar ziyana uğrayanlardır." ilk kaybettikleri şey de insan olma özelliğidir. Çünkü bu özellik insanı insan eden bu kaynakla iletişim kurmaya bağlıdır. Kendini kaybeden de istediği kadar mala ve evlada sahip ol-sun her şeyini kaybetmiş, zarar etmiş demektir.

Kur'an-ı Kerim Allah'ın verdiği rızktan Allah'ın kullarına hayır amaçlı harcamada bulunma konusu ile ilgili olarak bir tek ayette onların ruhlarına yönelik değişik yönlerden uyarıcı mesajlar gönderiyor.

"Size verdiğimiz rızktan sarf edin."

Önce sahip bulundukları rızkın kaynağını hatırlatıyor. Bu rızk iman ettikleri ve kendilerine bu rızktan hayır amaçlı harcamada bulunmalarını emreden Allah katından gelmiştir.

"Birbirinize ölüm gelmeden önce..."

Her şeyini başkasına bırakıp ta kendisine hiçbir şey ayırmadığını görmeden önce Allah rızası için maddi harcamada bulunun. Bunu yapmamak en koyu ahmaklıktır. Zararın en büyüğüdür.

Sonra insan kendisine biraz daha süre tanınmış olmasını, iyi ve yapıcı işle yapan kimselerden olması için hayır amaçlı harcamada bulunabilmeyi ister, temenni eder!

Fakat nerede bu fırsat? Ne yazık ki bu artık mümkün değildir: "Allah, yaşama süresi olduğu zaman hiçbir canı ertelemez: '

Ve daha önce yaptığı şeyler nerede? "Allah yaptıklarınızdan haberdardır. Bunlar, bir tek ayette yer alan değişik yönlerden gelen uyarıcı mesajlardı. Münafıkların karakteristik özellikleri ve müminlere yönelik yıkıcı faaliyetler sunulduktan sonra en uygun bir sırada iletiliyorlar. Mü'minlerin, kendilerini münafıkların komplolarına karşı koruyan Allah'ın safında yer alıyor olsalar bile imanın yükümlülüklerini anında yerine getirmeleri ve Allah'ı anmaktan geri durmamaları her şeyden çok gereklidir. Çünkü imanın kaynağı Allah'ı anmaktır

İşte yüce Allah Kur'ana Kerim aracılığı ile Müslümanları bu şekilde eğitiyor.

MÜNAFİKUN SÜRESİ(Muhammed GAZALİ)

Nifak, en adî sıfatlardandır. Bu, anlayış ve gidişatta insanı iki yüzlü olmasını ve sahibini bulunduğu ortama ayak uyduran çeşitli renklere bürünen bukale­mun haline gelmesini sağlayan bir mizaçtır. Yalan ve yalan üzerine yemin, münafıkların ilk tabiatıdır. Münafıklar, kendilerini sağa sola savuran rüzgârın esme­sine göre yakınlık duyarlar veya uzaklaşırlar. Onların etrafında döndükleri sabit bir mihverleri veya bağlandıkları belli bir yönleri yoktur. Onlar ancak özel çıkarları ve menfaatleri peşinden koşarlar.

"Münafıklar, sana geldiklerinde; 'Tanıklık ederiz ki, sen muhakkak Allah'ın el-çisisin.' derler. Senin mutlaka kendisinin elçisi olduğunu Allah bilir ve Allah münafıkların yalancı olduklarına şahitlik eder." (Münâfikûn: 1)

İnsanlara nifakın gizlenmediği değişik konumları gerektiren günlük tekrarlanan olaylar olduğu sürece, kuşkusuz ya sürçü lisan ile yahut ani gelişen olayları yorumla­yarak bunu ortaya koymak gerekir.

Münâfikûn Sûresi, ikiyüzlüleri ortaya çıkarmış ve onların firar girişimlerini bel­gelemiştir. Halbuki onlar, içindekileri gizleyerek çok güzel ve hoş görünmek isterler. Ama kinleri onları alt eder. Bu yüzden muhacirlere ve onların sıkıntılarını çeken en-sâra dil uzatmışlardır.

Burada bazen bazı hizmetçiler arasında fecî kavgalar olur. Onlar Öfkelerini orta­ya koymak için çok kötü bir fitne çıkarmak ve kavga yapmak İçin gelirler.

"Onlar; 'Allah'ın elçisinin yanında bulunanlar için hiç bir şey harcamayın ki dağılıp gitsinler.' diyenlerdir. Oysa göklerin ve yerin hazineleri Allah'ındır. Fa­kat münafıklar bunu anlamazlar." (Münâfikûn: 7)

Allah muhacirleri, mallarını ve evlerini Mekke'de bırakmayla, Ensâr'i da onları Medine'de karşılamayla sınadı. İbni Übey'in, muhacirlere işkence etmek için ensârı kışkırtarak, "biz 'besle köpeğini seni yesin' denilen insanlarla karşı karşıyayız" veya:

"Onlar: Andolsun, eğer Medine'ye dönersek, üstün olan, zayıf olanı oradan mutlaka çıkaracaktır, diyorlardı. Halbuki asıl üstünlük, ancak Allah'ın, peygam­berinin ve mü'mini erindir. Fakat münafıklar bunu bilmezler." (Münâfikûn: 8)

demesi doğru mu? Bu, İslâm ve İslâm ümmetine şer dokunmasını, birliğinin bölün­mesini ve saflarının dağılmasını isteyen bir kişinin sözüdür.

Abdullah b. Übey, İslâm ve İslâm Peygamberi'nden hoşlanmadı. Çünkü O, hic­retten Önce Medine'nin liderliğine adaydı. Allah'ın elçisi oraya gelince O'nun için bir düş olan tacı, ondan uzaklaştırdı. Ahmak herif, Allah'a ve âhiret gününe inanmış ol­saydı, dünya ve dünya içindeki tercih ettiği şeyin daha üstünü kendisinin olurdu. Ger­çekten küfür, bir karan bulunmayan aptallıktır. O adam, hata yapınca Allah elçisine özür dilemek ve af istemek için gelseydi Allah O'nun tevbesini kabul ederdi. Ama bu­nu yapmadı.

Sûre, basîret sahiplerinin Allah'ı ve O'nun yanındakileri tercih etmelerini ve ge­çici zevklere aldırış etmemelerini isteyerek son bulmuştur:

"Ey iman edenler, mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah'ı anmaktan alıkoyma­sın. Kim bunu yaparsa işte onlar ziyana uğrayanlardır." (Münâfikûn: 9)

MÜNAFİKUN SÜRESİ(Elmalılı Hamdi YAZIR)

1. Sana geldikleri vakit. Buradaki hitap Resulullah'adır. Yani ya Muhammed! Senin meclisine gelip hazır oldukları vakit o münafıklar dediler. Münafık, Bakara Sûresi'nin başında izah edildiği gibi dışı müslüman, içi kâfir olan iki yüzlü ve bir şeye karar veremeyen kimse demektir ki duruma göre değişiklik gösterir. Her münafık riyakâr fakat her riyakâr münafık değildir. Çünkü riya imana muhalif olmayarak bazı amellerde de olabilir. Asıl münafıklık ise, inancın tersine, imandaki riyakârlıktır. Bununla beraber sırf amelî olan münafıklık da vardır. Bu yönden nifak ile riya birbirine yakındır. Bir sahih hadiste buyurulmuştur ki: "Münafığın alâmeti üçtür. Konuştuğu zaman sözüne yalan karıştırır. Düşmanlık ettiği zaman edebsizlik eder. Bir şey e manet edildiği zaman hıyanet eder." Tefsirlerin açıklamasına göre burada münafıklardan maksad, Abdullah b. Übeyy ve yandaşlarıdır. Onlar Resulullah (s.a.v)'ın yanına geldikleri zaman şöyle dediler: Şahitlik ederiz ki şüphesiz sen Allah'ın resulüsün. Şah i tlik, kesin bir ilim ile yakinen bildiği bir şeyi Allah'ın huzurunda bulunduğuna inanarak dosdoğru haber vermektir. Onun için fakihler demişlerdir ki: "Şehadet, yemin mânâsını içeren hususi bir haberdir. "Her ihbar ve duyuru şehadet yerine geçmez. Ancak s ö ylediğini bilerek "eşhedü" (şehade ederim) diyen şahide, yemin vermek de fazla ve tekrardan ibarettir. Bundan anlaşılmaktadır ki ibaresinde iki cümle ve iki cümleye ait üç te'kid vardır. Birincisi, neşhedü cümlesinin ifade ettiği yemin, ikincisi , üç ü ncüsü dır. Peygamber'e imanı göstermek için "şehadet ederiz ki, şüphesiz sen Allah'ın resulüsün" yahut "şehadet

ederim ki, şüphesiz Muhammed Allah'ın resulüdür." demek de kâfidir. Cümlede fazla te'kid edatı kullanmak, muhatabların ziyade inkarı durumunda takviye etmek suretiyle ikna için olur. İşte münafıklar, Resulullah'ı ikna etmek için sözü üç şekilde te'kid ederek söylemişlerdir. Fakat bu iknanın hedefi nedir? Bu iki cümlenin hangisine aittir? Te'kidler ikinci risalet cümlesine yönelik olduğu için ikna kasdının da ona yönelik olması gerekir. Halbuki Resulullah'ı inkâr edici konumunda kabul ederek iknaya çalışmak mânâsızdır ve edebsizliktir. Münafıkların da asıl maksatları bu değil, kendilerinin buna iman ve şehadetleri davasında Resulullah'ı ikna y a çalışmaktır. Asıl şüpheli gördükleri ve inandırmak istedikleri budur. Bu cihetle te'kidin hedefi, haberin gereği demek olan iman davasıyla cümlesinin olması iktiza ederdi. Onlar ise bunu te'kid etmemekle beraber şehadet ediyoruz diyerek yalan söylüy o rlardı. Allah Teâlâ da bu iki noktayı mükemmel bir şekilde ayırdederek buyuruyor ki, Allah biliyor ki hakikat, sen O'nun şüphesiz resulüsün. Binaenaleyh sözü esasen dosdoğru bir hakikattır. Bununla beraber Allah şehadet ediyor ki doğrusu mü n afıklar, içi dışına uygun olmayanlar elbette yalancıdırlar. O hakikate şehadetleri samimi değildir. Mümin olmadıkları halde iman ettiklerini iddia etseler, doğruya inanmazlar ve hakikati yalan telakki ederler. Sonra da o yalan saydıkları şeye şehadet e deriz diye yalan söylerler ve yalan söylediklerini bildikleri halde vicdanlarının aksine yemin ederler.

Mânâdan da anlaşılacağı üzere bu âyetten bazıları, yalanın itikada ve vicdana, bazıları da hem gerçeğe hem itikada muhalefet demek olduğu mânâsını anlamak istemişlerse de, bunun doğru olduğunu söylemek mümkün değildir. Doğrusu, yalanın gerçeğe uygun olmamasıdır. Burada münafıkların yalan beyanlarında kendi itikad ve vicdanlarına muhalif söz söylemiş olmaları, sözlerinin sadece itikadlarına muhalefet t en kaynaklanmayıp, iman konusunda gerçeğin yerinin kalb ve vicdandaki itikad olması, ve şehadet meselesinde de kesin bilgi ve samimiyyetin şart bulunması hasebiyledir. Yani onlar kendisiyle şehadet edilen sözünde yalancı değiller, lakin ona gerçekte ina n madıkları halde inanmış gibi yaparak imanlarını açığa vurma şehadetleri olmadığı halde diye yalan söylemelerinde ve bu suretle yeminde bulunmalarında yalancıdırlar. Bir insan inanmadığı bir şeye inanıyorum dediği zaman şüphesiz yalan söylemiş olur. Bu s özün yalan olması da onun, sırf şahsın itikad ve vicdanına muhalif olmasından değil, haber verdği şeyin gerçekte onun vicdanında bulunmamasındandır. Şu halde o şeyin şahsın itikadından çevrilmesiyle

doğru olması, onun itikad etmediği halde itikad ediyorum demesinde yalancı olmasına mani olmadığı gibi, burada da aynı şekildedir. İşte münafıkların sözü böyle olduğu için yalanları bir taraftan haberin faydalı olmasına, bir taraftan da şehadet ve yemin mânâlarına bağlanmıştır.

2. Bunların yalancılıkları ve yalan söylemelerinin sebebi şu şekilde izah ediliyor: Onlar yeminlerini bir kalkan, bir siper edindiler. Burada yeminin beyan edilmesi, aşağıda gelecek olan açık yeminlere nazaran dahi olabilirse de, şehadetin mânâsı içerisinde de yeminin bulunduğun a bir işaret sayılabilir. Yani şehadet getirmek ve yemin etmekle dıştan mümin görünüp onu kendilerine bir siper edinerek dünyada mallarını ve canlarını korumak istediler. Bu suretle Allah yolundan yüz çevirdiler, kaçındılar, yan çizdiler, yahut bazı zayı f halkı, gizli gizli şaşırtıp hak dinden ve Peygamber'e uymaktan men ettiler. Buna göre âyetteki fiili, yüz çevirmek mânâsına "sudud"dan da, men etmek mânâsına "sad"den de olabilir. Her iki mânâda da tefsir edilmiştir ki ne fena yapıyorlardı, yani ö y le yeminlerini kalkan yapıp da yalan dolan, sahtekarlık ve münafıklıkla Allah yolundan yüz çevirmeleri veya men etmeye kalkışmaları ne fena bir iş, ne kötü bir ahlaksızlıktır.

3. Bunların yalancılıkları ve yalan söylemelerinin sebebi şu şekilde izah ediliyor: Onlar yeminlerini bir kalkan, bir siper edindiler. Burada yeminin beyan edilmesi, aşağıda gelecek olan açık yeminlere nazaran dahi olabilirse de, şehadetin mânâsı içerisinde de yeminin bulunduğuna bir işaret sayılabilir. Yani şehadet getirmek ve yemin etmekle dıştan mümin görünüp onu kendilerine bir siper edinerek dünyada mallarını ve canlarını korumak istediler. Bu suretle Allah yolundan yüz çevirdiler, kaçındılar, yan çizdiler, yahut bazı zayıf halkı, gizli gizli şaşırtıp hak dinden ve Pey g amber'e uymaktan men ettiler. Buna göre âyetteki fiili, yüz çevirmek mânâsına "sudud"dan da, men etmek mânâsına "sad"den de olabilir. Her iki mânâda da tefsir edilmiştir ki ne fena yapıyorlardı, yani öyle yeminlerini kalkan yapıp da yalan dolan, sa h tekarlık ve münafıklıkla Allah yolundan yüz çevirmeleri veya men etmeye kalkışmaları ne fena bir iş, ne kötü bir ahlaksızlıktır.

4. Ve onları gördüğün vakit cisimleri tuhafına gider. Dıştan bakınca giyimleri kuşamları, şıklıkları, irilikleri, güzellikleri ile bedenlerinin süsü ve manzarası hoşuna gider. İmreneceğin tutar. Ve konuşurlarsa konuşmalarına kulak verirsin, dillerininin fesahatı, sözlerinin akıcılığı ve tatlılığı ve konuşma sanatına olan merak ve yatkınlıkları hasebiyle güzel laf ede r ler. Konuşmaya başladıkları zaman mecliste bulunanların

dinleyesi gelir. Medine münafıklarının başları olan Abdullah b. Übeyy, Mugis b. Kays, Cedd b. Kays ve arkadaşları hep böyle iri vücutlu, yakışıklı, giyim ve kuşamlarına itina gösteren, düzgün konuşan, dilleri ve dış görünüşleri alımlı kimseler idiler. Ya Resulallah diye söze başladıkça Hz. Peygamber de sözlerini dinlerdi. Onlar ise kendilerine söz söylendiği zaman resmî bir tavırla ve dıştan ağır başlı bir vaziyette dinler gibi sessizce dururlar, anc a k kulaklarına söz girmez, öyle ki sanki onlar dayanmış keresteler gibidirler. Oturdukları yerde dayanmış ahşap keresteler gibi dışları, endamları düzgün, hareketsizce kurulur otururlar. Ancak içleri bilgi ve şuurdan, yetişme ve gelişme kabiliyetinden m ahrum, sağlamlık ve dayanıklılıktan uzak, boş kuru tahtalara ve direklere benzerler. Öyle ruhsuzdurlar ki, istifade edilmesi lazım gelen sözler kulaklarına girmez, ondan faydalanmazlar. Öyle cansız ve yüreksizdirler ki her sayhayı aleyhlerinde zannederl e r. Her işittikleri kuvvetli bir sesi mutlaka kendi aleyhlerinde sanır korkarlar. Lehlerinde söyleneni bile aleyhlerinde telakki ederek ürker kaçmaya çalışırlar. Sertçe bir öksürükten şüphelenirler, hemen hemen pöh denilse korkacak hale gelirler. Çünkü içle ri kurtlu haindirler. Hainler ise, hıyanetin ucu yüreklerinde saplı olduğu için "hain korkak olur" meselince her zaman sırları açığa çıkar endişesiyle korku ve kuşku içinde bulunduklarından, her şeyden nem kapar ve her sesten ürkerler. Yalan söylemeye d e alışkın olduklarından lehlerinde söyleneni de yalan kabul ederek hep aleyhlerinde mânâ çıkarırlar. Onlar katıksız Hak düşmanıdırlar onun için onlardan sakın! Zira düşmanın en tehlikelisi, gülerek sokulup yürekte patlayandır.

Yaktı nice canla r o nezaketle tebessüm

Şîrin dahi kasdetmesi cana gülerektir.

"O nezaketle gösterilen tebessüm nice canları yaktı. Aslan bile cana gülerek kasdetmektedir.

Bir de:

Afat-ı batıniyyedir aslı musibetin.

"Musibetin aslı, gizli belalardı r."

Allah onları çarpsın, yani onlar böyle duaya müstehaktırlar. Bu cümle şu şekilde de terceme edilebilir: Allah'ın kılıcına rastgelsinler, yahut Allah kahredesiler nasıl çevriliyorlar? Haktan batıla nasıl dönüyorlar? Bu istifham (soru) onların hallerine hayret bakışlarını çekmek

içindir. Yahut nereden sapıyorlar? Nereden dönüyorlar? Hiç Allah'tan kurtulup da kaçmak mümkün müdür ki, yalan dolanla sıyrılıp kurtulmak istiyorlar.

5. Hem onlara denildiği zaman yani hainlikleri meydana çıkıp da kendilerine nasihat yoluyla gelin Resulullah sizin için istiğfar ediversin günahlarınızın affına dua ediversin diye söylendiği vakit başlarını çevirdiler, kafa tuttular. Ve gördün ki onlar kibir taslayarak yüz çevirip yan çiziyorlardı.

6. Onl ar için mağfiret dilesen de dilemesen de birdir. Allah onları asla affetmeyecektir. Çünkü Allah, zalimler topluluğunu doğru yola çıkarmaz. Bundan önce Tevbe Sûresi'nde "Onlar için ister af dile, ister dileme, onlar için yetmiş defa af dilesen, yin e Allah onları affetmez.." (Tevbe, 9/80) âyeti nazil olmuştu, Resulullah yetmişten daha fazla af dilerim dedi. Bunun üzerine de bu âyet indirildi. (Adı geçen âyetin tefsirine bkz.)

7 Onlardır ki, "Resulullah'ın yanındakilere nafaka vermeyin ta ki dağılsınlar." diyorlar. Buhârî'de rivayet edildiği üzere Zeyd. b. Erkam (r.a) demiştir ki: "Bir gazada idim Abdullah b. Übeyy'i işittim şöyle diyordu: "Resulullah'ın yanındakilere nafaka vermeyin ta ki etrafından dağılsınlar. Onun yanından döndüğümüz zaman da her halde daha aziz (üstün) olan daha zelil (düşkün) olanı oradan çıkaracaktır." Ben bunu amcama söyledim. O da Peygamber (s.a.v)'e söylemiş, beni çağırttı, ben de anlattım. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v) Abdullah b. Übeyy ve arkadaşlarına haber gönderip çağırttı. Onlar böyle bir şey söylemediklerine yemin ettiler. Resulullah da beni yalanlayıp onları tasdik etti. Bundan dolayı ben öyle kederlendim ki, (daha önce) asla öyle bir keder başıma gelmemişti. Gittim evde oturdum. Amcam da bana, "Kendini Resulullah'a yalanlatacak buğzettirecek kadar ileri gitmekteki maksadın ne idi?" dedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ yi inzal buyurmuş, Peygamber (s.a.v), adam gönderip beni çağırttı ve (gelen vahyi) okudu ve bana, 'Allah seni tasdik buyurdu ey Zeyd' dedi." Bundan v e Tirmizî'nin bu konuda zikrettiği birinci rivayetinden anlaşıldığına göre bu sûrenin iniş sebebi yukarıda anlatılan hadise olmuştur. Tirmizî'nin ikinci rivayetinde ise bu olay daha geniş bir biçimde anlatılmıştır. Şöyle ki: "Yine Zeyd b. Erkam demiştir ki: "Resulullah'ın beraberinde bir gazada bulunmuştuk. Yanımızda a'rabilerden bazı insanlar vardı. Biz suya koşardık, a'rabiler bizi geçer ona daha önce varırlardı. Bir a'rabi

arkadaşlarını da geçti. a'rabi önce vardı mı havuzu doldurur, etrafına taşlar koyar, üzerine sergi örter sonra da arkadaşları gelene kadar beklerdi. Ensar'dan birisi, bir a'rabinin yanına vardı, devesinin yularını salıverip sulamak istedi, ancak o bırakmak istemedi. Ensarî suyun üstündeki örtüyü çekivermişti. Bunun üzerine a'rabi de değneğini kaldırıp Ensarînin başına vurdu, başı zedelendi. Ensarî varıp münafıkların reisi Abdullah b. Übeyy'e haber verdi. Çünkü o, Abdullah'ın arkadaşlarından idi. Abdullah b. Übeyy öfkelendi. Sonra da, "Resulullah'ın yanındakilere yiyecek vermeyin ta ki e trafından dağılsınlar." dedi. Bu sözüyle a'rabileri kasdediyordu. Yemek esnasında onlar Resulullah'ın yanında hazır bulunuyorlardı. Bu sebeble Abdullah şöyle dedi: "Muhammed'in yanından dağıldıklarında Muhammed'e yemeği götürün, O beraberindekilerle yesin." Sonra da arkadaşlarına dedi ki: "Vallahi Medine'ye dönerseniz her halde daha üstün olanlar daha düşkün olanları oradan çıkaracaktır." Zeyd demiştir ki: "Ben Resulullah'ın arkasındaydım Abdullah b. Übeyy'in dediğin işittim, amcama haber verdim. O da Resu l ullah'a söyledi. Resulullah da haber gönderip Abdullah'ı çağırttı. Abdullah yemin ederek inkâr etti. Resulullah da onu doğrulayıp beni yalancı çıkardı. Sonra amcam bana geldi, "Resulullah'ı ve müslümanları darıltmaktan ve kendine yalancı dedirtmekten başka ne elde ettin?" dedi. Bunun üzerine beni öyle bir gam ve keder sardı ki böylesi, kimsenin başına gelmemiştir. Derken Resulullah ile beraber bir seferde yürüdüğüm sırada idi, merakımdan başımı bükmüş gidiyordum. O esnada Resulullah geldi, kulağımı büktü v e yüzüme güldü. Dünyada bana bunun yerine ebediliği verseler, bu kadar sevinmezdim. Sonra Ebu Bekr yanıma geldi ve "Sana Resulullah ne dedi?" diye bana sordu. Ben de, "Bir şey söylemedi, yalnız kulağımı büktü ve yüzüme güldü." dedim. "Müjd!e" dedi geçti. S o nra Ömer yanıma geldi, o da Ebu Bekr gibi aynı şeyi sordu. Vakta ki sabahladık, Resulullah (s.a.v) Münafıkûn Sûresi'ni okudu." Görülüyor ki bu rivayette (gelen vahiy) sûre diye ifade edilmiştir. Tirmizî'nin başka bir rivayetinde de âyetinin nazil old u ğu söylenmiştir. Öyle anlaşılıyor ki Zeyd bu olayı bir çok defa anlatmıştır. Herhalde bundan maksat, sûrenin inişi olacaktır. Bu hususta diğer hadis kitaplarında ve tefsirlerde daha teferruatlı bilgiler vardır. İbnü Cerir çeşitli rivayetleri zikrettikten s onra kısaca şunları nakleder: "Resulullah (s.a.v) haber almıştı ki Beni Mustalık kendisine karşı Hâris b. Ebi

Dırar kumandasında toplanıyorlar. Resulullah bunu işitince onlara doğru yola çıktı. Nihayet sahile doğru Kudeyd nahiyesinden Müreysi denilen su üzerinde onlarla karşılaştı. Çarpıştılar, Allah Teâlâ Beni Müstalık'ı yenilgiye uğrattı. Onlardan vurulanlar oldu, oğulları, kadınları ve malları ganimet alındı. Beni Kelb b. Avf b. Âmir b. Leys b. Berk'den Hişam b. Dabade isimli bir adam da yaralanmıştı. E nsardan Ubade b. Samit'in takımından bir adam onu düşman zannederek hata sonucu vurmuştu. Derken insanlardan su almaya gelenler de suyun yanına gelmişlerdi. Bu sırada Beni Gıfar'dan Hz. Ömer'in atını çeken ücretli adamı Cehcah b. Said ile Abdullah b. Übey y 'in yeminli adamı Cüheyneli Sinan su yüzünden tartışıp kavga yapmışlardı. Sinan "Yetişin Ensar!" Cehcah da "Yetişin Muhacirler!" diye bağırmıştı. Abdullah b. Übeyy de bunun üzerine öfkelenmişti. Yanında kavminden bazıları vardı. Henüz genç yaşta bir delikanlı olan Zeyd b. Erkam da onların arasında idi. Abdullah şöyle demişti: "Bunu yaptılar ha! Beldelerimizde bizden nefret ettiler, ama çok oldular. Vallahi bizim düşmanlarımız olan "Celabib-i Kureyş" "Kureyş'in sürgünleri" ile durumumuz tıpkı, "Besle köp e ğini yesin seni." sözünde olduğu gibidir. Amma vallahi Medine'ye dönersek herhalde üstün olanlar o zelilleri elbette çıkarır." dedi. Sonra da kavmine dönüp şunları söyledi: "İşte bunu siz kendiniz yaptınız. Onları memleketinize soktunuz mallarınızı onlar l a bölüştünüz. Vallahi şimdi siz, ellerinizde bulunanı tutup sakınsanız, onlar memleketinizi terkedip giderler." Zeyd b. Erkam bunu duymuştu, gidip Resulullah'a haber verdi. O esnada Hz. Peygamber savaşı bitirmişti ve yanında Ömer b. Hattab vardı, "Ya Resu l allah ! Abbad b. Bişr'e emret onu katletsin!" dedi. Resulullah buyurdu ki: "Nasıl olur ya Ömer! O zaman insanlar, Muhammed sahabilerini öldürüyor, diye laf ederler. Hayır, ancak söyle "hareket edeceğimiz" ilan edilsin." Bu öyle bir saatte idi ki o saatte y ola çıkmak Resulullah'ın âdeti değildi. Verilen emir üzerine halk hareket etti. Abdullah b. Übeyy, Zeyd b. Erkam'ın haber verdiğini duyunca Resulullah'ın huzuruna vardı, "Billahi öyle bir şey söylemedim." diye yemin etti. Abdullah'ın, kavmi içinde şerefli bir yeri vardı. Onların büyüğü sayılırdı. Ensar içinde arkadaşlarından orada bulunanlar Abdullah'dan çekinerek ve onu müdafaa ederek, "Ya Resulullah! Çocuk, sözünde zanna kapılmış, Abdullah'ın söylediğini belleyememiş, uydurmuş olmalıdır." dediler. Resulu l lah tek başına kalıp yürüdüğü sırada Üseyd b. Hudayr yanına geldi, Nübüvvetle selam verdi, "Ya Resulallah! Âdet olmayan bir saatte yola çıktınız, bu saatte hiç

çıkmazdınız." dedi. Resulullah, "Duymadın mı arkadaşınız ne demiş?" buyurdu. Üseyd, "Hangi arkadaş ya Resulullah!" dedi. Peygamber de Abdullah b. Übeyy'in ismini verdi ve "Medine'ye dönerse o güçlü zat, zayıfları oradan çıkaracakmış diye zannetmiş." dedi. Üseyd, "O halde ya Resulullah! Dilersen onu çıkarırsın, vallahi o zayıf, sen üstünsün." dedi. S o nra da "Ya Resulallah! Ona aldırma, iyilikle muamele et, vallahi Allah seni gönderdi, o sırada kavmi ona taç giydirmek için boncuk diziyorlardı, o seni kendisinden melikliğini almış görüyordu." dedi. Sonra Resulullah insanlar ile o gün akşama kadar, gece sabaha ve ertesi günün kuşluk vaktine kadar yürüyüş yaptı. Nihayet güneş eziyet vermeye başlamıştı. Hz. Peygamber insanlarla orada konaklayıverdi. Halk yere dokunur dokunmaz uyuya kaldılar. Hz. Peygamber'in böyle yapması da, hiç kimsenin Abdullah b. Übeyy lafı ile meşgul olmamaları içindi. Sonra yine insanlarla beraber hareket etti. Hicaz yolunu tuttu. Nihayet Hicaz'da Bakiin tarafında bir su üzerinde konakladılar ki, o suya Nak denilmektedir. Sonra oradan hareket buyurduğunda şiddetli bir rüzgar esmeye başlamış, halk bundan eziyet görmüş ve korkmuşlardı. Resulullah da onlara, "Korkmayın kâfirlerin büyüklerinden birisi öldü." buyurmuştu. Medine'ye geldiklerinde, Rifaa b. Zeyd b. Tabut'un o gün öldüğünü gördüler ki bu, yahudilerin büyüklerinden ve münafı k ların koruyucularındandı. İşte o zaman Abdullah b. Übeyy ve onunla beraber olup onun gibi hareket eden diğer münafıkların zikredildiği bu sûre nazil oldu. Bu sûre inince Resulullah Zeyd b. Erkam'ın kulağını tuttu ve "Allah bunun kulağına vefa verdi." buyu r du. Abdullah b. Übeyy'in oğlu Abdullah'a, babasının durumu malum oldu. Abdullah b. Abdillah ki halis mümin idi. Resulullah'ın huzuruna geldi ve "Ya Resulallah! Duydum ki, Abdullah b. Übeyy'i size ulaşan bir sözünden, dolayı öldürmek istemişsiniz. Şayet bu n u yapacaksan bana emret, ben onun başını sana getireyim. Vallahi bütün Hazrec kabilesi bilir ki içlerinde babasına benden daha fazla iyilik düşünen ve hürmet eden yoktur. Korkarım ki bunu benden başka birisine emredersiniz, o da babamı öldürür, o vakit be n im nefsim de babamın katilini halk içinde gezerken görmeye tahammül edemez, tutar vururum. Böylece bir mümini bir kâfire bedel olarak öldürmüş olur ve bu sebeble ateşe girerim." dedi. Resulullah, "Hayır biz ona yumuşaklıkla muamele ederiz, beraberimizde b u lunduğu müddetçe iyilikle sohbet ederiz." buyurdu. İşte o günden sonra her ne yapsa kavmi Abdullah b. Übeyy'i kınarlar ve tutarlar, azarlarlar ve tehdid ederlerdi. O vakit Resulullah bunu işittikçe Hz. Ömer'e "Ya Ömer! Görüyor musun nasıl oldu, senin dediğin zaman katletseydim onun için niceleri ağıt yakardı. O gün sana vur desem vururdun değil mi?"

dedi. Hz. Ömer de elbette Resulullah'ın işi, benim işimden çok büyük ve çok bereketlidir." dedi."

Keşşaf tefsirinde nakledilir ki: "Abdullah b. Übeyy'in bu şekilde yalanı ortaya çıkınca kendisine "Senin hakkında şiddetli âyetler nazil oldu, hemen Resulullah'a git senin için af dileyiversin." denilmişti. Fakat o başını bükmüş, sonra da "Bana iman etmemi emrettiniz, iman ettim. Malımın zekatını vermemi emrett i niz, zekat verdim, artık Muhammed'e secde etmemden başka bir şey kalmadı." demişti. Bunun üzerine âyeti nazil oldu. Ondan sonra da Abdullah fazla yaşamadı, bir kaç gün içinde hastalandı ve öldü."

Münafıkların Hz. Peygamber'e Resulullah demeleri, "Onlar yeminlerini siper edindiler" âyetince dıştan gösterdikleri şehadeti korumak için bir siperdir. İnfidad, sökülüp dağılmak demektir. Ensar Hz. Peygamber'e ve Muhacirler'e yardım ettikleri için münafıklar, bütün Ensar kendilerinden imiş ve onlar naf a ka vermezse Peygamber'in yanındakiler dağılıverecekmiş gibi farz ederek öyle söylüyorlar ve söylerler. Halbuki göklerin ve yerin hazineleri Allah'ındır. Bütün rızık hazineleri O'nundur. Rızk O'na aittir. O dilediğine verir, dilediğininkini kısar. Onlar yardım etmemekle rızık kesilmiş olmaz. Allah verecek olunca onlar vermemezlik edemezler. Ve lakin münafıklar anlamazlar. Cehaletlerinden dolayı ilâhî işleri anlamazlar da öyle kâfirane sözler söylerler.

8. Diyorlar ki vallahi Medine'ye bir döne rsek yani gazadan dönersek her halde izzeti, kuvvet ve haysiyyeti fazla olan oradan pek zayıf ve zebun olan alçağı mutlaka çıkaracaktır. Münafıklar böyle söylemekle kendilerini izzetli farzederek Peygamber'e ve müminlere karşı kin püskürüyorlardı. H albuki izzet Allah'ın, Resulü'nün ve müminlerindir. Kuvvet, hakiki galibiyyet, haysiyyet Allah'ın ve O'nun aziz kıldığı kimselerindir ki, onlar da Allah'ın Resulü ve halis müminlerdir. Münafıkların izzetleri yoktur. İzzetleri olsaydı, nifaka yalancılığa t enezzül etmezler, dünya hayatı için sonunda Hakk'ın huzurunda yüzlerini kara çıkartacak olan o ahlâksızlıkları, alçaklıkları işlemezlerdi. Binaenaleyh ezell, yani zayıf ve düşkün kendileridir. Velakin münafıklar bilmezler. İzzet nedir? Zillet nedir? Ea z z ve ezell kimdir? Bilmezler de öyle saçmalarlar. Kibri izzet, izzeti kibir sanırlar.

Bundan dolayı âlimler demişlerdir ki, izzet kibirden başkadır. Ebu Hafs es-Sühreverdi bunu şöyle açıklamıştır: "İzzet, kibrin dışında bir şeydir. Çünkü izzet, insanın kendi nefsinin hakikatini tanıması ve onu acele kısmetler için hakarete düşürmeyip kerim ve kıymetli tutmasıdır. Nitekim kibir insanın kendini bilmemesi ve onu kendi mevkiinin üstünde tutmasıdır. İzzetin zıddı zillet, kibrin zıddı da alçakgönüllülüktür."

Rağıb da izzeti şöyle tarif etmiştir: "İnsanın mağlub edilmesine mani olan durumdur ki, Araplar'ın şu sözlerinden alınmıştır: "katı yer" ve "et sertleşti." Şu halde izzet, sanki ulaşılması zor olan yer, "ızaz" da katı ve sert bir yerde olmak mânâsınadır. Bazen de kötü görülen inad ve cahiliyyet taassubu anlamına alınır ki, kâfirlerin iddia ettikleri izzet bu mânâyadır."(1) Bu âyette yer alan izzetin kuvvet ve galebe mânâsına tefsiri de yaygındır. Mamafih mağlubiyyete mani olan hal mânâsı da kasd e dilebilir. Çünkü Allah'da Resulü'nde ve müminlerde bu tarz bir mânâ layıkiyle sabittir. Görülüyor ki bu âyette müminler, yani nifak izlerinden uzak olan halis müminler izzet şerefiyle üstün kılınmışlardır. Çünkü halis mümin, fani şeylere karşı zayıf olma z. Allah'tan başkasına secde etmez. Bundan dolayı; dinin emrettiği şeylere uygun harekette bulunan bir kadın pejmürde bir halde idi, ona denildi ki: "Sen İslâm üzere değil misin? İşte o, izzettir ki, beraberinde zillet yoktur ve o servettir ki, beraberinde fakirlik yoktur." Nakledilir ki Hasan b. Ali "Allah Resulü ve onlar üzerine salat ve selam olsun." Hazretlerine bir adam, "İnsanlar sende biraz tih, yani kibir olduğunu zannediyorlar" demişti. Hazreti Hasan da cevaben "O tih değil, izzettir." karşılığı n ı vermiş ve bu âyeti okumuştu."

Yukarıdaki âyetlerde bunlar anlatıldıktan sonra müminlere asıl izzet ruhu olan iki emir telkin edilmek üzere buyuruluyor ki:

Meâl-i Şerifi

9- Ey İnananlar! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah'ı anmaktan alıkoymasın. Kim bunu yaparsa işte onlar ziyana uğrayanlardır.

10- Birinize ölüm gelip de: "Rabbim, beni yakın bir süreye kadar erteleseydin de sadaka verip iyilerden olsaydım!" demesinden önce, size verdiğimiz rızıktan (Allah) için harcayın.

11- Al lah süresi geldiği zaman hiç bir canı ertelemez. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.

9. Ey iman edenler! Yani o izzet kendisinin olan Allah'a ve Resulü'ne samimiyyetle iman etmiş olup da Allah yanında müminlere tahsis edilen ilâhî izzete ermek isteyen müminler! sizleri iğfal edip alıkoymasın, eğlemesin, oyalamasın. Ne mallarınız ne de evlatlarınız, yani dünya meşguliyetlerinin en vazgeçilmezi olan mal ve evlat işleri, onların bakımı, derdi ve zevki bile alıkoymasın. Zira Hadid Sûresi'nde g e çtiği üzere dünya hayatı eğlence, oyun, zinet, övünme, mal ve evlat çoğaltmaktan ibarettir. Bunların en kaçınılmazı, en ciddisi de mal ve çoluk çocuk kaygısı ve zevkidir. İşte eğlence ve oyun şöyle dursun, süs ve övünmenin kaynağı olan mal ve evlat bile s i zi oyalayıp da alıkoymasın. Yani bunlarla hiç meşgul olmayın demek değil, fakat bunlar sizi, asıl izzetin ruhu olan Allah'ı zikretmekten alıkoymasın. Allah'ı ve Allah için iş yapmayı unutturmasın. Zikrullah, Allah düşüncesi ve Allah'ı anma ki, müfessir l erin beyanına göre burada kasdedilen Allah'ı zikr ve yüceltmek için yapılan namaz gibi ibadetlerle onun meyvesi olarak Allah sevgisiyle yapılan ibadetlerdir. Gerçek ibadete layık Allah Teâlâ'yı O'nun isim, sıfat, emir ve nehiylerini, sevab ve azabı ile iz z etinin hükümlerini düşündürüp andıran, rızasına vesile olan farz ve nafile ibadetlerden, Cuma ve cemaattan, namaz, oruç, zekat, hac, cihad, Kur'ân okuma, va'z ve nasihat, tehlil (lâilâhe illallah), tesbih, (sübhânellah) ve tahmid (elhamdülillah) gibi sır f

Allah'a yaklaşmak için yapılan ve daima Allah'ı andırıp Allah için Allah'a layık güzel işler düşündürmeye alıştıran itaatlardan gaflet ettirmesin. Ve her kim öyle yaparsa yani mal ve evlat ile uğraşacağım diye Allah düşüncesinden gaflet ederse işte onlar hüsrana düşenlerdir. Çok zarara uğramış, dünyayı ahirete tercih etmiş ve sonunda sonsuzluğun izzetinden mahrum kalmış kimselerdir. Mal ve evlat, dünya ve hayat gider, Allah yanında onlara zillet ve hüsrandan başka bir şey kalmaz. Çünkü "Mal ve oğullar dünya hayatınınn süsüdür. Baki kalacak güzel işler ise, Rabbinin katında sevabça daha hayırlıdır, umutça da daha hayırlıdır." (Kehf, 18/46) buyurulmuştur. Onun için Allah'ı unutmayın ve size verdiğimiz rızıktan infak edin! Burada müminleri izzete erdirmek hususunda iki özellik gösteriliyor: Birisi Allah'ı zikretmekten gaflet etmemek, diğeri de infaktır. Bunlardan birincisi Cuma Sûresi'nde ihtar edilen ruhu te'yid etmek, ikincisi de onun fiilî meyvesini temin etmek ve kıyamet günü olan yeniden diri l me gününü hazırlamaktır. Bu iki husus, "Sâd" sûresinde geçtiği üzere Tirmizî ve diğer kaynakların rivayet ettikleri "Mele-i A'la'nın ihtisamı" (melekler topluluğunun tartışmaları) hadisindeki keffâret ve derecelerin mânâlarını hatırlatır. Zira o hadis ile anlatılmıştır ki, en yüksek topluluk olan meleklerin bütün tartışmaları iki şey üzerinedir. Birisi keffâretler, diğeri ise derecelerdir. Bilinmektedir ki, keffâret, kusurları örten, günahların affına vesile olan güzel amellerdir. Dereceler de, Allah katında makamları yükselten büyük amellerdir. Keffâret şöyle özetlenmiştir. Ayakların güzel işlere, bir rivayete göre cemaata gitmesi, namazlardan sonra mescidlerde oturmak ve çirkin hallerden abdest alıp temizlenmektir. Dereceler de şunlardan ibarettir: Yemek y edirmek, selamı yaymak ve herkesin uyuduğu bir zamanda namaz kılmaktır. Bundan sonra Allah Teâlâ, Resulü'ne buyurmuştur ki: "Ya Muhammed benden dilekte bulun ve şöyle söyle: "Allah'ım! Ben senden hayırlar yapmayı, yasaklanan şeyleri işlememeyi, fakir l eri sevmeyi, bana mağfiret ve rahmet buyurmanı dilerim. Bir kavmi fitneye düşürmek istediğin zaman beni düşürmeksizin ruhumu al. Senden sevgini, seni sevenleri sevmeyi ve senin muhabbetine yaklaştıran ameli sevmeyi dilerim." Resulullah (s.a.v) buyurmuştur ki: "Bu gerçektir, bunu ders edinin ve belleyin." Buna göre bütün güzel ameller Allah sevgisiyle yapılan işlerdir. Bunların bir kısmı keffaret bir kısmı da derecelerdir. Keffaretlerin başında abdeste, namaza ve cemaata devam ile güzel amellere doğru yür ümek,

derecelerin başında da yemek yedirmek, yani infak ederek toplumdaki muhtaçları doyurmak, âlemde selamı yaymakla güven temin etmek, herkesin uyuduğu ve gaflette bulunduğu gecede kalkıp namaz kılmak gelir. Allah hem Evvel hem Âhir olduğu için Allah'ı zikretmenin en önemli unsuru olan namaz da, hem keffâretlerin başında hem de derecelerin sonunda yer almaktadır. Fakat insan ne kadar namaz kılarsa kılsın, zekat ve sadaka vermedikçe yani Allah için infak yapmadıkça izzet görünümünden efendilik derecesine y ükselemez. Onun için "Zekat İslâm'ın köprüsüdür." denilmesinin mânâsı, derecelere yükselmek için infakın köprü ve geçit mesabesinde olduğunu anlatmaktır. Mamafih farzların sevabı çok olmakla beraber onlar bir borç olduğu için Allah'a yaklaşmak en fazla n afilelerle olur. Bundan dolayı infakta da asıl dereceleri kazandıran, borçlar ödendikten sonra Allah yolunda verilen nafile sadakalar ve yapılan yardımlardır. Onun için bu âyetten de anlaşılıyor ki, müminler yalnız mal ve evlatlarıyla uğraşmamalı, çalışıp kazanıp Allah'ın verdiğinden O'nun yolunda harcayıp, ölmeden evvel efendilik derecesine yükselmek üzere gayret etmeli ve Allah'a böyle bir yüzle gitmelidir.

Hakikaten asıl izzet, yemekte değil, yedirmektedir. Kendileri patlıyasıya yiyip de Allah için yedirmekten, vergi vermekten kaçınan, yanıbaşındaki komşusunun, cemaatındaki muhtaçların ihtiyacını düşünmeyen tamahkarlar, insanlıkla alakası olmayan, gerçek zarara uğrayanlardan başkası değillerdir. Böylelerinin yüzündendir ki sedler yıkılır, ye'cüc v e me'cüc yer yüzünü tahrip eder. Dünyada insan topluluklarını en fazla yoran, boğuşturup çarpıştıran kavgaların kökü de, bu infak meselesidir. Mele-i esfelin, yani en alçak toplulukların düşmanlık ve mücadeleleri hep yemek davası üzerinde dönüp dolaşır. O n lar hep başkalarının kazancından yemek isterler. Güçleri yeterse zor ve zulüm ile yahut hırsızlıkla almaya çalışırlar, olmazsa dilencilik zilletini âdet edinirler. Bütün bunlar, ben yiyeyim sen yeme diye kavga ederler. Yükseklerin ve yüksek toplumların münakaşaları ise yedirmek, infak etmek ve muhtaç olanların ihtiyaçlarına yetişerek Allah'a kullukta yükselme yarışı üzerinde cereyan eder. Bu insanlar bir taraftan çirkinlikleri, ayıpları, günahları örtüp eksiklikleri tamamlamak, diğer taraftan da ihtiyacı o l anlara muhtaç oldukları şeyleri birbirinden daha iyi daha faydalı bir surette yetiştirmek ve bu şekilde Allah katında derecelere ermek için birbirleriyle iddialaşır, münakaşa ve müsabaka ederler. İşte yüksek melekler topluluğunun yarışları da böyle keffâ r et ve dereceler konusundadır. Yaratılışta devamlı olarak pisliklerin temizlenip durması, yaraların iyileşmesi, ihtiyaç ve rızıkların en küçük canlılar kadar yetiştirilip dağıtılması, meleklerin

hepsinin ilâhî emirleri yerine getirme hususundaki çalışma ve müsabakalarıyla ilgilidir. Allah Teâlâ İslâm dini ile mümin kullarını da böyle yüksek şerefe ulaştırmak için bu sûrenin sonunda da Allah'ın zikrinden gaflet etmeyip infak etmelerini emretmiştir. Şüphe yok ki infak ile emretmek, ona uygun şartları hazırlam a yı da emretmek demektir. Bu maksatla çalışıp kazanmak, çoluk çocuk endişesiyle çalışmaktan, çok daha yüksek bir gayrettir. Böyle bir gayret ile vazifeli olan mümin ise çok fazla zor durumda olmadıkça başkasından isteme zilletine düşmekten elbette uzaktır. Nitekim öyle çok fazla ihtiyaçlı durumda olan fakir müslümanlar hakkında "Bilmeyen, utangaçlıklarından dolayı onları zengin sanır. Sen onların simalarından (yüzlerinden) tanırsın. Yüzsüzlük edip insanlardan istemezler.." (Bakara, 2/273) buyurulmuştur. Ş u halde nehyedilen, mal kazanmak, mal ve evlat idare ve terbiyesiyle uğraşmak değil, mal ve evlat endişesiyle Allah'ı unutmak ve Allah için harcamayı düşünmemektir. Ancak mümin olan kimsenin kazanmış olduğu malı da, sırf kendinin, kendi bilgi ve kuvvetini n ürünü bilmeyip Allah'ın kendisine rızık olarak verdiği İlâhî bir bağış şeklinde görmesi ve o suretle Allah yolunda fedakarlık etmekten çekinmemesi gereğine tenbih için de "Size verdiğimiz rızıktan infak edin..." buyurulmuştur.

10. Ey iman eden ler! Yani o izzet kendisinin olan Allah'a ve Resulü'ne samimiyyetle iman etmiş olup da Allah yanında müminlere tahsis edilen ilâhî izzete ermek isteyen müminler! sizleri iğfal edip alıkoymasın, eğlemesin, oyalamasın. Ne mallarınız ne de evlatlarınız, yani dünya meşguliyetlerinin en vazgeçilmezi olan mal ve evlat işleri, onların bakımı, derdi ve zevki bile alıkoymasın. Zira Hadid Sûresi'nde geçtiği üzere dünya hayatı eğlence, oyun, zinet, övünme, mal ve evlat çoğaltmaktan ibarettir. Bunların en kaçını l mazı, en ciddisi de mal ve çoluk çocuk kaygısı ve zevkidir. İşte eğlence ve oyun şöyle dursun, süs ve övünmenin kaynağı olan mal ve evlat bile sizi oyalayıp da alıkoymasın. Yani bunlarla hiç meşgul olmayın demek değil, fakat bunlar sizi, asıl izzetin ruhu olan Allah'ı zikretmekten alıkoymasın. Allah'ı ve Allah için iş yapmayı unutturmasın. Zikrullah, Allah düşüncesi ve Allah'ı anma ki, müfessirlerin beyanına göre burada kasdedilen Allah'ı zikr ve yüceltmek için yapılan namaz gibi ibadetlerle onun meyves i olarak Allah sevgisiyle yapılan ibadetlerdir. Gerçek ibadete layık Allah Teâlâ'yı O'nun isim, sıfat, emir ve nehiylerini, sevab ve azabı ile izzetinin hükümlerini düşündürüp andıran, rızasına vesile olan farz ve nafile ibadetlerden, Cuma ve cemaattan, n a maz, oruç, zekat, hac, cihad, Kur'ân okuma, va'z ve nasihat, tehlil (lâilâhe illallah), tesbih, (sübhânellah) ve tahmid (elhamdülillah) gibi sırf

Allah'a yaklaşmak için yapılan ve daima Allah'ı andırıp Allah için Allah'a layık güzel işler düşündürmeye alıştıran itaatlardan gaflet ettirmesin. Ve her kim öyle yaparsa yani mal ve evlat ile uğraşacağım diye Allah düşüncesinden gaflet ederse işte onlar hüsrana düşenlerdir. Çok zarara uğramış, dünyayı ahirete tercih etmiş ve sonunda sonsuzluğun izzetinde n mahrum kalmış kimselerdir. Mal ve evlat, dünya ve hayat gider, Allah yanında onlara zillet ve hüsrandan başka bir şey kalmaz. Çünkü "Mal ve oğullar dünya hayatınınn süsüdür. Baki kalacak güzel işler ise, Rabbinin katında sevabça daha hayırlıdır, umutç a da daha hayırlıdır." (Kehf, 18/46) buyurulmuştur. Onun için Allah'ı unutmayın ve size verdiğimiz rızıktan infak edin! Burada müminleri izzete erdirmek hususunda iki özellik gösteriliyor: Birisi Allah'ı zikretmekten gaflet etmemek, diğeri de infaktır. B u nlardan birincisi Cuma Sûresi'nde ihtar edilen ruhu te'yid etmek, ikincisi de onun fiilî meyvesini temin etmek ve kıyamet günü olan yeniden dirilme gününü hazırlamaktır. Bu iki husus, "Sâd" sûresinde geçtiği üzere Tirmizî ve diğer kaynakların rivayet etti k leri "Mele-i A'la'nın ihtisamı" (melekler topluluğunun tartışmaları) hadisindeki keffâret ve derecelerin mânâlarını hatırlatır. Zira o hadis ile anlatılmıştır ki, en yüksek topluluk olan meleklerin bütün tartışmaları iki şey üzerinedir. Birisi keffâretler, diğeri ise derecelerdir. Bilinmektedir ki, keffâret, kusurları örten, günahların affına vesile olan güzel amellerdir. Dereceler de, Allah katında makamları yükselten büyük amellerdir. Keffâret şöyle özetlenmiştir. Ayakların güzel işlere, bir rivayete göre cemaata gitmesi, namazlardan sonra mescidlerde oturmak ve çirkin hallerden abdest alıp temizlenmektir. Dereceler de şunlardan ibarettir: Yemek yedirmek, selamı yaymak ve herkesin uyuduğu bir zamanda namaz kılmaktır. Bundan sonra Allah Teâlâ, Resulü'ne b uyurmuştur ki: "Ya Muhammed benden dilekte bulun ve şöyle söyle: "Allah'ım! Ben senden hayırlar yapmayı, yasaklanan şeyleri işlememeyi, fakirleri sevmeyi, bana mağfiret ve rahmet buyurmanı dilerim. Bir kavmi fitneye düşürmek istediğin zaman beni düşürm e ksizin ruhumu al. Senden sevgini, seni sevenleri sevmeyi ve senin muhabbetine yaklaştıran ameli sevmeyi dilerim." Resulullah (s.a.v) buyurmuştur ki: "Bu gerçektir, bunu ders edinin ve belleyin." Buna göre bütün güzel ameller Allah sevgisiyle yapılan işle r dir. Bunların bir kısmı keffaret bir kısmı da derecelerdir. Keffaretlerin başında abdeste, namaza ve cemaata devam ile güzel amellere doğru yürümek,

derecelerin başında da yemek yedirmek, yani infak ederek toplumdaki muhtaçları doyurmak, âlemde selamı yaymakla güven temin etmek, herkesin uyuduğu ve gaflette bulunduğu gecede kalkıp namaz kılmak gelir. Allah hem Evvel hem Âhir olduğu için Allah'ı zikretmenin en önemli unsuru olan namaz da, hem keffâretlerin başında hem de derecelerin sonunda yer almaktadır. Fakat insan ne kadar namaz kılarsa kılsın, zekat ve sadaka vermedikçe yani Allah için infak yapmadıkça izzet görünümünden efendilik derecesine yükselemez. Onun için "Zekat İslâm'ın köprüsüdür." denilmesinin mânâsı, derecelere yükselmek için infakın köpr ü ve geçit mesabesinde olduğunu anlatmaktır. Mamafih farzların sevabı çok olmakla beraber onlar bir borç olduğu için Allah'a yaklaşmak en fazla nafilelerle olur. Bundan dolayı infakta da asıl dereceleri kazandıran, borçlar ödendikten sonra Allah yolunda v e rilen nafile sadakalar ve yapılan yardımlardır. Onun için bu âyetten de anlaşılıyor ki, müminler yalnız mal ve evlatlarıyla uğraşmamalı, çalışıp kazanıp Allah'ın verdiğinden O'nun yolunda harcayıp, ölmeden evvel efendilik derecesine yükselmek üzere gayr et etmeli ve Allah'a böyle bir yüzle gitmelidir.

Hakikaten asıl izzet, yemekte değil, yedirmektedir. Kendileri patlıyasıya yiyip de Allah için yedirmekten, vergi vermekten kaçınan, yanıbaşındaki komşusunun, cemaatındaki muhtaçların ihtiyacını düşünmeyen tamahkarlar, insanlıkla alakası olmayan, gerçek zarara uğrayanlardan başkası değillerdir. Böylelerinin yüzündendir ki sedler yıkılır, ye'cüc ve me'cüc yer yüzünü tahrip eder. Dünyada insan topluluklarını en fazla yoran, boğuşturup çarpıştıran kavgaları n kökü de, bu infak meselesidir. Mele-i esfelin, yani en alçak toplulukların düşmanlık ve mücadeleleri hep yemek davası üzerinde dönüp dolaşır. Onlar hep başkalarının kazancından yemek isterler. Güçleri yeterse zor ve zulüm ile yahut hırsızlıkla almaya çalışırlar, olmazsa dilencilik zilletini âdet edinirler. Bütün bunlar, ben yiyeyim sen yeme diye kavga ederler. Yükseklerin ve yüksek toplumların münakaşaları ise yedirmek, infak etmek ve muhtaç olanların ihtiyaçlarına yetişerek Allah'a kullukta yükselme yarışı üzerinde cereyan eder. Bu insanlar bir taraftan çirkinlikleri, ayıpları, günahları örtüp eksiklikleri tamamlamak, diğer taraftan da ihtiyacı olanlara muhtaç oldukları şeyleri birbirinden daha iyi daha faydalı bir surette yetiştirmek ve bu şekilde Allah k atında derecelere ermek için birbirleriyle iddialaşır, münakaşa ve müsabaka ederler. İşte yüksek melekler topluluğunun yarışları da böyle keffâret ve dereceler konusundadır. Yaratılışta devamlı olarak pisliklerin temizlenip durması, yaraların iyileşmesi, ihtiyaç ve rızıkların en küçük canlılar kadar yetiştirilip dağıtılması, meleklerin

hepsinin ilâhî emirleri yerine getirme hususundaki çalışma ve müsabakalarıyla ilgilidir. Allah Teâlâ İslâm dini ile mümin kullarını da böyle yüksek şerefe ulaştırmak için bu sûrenin sonunda da Allah'ın zikrinden gaflet etmeyip infak etmelerini emretmiştir. Şüphe yok ki infak ile emretmek, ona uygun şartları hazırlamayı da emretmek demektir. Bu maksatla çalışıp kazanmak, çoluk çocuk endişesiyle çalışmaktan, çok daha yüksek bi r gayrettir. Böyle bir gayret ile vazifeli olan mümin ise çok fazla zor durumda olmadıkça başkasından isteme zilletine düşmekten elbette uzaktır. Nitekim öyle çok fazla ihtiyaçlı durumda olan fakir müslümanlar hakkında "Bilmeyen, utangaçlıklarından dolayı onları zengin sanır. Sen onların simalarından (yüzlerinden) tanırsın. Yüzsüzlük edip insanlardan istemezler.." (Bakara, 2/273) buyurulmuştur. Şu halde nehyedilen, mal kazanmak, mal ve evlat idare ve terbiyesiyle uğraşmak değil, mal ve evlat endişesiyle A llah'ı unutmak ve Allah için harcamayı düşünmemektir. Ancak mümin olan kimsenin kazanmış olduğu malı da, sırf kendinin, kendi bilgi ve kuvvetinin ürünü bilmeyip Allah'ın kendisine rızık olarak verdiği İlâhî bir bağış şeklinde görmesi ve o suretle Allah yo l unda fedakarlık etmekten çekinmemesi gereğine tenbih için de "Size verdiğimiz rızıktan infak edin..." buyurulmuştur.

11. Allah bir nefsi eceli geldiği vakit de asla geriye bırakmaz, binaenaleyh o zaman

duanın faydası olmaz. Her ne de yaparsa nız Allah haberdardır. Binaenaleyh Allah'ın zikrinden gaflet etmeyip Allah için infak edenlerin de yaptıklarını bilir ve mükafatlarını verir. Allah'ı unutup da dünyaya dalanların da yaptıklarını bilir ve cezalarını verir. Bu da kâr ve zarar günü olan hes a b ve aldanma gününde belli olacaktır. Onun için bu sûreyi de Teğabun Sûresi takip edecektir.