26 Haziran 2007 Salı

NECM SÜRESİ(MEVDUDİ)

Adı: İlk kelimesi sureye ad olarak verilmiştir. Fakat "Necm" kelimesinin, surenin muhtevasıyla doğrudan bir ilgisi yoktur.

Nüzul Zamanı: Hz. Abdullah b. Mes'ud'dan rivayet olunduğuna göre, "Necm Suresi kendisinde secde ayeti bulunduğu halde nazil olan ilk suredir." (Buhari, Müslim, Ebu Davud, Nesaî). Bu hadisin Esved b. Yezid, Ebu İshak ve Zuhir b. Muaviye'nin İbn Mes'ud'dan rivayet ettikleri bölümünden anlaşıldığına göre "Necm Suresi, Hz. Peygamber'in (s.a) Kureyş'ten bir topluluk karşısında okuduğu ilk suredir." (İbn Merduye'nin rivayeti, surenin Harem-i Şerif'de okunduğunu göstermektedir.) Bu topluluk içinde, kafirler de mü'minler de bulunuyordu. Surenin sonunda Hz. Peygamber (s.a) secde ettiğinde, İslâm düşmanı Kureyşliler ve ileri gelenleri Müslümanlarla secde ettiler. İbn Mes'ud, "Ben orada secde etmeyen bir tek kafir olarak Umeyye b. Halef'i gördüm. O da secde etmediği gibi yerden bir avuç toprak almış ve alnına sürmüş, bu bana yeter", dedi. demiştir. "İbn Mes'ud bu sözüne ayrıca "Ben bu kafirlerin küfür hali üzerindeyken öldüğünü gördüm" diye ilavede bulunmuştur.

Bu olayın bir diğer şahidi de, o döneme kadar hâlâ İslâm'ı kabul etmemiş olan Muttalib b. Veda'dır. O bu olayla ilgili olarak şunları söylemektedir. "Rasûlullah (s.a), Necm Suresi'nin sonunda secde ettiğinde ben secde etmedim. Şimdi bu sure ne zaman okunsa, muhakkak surette secde eder ve o zaman secde etmemekle işlediğim hatayı telafi etmeye çalışırım." (Nesaî, Müsned-i Ahmed)

"Risaletin 5. yılında Şevval ayında küçük bir topluluk Habeşistan'a hicret etmişti. Aynı senenin Ramazan ayında Hz. Peygamber'in (s.a) Necm Suresi'ni tilaveti esnasında kafirlerle Müslümanların birlikte secdeye gitmeleri hadisesi vuku buldu. Bu hadise, Habeşistan'daki muhacirlere "Mekke'de kafirler İslâm'a girdi şeklinde ulaşınca, onlardan bazıları bu haberi duyar duymaz Şevval ayında Mekke'ye geri döndüler. Fakat Mekke'de Müslümanlara yapılan zulüm devam etmekteydi. Bu olaydan sonra Müslümanlar, birincisinden daha çok sayıda olmak üzere, ikinci kez Habeşistan'a hicret ettiler." (ibn Sa'd).

Yukarıdaki rivayetlerden bu surenin Risalet'in 5. yılında nazil olduğu kesinlik kazanmaktadır.

Tarihsel Arka-Plan: Nüzul zamanı ile ilgili verilen ayrıntılardan bu surenin nazil olduğu dönemde, Mekke'de nasıl bir havanın estiği açıkça anlaşılmaktadır. O döneme kadar Hz. Peygamber (s.a), 5 sene boyunca sürekli tanıdık kişilerin evlerinde, özel ve herkese açık olmayan toplantılarda İslâm'ı tebliğ ediyor ve Kur'an'ı okuyordu. Bu döneme kadar O genel bir topluluğa hitap edememişti. Çünkü kafirler ona hep şiddet ile karşılık vermişlerdi. Onlar Hz. Peygamber'in (s.a) şahsiyetinin, hitabetinin ve Kur'an'ın ne kadar etkileyici olduğunu bildikleri için, onu dinlemek istemedikleri gibi başkalarına da mani oluyorlardı. Ayrıca bir yandan "Muhammed yoldan çıkmış, başkalarını da yoldan çıkarıyor" diye iftira atarken, diğer yandan da, Hz. Peygamber'in (s.a) gittiği her yerde "sapıkça" diye niteledikleri mesajının duyulmaması için gürültü çıkarıyorlardı. Yani iddialarının yalan olduğunu kendileri de bildiği için, başka kimselerin mesajı işitmesine fırsat dahi vermiyorlardı.

İşte böyle bir ortamda Rasûlullah (s.a) birgün Harem-i Şerif'te Kureyş'den bir topluluğun karşısında, tebliğ etmek üzere ayağa kalkmış ve vahyolunan bu sureyi okumuştur. Ancak okunan sure, çevredekileri o kadar çok etkilemiştir ki, Kureyşliler adeta büyülenmiş gibi sessizce sureyi dinlemişler ve her zaman yaptıklarının aksine gürültü çıkarmayı unutmuşlardır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.) surenin sonunda secde ayetini okuduğunda hemen secdeye gidince, kafirler de onunla birlikte secdeye gitmişler, fakat bu davranışlarının hemen akabinde, bir zaaf içine düştüklerini farketmişlerdir. Hatta bunun üzerine bazı kimseler onların ileri gelenlerini "Sizler hem bu Kur'an'ı dinlemekten başkalarını menediyorsunuz hem de bu sözleri kendiniz dinlediğiniz yetmiyormuş gibi bir de secdeye gidiyorsunuz," diye eleştirmeye başlamışlardır.

Onlar da kendilerini şu şekilde savunmuşlardır "Biz Muhammed'in, "Lat, Uzza ve üçüncüleri olan Menat yüce bir makama sahip ilahlardır ve onların şefaat etmeleri umulur" diye söylediğini zannettiğimizden O'nun dinimizi kabul ettiğini düşündük." Oysa ayetlerin siyak ve sibakına bakıldığında, onların "yanlış anladık" şeklindeki iddialarının saçma olduğu açıkça görülür. Daha ayrıntılı bilgi için bkz. Hacc an: 96-101

Konu: Bu surede Mekkeli müşrikler, Kur'an ve Hz. Peygamber (s.a) karşısında takındıkları tavır dolayısıyla uyarılmışlardır.

Sure şöyle bir girişle başlamaktadır: "Sizlerin iddia ettiği gibi, ne Hz. Peygamber (s.a.) yolunu kaybetmiş ve azmıştır ne de tebliğ etiği mesaj kendisinin uydurduğu bir sözdür. Tam aksine onun tebliğ ettiği mesaj, kendisine Allah tarafından vahyolunmaktadır. O mesaj kendi zan ve hevasının ürünü değil, hakikatın ta kendisidir. Çünkü O bizzat müşahadelerine dayanan hakikatleri sizlere aktarmaktadır. O kendisine vahiy getiren meleği kendi gözleriyle görmüş ve alemlerin Rabbi olan Allah'ın büyük işaretlerini bizzat müşahade etmiştir. O'nun sizlere aktardıkları kendi düşünceleri değil, bizzat müşahede ettiği hakikatlerdir. Ancak tüm bunlara karşılık sizler O'na, tıpkı gördüğü şeyleri anlatan birine, kendi görmemesine rağmen karşı çıkan, inatçı kör bir adam gibi tavır alıyorsunuz.

Bundan sonra sırasıyla şu üç konu üzerinde durulmuştur:

1) İnandığınız din zanna dayanmaktadır. İlahlıkla hiçbir ilgileri olmamasına rağmen, Lat, Uzza ve Menat gibi putlara tapıyorsunuz. Melekleri Allah'ın kızları olarak nitelediğiniz halde, kendiniz kız çocuklarınızı yüz karası ve utanç vesilesi olarak kabul ediyorsunuz. Onların sizleri Allah'ın azabından kurtaracağını mı sanıyorsunuz? Oysa tüm melekler bir araya gelseler, Allah'ın bir emrini bile değiştiremezler. Bu inançlarınızın ilmi ve akli hiçbir delil ve mesnedi yoktur. Bunlar sadece sizlerin akide haline getirdiğiniz vehim ve arzularınızdır. Fakat bu büyük bir sapıklıktır. Çünkü "din" zan değil, hakikattır, dolayısıyla zanna değil ilme (vahye) dayanmalıdır. İşte Hz. Muhammed (s.a) sizlere ilme (vahye) dayanan bir din getirmiştir, ama sizler ondan yüz çeviriyorsunuz. Öyle ki, size doğru bir bilgi getiren kimseyi sapıklıkla suçluyorsunuz. Ancak böyle davranmanızın asıl nedeni, dünyanın peşinden koşup ahiret hayatına inanmıyor olmanızdır. Ayrıca Hakka da talib değilsiniz. Çünkü bu sapık inançlarınızın, nasıl bir sonla karşılaşmanıza sebep olacağını düşünme zahmetine bile katlanmıyorsunuz.

2) Allah bu kainatın yegane sahibidir. Doğru yol üzerinde olanlar, ancak Allah'ın gösterdiği yolu izleyenlerdir. Bu yolun dışına çıkanlar ise sapıklardan başkası değildir. Allah, kimin doğru yolu, kimin sapık yolu izlediğini çok iyi bilir.

Bu yüzden salih amel işleyenler mükafatlandırılırken, kötülük yapanlar da cezalandırılacaklardır. Bu karar ise, sizlerin zannına göre değil, Allah'ın ilmine göre verilecektir. Çünkü kimin takva sahibi olduğunu, kimin olmadığını en iyi bilen O'dur. Binaenaleyh, sizler büyük günahlardan sakınırsanız, küçük günahları Allah affedecektir.

3) Asırlar önce Hz. İbrahim'in ve Hz. Musa'nın sahifelerinde beyan olunan dinin temel prensipleri, şimdi tekrar beyan olunmaktadır. Yani, Hz. Muhammed'in (s.a) getirdiği din yeni bir din olmayıp, Allah'ın her dönemde gönderdiği dinin ta kendisidir. O'nun şimdi tebliğ ettiği bu dini, daha önceki Peygamberler de tebliğ etmiştir. Ayrıca daha önce gelen sahifelerde, Ad, Semud, Nuh ve Lut kavimlerinin başlarına gelen felakete neden olarak tıpkı şimdi Kureyşlilerin isyan ettiği gibi, onlarında isyan etmiş olmaları gösterilmektedir.

Bu açıklamalardan sonra, kıyamet saatinin yakın olduğu ve onu önlemeye kimsenin gücünün yetmeyeceği bildirilmektedir. "Tıpkı daha önceki peygamberlerin kendi kavimlerini uyardıkları gibi, Hz. Muhammed (s.a) ve Kur'an da sizi kıyametin geleceğini haber vererek uyarmaktadır."

"Şimdi siz bu sözden (Kur'an'dan) dolayı mı hayretler içinde kalıyorsunuz? Ve gülüyorsunuz da, ağlamıyorsunuz ve başkaldırıyorsunuz? Haydi Allah'a secde edin, O'na itaat ve kulluk edin!"

İşte bu ayetleri işitince en mütekebbir kafirler dahi, Rasûlüllah (s.a) ile birlikte secdeye kapandılar.

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1 Battığı zaman yıldıza1 andolsun;

2 Sahibiniz (olan peygamber)2 şaşırıp-sapmadı3 ve azmadı.

3 O, hevadan (kendi istek, düşünce ve tutkularına göre) konuşmaz.

4 O (söyledikleri) yalnızca vahyolunmakta olan bir vahiydir.4

AÇIKLAMA

1. İbn Abbas, Mücahid ve Süfyan-ı Sevri, "en-Necm" kelimesiyle Süreyya Yıldızı'nın kastolunduğunu öne sürerlerken, İbn cerir ve Zamahşeri de aynı görüşü paylaşmışlardır. Çünkü Arapça'da (en-Necm) kelimesi genellikle Süreyya Yıldızı için kullanılır. Suudi ise, "en-Necm" kelimesiyle Zühre Yıldızı'nın kastedildiği kanaatindedir. Ebu Ubeyde Nahvi'ye göre de, en-Necm yıldızların bir cinsi olması hasebiyle, burada, ayetin anlamı "Tüm yıldızların sabahleyin battığı zamana yemin olsun ki" şeklindedir. Mahal itibarıyla son görüş kabul edilmeye daha uygundur.

2. Burada muhatab Hz. Muhammed (s.a) ve dolayısıyla Kureyşlilerdir. "Sahibüküm"; yani "sizinle birlikte uzun müddet yaşamış olan arkadaşınız Muhammed". Burada, "Rasûlüllah" ya da "Rasûlümuz" şeklindeki ifadeler yerine, "arkadaşınız" şeklinde bir ifade kullanılmış olmasının ardında, derin anlamlar gizlidir. Çünkü böyle bir nitelemeyle, Kureyşlilere sözkonusu kişinin yani Hz. Peygamber'in (s.a) yabancı biri olmadığı, aksine herkes tarafından yüksek meziyetleri ve yüce ahlâkı bilinen, kendi kavimlerine mensup birisi olduğu vurgulanmaktadır. "Hakkında uydurduğunuz yalan, iftira ve ithamları, yakından tanıdığınız böyle birine, hiçbir surette yakıştırmanız mümkün değildir."

3. İşte batan yıldızlar üzerine yemin edilmesinin asıl nedeni budur. "zalle", bir kimsenin doğru yolu bilmeden "gaveyyün" ise bilerek yanlış bir yolu seçmesi anlamına gelebilir. Yani, denilmek isteniyor ki, "Hz. Muhammed (s.a) sizlerin bilmediği, tanımadığı bir kimse değildir. Dolayısıyla O'nu sapıklıkla suçlamanız, sadece bir iftiradır." Bu husus hakkında batan yıldızlar üzerine yemin, şu münasebetle edilmiştir. "Bilindiği gibi, gece gökyüzü yıldızlarla dolu olsa bile insan yine de herşeyi net bir şekilde göremez. Sözgelimi yıldızların etrafı oldukça aydınlattığı bir gecede dahi, bazen bir ağaç uzaktan bir korkuluk gibi, bir ip yılan gibi, bir tepe ise büyük bir hayvan gibi görülebilir. Fakat yıldızlar batıp, ortalığı gündüzün aydınlığı sardığında herşey yerli yerinde, net bir şekilde görünür ve hiçbir şeyin hüviyetinden şüphe edilemez. Hz. Peygamber'in (s.a) hayatı da işte böyle, tıpkı gündüz gibi apaçıktır. Sizlerin de çok iyi bildiği gibi, arkadaşınız fıtratı temiz, akıllı ve kavrayışı derin birisidir. Bu özelliklerine rağmen, Onun doğru yoldan saptığından nasıl kuşku duyulabilir? Ayrıca sizler, Onun gayet dürüst ve iyiniyet sahibi bir kişiliği olduğunu da bilirsiniz. O halde, yüksek meziyetleri olan, iyiniyetli, fıtratı temiz bir insanın doğru yoldan saptığını ve hatta başkalarını da saptırmaya çalıştığını nasıl iddia edebilirsiniz?

4. Yani, sizler, Hz. Muhammed'e (s.a) sırf insanlara Kur'an'ı tebliğ ettiği için öfke duyuyorsunuz. Oysa bu Kur'an'ı O uydurmamıştır ve onu kendi çıkarları için tebliğ etmemektedir. Bu Kur'an, Ona Allah tarafından vahyolunmuştur ve vahyolunmaya devam edilmektedir. O, Peygamberliğini Peygamber olma hevesiyle değil, Allah kendisine emrettiği ve Risaleti tebliğ etmesini buyurduğu için ilan etmiştir. Dolayısıyla O, sizlere bir Peygamber sıfatıyla tebliğ etmektedir. İslâm'ın, Tevhid, Ahiret, Kıyamet gününde ceza ve mükafatın verileceği haberi, kainatta insanın bulunduğu mevki ve salih bir hayat sürmenin prensipleri hakkındaki mesajı, Onun kendi uydurduğu düşünceler olmayıp, Allah'ın kendisine vahyettiği hakikatlerdir. Hz. Peygamber'in (s.a) sizlere tebliğ ettiği bu Kur'an kendisine Allah tarafından nazil olmuştur ve hâlâ olmaktadır. Dolayısıyla sizlere tebliğ ettiği bu hakikatler bir ilme dayanmaktadır.

"O hevadan konuşmaz. O Kur'an kendisine vahyedilen bir vahiyden başka değildir."

Bu bağlamda şöyle bir soru yöneltilebilir: "Hz. Peygamber'in (s.a) tüm sözleri Allah katından mıdır? Değilse şayet, Hz. Peygamber'in (s.a) sözlerinden hangisi kendisine ait, hangisi Allah'ın vahyidir?" Böyle bir sorunun cevabını şu şekilde verebiliriz: Kur'an kesinlikle bir vahiydir ve içindeki tüm sözler istisnasız Allah'a aittir. Hz. Peygamber'in (s.a) kendi sözleri ise üç kategoriye ayrılabilir:

1) Hz. Peygamber'in (s.a) İslâm'ı tebliğ, Kur'an'ı beyan ve izah niteliği taşıyan sözlerinin tümünün vahy kaynaklı olduğuna şüphe yoktur. Maazallah bunlar hevasından uydurduğu düşünceler değildi.

Bir bakıma Hz. Peygamber, (s.a) Allah'ın tayin ettiği resmi bir sözcüydü. Bu tür vahy, kelimesi kelimesine Kur'an gibi nazil olmuş değilse bile, Hz. Peygamber'in (s.a) söylediği bu sözler yine de vahy ilmine dayanmaktadır. Ancak Kur'an ve Hz. Peygamber'in (s.a) sözleri arasındaki fark, Kur'an'ın anlamıyla birlikte kelimelerinin de Allah tarafından nazil olması, buna karşılık Hz. Peygamber'in (s.a) izah niteliğindeki sözlerinin, Allah tarafından öğretilmiş olmasına rağmen, kelimelerinin kendisine ait olmasıdır. Bu bakımdan, Kur'an'a, "Vahyi Celî" Hz. Peygamber'in (s.a) bu tür sözlerine de "Vahyi Hafî" denilir.

2) Hz. Peygamber'in (s.a) Müslümanların lideri olması münasebetiyle Allah'ın kelimesini yüceltmek ve dini ikame etmek için mücadele ederken muhtelif zamanlarda verdiği emirleri kapsayan sözleri. Bu mücadele boyunca Hz. Peygamber, (s.a) zaman zaman sahabeyle istişarede bulunmuştur. Bu istişareler sonunda O, bazen kendi reyinden vazgeçip, sahabelerin reyini kabul etmiştir. Bazan de sahabeler "Bu sizin kendi sözünüz mü yoksa Allah'ın vahyi midir?" diye sormuşlar, O da "Benim sözümdür." karşılığını vermiştir. Bazen Hz. Peygamber (s.a.) içtihat edip, bu doğrultuda emir verdikten hemen sonra, Allah Teâlâ, Onun buyruğunun aksini bildiren ayetler inzal etmiş ve bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) yanlış olan içtihadını düzeltmiştir. Buraya kadar anlatılanlardan anlaşıldığı gibi, Hz. Peygamber'in (s.a.) sözleri hevasından olmayıp, Allah'ın teyid etmesiyle kesinlik kazanmıştır. "Hz. Peygamber'in (s.a.) her söylediği vahiy midir?" sorusuna gelince, Onun bir insan olması hasebiyle söylediği sözler, sahabeleriyle istişare ederek aldığı kararlar veya Allah'ın aksini emrettiği konulardaki içtihatları vahiy değildir. Fakat bunların dışında söylediği sözler "vahyi hafî" grubuna girer.

İslâm hareketinin önderliğine, Müslümanların emirliğine, İslâm devletinin başkanlığına kendiliğinden tayin olmadığı gibi, Onu halk da seçmemiştir. Bu mevkiler O'na Allah tarafından verilmiş ve O da bu mevkilerdeki yetkisini Allah'ın emriyle kullanmıştır. Hz. Peygamber'in (s.a.) kendi içtihatlarına dayalı icraatı da Allah tarafından teyit edilmiştir. Yani Onun görüşleri, Allah'ın kendisine verdiği ilme dayanmaktadır. Ancak yanıldığında Allah Teâlâ hemen Onun sözkonusu yanlışlığını "Vahyî Celî" ile düzeltmiştir. Bundan, Rasûlullah'ın (s.a) kendiliğinden yaptığı içtihatların Allah'ın rızasına muvafık olduğu anlaşılıyor. Çünkü böyle olmasaydı, muhakkak Allah kendisini ikaz ederdi.

3) Hz. Peygamber'in (s.a) bir insan olması hasebiyle, peygamberlikten önce ya da sonra, Nübüvvet ile ilgili olmayan sözleri. Bu bağlamda öncelikle bilinmesi gereken husus, kafirlerin, Rasûlullah'ın bu tür sözleriyle ilgili itirazlarının bulunmayışıdır. Onlar Hz. Peygamber'i, yukarıdaki iki kategoriye giren sözlerinden ötürü, dalaletle suçluyorlardı. Dolayısıyla sözkonusu ayette Hz. Peygamber'in (s.a.) Nübüvvet ile ilgisi bulunmayan sözleri kastedilmemektedir. Ancak yine de belirtmek gerekir ki, Hz. Peygamber'in (s.a.) bu tür sözleri bile hak ve doğruluğun dışında başka bir şey ifade etmez. Çünkü Allah, Onu takva timsali bir peygamber olarak göndermiştir. Bununla birlikte Hz. Peygamber'in (s.a.) her sözü vahyin nuruyla aydınlanmıştır. Nitekim Ebu Hureyre'nin rivayetine göre, Rasûlullah (s.a)"Ben Hak'tan başka hiç bir şey söylemem" dediğinde ashabtan biri "Ya Rasûlallah ama siz bazen bizlerle şakalaşıyorsunuz" diye sorunca O, "Ben gerçekten de Hak'tan başka bir şey söylemem" demiştir. (Müsned-i Ahmed, Ebu Davud) Amr b. el-As'ın oğlu Abdullah şunları anlatıyor: "Ben Hz. Peygamber'in (s.a.) ağzından çıkan her sözü yazıyordum. Bunun üzerine bazı kimseler bana, "Sen Rasûlullah'ın (s.a) söylediği her sözü yazıyorsun. Oysa O, bazan kızgın bir halde de konuşur" deyince, ben de yazmaktan vazgeçtim. Bir defasında da bu hususu Rasûlullah'a arzettim. Bunun üzerine O, "Sen yaz. Canımı elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, benim ağzımdan Hak'tan başka birşey çıkmaz" dedi. (Daha fazla izah için bkz. "Tefhimat" adlı eserim, c. 1, bölüm: Risalet ve onun hükümleri)

5 Ona (bu Kur'an'ı) üstün (oldukça çetin) bir5 güç sahibi (Cebrail) öğretmiştir.

AÇIKLAMA

5. Yani, sizlerin zannettiği gibi, O'na ilim veren bir insan değil, insanlardan daha üstün bir varlıktır." Bazı müfessirler "Şedidu'l-Guva" (kuvvetleri şiddetli) ifadesi ile Allah Teâlâ'nın kastolunduğunu öne sürerken Hz. Abdullah b. Mes'ud, Hz. Aişe, Hz. Ebu Hureyre, Katade, Mücahid, Rebi b. Enes'in bu görüşte olmadıkları nakledilir. İbn Cerir, İbn Kesir, Razi ve Alusi de aynı görüştedir. Ayrıca Şah Veliyuddin Dihlevi ve Mevlana Eşref Ali, kendi hazırladıkları meallerde bu görüşe katılmışlardır. Kur'an'ın diğer yerlerinde de beyan edildiği veçhile, doğrusu da budur. Örneğin Tekvir: 19-23'de şöyle buyurulmuştur,

"O şerefli bir elçinin sözüdür. O güçlüdür. Arşın sahibinin yanında değerlidir. İtaat olunur, üstelik güvenilir. Arkadaşınız mecnun değildir. Andolsun onu apaçık ufukta görmüştür."

Ayrıca Bakara: 97'de bu meleğin ismi de açıklanmıştır.

"De ki: Kim Cebrail'e düşman olursa..."

Bu ayetlerle birlikte düşünülüğünde burada kuvvetleri şiddetli olan muallimin (öğretenin) Cibril-i Emin olup, Allah'ın kastedilmediği anlaşılır. Nitekim bu hususun açıklaması daha ileride yapılacaktır.

Bu konuda bazı kimseler, "Cibril"i Hz. Muhammed'in (s.a) muallimi (öğreteni) olarak kabul ettiğimiz takdirde, onun Hz. Peygamberden daha faziletli olduğunu da kabul etmemiz gerekir," şeklinde şüpheye düştüler. Oysa bu endişe yersizdir. Çünkü Cibril, Hz. Peygamber'e (s.a.) kendi ilmini öğretmiyordu ki, ondan daha faziletli olsun. Cibril Hz. Peygamber'e (s.a.) ve Allah'ın ilmini aktarmada sadece bir vasıtaydı. Bu yüzden de mecazen "öğretti" denilmiştir. Bu bakımdan Cibril'in Hz. Peygamber'den (s.a.) üstün olması gerekmez. Ayrıca şöyle bir örnek vermek de mümkündür. Allah Teâlâ beş vakit namazı farz kıldığında, namazların vakitlerini öğretmesi için Cibril'i göndermiştir. Cibril de Rasûlullah'a imamlık yaparak beş vakit namaz kıldırmıştır. Bu kıssa, sahih senetlerle Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Muvatta ve diğer hadis kitaplarlarında nakledilmiştir. Rasûlullah, "Cibril imamlık yaptı ve arkasında namaz kıldım" diye buyurmuştur. Fakat Cibril'in Rasûlullah'a namaz kıldırmış olması, ondan daha faziletli olduğuna delil teşkil etmez.

6 (Ki O,) Görünümüyle çarpıcı bir güzelliğe sahiptir. 6Hemen doğruldu.7

7 O, en yüksek bir ufuktaydı.

8 Sonra yaklaştı, derken sarkıverdi.

9 Nitekim (ikisi arasında uzaklık) iki yay kadar (oldu) veya daha da yakınlaştı.8

10 Böylece O'nun kuluna vahyettiğini vahyetti.9

11 Onun gördüğünü gönül yalanlamadı.10

12 Yine de siz görmüş olduğu üzerinde onunla tartışacak mısınız?

13 Andolsun, onu bir de diğer inişte görmüştü.

14 Sidretü'l-Münteha'nın yanında.

15 Ki Cennetü'l-Me'va 11onun yanındadır.

16 Sidreyi örten örtmekte iken,12

AÇIKLAMA

6. "zümarrete" İbn abbas ve Katade'ye göre "güzel ve şahane", Macahid, Hasan Basri İbn Zeyd ve Süfyan Sevri'ye göre 'kuvvetli', Said b. Müseyyeb'e göreyse, "hikmet sahibi"dir. Hz. Peygamber'den (s.a.) rivayet edilen bir hadiste "zu mirre", sağlam, sıhhatli anlamında kullanılmıştır. Lugatta bu kelime, sağlam akıllı ve akıl sahibi anlamına gelir. Allah Teâlâ burada, Cibril için çok yönlü bir kelime kullanarak, onun akıl ve beden bakımından kemale erişmiş bir varlık olduğunu vurgulamıştır. Urducada bu kelimenin tam karşılığı olmadığı için, biz bunu "hikmet sahibi" olarak tercüme ettik. Çünkü Cibril'in bedenî kuvvetlerinin kemali hakkında başka ayetlerde de izah yapılmıştır.

7. "Ufuk kelimesiyle, güneşin doğduğu ve gündüzün aydınlığının yayıldığı yer, yani gökyüzünün doğu tarafı kastolunmuştur. Aynı ifade Tekvir: 23'de, "Ufuk'ıl-Mübin" şeklinde geçmiştir. Bu iki ayetten de anlışıldığına göre, Cibril ilk kez Hz. peygamber'e (s.a) gökyüzünün doğu tarafında gözükmüştür. Çeşitli rivayetlere göre Cibril, o zaman Allah'ın kendisini yarattığı asıl suret üzre idi. İleride ilgili rivayetler zikrolunacaktır.

8. Yani, "Cibril, gökyüzünün doğu tarafında göründü ve Hz. Peygamber'e (s.a) yaklaşarak havada durdu. Sonra daha da yaklaştı, hatta o kadar yaklaştı ki, aralarındaki iki yay veya ondan daha az bir mesafe kaldı" Müfessirler genelde "" ifadesini iki yay ile karşılamışlardır İbn Mes'ud ve İbn Abbas "Kays" kelimesini "zir'a" şeklinde tercüme etmişlerdir. Yani aralarında iki zir'a mesafesinde bir uzaklık kalmıştır.

"Aralarındaki mesafe iki yay veya ondan daha az idi." şeklindeki ifadeden (neuzubillah) Allah'ın söz konusu mesafeyi hesaplamaktan aciz olduğu anlamı çıkarılamaz. Böyle bir izah tarzı, tüm yayların aynı uzunlukta olmayışındandır. Dolayısıyla bu mesafenin eksik ya da fazla olması mümkündür.

9. "Kuluna vahyettiğini vahyetti" şeklindeki ifadeyi iki şekilde de anlamak mümkündür. Birincisi, "O (Cibril) Allah'ın kuluna vahyettiğini vahyetti." İkincisi O (Allah) kendi kuluna vahyettiğini vahyetti." Birinci anlamı ele alırsak, Cibril'in Allah'ın kuluna vahyettiği anlaşılır. İkinci anlamı ele alırsak, Allah'ın Cibril vasıtasıyla kuluna vahyettiği anlaşılır. Müfessirler bu her iki anlamı da öne sürmüşlerdir. Ancak siyak ve sibak içinde bir değerlendirme yapıldığında, birinci anlamın daha uygun olduğu görülür. Nitekim Hasan Basri ve İbn Zeyd'in bu görüşte oldukları nakledilir. Burada "Hu" zamirinin (Abdihi), başlangıçtan beri isminin zikredilmemesine rağmen Allah'a nasıl izafe edilebileceği sorulacak olursa, şu şekilde bir cevap verilebilir. Şayet o izafe olunan, belli bir şahıs ise, onun zikri geçmese bile, zamir kendiliğinden ona işaret eder. Nitekim Kur'an da bu tür örnekler vardır. Örneğin, "Şüphesiz Allah onu Kadir Gecesi'nde indirdi" ayetinde, açıkça zikredilmemesine rağmen, ayetlerin siyakından (sonrasından) Kur'an'ın kastedildiği anlaşılmaktadır. Yine "Eğer Allah yaptıkları yüzünden insanları hemen cezalandıracak olsaydı, onun üstünde canlı bir yaratık bırakmazdı." (Fatır 45) ayetinde kendisi açıkça zikredilmemesine rağmen kastedilenin yeryüzü olduğu açıkça bellidir.

"Biz ona şiir öğretmedik, bu zaten ona yakışmaz" ayetinin ne öncesinde ne de sonrasında Hz. Peygamber'in (s.a) hiç zikri yoktur. Ama sözün gelişinden Hz. Peygamber'in (s.a) kastedildiği açıkça ortadadır. Rahman Suresi'nde de, "Üzerinde bulunan herşey yok olacaktır" denilirken, ayetin ne öncesinde ne de sonrasında zikri geçmemesine rağmen, yeryüzünün kastolunduğu bellidir. "Biz onları yeniden inşaa ettik." (Vakıa: 35) ayetinde, cennetteki kadınlardan bahsetmesine rağmen, onların ismi zikredilmemiştir. Bununla beraber, yukarıdaki ayetten de Cibril'in kendi kuluna vahyettiği anlamı çıkarılamaz. Dolayısıyla buradan, Cibril'in Allah'ın kuluna vahyettiği ya da Allah'ın Cibril vasıtasıyla kuluna vahyettiği anlaşılır.

10. Yani, Rasûlullah (s.a) O'nu gündüzün aydınlığında gördüğü için, bunun bir cin, şeytan, hayal ya da rüya olduğu şeklinde bir şüpheye kapılmamıştır. Net bir şekilde gördüğünden dolayı da O'nun Allah'dan vahiy getiren Cibril olduğu konusunda bir tereddüt duymamıştır.

Burada insan Hz. Peygamber'in (s.a) bu kadar istisnai bir vakıayı müşahede etmiş olmasına rağmen, gördüğü şeyin, hayal, cin veya şeytan olabileceği şeklinde neden bir şüpheye düşmediğini düşünebilir ve dolayısıyla bunun nedenini sorabilir. Bize göre bu sorunun beş şıkka dayanan bir cevabı vardır:

a) Rasûlullah (s.a) bu vakıayı gündüzün aydınlığında görmüştür. Yani, uyku esnasında bir rüya olarak veya yarı uykulu iken ya da derin düşüncelere daldığında değil, tıpkı insanın gündüzün aydınlığında etrafındakileri net bir şekilde gördüğü gibi görmüştür. İnsan bu şekilde her gördüğü şeyden (dağlar, nehirler, evler vs.) şüphe etmiyorsa, Hz. Peygamber (s.a) de apaçık bir hakikat olarak gördüğü bu manzaradan şüphe etmemiştir. Bunu dış (âfâkî) bir neden olarak öne sürebiliriz.

b) İçsel (enfusî) diye niteleyebileceğimiz diğer bir neden, içinde bulunduğu haleti ruhiye dolayısıyla, Hz. Peygamber'in (s.a) yanlış bir şey görmediğine inanmasıdır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a) Cibril'i ruhen uyanık ve musait bir vaziyette görmüştür. Daha önceden zihninde bu tür hayaller kurmadığı için, gördüğü manzarayı hayal olarak nitelememiştir. Aksine O, şuuru yerinde iken O'nu görmüştür.

c) Ayrıca karşısındaki varlık, o kadar harikulede bir güzelliğe sahipti ki, Hz. Peygamber (s.a) böyle bir güzelliği tasavvur dahi etmemişti. Dolayısıyla Hz. Peygamber (s.a) gördüğü varlığın kendisinin hayallerinin bir ürünü olduğunu veya bu özelliklere sahip bir cinle karşılaştığını düşünmemiştir. İbn Mes'ud'un Rasûlullah'dan (s.a) rivayet ettiği bir hadise göre O, "Ben Cibril'i 600 kanatlı olarak gördüm" demiştir. (Müsned-i Ahmed). İbn Mes'ud'un izahına göre, Cibril'in bir kanadı bile o kadar büyüktü ki, adeta ufku kaplamıştı. Allah bunu "Şedid-ül Guva' ve 'Zu mirre" sıfatlarıyla ifade etmiştir.

d) Hz. Peygamber'e (s.a) vahyi aktarmak için görevli varlık, itimat telkin eden ve emin bir şahsiyete sahipti. Rasûlullah'a (s.a) kainatla ilgili öğrendiği ilmi anında aktarıyordu. Aktarılan bu bilgi, onun zan ve hayal sınırlarını aşmaktadır. Çünkü Hz. Peygamber'in (s.a) önceden edindiği böyle bir bilgi yoktu. Dolayısıyla O, zihninde kendisine bu bilgiyi aktaran varlığın, cin veya şeytan olabileceği ihtimalini düşünmemiş, hatta bu tür bir tereddüde kapılmamıştır. Zira şeytan, şirke rağmen Tevhid, cahiliyyeye rağmen yüksek ahlâk ve fazilet, zulüm ve haksızlığa rağmen ise Allah'ın birliği hakkında bilgi aktarmaz.

e) En önemli neden; Allah'ın Peygamberlik görevi gibi yüce bir makama seçtiği kimsenin kalp ve zihnini şek ve şüphelerden arındırmasıdır. Artık o kimse, Allah'ın tevfikiyle her gördüğü ve duyduğu hakikatı "şerh-i sadr" ve "itminan-ı kalb" ile tasdik eder. Kendisine vahiy ilham ve diğer yollarla gelen bilgiler hakkında kuşkuya düşmez. Çünkü Allah tarafından gönderilen mesaja, şeytanın müdahale edemeyeceğini çok iyi bilir. Allah'dan başkasının kelamı karışmış olsa bile, yine de geri çevirebilecek bir şuur ve hissiyat, tüm peygamberlere Allah tarafından verilmiştir. Faraza böyle bir şey olsa hemen fark ederler. Tıpkı balığın yüzmesinden, kuşun uçmasından ve insanın kendi varlığından şüpheye düşmediği gibi, bir peygamber de "Ben Allah'ın elçisi miyim?" şeklinde herhangi bir şüpheye düşmez.

11. Bu, Hz. Peygamber'in (s.a) kendisini asıl suretiyle gördüğü Cibril ile yaptığı ikinci görüşmeye işaret etmektedir. Bu görüşmenin vuku bulduğu yerin adı olarak, "Sidretu'l-Münteha" ifadesi kullanılmış ve yanında da "Cennet'ul- Me'va" olduğu bildirilmiştir.

"Sidretu'l-Münteha", bir sıra ağacın en sonundaki ağaca atfen kullanılır. Nitekim Allame Alusi, Ruhu'l-Meani adlı eserinde bu hususu şöyle açıklar: "Tüm ilimler orada son bulur ve ötede bulunan herşeyi Allah bilir." İbn Cerir de aynı açıklamayı hemen hemen kabul eder. İbn Esir ise, "En Nihaye fi Garibi'l-Hadis" adlı eserinde şöyle bir açıklama yapar: "Bu hususu anlamak, yani maddi dünyanın son sınırındaki "Sidre"nin keyfiyetini bilebilmek çok güçtür." Mahiyeti ne olursa olsun Allah Teâlâ, insanların lisanındaki "Sidre" kelimesini seçip kullanmıştır." Cennetu'l-Me'va' ise lugatte, barınılacak, oturulacak yer anlamına gelir. Hasan Basri'ye göre bu Cennet, mü'minlerin gireceği cennettir. O, bu ayetten yola çıkarak cennetin gökte olacağını söyler. Katede ise bu cenneti şehid ruhlarının gideceği cennet olarak kabul eder. Yani Ahirette verileceği vaad edilen cennet değildir. Nitekim İbn Abbas da aynı kanaattedir. O ayrıca şöyle der: "Ahirette va'd edilen cennet gökte değil, bu dünyada olacaktır."

12. Yani, O'nun keyfiyetini ve niceliğini aktarmak mümkün değildir. İnsanın tasavvur edemeyeceği boyutlarda olduğu gibi izah etmekte mümkün değildir.

17 Göz kayıp-şaşmadı ve (sınırı) taşmadı.13

18 Andolsun, o, Rabbinin en büyük ayetlerinden olanını gördü.14

AÇIKLAMA

13. Yani, Hz. Peygamber (s.a) o kadar çok tahammül sahibi idi ki, orada tecelli eden olaylar, onun gözlerini kamaştırmadı, kendisini rahatsız etmedi ve sakin bir şekilde müşahede etmeye devam etti. Diğer yandan gayet teveccüh, kemal-i zabt ile dikkatini, çevresiyle hiç ilgilenmeden meleklerin çağırdığı maksat üzerinde toplamıştı. Bu meseleyi şöyle bir örnekle açıklamak mümkün: Büyük ve kuvvetli bir hükümdar tarafından, huzura çağrılan bir kimsenin, hükümdarın sarayında ömrü boyunca görmediği müthiş bir debdebe ve ihtişam ile karşılaştığını düşünelim.

Şayet bu kimse yüksek meziyetlere sahip değilse, şaşkınlık ve hayret içinde kalarak, sürekli sağa sola bakacaktır. Fakat yüksek meziyetleri olan ve edep sahibi bir şahıs, ne bir şaşkınlık içine düşer ne de orada gördüğü harikulede manzaradan etkilenir. Aksine vakar içinde, huzura niçin çağrılmışsa, dikkatini ona verir. İşte Rasûlullah'ın (s.a) aynı şekilde hasletleri bu ayette beyan edilmiştir.

14. Ayetten açıkça anlaşıldığı gibi, Hz. Peygamber (s.a) Allah'ı değil, O'nun büyük ayetlerini görmüştür. Siyak ve sibakdan bu olayın ikinci görüşmede vuku bulduğu anlaşılmaktadır. İlk kez onu Ufuku'l-Ala da görmüştü ve bu, Allah değildi. İkincisinde ise "Sidretu'l-Münteha"da görmüştü o da Allah değildi. Rasûlullah (s.a)her ikisinde de Cibril'i görmüşdü. Eğer Hz. Peygamber (s.a) Allah'ı görmüş olsaydı muhakkak bu kadar büyük bir hadiseyi açıkça anlatmış olması gerekirdi. Kur'an'da Hz. Musa, Allah'ı görmeyi arzu ettiğinde Allah Teâlâ kendisine, "sen beni göremezsin" demiştir. Yani Hz. Musa'ya böyle bir şeref verilmemiştir. Şayet bu şeref, Hz. Peygamber'e (s.a) verilmiş olsaydı, Allah onu açıkça beyan ederdi. Ayrıca Kur'an'da, miras hadisesiyle ilgili olarak aynı ifade kullanılmıştır: "O'na (Peygambere) ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye..." (İsra: 1) Söz konusu ayette ise, Hz. Peygamber'in (s.a) Sidret'ul-Münteha'da, Allah'ın büyük ayetlerini gördüğünden bahsedilerek aynı ifadeler kullanılmıştır.

Aslında Kur'an'ın bu ayetlerinden, Hz. Peygamber'in (s.a) Allah'ı değil, O'nun ayetlerini gördüğü açıkça ortadadır. Fakat bu ihtilaf, bir takım hadisler yüzünden meydana gelmiştir. Bunun için de, biz, çeşitli sahabelerden bu konuyla ilgili rivayet edilen hadisleri aşağıda nakletmeyi istedik:

a) Hz. Aişe (r.a)'dan gelen rivayetler.

Hz. Mesruk şöyle beyan etmiştir: "Bir defasında ben Hz. Aişe'ye, "Ya validemiz! Hz. Peygamber (s.a) Allah'ı gördü mü?" diye sorunca, o: "Senin bu sorun tüylerimi ürpertti" diye cevap verdi. "Şu üç şeyi iddia edenin yalan söylemiş olduğunu nasıl unutursunuz!" İlk olarak Hz. Peygamber'in (s.a) Allah'ı görmediğini söyleyip, şu ayetleri okumuştur. "Gözler onu görmez", "Allah bir insanla konuşmaz, ancak vahiyle yahut perde arkasından veya bir elçisini gönderip dilediğini vahyeder." Daha sonra da şöyle dedi: "Rasûlullah (s.a) Cibril'i iki kez asıl suretinde gördü." (Buhari, Kitabu'l-tefsir.)

Aynı hadisi, Buhari, "Kitabu't-Tevhid" ve "Kitab'u Bidau'l-Halk" bablarında yine Hz. Mesruk kanalıyla şöyle nakletmiştir: Hz. Aişe'nin bu cevabı üzerine kendisine "Sonra yaklaştı, sarktı" ayetinin anlamını sordum. Bunun üzerine o, "Bununla Cibril kastedilmektedir. O her zaman Rasûlullah'a (s.a) insan şeklinde geliyordu, ama bu sefer asıl suretinde gelmiş ve tüm ufku kaplamıştır" dedi.

İmam Müslim "Kitabul-İman Sidretu'l-Münteha'nın zikri" babında Hz. Aişe ile Hz. Mesruk arasındaki konuşmayı şu şekilde nakletmiştir. Ancak bu rivayette dikkat edilecek nokta, "Kim Allah'ı gördüğünü iddia ederse, o Allah'a iftira etmiştir." şeklindeki ifadedir. Nitekim Hz. Mesruk şöyle anlatıyor: "Ben arkama yaslanıyordum, aniden dik oturdum ve "Ey mü"minlerin annesi! acele etmeyin. Allah, "Onu yüksek ufukta iken gördü" ve "Andolsun onu bir kez daha inerken gördü" diye buyurmamış mıdır? dedim. Hz. Aişe şöyle cevap verdi: "Ümmetin içinde Hz. Peygamber'e (s.a) bu konuda ilk soruyu ben yönelttim. O da "Bununla Cibril kastolunuyor. Ben onu iki kez Allah'ın yarattığı asıl suretinde gördüm. İkisinde de gökten iniyordu. Öyle ki, görüntüsü tüm ufku kaplamıştı" diye cevap verdi bana.

İbn Merduye yine Hz. Mesruk kanalıyla, ilgili rivayeti şu şekilde nakletmiştir. "Hz. Aişe, herkesden önce Hz. Peygamber'e (s.a.) "Rabbini gördün mü?" diye ben sordum. O da, "Hayır, Ben Cibril'i gökten inerken gördüm" diye cevap verdi demiştir."

b) Abdullah b. Mes'ud'dan (r.a) gelen rivayetler:

Zir bin Humeyş'in, İbn Mes'ud'dan rivayet ettiğine göre, O "fe kâne kabe kavseyni ev edna" ayetini şöyle tefsir etmiştir: "Rasûlullah (s.a) Cibril'i 600 kanatlı olarak görmüştür" (Buhari, Kitabu't-Tefsir, Müslim, Kitabu'l-İman, Tirmizi, et-Tefsir).

İmam Müslim'in naklettiği başka bir rivayete göre, İbn Mes'ud "O'nun gördüğünü kalbi yalanlamadı" ayetini de aynı şekilde tefsir etmiştir.

Müsned-i Ahmed'te İbn Mes'ud'un bu tefsiri Zir b. Hubeyş'in dışında ayrıca Abdurrahman b. Yezid ve Ebu Vayl tarafından da rivayet edilmiştir. Ayrıca yine Zir bin Hubeyş'den nakledilen iki rivayet daha vardır. Hubeyş İbn Mes'ud'dan şöyle rivayet eder: "İbn Mes'ud, O'nu Sidret'ul-Münteha'nın yanında gördü. " ayetini tefsir ederken Rasullah. "Ben Cibril'i Sıdretu'l-Münteha'da 600 kanatlı olarak gördüm" dedi, demiştir" İmam Ahmed, aynı konudaki başka bir rivayeti, Şakik b. Seleme kanalıyla nakletmiştir. Bu rivayete göre İbn Mes'ud, "Rasûlullah, Cibril'i Sidretu'l-Münteha'da asıl suretinde gördü." demiştir.

c) Ata b. Ebi Rebiha, "Andolsun onu birkez daha inerken gördü." ayeti hakkında Ebu Hureyre'ye sorduğunda O, "Hz. Peygamber (s.a) Cibril'i görmüştü" diye cevap verdi (Müslim, Kitabu'l-İman)

d) İmam Müslim, Ebu Zer'den, Abdullah b. Şakik kanalıyla gelen iki rivayeti, Kitabu'l-İman'da şu şekilde nakletmiştir: 1) Ebu Zer, Hz. Peygamber'e (s.a) "Ya Rasûlullah, Rabbini gördün mü?" diye sormuş, O da "Ben O'nun nurunu gördüm" diye cevap vermiştir 2) "Ben sadece nur gördüm" demiştir. Bu hususu İbn Kayyım, Zadu'l-Mead'da şöyle izah eder. "Birinci ifadenin anlamı ", Ben Allah'ı değil, O'nun nurunu gördüm şeklindedir."

Nesei ve İbn Ebi Hatim, Ebu Zer'in sözünü, "Rasûlullah (s.a) Rabbini gözleriyle değil, kalbiyle gördü" şeklinde nakletmişlerdir.

e) İmam Müslim, Kitabu'l-İman'da, Ebu Musa el-Eşari'den bir rivayeti şu şekilde nakletmiştir: "Mahlukun gözleri Allah'a kadar ulaşamaz."

f) Hz. Abdullah İbn Abbas'dan gelen rivayetler:

İmam'ı Müslim'in İbn Abbas'dan naklettiği bir rivayete göre, "Rasûlullah (s.a) Rabbini iki defa kalbiyle görmüştür." (Aynı rivayet Müsned-i Ahmed'de de kayıtlıdır.)

İbn Merduye, Ata bin Ebi Rebiha kanalıyla İbn Abbas'ın şu sözünü nakletmiştir. "Rasûlullah (s.a) Rabbini gözleriyle değil, kalbiyle görmüştür."

Nesei, İkrime kanalıyla İbn Abbas'ın şu sözünü nakleder: "Niçin hayret ediyorsunuz? Allah, Hz. İbrahim'i dost edindi, Hz. Musa ile konuştu ve Hz. Muhammed'e kendini gösterdi." (Hakim de aynı sözü nakleder ve sahih olarak kabullenir.)

Tirmizi, Şa'bi kanalıyla İbn Abbas'ın bir mecliste şöyle söylediğini nakleder: "Allah, Ruyeti ve Kelamı Hz. Musa ile Hz. Muhammed (s.a) arasında taksim etmiştir. Hz. Musa iki kez Allah ile konuşmuş ve Hz. Muhammed de (s.a) iki kez Allah'ı görmüştür. Bu konuşmayı işittikten sonra Hz. Mesruk, Hz. Aişe'nin yanına giderek O'na, "Rasûlullah (s.a) Allah'ı gördü mü?" diye sormuştur. Hz. Aişe, "senin bu sorun tüylerimi ürpetti" dedikten sonra, aralarında yukarıda zikrettiğimiz konuşma geçmiştir.

Tirmizi, İbn Abbas'dan rivayet edilen üç görüşü şu şekilde nakleder.

1) Rasûlullah (s.a) Allah'ı görmüştür.

2) Allah'ı iki kez görmüştür.

3) Allah'ı kalbiyle görmüştür.

Müsned-i Ahmed'de İbn Abbas'dan bir-iki rivayet daha nakledilir. O, Rasûlullah'ın (s.a) "Ben Allah'ı gördüm" dediğini söyler. Diğer rivayette ise şöyle demiştir: "Rasûlullah (s.a) "Bu gece Rabbim bana en güzel şekilde geldi" diye buyurduğunda, ben, Rasûlullah'ın (s.a) Allah'ı rüyasında gördüğünü anladım."

Taberani ve İbn Merduye, İbn Abbas'tan başka bir rivayeti şu şekilde nakletmişlerdir: "Rasûlullah (s.a) Rabbini iki kez gördü. Birinde gözleriyle, diğerinde ise kalbiyle"

g) Muhammed b. Kaab el-Kurzî'nin nakline göre, bazı sahabiler Hz. Peygamber'e (s.a); "Ya Rasûlallah! Sen Allah'ı gördün mü?" diye sormuş ve o da "Ben O'nu iki kez gördüm" demiştir. (İbn Ebi Hatım) İbn Cerir ise aynı sözü şu şekilde nakleder: "Ben O'nu gözlerimle değil kalbimle gördüm."

h) Şerik bin Malik kanalıyla Hz. Enes b. Malik'den miraç hakkında şöyle bir rivayet bulunmuştur. "Rasûlullah (s.a) Sidretu'l-Münteha'ya ulaştığında, Allah O'na yaklaştı ve üstüne sarktı, hatta o kadar yakınlaştı ki aralarında iki yay veya ondan daha az bir mesafe kaldı. Ondan sonra emirlerden bir emirle 50 vakit namazı farz kıldı. Bu hadise, İmam Hattabi, Hafız b. Hacer, İbn Hazm ve el-Cami Beyne'l-Sahiheyn sahibi hafız Abdulhak, senet ve metin yönünden itiraz etmişlerdir. Onların itiraz ettikleri en önemli nokta, sözkonusu hadisin metninin Kur'an'ın açık ifadelerine ters düşmüş olmasıdır. Çünkü Kur'an her iki Ruyeti de zikreder ve ikisinin de, biri Ufuku'l Ala'da, diğeri Sidretu'l-Münteha'da olmak üzere ayrı zaman ve mekanlarda vuku bulduğunu söyler. Fakat yukarıdaki hadislerde her iki Ruyeti birbirine kavuşmuştur. Dolayısıyla bu hadisi kabul etmek mümkün değildir.

Son tahlilde yukarıda zikrettiğimiz rivayetlerin sıhhatli olanlarının İbn Mes'ud ve Hz. Aişe'den gelenler olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü bu iki kişi de, Rasûlullah'ın (s.a) Allah'ı değil, Cibril'i gördüğünü ittifak ile söylemişlerdir. Ayrıca bu rivayetler, Kur'an'ın ifadeleriyle de mutabakat arzetmektedir. Ayrıca Ebu Zer'den ve Ebu Musa el-Eşari'den nakledilen hadisler bu hususu teyid ediyorlar. Bunların aksine İbn Abbas'dan gelen rivayetler karma karışıktır ve çelişkilerle doludur. Nitekim bu rivayetlerin hiçbiri Hz. Peygamber'e (s.a) kadar ulaşmaz. Bu konudaki istisnalar içerisinde de, Kur'an'da zikredilen, "Ru'yet" hakkında bir açıklama yoktur. Ancak bir rivayette açıklama bulunuyor, onda da "Benim anladığıma göre Rasûlullah (s.a) Allah'ı rüyada görmüş" denilmektedir. Dolayısıyla bu rivayetlerin İbn Abbas'a ait olduğu şeklindeki iddialar güven verici değildir. Muhammed bin Ka'b el-Kurzi'nin naklettiği rivayete gelince, hangi sahabilerin soru yönelttikleri zikredilmemiştir. Yine o, Hz. Peygamber'in (s.a) Allah'ı gördüğü şeklindeki iddiayı reddeden başka bir rivayeti nakletmiştir.

19 Gördünüz15 mü-haber verin; Lât ve Uzza'yı,

20 Ve üçüncü (put) olan Menât'ı(n herhangi bir güçleri var mı)?

21 Erkek (evlat) sizin, dişi de O'nun mu?16

22 Eğer böyleyse, bu, çarpık bir paylaşma.

AÇIKLAMA

15. Yani, sizler Rasûlullah'a sırf size tebliğ ettiği bilgiler dolayısıyla sapık diyorsunuz. Oysa ona bu bilgileri Allah vahyetmekte ve o da sizlere tebliğ etmektedir. Sizlere aktarması için, Allah ona apaçık hakikatleri göstermektedir. Şimdi takip etmekle direttiğiniz yolun ne kadar çürük temellere dayandığını iyice düşünün. Rasûlullah'ın (s.a) sizleri doğru yola davet etmesine rağmen, onun davetini reddetmenin kimlerin zararına olduğunu hiç hesap ettiniz mi?" Bu bölümde Mekke, Taif, Medine ve civarındaki Arapların tapmış oldukları üç ilahenin adı zikredilmektedir. Araplara onlar hakkında, "O putların, kainatın ve dünyanın idare edilmesinde bir payları olabileceğini hiç düşündünüz mü? Allah ile onların arasında herhangi bir bağ ve yakınlığın bulunması mümkün mü?" şeklinde bir soru yöneltmiştir.

Lat adlı put Taif'de bulunuyordu. Beni Sakife kabilesi ona o kadar bağlıydı ki, Ebrehe Kabe'yi yıkmak için geldiğinde kendileri de diğer Araplar gibi Kabe'nin Allah'ın evi olduğuna inanmalarına rağmen Lat'a dokunmasın diye, Ebrehe'nin ordusuna rehberlik yaparak Kabe'ye kadar gelmelerini sağlamışlardır. Lat'ın anlamı hakkında alimler arasında ihtilaf vardır. İbn Cerir, Lat'ın, Allah kelimesinin tesniye şeklindeki kullanımı olduğunu öne sürer. Yani aslında kelime, "Allahatun" idi ama sonradan "el-Lat" olmuştur. Zamahşeri ise; bu kelime (Lat) "Leva-yelus"dan türemiştir. Bir yere karşı yönelmek anlamına gelir. Çünkü müşrikler ona yönelir, önünde eğilir ve etrafında tavaf ederlerdi." der.

İbn Abbas ise, Lat'ın son harfini (T) şeddeli okur ve Latta 'Yeluttu'dan türediğini iddia eder. Bir şeyi karıştırmak, harman etmek anlamlarına gelir. Nitekim İbn Abbas'a ve Mücahid'e göre, Lat, Taif yolu üzerinde bir tepede oturan bir şahsın adıdır. Hacca gidenlere arpayı ezip, şeker ve suyla karıştırarak ikram ederdi. Öldükten sonra bulunduğu tepe üzerine putunu dikmişler ve ona tapmaya başlamışlardır. İşte Lat ismi de buradan gelir. Fakat Lat hakkındaki bu izah, -her ne kadar İbn Abbas ve Mücahid gibi kimselerden rivayet edilmiş olsa da- kabul edilemez. Çünkü, birincisi Kur'an'da, Lat'ın son harfi şeddeli değildir. İkincisi Kur'an onların üçünden de 'ilahe' (tanrıça) olarak bahsediyor. Oysa onlara göre bu şahıslar (Lat) erkektir.

Uzza da (izzet sahibi) Kureyşlilerin bir tanrıçasıydı. Mekke ile Taif arasında, Nahle vadisinde, Hurad adlı bir mevkide bulunuyordu. (Nahle vadisi ile ilgili açıklama için bkz. Ahkaf an: 33) Haşimoğulları'nın müttefiki Şeybanoğulları bu putun bakıcılarıydılar. Kureyş'in diğer kabileleri de bu puta tapar, kurban keser ve hediyeler takdim ederlerdi. Kabe'de yaptıkları gibi onun bulunduğu mevkide de kurban keserler ve onu putların en izzetlisi olarak kabul ederlerdi. İbn Hişam'ın rivayet ettiğine göre bir gün, Ebu Uheyye ölüm döşeğinde yatarken, Ebu Leheb kendisini ziyaret eder ve ağlarken görür. Bunun üzerine Ebu Leheb, "Ey Ebu Uheyye! niçin ağlıyorsun, yoksa ölümden mi korkuyorsun? Oysa o herkese eninde sonunda gelir" demiştir. Ebu Uheyye ise "Vallahi ben ölümden korkmuyorum. Ancak benden sonra Uzza'ya kim tapacak? İşte onun için ağlıyorum" diye cevap vermiştir. Ebu Leheb, "Hiç kimse Uzza'ya senin için tapmıyordu ve sen öldükten sonra da tapmaktan vazgeçmeyeceklerdir" deyince, Ebu Uheyye "Şimdi rahatladım dedi." Artık biliyorum ki, bundan sonra yerime geçen biri var."

Menat, Mekke ve Medine arasında, Kızıldeniz sahilinde, Kudeyd adlı bir mevkide bulunuyordu. Özellikle Huzaa, Evs ve Hacrec kabileleri ona taparlardı. Menat'ı tavaf ederler, ona hediyeler verirler ve kurban keserlerdi. Hac döneminde Beytullah'ı tavaf ettikten, Arafat ve Mina'ya gidildikten sonra, Menat ziyaret edilirdi. Öyle ki: "Lebbeyk Lebbeyk" sedaları yayılırdı etrafa. Ayrıca Beytullah'ı tavaf ettikten sonra, Menat'a hacc niyetiyle gidecek olanlar, Safa ve Merve arasında say etmezlerdi.

16. Yani, siz bu ilaheleri Allah'ın kızları olarak kabul ediyorsunuz. Bu ne kadar anlamsız ve saçmadır ki, kendiniz için kız çocuğu edinmeyi zül telakki ederken, utanmadan onları Allah'a nispet ediyorsunuz.

23 Bu (putlar ise,) sizin ve atalarınızın (kendi istek ve öngörünüze göre) isimlendirdiğiniz (kuru ve keyfi) isimlerden başkası değildir. Allah onlarla ilgili 'hiç bir delil' indirmemiştir.17 Onlar, yalnızca zanna ve nefislerinin (alçak) heva (istek ve tutku) olarak arzu ettiklerine uymaktadırlar.18 Oysa andolsun, onlara Rablerinden yol gösterici gelmiştir.19

24 Yoksa insana 'her arzu edip dilekte bulunduğu' şey mi var?20

25 İşte, son da, ilk de (ahiret ve dünya) Allah'ındır.

26 Göklerde nice melekler vardır ki, onların şefaatleri hiç bir şeyle yarar sağlamaz; ancak Allah'ın dileyip razı olduğu kimseye21 izin verdikten sonra başka.

27 Gerçek şu ki, ahirete iman etmeyenler, melekleri dişi isimlerle isimlendiriyorlar.22

AÇIKLAMA

17. İlah ve ilaheleriniz, hiç bir surette ilahlık sıfatına haiz değillerdir ve onların ilahlıkta bir payları dahi yoktur. Ayrıca onların ilahlığı hakkında Allah'ın onlara bir yetki verdiğine dair Allah tarafından verilmiş bir belge de bulunmuyor elinizde. Tüm bunlara rağmen böylesine saçma inançlar ortaya attınız.

18. Diğer bir ifadeyle, bunların dalâlette olmalarının iki nedeni vardır: a) Onların bu inancı bir gerçeğe dayalı olmadığı gibi sadece zan ve vehimden ibarettir. b) Onlar bu inançları arzu ve hevalarına uyarak ortaya atmışlardır. Çünkü onlar, öyle bir ilahları olsun istiyorlar ki, şayet ahiret varsa bu ilahları onları orada kurtarabilsin. Fakat bu dünyada hiçbir surette sınırlamalar (helal-haram) koymasınlar. Bu tür kimseler, dünyada diledikleri şekilde, helal ve harama aldırmadan yaşamak istedikleri için, herhangi bir ahlâkî disiplini kabul etmezler. İşte bu yüzden de peygamberin getirdikleri tevhidi nizama karşı çıkmaktadırlar. Dolayısıyla arzularına uygun ilahlar icad etmişlerdir.

19. Her dönem boyunca peygamberler gönderilmiş ve onlar da insanları dalâlet bataklığından çıkarabilmek için aynı gerçeği tebliğ etmişlerdir. Şimdi de Hz. Muhammed (s.a) "Bu kainatın yegane ilahı Allah'tır." gerçeğini tebliğ etmiştir.

20. Bu ayetin diğer anlamı, "insanların, dilediklerini mabud edinme hakları var mıdır?" şeklinde olabilir. Yine ayrıca "Bu mabudlar, insanların kendilerinden beklediği umutları gerçekleştirme gücüne sahip midirler?" şeklinde başka bir anlam vermek de mümkündür.

21. Yani, tüm melekler bir araya gelip, onlar için şefaat etseler dahi, bunun onlara hiçbir yararı olmayacaktır. "İlahlarınızın meleklerin yanında değeri nedir ki, onların şefaati kabul edilsin? Tüm yetkiler Allah'ın elindedir. Öyle ki melekler bile, Allah'ın izni olmadan hiç kimseye şefaat edemezler."

22. Yani, ilk akılsızlıkları, hiçbir otoriteleri olmamasına rağmen, yine de melekleri ma'bud edinmeleridir. İkinci akılsızlıkları, meleklerin Allah'ın kızları olduğuna inanmalarıdır. Böyle inanmalarının asıl nedeni, Ahirete iman etmemeleridir. Zira Ahirete iman etmiş olsalardı, bu kadar mantıksız düşüncelere kapılmaz ve böylesine aptalca şeyler söylemezlerdi. Bunlar, bir tek Allah'a iman etmekle bin tane tanrıya inanmak arasında bir fark olmadığını sanıyorlar; onlara göre, nasıl olsa bir tek Allah'a iman edenler de, birçok tanrıya inananlar da, dünyanın iyi ya da kötü şartlarından aynı derecede etkilenmekteydiler. Yani, ayrı görüşte olsalar da, her iki insanın da tarlası ürün verir, her ikisi de hastalanır, iyileşir, iyi veya kötü durumlarda olmaları, her ikisi için de mukadderdir. vs. İşte bu yüzden onlar, bir tek Allah'a inanmak ile birçok tanrıya inanmak arasında fark gözetmezler. Onların bu düşüncesine göre hak ve batılın karşılığı ancak bu dünyadadır. Çünkü, dünyada muvahhidler ile müşrikler arasında temelde bir fark olmadığından (!), bir tek Allah'a ya da birçok ilaha inanmak sonuçta gönlün bileceği bir iştir.

28 Oysa onların bununla ilgili hiç bir bilgileri yoktur. Onlar, yalnızca zanna uymaktadırlar.23 Oysa gerçekte zan, haktan yana hiç bir yarar sağlamaz.

29 Şu halde sen, bizim zikrimize sırt çeviren 24ve dünya hayatından başkasını istemeyenden yüz çevir.25

30 İşte 26onların ilimden yana ulaşabildikleri (son sınır) budur.27 Hiç şüphesiz, senin Rabbin; kendi yolundan sapanı en iyi bilen O'dur ve hidayet bulanı da en iyi bilen O'dur.

31 Göklerde ve yerde olanlar Allah'ındır;28 öyle ki,29 kötülükte bulunanları, yapmakta oldukları dolayısıyla cezalandırır, güzel davranışta bulunanları da daha güzeliyle ödüllendirir.

32 Ki onlar büyük günahlardan,30 çirkince utanmazlıklardan31 kaçınırlar, ufak tefek günahlar bundan müstesnadır.32 Hiç şüphesiz Rabb'in, mağfireti geniş olandır.33 O, sizi daha iyi bilendir, hatta sizi topraktan yarattığı ve siz daha annelerinizin karınlarında cenin halinde bulunduğunuz zaman bile. Öyleyse kendinizi temize çıkarıp durmayın. O, kimin takva sahibi olduğunu en iyi bilendir.

33 Şimdi, o yüz çevirmekte olanı gürdün mü?

34 Azıcık verdi ve gerisini kaya gibi sımsıkı elinde tuttu.34

35 Gaybın ilmi onun yanındadır da o mu görüyor?35

AÇIKLAMA

23. Yani, onların "melekler Allah'ın kızlarıdır" şeklindeki inançları hiçbir bilgiye dayanmaz. Onlarınki sadece zandır. İşte onlar bu zan ve vehim ile hareket ederek, meleklere tapmakta, kurban kesmekte ve onlara yalvarıp yakarmaktadırlar.

24. 'Zikr' birkaç anlama gelebilir.

a) Kur'an okumak,

b) Nasihat, öğüt,

c) Allah'ın adının anılması. Yani onlar, Allah'ın adının bile anılmasını istemezler.

25. Yani, dünyanın zevk ve sefasından başka birşey düşünmeyen bir adamdan hayır gelmez. Dolayısıyla sen bu kimselerle uğraşarak vaktini boşuna harcama. Böylesine Allah'tan uzak olanlarla uğraşacağına, Allah'ın zikrini dinlemek isteyenlerle ilgilen.

26. Bu ara cümlesiyle, bir önceki ayet açıklanıyor.

27. Yani, bu maddi dünyadan başka birşey ile ilgilenmediklerinden onlarla uğraşmaya bile değmez.

28. Yani, kimin doğru yolda (hidayet üzere) olduğunu, kimin yanlış yolda (dalâlette) olduğunu ancak Allah bilir. Çünkü her şeyi bilen sadece O'dur. Dolayısıyla seni dalâlet içinde olmakla suçlamaları sonucu değiştirmez. Şayet kendileri dalâlette olmakta ısrar ederlerse, bu onların bileceği bir iştir. Sen onlarla tartışarak vaktini ziyan etme ve tebliğ çalışmalarını sürdür. Kimin Hak üzerinde, kimin bâtıl üzerinde olduğuna ancak Allah karar verecektir.

29. Burada ara cümlesiyle yapılan açıklamadan sonra, konu hiç kesilmeden devam etmektedir adeta. "Onları kendi haline bırakın, Allah onlara yaptıklarının karşılığını verecektir."

30. İzah için bkz. Nisa an: 53

31. İzah çin bkz. En'am an: 130, Nahl an: 89.

32. "İllallahümme", az miktarda, hafif tesir ve bir şeyin yanında az bir zaman durmak, anlamlarına gelir. Örneğin, "ellememe bi'l-mekan" (o bir mekanda biraz durdu), "ellememe bi't-taam' (o azıcık yedi), "bihi lememun" (aklen biraz dengesiz). Dolayısıyla bu kelime, kişinin bir fiili yapmamakla birlikte yapacak noktaya kadar gelmesini ifade eder. Ferra, şöyle bir cümleyi bedevilerden duyduğunu nakleder: "Darebe ma lememe'l-katlu" (öyle vurdu ki az kalsın ölecekti). Yani, o şahıs bu fiili az kalsın yapacaktı.

Müfessirler bu ifadeyi küçük günah olarak anlamışlardır. Bazıları, bir kimsenin büyük günahları işleyecek noktaya gelmiş olmasına rağmen bu cürümü işlememiş olması ya da son safhayı gerçekleştirmemesi şeklinde yorumlarlar. Bazıları, az bir zaman günah işleyen kimsenin sonradan günahlarından vazgeçmesi anlamına geldiğini söylerler. Bazıları ise günah işlemeyi düşünüp yapmak niyetinde olan kimsenin, bu cürümü fiilen yapmaması şeklinde anlaşılabileceği kanatindedirler.

Bu ifade üzerinde sahabe ve tabiundan bazı rivayetleri nakletmeyi uygun bulduk.

Zeyd b. Eslem ve İbn Zeyd, İbn Abbas'ın bu ifadeyi "Kişinin İslâm'a girmeden önce işlediği günahlar" anlamında yorumladığını naklederler.

İbn Abbas'ın yukarıda zikrettiğimiz görüşü ile, "bu kişinin bir fuhuş veya büyük günah işledikten sonra hemen tövbe etmesi (vazgeçmesi) dir." şeklindeki diğer bir görüşü, Ebu Hureyre, Abdullah bin Amr bin el-As, Mücahid, Hasan Basri ve Ebu Salih'den de rivayet edilmiştir.

İbn Mes'ud, Mesruk ve Şa'bi ile ayrıca Ebu Hüreyre ve İbn Abbas'dan güvenilir senetlerle, bu ifadenin "Bir kimsenin büyük günah işlemeye yaklaşması, hatta ilk safhayı geçtikten sonra hemen vazgeçmiş olması" anlamına geldiği rivayet edilir. Sözgelimi bir şahsın hırsızlık yapmak niyetiyle yola çıkıp sonra vazgeçmesi veya bir kadına yaklaşıp, sonra zina etmekten kaçınması gibi.

Abdullah b. Zübeyr, İkrime ve Dahhak, "Bu ifade ile kendisi hakkında dünyada bir müeyyide tayin edilmemiş ve ahirette de karşılığında ceza verileceği haberi bulunmayan küçük günahların kastolunduğunu" söylerler.

Said b. Müseyyeb, bu ifadenin, "fiilen işlenmeyen kötü düşünceler" anlamına geldiğini söyler.

Yukarıda, sahabe ve tabiun tarafından yapılmış çeşitli yorumları naklettik. Nitekim ulemanın ve fakihlerin çoğunluğu da aynı görüştedirler. Nisa Suresi'nin 31. ayetinde, günahlar açık bir şekilde ikiye ayrılmıştır. Kebair (büyük günahlar), Seğair (küçük günahlar).

Sözkonusu ayet, fuhuş ve büyük günahlardan sakınanların, küçük günahlarının affolunacağını bildirerek, insanlara ümit vermektedir. Fakat buna rağmen bazı alimler, hiç bir günahın küçük olamayacağını söylemişlerdir. Çünkü onlara göre, Allah indinde masiyet kendi başına büyük bir günah demektir. Ancak İmam Gazzali, "Kebair (büyük günah) ve Seğair (küçük günah) arasında fark vardır ve bu gerçeği reddetmek mümkün değildir. Çünkü dinin ana kaynaklarında bu fark açıkça belirtilmiştir.' demektedir.

Büyük ve küçük günahlar arasındaki farka gelince, Kur'an ve Sünnet'te açıkça yasaklanan her günahın, büyük günah olduğu kesindir. Ayrıca Allah'ın ve Hz. Peygamber'in (s.a.) had cezası verdiği veya Ahirette karşılık olarak azab haberi bildirdiği ya da mücrimin lanetlendiği her günah, büyük günahtır. Yine Allah'ın mücrimler üzerine azab göndermesine neden olan her suç büyük günahtır. Bunların dışındakiler, küçük günahlar grubuna girer. Büyük günahları işlemeye niyet etmek ve istek duymak da küçük günahtır. Hatta büyük işlememek kaydıyla, başlangıç safhasında olmak dahi küçük günahtır. Ancak, küçük günah işleyen kimse, Allah'a karşı büyüklenir, büyük günah işlemekten çekinmez ve Allah'ın yasalarını dikkate almadığı gibi, bu yasaları hafife alırsa o takdirde sözkonusu afdan yararlanamaz.

33. Allah'ın küçük günahları affetmesinin nedeni, onların günah kabul edilmemesi dolayısıyla değildir. Affedilmelerinin nedeni, Allah Teâlâ'nın kullarına olan rahmetinin geniş olmasındandır. Şayet kullar büyük günahlardan sakınır ve fuhuştan uzak durursa, Allah, engin rahmeti dolayısıyla kullarının küçük günahlarını affeder.

34. Bu ayet, Kureyş'in ileri gelenlerinden Velid b. Muğire'ye işaret etmektedir. İbn Cerir et-Taberi'nin rivayet ettiğine göre bu şahıs, Hz. Peygamber'in (s.a) davetini (İslâm'ı) kabul etmeye meyletmiştir. Onun diğer bir müşrik arkadaşı, bundan haberdar olunca, ona gidip şöyle der: "Duyduğuma göre sen atalarının dinini terk edip, Muhammed'in dinini seçecekmişsin. Sen eğer ahiret azabından çekiniyorsan, bana bir miktar para ver, ben senin yerine ahirette azab çekerim." Velid arkadaşına inanıp İslâm'ı kabul etmekten vazgeçer. Va'd ettiği paranın bir kısmını arkadaşına vermekle birlikte, gerisini ödemez. İşte burada bu olaya işaret edilerek, müşriklerin ahiret hakkında ne kadar saçma inanç ve düşünceler taşıdığı vurgulanmıştır.

35. Yani o, bu davranışının kendisine bir yarar sağlayacağını ya da bu şekilde ahiret azabından kurtulacağını nereden biliyor?

36 Yoksa Musa'nın sahifelerinde olan kendisine haber verilmedi mi?

37 Ve vefa eden36 İbrahim'in (sahifelerinde) olan da.

38 Doğrusu, hiç bir günahkâr, bir başkasının günah yükünü yüklenmez.37

39 Ve doğrusu insana da kendi (emek ve) çabasından başkası yoktur.38

AÇIKLAMA

36. Daha ilerideki ayetlerde, Hz. İbrahim'in ve Hz. Musa'nın sayfalarından bazı kısımlar özetle anlatılmıştır. "Musa'nın sahifeleri" ifadesiyle Tevrat kastediliyor olmakla birlikte, "İbrahim'in sahifeleri" hakkında, Kur'an'ın dışında bir yerde herhangi bir bilgi yoktur. Hatta Yahudilerin ve Hıristiyanların kutsal metinlerinde dahi bu husustan bahsedilmez. Sadece Kur'an'da, biri burada biri Alâ Suresi'nde olmak üzere iki yerde Hz. İbrahim'in getirdiği talimattan bazı bölümler zikredilmiştir.

37. Bu ayetten üç kaide çıkarılabilir:

a) Herkes yaptıklarından sorumludur.

b) Bir şahsın yaptıklarından ancak kendisi sorumludur.

c) Hiçkimse, bir başkasının cezasını çekmeyi kabullenemez. Çünkü onun bu tavrı, asıl suçlunun cezasının hafifleştirilmesini sağlamayacağı gibi, bunun ona (asıl suçluya) bir yararı da olmayacaktır.

38. Bu ayetten de üç kaide elde edilebilir:

a) Her şahıs, yaptığının karşılığını görecektir.

b) Başkasının yaptığı amellere, kimse ortak olamaz, ancak yapılan amele iştirak edilmişse, karşılığına (mükafata) da iştirak edilebilir.

c) Hiçkimse, yapmadığı amelin karşılığını alamaz.

Bazı kimseler, bu üç kaideyi dünyada ekonomik bir sisteme uyarlamak istiyorlar. Bu kimseler bu yanlış düşüncelerine dayanarak, bundan, "insan ancak bizzat kazandığı mala sahip olabilir ve bunun dışında hiçkimseye mülk edinme hakkı verilemez" sonucunu çıkarırlar. Oysa bu yaklaşım, Kur'an'ın ayet ve hükümlerine ters düşer; örneğin Kur'an'ın va'z ettiği veraset kanununa göre, ölen kimsenin malı, varislerinin meşru hakkıdır. Halbuki ölen kimsenin bizzat çalışarak kazandığı o malda (çalışmak bakımından) hiçbir payları yoktur. Sözgelimi babasının malına varis kabul edilen küçük bir çocuk, mal ve mülk edinmede babasına herhangi bir katkıda bulunmamıştır. Ancak zekat ve sadaka, şer'an bir kimsenin kazandığı malına başkalarının ortak olması demektir. Ve sadaka alan şahıs aldığı sadakanın meşru sahibidir. Fakat aldığı sadakanın kazanılmasına bir katkıda bulunmamıştır. Buna göre, Kur'an'ın pek çok ayetine ters düşerek, tek bir ayetten böyle bir sonuca varmak yanlıştır.

Bazı kimseler de, aynı yöntemi ahiret hayatına uygulayarak, bir kimsenin amelinden, başkasının nasıl yararlanabileceğini ve bir kimsenin başkası adına iyi bir amel işlediğinde, yapılan amelin sevabının, başkasına nasıl verilebileceğini sorarlar. Bu sorulara olumsuz bir cevap verildiğinde "İsâli's-Sevab" (başkası adına bir amel işleyip sevabını ona vermek) ve "Bedel-i Hacc" (başkası adına hacc ifa etmek) caiz olmaz. Bunun yanısıra başkasına hayır duası etmek de anlamsız olacaktır. Çünkü bu dua, hakkında dua edilenin ameli değildir. Bu aşırı tutum Mutezilenin dışında, diğer Müslümanlarca benimsenmemiştir. Bu ayete dayanarak bir kimsenin amelinin, başkasına fayda sağlamayacağına, sadece Mutezile inanmaktadır. Bir kimsenin hayır duasının başkasına fayda sağlayacağı konusunda Ehl-i Sünnet ittifak halindedir. Çünkü bu husus Kur'an'da da sabittir. İsâli's-Sevab ve başkası adına vekaleten hayırlı bir iş yapmanın vekalet verene bir yarar sağlayacağı hususu, prensip olarak kabul edilmekle birlikte, ayrıntılarda ihtilaf vardır.

a) İsâli's-Sevab; bir kimsenin hayırlı bir iş yapıp, yaptığı amelin sevabını bir başkasına vermesi için Allah'a dua etmesidir. İmam Malik ve İmam Şafi, "sevab, sadece bedeni ibadetlerde (örneğin, namaz, Kur'an okumak vs.) başkasına verilmez. Mali ibadetlerde (örneğin, sadaka vs.) ve mali-bedeni ibadetlerde (örn. hacc) sevab başkasına verilebilir." Nitekim sahih hadislerde sadakanın ve vekaleten yapılan Haccın sevablarının başkasına intikalinin caiz olduğu anlaşılmaktadır. Bu tür "İsâlü's-Sevab"ın mümkün olduğunu kabul etmekle birlikte, Hanefiler insanın herhangi bir amelinin sevabını (örn. namaz, hacc, umre, sadaka vs.) bir başkasına bağışlayabileceği görüşündedirler.

Tıpkı bir işçinin, işverenden yaptığı işin ücretini kendisine değil de, bir başkasına vermesi için talepte bulunması gibi. Dolayısıyla bazı hayırlı amelleri, isâl'ü-sevab'dan istisna etmenin bir anlamı yoktur. Bu husus birçok hadisle de sabittir:

Hz. Aişe, Ebu Hureyre, Cabir b. Abdullah, Ebu Rafi, Ebu Talha el-Ensari, Huzeyfe b. Useyd el-Gifari'nin ittifakla rivayet ettiklerine göre Hz. Peygamber (s.a), iki koç alarak, birini kendi ailesi, diğerini de ümmeti için kesmiştir (Buhari, Müslim, İmam Ahmed, İbn Mace, Taberi, Hakim, İbn Ebî Şeybe).

Hz. Aişe'den nakledildiğine göre, bir şahıs Hz. Peygamber'e (s.a) gelerek şöyle bir soru yöneltir: "Annem aniden vefat etti. Sanıyorum, konuşabilmek için vakit bulabilseydi, benden sadaka vermemi isteyecekti. Şayet ben, şimdi onun yerine sadaka verirsem, bunun sevabı ona ulaşır mı?" Rasûlullah (s.a) "Ulaşır" diye cevap verdi. (Buhari, Müslim, İmam Ahmed, Ebu Davud, Nesei).

Abdullah b. Amr El-As şöyle anlatıyor: "Dedem As b. Vail cahiliye döneminde yüz deve kesmeyi adamıştı. Amcam Hişam b. el-As'ın payına düşen 50 deveyi kesmesi üzerine, babam (Amr b. el-As) Hz. Peygamber'e (s.a) "Ben ne yapayım?" diye sordu. Hz. Peygamber de (s.a) "Şayet baban Tevhid'i kabul etmiş idiyse, onun namına oruç tut ve sadaka ver. Bu ona yararlı olur." şeklinde cevap verdi. (Müsned-i Ahmed)

Hasan Basri'nin rivayetine göre, Sa'd b. Ubade, Hz. Peygamber'e (s.a) 'Annem vefat etmiştir. Onun yerine sadaka verebilir miyim?" diye sorunca, Rasûlullah "evet" diye cevap vermiştir. (Müsned-i Ahmed, Ebu Davud, Nesei, İbn Mace) Nitekim Rasûlullah'ın (s.a) ölünün adına sadaka verilmesine izin verdiğine ve bu davranışın ölü için faydalı olacağına dair birçok rivayet, Hz. Aişe, Ebu Hureyre, İbn Abbas kanalıyla Buhari, Müslim, İmam Ahmed, Nesei, Tirmizi, Ebu Davud, İbn Mace, gibi muhaddislerden nakledilmiştir.

Bir şahıs, Hz. Peygamber'e (s.a) "Annem, babam hayatta iken onlara hizmet ederdim, şimdi onlar öldüğüne göre onlara nasıl hizmet edebilirim" diye sorunca, Hz. Peygamber (s.a) "namaz kıldığın zaman, onlar için de namaz kıl, oruç tuttuğunda, onlar için de oruç tut. Bu onlar için hizmettir" dedi. (Darekutni) Yine Darekutni'nin, Hz. Ali'den naklettiği bir rivayete göre, Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur: "Şayet bir kimse mezarlıktan geçerken 11 defa İlhas Suresi'ni okur ve ölülere bağışlarsa tüm ölüler bu sevabdan yararlanır."

Bu birçok hadis, isâli's-sevab'ın, sadece sadaka ve Hacc-ı Bedel'e mahsus olmadığını, her ibadet ve hayırlı ameli de kapsadığını teyid ediyor. Dolayısıyla hiçbir amel arasında ayrıcalık yoktur. Fakat bu konuda aşağıdaki şu dört hususa dikkat edilmesi gerekir:

1) İsâli's-sevab ancak Allah rızası için olduğunda, şeriata uygunluk arzettiğinde kabul edilebilir. Aksi varit olduğu takdirde, bu kimse amelinin karşılığını alamayacağı gibi, ayrıca ceza da görür. Böyle bir kimsenin amelinin, başkasına fayda sağlaması mümkün değildir.

2) Salih kullar Allah nezdinde adeta bir misafir gibidirler. Dolayısıyla bir kimse onlara dua ettiğinde, bu dua kendilerine bir hediye olarak ulaştırılır. Suçlulara ise dua ulaştırılmaz, fakat onlara dua eden sevab kazanır. Tıpkı posta yolu ile para gönderen kimsenin, para yerine ulaşmasa dahi, parasını geri alması gibi.

3) İsâli's-sevab mümkündür ama, isâli's-ceza (cezanın başkasına gönderilmesi) mümkün değildir. Çünkü hiçkimse kötü amellerinin cezasını, bir başkasına çektiremez.

4) Başkası adına hayır dua etmenin ve salih amel işlemenin iki yararı vardır:

Birincisi; bu davranış, dua eden kimsenin, ruh haline ve ahlâkına müsbet tesir yapar ve bu davranışı dolayısıyla o kişi Allah katında mükafat almaya hak kazanır.

İkincisi; Allah, yapılan amelden sevab gönderilen kimseye mükafat verdiği gibi ayrıca ameli yapan şahsa da mükafat verir. Örneğin bir sporcu yorucu çalışmalarının sonucunda kuvvet ve sıhhat kazanır ve kazandıklarını başkalarına nakledemez. Fakat bu sporcu bir yerde görevli olarak spor yapıyor ve karşılığında ücret alıyorsa, sözkonusu ücret kulüp yöneticisi tarafından kendisine ödenir. Ancak sporcu kendisinin aldığı ücretin dışında (annesine, babasına, hocasına) da verilmesini taleb edebilir. Dolayısıyla hayırlı bir amel işleyen kimse sevabın, anne-babasına veya bir dostuna verilmesi için dua edebilir.

b) Bir kimsenin yaptığı amelin, başka birine de yarar sağlaması iki şekilde de olabilir:

1) Bir kimse, başka birinin isteği üzerine, böyle bir ameli yapar.

2) İstese de istemese de, sözkonusu vecibeyi yerine getiremediği için, bir kimse bu şahsın yerine o vecibeyi yerine getirir. Hanefi fukahasına göre bu ameller üç kısımdır. 1) Namaz gibi bedeni ibadetler, 2) Zekat gibi mali ibadetler, 3) Hacc gibi mali-bedeni ibadetler. Birinci şık vekalet yoluyla yerine getirilemez. İkinci şık vekaleten yerine getirilebilir. Sözgelimi bir kimse, hanımının ziynetleri (mücevherleri) için zekat verebilir. Üçüncü şık ise, kendisine vekalet edilen şahsın geçici olmayıp devamlı bir acziyet içerisinde bulunduğu takdirde yerine getirilebilir.

Sözgelimi Hacca gitmeye sıhhati elvermeyen ve böyle bir ümidi de bulunmayan kimse adına hacca gidilebilir. Bu konuda Malikî ve Şafiîler de aynı görüştedirler. İmam Malik, Hacc-ı Bedel konusunda baba oğluna vasiyet ederse, oğlu kendisi yerine hacca gidebilir. Aksi takdirde gidemez demektedir. Ancak hadisler bu konuda sahihtir. Babanın vasiyeti olsa da olmasa da oğlu babası yerine hacca gidebilir.

İbn Abbas'dan rivayet edildiğine göre Has'am Kabilesinden bir kadın, Hz. Peygamber'e (s.a) şöyle dedi: "Babama haccın farziyeti, kendisi çok yaşlandığı ve deve üzerinde dik oturamadığı zamanda ulaştı." Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) "o halde onun yerine hacca sen git" diye buyurdu. (Buhari, Müslim, İmam Ahmed, Nesei, Tirmizi) Hemen hemen yaklaşık ifadelerle aynı hadis, Hz. Ali'den de rivayet edilmiştir. (İmam Ahmed, Tirmizi).

Abdullah İbn Zübeyr'in rivayet ettiğine göre, Has'am kabilesinden bir erkek, Rasûlullah'a, yaşlı babasıyla ilgili olarak, "Onun yerine ben hacca gidebilir miyim?" diye sordu. Rasûlullah, "Sen onun en büyük oğlu musun?" diye sorunca, o "evet" dedi. Bunun üzerine Rasûlullah, "Babanın borcu olsaydı şayet, onun borcunu ödeyecek miydin?" diye sordu. "Evet" cevabını alınca, "Babanın yerine hacca gidebilirsin" dedi. (Müsned-i Ahmed, Nesei)

Abdullah b. Abbas'ın rivayet ettiğine göre, Cüheynî kabilesinden bir kadın, Rasûlullah'a, "Annem hacca gitmeye niyet ettiği halde, gidemeden vefat etmiştir. Ben onun yerine hacca gidebilir miyim?" diye sordu. Rasûlullah, "Şayet annenin borcu olsaydı onun borcunu ödeyecek miydin?" diye karşılık verdi. "Evet" cevabını alınca "O zaman nasıl kulların borcunu ödüyorsanız, Allah'ın borcunu da ödeyin. Çünkü O kendisiyle yapılmış olan ahdin yerine getirilmesine daha müstehaktır" diye buyurdu. (Buhari, Nesei). Bunun dışında Buhari ve Müsned-i Ahmed'de kayıtlı bir başka rivayete göre bir kimse, kızkardeşi hakkında Rasûlullah'a böyle bir soru sorunca, Rasûlullah (s.a) kendisine yukarıdaki cevabı vermiştir.

Yukarıda zikredilen hadislerden, malî-bedenî ibadetlerin bir başkası tarafından yerine getirilmesinin caiz olduğu anlaşılıyor. Bedeni ibadetlere gelince, bazı hadislerden çıkarılan sonuçlara göre onlar da, vekaleten icra edilebilir. Örneğin; İbn Abbas'ın rivayet ettiğine göre, Cüheyni kabilesinden bir kadına, Rasûlullah, "Annem oruç tutmaya niyet ettiği halde, tutamadan vefat etmiştir.

Ben onun yerine tutabilir miyim?" diye sorunca, Rasûlullah "Annen için oruç tut" diye cevap verir. (Buhari, Müslim, İmam Ahmed, Nesei, Ebu Davud)

Hz. Buriyde'nin rivayet ettiğine göre bir kadın, annesiyle ilgili olarak, Rasûlullah'a "Annemin bir ay (başka bir rivayete göre iki ay) oruç borcu vardır. Ben onun yerine oruç tutabilir miyim?" diye sorduğunda Rasûlullah (s.a) ona izin vermiştir. (Müsned-i Ahmed, Tirmizi, Ebu Davud). Hz. Aişe'nin rivayet ettiğine göre, Rasûlullah (s.a) "Ölen bir kimsenin oruç borcu varsa, velileri onun yerine oruç tutsun" diye buyurmuştur. (Buhari, Müslim, İmam Ahmed, Bezzar'ın naklettiği rivayette, Rasûlullah'ın (s.a) sözleri "isterlerse oruç tutsunlar" şeklindedir) Bu hadislere dayanarak hadis imamları, İmam Evzai ve Zahiriyye mezhebi, bedeni ibadetlerin vekaleten icra edilebileceği görüşündedirler. Ebu Hanife, Şafiî, Malik ve Zeyd b. Ali ise "ölünün orucu tutulamaz" diye fetva vermişlerdir. İmam Ahmed, İmam Leys ve İshak b. Rahaveyh "Vefat eden kimse, niyet ettiği halde yerine getiremediği takdirde bu ameli başkasının icra etmesi mümkündür" diye beyan etmişlerdir. Bu görüşe karşı olanların dayandığı delil, yukarıdaki hadisleri rivayet eden kimselerin, rivayet ettikleri hadisin beyan ettiği tutuma muhalif fetva vermiş olmalarıdır. Sözgelimi, İbn Abbas "Başkası için namaz kılmayın oruç tutmayın" (Nesei) diye fetva vermiştir. Abdurrezzak, aynı şekilde İbn Ömer'den de böyle görüş nakletmektedir. Tüm bu rivayetlere göre, başlangıçta izin verildiği konuda Hz. Peygamber'den (s.a) hadis rivayet eden sahabinin, sonradan rivayet ettikleri hadisin hilafına fetva vermeleri nasıl mümkün olabilir?

Şu husus iyice bilinmelidir ki, vekaleten ibadet, ancak sözkonusu ibadete niyet ettikleri halde, birtakım zorunluluklar nedeniyle yerine getirme fırsatı elde edemeyen kimselere bir yarar sağlayabilir. Aksi takdirde ömrü boyunca hacca gitmeyi düşünmeyen bir kimse için binlerce kez hacca gidilse bile, ona bir yararı olmaz. Aynı husus borcu olan kimseler için de böyledir. Nitekim ömrü boyunca borcunu ödemeyi düşünmeyen bir kimse, borçlu olduğu halde vefat etse ve vefatından sonra bu şahsın borcunu başkaları ödese bile Allah katında o kimse yine borçlu kabul edilir. Bu şahıs, yaşarken borcunu ödemeyi istemiş ama ödeyememiş olursa ve onun yerine bir başkası borcunu öderse o takdirde böyle bir günahdan kurtulabilir.

40 Şüphesiz kendi (emek ve) çabası da görülecektir.39

41 Sonra ona en eksiksiz karşılık verilecektir.

42 Elbette son varış Rabbine olacaktır.

43 Doğrusu, güldüren ve ağlatan O'dur,40

44 Doğrusu, öldüren ve dirilten de O'dur.

45 Doğrusu, çiftleri, erkek ve dişiyi, yaratan da O'dur.

46 Bir damla sudan (döl yatağına) meni döküldüğü zaman.41

47 Gerçek şu ki, diğer diriltme (yeniden neş'et) de O'na aittir.42

48 Doğrusu, muhtaç olmaktan O kurtardı ve sermaye verip-hoşnut kıldı.43

49 Doğrusu, 'Şi'ra (yıldızı)nın' Rabbi de O'dur.44

50 Doğrusu, önce gelen Ad (halkın)ı da O yıkıma uğrattı.45

AÇIKLAMA

39. Yani, "Ahirette herkesin hesabı görülecektir". Bu cümlenin önceki cümleden hemen sonra zikredilmiş olması, sözkonusu kaidelerin, dünyadaki ekonomik sistemle ilgili olmayıp, ahiretteki ceza ya da mükafat ile ilgili olduğunu gösteriyor. Kur'an'ın bir tek ayetinden yola çıkarak, ayetin siyak ve sibakıyla uyum arzetmeyen, üstelik diğer ayetlere ters düşen bir sonuca varmak, doğru bir yöntem değildir.

40. Yani, ferah da gam ve keder de Allah tarafındandır. İyilik ve kötülük, müsibet ve refah, Allah'ın dilemesine bağlıdır. Dolayısıyla hiç kimse başka birinin kısmet ve nasibini değiştirmeye muktedir değildir.

41. İzah için bkz. Rum an: 27-30, Şura an: 77

42. Önceki ayetle birleştirerek okuduğumuzda, (tertib-i kelamdan), bu ayetin ölümden sonraki hayatın mümkün oluşuna bir delil olarak öne sürüldüğü sonucuna varırız. Yani ölüm ancak Allah'ın elindedir. Bir damla sudan (nutfeden) insan gibi bir varlığı yaratmış ve aynı şekilde iki cinsi (erkek-kadın) meydana getirmiştir. Bu bakımdan, insanları yeniden diriltmek O'nun için güç bir iş değildir.

43. "egani" kelimesine müfessirler ve lugat alimleri çeşitli anlamlar vermişlerdir.

a) Katade'nin İbn Abbas'dan rivayet ettiğine göre, "erda" (razı etti) demektir.

b) İkrime'nin yine İbn Abbas'dan rivayet ettiğine göre, "kanna" (tatmin etti) demektir.

c) İmam Razi, insanın ihtiyacı daşındakinin "ekna" olduğunu öne sürer.

d) Ebu Ubeyde ve diğer lugat alimleri, "ekna"nın "kuneyve"den türediğini ve muhafaza edilmiş kalıcı mal, (ev, arazi, bağ, bahçe, hayvanlar vs.) anlamına geldiğini söylerler.

e) İbn Zeyd ise diğerlerinden ayrı olarak, "ekna" kelimesini "efkar" (fakirleşmiş) şeklinde yorumlar. Yani, Allah dilediğini zengin, dilediğini fakir kılar.

44. Gökteki en parlak yıldızın ismi Şi'ra'dır. Bu yıldıza, "Merzemü'l-Cevaza" "El-Kelb'ul-Ekber", "el-Kelb'ul-Cebbar", "Şi'ru'l-Ebur" gibi isimler de verilmiştir. Bu yıldız, güneşten 23 kat daha parlaktır ve onun ışığı yeryüzüne 8 yılda ulaşır. (Yani, arada 8 yıllık bir mesafe vardır.) Dolayısıyla güneşten küçük ve daha az parlak görünür. Mısırlılar, doğduğu zaman Nil nehrinin bereketini artırdığına inandıkları için bu yıldıza taparlardı. ayrıca bu yıldızın Nil'in bereketinin müsebbibi olduğuna inanırlarmış.

Yine cahiliye döneminde Araplar, yıldızların insan hayatına etkisi olduğuna inanırlar ve Şi'ra yıldızına taparlardı. Özellikle Kureyş'in komşu kabilesi olan Huzaa, bu yıldıza tapmakla tanınırdı. Yukarıdaki ayet ile, şöyle demek isteniyor. "Sizlerin nasibi Şi'ra yıldızına bağlı değil, onu yaratan Allah'ın elindedir."

45. "Adeni'l-Ûla" ile Hz. Hûd (a.s)ın kendilerine azab gönderilen kavmi kastolunmaktadır. Onların içinde mü'minler kurtulmuştur, işte onların evlatları da "Adeni'l-Uhra" ya da "Adeni'l-Sani" adıyla tanınmışlardır.

51 Semûd'u da. Böylelikle (o halklardan kimseyi) bırakmadı.

52 Daha önce Nuh kavmini de. Çünkü onlar, daha zalim ve daha azgındılar.

53 Altı üstüne gelen (Lût kavminin) şehirlerini de O yerin dibine geçirdi.

54 Böylece ona (o topluma) sardırdığını sardırdı.46

55 Öyleyse,47 Rabbinin hangi nimetlerinden kuşkuya düşmektesin?48

56 Bu önceki uyarıcılardan bir uyarıcıdır.49

57 O yaklaşmakta olan yaklaştı50

58 Onu Allah'ın dışında ortaya çıkaracak başka (hiç bir güç yoktur.51

59 Şimdi siz, bu sözden mi şaşkınlığa düşüyorsunuz?52

60 (Alaylı) Gülüyorsunuz ve ağlamıyorsunuz.53

AÇIKLAMA

46. Burada Hz. Lût (a.s)'ın kavmi kastolunmaktadır. 'Onları neler kapladı neler" ifadesi ile de, altında Lût kavminin gömülü kaldığı Lût gölü kastolunmaktadır.

47. Bazı müfessirlere göre bu ifadeler Hz. İbrahim ile Hz. Musa'nın sahifelerinin bir bölümüdür. Bazı müfessirler ise 54. ayetle birlikte söz konusu sayfalar hakkındaki açıklamaların sona erdiği ve yeni bir konunun başladığı görüşündedir.

Ancak siyak ve sibak dikkate alındığında ilk görüşün daha doğru olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü sonraki ibareden (Bu önceki uyarıcılardan bir uyarıcıdır) anlaşıldığına göre, Hz. İbrahim'in ve Hz. Musa'nın sayfaları önceki uyarıcılar olarak zikredilmiştir.

48. "tetemaru" münakaşa etmek, tartışmak ve şüphelenmek anlamlarına gelir. Bu ayet Kur'an'ı okuyan herkese hitap etmektedir. Şöyle denilmektedir:

"Önceki peygamberleri yalanlayan toplumların kötü sonlarını bilmenize rağmen, onların izlerini takip ediyorsunuz. Önceden helâk olan toplumlar da Allah'ın nimetleri hakkında şüpheye düştüler ve "bu nimetleri sadece Alah vermiyor, O'nun ortakları da var" diyerek peygamberlerle tartışmaya başladılar. Sonuçta peygamberlerin kendilerine getirdiği tevhid akidesini yalanladılar. Sizler o toplumların bu şüphe ve tartışmalar dolayısıyla helâk olduklarını ve sizlerin de akibetinizin aynı olacağını düşünemiyor musunuz?"

Burada Ad, Semud ve Nuh kavimlerinin Hz. İbrahim'den (a.s) önce yaşadıklarına ve Hz. Lût'un (a.s) onun çağdaşı olduğuna dikkat edilmelidir. Dolayısıyla bu tartışma, Hz. İbrahim'in sayfalarının bir bölümü olamaz.

49. Bu cümleyi müfessirler şu şekilde izah etmişlerdir.

a) Korkutucu (Nezir) Hz. Muhammed'dir (s.a).

b) Kur'an'dır.

c) Önceki ayetlerde de zikri geçen kavimlerdir. Bize göre 3. şık daha makûldur.

50. Yani, "Ne acelesi var, nasıl olsa düşünecek çok zaman bulunuyor" diye zannetmeyin. Aslında sizlerden hiçkimse ne kadar zamanı olduğunu ölümün veya kıyametin ne zaman kendisine gelebileceğini bilmez. Dolayısıyla vaktin erken olduğu zannına kapılmayın. Şimdi aldığınız nefesten sonra yine nefes alıp alamayacağınızı bilemezsiniz.

51. Yani, kıyamet saati geldiğinde ne sizlerin, ne de tanrılarınızın gücü onu durdurmaya yetmeyecektir. Allah dışında hiç kimse onun gelişini durduramaz.

52. "Bu söz" ile Rasûlullah'a (s.a) nazil olan vahiy kastolunmaktadır. Yani "Onun tebliğ ettiği mesajda hayret edilecek ne var ki, şaşıyorsunuz?"

53. Cehalet ve dalâletinize ağlamanız, üzülmeniz gerekirken, sizler tam tersine hakla alay etmektesiniz.

61 Ve şuursuzca baş kaldırıyorsunuz.54

62 Hemen, Allah'a secde edin ve (yalnızca O'na) kulluk edin.55

AÇIKLAMA

54. "samidûn" lugat alimlerine göre iki anlama gelir. İbn Abbas, İkrime ve Ebu Ubeyde Nahvi'nin görüşüne göre, Yemen dilinde "Semud" şarkı türkü için kullanılır. Kafirler, Kur'an'ı başkaları duymasın diye yüksek sesle şarkı söylerlerdi. Diğer anlamı ise İbn Abbas ve Mücahid'e göre kibir ve gururla başı dik tutmak demektir. Mekkeli müşrikler, Rasûlullah'ın (s.a) yanından geçerken, ondan nefret ederek başlarını dik tutarlarmış. Nitekim Ragıb el-İsfehani de aynı görüşü kabul eder. Katade'ye göre, "gafilun" Said b. Cübeyr'e göre ise "Muarizun" anlamına gelir.

55. İmam Ebu Hanife ve İmam Şafiî ve çoğu alimlere göre, bu ayet üzerinde secde vaciptir. İmam Malik bu ayet okunduğunda secde ederdi. (Kadı Ebu Bekir, İbnu'l Arabi, Ahkamu'l-Kur'an) Fakat o, bu ayet üzerinde secde etmenin vacip olmadığı kanaatindedir. İmam Malik'in, kanaati şu rivayete dayanır. Zeyd b. Sabit'ten rivayet edildiğine göre O, Hz. Peygamber'e (s.a.) Necm Suresi'ni okumuş ve Hz. Peygamber (s.a) secdeye gitmemiştir. (Buhari, Müslim, İmam Ahmed, Tirmizi, Ebu Davud, Nesei) Fakat bu rivayet sözkonusu ayeti okuduğumuzda secde etmemize mani teşkil etmez. Çünkü -muhtemelen- Rasûlullah (s.a) o anda herhangi bir neden dolayısıyla secde etmeyip daha sonra secde etmiş olabilir. Başka bir rivayette, Rasûlullah'ın (s.a) bu ayet üzerinde secde ettiği açıkça ortadadır. İbn Mes'ud, İbn Abbas, Muttalib b. Ebi Vedea'nın ittifakla rivayet ettiklerine göre Hz. Peygamber, Harem-i Şerif'de ilk olarak bu sureyi okumuş ve müşriklerde dahil herkes onunla birlikte secde etmiştir. (Buhari, İmam Ahmed, Nesei) İbn Ömer'den rivayet edildiğine göre, "Rasûlullah (s.a) namazda Necm Suresi'ni okumuş ve bu ayet üzerine secde ederek secdede bir süre beklemiştir" (Beyhaki, İbn Merduye) Sabburatu'l-Cüheyni'den rivayet edildiğine göre, Hz. Ömer, sabah namazında Necm Suresi'ni okuyup secde etti, sonra kalkıp Zilzal Suresi'ni okuyup ruku etti. (Said b. Mensur) İmam Malik'in "Muvatta" adlı eserinde, "Kur'an'da Secde" bölümünde, Hz. Ömer'le ilgili bu rivayet kayıtlıdır.

NECM SÜRESİ(Seyyid KUTUB)

1- Kayan yıldız hakkı için.

2- Arkadaşınız Muhammed ne sapıttı ne de azıttı.

3- O havadan konuşmuyor.

4- Söyledikleri, kendisine indirilen bir vahiydir.

5- Bu vahyi O'na müthiş güçleri olan Cebrail öğretti.

6- O üstün yetenekli melek doğruldu.

7- Yüce ufuktayken.

8- Sonra yaklaştı, yere doğru uzandı.

9- Öyle ki, Peygamberle araları iki yay aralığı ya da daha yakın oldu.

10- O anda Allah dilediği mesajı Kul'una vahyetti.

11- O'nun gönlü, gözünün gördüğünü yalanlamadı.

12- Siz şimdi gözü ile gördükleri hakkında O'nunla tartışmaya mı girişiyorsunuz?

13- O, Cebrail'i bir başka inişinde de görmüştü.

14 En uçtaki ağacın (Sidret-ül Münteha'nın) yanında.

15- Yanıbaşında me'va cenneti vardı.

16- O sırada ağacı yaman bir şey bürümüştü.

17- Muhammed'in gözü ne yana kaydı ve ne de öteye geçti

18- O gerçekten Rabb'inin bazı büyük ayetlerini gördü.

Surenin bu ilk ayetlerini okurken Peygamberimizin kalbinin yaşadığı o aydınlık, o engin, o uçarı ufukta bir kaç saniyeliğine yaşıyoruz. Nurdan kanatlarla yüce ruhların o engin alemine doğru süzülüyoruz; o ilahi melodinin okşayıcı namelerini sözcüklerin titreşimlerinde, çağrışımlarında ve mesajlarında işitiyoruz.

Evet, birkaç saniyeliğine Peygamberimizin kalbi ile başbaşa yaşıyoruz. Bu kalp açıktır, örtüsüzdür, perdesi kaldırılmıştır. Yüceler aleminden mesaj almaktadır. İşitiyor ve görüyor. Aldığı mesajı içine sindiriyor. Aslında bu saniyeler o saf kalbe özgü saniyelerdir. Fakat yüce Allah, kullarına lütufta bulunarak bu saniyeleri canlı bir tasvir üslubu ile onlara anlatıyor. O saniyelerin seslerini, çağrışımlarını ve mesajlarını kulların kalplerine aktarıyor. Onlara bu saf kalbin yüceler aleminin eteklerinde geçen gezisini tasvir ediyor. Adım adım, sahne sahne, kesit kesit onlara bu gezinin ayrıntılarını sunuyor. Öyle ki, bu ayetlerin okuyucuları, bu gezinin tanıklarıymış gibi oluyorlar.

Bu çarpıcı niteleme, yüce Allah'ın bir yemini ile başlıyor: "Kayan yıldız hakkı için."

Burada yıldızın parıldaması, sonra yörüngesinden kayıp yere yaklaşması hareketini gözlüyoruz. Bu hareketli sahne, adına yemin edilen Cebrail'in sahnesine tıpatıp benziyor. Okuyoruz:

"Yüce ufuktayken.

Sonra yaklaştı, yere doğru uzandı.

Öyle ki, Peygamber ile araları iki yay aralığı ya da daha yakın oldu.

O anda Allah, Kul'una dilediği mesajı vahyetti."

Görüldüğü gibi surenin ilk ayetlerinden itibaren sahneler, hareketler, çağrışımlar ve mesajlar arasında uyum gözetiliyor.

Evet "Kayan yıldız hakkı için".

Bu yemin cümlesinde kasdedilen yıldızın hangi yıldız olduğu konusunda çeşitli yorumlar yapılmıştır. Bu yorumların en akla yakın olanı burada "Şira" yıldızına işaret edildiğini ileri süren görüştür. O dönemin bazı müşrikleri "Şira" yıldızına tapıyorlardı. Ayrıca surenin sonlarına doğru bu yıldızın adından şöyle sözediliyor:

"(Bazı müşriklerin taptıkları) `Şira' yıldızının Rabb'i de O'dur."

Eski çağlarda bu "Şira" yıldızına büyük önem verilirdi. Bilindiği gibi eski Mısırlıların hesaplarına göre bu yıldız, yörüngesinin tepe noktasından geçerken Nil nehri taşıyordu. Bu yüzden bu yıldızı izlerler, hareketlerini gözlerlerdi. Eski İran ve Arap masallarında bu yıldızdan sık sık sözedildiği görülür. Bu yüzden ayette bu yıldıza işaret edilmiş olması, akla yakın bir ihtimaldir. Peki niye bu yıldızın "kayma" sahnesi seçildi? Akla gelen ilk ihtimal bu seçimin yukarda sözünü ettiğimiz uyumun sağlanması için yapılmış olmasıdır. Bir başka gerekçe de okuyucuya şu mesajı vermek olabilir: Bir yıldız ne kadar kocaman ve görkemli olursa olsun, yörüngesinden kayar, yerini değiştirir. Öyleyse tapılmaya, ilah edinmeye layık değildir. Çünkü değişmezlik, yücelik ve süreklilik, ilahın vazgeçilmez niteliklerindendir.

İlk ayet yemin cümlesi idi. Yeminin konusu ise Peygamberimizin müşriklere anlattığı "vahiy" meselesi, bu vahyin niteliğidir. Okuyalım:

"Arkadaşınız Muhammed ne sapıttı ne de azıttı.

O havadan konuşmuyor.

Söyledikleri kendisine indirilen bir vahiydir: '

Yani arkadaşınız Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun- akıllı bir insandır, şaşkın değildir; doğru yoldadır, sapık değildir; samimidir, kötü niyetli değildir; Hak'tan, yani Allah'tan aldığı gerçeği size duyuruyor. Kuruntulu, uydurmacı veya iftiracı değildir. Size mesaj iletirken havadan konuşmuyor. Söyledikleri, kendisine indirilmiş bir vahiydir. O doğru ve güvenilir bir aracı sıfatı ile kendisine gelen vahyi size duyurmaktadır.

Bu vahyin taşıyıcısı belli, hangi yoldan geldiği belli, nasıl bir çizgi izlediği bellidir. Peygamber bu vahyin izlediği yolu gözleri ile kalbi ile görmüştür. Bu konuda kuruntuya kapılmış ya da aldanmış, yanılgıya düşmüş değildir. Okuyalım:

"Bu vahyi O'na müthiş güçleri olan Cebrail öğretti. O üstün yetenekli melek doğruldu.

Yüce ufuktayken.

Sonra yaklaştı, yere doğru uzandı.

Öyle ki, Peygamber ile araları iki yay aralığı ya da daha yakın oldu.

O anda Allah, Kul'una dilediği mesajı vahyetti.

O'nun gönlü, gözünün gördüğünü yalanlamadı.

Siz şimdi gözü ile gördükleri hakkında.

O'nunla tartışmaya mı girişiyorsunuz?"

"Müthiş güçleri olan, üstün yetenekli melek" Cebrail'dir. Arkadaşınız Muhammed'in size duyurduğu mesajı O'na öğreten bu melektir. Vahiy yolu budur. Vahiy amaçlı gezi işte böyle gerçekleşmiştir. Olay bütün ayrıntıları ile gözler önündedir. O üstün yetenekli melek "yüce ufuktayken" doğruldu. Böylece Muhammed O'nu gördü. Bu olay vahyin başlangıç aşamasında gerçekleşti. O sırada Muhammed, Cebrail'i aslında olduğu gibi, yüce Allah tarafından nasıl yaratılmış ise öyle gördü. Sonra Cebrail kendisine yaklaştı, O'na doğru uzandı, yere sadece iki yay uzunluğu kadar bir mesafe kaldı. Yani birbirlerine alabildiğine yaklaştılar. Arkasından yüce Allah, Kul'una "dilediği" mesajı indirdi. Görüldüğü gibi ilahi mesajdan sözeden ifade kısa, yüceltici ve görkem yükleyicidir.

Demek ki, "uzaktan görme" olayını izleyen bir "yakından görme" olayı ile karşı karşıyayız. Olay vahiy, öğretme, görme ve kesinlikle emin olma olayıdır.

Olayda "görme yanılgısı", "göz aldanması" sözkonusu değildir. Bu yüzden tartışmaya ve demogojiye kapalıdır. Okuyalım:

"O'nun gönlü, gözünün gördüğünü yalanlamadı.

Şimdi siz, gözü ile gördükleri konusunda O'nunla tartışmaya mı girişiyorsunuz?"

Gönlün görmesi daha doğru, daha değişmezdir. Çünkü bu durumda göz aldanması ihtimali ortadan kalkar. Kısacası Muhammed, -salât ve selâm üzerine olsun- Cebrail'i gözleri ile gördü, kesinlikle tanıdı ve gönül gözü ile kavradı ki, o vahyin taşıyıcısı olan bir melektir, yüce Allah'ın kendisine gönderdiği bir elçidir; gelişinin sebebi ilahi mesajı Peygamberimize öğretmekti, Peygamberimiz de ondan öğrendiklerini insanlara duyurmakla yükümlü idi. Öyleyse demogoji ve tartışma sona erdi. Madem ki, kalp güvendi ve gönül kesin inanca kavuştu. Artık bu tür inatçı reaksiyonlara yer yoktur.

Peygamberimizin Cebrail'i öz kılığı ile görmesi, sadece bir kereliğine olmuş bir olay değildi. Aynı olay daha sonra bir kere daha yaşanmıştı. Okuyalım:

"O, Cebrail'i bir başka inişinde de görmüştü.

En uçtaki ağacın (Sidret-ül Münteha'nın) yanında.

Yanıbaşında Me'va cenneti vardı.

O sırada ağacı yaman bir şey bürümüştü.

Muhammed'in gözü ne yana kaydı ne de öteye geçti.

O gerçekten Rabb'inin bazı büyük ayetlerini gördü: '

Elimizdeki en güvenilir bilgiye göre bu "ikinci görme" olayı Mirac gecesi meydana gelmişti. O gece Cebrail, Peygamberimize "en uçtaki ağacın yanında" öz kılığı ile bir kez daha yaklaşmıştı.

Okuduğumuz ayetlerin ikincisinde geçen "sidret" sözcüğü "bir tür ağaç" anlamına gelir. Bu ağacın "en uçtaki ağaç" olması demek, bu ağacın varılabilecek son noktada olması demektir. Ayetin verdiği bilgiye göre bu ağacın yanıbaşında "Me'va" cenneti vardır. Acaba bu uç nokta, mirac yolculuğunun son noktası mıdır, yoksa bu nokta Peygamberimiz ile Cebrail'in beraberliklerinin bitiş noktasıdır da Cebrail bu noktada durduktan sonra Peygamberimiz tek başına yolculuğuna devam ederek Rabb'inin Arş'ının daha yakınlarına mı yükselmiştir? Bunlar tümü ile sadece yüce Allah'ın bilgisine açık "gayb" konularıdır. Yüce Allah'ın seçkin kulu Hz. Muhammed'e -salât ve selâm üzerine olsun- açtığı bu konulara ilişkin bize gelen bilgi sadece bu kadardır. Bu olayların nasıl olduklarını kavramak bizim gücümüzün dışındadır. İnsanoğlunun bu olayları kavrayabilmesi için insanların ve meleklerin yaratıcısı olan, insanın ve meleklerin ayırıcı niteliklerini bilen yüce Allah'ın dilediğinin bu yolda olması gerekir.

Olaya güç ve kesinlik kazandırmak amacı ile ayette "en uçtaki ağacın yanında" gerçekleşen bu görmeye eşlik eden bir ayrıntıya değiniliyor. Okuyoruz:

"O sırada ağacı yaman bir şey bürümüştü."

Yalnız ağacı neyin bürüdüğü açıkça belirtilmiyor. Çünkü sözkonusu "bürüme" olayı tanımlanamayacak ve biçimi belirtilemeyecek derecede müthiş ve görkemlidir.

Bütün bu olup bitenler kesin birer gerçektir. Okuyalım:

"Muhammed'in gözü ne yana kaydı, ne de öteye geçti."

Yani ne bir göz kayması, ne de bakış sekmesi sözkonusu değildi. Ortada kuşkulu bir yanı olmayan, sam olma ihtimali bulunmayan açık ve kesin bir "görme" olayı vardı. Bu olaydı Peygamberimiz, yüce Rabb'inin bazı olağanüstü mucizelerini gözlemiş, kalbi çıplak ve örtüsüz gerçekle iletişim kurmuştu.

Buna göre olay "vahiy" olayıdır. Ortada çıplak gözle gerçekleşen bir gözlem, yanılgısız bir görme, kuşku içermeyen bir kesinlik, dolaysız bir iletişim, güçlü bir bilgi, somut bir yoldaşlık, tüm ayrıntıları ve aşamaları ile gerçekleşmiş bir yolculuk vardır. Ey müşrikler, işte "arkadaşınız" Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- size yönelttiği çağrı bu "kesinlik" temeline dayanıyor. Durum böyleyken, siz O'nun bu çağrısını reddediyor, yalanlıyorsunuz; O'na inen vahyin doğruluğundan kuşku duyuyorsunuz. Oysa O, sizin öteden beri tanıdığınız, deneyden geçirdiğiniz eski bir arkadaşınızdır. Size yabancı biri değil ki, huyunu ve karakterini bilmemiş olasınız. Ayrıca Rabb'i de O'nu onaylıyor, doğru söylediğine yemin ediyor; O'na nasıl, hangi şartlar ortasında ve kimin eli ile vahiy indirdiğini, bu vahiy meleği ile nasıl buluştuğunu, onu nerede gördüğünü size ayrıntılı biçimde anlatıyor.

İşte Peygamberimizin müşriklere yönelttiği çağrı böylesine kesin esaslara dayanıyor. Peki, onların tapınmaları, ilahları ve bu yoldaki masalları neye dayanıyor? Onlar, Lât, Uzza ve Menat adını taktıkları putlara taparken, bunların birer melek olduklarını, meleklerin Allah'ın kızları olduklarını ve Allah katında insanlara aracılık edeceklerini beklediklerini ileri sürerken, bu bulanık iddiaları ileri sürerken neye dayanıyorlar? Bu saplantıları, bu asılsız kuruntuları herhangi bir belgeye, herhangi bir kanıta, herhangi bir güçlü desteğe dayanıyor mu? İşte surenin ikinci kesitinde ağırlıklı olarak işlenen tema budur. Okuyoruz:



19- Lât ve Uzza hakkındaki görüşünüz nedir?

20- Ya bunların öbürü, üçüncüsü olan Menat hakkında ne düşünüyorsunuz?

21- Demek erkekler sizin, dişiler Allah'ın, öyle mi?

22- Öyleyse bu haksız bir bölüştürmedir.

"Lat" üzerinde yazılar bulunan beyaz bir kaya parçası idi. Taif'te bulunan bu putun üzerinde bir yapı vardı. Yapı örtü ile kaplı idi. Tapınağın sürekli bekçisi vardı. Ayrıca bir avlu ile çevrili idi. Bu puta Sakıfoğulları ile yandaşlarından oluşmuş Taifliler taparlardı. Taifliler diğer arap kabilelerine karşı bu putla övünürlerdi. Yalnız Kureyşlilere karşı övünemezlerdi. Çünkü Kureyşliler Hz. İbrahim tarafından yapılmış olan Kâbe'nin sahipleri idiler. Bu putun adı olan "Lât" sözcüğü, "Allah" özel isminin dişili (müennesi) sayılırdı.

"Uzza" Mekke ile Taif arasındaki "Nahte" denen yerde bulunan bir ağaçtı, bu ağacın üzerinde bir anıt-yapı vardı ve anıt da bir perde ile örtülü idi. Bu puta Kureyşliler tapardı. Nitekim Ebu Süfyan Uhud savaşı öncesinde müslümanlara "Bizim Uzza'mız var, sizin Uzza'nız yok" demişti. Bu sözler Peygamberimizin kulağına varınca müslümanlara şu karşılığı vermelerini önerdi; "Ona deyiniz ki, bizim Rabb'imiz var, fakat sizin Rabb'iniz yok". "Uzzà ° sözcüğü de "Aziz" sözcüğünün dişili (müennesi) kabul ediliyordu.

"Menat" adlı put ise Mekke ile Medine arasındaki bir sapa yol üzerinde bulunan "Muşellel" denen yerde idi. Huzaa, Evs ve Hazreç kabileleri cahiliyye dönemlerinde bu puta taparlar ve Kâbe'yi ziyaret etmeye giderken yolculuklarına onun yanından başlarlardı.

Arap yarımadasında bunların yanısıra çeşitli kabileler tarafından tapılan daha pek çok put vardı. Fakat bu üçü sözkonusu putların en büyükleri idi.

Öyle sanılıyor ki, bu düzmece ilahlar meleklerin sembolleri idiler. Melekler ise Araplarca "dişi" varlıklar sayılıyor ve Allah'ın kızları kabul ediliyordu. Bu gerekçe ile onlara tapıyorlardı. Böyle durumlarda çoğunlukla işin özü unutulur ve bu semboller halk yığınları tarafından doğrudan doğruya ilah kabul edilir. Bir avuçluk aydın azınlıktan başka bu masalın aslını hatırlayan kalmaz olur.

Ayette kullanılan soru kalıbından anlaşılacağı üzere yüce Allah gerek bu üç putu, gerekse bunlara tapınılmasını hayretle karşılıyor, bundan tuhaf bir olay olarak sözediyor. Okuyoruz:

"Lât ve Uzza hakkındaki görüşünüz nedir?

Ya bunların öbürü, üçüncüsü olan Menat hakkında ne düşünüyorsunuz?"

Gerek "Görüşünüz nedir?" şeklinde başlayan soru cümlesinde, gerekse bu putların üçüncüsü olan Menat'tan sözeden ifadelerde hayret duygusu ve teşhir edip rezil etme amacı belirgindir.

Yüce Allah bu putlardan sözettikten sonra müşriklerin erkekleri kendilerine ayırıp dişileri yüce Allah'a bırakan iddialarını kınıyor. Okuyalım:

"Demek erkekler sizin, dişiler Allah'ın öyle mi?

Öyleyse bu haksız bir bölüştürmedir."

Bu mizah üsluplu ayetler, bu putlar ile meleklerin dişi varlıklar olduğu ve bunların müşriklerce Allah'a yakıştırıldıkları yolundaki masal arasında ilişki olduğunu gösteriyor. Bu da yukarda benimsediğimizi söylediğimiz bu konudaki açıklamamıza ağırlık ve haklılık kazandırıyor.

Araplar kız çocuklarını hor görüyorlardı. Buna rağmen utanmadan melekleri "dişi" sayıp onları Allah'ın kızları kabul ediyorlardı. Oysa ne melekler hakkında böyle düşünmelerini gerektirecek bir bilgileri ve ne de bu sözde "dişi" varlıkları Allah'a yakıştırmalarını haklı gösterecek bir gerekçeleri vardı.

Yüce Allah burada onları bu düşünceleri ile, bu düzmece masalları ile suçüstü yakalayarak hem kendilerini, hem de uydurdukları masalı alaya alıyor. Tekrar okuyoruz:

"Demek erkekler sizin, dişiler Allah'a, öyle mi?"

O halde Allah ile aranızda yaptığınız bu bölüştürme adalet ilkesine aykırı bir bölüştürmedir. Tekrarlayalım:

"Öyleyse bu haksız bir bölüştürmedir."

Aslında mesele tümü ile kuruntudur; hiçbir bilimsel ve objektif dayanağı yoktur; delilden ve ispattan tamamı ile yoksundur. Okuyoruz:



23- Aslında bunlar sizin ve atalarınızın uydurduğu kuru isimlerdir. Allah, onlara ilişkin hiçbir kanıt indirmemiştir. Onlar sadece sanılarının ve canlarının istediğinin peşinden gidiyorlar. Oysa onlara Rabbleri katından doğru yola ilişkin bilgi geldi.

24- Yoksa insanın her hayal ettiği şey gerçekleşir mi sanıyorsunuz?

25- Oysa hayatın sonu da ilki de (ahiret de dünya da) Allah'a aittir.

26- Göklerde nice melek var ki, Allah'ın dilediklerine ve hoşlandıklarına ilişkin izni olmadıkça, şefaatleri hiç bir yarar sağlamaz.

27- Ahirete inanmayanlar meleklere dişi adları takıyorlar.

28- Oysa onların bu konuda hiçbir bilgileri yoktur. Sadece sanılarının peşinden gidiyorlar. Sanıları ise gerçeğin kırıntısının bile yerini tutamaz.

Gerek bu Lât, Uzza, Menat ve benzeri isimler, gerek bunlara ilah ve melek adlarının takılması, gerek meleklere "dişi" varlıklar denmesi ve bu dişi varlıkların yüce Allah'a ayrılması; bütün bunlar hiçbir anlam taşımayan, ardında hiçbir gerçek bulunmayan kuru "isim"lerden ibarettir. Yüce Allah size bu isimlere ilişkin hiçbir kanıt indirmemiştir. Yüce Allah'ın yapmadığı açıklamanın hiçbir gücü, hiçbir ağırlığı yoktur. Çünkü gerçek değildir. Gerçeğin ağırlığı, gücü ve etkinliği olur. Buna karşılık "batıl" sözler, yani asılsız açıklamalar hafiftirler, ağırlıkları yoktur; zayıftırlar, güçleri yoktur; basittirler, etkinlikleri yoktur.

Okuduğumuz ayetin ortalarında müşrikler asılsız kuruntuları ile, masalları ile başbaşa bırakılıyor. Onlara seslenilmeye son veriliyor, sanki yoklarmış gibi kendilerine yüz çevrilerek üçüncü şahsa dönülüyor. Ayetin o bölümünü tekrar okuyalım:

"Onlar sadece sanılarının ve canlarının istediğinin peşinden gidiyorlar

Hiçbir delilleri, hiçbir bilgileri ve hiçbir sağlam kanıtları yoktur. İnançlarının tek dayanağı sanıları, delillerinin tek kaynağı kişisel arzularıdır. Oysa inanç sisteminde sanılara, kişisel arzulara yer yoktur. Bu sistem kesin bilgiye dayanmalı, arzulardan ve ihtiraslardan arınmış olmalıdır. Üstelik sanılarının ve kişisel arzularının peşinden giden bu adamların herhangi bir mazeretleri, tutumlarını haklı saydıracak bir gerekçeleri yoktur.

"Oysa onlara Rabb'leri katından doğru yola ilişkin bilgi geldi:'

Bu bilginin gelişi ile mazeretleri sona erdi, bahaneleri geçersiz kaldı. Herhangi bir iş kişisel arzuya ve ihtiraslara gelip dayanınca çığrından çıkar,doğru yolu bulma imkanı ortadan kalkar. Çünkü böylesine durumlarda yanılgının sebebi gerçeğin gizliliği ya da delil yetersizliği değildir. Asıl sebep istediğini ille de yaptırmak isteyen kişisel arzudur. Bu kişisel arzu önce istediğini yaptırıyor, sonra yaptığına gerekçe ve kılıf arıyor. Bu durum insan nefsinin yakalanabileceği en kötü hastalıktır. Böylesine hastalıklı bir ruha ne gerçeğe ilişkin bilgi yararlı olabilir ne de ona herhangi bir delil inandırıcı gelebilir.

Bundan dolayı bir sonraki ayette kınama içerikli bir soru ile karşılaşıyoruz. Okuyalım:

"Yoksa insanın her hayal ettiği şey gerçekleşir mi sanıyorsunuz?"

İnsan hayalperest olunca her özlediği şey gerçeğe dönüşür, her içinden geçirdiği şey pratiğe yansır. Ama gerçekte durum böyle değildir. Gerçek, gerçektir; somut da somut. Nefsin arzusu ve özlemi gerçekleri değiştiremez, başkalaştıramaz. Sadece şu olur: İnsan arzuları yüzünden sapıtır, özlemlerine kapılarak mahvolur. Yoksa insan zayıf bir varlıktır, nesnelerin doğasını ne değiştirebilir ve ne de başkalaştırabilir. Bu alanda yetki tümü ile yüce Allah'ın tekelindedir. O hem dünyada hem de ahirette dilediğini yapar, nesneleri ve olayları dilediği gibi yönlendirir. Okuyoruz:

"Oysa hayatın sonu da ilki de (ahiret de dünya da) Allah'a aittir."

Burada ahiretin dünyanın önüne geçirildiği dikkatlerimizden kaçmamalıdır. Amaç ayetin sonundaki kafiyeyi ve ses uyumunu gözetmektir. Fakat burada ahireti, dünyanın önüne geçirmekle anlatılmak istenen bir incelik de vardır. İşte Kur'an üslubu böyledir. Hem anlatmak istediği anlamı anlatır, hem ses ve söz uyumunu gözetir. Fakat bu iki amacı birbiri ile çeliştirmez. Zaten yüce Allah'ın eseri olan şey de aynı özellik vardır. Mesela evren bütününde varolan "güzellik" ve "fonksiyonellik" özelliği ile birarada bulunur, atbaşı gider.

Görüldüğü gibi ahirette de dünyada da her iş yüce Allah'ın elindedir, her işi yönlendirme yetkisi O'nun tekelindedir. Oysa müşrikler, Allah katından melek kökenli sözde ilahlarından aracılık bekliyorlar; "Bizi Allah'a yaklaştıranlar diye onlara tapıyoruz" diyorlar. (Zümer Suresi, 3) Bu açıklamalar, birer asılsız kuruntudur. Çünkü göklerdeki gerçek melekler kendiliklerinden aracılık edemezler. Bunun için herhangi bir konuda yüce Allah'ın kendilerine izin vermesi gerekir. Okuyoruz:

"Göklerde nice melek var ki, Allah'ın dilediklerine ve hoşlandıklarına ilişkin izni olmadıkça şefaatleri hiçbir işe yaramaz."

Böylece müşriklerin iddiaları kökten yıkılmış, havada kalmış olur.

Zaten daha önce okuduğumuz ayetler bu iddiayı çürütmüş, asılsızlığını ortaya koymuşlardı. Ama bu ayet müşriklere öldürücü, son darbeyi indiriyor. İnanç sistemini her türlü karışıklıktan, her türlü kuşkudan arındırıyor. Neden derseniz, bu ayete göre ahirete ve dünyaya ilişkin bütün yetkiler yüce Allah'ın tekelindedir. İnsanın özlemi somut gerçeğin kılını bile değiştiremez. Şefaat, aracılık, yüce Allah'ın hoşnutluğu ve izni eşliğinde olursa kabul edilebilir. Demek ki, son söz O'nundur. Hem ahirette, hem dünyada yönelinecek tek merci O'dur.

Bu kümeyi oluşturan ayetlerin sonunda ahirete inanmayan bu müşriklerin meleklere ilişkin saplantıları, kuruntuları son kez tartışılıyor. Bu saplantıların asılsızlığı, dayanaksızlığı bir kere daha gözler önüne seriliyor. Bu saplantıların, bu kuruntuların, inanca temel oluşturarak nitelikten yoksun oldukları vurgulanıyor. Okuyalım:

"Ahirete inanmayanlar, meleklere dişi adları takıyorlar. Oysa onların bu konuda hiçbir bilgileri yoktur. Sadece sanılarının peşinden gidiyorlar. Sanıları ise gerçeğin kırıntısının bile yerini tutamaz."

Bu son değerlendirme Lât, Uzza ve Menat adlı putlar ile müşriklerin melekleri dişi varlıklar kabul eden ve onları Allah'ın kızları sayan masalları arasında ilişki olduğunu vurguluyor. Oysa bu masalın hiçbir aslı, hiçbir dayanağı yoktur. Buna inananlar, sanılarının peşinden gidiyorlar. Çünkü meleklerin öz yapılarına ilişkin kesin bilgi edinmelerini sağlayacak hiçbir araçları, hiçbir geçerli yöntemleri yoktur. Meleklerin, Allah'ın kızları oldukları yolundaki iddialarına gelince bu da asılsız kuruntudan başka hiçbir kanıtı olmayan bir safsata, bir boş inançtır. Bunların hiçbiri hakkı geçersiz saydıramaz, hakkın bir kırıntısının bile yerine geçemez. Oysa onlar bu gerçeği bir yana bırakarak, onu gözardı ederek kuruntulara ve sanılara saplanıyorlar.

Okuduğumuz ayetlerde müşriklik inancının çürüklüğü açıklanmış; Allah a ortak koşanların, ahirete inanmayanların, yüce Allah'a kız evlat yakıştıranların ve meleklere dişi isimleri takanların inançlarının tutarsızlığı vurgulanmıştı. Sözün bu noktasında ise Peygamberimize dönülerek bu sapıklara önem vermemesi, onlardan yüz çevirmesi ve işlerini Allah'a bırakması isteniyor. Çünkü yüce Allah, kimin iyi yolda ve kimin kötü yolda olduğunu bilir, gerek doğru yolda olanlara ve gerekse sapıklara hakkettikleri karşılığı verir, göklerin ve yerin, dünyanın ve ahiretin bütün gelişmelerini tek başına yönlendirir; hesaplaşmada adil davranır, hiç kimseye haksızlık etmez, ısrarla işlenmeyen günahları bağışlar; niyetlerden ve gizli tutulmuş duygulardan haberdardır. Çünkü insanları yaratan O'dur; hayatlarının bütün evrelerinde onların içyüzlerine vakıftır. Okuyoruz: .



29- Bizi anmaktan yüz çeviren ve sadece dünya hayatını isteyenlerden yüz çevir.

30- Onların bilgilerinin erişebileceği sınır budur. Hiç kuşkusuz senin Rabb'in kimin yolundan saptığını bildiği gibi kimin doğru yolda olduğunu da bilir.

31- Göklerde ve yeryüzünde ne varsa hepsi Allah'a aittir. Amaç kötülük işleyenlere kötülüklerinin ve iyilik yapanlara da iyiliklerinin karşılığını vermektir.

32- İyilik işleyenler büyük günahlardan ve çirkin davranışlardan uzak dururlar. Sadece küçük kusurları olabilir. Senin Rabb'inin bağışlayıcılığı geniş kapsamlıdır. O sizi gerek ilk başta topraktan yaratırken ve gerekse annelerinizin karınlarında cenin aşamasındayken bilir. Öyleyse kendinizi temize çıkarmayınız. Çünkü o kimin kötülüklerden sakındığını herkesten iyi bilir.

Bu ayetlerde yüce Allah'ı aklına getirmeyen, ahirete inanmayan ve dünya hayatından başka hiç düşüncesi olmayan kimselerden yüz çevirilmesi emrediliyor. Bu emir öncelikle Peygamberimize yöneliktir. Yüce Allah, Peygamberimizden bu surenin daha önceki ayetlerinde masallarından, kuruntularından ve ahirete inanmazlıklarından sözedilen müşrikleri umursamamasını, önemsememesini istiyor.

Fakat bu emir, Peygamberimizden sonra bütün müslümanlara da yöneliktir. Müslümanlar da Peygamberimizin karşılaştığı türden sapıklardan yüz çevirmelidirler. Bu sapıkların başlıca ortak özelliklerini şöyle sıralayabiliriz: Bu adamların akıllarında Allah yoktur, O'na inanmaya yanaşmazlar, tek düşünceleri dünya hayatıdır, gözleri onun dışında hiçbir şeyi görmez, ahirete inanmazlar, onu hiç hesaba almazlar, insanın yeryüzündeki hayatını varoluşunun tek amacı sayarlar, insanın varoluşunun başka bir amacı olduğuna ihtimal vermezler, hayat tarzlarını bu bakış açısına dayandırırlar, insanın hayatını yönlendiren, şu kısa yeryüzü yolculuğunun arkasından onun davranışlarına karşılıklar biçecek olan bir Allah'ın varlığına şiddetle karşı çıkarlar, bu kavramın bütün izlerini insan vicdanından silmeye yeltenirler. Günümüzde bu niteliklerin en somut örneği materyalistlerdir, maddeci akımların taraftarlarıdır.

Yüce Allah'a ve ahiret gününe inananlar, Allah'ı aklına getirmeyen ve ahireti hiç hesaba katmayan insanlar ile dostça yanyana yaşamak şöyle dursun, onlara zihinlerinde bile yer vermezler. Çünkü bu iki grup, karşıt hayat felsefelerine bağlıdırlar. Bu hayat felsefelerinin hiç bir ortak adımı, hiçbir ortak noktası yoktur. Bu iki grubun kafalardaki hayatın bütün ölçüleri, bütün değerleri ve bütün amaçları birbirlerine zıttır. Böyle olunca bu iki grubun hayatta işbirliği yapmaları, şu dünyanın herhangi bir işinde ortak çalışmaları mümkün değildir. Hayatın değerlerine, amaçlarına, çalışma yöntemlerine ve çalışma amaçlarına ilişkin bu temel çelişki ortada dururken bu iki grubun birbiri ile bağdaşması, uyuşması düşünülemez. Aralarında işbirliği ve ortak çalışma düşünülemeyeceğine göre birbirlerine niye önem versinler, birbirlerini niye umursasınlar. Eğer bir mümin,'kafalarında Allah düşüncesi bulunmayan, dünya hayatından başka hiçbir düşüncesi olmayan bu tür sapıkları önemser de yüce Allah'ın kendisine bağışladığı enerjileri yanlış yerlerde harcarsa emeğini ve zamanını boşuna tüketmiş olur.

Üstelik bu yüz çevirmenin, bu ilgi kesmenin bir başka anlamlı yönü daha var. O da Allah'a inanmayan, dünya hayatının ötesinde başka bir amaç gözetmeyen bu şaşkın yığınları küçümsemek, adam yerine koymamaktır. Çünkü bu şaşkınlar bu sakat zihniyeti sürdürdükçe gerçekten uzak kalırlar, onu kavrayamazlar, dünya hayatının kalın surları içinde tutsak kalırlar. Okuyalım:

"Onların bilgilerinin erişebileceği sınır budur."

Erişebildikleri bu bilgi sınırı aslında basittir, istediği kadar büyük ve önemli görünsün; yetersizdir, istediği kadar geniş kapsamlı görünsün; yanıltıcı ve sapıktır, istediği kadar doğru ve erdirici görünsün. Kalbi ile, duyguları ile, aklı ile şu yeryüzünün sınırlarına takılıp kalan insan hiçbir önemli gerçeği öğrenemez. Oysa üstünkörü bir gözlem bile bu dünyanın dışında görkemli bir varlık alemi olduğunu ortaya koyar. Bu alem kendini yaratmış değildir. Rastgele varolduğunu farzetmek en yalın mantık kuralları ile çelişir. Eğer bir yaratıcısı varsa o yaratıcının onu boşuna yarattığı da düşünülemez. "Bu görkemli evrenin sonu ve ana amacı şu dünya hayatıdır" demek, akılla alay eden bir saçmalıktır. Öyleyse şu evrenin herhangi bir bölümünün özünü kavramak, bir yaratıcının varolduğuna ve ahiretin de varolacağına inanmanın teminatıdır. Yoksa şu koca evreni yaratan yüce yaratıcının amaçsız bir iş yaptığını, oyun oynadığını farzetmek gibi bir beyinsizliğe saplanmış oluruz.

Yüce Allah'ı kafasından silerek dünyanın dar sınırları içinde tutsak kalan sapıklardan işte bu gerekçe ile yüz çevirmek gerekir. Onlara yüz çevirmeli ki, ilgimizi yanlış yere harcamaktan kurtaralım. Onlara yüz çevirelim ki, bu dar görüşlü, yetersiz bilgili şaşkınları küçümsediğimizi, hor gördüğümüzü kanıtlamış olalım. Eğer yüce Allah'ın emrini alırken amacımız bu emre uymaksa böyle davranmak zorundayız. Yoksa, Allah korusun, bir zamanların yahudilerinin durumuna düşeriz. Bilindiği gibi o yahudiler, yüce Allah'ın emirlerine "Duyduk ve karşı geldik" diye cevap vermişlerdi. (Bakara Suresi, 93) Ayetleri okumaya devam edelim:

"Hiç şüphesiz senin Rabb'in kimin yolundan saptığını bildiği gibi kimin doğru yolda olduğunu da bilir: '

Yüce Allah sözü edilen şaşkınların sapık olduklarını biliyor. Bu yüzden gerek Peygamberine, gerekse doğru yolda olan müminlere bu sapıklarla ilgilenmemeyi, onlarla dost olmamayı, onları adam yerine koymamayı, onların yanıltıcı ve yetersiz bilgilerinin yüzeysel çekiciliğine kapılmamayı emretmiştir. Çünkü onların bilgisi dünya hayatının sınırlarına kadar uzanabilir ve insan idraki ile katıksız gerçeğin arasına girer. Oysa katıksız gerçek, kendisini kavrayanları yüce Allah'a ve ahirete inanmaya iletir, onlara şu yeryüzünün yakın sınırlarını ve şu dar ufuklu dünya hayatının boyutlarını aştırır.

Bu sapıkların yetersiz bilgileri sıradan halkın gözünde hayatın özünü yapıcı yönde etkileyen, önemli bir faktör olarak görülür. Kalpleri, idrakleri ve duyguları sıradan halkın düzeyini aşmayan sözde okumuşlar da bu kanaattedirler. Fakat bu yüzeysel görüntü o sapıkların temeldeki sapıklıklarını, cahilliklerini ve yetersizliklerini ortadan kaldırmaz; alınlarındaki sapıklık, cahillik ve kısa görüşlülük damgalarını sildiremez.

Çünkü bir bilginin gerçek bilgi olabilmesi için şu varlık bütünü ile yaratıcısı arasındaki bağıntının özünü ve insan davranışı ile bu davranışa verilecek karşılık arasındaki bağıntının mahiyetini kavraması gerekir. Bu bağıntıları kavramayan bilgi kabukta kalır, insan hayatını yapıcı yönde etkileyemez, onu geliştirip yüceltemez. Her bilginin değeri insan psikolojisi ve insanlar arası ilişkilerin düzeyi üzerinde meydana getirdiği yapıcı etki ile ölçülür. Bu alanlarda yapıcı etkisi görülmeyen bilgi, teknolojik araçlar açısından gelişme, fakat insanlar açısından gerileme anlamına gelir. Teknolojik araçlarda insanın zararına gelişme sağlayan bilgiden daha kötü, daha zararlı bir şey olabilir mi?

İnsanın bir yaratıcısının olduğunu, bu yaratıcının aynı zamanda tüm evrenin de yaratıcısı olduğunu, kendisinin ve evrenin yaratılışının aynı doğal yasalar uyarınca gerçekleştiğini düşünmesi, bu gerçeğin bilincine varması hayata, çevresindeki tüm canlı-cansız varlıklara yönelik bakış açısını kökten değiştirir. Varlığına, bu bilinçten yoksun olanlarınkinden daha büyük, daha geniş kapsamlı, daha yüce bir değer ve amaç kazandırır. Çünkü böyle bir insanın varlığı, şu evren bütünü ile ilişkilidir. Bu yüzden o ömrü sayılı günlerden ibaret olan geçici kimliğinden daha büyüktür, sayılı bireylerden oluşan ailesinden daha büyüktür; çağdaş maddeci akımlara bağlı olanların böbürlenme gerekçesi saydıkları soyundan, yurdundan ve sosyal sınıfından daha büyüktür; bütün bu organizasyonların ideallerinden daha yüce bir ideale sahiptir.

İnsanın yaratıcısı tarafından ahirette hesaba çekileceğinin ve davranışlarının haklı karşılıklarını alacağının bilincinde olması onun düşüncelerini, değer yargılarını, duyarlıklarını ve amaçlarını kökten değiştirir. İçindeki ahlaki duyarlığı ile tüm geleceği arasında bağ kurar. Bu ahlâki duyarlığa güç ve etkinlik kazandırır. Çünkü onun kurtuluşu ya da mahvoluşu bu ahlâki duyarlılığına, onun niyetleri ve davranışları üzerindeki etkisine bağlıdır. Bundan dolayı içindeki "insan" özü güçlenir ve bu iki ayaklı canlının tüm davranışlarına egemen olur. Çünkü gözünü kırpmayan bekçi artık uyanıktır. Çünkü son hesaplaşma işlemi, kendisini "orada" beklemektedir.

Diğer taraftan böyle bir insan iyiliğe gönülden bağlıdır, son hesaplaşmada onun muzaffer olacağından emindir. Yeryüzündeki sürekli savaşın bazı aşamalarında kötülük karşısında yenik düşse bile son kazanan o olacaktır. Bu yüzden o, her zaman iyiliği desteklemekle, onun uğrunda savaşmakla yükümlüdür. Uğrunda savaştığı iyilik şu dünyada ister yensin, ister yenilsin, farketmez. Çünkü son ödül ve cezanın verileceği yer ``orası"dır.

Görüldüğü gibi Allah'a ve ahirete inanma meselesi, son derece büyük bir meseledir, insan hayatının en temel meselesidir. Yeme, içme, giyinme ihtiyaçlarından daha öncelikli bir ihtiyaçtır. Bu ihtiyaç ya karşılanır, o zaman insan gerçekten "insan" olur, ya karşılanmaz, o zaman da bu iki ayaklı canlı bildiğimiz hayvanlardan biri olur.

İnsanlar arasında ölçüler, amaçlar ve hayata ilişkin düşünceler böylesine bağdaşmaz oranda birbirine ters düşünce aralarında işbirliğine, ortak yaşamaya, hatta belli oranda ilgi doğuran tanışmaya imkan kalmaz.

Bundan dolayı Allah'a inanan insan ile Allah kavramını kafasından silerek sırf dünya hayatı peşinde koşan insan arasında arkadaşlığa, dostluğa, ortak yaşamaya, işbirliğine, alış-verişe, ilgiye, umursamaya dayalı ilişkiler kurulamaz, gelişemez. Bunun tersine olacak her söz yüce Allah'ın emrine ters düşen bir demogojidir, bir imkansızı boşu boşuna zorlama girişimidir. Evet;"Bizi anmaktan yüz çeviren ve sadece dünya hayatını isteyenlerden yüz çevir. Ayetleri okumaya devam ediyoruz:

"Göklerde ve yeryüzünde ne varsa hepsi Allah'a aittir. Amaç kötülük işleyenlere kötülüklerinin ve iyilik yapanlara da iyiliklerinin karşılığını vermektir."

Yüce Allah'ın gökler ve yeryüzü üzerindeki ortaksız "mülkiyet"inin böylesine kesin bir dille vurgulanması ahiret olgusuna güç ve etkinlik kazandırır. Sebebine gelince bu durumda ahireti tasarlayıp planlayan Allah, göklerin ve yeryüzünün "mülkiyeti"ni tek başında elinde bulunduran Allah'ın kendisidir. Buna göre, O ödül ve ceza vermeye muktedirdir, bu işlem sadece O'nun tekelindedir ve bu işlemin araçlarına kesinlikle egemendir. Böylesine tartışmasız bir "mülkiyet"in, davranışlara adil ve eksiksiz karşılıklar biçmesi normal ve beklenir bir sonuçtur. Zaten;

"Amaç kötülük işleyenlere kötülüklerinin ve iyilik yapanlara da iyiliklerinin karşılığını vermektir."

Arkasından sözkonusu "iyiler" ile "iyiliklerinin karşılığında ödüllendirilenler" kimler oldukları belirtiliyor. Bunlar;

"İyilik işleyenler, büyük günahlardan ve çirkin davranışlardan uzak dururlar. Sadece küçük kusurları olabilir."

Ayetin orjinalindeki geçen "Kebar-ül ism" tamlaması "Büyük günahlar", "Fevahiş" sözcüğü "ağır ve çirkin günahlar" demektir. "Lemem" sözcüğünün anlamı konusunda ise çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Meselâ ünlü tefsir bilgini İbn-i Kesir bu konuda şöyle diyor; "Sadece diye başlayan cümle, ayetin öncesinden kopuk bir istisnadır. Çünkü `lemem' sözcüğü `küçük günahlar' ve `basit, önemsiz davranışlar' anlamına gelir. Nitekim İmam-ı Ahmed'in Abdurrezzak Muammer, İbn-i lâvus ve bu zatın babası kanalı ile bize verdiği bilgiye göre sahabilerden Abdullah b. Abbas Ebu Hureyre tarafından bize aktarılan Peygamberimizin şu sözleri kadar `Lemem' kavramım çağrıştıran ve açıklayan bir ifadeye rastlamadım. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- diyor ki:

"Allah bir insanın hesabına zinadan bir pay yazdığı zaman o pay o kulu mutlaka bulur. Gözün zinası bakmak, dilin zinası konuşmaktır İnsan umanı özler ve çeker. Cinsiyet organı da bu arzuyu ya onaylar ya da ona karşı çıkar." ( Bu hadisi Buhari ve Müslim Abdurrezzak kanalı ile nakletmişlerdir)

Tanınmış tefsir bilgini İbn-i Cerir ise aynı konuda şunları söylüyor; "Muhammed b. Abdulalâ'nın İbn-i Sevr, Muammer; Ameş ve Ebu Duha kanalı ile bize bildirdiğine göre sahabilerden Abdullah b. Mesud şöyle dedi: "Gözün zinası bakmak, dudakların zinası öpmek, ellerin zinası tutmak ve ayakların zinası adım atmak, yürümektir. Cinsiyet organı bu ön girişimleri ya onaylar ya da reddeder. Eğer insan cinsiyet organını bu işe karıştırırsa zina etmiş olur. Yoksa yaptıkları `Lemem' türünden günahlardır.'.'

Mesruk ile Şaaki de bu görüşü paylaşıyorlar.

"Lubat-ut Taif'inin oğlu" diye anılan Abdurrahman b. Nafi ise aynı konuda şöyle diyor; "Bir defasında Ebu Hureyre'ye bu ayette geçen `Lemem' sözcüğünün ne anlama geldiğini sordum. Bana şu cevabı verdi; `Bu sözcük öpmek, bakmak, gülümsemek ve ellemek anlamına gelir. Eğer erkeğin ve dişinin cinsel organları birbirine değerse boy abdesti almak gerekir. Bu eylem zinadır."

Bu açıklamalar "Lemem" sözcüğünün tanımı konusunda birbirine yakın görüşlerdir. Aynı konuda başka bir görüş de vardır. Nitekim Ali b. Talha'nın bildirdiğine göre Abdullah b. Abbas "Lemem' demek, `geçmiş günahlar' demektir" demiştir. Zeyd b. Eslem de bu görüştedir.

Tanınmış tefsir bilgini İbn-i Cerir bu konuda diyor ki; "Süleyman b. Abdülcebbar'ın bize Ebu Asım, Zekeriyya, İbn-i İshak, Amr b. Dinar ve Ata kanalı ile verdiği bilgiye göre Abdullah b. Abbas "İyilik işleyenler, büyük günahlardan ve çirkin davranışlardan uzak dururlar. Sadece küçük kusurları (lemem'leri) olabilir" ayetini açıklarken şöyle demiştir; "Lemem" işleyen kimse demek günah işleyip de arkasından tevbe eden kimse demektir." Nitekim Peygamberimiz `Allah'ım, sen affedince günahların tümünü affedersin. Senin hangi kulun hiç günaha bulaşmamıştır' buyurmuştur.

Bu hadisi Ahmed b. Osman kanalı ile Ebu Asım Nebil'e dayandırarak aktaran tirmizi hadisin sonunda şunları söylüyor: "Bu hadis sahih, hasen ve garip bir hadistir. Onun tek kaynağı Zekeriyya b. İshak'tır." Bezzaz da aynı hadis hakkında "Bildiğimiz kadarı ile bu hadis, kesintisiz olarak sadece bu kanaldan gelmiştir" demiştir. Öteyandan tefsir bilgini İbn-i Cerir, Muhamed b. Abdullah b. Yezi, Yezid b. Zeri, Yunus ve Hasan kanalı ile verdiği bilgiye göre sahabilerden Ebu Hureyre "İyilik işleyenler, büyük günahlardan ve çirkin davranışlardan uzak dururlar. Sadece küçük kusurları (lemem'leri) olabilir." ayetini açıklarken `sadece bir kez zina işleyen, hırsızlık yapan ve içki içen, fakat arkasından hemen tevbe ederek bir daha bu günahlara dönmeyen bir adamın durumunu düşünün. İşte "lemem" yapmak budur" demiştir.

Hasan'a "mevkuf" olarak da bu sözlerin benzeri nakledilmiştir.

Bunlar da "lemem" sözcüğünün anlamını birinci guruptaki görüşlerden farklı biçimde açıklayan başka bir görüş grubudur.

Kişisel görüşümüze göre ikinci grubun görüşü ayetin devamını oluşturan "Senin Rabb'inin bağışlayıcılığı geniş kapsamlıdır" cümlesine daha uygun düşer.

Çünkü "bağışlamanın geniş kapsamlı" oluşunun vurgulanması ile sözkonusu "lemem"in büyük günahlar ve çirkin davranışlar işledikten sonra tevbe etme durumu arasında uyum vardır. O zaman bu istisna ayetin öncesinden kopuk olmayan bir "istisna" olur. Başka bir deyimle ayette geçen "iyiler" "büyük günahlardan ve çirkin davranışlardan uzak duranlar ve bu tür davranışları olsa bile bu kötülükleri yapmakta ısrar etmeyerek hemen geri dönenler"dir. Tıpkı şu ayette tanımlanan kimseler gibi:

"Yine onlar bir kötülük işlediklerinde ya da kendilerine zulmettiklerinde Allah'ı hatırlayarak hemen günahlarının affedilmesini dilerler. Günahları Allah'tan başka kim affedebilir? Onlar işledikleri günahlarda bile bile ısrar etmezler." (Al-i İmran Suresi, 133-136)

Bu ayetin öncesinde yüce Allah bu kimseleri "takvalılar" sıfatı ile nitelemekte ve onlara "bağışlanma"yı ve "gökler ile yeryüzü kadar genişlikteki cennete girme"yi vaadetmektedir. Yüce Allah'ın geniş kapsamlı rahmeti ve bağışlayıcılığı ile bağdaşan yorum budur.

Ayetin sonunda iyiliklere iyi ve kötülüklere kötü karşılık biçilmesi işleminin yüce Allah'ın bilgisine dayandığı ve bu bilginin insan yaratılışın bütün evrelerinin karmaşık sırlarını kapsadığı belirtiliyor. Okuyoruz:

"O sizi gerek ilk başta topraktan yaratırken ve gerekse annelerinizin karınlarında cenin aşamasındayken bilir."

Yani yüce Allah'ın insanlara ilişkin bilgisi onların somut davranışlarının ortaya çıkışının çok öncesine uzanır. Onların değişmez özlerini kavrayan bir bilgidir bu. İnsanlar bu değişmez özlerini bilemezler. Onu ancak yüce yaratıcıları bilir. Bu bilgi insanların özü topraktan yaratılırken, yani henüz onlar "bilinmezlik alemi"nin bir parçası iken varolduğu gibi insanlar analarının karınlarında cenin aşamasındayken, henüz gün yüzüne çıkmamışlarken de vardı. Bu bilgi görüntüden önce öze, eylemden ve davranıştan önce karakteristik yapıya ilişkin bir bilgidir.

Bilgisinin niteliği bu olan yaratıcıya insanın kendini tanıtması, özünü anlatmaya kalkışması, karşısına geçerek "ben şöyleyim, ben böyleyim" diye övünmesi boş bir iş, hatta edepsizliktir. Okuyalım:

"Öyleyse kendinizi temize çıkarmayınız. Çünkü O, kimin kötülüklerden sakındığını herkesten iyi bilir." ,

Öyleyse gayretkeşlikle O'nun gözüne batmaya çalışmanıza, O'nun karşısında davranışlarınıza değer biçmenize gerek yoktur. O'nun katında eksiksiz bilgi ve duyarlı terazi vardır. Davranışlara biçeceği karşılıklar adildir, sözü kesindir ve her meseleyi kesin çözüme bağlayacak olan O'dur.

Bundan sonra surenin son bölümü geliyor. Son derece melodi yüklü bir ahenk yansıtan bölüm, müzikal yönü ile surenin ilk bölümünün bir benzeri olarak karşımıza çıkar. Bu bölümde bu inanç sisteminin ana ilkeleri açıklanır. Tek Allah inancının ilk tutarlı savunucusu olan Hz. İbrahim'den bu yana hiçbir değişikliğe uğramayan ilkelerdir bu ilkeler. Bu açıklamada insanlara, yüce yaratıcıları tanıtılıyor. Dikkatleri O'nun hayatları etkileyen, aktif ve yaratıcı dileğine çekiliyor. Bu aktif dileğin izleri, insanı sarsacak, kendine getirecek, derinden derine titretecek somutlukta gözler önüne seriliyor. Öyle ki, bu ayetlerin sonuna gelince, melodilerin son namesi kulaklarda çınlayınca duygular, titrek bir ürperti içinde verilen etkili mesajı kabul etmeye hazır bir duyarlığa kavuşurlar. Okuyoruz:



33- Ey Muhammed, görüyor musun, şu gerçeğe sırt çevireni?

34- Önce biraz verip de arkasını getirmeyeni.

35- Acaba gaybın bilgisine sahiptir de o alemin sırlarını mı görüyor?

36- Yoksa Musa'ya indirilen kutsal sayfaların içeriğinden haberi olmadı mı?

37- Ve görevini titizlikle yerine getiren İbrahim'e inmiş olan kutsal sayfaların içeriğinden haberdar olmadı mı?

38- Ki, hiç kimse başkasının günah yükünü taşımaz.

39- İnsan ancak kendi çalışmasının karşılığını elde edebilir.

40- Onun çalışması, ilerde kesinlikle gözler önüne serilecektir.

41- Sonra çalışmasının karşılığı kendisine eksiksiz olarak verilecektir.

42- Sonunda kesinlikle Rabb'inin huzuruna varılacaktır.

43- Güldüren de, ağlatan da O'dur.

44- Öldüren de dirilten de O'dur.

45- Erkeği ve dişiyi çiftler halinde yaratan O'dur.

46- Fışkıran spermadan.

47- Tekrar diriltecek olan da O'dur.

48- İnsana zenginlik veren de gözünü doyuran da O'dur.

49- (Bazı müşriklerin taptıkları) "Şıra" yıldızının Rabb'i de O'dur.

Bu bölümü oluşturan ayetlerin ilk ikisinde "Gerçeğe sırt çeviren, önce biraz verip de arkasını getirmeyen" bir kişiden sözediliyor. Yüce Allah sözkonusu kimsenin bu tuhaf tutumunu yadırgayarak anlatıyor Elimizdeki bazı bilgilere göre bu sözlerle belirli bir kişi kasdediliyor. Bu kişi önce Allah yolunda biraz hayır yapmış, fakat sonra "yoksul düşerim" korkusu ile yardımseverlikten vazgeçmiştir. Zemahşeri "Keşşaf" adlı tefsir kitabında bu kişinin kimliğini belirleyerek onun Hz. Osman olduğunu söyledikten sonra bu görüşünü destekler nitelikte bir hikaye anlatıyor. Fakat anlattığı hikayenin hiçbir kaynağı, hiçbir dayanağı yok. Ayrıca Hz. Osman'ı, O'nun karakterini, Allah yolundaki sürekli, hesapsız ve kesintisiz cömertliğini bilen; O'nun Allah'a bağlılığını, "sorumluluğun kişiselliği" ilkesine ilişkin duyarlığını belgeleri ile tespit eden hiç kimse bu hikayenin doğru olabileceğine ihtimal vermez.(Zemahşeri'nin anlattığı hikaye şudur: Hz. Osman sürekli hayır yapıyor, durmadan Allah yolunda mal dağıtıyordu. Bu arada süt kardeşi Abdullah b. Saad b. Ebu Sarh birgün kendisine "Yeter artık, nerede ise hiçbir şeyin kalmayacak ' dedi. Hz. Osman ona " Çok sayıda günahım ve kusurum var, hayır yaparak Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak istiyorum. Umarım ki, beni affeder" dedi. Bunun üzerine Abdullah kendisine "Bana yükü ile birlikte bir deveni ver ben senin tüm günahlarını üstleneyim" dedi. Hz. Osman da ona tanıklar huzurunda yüklü bir devesini bağışladı ve artık yardımseverlik huyundan vazgeçti. İşte bu ayet bu olay üzerine indi.

Bu hikayenin asılsızlığı apaçıktır. Hz. Osman'a ilişkin bilgilerimizin hiç biri ile bağdaşmaz bir uydurmadır)

Bu ayetlerde belirli bir kişi de kasdedilmiş olabilir, belirsiz bir "insanlık" örneği de sunulmuş olabilir. Önemli olan şudur: Kim bu yolu tutarsa, yani bu inanç sistemi uğrunda belirli oranda bedeni ve mali fedakârlıklar yaptıktan sonra bu tutumunu değiştirerek fedakârlıklarının arkasını getirmez ise tuhaf bir tutum benimsemiş olur. Kur'an böyle bir tutumu yadırgıyor, bu tutumu vesile ederek insanlara bu inanç sisteminin bazı önemli gerçeklerini tanıtıp açıklıyor. Okuyoruz:

"Acaba gaybın bilgisine sahiptir de o alemin sırlarını mı görüyor?"

"Gayb" alemi tüm yönleri ile yüce Allah'ın tekelindedir. O'ndan başka hiç kimse o alemi göremez. Hiç kimse orada kendisini ne gibi sürprizlerin beklediğini bilemez. Bu yüzden insan çalışmalarını ve fedakârlıklarını sürdürmeli, yaşadığı sürece geleceğinden kuşkulu olmalı, elinden geleni tam olarak yapmalı, önce biraz fedakârlık yapıp da sonra gevşememelidir. Çünkü sözkonusu gayb aleminin sürprizlerine ilişkin elinde hiçbir garanti yoktur. Tek garantisi sürekli vefakârlığı, bu sayede yüce Allah'ın yaptığı iyilikleri kabul edeceğine ilişkin umududur. Okuyoruz:

"Yoksa Musa'ya indirilen kutsal sayfaların içeriğinden haberi olmadı mı? Ve görevini titizlikle yerine getiren İbrahim'e inmiş olan kutsal sayfaların içeriğinden haberdar olmadı mı?"

Bu dinin kökü eskilere dayanır. Başlangıcı ile bu günü birbirine bağlıdır. İlkeleri ve kuralları değişmezdir. Bütün yer ve zaman uzaklıklarına, çok sayıdaki ardışık peygambere rağmen değişik evreleri arasında sıkı bir uyum vardır, bütün peygamberleri birbirlerini onaylamışlardır. Bu dinin mesajı Hz. Musa ya inen kutsal sayfalarda ne ise Hz. Musa dan çok önceki tarihlerde egemen olan Hz. İbrahim'in döneminde de öz olarak aynıdır. Hz. İbrahim görevine bağlı bir önderdi. Her anlamda "vefakâr"dı. Öyle ki, bu sıfatı mutlak anlamı ile hakketmiş bir peygamberdi. O'nun sıfatı olan "vefakârlık" ve "bağlılık" yukardaki ayetlerde yerilen "savsaklama"nın ve "görevi yarıda bırakma"nın karşıtı olarak veriliyor. Bu anlamı taşıyan sözcüğün çift sessiz ile pekiştirilmiş olarak kullanılması aranan müzikal ahengi ve kafiye uyumunu sağlamak içindir.

Peki gerek Hz. Musa'ya ve gerekse "görevine sıkı sıkıya bağlı" Hz. İbrahim'e indirilen kutsal sayfaların mesajı nedir? Bu mesajın başta gelen ilkelerin-den biri şudur:

"...Ki, hiç kimse başkasının günah yükünü taşımaz."

Evet, hiç kimse başkasının yükünü kendî sırtına alamaz. Ne birinin yükünü hafifletmek için ve ne de bir başkasının yükünü ağırlaştırmak için böyle bir yola başvurulamaz. Öyle ise hiç kimse kendi yükünü ve sorumluluğunu başkasının sırtına aktararak hafifletemeyeceği gibi hiç kimse gönüllü olarak başkasının günahlarını kendi sırtına alamaz. Çünkü;

"İnsan ancak kendi çalışmasının karşılığını elde edebilir."

Evet, böyle işte. Yani insanın sadece çalıştığı, kazandığı ve somut eylem olarak ortaya koyduğu kişisel birikimi hesabına yazılır. Başkasının birikiminden alınarak kendi birikimine ekleme yapılamayacağı gibi kendi kazancından kısıntı yapılarak başkasının birikim hanesine ekleme yapılmaz.

Şu dünya hayatı insana verilmiş bir çalışma ve kazanma fırsatıdır. Ölünce bu fırsat elden gider ve "amel" defteri kapanır. Yalnız Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- aşağıdaki hadisinde sözü edilen kimselerin "amel" defterleri ölümlerinden sonra da açık kalır:

"İnsan ölünce sevap defteri kapanır. Yalnız şu üç kimsenin sevapları öldükten sonra da artmaya devam eder:

1- Ana-babası için dua eden hayırlı bir evlat bırakan kimse,

2- Arkada kamuya yararlı bir eser bırakarak ölen kimse,

3- İnsanlara faydalı bir bilgi öğreterek ölen kimse." (Bu hadisi Müslim, Ebu Hureyre'ye dayanarak nakletmiştir)

Burada Peygamberimizin saydığı üç davranış, aslında insanın kendi eylemleri, kişisel kazanımlarının bir bölümüdür.

İmam-ı Şafii ile taraftarları bu ayete dayanarak ölülerin arkasından okunan Kur'an'ın sevabının onlara ulaşmayacağını ileri sürmüşlerdir. Çünkü başkaları tarafından okunan Kur'an o ölülerin kişisel ameli, öz kazanımı değildir. Bundan dolayı Peygamberimiz, ne açıkça ve ne de dolaylı olarak ümmetini ölüler arkasından Kur'an okumaya özendirmemiştir, bu yolda hiçbir yönlendirmesine, hiçbir uygulamasına rastlanmamıştır. Hiçbir sahabi de bu anlama gelecek bir söz söylememiştir. Yalnız ölünün arkasından yapılan duanın ve verilen sadakanın sevabı ona ulaşır. Bunun böyle olduğuna dair hem ilim adamları arasında görüş birliği (icma) hem de Peygamberimizin açık beyanı vardır. (Kaynak: İbn-i Kesir Tefsiri) Devam edelim.

"Onun çalışması, ilerde kesinlikle gözler önüne serilecektir.

Sonra çalışmalarının karşılığı kendisine eksiksiz olarak verilecektir."

Yani emekler, çalışmalar, kazançlar asla yok olmayacak, havaya gitmeyecektir. Yüce Allah'ın bilgisinden ve duyarlı terazisinden en küçük bir şeyin kaçması sözkonusu değildir. Herkes çalışmasının, ortaya koyduğu işlerin karşılığını tam olarak alacak, hiçbir kısıntıya uğratılmayacak, en ufak bir haksızlığa maruz bırakılmayacaktır.

Böylece "sorumluluğun kişiselliği" ilkesi yanında "ödül ve cezanın adilliği" ilkesi de belirleniyor. Bunun sonucu olarak insanın, "insan" olmaktan kaynaklanan değeri somut gerçeklik kazanıyor. Bu "değer"in gerekçeleri, dayanakları şunlardır: İnsan olgun, sorumluluk duygusuna sahip, kendine güvenmek durumunda olan, onurlu bir varlıktır. Kendisine önce çalışma fırsatı, davranış özürlüğü tanınıyor, arkasından işlerinden ve davranışlarından hesaba çekiliyor, ayrıca davranışlarına biçilecek ödüllerin ve cezaların "adil" olacağı yolunda güvence veriliyor. Sözkonusu adalet "mutlak" adalettir. Arzulara boyun eğmez, yetersizlik sebebi ile havada kalmaz; olayların mahiyetlerini değerlendirmeye ilişkin bilgi eksikliklerinin ayıplarını taşımaz. Devam ediyoruz:

"Sonunda kesinlikle Rabb'inin huzuruna varılacaktır:'

O'na varan yoldan başka bir yol yoktur. O'nun dışında başka bir sığınak bulunamaz. O'nun dergâhından başka bir korunak yoktur. Cennet de, cehennem de O'nundur. Bu gerçek insanın duygularını biçimlendirme bakımından son derece önemlidir. Sebebine gelince insan her şeyin, her olayın ve herkesin sonunun Allah'a vardığının bilincinde olunca daha yolun başındayken yolun kaçınılmaz ve yan çizilmez sonunu kavrar, kendini ve davranışlarını bu gerçeğe göre ayarlar ya da en azından bu çaba içinde olur, yolculuğunun daha ilk adımlarından itibaren kalbi ve gözü bu kaçınılmaz "son"a bağlanır.

Ayetler, insan kalbini yolculuğun son durağına ulaştırdıktan sonra onu tekrar hayata döndürüyor, ona bu sürenin her aşamasında ve her durumunda beliren ilahi dileği gösteriyor. Okuyalım:

"Güldüren de, ağlatan da O'dur."

Bu ifadede birçok gerçek saklıdır. Onu okurken zihnimizde birçok düşünceler somutlaşır, beynimizde birçok çağrışımların uyarıcı ve etkileyici şimşekleri çakar.

Evet "Güldüren de, ağlatan da O'dur." Yani insanı gülme ve ağlama yetenekleri ile donatmıştır. Bu iki karşıt psikolojik reaksiyon, insan yapısının iki sırrını oluşturur. Hiç kimse bu iki reaksiyonun niteliklerini ve "insan organizması dediğimiz şu karmaşık yapıda nasıl meydana geldiklerini açıklayamaz. Bu organizmanın psikolojik açıdan yansıttığı karmaşıklığın derecesi, anatomik ve fizyolojik alandaki karmaşıklığından daha az değildir. İşte bu psikolojik ve fizyolojik karmaşıklıklar ve etkenler elele vererek, bütünleşerek, ortak bir işlev halinde "gülme" ve "ağlama" reaksiyonlarını meydana getiriyorlar.

Evet, "Güldüren de, ağlatan da O'dur". Yani insanları güldüren ve ağlatan etkenleri varetti ve insanların karmaşık ve esrarlı yapılarına bağlı olarak bu etkenler sonucunda falanca olaya gülme tepkisi gösterirken filanca olaya ağlama tepkisi göstermelerini, bugün ağladıkları olaya yarın gülmelerini, dün güldükleri olaya bugün ağlamalarını sağladı. İnsanda görülen bu çelişkili görünümlü tepkiler delilikten ve algı yanılmalarından kaynaklanmaz. Sebep değişken psikolojik durumlardır. Çünkü insan bilincinde kriterler, etkenler, gerekçeler, güdüler ve bakış açıları sabit kalmaz.

Evet "Güldüren de, ağlatan da O'dur". Yani aynı anda kimilerini güldürürken, kimilerini de ağlatır. Gülenleri de, ağlayanları da bu tepkilere birtakım özel etkenler sürükler. Kimi zaman bazı kimseleri güldüren bir olay, başka birtakım kimseleri ağlatır. Çünkü sözkonusu olayın berikiler üzerindeki etkisi öbürküler üzerindeki etkisinden farklı olur. Gerçi olay, aynı olaydır; ama birbirinden tamamen uzak sonuçlara yolaçar.

Evet "Güldüren de, ağlatan da O'dur". Kimi zaman aynı insan aynı olay karşısında bu iki karşıt tepkiyi gösterebilir. Yani bugün bir olay karşısında güler, fakat yarın bu olayın sonuçları ile, olumsuz ürünleri ile yüzyüze gelince bu defa aynı olay yüzünden ağladığı görülür. O olaya hiç karışmamış olmayı, o olay karşısında hiç gülmemiş olmayı temenni eder. Mesela dünyada nice gülenler vardır ki, ahirette ağlayacaklardır. Üstelik orada ağlamanın hiçbir yararı olmaz.

Burada kısa bir Kur'an ayetinin zihinde canlandırdığı, bilinçte kıvılcımlaştırdığı çok sayıdaki imajın, çağrışımın ve duygunun bir bölümü ile karşı karşıyayız. İnsanın psikolojik deneyimleri zenginleştikçe, içindeki gülme ve ağlama etkenleri yenilendikçe bu ayetin sözcüklerinden süzülen imajların, çağrışımların ve duyguların yumağı daha kalınlaşır. İşte Kur'an'ın çeşitli görünümlerle sözcüklere damgasını vuran çarpıcı "veciz"liği, erişilmez ifade zenginliği budur. Devam ediyoruz:

"Öldüren de, dirilten de O'dur."

Evet "Öldüren de, dirilten de O'dur." Yani O, ölümü ve hayatı varetmiştir. Nitekim başka bir surede O, bize "Ölümü ve hayatı yaratan O'dur" buyuruyor. (Mülk Suresi, 2) Ölüm ve hayat insanların gözleri önünde sık sık tekrarlandıkları için herkes tarafından iyi bilinen, hiç kimseye yabancı olmayan olgulardır. Bununla birlikte eğer insan bu olguların niteliklerini, insan algılarına kapalı sırlarını bilmeye kalkışırsa bilinmez ve açıklanamaz bilmeceler oldukları görülür. Evet, ölüm nedir? Hayat nedir? Eğer insan bu olguların sözcüklerini ve gözler önündeki somut yansımalarını aşmak isterde bunların mahiyetlerini kurcalamaya yönelirse ne söyleyebilecektir? "Hayat" canlı varlığın organizmasında nasıl kımıldamaya başladı? Özü itibarı ile nedir? Nereden geldi, kaynağı nedir? Şu canlı varlıkla nasıl bütünleşti? Şu canlı varlığın, daha doğrusu şu sayısız canlı varlıkların eşliğindeki yolculuğunu nasıl sürdürüyor? Peki ölüm nedir? Organizmalara can yürümeden önce nasıldı? Canlar, organizmalardan ayrıldıktan sonra nasıldır? Bütün bunlar kalın bir perdenin arkasında saklı ve tüm yönleri ile yüce Allah'ın tekelinde olan sırlardır.

Evet "Öldüren de, dirilten de O'dur". Canlılar dünyasında bir an içinde milyonlarca ölüm ve doğum sahnesi yaşanıyor. Mesela şu anı ele alalım. Kim bilir kaç milyar canlı varlık ölmüştür. Buna karşılık kaç milyar canlı varlık hayata ilk adımlarını atmış, organizmalarında nereden geldiğini yüce Allah'tan başka hiç kimsenin bilmediği o esrarengiz soluğun ilk kımıldamaları başlamıştır. Kim bilir kaç bin canlı varlık yere yığılmış, fakat bir süre sonra ortaya çıkacak olan başka canlıların malzemesi olmuştur. Acaba çağlar boyunca bu sahneler kaç kez yinelenmiştir. İnsan hayatı karanlık geçmişin labirentlerine dalarak bu sahnelerin sayılara sığmaz yek ününü yakalamaya kalkışınca başı döner. Üstelik bu sahnelerin varlığı, insanın şu gezegende belirdiği ilk günden önceki nice çağları da kapsar. Ayrıca "Bu gezegenin dışındaki başka gök cisimlerinde ölüm ve hayat olayları var mı, yok mu? Varsa bu ölümlerin ve hayatların türü nedir gibi soruların cevabını sadece yüce Allah'ın bilgisine havale etmek zorundayız. Çünkü bunları kurcalamak insan hayalinin işi değildir.

Görülüyor ki, hayalimizin önünde yığın yığın sahneler cirit atıyor. Bu yığın yığın sahneyi zihnimizde canlandıran bu ayetin sayılı birkaç sözcüğü kalplerimizi derinden sarsıyor. Öyle ki, kalplerimiz bu çok sesli melodinin ahenkli titreşimleri altında kendinden geçiyor. Okumaya devam ediyoruz:

"Erkeği ve dişiyi çiftler halinde yaratan O'dur."

Burada her an tekrarlanan görkemli bir gerçektir. Yalnız gözlerimizin önünde sürekli biçimde yinelendiği için onu kanıksıyoruz. Oysa bu olay insan hayalinin canlandırabileceği en müthiş acayipliktir.

Düşünelim. Dışa fışkıran bir meni damlası. İnsan vücudunun ter gibi, gözyaşı gibi sümük gibi çok sayıdaki salgılarından birinin damlası. İşte bu salgı damlası ,yüce Allah'ın tasarlayıp belirlediği bir sürenin sonunda ne oluyor? İnsan oluyor. Bir süre sonra da bu insandan erkek ve dişi cinsleri türüyor. Nasıl? Eğer gerçekten meydana gelmiş olmasa insan hayalinin ucundan bile geçmesi düşünülemeyecek olan bu çarpıcı olay nasıl meydana geliyor? Son derece karmaşık, son derece kompleks yapıya sahip olan şu "insan" bir damlacık meninin, hatta milyonlarca hücreden oluşan bu damlanın bir tek hücresinin neresinde gizleniyor? insan denen canlı eti ile, kemiği ile, derisi ile, damarları ile, saçları ile, tırnakları ile vücut hatları ile parmak izleri ile, yüz çizgileri ile, huyları ile, karakteristik özellikleri ile, yetenekleri ile bu tek hücrede nasıl saklanıyor? Milyonlarca benzeri ile birlikte bir damla meni içinde yüzen bu mikroskobik hücre bunca ayrıntıyı nasıl bünyesinde barındırıyor? Özellikle ilerdeki "cenin" evresinde ortaya çıkacak olan erkeklik ve dişilik karakteristikleri bu hücrenin neresinde saklanıyor?

Hangi insan kalbi bu müthiş, bu çarpıcı gerçek karşısında şaşkınlıktan donakalmaz da şımarık ve inkarcı bir tavırla şöyle sözler gevelemeye kalkışabilir?: "Bu iş böyle oldu, o kadar. Doğal olay yolunu izledi, o kadar. Canlı hücre belirli süreci boyunca gelişti, o kadar: ' Aynı kalbin bir de bilgiçlik taslayarak şöyle sözler söylemesine ne buyurulur? "Efendim, bu hücre bünyesinde taşıdığı soyunu sürdürme yeteneği sayesinde bu süreci izledi. Tıpkı aynı yetenekle donanmış olan diğer canlı türleri gibi."

Bu defa bu açıklamanın kendisi açıklanmaya muhtaçtır. Peki, hücreyi bu yetenekle donatan kimdir? Bu hücreye soyunu sürdürme, soyunun yeni bir dölünü meydana getirme arzusunu kim aşılamıştır? Bu minik, bu zayıf canlı tohumuna yeni bir döl meydana getirme gücünü kim vermiştir? Bu gizli amacını gerçekleştirebilmesi için izleyeceği doğru yolu kim çizmiştir? Bu hücreciğin bünyesine sürdüreceği soyun karakteristik niteliklerini kim yerleştirmiştir? Bu hücreciğinin aynı karakteristik nitelikleri taşıyacak bir döl vererek soyunu sürdürmekteki amacı ve çıkarı nedir? Eğer o hücreciğin arkasında tasarlayıcı güçlü bir irade olmasa, bu iradenin belirli ve plâna bağlanmış bir dileği olmasa, yine bu üstün irade dileğine vardıracak yolu çizmemiş olsa bu süreç kendi kendine gerçekleşebilir mi?

Sonra her an gözler önünde tekrarlandığı için hiç kimsenin inkar edemeyeceği "ilk yaratılış" olgusundan hemen "yeniden diriliş"olgusuna dönülüyor. Okuyalım:

"Tekrar diriltecek olan da O'dur."

"Yeniden diriliş" insan bilgisine kapalı bir "gayb" olgusudur. Fakat "ilk yaratılış" olgusu bu ikinci olgunun ön göstergesidir, onun olabileceğini gösteren bir kanıttır. Sebebine gelince vücuddan fışkırmış bir damla meniden erkekli-dişili insan çiftlerini yaratan yüce Allah, hiç kuşkusuz kemik kırıntılarını yeniden canlı insan haline getirmeye muktedirdir. Çünkü kemik kırıntıları fışkıran bir meni damlasından daha önemsiz şeyler değildir. Ayrıca yeniden dirilme olayının gerekçesine ilişkin birer ipucudurlar. Sebebine gelince küçücük bir canlı hücreyi uzun ve zahmetli yolculuğu boyunca yardımcı olan gizli iradenin mutlaka yeryüzü yolculuğunu aşan, uzun vadeli bir amacı vardır. Çünkü yeryüzünün sınırları içinde hiçbir şey tam olarak gerçekleşmiyor. Burada ne iyiler iyiliklerinin eksiksiz karşılıklarını alabiliyorlar ve ne de kötüler, yaptıkları kötülüklerin hakkettirdiği cezalara tam olarak çarpılabiliyorlar. Çünkü sözünü ettiğimiz üstün irade herşeyin tam olarak yerini bulabilmesi için insanların yeniden dirilmesini planlamıştır. Demek ki, "ilk yaratılış" olgusu, "yeniden diriliş" olgusuna iki koldan delil sunmaktadır. Bundan dolayı bu olgu, burada "tekrar diriliş"ten önce gündeme getiriliyor.

Gerek ilk yaratılış aşamasında gerekse yeniden diriliş döneminde yüce Allah, dilediği kullarına varlık sunar, onları tatmin eder. Okuyoruz:

"İnsana zenginlik veren de, gözünü doyuran da O'dur."

Yüce Allah dünyada dilediği kullarına türlü alanlarda zenginlik bağışlar. Bu alanlar sayıca çoktur. Mal zenginliği olur, sağlık yeterliliği olur, evlat zenginliği olur, psikolojik zenginlik olur, düşünce zenginliği olur, yüce Allah'a bağlılık zenginliği olur ki, bu en emsalsiz hazinedir. Ayrıca O, ahirette de dilediği kullarına ahiret zenginliği bağışlar. Bunların yanısıra gerek dünya nimetlerinden yana gerekse ahiret mutluluğundan yana dilediği kullarının gözünü doyurur, onları tatmine erdirir.

Kullar yoksuldurlar, açtırlar. Ancak hazinelerinden alacakları paylar sayesinde zengin olurlar, doyuma kavuşabilirler. Zengin yapan ancak O'dur. Doyuma erdiren de sadece O'dur. Burada pratikte yaşanan bir gerçek aracılığı ile ve dünyada da ahirette de göz diktikleri bir ayrıcalık yolu ile kalplerine dokunuluyor. Amaç tek kaynağa yönelmelerini, dikkatlerini biricik dolu hazineye çevirmelerini sağlamaktır. Gerisi boştur, tamtakırdır. Devam ediyoruz:

"(Bazı müşriklerin taptıkları) "Şira" yıldızının Rabb'i de O'dur." "Şira" yıldızı güneşin yirmi kat ağırlığında, güneşten elli kat daha parlaktır; dünyamız ile arasındaki uzaklık, güneş ile aramızdaki uzaklığın bir milyon katıdır.

Araplar arasında bu "Şıra" yıldızına tapanlar vardı. Ayrıca kimileri de onu önemli olayların habercisi sayarak hareketlerini gözlüyorlardı. Kayan yıldıza andederek söze başlayan, yüceler alemine dönük yolculuktan sözeden, bunların yanısıra tek Allah inancını zihinlere yerleştirmeyi, asılsız ve tutarsız putperestlik inancını reddetmeyi amaç edinen bu surede yüce Allah'ın "Şıra" yıldızının Rabb'i olduğunun vurgulanması son derece anlamlıdır.

Bir yandan insanın iç dünyasının derinliklerine ve öbür yandan dış dünyanın çeşitli ufuklarına yönelik uzun gezi burada noktalanıyor. Arkasından helak edilmiş eski milletlere yönelik gezi başlıyor. Bu milletler de tıpkı müşrik araplar gibi kendilerine gelen uyarıcıları yalanlamışlardı. Bu gezide yüce Allah'ın gücüne, özgür dileğine ve bu gücün tek tek eski milletlere yansıyan belirtilerine dikkat çekiliyor.



50- Eski dönemlerde yaşamış Adoğullarını yokeden O'dur.

51- Semudoğullarının da. Kazıdı köklerini.

52- Daha önce de Nuh'un soydaşlarını yoketmişti. Çünkü onlar son derece zalim ve azgın kimselerdi.

53- Lût'un soydaşlarının yaşadıkları yöreleri alt-üst eden O'dur.

54- Buraları yerin dibine O geçirmiştir.

55- Ey insanoğlu, öyleyse Rabb'inin hangi nimetinden kuşku duyuyorsun?

56- Bu Peygamber de eski uyarıcıların bir halkasıdır:

57- Kıyamet günü iyice yaklaştı

58- Onun dehşetini Allah'tan başka hiç kimse başınızdan savamaz.

59- Bu Kur'an sizin tuhafınıza mı gidiyor?

60- Onu dinlerken ağlayacağınıza gülüyorsunuz, öyle mi? .

61- Gaflet içinde yüzüyorsunuz, değil mi?

62- Haydi, hemen Allah'a secde ediniz, O'na kulluk ediniz.

Bu ayetler bizi hızlı bir geziye çıkarıyor. Gezi her yok edilmiş eski ümmetin kalıntıları önünde verilen kısa molalardan oluşmuş, bilinci ürperten, çarpıcı dokunlar içermektedir.

Kur'an okuyucuları Adoğullarını, Semudoğullarını ve Nuh'un soydaşlarını çeşitli ayetlerin verdikleri bilgiler sayesinde yakından tanıyorlar. Ayetin orjinalinde "Mutefike" lâkabı ile anılan toplum ise Hz. Lût'un ümmetidir. İftiracı,uydurmacı ve sapık tutumları yüzünden bu lâkap ile anılıyorlar.

Yüce Allah'ın bu toplumları ve yaşadıkları yurtları derinliklere batırmış, toprağa gömmüş, ayetin deyimi ile "yerin dibine geçirmiştir." Bu ifade belirsizlik, korkunçluk ve ürkütücülük yansıtmaktadır. İfadenin sözcükleri arasında yok edilmenin, yerin dibini boylamanın, ağır gazaba çarpılmanın somut tablolarını nerede ise görür gibi oluyoruz. Dile getirilen ilahi gazap herşeyi kapsıyor, her yeri örtüyor ve belirsiz hale getiriyor. Son ayeti bir daha okuyoruz:

"Ey insanoğlu, öyleyse Rabb'inin hangi nimetinden kuşku duyuyorsun?" Demek oluyor ki, eski dönemlerde gerçekleşen bu toplu yoketmeler yüce Allah'ın insanlığa yönelik birer nimeti, birer lütfudur. Öyle ya, sözkonusu olaylarda aslında kötülük yok edilmemiş miydi? Doğruluğun balyozu altında eğriliğin beyni ezilmemiş, vücudu dağılmamış mıydı? Bu olaylar ibret alanlar ve olup bitenlerden ders çıkaracaklar için geride yararlanılacak belirtiler bırakmamışlar mıydı? Bütün bunlar birer nimet değil mi? O halde yüce Allah'ın hangi nimetini kuşku ile karşılıyorsunuz? Ayet herkese, her kalbe ve yüce Allah'ın uygulamalarını akıl süzgecinden geçirerek belalarda bile O'nun nimetini görebilen her kula sesleniyor.

Gerek insanın iç dünyasına ve gerekse dış dünyaya yansıyan ilahi iradenin görüntüleri gözden geçirildikten sonra gözlerimizin önüne serilen eski milletlere, peygamberlerini yalanlayan toplumlara ilişkin toplu yokediliş sahnelerinin külleri karşısında çınlayan müthiş ve tüyler ürpertici bir çığlıkla sarsılıyoruz. Bu son çığlık sanki büyük kıyametin eşiğinde kulak zarlarımızı titreten bir alarm çanıdır. Okuyoruz:

"Bu Peygamber de eski uyarıcıların bir halkasıdır.

Kıyamet günü iyice yaklaştı.

Onun dehşetini Allah'tan başka hiç kimse başınızdan savamaz."

Peygamber olup olmadığı hakkında kuşku duyduğunuz, uyarıcılık görevini onaylamak istemediğiniz bu Peygamber var ya? O eski uyarıcılar zincirinin bir halkasıdır; şu güne kadar o eski uyarıcıları birçok uyarıcılar izlemiştir. Dehşet dolu günün eşiğindesiniz. Ortalığı silip süpürecek olan korkunç bir afetin günü yaklaştı.

Sözü edilen felaket ve dehşet günü, ya bu Peygamberin sizi tehdit ettiği kıyamet günüdür ya da yüce Allah'tan başka hiç kimsenin türünü ve zamanını bilmediği bir azabın dehşetidir. Bu azabın dehşetinden sizi ancak yüce Allah kurtarırsa kurtarır. Ayetin deyimi ile "Onun dehşetini Allah'tan başka hiç kimse başınızdan savamaz."

Koyu tehlike yakınınızdayken ve aranızdaki iyi niyetli uyarıcı sizi kurtuluşa çağırırken sizler umursamazlık içinde yüzüyor, boş şeyler ile oyalanıyorsunuz, durumunuzu değerlendirmekten uzak duruyor, aklınızı başınıza getirmeye yanaşmıyorsunuz. Devam edelim:

"Bu Kur'an sizin tuhafınıza mı gidiyor?

Onu dinlerken ağlayacağınıza gülüyorsunuz, öyle mi?

Gaflet içinde yüzüyorsunuz, değil mi?"

Ayetteki orjinal deyimle "bu söz" yani Kur'an, son derece ciddi ve önemlidir İnsanların omuzlarına büyük görevler yüklediği gibi aynı zamanda kendilerini eksiksiz bir hayat sistemine iletiyor. Öyleyse onun nesini tuhaf görüyorlar, neresine gülüyorlar? Oysa onun yansıttığı katıksız ciddiyet, önerdiği büyük yükümlülükler ve insanları bekleyen, yeryüzündeki hayatlarına ilişkin hesaplaşma, bütün bunlar ağlanacak bir durumla karşı karşıya olduklarını gösterir, üstelik o hesaplaşmanın ötesinde daha nice korkunçluklarla ve sıkıntılarla yüzyüze geleceklerdir.

Bu noktada müşriklere gök gürlemesini andıran bir uyarı yöneltiliyor. Kulaklarını ve gönüllerini tırmalayan yüksek bir ses tonunun yankısı ile sarsılıyorlar. Uçurumun kenarında titreşen bu şaşkınları kendi insiyatifleri ile yapmaları gereken bir görevi yerine getirmeye çağırıyor. Okuyoruz:

"Haydi, hemen Allah'a secde ediniz, O'na kulluk ediniz.

Uzun bir hazırlama aşamasından sonra sure, işte bu kalpleri titreten, ürpertici ve akılları baştan alıcı bir çığlıkla noktalanıyor.

Bundan dolayı adamlar hemen secdeye kapandılar. Müşrik oldukları halde secdeye vardılar. Vahyi ve Kur'an'ı şüphe ile karşıladıkları, Allah ve Peygamber hakkında tartıştıkları halde secdeye yattılar.

Kalplerine ardarda inen bu müthiş darbelerin etkisi altında alınlarını yere koydular. Peygamberimiz bu sureyi okuyor. Dinleyiciler arasında müslümanlar da vardır, müşrikler de. Surenin sonunda Peygamberimiz secdeye kapanınca bütün müslüman ve müşrik dinleyicileri O'nunla birlikte secdeye varıyorlar. Kur'an'ın bu müthiş etkisine karşı koyamıyorlar, onun büyüleyici yaptırım gücü karşısında direnemiyorlar. Bir süre sonra kendilerine geldiklerinde anlaşılıyor ki, yaptıkları secdenin bilincinde değildirler. Tıpkı secde ederken ne yaptıklarının bilincinde olmadıkları gibi.

Değişik kanallardan gelen rivayetler bu olayı aktardıktan sonra bu şaşırtıcı gelişmeyi açıklama konusunda farklı görüşler öne sürüyorlar. Oysa olay aslında garip ve şaşırtıcı değildir. Sebep şu Kur'an'ın hayret verici etkisi ve gönüllere yönelik müthiş yaptırım gücüdür.

GARANİK OLAYI VEYA ŞEYTAN AYETLERİ

Değişik rivayet kanallarının bize aktardığı bu olay, yani müşriklerin müslümanlarla birlikte secde etmeleri olayı, uzun zaman kafamı kurcaladı. Onu bir türlü açıklayamıyor, tutarlı bir nedene bağlayamıyordum. Fakat daha sonra yaşadığım bir olay, bu olayın içimde meydana getirdiği duygusal deneyim ufkumu genişletti. Bu deneyim sayesinde artık sözkonusu olayı açıklayabilmiş, asıl sebebini açık bir biçimde görebilmiştim.

"Garanik Olayı" diye anılan bu olay hakkındaki uydurma rivayetleri daha önce okumuştum. İbn-i Saad, "Tabakat" adlı eserinde ve İbn-i Cerir lâberi, ünlü "'Tarih"inde bu rivayetleri aktardıkları gibi kimi tefsir bilginleri de aşağıdaki ayetleri açıklarken bu söylentilere yer vermişlerdir.

"Senden önce gönderdiğimiz bütün resuller ve nebiler birşey dilediklerinde şeytan, bu dileklerine mutlaka birtakım beşeri arzular karıştırırdı. Fakat Allah, şeytanın körüklediği bu arzuları her defasında giderek arkasından ayetlerini pekiştirirdi. Allah herşeyi bilir ve her yaptığı yerindedir.

Amaç şeytanın körüklediği bu arzular vesilesi ile kalpleri hasta olanları ve katı yüreklileri sınavdan geçirmektir. Hiç kuşkusuz zalimler gerçeğe son derece uzak düşen bir ayrılığa saplanmışlardır." (Hacc Suresi, 52-53)

Ünlü tefsir bilgini İbn-i Kesir, tefsirinde bu rivayetlerden sözederken "Bunların tümünün rivayet zincirlerinde kopukluk var, aralarında rivayet zincirinin halkaları tamam olanına rastlamadım" der.

Bu rivayetlerin en ayrıntılısı, hurafelere en az batmış olanı ve Peygamberimize yönelik en az iftiraya yer vereni İbn-i Hatem'in aktardığı şu rivayettir. İbn-i Hatem diyor ki: Musa b. Ebu Musa Kufî'nin, Muhammed b. İshak b. Şeybi, Muhammed b. Fuleyh ve Musa b. Akabe kanalı ile bize anlattığına göre İbn-i Şihab şöyle diyor:

"Necm suresi inmişti. O günlerde müşrikler şöyle diyorlardı: Eğer bu adam (yani Peygamberimiz) bizim tanrılarımız hakkında saygılı bir dil kullansa biz de onu ve arkadaşlarını anlayışla karşılardık. Fakat o bizim tanrılarımıza karşı, dininin öbür karşıtları olan yahudilere ve hristiyanlara karşı kullandığından daha sert ve kırıcı sözler kullanıyor.

Bu sıralarda müşriklerin Peygamberimize ve arkadaşlarına yönelik baskıları ve yalanlama girişimleri doruk noktasına ulaşmıştı. Peygamberimiz bu eziyetlerden bıkmıştı, adamların sapıklıkları O'nu üzüyor, bir an önce doğru yola gelmelerini temenni ediyordu. Necm suresi inip de "Lât ve uzza hakkındaki görüşünüz nedir? Ya bunların öbürü, üçüncüsü olan Menat hakkında ne düşünüyorsunuz?" ayetlerini okuyunca şeytan bu putların isimlerinin söylenişinden sonra araya girerek "Onlar kutsal kuğu kuşlarıdırlar. Kuşku yok ki, Allah katında onların aracılığı umulur." dedi. Bu sözleri şeytanın kendisi uydurmuştu, amacı zihinleri karıştırmaktı.

Bu iki cümle bütün Mekke müşriklerinin hoşuna gitmişti. Onları dilden dile aktarmaya koyulmuşlardı. Olaydan son derece memnun olmuşlar ve "Muhammed, eski dinine, atalarının inancına döndü" diyerek bu sevinçlerini dile getirmeye yönelmişlerdi.

Bu arada Peygamberimiz, surenin son ayetini okuyup da secdeye kapanınca müslüman ve müşrik bütün dinleyicileri de secdeye kapandı. Sadece çok yaşlı bir ihtiyar olan Velid b. Muğire secdeye varamamıştı. O da avucuna doldurduğu toprağı yukarı kaldırarak ona secde etmişti.

Her iki grup ta taraftarlarının Peygamberimiz ile birlikte secde etmelerine şaşırmışlardı. Müslümanlar ise müşriklerin inanmadıkları, ikna olmadıkları halde secde etmelerine anlam veremiyorlardı. Çünkü şeytanın kulaklarına fısıldamış olduğu sözkonusu cümleleri işitmemişlerdi. Müşrikler ise istediklerine ermişlerdi. Şeytan, Peygamberimizin dileklerine müdahale ederek araya bazı cümleler katmış ve müşriklere bu sözleri Peygamberin kendisinin surenin bir parçası gibi okuduğunu sandırmıştı. Bunun üzerine müşrikler putlarına saygı gösterisi olarak secde etmişlerdi.

Bu sözler kısa sürede halk arasına yayıldı. Şeytan bu yayılmayı körüklemiş, öyle ki, yankıları Habeşistan'a kadar uzanarak. oradaki müslümanların kulaklarına kadar varmıştı. Osman b. Maz'un ve arkadaşlarından oluşan müslüman göçmenler Mekkelilerin topluca müslüman olduklarını ve Peygamber ile birlikte namaz kıldıklarını işitmişlerdi. Velid b. Muğire'nin de avucuna doldurduğu toprağa secde ettiğini, müslümanların artık Mekke'de güven içinde yaşadıklarını haber almışlar, bu yüzden hemen Mekke'ye geri dönmüşlerdi.

Ama yüce Allah, şeytanın sözlerini silip atmış, ayetlerini sağlamlaştırmış ve bu aldatma girişiminden korumuştu. Bu amaçla "Senden önce gönderdiğimiz bütün resuller ve nebiler bir şey dilediklerinde şeytan bu dileklerine mutlaka birtakım beşeri arzular karıştırırdı:' diye başlayan ayetleri indirdi. (Hacc Suresi, 52-53) Yüce Allah bu konudaki kesin hükmünü açıklayıp şeytanın uydurmalarını silince müşrikler tekrar eski sapıklıklarına ve müslümanlara yönelik düşmanlıklarına döndüler. Hatta bu düşmanlığın dozajını daha da arttırdılar." İbn-i Hatem'in sözleri burada sona eriyor.

Bu konuda daha aşırı ve daha çok iftira dolu rivayetler de vardır. Bu rivayetler sözkonusu şeytan uydurması cümleleri Peygamberimizin araya kattığını ve bu işi -haşa- Kureyşli müşriklerin gönüllerini kazanmak, onları tavlamak amacı ile yaptığını ileri sürecek kadar ileri giderler.

Ben daha işin başından beri bu rivayetlere tümü ile karşı çıktım. Çünkü bu iki cümle Peygamberlerin yanılmazlığı ve Kur'an'ın uydurma ve tahrif girişimlerine karşı korunmuşluğu ilkeleri ile bağdaşmadıkları gibi surenin içeriğine de taban tabana ters düşüyorlardı. Sebebine gelince sure baştan sona kadar müşriklerin bu putlara ilişkin inançları ve onların çevresinde uydurulmuş masalları alaya alan ifadelerle dolu idi. O halde bu cümlelere surenin akışı içinde uygun bir yer bulmak asla mümkün değildi. Bu uyuşmazlık o kadar belirgindi ki, "Bu cümleleri şeytan sadece müşriklerin kulaklarına fısıldamıştı, müslümanların onlardan hiç haberleri olmamıştı" diyenlerin görüşleri bile inandırıcı olmaktan uzaktı. Çünkü Mekkeli müşrikler dillerinin ifade zevkini özümlemiş araplardı. Bu niteliklerini gözönünde tutarak şöyle düşünelim: Adamlar bu uydurma, bu şeytan tarafından araya sokuşturulmuş cümleleri işittikten sonra şu ayetleri dinlemiş olacaklardı:

"Demek erkekler sizin, dişiler Allah'ın, öyle mi?

Öyleyse bu haksız bir bölüştürmedir.

Aslında bunlar sizin ve atalarınızın uydurduğu kuru isimlerdir. Allah, onlara ilişkin hiçbir kanıt indirmemiştir."

"Ahirete inanmayanlar, meleklere dişi adları tapıyorlar. Oysa onların bu konuda hiçbir bilgileri yoktur. Sadece sanılarının peşinden gidiyorlar. Sanıları ise, gerçeğin kırıntısının bile yerini tutamaz."

"Göklerde nice melek var ki, Allah'ın dilediklerine ve hoşlandıklarına ilişkin izni olmadıkça şefaatleri hiçbir yarar sağlamaz."

Adamlar o uydurma cümlelerin arkasından bu ayetleri işitince Peygamberimizle birlikte secdeye varmazlardı. Çünkü bu gerçek ayetler sözkonusu şeytan fısıltıları ile, tanrılarına yönelik övgülerle ve onların Allah katında aracılık fonksiyonu üstleneceklerinin beklenmesi gerektiği yolundaki vurgulama ile asla bağdaşmaz. Zira Mekke müşrikleri bu rivayetleri uyduranlar kadar aptal değillerdi. Daha sonraları ya maksatlı olarak ya da bilmeyerek batılı oryantalistler o aptalca uydurmalara dört elle sarılmışlardır.

Durum böyle olunca gerek müşriklerin Peygamberimizle birlikte secde etmelerinin ve gerekse göçmen müslümanların Habeşistan'dan dönmelerinin ve bir süre sonra başka müslümanlarla birlikte oraya geri gitmelerinin başka sebepleri olmalıydı.

Göçmen müslümanların neden önce Habeşistan'dan döndüklerini ve bir süre sonra niçin başkaları ile birlikte tekrar oraya gittiklerini incelemenin yeri burası değildir.

Müşriklerin secde etmelerine gelince burada bu konu üzerinde durmamız gerekir.

Uzun bir süre bu secde olayına tutarlı bir sebep aradım. Arasıra böyle bir olayın olmadığını, sadece Habeşistan göçmenlerinin iki-üç ay sonra geri dönmelerini açıklamak için ileri sürüldüğünü düşünüyordum. Çünkü bu kısa süreli dönüşün mutlaka bir sebebi olmalıydı.

İşte bu tereddütlü günlerimden birinde yukarda sözünü ettiğim özel psikolojik deneyimi yaşadım. Kafamdaki tereddüt bulutlarını dağıtan olay şu oldu: Gecenin birinde idi. Birkaç arkadaş toplanmış, aramızda sohbet ediyorduk.

Derken bir ara kulağımıza Kur'an sesi geldi. Sesin kaynağı yakınımızda idi. Necm suresi okunuyordu. Konuşmayı keserek Kur'an'ı dinlemeye koyulduk. Okuyanın sesi etkileyici ve güzeldi. Kelimeleri tek tek ve çarpıcı bir ahenkle okuyordu.

Yavaş yavaş okunan ayetlerin ahengine ve içeriğine kapıldım. Peygamberimizin yüceler alemine yönelik yolculuğunu O'nun kalbi ile birlikte yaşadım. Cebrâil'i, Allah tarafından yaratıldığı asıl kılığı ile gördüğü sahneyi O'nunla birlikte yaşadım. Eğer insan düşünecek, hayal etmeye çalışacak olursa ne müthiş, ne çarpıcı bir olaydır bu! Peygamberimizle birlikte o yüce ve uyarıcı yolculuğu yaşadım. "En uçtaki ağacın (Sidret-ül Münteha'nın) yanında, "Me'va" cennetinin yanında O'nunla birlikte oldum. Hayal gücümün elverdiği, sezgimin kanat çırpabildiği, duygularımın ve algılarımın kaldırabildiği oranda O'nunla birlikte yaşadım. O'nun önderliğinde müşriklerin sapıklıklarını kavramaya çalıştım. O zavallıların meleklerin niteliklerine ilişkin masallarının, onları ilah sayan saplantılarının, onların erkek ya da dişi olduklarına yönelik kuruntularının ne kadar saçma olduğunu, bu iddiaların ilk okunuşta yıkılan oyuncak çocuk çadırlarına ne kadar benzediklerini gönlümün derinliklerinde hissettim.

"İnsan" denen varlığın topraktan yaratılışını ve analarının karnındaki "cenin"leri somutlaştıran sahnelerin önünde durdum. Yüce Allah'ın bilgisi bu olayları tek tek izliyor, onları kapsamı içinde tutuyordu. Surenin son kesitindeki ardışık dokunuşların etkisi altında bütün vücudum titremeye başladı. Bilgimize kapalı "gayb" alemini yüce Allah'tan başka hiç kimse göremiyordu. Kayda geçen "ameller'in hiç biri hesaplaşma ve ödül-ceza verme işlemi sırasında ihmal edilmiyor, gözden kaçırılmıyordu. Kulların üzerinden geçtikleri her yol sonunda yüce Allah'a varıp dayanıyordu. Ağlayanlar, gülenler, ölüler ve diriler yığın yığın karşımda duruyordu. Bir meni damlası içinde yüzen embriyo hücresi karanlıklar içinde yol bularak adım adım gelişiyor ve sonunda sırlarını ortaya koyarak ya erkek ya da "dişi" kimliğinde karşımıza çıkıyor. Yeniden diriliş. Eski toplumların toplu yokoluş sahneleri. Yerin dibine geçen "iftiracı sapıklar" ve onları her yönden kuşatan ilahi gazap!

Derken "son uyarıcının" "müthiş felaketin eşiğindeki şu çığlığına kulak verdim; "Kıyamet günü iyice yaklaştı.

Onun dehşetini Allah'tan başka hiç kimse başınızdan savamaz."

Arkasından son feryadın titreşimleri kulak zarlarıma çarptı ve bu müthiş "Bu Kur'an sizin tuhafınıza mı gidiyor? Onu dinlerken ağlayacağınıza, gülüyorsunuz, öyle mi? Gaflet içinde yüzüyorsunuz değil mi?" , darbe karşısında tiril tiril titredim

Bütün bunlardan sonra "Haydi, hemen Allah a secde ediniz, O'na kulluk ediniz: ' duyunca kalbimin titremesi gerçekten eklemlerime, kemiklerime geçti. Artık tüm vücudum gözle görülür biçimde zangır zangır titriyordu. Çok uğraşmama rağmen bunu önleyemiyordum. Ayrıca gözlerimden de sürekli yaşlar boşanıyordu, bunu da bütün gayretime rağmen durduramıyordum.

İşte o anda sözkonusu "secde olayı"nın doğru olduğunu ve bu olayın nedenini açıklamanın hiç de zor olmadığını anladım. Olayın sebebi şu Kur'an'ın çarpıcı etkisi ve surenin ayetlerinde yankılanan bu sarsıcı namelerin büyüleyiciliği idi. Necm suresini ilk kez okuyor ya da dinliyor değildim. Fakat bu defa üzerimdeki etkisi ve benim ona karşı reaksiyonum böyle oldu. Bu da Kur'an'ın bir başka esrarengiz özelliğidir. Önceden bilinmesi mümkün olmayan bazı uğurlu özel anlar vardır. Belirli bir ayet, ya da belirli bir sure bu anlarda bambaşka bir duyarlılıkla algılanır ve insan kalbi güç kaynağı arasında kontak kurulur; o zaman da olacak olanlar olur.

Anlaşılan Necm suresinin o günkü bütün dinleyicilerinin kalpleri böyle bir ana yakalandılar. Peygamberimiz bu sureyi tüm benliği ile okuyordu. Daha önce bizzat yaşadığı olayların bu defa somut sahnelerinde yaşıyordu. Surenin bütün potansiyel enerjisi Peygamberimizin sesinin dalgaları aracılığı ile dinleyicilerin sinir sistemine akıyor, onlar da "Haydi, hemen Allah'a secde ediniz, O'na kulluk ediniz:' buyruğunu işitir-işitmez titremeye tutuluyorlar. Sonra Peygamberimiz ile müslümanlar secdeye varınca kendilerini tutamayarak secdeye kapanıyorlar. ,

Denebilir ki; "Sen bu açıklamayı yaparken kendi başından geçen bir anı yüzyüze geldiğin bir psikolojik deneyimi ölçü olarak alıyorsun. Sen müslümansın. Bu Kur'an'a inanıyorsun. Onun senin ruhuna yönelik özel bir etkisi vardır. Oysa o adamlar müşrikti. İmanı da Kur'an'ı da reddediyorlardı: '

Fakat bu itirazı yapanlar şu iki önemli noktayı gözönünde tutmalı, hesaba katmalıdırlar:

1- O gün bu sureyi okuyan, Peygamberimizdi. O bu Kur'an'ı kaynağından doğrudan doğruya almış, onu iliklerine kadar yaşamıştı. Onu o kadar seviyordu ki, içinde Kur'an okunan dostunun evinin önünden geçerken adımları ağırlaşıyor, kapının önünde dikilerek okuma bitinceye kadar dinlemekten kendini alamıyordu. Üstelik bu sureyi okurken yüceler aleminde yaşamış olduğu anların, Cebrail ile birlikte onu asıl kılığında görerek geçirdiği dakikaların anısını tazeli-yordu. Oysa ben bu sureyi sıradan bir okuyucunun sesinden dinlemiştim. Bu iki pozisyon arasında büyük fark olduğu kuşkusuzdur.

2- Sözü edilen müşrikler, Peygamberimizi dinlerken ürpermekten ve titremekten kendilerini alamazlardı. Fakat yapmacık inatları onları dinlediklerini kabul etmekten alıkoyuyordu. Aşağıdaki iki olay onların kalplerinde doğan bu ürpermelerin tanığıdır:

İbn-i Asakir, azılı müşriklerden biri olan Utbe b. Ebu Leheb'in hayatını anlatırken şunları söyler: İbn-i İshak'ın Osman b. Urve, İbn-i Zübeyr ve İbn-i Zübeyr'in babası kanalı ile bize verdiği bilgiye göre Hennad b. Esved şöyle diyor: Ebu Leheb ile oğlu Utbe bir gün Şam'a gitmeye hazırlanmışlardı. Ben de onlarla birlikte gitmek üzere hazırlanmıştım. Ebu Leheb'in oğlu Utbe "Vallahi, Muhammed'e gideceğim ve O'na Rabb'i hakkında sataşacağım" dedi. Gerçekten Peygamberimizin yanına varıp "Ya Muhammed" diye söze girdi ve '' `Yüce ufuktayken sonra yaklaştı, yere doğru uzandı. Öyle ki, Peygamber ile araları iki yay aralığı ya da daha yakın oldu." (Necm Suresi, 7,9) ayetlerine inanmadığını belirtti. Peygamberimiz de ona "Ya Rabbi, bunun üzerine köpeklerinden birini sal" diye beddua etti.

Utbe Peygamberin yanından ayrılarak babasının yanına döndü. Babası "Oğlum, Muhammed'e ne dedin?" diye sordu. Utbe, söylediklerini aktardı. Babası "Peki, o sana ne dedi?" diye sorunca kendisine "Ya Rabbi, bunun üzerine köpeklerinden birini sal" diye beddua ettiğini anlattı. Bunun üzerine Ebu Leheb "Onun bedduasının seni tutmayacağından vallahi emin değilim" dedi.

Yola çıktık. Sudde'deki "Ebrah" denen yerde mola verince bir hristiyan Rahibinin manastırına vardık. Rahip bize "Ey araplar, burada ne işiniz var? Biz burada arslan gezdiririz. Sizin çayıra koyun saldığınız gibi" dedi. Ebu Leheb, Rahibe "Biliyorsunuz ben yaşlı bir adamım ve aramızda eskiden beri gelen bir dostluk var. Şu adam oğluma bir beddua yaptı da vallahi bedduası tutar diye korkuyorum" dedi. Sonra bize dönerek "Erzakınızı toplayıp manastıra taşıyın ve oğluma orada bir yatak serin ve kendi yataklarınızı da onun etrafına serin" dedi. Biz de dediği gibi yaptık. Bir ara arslan gelip yüzlerimizi kokladı. İstediğini bulamadığı için geri çekildi ve hemen erzaklarımızın üzerine atıldı. Arkasından Utbe'nin de yüzünü kokladı ve sert bir darbe ile başını dağıtıverdi. Bunun üzerine Ebu Leheb "Muhammed'in bedduasından yakasını kurtaramayacağını biliyordum" dedi.

Anlatılan bu ilk olayın kahramanı Ebu Leheb'dir. Bu adam Peygamberimizin en amansız düşmanıdır. O'nun aleyhinde düzenlenen her komplonun elebaşısıdır, kendisi de ailesi de Peygamberimize ellerinden gelen her kötülüğü yapmışlardır Bu yüzden Kur'an'da kendisine ve ailesine şöyle beddua edilmiştir; "Ebu Leheb'in elleri kurusun, yokolsun! Malı ve kazancı kendisine fayda vermez. O kızgın alevli ateşe yaslanacaktır. Eşi de boynunda bir ip olduğu halde ona odun taşıyacaktır." (Leheb Suresi) Fakat bu azılı düşmanlığına rağmen Peygamberimiz ve O'nun sözü hakkındaki gerçek düşüncesi budur. Görüldüğü gibi Peygamberimizin onun oğluna yönelik bedduası karşısında kalbi iliklerine kadar titremektedir!

Müşriklerin Peygamberimizin hakkında besledikleri gerçek duyguyu belgeleyen ikinci olay da şudur: Bu olayın kahramanı önde gelen müşriklerden biri o an Utbe b. Ebu Rebia'dır. Bir defasında Kureyşliler bu adamı Peygamberimize göndermişlerdi. Onunla pazarlık etmesini istemişlerdi. Bu pazarlığa göre Peygamberimiz Kureyş kabilesini ikiye bölen yeni dininden ve müşriklerin putlarını kötülemekten vazgeçmeyi kabul ettiği takdirde kendisine mal, mevki kadın, kısacası ne isterse verilecekti. Utbe teklifini açıkladıktan sonra Peygamberimiz kendisine "Ya Utbe söyleyeceklerin bitti mi?" diye sorar. Utbe "Evet bitti" der. Bunun üzerine Peygamberimiz "Öyleyse şimdi beni dinle" der. Utbe'nin "Peki söyle" demesi üzerine besmele çekerek "Fussilet" suresini okumaya başlar:

"Ha Mim. Bu, Rahman ve Rahim olan Allah tarafından indirilmiştir. Bilen bir toplum için ayetleri açıklanmış, arapça okunan bir kitaptır. Müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderilmiştir. Fakat çokları onu anlayıp, kabul etmekten yüz çevirmiştir. Onlar işitmezler: '

Surenin devamında sıra "Eğer yüz çevirirlerse de ki; `Ben sizi Ad ve Semudoğullarının başlarına gelen yıldırıma benzer bir yıldırım tehlikesine karşı uyardım" gelince Utbe, büyük bir korku içinde yerinden fırlayarak eli ile Peygamberimizin ağzını kapattı ve "aramızdaki akrabalığın hatırı için seni susmaya çağırıyorum" dedi. Biraz sonra Kureyşlilerin yanına vararak olup bitenleri anlattıktan sonra sözlerini şu değerlendirme ile bağladı "Muhammed birşey söyleyince yalan söylemeyeceğini biliyordum. Bu yüzden başınıza bir azap, bir bela geleceğinden korktum." (Bu olay değişik rivayetlerden özetlenerek aktarılmıştır)

İşte müslüman olmayan bir adamın Peygamberimize yönelik gerçek duyguları. Bu duyguların ürperme içerdiği açıktır. İnadının ve kof gururunun baskısı altında kalan etkilenmişliği meydandadır.

İşte bu gibi insanlar peygamberimizin sesinden dinlediklerinde kalplerinin en duyarlı anını yaşamaları, bu yüzden işittikleri sözlere karşı koyamayarak kendilerini Kur'an'ın çarpıcı etkisine kaptırmaları ve bunun sonucunda secdeye kapanan müslümanlarla birlikte secdeye varmaları son derece akla yakın bir ihtimaldir. Yoksa bu davranışın sebebi ne "garanik" olayı ve ne de uydurma rivayetlerin ileri sürdüğü başka bir gerçektir.