19 Ağustos 2007 Pazar

MAUN SÜRESİ(MEVDUDİ)

Adı: Son ayetteki "Maun" kelimesi sureye isim olmuştur.

Nüzul zamanı: İbn Merduye, İbn Abbas ve İbn Zübeyr'den bu surenin Mekkî olduğu kavlini nakletmiştir. Aynı kavil Atâ ve Cabir'den de mervidir. Ama Ebu Hayyan, el-Bahru'l Muhit'de, İbn Abbas, Katade ve Dahhak'tan bu surenin Medenî olduğunu nakletmiştir. Bize göre, bu sure içinde surenin Medenî olduğuna dair bir işaret mevcuttur. O da, namaz kılanların uyarılması ve namazlarından gafil olanlar ile gösteriş için namaz kılanların "vay haline" denmesidir. Bu tür münafıklar Medine'de vardı. Çünkü İslam ve Müslümanlar Medine'de o kadar güçlü idiler ki orada yaşayanlardan bazı şahıslar çıkarları için müslüman görünüyorlardı. Bunlar mecburen camiye namaz için geliyorlardı. Cemaate katılmaları da müslüman kabul edilmeleri içindi. Oysa Mekke'de böyle şeyler yoktu. Orada bir kişi gösteriş için namaz kılmaya gerek duymuyordu. Mekke'de ehl-i iman için bile namaz kılmak ve cemaat yapmak güç bir olaydı. Müslümanlar Mekke'de gizli olarak namaz kılarlardı. Açık olarak kılanlar ise herşeyi göze alanlardı. Mekke'de, Müslüman olduğuna yemin eden, gösteriş için iman edip namaz kılan münafıklar değil, belki inanan ama cemiyette makam kaybetme korkusundan dolayı Müslüman olduklarını açıklamaktan çekinenler vardı.

Müslüman olduklarını açığa vurdukları zaman başlarına gelecek şeylerden korktukları için imanlarını gizliyorlardı. Çünkü Müslümanların çileli hali onların gözleri önündeydi. Mekke dönemindeki münafıkların durumu Ankebut 10-11'de açıklanmıştır. (Bkz. Ankebut an: 13'den 16'ya)

Konu: Bu surenin konusu, ahirete iman etmemenin insanda ne gibi ahlâkî düşüş meydana getirdiğidir. 2. ve 3. ayetlerde ahireti yalanlayan kafirlerin durumu açıklanmıştır. Son 4 ayette, zahiren Müslüman görünen münafıkların kalben ahireti, ceza ve hesap gününü, yaptıklarının hesabını vereceklerini yalanlamaları izah edilmiştir. Hulasa olarak, iki tip grubun amel şeklinin vurgulanmasındaki maksat, insanın içinde ahiret inancı olmadan sağlam bir karakter meydana gelemeyeceğidir.

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1 Gördün mü 1 o şahıs ki ahiretteki ceza ve mükafatı2 yalanlar.3

AÇIKLAMA

1. "Sen gördün mü?" Bu hitab görünüşte Rasulullah'adır. Ama Kur'an'ın üslubu gereği, böyle durumlarda hitab her akıl sahibi insanadır. "Gördün mü?" nün anlamı, gözle görmektir. Çünkü ileride beyan edilecek şeyler, gözü gören her insanın görebileceği unsurlardır. Bunun anlamı, anlamak, bilmek ve düşünmek de olabilir. Meselâ biz, "bakın" diyoruz. Bunun anlamı, "biraz düşünün"dür. Ayetteki kelimeyi bu manada anlarsak, ayetin anlamı "biliyor musun ceza ve mükafaatı yalanlayanlar ne gibi kişilerdir?" olur. Veya "düşün o şahsın halini. Amellere ceza ve mükafaat verileceğini inkâr etmektedir." olabilir.

2. Burada "yükezzibu biddin" buyurulmuştur. "Din" Kur'an ıstılahında, ahirette amellerin karşılığı olarak kullanılır. Bu kelime aynı zamanda İslam için de kullanılır. Ama ilerideki açıklamalara dikkat edilirse birinci anlam daha uygun düşer. İkinci anlam kabul edilse de söz dizimine aykırı düşmez. İbni Abbas ikinci manayı tercih etmiştir. Müfessirlerin çoğu birinci manayı tercih etmişlerdir. Birinci manayı alırsak surenin anlamı, ahireti inkâr eden insanda bu karakterin meydana geleceğine işaret olur. İkinci manaya göre ise, surenin maksadı İslam dininin ahlâkî önemini açıklamaktır. Yani maksat, İslam dininin surede tanımlanan karakterinin tersine bir karakter meydana getireceğini açıklamaktır.

3. Ayetin üslubundan anlaşılıyor ki, bu soru ile başlanmasının nedeni, "bu adamı gördün mü, görmedin mi?" şeklinde soru sorulması için değildir. Muhatabı, ahireti inkar eden insanda ne gibi bir karakter meydana geleceğini düşünmeye davet etmek içindir. Aynı zamanda ahirete inananların ahlâkî önemini anlamaya çalışmayan ve bu akideyi yalanlayanların ne biçim insanlar olduklarını öğrenmeye teşvik etmek içindir de.

2 İşte4 yetimi itip-kakan,5

3 Yoksulu doyurmayı6 teşvik etmeyen odur.7

4 İşte (şu) namaz kılanların vay haline,8

5 Ki onlar, namazlarında yanılgıdadırlar,9

6 Onlar gösteriş yapmaktadırlar,10

7 Ve 'ufacık bir yardımı (veya zekâtı) da' engellemektedirler.11

AÇIKLAMA

4. Burada "fe zâlike'llezî" buyurulmuştur. Bu cümledeki "fe" bir cümle yerine geçmektedir. Yani, "sen bilmiyorsun, bilmelisin ki odur" anlamındadır. Ya da şu manadadır: "ahireti inkâr ettiği için o şahıs böyledir ki..."

5. "Yedi'ul yetim" kullanılmıştır. Bunun birkaç manası vardır. Birincisi, yetimin hakkını yer ve babasının bıraktığı mirasa el koyarak yetimi kovar, şeklindedir. İkincisi, yetim ona yardım için gelirse merhamet etmez, hatta yanından kovar. Yetim çaresizlik dolayısıyla gitmez ve beklemeye devam ederse iterek kovar, şeklindedir. Üçüncüsü, o yetime zulmeder. Mesela yetimi evine akraba olarak aldıysa bütün ev halkına hizmet ettirir. Yetim evde herkesin kahrını çekmek zorunda kalır, şeklindedir. Bunun yanısıra bu kelimeden, o şahsın bu tip davranışları arasıra yapmadığı, tamamen âdet haline getirdiği de çıkar. Yaptığı işin kötü olduğunu da düşünmez. Hiçbir şey hissetmeden bu tavrına devam eder ve yetimin yalnız olduğunu, yardım edeninin olmadığını zanneder. Onun için yetimin hakkını yemekte bir sakınca görmez. Ya elinden tutar ama zulmeder, ya da yardım için geldiğinde kovar.

Bu konudaki ilgi çekici bir olayı Kadı Ebu'l Hasan el-Maverdî, A'lamun Nübüvve isimli eserinde yazar. Ebu Cehil bir yetimin varisiydi. Bu çocuk bir gün çıplak halde Ebu Cehil'in yanına gitti. Babasının bıraktığı maldan kendisine yardım etmesi için ona rica etti.

Ama zalim Ebu Cehil çocuğa aldırmadı bile. Yetim, üzgün olarak geri döndü. Kureyş'in bazı ileri gelenleri kötülük olsun diye çocuğa Hz. Muhammed (s.a)'e gidip şikayet etmesini tenbihlediler. Ayrıca, malını vermesi gerektiğini Ebu Cehil'e söylemesini Hz. Muhammed'e (s.a) rica etmesini de tenbihlediler. Çocuk çaresizdi ve Ebu Cehil ile Hz. Muhammed (s.a) arasındaki ilişkiyi bilmiyordu. Ayrıca Kureyş'in bedbaht ileri gelenlerinin de kendisine bunu niçin tavsiye ettiklerini bilmiyordu. Onun için çocuk Resulullah'a giderek durumu anlattı. Rasulullah hemen ayağa kalktı. Çocuğu yanına alarak en büyük düşmanı olan Ebu Cehil'in yanına gitti. Ebu Cehil Rasulullah'ı karşıladı. Rasulullah, "bu çocuğun hakkını ver" dedi. Ebu Cehil kabul ederek hemen çocuğun malını teslim etti. Kureyş'in ileri gelenleri Rasulullah ile Ebu Cehil arasında neler geçeceğini görmek için bu olayı izliyorlardı. İkisinin arasında tartışma çıkacağını zannediyorlardı. Ama Ebu Cehil'in uysal davrandığını görünce hayretler içinde kaldılar. Ebu Cehil'e gelerek "Sen de mi atalarının dininden döndün?" dediler. O, "Allah'a yemin ederim ki dinimi terketmedim. Ama ben Muhammed'in sağ ve solunda birer mızrak gördüm. Hareket edersem bana saplanır zannettim" dedi. Bu olay Arapların ileri gelen ve şerefli kabile reislerinin bile yetimlere, zayıflara nasıl davrandıklarını göstermekle kalmaz, ayrıca Rasulullah'ın ne kadar yüksek ahlâk sahibi olduğunun da delilidir. Onun bu ahlâkı karşısında en kötü düşünceli bir kimse bile etkisi altında kalır. Buna benzer bir olayı daha önce de bir yerde naklettik. Rasulullah, bu muhteşem ahlâkî etkisi dolayısıyla Kureyş'teki kafirler tarafından sihirbaz olarak isimlendirilmiştir.

6. "İt'amu'l miskin" değil, "ta'amu'l miskin" kelimesi kullanılmıştır. Eğer "İt'amu'l miskin" denilseydi, "miskinlere yemek yedirmeye teşvik etmez" olurdu. "Ta'amu'l miskin" denilmesi şu anlamı taşır: "Miskinin kendi yemeğini vermez." Diğer bir ifadeyle, o yemek miskine aittir, yemeği verenlere değil. Bu yemek, verenlerin üzerine vacip olan yetimin hakkıdır. Veren, onu bir bahşiş olarak vermemekte, tersine, yetimin hakkı olduğu için zorunlu olarak vermektedir. Aynı konu Zariyat suresi 19. ayette de belirtilmiştir: "Onların mallarında sâil ve mahrumların hakkı vardır."

7. "La yehuddu"nun anlamı, o şahsın kendisi bu işi yapmadığı gibi, evdekileri de miskinlere yemek yedirmek için teşvik etmemesidir. Ayrıca diğer insanları, toplumdaki fakir ve muhtaçlara yemek yedirmek için teşvik etmemesi de bunun içine girer. Böylece toplumda fakir ve muhtaçların hakkını vererek açlığı gidermek için insanları teşvik etmez.

Allah'ın burada iki bariz misalle anlattığı konu, ahireti inkar edenlerin ne kötü meziyet sahibi olduklarını göstermektedir. Burada asıl maksat, ahireti yalanlayanlarda bulunan yetimi itip kakmak ve miskinlere yemek yedirmemek kötülükleri üzerinde durmak değildir; aslında burada dikkat çekilen nokta, sayısız kötülüğün ahireti yalanlamanın sonucu olarak meydana geldiğidir. Ama ayette, her şerefli insanın ve selim fıtrat sahibinin en kötü ahlâkî tutum olarak kabul edebileceği sadece iki kötülük örnek gösterilmiştir. Ayrıca şuna da işaret edilmiştir: Aynı şahıs Allah (c.c.) huzurunda hesap vermeye inansaydı, yetimin hakkını yemek, ona zulmetmek, onu kovmak, miskinlere yemek yedirmemek ve başkalarını ona yedirmekten alıkoymak gibi rezil hareketlerde bulunmazdı. Ahirete inananların özellikleri Asr ve Beled surelerinde açıklanmıştı: Onlar insanlara rahmet beslerler ve birbirlerine hakkı yerine getirmeyi tavsiye ederler.

8. "Fe veylün lil musallîn" ifadesi kullanılmıştır. Burada "fe"nin anlamı, ahireti açıkça inkar edenlerin, az önce zikredildiği üzere halini gördün demektir. Şimdi namaz kılan münafıkların hali açıklanacaktır. Yani müslümanların saflarına katılırlar. Zahiren müslüman görünmelerine rağmen ahireti yalanlarlar. Onun halini görün ki, kendine ne gibi bir felaket hazırlamaktadır.

"Musallîn"in manası, "namaz kılanlar"dır. Siyak ve Sibaka göre "musallîn"in anlamı, ileride özellikleri açıklandığında da görüleceği gibi, aslında "namaz kılan" değil, "ehl-i salat" yani müslümanların topluluğuna dahil olandır.

9. "Fî salâtihim sahun" denmemiştir. "An salâtihim sahun" buyurulmuştur. Eğer "fî salâtihim sahun" kullanılsaydı ayetin anlamı, "namazlarında gafildirler" olurdu. Oysa namaz kılarken bir şeyi unutmak şeriatte nifak değil, hatta günah bile değildir. Aslında bu tip gaflet, hakkında korkutma yapılacak bir eksiklik değildir. Rasulullah da namazda unutmuş ve telafi etmek için sehiv secdesi yapmıştır. "An salatihim sahun"un manası, "onlar namazlarından gafildirler" şeklindedir. Namaz kılıp kılmaması farketmez. Bazen kılar bazen kılmazlar. Kılarken de tam son vakitte kılarlar. Vakit bitmek üzereyken formalite gereği namazı çabucak yerine getirirler. Namaza isteksiz kalkarlar. Namazı kılmaları, bir musibeti başlarından atmak ister gibidir. Namazda elbiseleri ile oynar ve esnerler. Namazlarının Allah'ı anmakla en ufak ilgisi yoktur. Namaz boyunca ne okuduklarını hissetmezler. Okurken de kalpleri başka yerdedir. Namazı çabuk çabuk kılar, rüku ve sücudu doğru dürüst yapmazlar. Namazı sadece bir şekil olarak eda eder ve kurtulurlar.

Pek çokları da, bir yerde namaz kılan varsa kılar, yoksa namaza aldırmazlar. Namaz vaktinin gelip geçtiğini bile hissetmezler. Ezan sesinin neye davet etmekte ve kimi davet etmekte olduğuna aldırmazlar. Bütün bunlar ahirete iman etmediklerine işarettir. Çünkü müslüman olduklarını söyleyenlerin bu amelleri, aslında namaz kılıp kılmamanın ceza ve mükafat ile karşılanacağına inanmadıklarını gösterir. Namaz kılmazlarsa onlara bir ceza verileceğine, kılarlarsa da mükafat verileceğine inanmazlar. Onun için Enes b. Malik ve Ata b. Dinar diyorlar ki, "Allah'a şükrederim ki O -fi salatihim sahun- değil de, -an salatihim sahun- buyurdu." Yani biz namazlarda unuturuz, ama namazlarımızdan gafil değiliz. Onun için münafıklardan sayılmayacağız....

Kur'an-ı Kerim'de münafıkların durumu başka yerlerde şu şekilde açıklanmıştır. "Namaza üşene üşene kalkarlar." (Tevbe 54) Rasulullah, bunun münafığın namazı olduğunu bildirmiştir. Rasulullah bu sözünü üç kere tekrarlamıştır. Sözüne devam eden Rasulullah şöyle demiştir: "Asr vaktinde oturarak güneşin batışını seyreder. Güneş şeytanın iki boynuzu arasına girene kadar seyretmeyi sürdürür. (Yani gurup vaktine yakın bir zamana kadar oturur.) Bu vakitten sonra kalkar, horozun yerden yem toplaması gibi dört defa eğilir kalkar. Allah'ı da çok az zikreder" (Buharî, Müslim ve Müsned-i Ahmed) Sa'd b. Ebi Vakkas'tan, oğlu Mus'ab şöyle rivayet etmiştir: "Ben Rasulullah'a namazdan gafil olanlar hakkında sordum. Rasulullah, onların namaz vaktini geciktirdiklerini söyledi" (İbn Cerir, Ebu Ya'la, İbn Münzir, İbn Ebi Hatim, Taberanî Evsat'ta, İbn Merduye, Beyhaki es-Sünen'de bu rivayet Sa'd'ın kendi sözü olarak da nakledilmiştir. Bu naklin senedi daha kuvvetlidir. Bu kavlin, Rasulullah'tan hadis olarak merfuen rivayet edilmesini Beyhakî ve Hakîm zayıf kabul etmiştir.)

Mus'ab'ın diğer bir rivayeti de şöyledir: Babasına bu ayet üzerinde düşünüp düşünmediğini sormuş ve "Bunun anlamı namazı terketmek mi? Yoksa murad namaz kılan kişinin başka şeye dalması mı? Bundan murad namazı ziyan etmektir. Namazı gecikerek kılmaktır." (İbn Cerir, İbn Ebi Şeybe, Ebu Ya'la, İbn Münzir, İbn Merduye, Beyhakî Sünen'de.)

Burada şu iyice anlaşılmalıdır ki, namaz sırasında başka düşüncelere dalmak ayrı şeydir, namaza hiç dikkat etmemek ve namazda her zaman başka şeyler düşünmek ayrı şeydir. Birinci özellik insanın zaafındandır. İrade dışı olarak insanın aklına bazı düşünceler gelebilir. Bir mü'min dikkatinin namazdan kaydığını hissettiği anda yeniden dikkatini toplamaya çalışır. İkinci özellik ise, namazdan gafil olma tarifine girer. Çünkü onun namazı bir egzersiz gibidir.

Kalbinde Allah'ı zikretme şeklinde bir niyet yoktur. Namazın başından sonuna kadar, kalbi hiçbir an Allah'a yönelmez. Hangi düşünceyle namaza başlamışsa o düşünceyle namazdan çıkar.

10. Bu cümle müstakil bir cümle de olabilir, önceki cümle ile ilgili de olabilir. Eğer müstakil bir cümle olarak anlarsak anlamı şöyle olur: Hiçbir iyi işi Allah (c.c.) için halis niyetle yapmaz. Onun her yaptığı başkalarına gösteriş içindir. Başkaları onu medhetsin ve onu dünyada hayır sahibi olarak meşhur etsin diyedir. Yaptığının karşılığını bu dünyada görmekten başka bir şey düşünmez. Eğer önceki cümleyle birlikte düşünürsek anlamı şöyle olur: Namazı gösteriş için kılar. Müfessirler genellikle ikinci manayı tercih etmişlerdir. Çünkü ilk bakıtşa bu cümlenin, önceki cümleyle birlikte olduğu anlaşılıyor. İbn Abbas, bundan muradın gösteriş için namaz kılan münafık olduğunu söylemiştir. Çünkü o tip insanlar, başka kimse varsa namaz kılarlar, kimse görmüyorsa namaz kılmazlar. İkinci bir rivayette cümle şöyledir: Yalnızken namaz kılmazlar başkası olduğunda kılarlar. (İbn Cerir, İbn Münzir, İbn Ebi Hatim, İbn Merduye, Beyhakî) Kur'an'da münafıkların bu hali açıklanarak, "namaza kalktıklarında üşenerek kalkar ve gösteriş için namaz kılarlar. Allah'ı da çok az zikrederler" buyurulmuştur. (Nisa, 142)

11. Burada "maun" kelimesi kullanılmıştır. Hz. Ali, İbn Ömer, Said b. Cübeyr, Katade, Hasan Basrî, Muhammed b. Hanefiyye, Dahhak, İbn Zeyd, Mücahid, Ata ve Zührî'ye göre bundan kasıt zekattır. İbn Abbas, İbn Mesud, İbrahim Nehaî, Ebu Malik ve pek çoklarına göre de bundan kasıt, günlük ihtiyaç olan eşyadır. Mesela tencere, kova, balta, terazi, tuz, su, ateş vs. İnsanlar bunları kullanmak için birbirlerine ödünç verirler. Said b. Cübeyr ve Mücahid'den bir kavil de bunu teyid etmektedir. Hz. Ali'nin bir kavline göre de bundan kasıt hem zekat hem de zarurî eşyalardır. İbn Ebi Hatim, İkrime'den nakletmiştir ki, "Maun'un en üstü zekat, en aşağısı da insanın ödünç olarak verdiği elek, kova veya iğnedir." Abdullah b. Mesud şöyle buyurmuştur: Biz Rasulullah'ın ashabı olarak şöyle diyoruz. (Bazı rivayetlerde Rasulullah döneminde böyle denmiştir.) "Maun'dan kasıt tencere, balta, kova ve ödünç verilen bu gibi eşyalardır." (İbn Cerir, İbn Ebi Şeybe, Ebu Davud, Neseî, Bezzar, İbni Münzir, İbn Ebi Hatim, Taberanî, İbn Merduye, Beyhakî) Sad b. Iyaz, isimlerini açıklamadan Rasulullah'ın ashabından hemen hemen aynı kavli nakletmiştir. Yani O, bunu müteaddit sahabeden duymuştur. (İbn Cerir, İbn Ebi Şeybe) Deylemî, İbn Asakir ve Ebu Nuaym, Ebu Hureyre'den Rasulullah'ın bu ayeti şöyle tefsir ettiğini rivayet etmişlerdir: "Bundan kasıt balta, kova ve bu gibi diğer eşyalardır."

Eğer bu rivayet doğruysa, galiba bundan diğer ashabın haberi yoktu. Yoksa onların bu ayeti başka türlü tefsir etmeleri mümkün değildir.

Aslında "maun", kendisinde insanlar için fayda bulunan küçük ve az bir şeye denir. Bu anlamda zekat da maun'dur. Çünkü o da pek çok maldan, yoksullara verilen küçük bir paydır. Diğer taraftan genel ihtiyaç eşyaları da maundur. Nitekim İbn Mesud bu görüşte olanlardandır. Müfessirlerin çoğuna göre "maun", komşuların birbirlerine ödünç verdiği ufak tefek eşyalara şamildir. Bunları almakta bir mahzur olmayan ve zengin olsa da fakir olsa da insanın ihtiyaç duyduğu eşyalardır. Bu tür şeyleri vermekte cimrilik gösteren, ahlâken çok zelil bir hareket yapmış olur. Çünkü bu gibi şeyler ödünç verildiğinde onda hiç bir eksiklik meydana gelmez. "Maun"un tarifi şöyle de olabilir: Evine misafir gelen bir kişinin, komşusundan ödünç yatak alması, komşusunun tandırında ekmek pişirmek istemesi veya bir kaç gün için misafirlik nedeniyle ayrıldığında kıymetli eşyalarını komşusuna emanet olarak bırakmasıdır. Hulasa olarak maksat, ahireti inkar eden bir kimsenin başkalarına böyle küçük fedakârlıkları bile göstermeyecek kadar küçük kalpli olduğunu vurgulamaktır.

MAUN SÜRESİ(Seyyid KUTUB)

1- Dini yalanlayanı gördün mü?

2- İşte o, öksüzü iter, kakar.

3- Yoksulu doyurmaya önayak olmaz.

VAY NAMAZ KILANLARIN HALİNE

Bu temel gerçeğin ardından O'nun uygulamalı bir şeklini koymaktadır:

4- Vay, o namaz kılanların haline ki;

5- Onlar kıldıkları namazdan gafildirler.

6- Onlar gösteriş yaparlar.

7- En ufak bir yardımı esirgerler.

Bu kıldıkları namazlarından gafil olan namaz kılanların helak edilmelerine ilişkin bir beddua veya tehdittir. Kimdir acaba kıldıkları namazlarından gafil olan bu kimseler?

İşte onlar gösteriş yapanlardır, iyiliğe engel olanlardır.

Onlar namaz kılarlar fakat namazı hakkı ile ikame etmezler. Namazın hareketlerini yerine getirir, namazın dualarını okurlar fakat kalpleri namaz gerçeğine, namazda okunan Kur'an'a, dualara ve tesbihlere ve bu tesbihlerdeki gerçeğe katılmaz. Onlar namazı sırf Allah için değil, insanlara gösteriş için kılarlar. İşte bu nedenle onlar namazlarından gafildirler. O'ndan habersizdirler. O'nu hakkı ile ikame etmezler. insandan asıl istenen namazı ikame etmektir. Sırf onu eda etmek değildir. Namazı ikame etmek ise ancak onun gerçeğini yaşamak ve onu yalnız Allah için kılmakla olur.

Namazlarını gaflet içinde eda eden bu namaz kılanların işlerinde namaz bu yüzden etkilerini göstermez. Ve bu nedenle onlar yardımlaşmayı engellerler. insan olan kardeşlerine yardımı; hayır ve iyiliği engellerler. Yani Allah'ın kullarından iyiliği esirgerler. Eğer onlar gerçekten namazı Allah için ikame etselerdi, onun kullarından iyiliği esirgemezlerdi. İşte Allah katında kabul edilen gerçek ibadetin mihengi budur.

Böylece bir kere daha kendimizi bu inanç gerçeğinin önünde bu dinin karakterinin önünde buluyoruz. Görüyoruz ki Kur'an'ın apaçık bir hükmü namazı hakkı ile ikame etmedikleri için namaz kılanları "veyl" ile uyarıyor. Namazı ruhsuz bir şekilde sırf hareketleri ile eda ettikleri için, namazda kendilerini sırf Allah'a vermedikleri için, gösteriş hareketleri ile namaz kıldıkları için. Bundan dolayı namaz onların kalplerinde ve eylemlerinde etkisini bırakmamıştır. Öyle ise bu namaz boşa gitmiştir. Hatta bu namaz ağır bir biçimde, cezalandırmayı gerektiren bir günaha dönüşmüştür.

Bu gerçeklerin ışığı Altında yüce Allah'ı insanlara peygamberler göndermesinde, kendisine iman etmeleri ve O'na kulluk etmeleri için mesajlar göndermesinde kullarından istediği şeyin gerçekliğini görebiliyoruz...

Yüce Allah imanı ve ibadeti kendisinin ihtiyacı olduğu için onlardan istememektedir. Zira O'nun hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Bu emirlerle onların kendi iyiliklerini istemektedir. Onlar için iyilik istiyor, kalplerinin arınmasını istiyor. Hayatta mutlu olmalarını diliyor. Onlar için tertemiz bir bilinç, güzel bir dayanışma, şerefli bir huzur,sevgi, kardeşlik, kalb ve ahlâk temizliği üzerine kurulan üstün bir hayat diliyor.

Öyle ise insanlık bu iyilikten uzaklaşıp nereye gidiyor? Bu rahmeti, bu güzel, üstün ve şerefli zirveyi bırakıp nereye yöneliyor? Yol ayrımında bu nur önünde olduğu halde cahiliyyenin hangi karanlık, uğursuz çöllerinde batmaya gidiyor.

MAUN SÜRESİ(Muhammed GAZALİ)

Dindarlar, başkalarının ihtiyaçlarını biliyor ve o ihtiyaçları gidermeye çalışı­yorlar. Çünkü din, güçlenene dek zayıftan, zengin olana dek fakirden, büyü­yene dek yetimden, istikrar bulana dek tutkunluktan yanadır.

Bu görevleri yerine getirmede bazı din müntesiplerinin aşın davranmaları, Allah'ı ve âhiret gününü inkar eden felsefelerin doğmasına neden olmuştur. Sonunda komü­nizm, dünyanın yarısına hükmetmeyi yahut kalan yarısını etkilemeyi başarmıştır.

Şayet dindarlar özellikle de Müslümanlar, dinleriyle ilişkilerini kursalardı ve gü­zel bir yaşam ortaya koy salardı bu ilhad ortaya çıkmazdı. İman, cömertlik ve adale­tin, şirk ise, kendim beğenme ve zalimliğin kardeşidir. Allah'ın şu buyruğunu bir dü­şünün:

"Dini yalanlayan(adam)ı gördün mü? İşte o, öksüzü iter, kakar; yoksulu doyur­maya teşvik etmez(önayak olmaz)." (Mâûn: 1-3)

Mâûn Sûresi, kısa olmasına rağmen göstermelik ibâdeti reddeder, muhtaca yar­dım etmeyi, tıpkı namaz kılmak ve onu huşu ile yerine getirmek gibi imanın şartı gö­rür ve muhtaçlara vermeyi engelleyeni veyl (acı) ile tehdit eder.

MAUN SÜRESİ(Elmalılı Hamdi YAZIR)

Gördün mü? Hitap yine Allah'ın Resulüne ve dolayısıyla genel olarak hitaba kabiliyeti olanların her birinedir. Soru, teaccüb (şaşma) suretiyle hazırlama içindir. Alemde açlık ve tokluk, korku ve emniyet gibi birbirini takip etmekte olan acı ve tatlı halleri görüp duran, ilaf ve anlaşma ile yardımlaşma ve toplum içinde yaşamak ihtiyacında bulunan insanlar içinde Hak Teâlâ'nın ceza ve mükafatını inkâr edenlerin, dine inanmayanların bulunması şaşılacak bir şey olduğuna tenbih ederek onların ruh h alleriyle benliklerini tanıtmak ve öylelerin huylarındaki düşkünlüklerden müminleri sakındırmak için dikkat nazarını celbetmektir. Yani Ey Muhammed, Kureyş içinde küfredenlerin neler yaptıklarını görerek anladın, tanıdın a: o dini yalanlayanı.

Bu rada da "din", en mutlak ve en esaslı menfuhumu olan ceza mânâsınadır. (Tin Sûresi'ne bkz.) Yani insanların yaptığı iyilik veya kötülük karşılığında Hak Teâlâ'nın iyiliğe güzel sevap ile mükâfat, kötülüğe kötü azarlama ile ceza vereceğini, diğer tabirle h e rkesin bir olup da "Artık kim zerre ağırlığınca hayır yapmışsa onu görür ve kim zerre ağırlığınca şer yapmışsa onu görür." (Zilzal, 99/7-8) ölçüsünce ettiklerini bulmaları Allah Teâlâ'nın inanılması, uyulması ve teslim olunup gereğince amel edilmesi la z ım gelen kesin bir hükmü, bir Hak dini olduğunu tasdik etmeyip de dinin aslı yoktur, o yalandır der, cezaya inanmaz olan kimseyi gördün ya... Mukatil'den bunun As b. Vail Sehmî hakkında nazil olduğu rivayet edilmiş, ki kıyameti inkâr eder, çirkin işler ya p armış.

Süddî'den Velid b. Muğire hakkında nazil olduğu rivayet edilmiş, Mâverdî de Ebu Cehil hakkında nazil olduğunu nakletmiş, rivayet edilmiştir ki: Ebu Cehil bir yetimin vasisi bulunuyordu. Bir gün o yetim çırıl çıplak ona gelmiş, kendi malından bir şey istemişti. Ebu Cehil onu itivermiş ve aldırmamış idi. Kureyş'in büyükleri de çocuğa: "Muhammed'e git de sana şefaat ediversin." demişler, alay etmek istemişler. Öksüz onların maksatlarını bilmediği için Resulullah'a gelip yardımcı olmasını istemişti. Peygamberimiz (s.a.v) hiçbir muhtacı

reddetmek adeti olmadığı için kalkmış, onunla beraber Ebu Cehil'in yanına gitmişti. Ebu Cehil "buyurun" deyip merhaba etmiş ve öksüzün malını vermişti. Kureyş'liler bunun üzerine Ebu Cehil'e serzeniş etmişler, "sen de sapıttın, Muhammed gibi Sabileştin" demişler. "Hayır" demiş, "sapıtmadım velakin onun sağında solunda birer harbe gördüm, vermezsem vuracak diye korktum". İbnü Abbas'tan bir rivayette de hem cimri, hem mürai bir münafık hakkında nazil oldu denilmiştir. De m ek ki bu sûre bunların birisi veya hepsi sebebiyle nazil olmuştur. Fakat hükmü onlara mahsus değil, öylelerin hepsini içine alır.

2. . Fâ, sebebiye veya mahzuf şartın cevabı olarak kendinden sonrasının kendinden öncesine terettüp etmesini ifade eder. mübteda, mevsûlü haberdir. Müsnedin marife olunanı da kasr ifade eder. Yani "gördünse bilirsin ya, görmedinse de bil! İşte cezaya inanmadığından dolayı öyle dinsiz imansız olan kimselerdir ki yetimi iter, öksüzü zayıf gördüğü ve Allah'tan kor k madığı için insaf ve merhamet etmiyerek kakar kakıştırır, kahir ve hakaretle kovar azarlar

3. Ve miskin, bîçare yoksulun yiyeceğine dair teşvikte ve isteklendirmede bulunmaz. Kendisi doyurmadığı gibi, gerek kendi akrabalarından ve gerek diğer vakit ve durumu müsait olanlardan diğer kimselerin bakıp gözetmesi, doyurması için de kayırmaz, bir yardımda, tavsiyede, teşvikte bulunmaz, çaresizlerin halini düşünmez, fakirlere bakılmasına taraftar olmaz.

Burada "taâm"dan murad it'âm olduğu için "ıt'âmûl'l-miskin" (yoksulları doyurmak) daha açık olacakken "taâm" denilmesi nüktelidir. Bunda aç olan bir yoksulun, kudreti olanlar tarafından verilecek taâma (yemeğe) mülkü imiş gibi dinen bir hakkı taalluk ettiğine işaret vardır ki "Onların mallarında dilenci v e yoksul için bir hak vardır." (Zâriyat, 51/19) âyetinin mânâsıdır. Bu şekilde hak etmenin şiddetine tenbih ve başa kakmaktan men edilmiş demektir. Yani öyle bir çaresizi doyuran kimse, onun kendi hakkı olan bir yiyeceği vermiş, borcunu ödemiş gibidir. "Azarlayıp kovmak ve teşvik etmemek" fiilleri, devamlılık ifade eden muzari olmak hasebiyle, bu âyetlerin yukarıya bağlanmasından çıkan mânânın neticesi şu olur: Toplum halinde ülfet ve anlaşma içinde yaşamak ihtiyacında bulunan ve Allah'ın yardımıyla a ç lıktan kurtulmuş ve korkudan emniyete erdirilmiş olan insanların Allah'a ibadet ve kulluk etmeleri ve bu kulluğu yapmak için de öksüzlere, kimsesizlere bakmak, açlara, biçarelere yemek yedirip derman aramak için yardımlaşmaları Hak dinin gereği olan bir v azifeleri olduğu ve güçleri yeterken bunu yapmayanların Allah katında cezaya çarpılacakları muhakkak iken, bunun

zıddına öksüzü itip kakarak hakkını yemek ve yanıbaşındaki yoksul çaresizin en lüzumlu ihtiyacı olan yiyeceği hakkında bir delalatte ve teşvikte bile bulunmayacak kadar acımasızlık ve merhametsizlik etmek insanlık hesabına şaşılmak ve teessüf olunmak lazım gelen pek acı bir züll, bir düşkünlük olmakla beraber böyle öksüzü kakmak ve fakirlere bakmamak gibi insafsızlıklar, dine yalan diyen kimsel e rin yapageldikleri âdeti, huyu demektir. Her ne kadar bir insanın dine inanmaması şaşılacak bir şey olsa da inanmadıktan sonra o fena huylar ona tabii gibi olacağı için pek şaşılmaz. Asıl şaşılacak taraf, dindar görünenlerin bedenen ve malen vazife ve iba d etlerinden gafleti ve mürailik edip de cüz'î bir yardımdan sakınacak derecede cimrilik etmeleridir.

4. Onun için buyuruluyor ki fakat yazıklar olsun o namaz kılanlara. Yani vay hallerine, yazıklar olsun o cehennemin veyl denilen ve kan, irin akan deresine düşecek olan namaz kılanlara, daha doğrusu namaz kılıyor, mümin görünenlere.

5. Ki onlar namazlarından sehiv etmişlerdir, yanılmışlardır. Dinin direği ve kulların derli toplu kalb ile Hakk'ın huzuruna durarak bir yükselişi, Allah'a kavuşmaya bir çeşit vasıl oluşu demek olan ve şu halde onun zikriyle yardım ve inayetinden fert ve toplum olarak medet ve hidayet alarak onun rızasına, doğru yoldan yaklaşmak üzere emrine göre kulluk vazifelerini ihlas ile yapmak için şevk ve uyanıklık almak g e reken namazlarından gaflet ile yanılmaktadırlar. Dikkate şayandır ki namazlarında sehiv değil, namazlarından sehiv ile azarlama yapılmıştır. Çünkü bazan namaz içinde sehvetmek, yanılmak insanlık gereği çekinilmesi kabil olmayan arızalardandır. Ondan dolayı Ata b. Dinar'dan rivayet edildiği üzere denilmiştir ki, hamdolsun Allah'a, namazda yanılma ile azarlamamış "namazlarında yanılanlar" buyurmamış, "namazlarından yanılmışlar" buyurmuştur.

Namazdan yanılmanın mânâsında da tefsircilerin bir hayli açıklamaları vardır: Başlıca namazın öneminde gaflet edip onu gereği gibi ciddi bir vazife olarak yapmamaktır ki, kılınıp kılınmadığına aldırmamak, vaktine dikkat etmemek, geçip geçmediğine aldırış etmeyip vaktinden geri bırakmak, terk etmekten üzülmemek, kıldığı vakit de Allah için halis niyyet ile kılmayıp, dünyaya ait bir takım maksatlar, gayeler için münafıkça bir şekilde kılmak, açıkta, el yanında kılarsa gizlide kılmamak, kıldıklarını da Hakk'ın huzurunda hayatın ruhanî ve cismanî bütün değişimlerin i temessül ettirecek bir kulluk ve tazim olarak değil de Hz. Mevlânâ'nın dediği gibi, "baş yerde kuyruk havada" yahut

Türkçe bir deyimle söylendiği gibi "iki yatış, bir kıntış bakış"tan ibaret bir gösteriş veya bir eğlenti halinde yapmak şekillerine şamil olur. Söz musalli (namaz kılan) denilenlerde olduğu için büsbütün namazı terketmek bu konudan hariç olmak gerektir. Bu konuda İbnü Cerir rivayet ettiği iki haberle de delil getirmiştir. Birisi Sa'd b. Ebi Vakkas (r.a.)'dan: Demiştir ki Peygamber (s.a.v.) hazretlerine 'den sordum. "Onlar, namazı vaktinden geriye bırakanlardır." buyurdu. Birisi de: Ebu Berzele el-Eslemî (r.a)'den: Demiştir ki: İş bu âyeti nazil olduğu zaman Resulullah (s.a.v) buyurdu ki: "Allahü Ekber, bu sizin için herbirinize b ü tün dünya kadar bağış verilmekten daha hayırlıdır. Onlar o kimselerdir ki namaz kılarsa namazın bir hayrı olacağını ummaz, terk ederse Rabb'inden korkmaz."

Bunda sözün gelişine göre kıldıkları bir kaç vakit namazdan dolayı gururlanıp yanılıp da dini ondan ibaretmiş gibi diğer ibadet ve kulluk vazifelerini yapmıyanlar da dahil olur. Zira birçok defalar geçtiği üzere dinin ruhu Allah'ın emrine ihlas ile tazim ve bütün hareket ve kuvveti, ceza ve mükâfatı ondan, bilerek, onun adına yarattıklarına şefkat esasında toplanır. Onun için Kur'ân'da imandan sonra salih amellerin esası olmak üzere namaz ve zekat beraber zikrolunagelmiştir. Böyle iken dindar geçinen birtakım kimseler vardır ki, namaz kılar görünürler de sadece onunla bütün dini vazifelerini ifa ed i vermişler gibi farzederek yanılırlar. Zekat gibi diğer vazifelere önem vermez kaçınırlar. Allah için istemekten hoşlanırlar da, Allah için ufak bir şey vermekten, Allah'ın kullarına yardım etmekten ve Allah'ın emirlerinin îfası için lazım gelen masrafla r a güçleri yettiği kadar iştirak etmekten çekinirler. Halbuki böylelerle mescidler tamir edilmez. Çünkü Tevbe Sûresi'nde buyurulduğu üzere "Allah'ın mescitlerini, ancak Allah'a ve ahiret gününe inanan, namazı kılan, zekatı veren ve Allah'tan başka kimsed e n korkmayan kimseler onarırlar." (Tevbe, 9/18). Ve "Muhakkak namaz kötü ve iğrenç şeylerden vazgeçirir. Allah'ı anmak, elbette en büyük ibadettir." (Ankebut, 29/45) buyurulduğu üzere namaz çirkin ve kötü şeylerden vazgeçirir olduğu ve böyle Allah'ın z i kri olan namaz en büyük vaiz olmak lazım geldiği halde onun yasaklamaları ve öğütleri sayesinde kötülük ve çirkinliklerden vazgeçmeyen, iyilik ve kulluk görevlerini düşünmeyen, Allah için yardım borçlarını vermekten bile sakınan kimseler de namazın

mânâsından, yasaklama ve öğüdünden gaflet ederek namazlarından yanılmış olurlar. Bununla beraber bu âyetin mânâsı şu iki âyet ile de izah olunuyor:

6. Onlar ki mürâîlik ederler, gösteriş yaparlar. Her ne amel yapsalar Allah için yapmazlar da halka gösteriş için ve herkesin göreceği yerde yaparlar.

7. Ve mâûnu menederler. Zekâtı vermezler, yahut kimsenin esirgemeyeceği ödünç gibi cüz'î bir yardımlığı bile sakınır, kimseye bir damla birşey vermek, istemezler. Öyle cimri, öyle pinti olurlar. Böyle olanların zekat vermeyecekleri ise öncelikle anlaşılır.

İşte böyle namaz kılar, dindar görünüp de namazlarından yanılan, mürâîlik, gösteriş yapıp da ufak bir yardımdan bile kaçınan kimselerin bu halleri, dinsizin dini yalanlamasından değil ise de yetimi kakıştırmasından, fakirlere yardım etmemesinden daha çok şaşmaya değer, yazıklar olsun onlara!

Görülüyor ki Fil Sûresi'nden sonra Kureyş Sûresi bu Mâûn Sûresi ile açıklanarak buradan "veyl" (yazıklar olsun) kelimesi ile lafız bakımından ve "yardımlığı sakınırlar" ile de mânâ yönünden Hümeze Sûresi'nin "İnsanları diliyle çekiştiren, kaş ve gözüyle işaretler yapıp alay eden her fesat kişinin vay haline! O ki mal yığdı, onu saydı durdu. Malının, kendisini ebedi yaşatacağını sanır." (Hümeze, 104/1-3) mefhumuna bağlandıktan ve Fil Sûresi'nde "Görmedin mi?", burada "gördün mü?" hitaplarıyla Peygamber'e "Görmedin mi?" "Gördün ya" diye birer belağatlı uyarma ile tenbih buyurulduktan sonra bunun arkasından Asr Sûresi gibi yukarıki bütün sûrelerin semeresini üç âyette özetleyen ve Kur'ân'ın en veciz sûresi ve bilhassa Duhâ Sûresi'nden beri gelen sûrelerin mefhumu üzerinde hepsinin tamamlayıcısı olan Kevser Sûresi'yle de Muhammed Aleyhisselam'ın şanı, özetin özeti olarak tebliğ edilecek ve anlatılacaktır.

MAUN SÜRESİ(Muhammed ESED)

Hz. Peygamber'in nübüvvetinin ilk yıllarında (muhtemelen 102. sureden -Tekâsür- sonra) nazil olan bu surenin adı, son ayetinde geçen mâ‘ûn sözünden alınmıştır. Bazı müfessirlerin, 4-7. ayetlerin Medine'de nazil olduğunu iddia etmeleri, hiçbir tarihsel veya belgesel delile dayanmamaktadır ve bu sebeple gözönüne alınmayabilir.
1 HİÇ bütün bir ahlakî değerler sistemini yalanlayan1 [birini] tasavvur edebilir misin?
2 İşte böyle biridir, yetimi itip kakan,
3 yoksulu doyurma arzusu/gayreti duymayan.2
4 Yazıklar olsun şu namaz kılıp duranlara, 5 onlar ki kalpleri namazlarına yabancıdır,3
6 onlar ki niyetleri yalnızca görülüp takdir edilmektir,
7 ve üstelik onlar, [insanlara] en ufak bir yardımı bile reddederler!4

DİPNOTLAR
1 Yani, böyle bir dinde ve dolayısıyla, ahlakî kurallar kavramında (ki dîn teriminin en temel anlamlarından biridir -karş. 109:6, not 3) herhangi bir objektif geçerlilik bulunmadığını iddia eden. Bazı müfessirler, dîn teriminin yukarıdaki bağlamda “hüküm/hesap”, yani Hesap Günü anlamında kullanıldığını ileri sürerler ve bu ibareyi “Hesap Günü'nü yalanlayan” şeklinde yorumlarlar.
2 Lafzen, “gayret vermeyen”, yani kendine.
3 Lafzen, “namazlarına karşı [bilerek] gaflet içindedirler”.
4 Mâ‘ûn terimi, kişinin günlük hayatında ihtiyaç duyduğu birçok küçük şeyi ve insanlara bu yolla yardım etme şeklinde kendini gösteren arızî yardımseverliği ifade eder. Daha geniş anlamda ise, herhangi bir zorluk anındaki “yardım” veya “desteğ”i gösterir.