22 Haziran 2007 Cuma

HUCURAT SÜRESİ(MEVDUDİ)

Adı: Sure adını, dördüncü ayetinden almıştır.

Nüzul Zamanı: Surenin, muhtelif zamanlarda nazil olan fakat konu beraberliği ve benzerliği bakımından biraraya toplanmış olan ilahi emir ve hükümleri içine aldığı, hem rivayetlerden, hem de surenin konularından anlaşılmaktadır. Bununla birlikte surenin içindeki emir ve hükümlerin Medine döneminin son zamanlarında nazil olduğu de belli olmaktadır. Mesela 4. ayetle ilgili olarak bütün müfessirler; "Temim kabilesinden gelen heyetin adamlarının, Peygamberimizin mübarek hanımlarının bulunduğu odaların arkasından Peygamberimizi yüksek sesle çağırmaları üzerine nazil olmuştur", demektedirler. Bütün siyer ve İslam tarihi kitapları da bu heyetin gelişini H.9. sene olarak haber vermektedirler. Ve yine surenin 6. ayetinde; Peygamberimiz tarafından zekatlarını toplamak üzere Mustalik oğullarına gönderilen Velid b. Ukbe hakkında indiği birçok hadis rivayetlerinden anlaşılmaktadır. Velid b. Ukbe'nin de Mekke'nin fethi olayında müslüman olduğu kesin olarak bilinmektedir.

Konu: Surenin konusu; müslümanlara iman sahiplerinin şanına ve adına layık olan edep ve terbiyenin öğretilmesidir. İlk beş ayette; müslümanların Allah ve Peygamberi hakkında gözönünde bulundurmaları gereken edep ve saygı anlatılmaktadır.

Daha sonra her haberin araştırılması, gerçek olup olmadığının soruşturulması, bu yapılmadan harekete geçilmesinin uygun olmayacağı ihtar edilmekte, bir kişi, millet veya kabile hakkında bir haber alınmış ise haber kaynağının sağlam olup delilleriyle incelenmesi gerektiğinin, haber kaynağı olan kişi güvenilir değilse, harekete geçmeden önce haberin kendisinin doğru olup olmadığının iyice incelenmesi gerektiği tavsiye edilmektedir.

Daha sonra, müslümanlardan iki grubun savaşması halinde diğer müslümanların bu konuda tutumlarının nasıl olması gerektiği açıklanmaktadır. Arkasından sosyal hayatı berbat eden ve müslümanlar arasındaki ilişkileri bozup zedeleyen kötülüklerden müslümanların sakınması gerektiğini ısrarla ve te'kitle vurgulayan emirler buyurulmaktadır.

Bir kişiyle alay etmenin, birbirini kötülemenin, birbirine kötü lakablar takmanın, kötü zanlarda bulunmanın, başkalarının durumunu ve hayatlarının gizli yönlerini araştırıp soruşturmanın, insanları arkasından çekiştirmenin -ki bunlar bizatihi günah olan ve toplum düzenini bozan şeylerdir- haram olduğunu teker teker sayarak belirtmektedir.

Bunun ardından; bütün insanlığı felakete sürükleyen, dünya çapında huzursuzluğa sebep olan ırk ve soy imtiyazlarına darbe indirmekte; millet, kabile ve ailelerin şan ve şöhretleriyle öğünmeleri, başkalarını kendilerinden aşağıda görmeleri, kendi üstünlüklerini devam ettirebilmek için diğerlerini çiğnemeleri, dünyayı zulüm ve haksızlıkla dolduran ana sebepler olarak zikrediliyor.

Allah Teala küçücük bir ayette bütün insanların bir tek asıldan yaratıldığını, millet ve kabilelere ayrılmalarının övünmeleri için değil tanınmaları için olduğunu bildirerek ırkçılık pisliğinin kökünü kazımıştır. İnsanın insana ahlak değerleri (takva) dışında bir üstünlüğünün olamayacağını, aksi bir iddianın sağlam bir temeli olmayacağını insan mantığına yerleştirmiştir.

Ve nihayet insanlığa, önemli olanın iman davasının dilde olmayıp, kalblerinde Allah ve Rasûlü'ne sağlam bir iman taşıyarak, ameli olarak Allah'ın emirlerini uygulamaya devam etmek, ihlas ve samimiyetle Allah yolunda canla, malla mücadele etmek olduğu bildirilmekte ve hakiki mü'minlerin bu yolu seçenler olduğu anlatılmaktadır.

Kalble tasdik etmeyip sadece dilleriyle müslüman olduklarını iddia eden, bundan sonra sanki müslüman olmakla başkalarına iyilik yapıp, minnet altında bırakmış gibi davranan insanlara gelince; bu insanlar dünya hayatında müslüman sayılabilir ve toplum düzeni içinde kendilerine müslamanca davranılabilir. Fakat Allah katında onlar asla müslüman değillerdir.

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1 Ey iman edenler, Allah'ın Rasulü'nün huzurunda öne geçmeyin1 ve Allah'tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah, işitendir, bilendir.2

2 Ey iman edenler, seslerinizi peygamberin sesi üstünde yükseltmeyin ve birbirinize bağırdığınız gibi,3 ona sözle bağırıp-söylemeyin; yoksa siz şuurunda değilken, amelleriniz boşa çıkar-gider.4

3 Şüphesiz, peygamberin yanında seslerini alçak tutmakta olanlar; işte onlar (var ya), Allah onların kalplerini takva için imtihan etmiştir.5 Onlar için bir mağfiret ve büyük bir ecir vardır.

AÇIKLAMA

1. Allah'ı Rabbi ve Allah'ın Peygamberi'ni rehberi ve doğru yolu gösterici olarak kabul eden kişi, bu inancında doğru ve samimi ise Allah'ın ve Rasulü'nün bir buyruğu olup olmadığını, varsa ne olduğunu araştırıp öğrenmeden kendi kendine fikirler ve görüşler ortaya süremez. Bu, imanın ilk ve temel şartıdır. Bu bakımdan ikaz olarak buyrulmaktadır ki, Ey iman edenler! Allah'ın ve Rasülü'nün önüne geçmeyiniz, yani onların önüne geçerek yürümeyiniz, arkadan yürüyünüz, öne geçen olmayınız, peşisıra giden olunuz.

Bu buyruğun kendi hükmü içinde, Ahzab Suresi'nin 36. ayetinde, daha ileri düzeyde bir yaklaşımı vardır. Orada (Ahzab Suresi'nde): "Allah ve Rasülü'nün hüküm koyduğu konularda hiçbir müslümana kendi kendine karar verme yetkisi bırakılmamıştır," manasında bir hüküm vardır.

Burada da (Hucurat Suresi'nde): "İman edenlerin muamelat ve hareketlerinde önden giderek kendiliğinden kararlar almaması, ilk önce Allah'ın Kitabı ve Peygamberin Sünneti'nde bu konularda ne gibi emirler buyrulduğunun araştırılması gerektiği" şeklinde bir ihtar vardır. Ayrıca bu durum müslümanların sadece şahsi işlerine münhasır kılınmamıştır. Bilakis onların her çeşit sosyal ilişkilerine de şamil olmaktadır. Aslında bu, İslam anayasasının temel maddesidir ve İslam devleti, onun adalet mekanizması ve meclisi de bu hükme uymak zorundadır. Bu hükmün dışında ve karşısında serbest bir karar alınamaz.

Müsned-i Ahmed, Ebu Davud, Tirmizi ve İbn Mace tarafından da şu hadis, sahih isnadlarla rivayet edilmiştir: "Peygamber (s.a), Hz. Muaz b. Cebel'i Yemen'e vali olarak gönderirken ona şöyle sormuştur: "Ey Muaz! Neye göre hüküm vereceksin?" Muaz: "Allah'ın Kitabı'na göre" diye cevapladı. Hz. Peygamber (s.a) "Allah'ın Kitabı'nda herhangi bir konuda hüküm bulamazsan neye müracat edeceksin?" diye sordu. Muaz: "Allah'ın Rasulü'nün Sünneti'ne müracaat ederim" dedi. Hz. Peygamber (s.a): "Onda da bulamazsan?" diye sordu. Muaz: "O zaman ben kendim içtihad ederim," dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.) onun göğsüne elini koyarak: "Peygamber'in temsilcisine Peygamber'in sevdiği yolu benimseten Allah'a hamd olsun," diye buyurdu. Allah'ın Kitabı'nı ve Peygamberin Sünneti'ni kendi karar ve kanaatlerinin üstünde tutmak, daha doğru karar verebilmek için herşeyden önce onlara müracaat etmek, bir müslüman yargıç ile müslüman olmayan yargıç arasındaki ayırıcı farktır.

Bunun gibi kanun koyma konusunda da ilk kaynağın Allah'ın Kitabı, daha sonra da Allah'ın Rasulü'nün Sünneti olduğu konusunda ittifak edilmiştir. Bu ikisine karşı veya bunlarla ilgisiz bir kararda bütün ümmetin icma'ı olsa bile alınan karar geçerli (meşru) değildir. Kaldı ki ümmetin fertlerinin kıyas ve içtihadı tek başına ne değer taşıyabilir?

2. Yani eğer Allah ve Peygamberini önemsemeyip kendi kendinize hüküm verir ve rastgele görüşlerinizi, Allah'ın ve Peygamberi'nin emirlerinin üstünde tutarsanız biliniz ki bütün sözlerinizi duyan ve niyetlerinizi bilen Allah'la karşılaşacaksınız.

3. Bu, Peygamber'in (s.a) meclisinde oturanlara ve onun emrinde ve hizmetinde bulunanlara verilen bir terbiyevi davranış şeklidir.

Bu ayetin iniş sebebi de, Peygamber'le (s.a) ilişkide bulunan ve onunla sohbet edenlere, (ona) hürmet etme konusunda son derece dikkat etmelerinin gerektiğini anlatmak içindir. Hiç kimsenin sesi o yüce Peygamber'inkinden daha yüksek ve fazla olmamalıdır. Peygamberimizle konuşurken rastgele birisiyle veya kendi seviyelerindeki biriyle konuşulmadığı unutulmamalıdır. Allah'ın Rasulü ile konuşuyorlar; bu bakımdan rastgele bir insanla konuşma ile Peygamber'le konuşma arasında fark olmalı ve hiçkimse onun seviyesinden daha yüksek bir sesle konuşmamalıdır. Her ne kadar bu edep ve terbiye Hz. Peygamber'in (s.a.) devrinde bulunan insanlara Peygamber'le nasıl konuşacakları öğretilmişse de, daha sonra gelen insanlar da Hz. Peygamber'in (s.a.) mübarek adı anılınca veya onun bir buyruğu anlatıldığında yahut hadisleri okunduğunda aynı edebi göstermelidir. Bununla birlikte bu ayette imalı olarak: İnsanların, kendilerinden büyük kişilerle konuşurken nasıl hareket etmeleri gerektiği de açıklanmaktadır.

Bir kişinin hürmete layık, manevi değerlere sahip büyük zatların önünde kendi arkadaşları veya sıradan insanlara davrandığı gibi davranmaması gerekir.

4. Bu ayetten, Hz. Peygamber'in (s.a) konumunun ne kadar mühim ve yüce olduğu anlaşılmaktadır. Makamı ne kadar yüce olursa olsun, Hz. Peyamber'in (s.a) dışında bir kimseye yapılan hürmetsizlik, Allah indinde "küfür" olarak tavsif edilmez. Böyle bir davranış en fazla bir kabalık, bir saygısızlık addedilir. Fakat Hz. Peygamber'e karşı yapılan bir saygısızlık, kişinin ömrü boyunca yaptığı hayırlı amelleri zayi edecek kadar büyük bir günahtır. Çünkü Hz. Peygamber'e (s.a) gösterilecek hürmet, onu Peygamber olarak gönderen Allah'a hürmet etmek, yine ona hürmette kusur etmek Allah'a hürmette kusur etmek demektir.

5. Yani, onlar Allah'ın kendilerine tabi tuttuğu imtihanı başarıyla geçmişler ve böylelikle kalplerinde Allah korkusu bulunduğunu, Allah'a ve Rasulü'ne karşı saygıyla dolu bir kalbe sahip olduklarını açıkça ispatlamışlardır. Böylece Hz. Peygamber'e sevgi ve saygı duymaktan yoksun bir kalbin takvadan da yoksun olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla Hz. Peygamber'in (s.a.) huzurunda bir kimsenin sesini yükseltmesi, sadece zahiren bir kabalık olarak değil, aynı zamanda bu, o kimsenin kalbinde takva bulunmadığının bir göstergesi olarak da anlaşılır.

4 Şüphesiz, hücrelerin ardından sana seslenenler de (var ya), onların çoğu aklını kullanmıyorlar.

5 Eğer gerçekten onlar, yanlarına çıkıncaya kadar sabretmiş olsalardı, herhalde (bu,) kendileri için daha hayırlı olurdu.6 Allah, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.7

6 Ey iman edenler, eğer bir fasık, size bir haberle gelirse, onu 'etraflıca araştırın.' Yoksa cehalet-sonucu, bir kavme kötülükte bulunursunuz da, sonra işlediklerinize pişman olursunuz.8

7 Ve bilin ki Allah'ın Rasulü içinizdedir. Eğer o, size birçok işlerde uysaydı, elbette sıkıntıya düşerdiniz.9 Ancak Allah, size imanı sevdirdi, onu kalplerinizde süsleyip-çekici kıldı ve size küfrü, fıskı ve isyanı çirkin gösterdi. İşte onlar, doğru yolu bulmuş (irşad) olanlardır.10

8 Allah'tan bir fazl (bir ihsan ve lütuf) ve bir nimet olarak. Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.11

AÇIKLAMA

6. Hz. Peygamber'in (s.a.) sohbetlerinden terbiye almış zatlar, Hz. Peygamber'in (s.a.) günlük programına göre hareket ederlerdi. Çünkü onlar Hz. Peygamber'in (s.a.) İslam daveti yolunda oldukça yoğun bir hayat sürdürdüğünün ve bu yoğunluğun çok yorucu olması nedeniyle, onun da dinlenmeye ihtiyaç duyacağının, ev halkına da zaman ayırmak zorunda olacağının bilincindeydiler. Bu bakımdan, o kimseler Hz. Peygamber (s.a.) ile görüşmeye geldiklerinde dışarıda beklerler, acil bir mesele olmadıkça onu rahatsız etmezlerdi. Ancak Medeni olmayan Arap toplumunda henüz böyle bir terbiyeden yoksun olan birçok kimse, Hz. Peygamber'le görüşmeye geldiklerinde, davet ve halkı ıslah ile uğraşan Rasul'ün (s.a), dinlenmeye ihtiyacı olup olmadığını düşünmeksizin, sürekli kendileriyle ilgilenmesini ister ve gece gündüz demeden onu rahatsız ederlerdi. Bunlar genellikle Arabistan'ın civarından gelen bedevilerdi. Bu bedeviler, Hz. Peygamber (s.a.) ile görüşmeye geldiklerinde, ona hizmetçisi ile haber göndermeden, zevcelerinin odalarının önünde dikilir ve oradan Hz. Peygamber'e bağırırlardı. Bu tür olaylarla ilgili olarak sahabilerden bir çok hadis rivayet edilir. Gerçekten de Hz. Peygamber (s.a.) bu tür davranışlardan müthiş derecede rahatsız olmasına rağmen, halim tabiatı dolayısıyla bir şey diyemiyordu. Fakat en sonunda Allah Teala müdahale edip, Hz. Peygamber (s.a.) gelene kadar kendisini dışarda beklemelerini emrederek bu kaba hareketleri konusunda o kimselere yol göstermiştir.

7. Yani, "Şimdiye kadar ne olmuşsa olmuş, lakin bir daha böyle hareket etmeyin ki, Rahim ve Kerim olan Allah, Hz. Peygamber'i rahatsız ederek işlemiş bulunduğunuz geçmiş günahlarınızı affetsin."

8. Bir çok müfessir bu ayetin Velid bin Ukbe bin Ebi Muayt hakkında nazil olduğunu beyan etmiştir. Hadise şöyle cereyan eder: Hz. Peygamber (s.a), Benu Mustalik kabilesi İslam'ı kabul ettikten sonra, zekat tahsil etmesi için Velid bin Ukbe'yi onlara gönderir. Velid oraya gider, ama onlardan korktuğu için geri dönerek, Hz. Peygamber'e onların zekat vermeyi reddettiklerini ve kendisini öldürmeye kalkıştıklarını söyler. Bu haberi duyan Hz. Peygamber (s.a.) öfkelenir ve onları cezalandırmak amacıyla bir ordu göndermeye niyetlenir. Bazı rivayetler bu ordunun, onlara saldırmak için harekete geçtiğini, bazı rivayetler ise sadece harekete hazır olduğunu bildirmektedirler.

Fakat tam bu esnada, Benu Mustalık'ın reisi Haris bin Dırar'ın (Ummu'l-Mü'minun Hz. Cüveyriye'nin babasıdır) yanında bir heyetle Hz. Peygamber'e geldiği ve, "Allah'a yemin ederiz ki, değil zekat vermeyi reddedip onu öldürmeye kalkışmak, biz Velid'i görmedik bile. Biz iman üzerindeyiz ve zekat vermeye de hazırız." dediği ve bunun üzerine sözkonusu ayetin nazil olduğu hususunda görüş birliği vardır. (Bazı kelime farklılıklarıyla bu hadiseyi, İmam Ahmed, İbn Ebi Hatim, Taberani ve İbn Cerir; İbn Abbas, Haris bin Dırar, Mücahid, Katade, Abdurrahman bin ebi Leyla, Yezid bin Ruman, Dahhak ve Mukatil bin Hayyan'dan nakletmişlerdir. Hz. Ümmü Seleme rivayetinde tüm hadise aynen nakledilmiş olmasına rağmen, Velid'in adı açıklanmamıştır.)

Nazik bir dönemde, böylesine asılsız bir habere dayanılarak büyük bir faciaya yol açılabilirdi. Bu bakımdan Allah Teala, önemli bir konuda getirilen bir habere hemen güvenmemelerini, haberi getiren şahsın itimada layık olup olmadığını araştırmalarını, bu şahsın fasık ve zahiren itimada layık bir kişi olmadığı anlaşılırsa, getirdiği haber doğrultusunda harekete geçmeden önce haberin doğruluğunu tahkik etmelerini müslümanlara bir ilke olarak vazetmiştir. Bu ilahi emirden, geniş bir sahayı kapsayan oldukça önemli bir şer'i ilke ortaya çıkmaktadır. Bu ilke ışığında, bir İslam devletinin, güvenilir olmayan bir kimsenin getirdiği bir habere dayanarak bir şahıs, bir grup veya bir millete savaş açmasının caiz olmadığı anlaşılmaktadır. Bu ilkeye dayalı olarak muhaddisler, Hz. Peygamber'den hadis rivayet eden kimselerin tercüme-i hallerini tahkik etmek amacıyla Cerh ve Tadil ilmini geliştirmişlerdir. Çünkü, rivayet edilen bu hadisler daha sonraki nesillere tesir edecektir. Yine İslam hukukçuları bu ilkeye dayanarak şahitlik müessesesinden şer'i hükümlere bağlı meselelerde veyahut bir şahsın hakkı, hukuku konusunda fasık bir kimsenin şahitliğini kabul etmemişlerdir. Ancak alimler arasında, günlük-sıradan her haber ve haber veren kişi hakkında araştırma yapılmasına gerek olmadığı konusunda görüş birliği vardır. Çünkü ayette "Nebe" kelimesi kullanılmıştır. "Nebe"; her haber için değil, sadece önemli habere atfen kullanılır. Bu bakımdan fakihlere göre, günlük meselelerde araştırma yapmak şart değildir. Sözgelimi, ziyaretine gittiği kimsenin evine girmek için izin istediğinde, kendisine "buyurun" denilen kimse, eve girmeden önce, "buyurun" diyen kimsenin gerçek ev sahibi ya da fasık olup olmadığını araştırması gerekmez.

Bunun yanısıra alimler, inancı bakımından fasık olan ve fakat yalan söylemeyen, kötü bir ahlaka sahip olmayan kimselerin şahitliklerinin geçerli olduğu, böyle kimselerin akidevi bozukluklarının rivayet ve şahitliklerini kabule mani olmadığı hususunda görüş birliği içindedirler.

9.Bir çok müfessir, siyak ve sibaktan da anlaşıldığı gibi, Hz. Peygamber'in (s.a.) Benu Mustalık hakkında Velid'in haberine dayanarak onların üzerine orduyu gönderme konusunda mütereddit davrandığı görüşündedir. Ordu gönderme konusunda ısrar eden kimseler şu şekilde uyarılmışlardır: "Sizler Allah'ın elçisinin aranızda bulunduğunu, hakkınızda en hayırlı olana onun karar vereceğini unutuyorsunuz. Hz. Peygamber'in (s.a.) sizlerin görüşüne göre hareket etmesi hususundaki ısrarınız uygun değildir ve bu davranışınız yersiz bir cesaret göstergesidir. Şayet Hz. Peygamber (s.a.) sizin görüşlerinize göre hareket edecek olursa, birçok hatalar yapar ve bunun sorumlusu da sizler olursunuz."

10. Bu ifadeden anlaşıldığına göre tüm müslümanlar bu hataya düşmemişler, sadece bazı kimseler bu görüşü öne sürmüşlerdir. İslam toplumunun doğru yol üzerinde kalması, onlara imanı sevdirip, küfr, fısk ve isyan yolundan kendilerini nefret ettirmesi Allah'ın bir lütuf ve ihsanıdır. Bu ayetin iki bölümü, iki ayrı gruba seslenmektedir. "Şayet o (Peygamber) size bir çok işlerde uysaydı (...)" biçimindeki ifade tüm müslümanlara hitaben kullanılmamıştır. Tam aksine bunlar, Hz. Peygamber'den Benu Mustalık'a ordu göndermesini isteyen sahabelerdir. "Fakat Allah size imanı sevdirdi (...)" biçimindeki ifade ise umumidir. Bu ifadeyle, kendi görüşleri üzerinde ısrar ederek Hz. Peygamber'e karşı gelmeyen, imanın gereği icabı ona güvenip itaat eden sahabelere seslenilmektedir. Bu, kendi görüşleri üzerinde ısrar eden sahabenin mü'min olmadığı anlamına gelmez. Burada sadeceb bu sahabilerin bir hata yaptıkları anlaşılmaktadır. Onlar, Hz. Peygamber (s.a.) henüz aralarında bulunuyor olmasına rağmen, kendi görüşleri üzerinde ısrar etmiş ve bunun üzerine Allah Teala yaptıkları hataya değinerek, sonuçları bakımından onları uyarmıştır: "İmanın gereği, diğer sahabiler gibi Hz. Peygamber'e güvenmek ve onun görüşüne tabi olmaktır."

11. Yani Allah'ın bu lütuf ve ihsanı bir tesadüfün değil, bir hikmetin sonucudur ve sadece layık olanlara verilir.

9 Mü'minlerden iki topluluk çarpışacak olursa,12 aralarını bulup-düzeltin.13 Şayet biri diğerine haksızlıkla-tecavüzde bulunacak olursa, artık, haksızlıkla-tecavüzde bulunanla, Allah'ın emrine dönünceye kadar14 savaşın;15 eğer sonunda (Allah'ın emrini kabul edip) dönerse, bu durumda adaletle aralarını bulun ve (her konuda) adil davranın.16 Şüphesiz Allah, adil olanları sever.17

10 Mü'minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulup-düzeltin 18ve Allah'tan korkup-sakının; umulur ki esirgenirsiniz.

AÇIKLAMA

12. Burada, müslümanlardan iki taife "vuruştuklarında" değil, "vuruşurlarsa eğer" denilmiştir. Bu ifade biçiminden müslümanlar arasında bir savaşın çıkmasının, müslümanların birbirine düşmelerinin tabii ve olağan olmadığı anlaşılmaktadır. Fakat böyle bir olay vukubulursa eğer, bu konuda nasıl bir tavır alınacağı ortaya konulmaktadır. Ayrıca ayette "Fırka" yerine "Taife" kelimesi kullanılmaktadır. Arapça'da "Fırka" kelimesi büyük bir kitleyi tanıtmak için, "Taife" kelimesi ise, küçük bir topluluğu tarif etmek için kullanılır. Bu kullanımdan, Allah nezdinde müslümanların aralarında büyük kitleler halinde çarpışmalarının hoş karşılanmayacağı ve bunun çok çirkin bir olay olduğu anlaşılmaktadır.

13. Bu emrin muhatabı, vuruşan iki grubun dışındaki, bu iki grubu barıştırma imkanına sahip tüm müslümanlardır. Diğer bir ifadeyle, Allah katında, müslümanların içlerinde vuruşan iki grubu öylece seyretmeleri hoş görülmez.

Bu üzücü hadisenin meydana gelmesi halinde, tüm müslümanlar bu olayın ızdırabını içlerinde duymalı ve onların aralarını bulmak için gayret göstermelidirler. Savaşan muhalif gruplara Allah'tan korkmalarını telkin etmeli ve tarafların ileri gelenleriyle irtibat kurarak, savaşın sebeplerini araştırmalı, her türlü gayreti göstererek onları barıştırmaya çalışmalıdırlar.

14. Yani müslümanlara, kendisine saldırılan tarafa saldırmak veya saldırılan, mazlum olan tarafı kendi haline bırakmak ya da saldıran tarafı desteklemek yakışmaz. Şayet tarafları barıştırmak mümkün olmuyorsa, o takdirde haklının ve haksızın kim olduğu araştırılmalıdır. Sonra da hak üzerinde olana yardım edilip, zulmeden tarafa engel olunmalıdır. Çünkü bu, Allah'ın bir olması dolayısıyla vaciptir ve bu gaye uğruna savaşmak cihad kategorisine girer. Ancak bu Hz. Peygamber'in (s.a.) işaret ettiği "Ayaktakinin yürüyenden, oturanın ayaktakinden hayırlı olduğu" bir fitne bölümüne girmez. Çünkü Hz. Peygamber'in (s.a.) işaret ettiği fitne ile müslümanların asabiyyet ve cahiliyye davası için veya dünya menfaatleri uğruna savaştıkları ve her iki tarafın da haksız olduğu bir durum kastolunmaktadır. Oysa haklı olana yardım edip, mütecaviz tarafa karşı savaşmak bu tür bir fitne tanımına uymaz. Tam aksine böyle davranmak, Allah'ın emrine uymak demektir ve tüm İslam hukukçuları bu müdahalenin vacip olduğunda görüş birliği içindedirler, sahabe arasında da bu konuda ihtilaf yoktur. (Ahkamu'l Kur'an, Cassas) Hatta bazı alimler bu müdahalenin cihadtan efdal olduğuna karar vermişlerdir. Bu alimlerin delili, Hz. Ali'nin kendi hilafet döneminde kafirlere karşı değil, asilere karşı cihad etmiş olmasıdır. (Ruhu'l-Meani) Bu vucubiyete, Hz. Ali'nin savaşlarına İbn Ömer ve bazı sahabelerin iştirak etmediklerini ileri sürerek karşı çıkan bazı kimseler yanılmaktadırlar ve bu, sıhhatli bir delil değildir. Çünkü İbn Ömer şöyle demiştir: "Allah'ın bu ayeti gereğince asilere karşı savaşmadığım hususunda olduğu kadar hiçbir şey kalbimde beni endişeye sevketmemiştir." (Müstedrek, Hakim)

Mütecaviz gruba karşı savaşmak, sadece onlarla silahlı savaşmak ve onları öldürmek anlamına gelmez. Asıl tecavüze mani olabilmek maksadıyla ne az ne de çok, gereği kadar kuvvet kullanmak kastolunmaktadır.

Bu emrin muhatabı, bu zulmü ortadan kaldırabilme imkanına sahip her müslümandır.

15. Bu ifadeden de anlaşıldığı gibi müdahale emri, asi ve başkaldıran gruba bir ceza değildir. İstenilen onların saldırılarının engellenerek, Allah'ın Kitabı'na ve Hz. Peygamber'in (s.a.) Sünneti'ne göre hak olanı kabul etmek ve saldırıdan vazgeçmektir.

Asi olan grup bu emre uymayı kabul ettiği takdirde, onlara karşı kuvvet kullanmaktan vazgeçmek gerekir. Çünkü savaşın gerçek amacı ve nihai hedefi budur. Artık bundan sonra hududu çiğneyip onlara zulmetmek doğru olmaz. Yapılması gereken, Allah'ın Kitabı ve Hz. Peygamber'in (s.a.) Sünneti ışığında sözkonusu ihtilafın nedenlerini araştırmak ve haksızın kim olduğuna yetkililerce karar vermektir.

16. Burada, sadece iki tarafı barıştırmak emredilmemiş, onların hak ve adaletle barıştırılması gerektiği de vurgulanmıştır. Bu bakımdan haklı ve haksız dikkate alınmaksızın savaşın durdurulmasının Allah nezdinde bir değer taşımayacağı ortadadır. Ayrıca, haklı olan tarafa baskı yaparak, haksız olan diğer tarafın yanında yer alıp, iki grubu barıştırmaya kalkışmak doğru değildir. Çünkü gerçek barış ancak hak ve adalete dayanan barıştır. Aksi takdirde fesad sürer, mütecaviz tarafın cesareti artar. Sonuçta da bu fesadın illeti kalkmamış olacağından, fesad daha da çoğalır ve tekrar tekrar gün yüzüne çıkar.

17. Bu ayet, müslümanlar arasında vukubulması muhtemel bir savaş hakkındaki kanunların kaynağıdır. İleride zikredeceğimiz bir hadis dışında, bu konunun izahı Hz. Peygamber'in (s.a.) Sünneti'nde bulunmamaktadır. Çünkü Hz. Peygamber'in (s.a.) döneminde, kendisinin söz ve davranışlarının bir örnek teşkil edeceği müslümanlar arası bir savaş vukubulmamıştır. Ancak daha sonraları Hz. Ali döneminde, bu kanunun istinad edeceği müslümanlar arası bir savaş meydana geldi. Çünkü o dönemde birçok sahabe hayattaydı. Dolayısıyla onların davranışları ve açıklamalarından yararlanılarak İslam'ın bu konudaki emir ve prensipleri ayrıntılarıyla tertip edilmiştir. Özellikle Hz. Ali'nin izlediği yol, İslam hukukçuları açısından bu kanunun tertibinde önemli bir kaynak vazifesi görmüştür. Aşağıda bu kanun ile ilgili olarak bir özet verdik:

1) Müslümanlar arasında yapılan savaşın bir çok şekli olabilir:

a) Savaşan her iki tarafın İslam devletinin tebaası olması durumunda, iki tarafı barıştırmak, sözkonusu ihtilaf hakkında karar vermek ve verilen kararı uygulamak İslam devletinin görevidir.

b) Savaşan her iki tarafın, büyük kitleler veya birer İslam devleti olması durumunda, her iki taraf da eğer dünyevi amaçlar uğruna savaşıyorlarsa, mü'minler kesinlikle bu fitneden uzak durmalıdırlar. Yapılması gereken şey, her iki tarafa da Allah'tan korkmalarını tavsiye etmektir.

c) "b" şıkkında zikredildiği şekildeki tarafların, biri haklı diğeri haksız olması ve haksız tarafın tavsiyeye kulak asmaması durumunda müminler, haklı olan tarafa, haksızlık yapan tarafa karşı yardım etmelidirler.

d) Taraflardan birinin teba olup, İslam devletine karşı ayaklanması durumu, (Fıkıh terminolojisinde bu kimseler "Baği" olarak tanımlanırlar)

2) Baği, yani devlete karşı ayaklananlar çeşitli kategorilerde ele alınabilir:

a) Ellerinde şer'i bir delil olmaksızın ayaklanan kimselerle savaşmak caizdir ve bu konuda ittifak hasıl olmuştur. Böyle bir savaşta mü'minlerin adil olsa da olmasa da devletin yanında yer almaları vaciptir.

b) Elde şer'i bir delil olmaksızın, hükümeti devirmek amacıyla ayaklanma yapılmışsa ve ayaklanan kimseler zahiren zalim ve fasık, hükümet de adil ise, hükümetin yanında yer almak hiç kuşkusuz vaciptir. Hükümet adil olmasa bile onu ayakta tutmak ve asilere karşı savaşmak mü'minlere vaciptir, zira hükümet her ne kadar adil olmasa da ülkenin düzenini sağlamaktadır.

c) Elde şer'i bir delil olmaksızın hükümete karşı ayaklanıldığında delilleri batıl, akideleri fasid ise (Hariciler gibi) o takdirde adil olsa da olmasa da devletin yanında yer almak mü'minlere vaciptir.

d) Meşru bir yolla kurulmuş adil bir hükümete, ellerinde şer'i bir dayanak olmaksızın ayaklanan kimselere karşı savaşmak ve adil hükümetin yanında yer almak tüm mü'minlere vaciptir.

e) Zalim bir hükümete karşı (ki yöneticileri iktidarı zorla ele geçirmişlerdir ve fasıktırlar) ayaklanan kimseler şayet Allah'ın hududunun ve adaletinin yerleştirilmesi uğruna kıyam etmişlerse ve zahiren salih kimseler iseler bu takdirde bu kimseler "Baği" olarak nitelenemez. Bu kimselere karşı savaşmanın vacip olmadığına karar vermede İslam hukukçuları arasında şiddetli anlaşmazlıklar ortaya çıkmıştır.

Fukahanın cumhuruna ve Ehli Hadis'e göre: İktidarını yerleştirmiş, ülkede asayiş sağlamış ve ülkede bir devlet nizamı kurmuş ve meşru ya da gayrimeşru bir şekilde iktidarı ele geçirmiş olsa da adil veya zalim devlet başkanına karşı ayaklanma, küfrü açıkça irtikap etmemesi kaydıyla haramdır.

İmam Serahsi, müslümanların hakkında icma ettikleri ve onun vasıtasıyla asayişin sağlandığı, yolların korunma altında olduğu bir devlet başkanına karşı müslümanlardan bir grubun ayaklanması halinde diğer müslümanların bu kimselere karşı savaşmasının vacip olduğunu yazmaktadır. (Mebsut, Huruc Babı)

İmam Nevevi, Şerhi Müslim'de, müslümanların imamlarına (Eimme)karşı ayaklanmanın ve savaşmanın, hükümdarın fasık ve zalim olması halinde bile haram olduğunu yazmaktadır. Ayrıca İmam Nevevi bu hususta icma olduğunu iddia etmektedir. Bu hususta icma olduğu iddiası doğru değildir. Zira, aralarında ileri gelen alimlerin de bulunduğu İslam hukukçularından büyük bir guruba göre devlet başkanına muslihlerin başkaldırışı Kur'an terminolojisinde beğavet olarak tarif edilmemiştir. Üstelik, bu tür kimselere baş kaldırmanın vacip olduğu söylenmiştir. İmam Ebu Hanife'nin zalim devlet başkanına karşı savaşılması konusundaki görüşleri ilim ehlince malumdur. Ebu Bekir el-Cessas, "Ahkamu'l-Kur'an" adlı eserinde İmam Ebu Hanife'nin savaşa sadece caiz değil, şartların müsait olması durumunda vacip hükmünü verdiğini yazmaktadır. (Cilt 1, sh: 81, Cilt: 2, sh: 39).

Ebu Hanife, Emevilere karşı İmam Zeyd'in kıyamı için ona sadece maddi yardımda bulunmakla kalmamış, başkalarına da bu konuda yardımcı olmaları için telkinde bulunmuştur. Yine Nefsi Zekiyye'nin Halife Mansur'a kıyamında ona coşkuyla yardım etmiş ve bu savaşı küffara karşı yapılan cihaddan daha efdal saymıştır. (Cassas Cild: 1, sh: 81, Menakıbi Ebi Hanife, Kardari Cild: 2, sh: 71-72.) Ayrıca Fukaha, İmam Serahsi'nin dediği gibi, görüş birliği içinde değillerdir. İbn Hümam, Hidaye şerhi "Fethul Kadir" de, fukahanın örfüne göre beğavetin hak imama karşı çıkmak olduğunu yazmaktadır. Hanbeli'lerden de İbni Akil ve İbnu'l Cevzi, adil olmayan imama karşı ayaklanmanın caiz olduğu görüşündedirler ve Hz. Hüseyin'in kıyamını delil olarak göstermektedirler. (El-İnsaf Cild: 10 Babı Kıtal Ehlu'l-Bağy) İmam Şafii, Kitabul-Umm'de, Baği'nin adil imama karşı savaşan kimse olduğunu söylemektedir. (Cilt: 4, sh: 35) İmam Malik'e göre beğavet adil imama karşı ayaklanmaktır ve ayaklananlarla savaşılması gerekir. (El-Müdevvene, Cild: 1 sh: 407). Kadı Ebubekir İbnu'l Arabi "Ahkamu'l-Kur'an" da onun bu görüşünü şöyle nakleder: "Ömer bin Abdülaziz gibi adil bir imama karşı yapılan bir ayaklanmanın bastırılması vaciptir, diğer türdeki devlet başkanlarını ise (zalim, fasık) kendi haline bırakın, Allah onları başka bir zalimle cezalandırır, o zalimi de üçüncü bir zalimle cezalandırır," İmam Malik'ten bir başka görüşte şöyle nakledilir: "Kendisine biat edilmiş adil bir imamın başka bir kardeşi aynı iddia ile ortaya çıkarsa ona karşı savaşın, günümüzdeki imamlara biat zaten sözkonusu değildir, çünkü onlar biatı zorla almışlardır." Maliki mezhebinin bir diğer görüşünü İbnü'l Arabi şöyle beyan eder: "Savaş ancak adil imamın saflarında yapılır, iktidarda olan imamın veya ayaklananların hangisi adilse onun yanında yer alınmalıdır.

Ancak her ikisinin de adil olmaması halinde, iki taraftan da uzak durulmalıdır. Şayet canınız tehlikedeyse veyahut müslümanlara zulmediliyorsa kendinizi savunun." Kadı İbnü'l Arabi bu görüşü naklettikten sonra şöyle der: "Biz ancak hak ehlinin önder olarak kabullenmiş olduğu adil imamın saflarında savaşmalıyız."

3) Ayaklanan kimseler sayıca az iseler, arkalarında büyük bir kitle yoksa ve silahlı değilseler, onlara "Baği" muamelesi yapılamaz. Tazir kanunlarına göre normal olan şekilde davranılır. Yani cana kastetmişlerse kısas cezası, mala zarar vermişlerse mali cezalar verilir. Beğavet yasası, arkalarında büyük bir kitle ve güç bulunan ve silahlı olarak ayaklanan kimselere tatbik edilir.

4) Kişiler kendi fasid inançlarını açıkça beyan ettikleri veya bu inançlarını devlete ve devlet güçlerine karşı sert bir dille açıkladıkları için öldürülemez ve tutuklanamazlar. Ancak fiilen bir isyan olması ve kan dökmeyi asilerin başlatması halinde şiddete başvurulur. (El-Mebsut, Fethu'l-Kadir, Ahkamu'l-Kur'an, Cassas)

5) Ayaklananlara karşı savaşa başlamadan önce, isyandan vazgeçip hak ve adalet yolunu seçmeleri için onları Kur'an yoluna davet etmek gerekir. Şayet bazı şüphe ve itirazları varsa onları ikna etmeye çalışmalı, yine yola gelmezlerse ve kan dökmeyi onlar başlatırlarsa o zaman kılıca başvurulmalıdır. (Fethu'l-Kadir, Ahkamu'l-Kur'an, Cassas.)

6) Ayaklananlara karşı yapılacak savaşta hangi kaidelerin dikkate alınacağı Hz. Peygamber'in (s.a.) İbn Ömer'den rivayet edilen şu buyruğunda ortaya konulmuştur. Hz. Peygamber, İbn Mesud'a: "Ey İbn Ummi Abd! Bu ümmetin bağilerine nasıl davranılacağı konusunda Allah'ın emirlerinin neler olduğunu biliyor musun?" diye sorduğunda, O, "Allah ve Rasulü daha iyi bilir" diye cevap verir. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Onların yaralılarına dokunulmaz, esirleri öldürülmez, kaçanları takip edilmez, malları ganimet olarak paylaştırılmaz." (Hakim, Bezzar, Cassas.) Bu konuda fukahanın dayandığı bu kaidenin ikinci kaynağı, Hz. Ali'nin sözleri ve tatbikatıdır. Hz. Ali, Cemel vakıasında zafer kazandıktan sonra, askerlerine şöyle emir vermiştir: "Kaçanları takip etmeyin, yaralılara dokunmayın, esirleri öldürmeyin, silahları teslim edenlere eman verin, halkın evine girmeyin, sizlere sövseler bile kadınlara birşey yapmayın." Ancak askerlerden bazılarının muhaliflerinin çocuk ve kadınlarının köle olarak paylaştırılması talebinde bulunmaları üzerine, Hz. Ali öfke ile şöyle buyurur: "İçinizden, ümmü'l-mü'minin Aişe'yi kendine kim alacak?"

7) Hz. Ali'nin tatbikatından istihraç edilen bağilerin malları ile ilgili hükümler şunlardır: Onların orduya ait veya evlerinde bulunan ya da hayatta iken veyahut vefatlarından sonra her iki halde de malları ganimet olarak paylaştırılamaz. Ancak mallarının telef olması durumunda tazminat da ödenmez. Savaş bitiminde malları kendilerine iade edilir. Ele geçen silah ve binekler savaş sırasında onlara karşı kullanılabilir, ama ganimet malı olarak taksim edilemez. Şayet yeniden ayaklanmalarından endişe edilmiyorsa bu mallar da iade edilmelidir. Devletin bu mallara ganimet olarak el koyacağı görüşü sadece İmam Yusuf'a aittir. (Mebsut, Fethu'l-Kadir, Cassas.)

8) Esirleri kendilerinden bir daha ayaklanmayacaklarına dair söz alınarak serbest bırakırlar. (Mebsut)

9) Asilerin başları kesilerek teşhir edilmeleri çok çirkin bir davranıştır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.) ölülerin cesedlerine dokunmaktan (onların uzuvlarını kesmekten) men etmiştir. Nitekim bir defasında Hz. Ebu Bekir, kendisine bir Rum Patriğinin kesilmiş başı getirildiğinde çok öfkelenerek "Bize Rumları ve İranlıları taklit etmek yakışmaz" demiştir. Şayet böyle bir davranış kafirlere reva görülmüyorsa, elbette müslümanlara da reva görülemez. (Mebsut).

10) Savaş esnasında asilerin yol açtıkları can ve mali zararlara karşı savaş bittikten ve asayiş sağlandıktan sonra, kısas, tazminat talep edilmez. Fitnenin yeniden dirilmemesi için, hiç bir ölüye karşı diyet alınmaz. Nitekim sahabe arasında vukubulan savaşlarda bu kaide uygulanmıştır. (Mabsut, Ahkamu'l-Kur'an, Cassas, İbnu'l Arabi.)

11) Asiler, savaş esnasında ellerine geçirdikleri bölgelerde bir nizam kurup, halktan zekat ve diğer vergileri almışlarsa devlet yeniden bu bölgelere hakim olduğunda halktan yeniden zekat ve diğer vergi taleplerinde bulunamaz. Şayet asiler, halktan mal, zekat, vs. şer'i esaslara göre almış ve sarfetmişlerse, o halk Allah indinde vazifesini yapmış sayılır ve bu vucubiyet kendisinden sakıt olur. Fakat asiler halktan malı şer'i olmayan bir yolla almış ve sarfetmişlerse artık bu Allah ile kul arasındaki bir meseledir. Fakat isterlerse yeniden zekat verebilirler. (Fethu'l-Kadir, Ahkamu'l-Kur'an, Cassas, İbnu'l Arabi)

12) Asilerin kendi tasarrufları altındaki bölgelerde kurmuş oldukları mahkemelerin hakimlerinin adil ve bu hakimlerin verdikleri kararlar şeriata uygunsa, kendilerini tayin edenler baği ve mücrim olsalar bile verdikleri kararlar geçerlidir. Ancak şeriata uygun kararlar vermemişlerse ve beğavet döneminden sonra hükümetin mahkemelerine yeniden baş vurulmuşsa, bu kararlar infaz edilemez. Bunun yanısıra beğavet döneminde kurulan mahkemelerin verdiği tutuklama kararları geçersizdir. (Mebsut, Ahkamu'l-Kur'an, Cassas.)

13) Asilerin İslam mahkemelerinde yapmış oldukları şahitlikler kabul edilemez, çünkü onlar adil imama başkaldırarak fasık olmuşlardır. İmam Muhammed'e göre adil imama karşı fiilen savaşmadıkça şahitliği kabul edilir, fiilen savaşmışsa kabul edilmez. (Ahkamu'l-Kur'an, Cassas)

Tüm bu hükümlerden, kafirlere karşı yapılan savaş ile müslümanların kendi aralarında yaptıkları savaş arasında yasal farklılıklar olduğu anlaşılmaktadır.

18. Bu ayet yeryüzündeki tüm müslümanları evrensel bir ailenin bireyleri olarak ilan etmektedir. Bu müslümanlar arasında bulunan kardeşlik öyle bir nimettir ki, hiçbir dinde bir örneği bulunmamaktadır. Bu hususun önemi ile alakalı olarak Hz. Peygamber'den rivayet edilmiş birçok hadis vardır. Olayın ruhunun tam olarak kavranılması için biz bu hadisleri aşağıda zikrettik:

Cerir b. Abdullah, Hz. Peygamber'in (s.a.), "Birincisi namaz kılmak, ikincisi zekat vermek, üçüncüsü tüm müslümanlar hakkında hayır dilemek olmak üzere üç hususta kendisinden biat aldığını" söyler (Buhari, Kitabu'l-İman.)

İbn Mesud, Hz. Peygamber'in (s.a.), "Bir müslümana sövmek fısk, ona karşı savaşmak ise küfürdür" diye buyurduğunu rivayet eder. (Buhari, Kitabu'l-İman, İmam Ahmed aynı konuda başka bir hadisi Said b. Malik'in babasından nakletmiştir.)

Ebu Hureyre'den rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber, "Bir müslümana, başka bir müslümanın canı, malı ve ırzı haramdır" buyurmuştur. (Müslim, Tirmizi.)

Ebu Said Hudri ve Ebu Hureyre'den rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Müslüman müslümanın kardeşidir ve müslüman kardeşine zulmetmez, onunla dost olmaktan vazgeçmez, onu zelil etmez. Bir kimse için, bir müslüman kardeşini hakir görmek kadar büyük bir kötülük yoktur." (Müsned-i Ahmed)

Selh bin Sa'd es-Saidi'nin Hz. Peygamber'den rivayet ettiğine göre o, şöyle buyurmuştur: "Bir mü'minin cemaat ile münasebeti, baş ile bedenin irtibatı gibidir. Öyle ki, mü'min, cemaatinin çektiği eziyeti, bedenin bir uzvunun çektiği ızdırabı baş nasıl duyuyorsa, aynen öyle duyar." (Müsned-i Ahmed). Benzeri bir hadis daha vardır: Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Mü'minler, aralarındaki sevgi, bağlılık ve birbirlerine merhamet ve şefkat duymak bakımından tıpkı bir bedene benzer. Şayet bedenin bir uzvu zarar görecek olursa tüm beden bundan rahatsız olur ve uykusuz kalır." (Buhari, Müslim)

Başka bir hadiste, Hz. Peygamber'in (s.a.) şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Müminler birbirlerine bir duvarın tuğlaları gibi bağlıdırlar." (Buhari, Tirmizi).

11 Ey iman edenler,19 bir kavim (bir başka) kavimle alay etmesin, belki kendilerinden daha hayırlıdırlar; kadınlar da kadınlarla (alay etmesin), belki kendilerinden daha hayırlıdırlar.20 Kendi nefislerinizi (kendi kendinizi) yadırgayıp-küçük düşürmeyin 21ve birbirinizi 'en olmadık-kötü lakablarla' çağırmayın.22 İmandan sonra fasıklık ne kötü bir isimdir.23 Kim tevbe etmezse, işte onlar, zalim olanların ta kendileridir.

12 Ey iman edenler, zandan çok24 kaçının; çünkü zannın bir kısmı günahtır. Tecessüs etmeyin (birbirinizin gizli yönlerini araştırmayın).25 Kiminiz de kiminizin gıybetini yapıp arkasından çekiştirmesin.26 Sizden biriniz, ölü kardeşinin etini yemeyi sever mi?27 İşte, bundan iğrenip-tiksindiniz. Allah'tan korkup-sakının. Hiç şüphesiz Allah, tevbeleri kabul edendir, çok esirgeyendir.

AÇIKLAMA

19. Önceki iki ayette, müslümanlar arasında vuku bulması muhtemel bir savaş ile ilgili olarak yol gösterdikten sonra mü'minlere, dinin en mukaddes bağına dayanarak, birbirlerinin kardeşi oldukları hatırlatılmıştır. Onlar, Allah'tan korkarak aralarındaki ilişkilerde dürüst davranmalıdırlar.

Daha sonraki ayetlerde, bir toplumun bireyleri arasındaki zedeleyici bir nitelik taşıyan çok açık kötülüklerin oluşması engellenmiştir. Yani, birbirinizin izzeti şerefine dokunmayın ve birbirlerinizin zaaf, kusur ve ayıplarını ortaya sermeyin. Gerçekten de bunlar, insanlar arasında onulmaz yaralar açan ve başka sebeplerle birleşip, toplumda fitnenin oluşmasına yol açan hastalıkların ta kendisidir. Bu noktada, ilerde gelecek olan ayetlerde ve Hz. Peygamber'in (s.a.) hadislerinde yapılan açıklamalara dayanılarak, ayrıntılı bir tahkir ve tezyif yasası tertip edilebilir. Batıdaki tahkir ve tezyif yasaları o kadar hatalı ve eksiktir ki, bir vatandaş, onurunu kurtarmak için mahkemelere başvuracak olsa aksine onuru daha çok kırılır. İslami kanunlar ise, bunun tam tersine herkesin şeref ve haysiyetini koruma altına alır, hiç kimsenin bir başkasının onurunu kırmasına izin vermez. Ayrıca, hiç kimsenin haklı ya da haksız şeref ve haysiyetiyle oynanmasına müsade etmez. Şeref ve haysiyetiyle oynanmak istenilen kimse, ne tür bir şahsiyete sahip olursa olsun, küçük düşürülemez. Ancak yapılan hukuki ithamın ispatlanabilmesi hali müstesna.

20. Buradaki "Alay etmek" şeklindeki ifade ile, sadece sözle yapılan alay değil, bir kimsenin taklidini yapmak, sözleri, davranışları, tipi, giyimi vs. özellikleriyle eğlenmek veya bunlarda bir kusur, ayıp bulup, buna başkalarının dikkatini çekmek şeklindeki tüm davranışlar kastedilmektedir. Burada esasında bir kimsenin ne şekilde olursa olsun, bir başkasını alay konusu yapması yasaklanmaktadır. Çünkü başkalarıyla alay eden bir kimse, muhakkak kendisini, başkalarını zelil ve hakir görebilme konumunda zanneder. Ve kendisinin diğer insanlardan daha büyük olduğunu düşünür. Dolayısıyla, böylece alay konusu olan kimsenin kalbi kırılır ve bu da zamanla toplumun yozlaşmasına neden olabilir. İşte bu yüzden bu davranışlar yasaklanmıştır.

Erkekler ile kadınların ayrı ayrı zikredilmiş olmasının nedeni, erkekler için kadınlarla, kadınlar için erkeklerle alay etmenin caiz olması değildir elbette. Erkeklerle kadınların ayrı ayrı zikredilmesinin asıl nedeni, İslam'ın ta başından beri kadın-erkek karışık bir toplumu kabul etmemiş olmasıdır. Oysa kadın ve erkeklerin birbirleriyle alay edebilmeleri için karışık dost meclislerinin tertiplenmiş olması gerekir. Ancak, İslam toplumunda kadınlarla erkeklerin birbirleriyle alay edebilecekleri bir ortam tasavvur dahi edilmemiştir.

21. "Lemz", bir kimseye ta'n etmek dışında daha birçok anlama gelir. Örneğin bir kimseyle alay etmek, başkasına ithamda bulunmak, başkasında kusur aramak, açıkça veya kinaye yoluyla birini kötülemek gibi davranışlar, insanlar arasındaki ilişkileri zedeler ve toplumun bozulmasına sebep olur.

İlahi Kelam'ın belagatı icabı, "Birbirinizde kusur aramayın" demek yerine "Kendi nefislerinizde kusur aramayın" denilmiştir. Yani kişi kalbi kötülükle dolu olmadıkça bir başkasına kötü bir şey söylemez. Bu bakımdan kişinin kalbinin kötülükle dolu olması bile başlı başına bir kusurdur. Dolayısıyla, ancak nefsini kötülüğünün yuvası haline getiren bir kimse başkalarını tenkid eder ve onları da kendisini tenkid etmeleri için davet eder. Karşısındaki kişinin şerefi itibariyle cevap vermemesi ayrı bir meseledir, ama o tenkid kapısını açmıştır bir kere.

22. Yani bir başkasını gücüne gidecek bir lakab ile çağırmayın. Sözgelimi bir kimseye fasık ve münafık diye hitap etmek, topal, âmâ ve tek gözlü olan özürlü kimselere isim takmak, bir kimseye kendisinde, anne, baba veya ailesinde bulundurduğu bir ayıbı dolayısıyla lakab takmak ya da bir müslümana önceki dinine (Yahudilik, Hıristiyanlık) dayanarak bir ad vermek veyahut bir gruba, bir aileye, bir kabile ve sülaleye kendilerinde bulunan bir kusuru ortaya çıkaran bir isim takmak vs. Ancak zahiren güzel olmasa bile kötülük kastedilmeksizin ifade edilen lakaplar bundan müstesnadır. Çünkü bu lakaplar sadece o kimseleri tanımak için kullanılır. Bu nedenle muhaddisler "Esmau'r-Rical" de Süleyman el-A'meş (Kısık gözlü) ve Vasıl el-Ahdab (Kanbur) gibi bazı lakaplar kullanmışlardır. Bir isimde bir kaç kişinin olması mümkündür. Bu durumda da özel lakaplar kullanmak ayıp değildir. Sözgelimi Abdullah ismini taşıyan birçok kişinin olması halinde, aralarında da biri âmâ ise, ondan "Amâ olan Abdullah" diye bahsetmek caizdir. Yine zahiren bir kusura delâlet ediyor görünüyorsa da, bir lakap muhabbet amacıyla takılmışsa ve lakap takılan o kimse bunu benimsemiş ise, örneğin Ebu Hüreyre (Kedinin babası), Ebu Turab (Toprağın babası) gibi, bunda bir beis yoktur.

23. Yani bir mü'mine, kötü dilli olmak ve bu özelliğiyle etrafa ün salmak yakışmaz. Fakat başkalarıyla çok alay etmesi ve onlara kötü lakaplar takmasıyla ünlü olmak her bakımdan bir kafire yakışır. Oysa bir mü'minin Allah'a, Rasulü'ne ve ahirete inandıktan sonra bu tür kötü vasıflara sahip olmasıyla ün bulmasından, ölmesi daha hayırlıdır.

24. Burada kişi mutlaka zannetmekten değil, fazlaca zannetmekten ve her zannettiğine tabi olmaktan menedilmiştir. Bunun sebebi olarak da, zannın bir kısmının günah olması gösterilmiştir. Bu emri iyice kavrayabilmek için zannın kısımlarını ve zannın ahlaki öneminin ne olduğunu incelemek gerekir.

Zannın bir kısmı ahlaken beğenilmiş ve dinen makbul görülerek övülmüştür. Söz gelimi Allah, Peygamber ve mü'minler hakkında hüsn-ü zanda bulunmak, su-i zan duymaya bir neden olmadıkça insanlar hakkında güzel zanlar beslemek bu kategoriye girer.

Zannın ikinci kısmı, fiilen başka çare kalmaması durumundaki zandır. Örneğin mahkemelerde şahitler hakkında gerekli inceleme yapıldıktan sonra, galip zanna göre hüküm verilir. Çünkü mutlak gerçeği bilmek mümkün olmadığından şahitlerin ifadesine dayanarak bir karar verme zorunluluğu vardır ve galip zanna göre karar verilir. Bu bakımdan insanlar arasında karar verme zorunluluğu olan birçok muamelatta, mutlak gerçeği bilmek mümkün olmadığından galip zanna dayanılarak hüküm verilir.

Zannın üçüncü çeşidi de her ne kadar su-i zan ise de günah sayılmayan, caiz olmak özelliği taşıyandır. Mesela: Bir kimse veya zümrenin yaşayış ve hareketlerinde yahut davranışlarında ve başkaları ile olan muamelelerinde hüsn-ü zanna layık olmayan görüntüler varsa ve buna su-i zan duymak için makul sebepler mevcut ise, işte o zaman bu zan günah değildir. Böyle bir durumda şeriat asla kişinin ahmaklık sergileyerek mutlaka o hareketlere hüsn-ü zan göstermesini emretmiyor. Fakat bu caiz görülen su-i zanın son sınırı, onun mümkün olan kötülüklerinden kurtulmak için ihtiyatla hareket etmekle yetinilmesidir. Daha ileri giderek, sırf zan üzerinde durarak o kişiye karşı herhangi bir muamelede bulunmak doğru değildir.

Dördüncü çeşit zan gerçekte günah olan zandır. Kişinin başka birine sebepsiz yere su-i zan beslemesi veya başkaları ile ilgili kanaat ve görüşlerinde daima su-i zanı ön plana alması yahut dış görünüşleri ve hareketleri temiz iyi bir insan olduğunu gösteren kişilere su-i zan beslemesidir. Bunun gibi, birinin herhangi bir sözü ve hareketinde iyilik ve kötülük ihtimali eşit olup bizim de sırf su-i zandan hareket ederek onu kötülüğe yorumlamamız da günahtır. Mesela, iyi bir insan bir topluluktan kalkıp giderken kendi ayakkabısı yerine başka birinin ayakkabısını giyse, bizim de onun mutlaka çalmak niyeti ile yaptığına karar vermemiz gibi. Halbuki bu hareket dalgınlıktan da olabilir... İyi ihtimali bırakıp da kötü ihtimali tercih etmek su-i zandan başka bir şey olamaz.

Bu incelemelerden sonra zannın bizatihi bir davranış olarak yasak olmadığı meydana çıkmaktadır. Aksine, bazı durumlarda iyidir de, bazı durumlarda kaçınılmaz, bazı durumlarda bir dereceye kadar caiz olup daha fazlası caiz olmayandır. Bazı durumlarda da tamamen caiz değil ve yasaktır. Bu bakımdan zandan veya su-i zandan mutlaka sakınınız buyurulmamış, ama çok fazla zan beslemekten sakının buyurulmuştur.

Bu buyruğun arkasından, emrin sebebini açıklamak için de, bazı zanların günah olduğu buyruğu yukarıdaki buyruğa eklenmiştir.

Bu ilahi uyarıdan, kişinin zanna dayanan bir kanaat elde etmeye çalışırken veya bir kimse hakkında karar vermek için harekete geçerken bunları düşünüp taşınıp ölçmesi ve bu zan ve tahminin günah olup olmayacağını gözönüne alması gerektiği sonucu çıkmaktadır. Hakikaten bu zan gerekli midir, böyle bir zan için makul sebeplerim var mıdır, kendisine dayanarak davranış gösterdiğim bu zan caiz midir gibi tedbirleri, Allah'tan korkan herkes elbette almalıdır. Zan ve tahminlerini alabildiğine başıboş bırakmak ve rasgele, sebepsiz olarak zanlara dayanmak Allah'tan korkmayan ve ahirette hesaba çekileceğini düşünmeyen kişilerin işidir.

25. Yani insanların sırlarını, gizli yönlerini araştırmayın, birbirinizin kusurlarını soruşturmayın, başkalarının hal ve hareketlerini araştırmayın. Bu hareketler ister su-i zandan dolayı yapılsın, yahut kötü niyetle birine zarar vermek için yapılsın veya sadece kendi merakını gidermek için yapılsın, her durumda da şeriatın yasakladığı şeylerdir. Başkalarının üzerine perde çekilmiş hallerini araştırması, o perdenin arkasına uzanarak kimin ne ayıbı var, kimin ne kusuru var, kimin ne biçim gizlenmiş hataları var diye öğrenmeye çalışması bir müslümanın işi değildir. İki kişinin konuşmasına kulak kabartmak, komşuların evlerinin içini merak etmek, çeşitli yollarla başkalarının aile hayatını veya onların şahsi davranışlarını araştırmak büyük bir ahlaksızlıktır ve bundan binbir kötülükler ortaya çıkar. Bu bakımdan Hz. Peygamber (s.a) bir hutbesinde bu kimselerle ilgili olarak şöyle buyurmuştur.

"Ey dili ile iman etmiş de henüz iman kalplerine tam girmemiş olanlar! Müslümanların gizli hallerini araştırmayınız. Çünkü, kim onların gizliliklerini araştırırsa Allah'da onun gizliliğini araştırır. Allah'da kimin gizliliğini araştırırsa evinde dahi onu rezil ve rüsvay eder." (Ebu Davud)

Hz. Muaviye, Hz. Peygamber'den (s.a) şöyle buyurduğunu işittim demektedir: "Eğer insanların gizli hallerinin peşine düşüp araştırırsanız onları ifsad eder yoldan çıkarırsınız veya nerdeyse yoldan çıkar hale getirirsiniz." (Ebu Davud) Bir başka Hadisi Şerifte Peygamberimiz (s.a) şöyle buyurmuştur: "Biri hakkında kötü zan beslemişseniz, hiç olmazsa onu araştırmayın. (Ahkamu'l-Kur'an, Cassas) Bir başka hadiste de Allah'ın Rasulü (s.a) şöyle demiştir: "Kim birinin gizli kusurunu görür ve üzerine bir perde çekerse, sanki o, diri olarak toprağa gömülmüş kız çocuğunu ölümden kurtarmış gibi olur." (Cassas) Kusurların araştırılması ve insanların gizli yönlerinin soruşturulmasının yasak olduğunu belirten bu emir sadece şahıslar için değil, İslam devleti için de geçerlidir.

Şeriat, nehyi ani'l-münker'i (kötülüklerin yasaklanması görevini) İslam devletinin bir vazifesi kabul etmiştir. Ama bu görev, bir gizli polis şebekesi kurarak insanların gizli yönlerini araştırıp açığa çıkartmasını ve onları cezalandırmasını gerektirmez. Ancak o gizli olanların açığa çıkanlarına karşı kuvvet kullanılmalıdır. Gizli kötülüklerin düzeltilme yolu ise, gizli polis şebekesi ile değil, talim ve terbiye, nasihat ve telkin, halkın toplu eğitimi ve temiz bir cemiyet düzeni kurmaya çalışmakla olur.

Bu konuyla, Hz. Ömer'in başından geçen şu olay güzel bir örnek teşkil eder... Bir gece Hz. Ömer, evinde şarkı söyleyen bir adamın sesini işitir ve meraklanır. Duvarın üzerine çıkar, bir de ne görsün, orada şarap da var kadın da... Hz. Ömer bağırarak "Ey Allah'ın (c.c) düşmanı! Sen Allah'a isyan edeceksin de Allah da senin perdeni yırtıp seni rezil etmeyecek mi zannettin?" Adam şöyle cevap verir: "Müslümanların halifesi acele etmeyiniz. Ben bir günah işlemişsem siz üç günah işlediniz... Allah tecessüsü, gizlilikleri araştırmayı menetti, siz yaptınız. Allah evlere kapılarından girmeyi emretti, siz duvardan atlıyarak girdiniz. Allah kendi evlerinizin dışında, başkalarının evlerine izin almadan girmeyiniz diye emretti siz ise iznim olmadan evime girdiniz" Bu cevabı alan Hz. Ömer hatasını kabul eder ve o adama karşı herhangi bir işlem yapmaz. Ama şüphesiz ondan doğru ve ahlaklı yolu tercih edeceğine söz alır. (Mekarimü'l-Ahlak, Ebu Bekir Muhammed bin Cafer El-Haraiti)

Bundan anlaşılmaktadır ki sadece fertler için değil, İslam devleti idaresi için bile, insanların gizliliklerini araştırıp onların hatalarını öğrenip arkasından da yakalanıp cezalandırması doğru değildir.

Bu mesele bir hadisi şerifte de bildirilmiştir. Peygamberimiz (s.a) bir hadiste şöyle buyurmaktadır: "Devlet idarecisi insanların şüpheli yönlerini araştırmaya başladığı an onları ifsad etmiş, ahenklerini bozmuş olur." (Ebu Davud) Araştırılması gerçekten bir zaruret olan özel durumlar bu emrin dışındadır. Mesela: Bir kişi veya zümrenin davranışlarında bozukluk alametleri görülüyorsa ve bir suç işlemeye doğru gittiği düşüncesi varsa elbette devlet onun durumlarını inceleyebilir. Birinin herhangi bir kişiye evlenme teklifinde bulunması veya ona bir iş ortaklığı teklif etmesi halinde, teklif edilen kimse, kendini güven altına almak için teklif yapanın durumlarını inceleyebilir.

26. Gıybet, şöyle tarif edilir: "Birinin, herhangi bir kimsenin arkasından, duyduğu zaman hoşuna gitmeyeceği sözler söylemesidir." Bu tarif bizzat Peygamberimiz tarafından yapılmıştır.

Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesei ve diğer muhaddislerin naklettiği, Hz. Ebu Hureyre'nin rivayet ettiği hadisi şerifte Peygamberimiz (s.a) gıybeti şöyle tarif buyurmuştur. "Gıybet, kardeşinin, hoşuna gitmeyecek şekilde anılmasıdır." "Söylediğim şeyin kardeşimde olduğunu görmüşsem ne olacak?" denilince Hz. Peygamber (s.a.) buyurdu ki: "Eğer söylediğin şey kardeşinde varsa gıybet etmiş oluyorsun, dediğin onda yoksa iftira etmiş olursun."

İmam Malik'in Hz. Muttalib bin Abdillah'dan naklettiği bir hadisin ifadesi de şöyledir: "Adamın biri Hz.Peygamber'e "gıybet nedir?" diye sordu. Peygamberimiz de (s.a) "İşittiği zaman hoşuna gitmeyecek şekilde kişi hakkında konuşmandır" buyurdu. Adam "Ya Rasulallah! Ya sözüm doğru ise" deyince Peygamberimiz (s.a): "Eğer sözün yanlışsa, o zaten iftiradır" buyurdu." Bu buyruklardan, birinin arkasından yalan sözlerle suçlanmasının iftira olduğu ve var olan kusurlarının söylenmesininse gıybet olduğu anlaşılmaktadır.

Bu hareket ister açık ifadeli sözlerle yapılsın, ister kinaye ve işaretler ile yapılsın her şekli ile haramdır. Bunun gibi bu hareketin kişinin hayatında yapılması, yahut öldükten sonra yapılması, iki şekilde de haramlılığı aynıdır.

Ebu Davud'un rivayetine göre, Maiz bin Malik El Eslemi'ye zina suçundan dolayı recm cezası verildiği sırada, Peygamberimiz (s.a) yolda yürürken bir sahabinin kendi arkadaşına şöyle söylediğini işitti: "Şu adama bak! Allah onun suçlarını perdelemişti, fakat nefsi köpek gibi öldürülmeye kadar peşini bırakmadı." Bir miktar yol aldıktan sonra "Kokuşmuş bu merkebin leşinden yiyin" buyurdu. Onlar da: "Ya Rasulallah! Onu kim yiyecek?" deyince, Peygamber Efendimiz, "Biraz evvel sizin söylediğiniz, kardeşinizin haysiyetini rencide eden sözler, bu merkebin leşini yemekten daha çok çirkindir" buyurdu.

Bu haramın dışında kalan gıybetler ancak şu şekilde olanlardır: Birinin arkasından veya öldükten sonra onun kötülüğünü söylemek şeriat nazarında doğru bir mecburiyet halini almışsa ve bu mecburiyet gıybet olmadan yerine gelmiyorsa ve bu gıybet yapılmazsa gıybete nisbetle çok daha büyük bir kötülük ortaya çıkacaksa bu gıybetin haramlılığı ortadan kalkar.

Hz. Peygamber (s.a) bu istisna olan gıybeti şöyle ifade buyurmaktadır: "En kötü zulüm, bir müslümanın haysiyet ve şerefine haksız yere hücum etmektir." (Ebu Davud) Bu buyrukta "haksız yere" şartı "haklı yere" yapılabileceğini göstermektedir. Nitekim Hz. Peygamber'in (s.a) hayatında gördüğümüz bazı örneklerden "haklı yere"den ne kastedildiğini ve hangi durumlarda gıybetin gerektiği kadar caiz olabileceğini öğrenmekteyiz.

Bir gün bir bedevi gelip Peygamberimiz'in (s.a) arkasında namaz kıldı. Namaz bitince de "Ey Allah! Bana da, Muhammed'e de merhamet et, ikimizin dışında hiç kimseyi bu merhamete ortak kılma" diyerek çekip gitti.

Peygamberimiz (s.a) ashabına şöyle dedi: "Ne diyorsunuz, bu adam mı daha çok şaşkın yoksa devesi mi? Ne dediğini duymadınız mı?" (Ebu Davud) Peygamberimiz (s.a) bu sözü adamın arkasından söyledi. Çünkü o bedevi selam verir vermez çekip gitmişti. O, Peygamberimiz'in (s.a) önünde çok yanlış bir söz söylemişti, bu yanlış söz karşısında Peygamberimiz'in susması başkalarının böyle sözlerin bir dereceye kadar caiz olabileceği yanlış kanaatine gitmesine sebep olabilirdi. Bu yüzden Hz. Peygamber'in (s.a) o sözü reddetmesi gerekiyordu.

Yine bir keresinde Fatıma binti Kays adındaki kadına iki kişi evlenme teklifinde bulundu. Biri Hz. Muaviye, diğeri Hz. Ebu El-Cahm idi. Kadın gelerek Peygamberimiz'e (s.a) akıl danıştı. Peygamberimiz (s.a) "Muaviye müflistir, Ebu El-Cahm ise karılarını çok döver," buyurdu. (Buhari ve Müslim)

Burada bir kadının müstakbel hayatı sözkonusudur. Ve Hz. Peygamber'den akıl danışmıştır. Bu durumda Peygamberimiz (s.a) o iki sahabeye ait bildiği kusurları söylemeyi gerekli bulmuştur... Birgün Peygamberimiz (s.a) Hz. Aişe annemizin yanında iken biri gelerek görüşme izni istedi. Hz. Peygamber (s.a) "Bu adam kabilesinin çok kötü bir kişisidir", buyurdu, sonra dışarı çıktı, o adam ile çok yumuşak bir eda ile görüştü. Tekrar içeri girince Hz. Aişe validemiz, "Onun hakkında dışarı çıkmadan önce bazı şeyler söylemenize rağmen, daha sonra çok iyi bir eda ile konuştunuz." deyince Peygamberimiz (s.a) şöyle cevap verdi:

"Kıyamet günü Allah katında en kötü mevki birinin çirkin sözlerinden korkup da onunla münasebeti terkedenlerin mevkii olacaktır." (Buhari, Müslim)

Bu hadiseye dikkat ederseniz Peygamberimiz'in bu kişi hakkında kötü kanaatte olmasına rağmen onunla güzel bir şekilde konuşmasının, ahlakının icabı olduğunu göreceksiniz. Ama Hz. Peygamber (s.a.) bu adamla merhamet ve şefkatlice konuşurken, ailesi gördüğü takdirde yanlışlıkla onu samimi dostu zanneder de daha sonra bunu suistimal eder düşüncesi ile Hz. Aişe'yi bu adam kabilesinin çok kötü bir kişisidir diye ikaz etmiştir. Bir keresinde Hz. Ebu Süfyan'ın karısı Hint binti Utbe, Peygamberimiz'e gelerek "Ebu Süfyan cimri bir adamdır. Bana ve çocuklarına yetecek kadar gerekli masrafı yapmıyor" dedi. (Buhari, Müslim)

Kocanın bulunmadığı sırada, kadın tarafından yapılan bu şikayet her ne kadar gıybet ise de Hz. Peygamber (s.a) bunu caiz görmüştür. Çünkü haksızlık yapanı, bu haksızlığı giderecek güçte olan birine şikayet hakkı vardır. Hz. Peygamber'in (s.a) bu gibi örneklerinden faydalanılarak fakih ve muhaddisler şu kaideyi ortaya koymuşlardır. "Gıybet, ancak şer'an doğru bir maksat için gerektiği takdirde ve o gıybet olmadan o gereklilik ortadan kalkmadığı takdirde caizdir." Daha sonra bu kaideye dayanarak İslam alimleri gıybetin aşağıdaki şekillerini caiz kabul etmişlerdir:

1) Zulme uğrayan kişinin bu zulmü ortadan kaldırabilecek güçte olduğuna inandığı kimseye zalim kimseyi şikayet etmesi.

2) Düzeltilip ıslah edilmesi niyeti ile haksızlıkları ve kötülükleri giderebilecek yetkide olan kimselere bir kişi veya zümrenin kötülüklerinin anlatılması.

3) Fetva almak gayesi ile bir müftüye veya bir İslam alimine, bir kişinin yanlış hareketlerini konu edinen bir olayın anlatılması.

4) Bir kişinin veya kişilerin şerlerinden sakınsınlar diye diğer insanlara bilgi verilmesi. Mesela, hadis ravilerinin, şahitlerin, kitap yazarlarının eksiklerini, hatalarını açıklamak bütün alimlerce caiz değil, hatta vacip kabul edilmiştir. Çünkü bu açıklama olmadan şeriatı yanlış rivayetlerin yayılmasından, mahkemeleri adaletsizlikten ve insanları özellikle ilim araştırıcılarını sapıklıklardan korumak mümkün olmaz. Yuva kurmak isteyenlerin karşıki şahıs hakkında yahut yanından ev alınmak istenen kimsenin komşuluğu hakkında yahut birisi ile iş ortaklığı kurulmak istendiği taktirde veya birine bir emanet verilmesi gerektiğinde kendisinden bilgi istenen kişinin bu kimselerin iyi ve kötü taraflarını bilmediğinden dolayı zarara uğramasın diye soran kişiye açık açık anlatması gerekir.

5) Fısk, fucur ve çeşitli ahlaksızlıklar yayan yahut dini düşüncelerde sapık fikirler ve bid'atler dağıtan veya Allah'ın kullarını dinsizlik, eziyet ve zulüm fitnelerine boğan kimselerin kötülüklerini herkese karşı ilan ederek tenkit etmek, bunları anlatmak da gıybet değildir.

6) Kötü bir lakapla meşhur olan kimseleri bu lakap dışında tanıtmak mümkün değilse küçültmek ve hafife almak niyeti ile değil de kişiyi tanıtma niyeti ile o kötü lakabın kullanılması da gıybet değildir. (Geniş bilgi için bkz. Fethu'l-Bari Cilt: 10, sahife: 36, Müslim, Şerhi Nevevi, Tahrimü'l-Gıybeh babı; Riyazü's-Salihiyn, Gıybetin Mübah Olan Babı, Ahkamu'l-Kur'an, Cassas ve Ruhu'l-Meani)

Bu istisnai durumlar dışında birinin arkasından çirkin söz söylenmesi kesin olarak haramdır. Bu çirkin söz doğru ise gıybettir, yalan ise iftiradır, iki kişiyi birbirine düşürmek için ise düzenbazlıktır. Şeriat bu üçünü de yasaklamıştır.

İslam toplumunda bir müslümanın, yanında başka birinin gıybetinin yapılmasını, yalan yere töhmet altında bırakılmasını sessizce dinlemesi doğru değildir, onu derhal reddetmesi gerekir. Hiçbir şer'i mecburiyet olmadığı halde birinin mevcut kusurlarının ortaya dökülmesinin günah olduğunu ve bu hareketi yapanların Allah'tan korkarak böyle günahlardan uzak kalmalarını da telkin etmesi gerekir. Hz. Peygamber (s.a) buyuruyor ki: "Bir kimse bir müslümanın aşağılandığı ve onun şeref ve haysiyetine saldırıldığı sırada onu korumuyorsa, Allah Teala da onun kendinden yardım istediği durumlarda himaye etmez.

Ve eğer bir kişi müslümanın şeref ve haysiyetine saldırıldığı ve ona hakaretler yapılıp, aşağılandığı sırada onu korursa Allah da kendisinden yardım istediği durumlarda ona yardım eder." (Ebu Davud)

Gıybet yapana gelince: Bu günahı işlediğini veya işliyor olduğunu anladığı an ilk görevi, Allah'a tevbe etmesi ve bu haram işten derhal vazgeçmesidir. Bundan sonra ona düşen ikinci görev, yaptığı bu günahı gidermektir. Ölmüş bir kimsenin gıybetini yapmışsa onun hakkında çokça Allah'tan af dilemesi, eğer yaşayan bir kimsenin gıybetini yapmışsa, bu gıybet gerçek dışı ise bile daha önce yanlarında bühtan ettiği kişilere gidip yaptığı hareketin yanlış ve asılsız olduğunu belirtmesi gerekir. Yaptığı gıybet kişide var olan kusurları ihtiva ediyorsa, bundan sonra asla onu kötülememeli, daha önce yaptığı gıybetten dolayı af dileme sadece gıybeti yapılan kişinin durumdan haberi olması halinde yapılmalıdır, aksi takdirde sadece tevbe ile yetinilmelidir. Çünkü o kişinin durumdan haberi yoksa gıybet yapanın özür dilemek için "Ben senin gıybetini yapmıştım" demesi o adamı üzer, onun da içinde bir takım nahoş duygular doğabilir, denmektedir.

27. Bu cümlede Allah Teala gıybeti "Ölmüş kardeşinin etini yemeğe" benzetmekle bu hareketin son derece çirkin olduğunu tasvir etmiştir. Leş etinin yenmesi bizatihi nefret ettiricidir. Kaldı ki bu et de bir hayvan eti değil de insan eti olursa... Hatta herhangi bir insanın değil de bizzat kendi kardeşinin eti olursa işin çirkinliği düşünülmelidir. Dahası, bu benzetmeyi soru biçiminde ortaya koyarak Allah Teala insan üzerinde daha fazla tesir yaratmıştır. Böylece her şahsın kendi vicdanından sorarak ölmüş kardeşinin etini yemeğe razı olup olmayacağına kendisinin karar vermesini dilemiştir. Nasıl onun tabiatı bu ölmüş kardeş etinden tiksiniyorsa, bir mü'min kardeşinin bulunmadığı ve kendini savunacak bir durumda olmadığı sırada, onun şeref ve haysiyetiyle oynanmasını hoş karşılayamaz.

Bu ilahi buyruktan, gıybetin haram oluşunun asıl sebebi, gıybet edilen kişinin kalbinin kırılması, incinmesi değil, bilakis herhangi bir kişinin yokluğunda çekiştirilmesinin, arkasından kötülenmesinin bizatihi haram olduğu anlaşılmaktadır. Artık o kişinin bu gıybetten haberi olsun olmasın ve bundan üzüntü duysun duymasın önemli değil. Ölmüş insanın etinin yenmesi, ölüye eziyet verdiği için haram kılınmadığı meydandadır. Biçare kişi öldükten sonra birinin kendi leşini parçaladığını bilmez, hissetmez. Ama son derece çirkin olan, bu hareketin bizzat kendisidir. Aynen bunun gibi gıybeti yapılan kişi hakkında söylenenlerden haberi olmazsa ve hayatı boyunca da kim, nerede, ne zaman kendi haysiyetiyle uğraşıp başkalarının onu zedelediğinden dolayı da kendisine en ufak bir eziyet ve ızdırap ulaşmayacaktır. Fakat onun şeref ve haysiyetine ne olursa olsun bir leke sürülmüş olacağından gıybet, kendi türü içinde ölmüş kardeşinin etini yemekten farklı değildir.

13 Ey insanlar, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için siz halklar ve kabileler (şeklinde) kıldık. Hiç şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerim) olanınız, takvaca en ileride olanınızdır.28 Hiç şüphe yok Allah, bilendir, haber alandır.29

AÇIKLAMA

28. Önceki ayetlerde iman ehline hitap edilerek İslam toplumunu bozukluklardan korumak için gerekli talimat ve bilgiler verilmişti. Bu ayette ise bütün insan türüne hitap edilerek tüm zamanlarda, bütün dünyayı içine alan o büyük sapıklık düzeltilmektedir. Yani nesil, renk, dil, vatan ve milliyet taassubu en eski zamanlardan bu güne kadar, her devirde, insanoğluna bütün insanlığı bir tarafa bıraktırarak kendi çevresinde küçük küçük bir takım daireler çizdirmiştir. İnsanoğlu bu daireler içinde yaratılanları kendinden, dışında yaratılanları da kendinden ayrı kabul etmiştir. Bu daire herhangi bir akıl, mantık ve ahlak temeli üzerine değil, yaradılış tesadüflerinin temeli üzerine çizilmiştir. Bazı yerlerde onların iddiaları bir soy, kabile veya nesil içinde doğmaktır. Diğer bir yerde ise coğrafi herhangi bir bölgede yahut kendine has bir renk taşıyan veya kendine has bir dil konuşan millet içinde doğmaktır. Daha sonra bu temellere dayanarak kendinden veya yabancı diye koyduğu ayırım, başkalarına nisbetle kendinden olana daha iyi sevgi ve daha çok yardımlaşmalarını sağlamış, diğerlerine karşı ise nefret, düşmanlık, aşağılama ve hakaret, hatta işkence ve zulüm en kötü biçimlerine ulaşmıştır.

Irk taassubu konusunda felsefe kurulmuş, binbir çeşit görüşler icad edilmiş, kanunlar konmuş, ahlaki temeller atılmıştır. Milletler, imparatorluklar bunu kendilerine bir prensip yaparak, bir düstur kabul ederek asırlar boyu uygulamışlardır.

Yahudiler bu ırkçılık duygularına dayanarak İsrailoğullarını Allah'ın seçkin kulları kabul etmişler ve kendi dini emirlerinde bile İsrailoğullarından olmayanların haklarını ve seviyelerini, İsrailoğullarından daha aşağı tutmuşlardır. Hinduların kast sistemini bu ayırım döllendirmiştir. Bu yüzden Brahmanların üstünlüğü kurulmuş, yüksek tabakadan olanlar karşısında diğer bütün insanlar aşağı ve pis kabul edilmiştir ve paryalar zillet ve rezaletin çukurlarına atılmışlardır.

Siyah ve beyaz ayrımının, Afrika ve Amerika'da siyah cinsten olanlara yaptırdığı zulüm ve işkenceyi tarih sayfalarından aramaya gerek yok. Bugün 20. asırda herkes gözleri ile bunları görebilir. Avrupalıların Amerika kıt'asına giderek Kızılderililere yaptıklarının, Asya ve Afrika'nın zayıf milletleri üzerine hakimiyet kurarak yaptıkları zulümlerin altında hep kendi millet ve ırkının çemberi dışında olanların can, mal ve namusunun kendilerine mübah olduğu düşüncesi yatmaktadır. Ve bu düşünce onlara, başka milletleri yağmalamalarını, köle yapmalarını, hatta gerekirse varlık aleminden silip atmalarını hakları kabul ettirmektedir.

Batı milletleri ırkçılığının, bir milleti diğer bir millete karşı nasıl canavarlaştırdığının en kötü örnekleri yakın zaman savaşlarında görülmüştür ve hala da görülmektedir.

Bilhassa Nazi Almanyası'nda ırk felsefesi ve German ırkının üstünlüğü düşüncesinin, İkinci Dünya Savaşı'nda sergilediği korkunç tablolar göz önüne alındığında insan rahatlıkla, bunun korkunç ve müthiş bir sapıklık olduğunu anlayacaktır.

İşte bunu ıslah için Kur'an-ı Kerim'in bu ayeti nazil olmuştur. Bu kısacık ayette Allah Teala bütün insanlığa hitap ederek son derece önemli üç temel gerçeği açıklamıştır.

Birincisi şudur; hepinizin aslı birdir. Sizin her türünüz bir tek erkek ve kadından yaratıldı ve bugün dünyada var olan bütün ırklarınız da aslında bir anne ve babadan başlayan bir temel ve ilk ırkın dallarıdır. Bu yaratılış dizisinin hiçbir yerinde o ayırımlar ve sakat iddialarla müptela olduğunuz alt ve üst tabaka veya üstün ve aşağı ırk görüşlerine zemin hazırlayan hiçbir şey yoktur. Yaratıcınız bir olan Allah'tır. Çeşitli insanları çeşitli ilahlar yaratmamıştır. Bir tek maddeden hepiniz yaratıldınız. Bazı insanlar temiz ve pak maddelerden yaratılmış ve diğer bir kısım da pis ve adi maddelerden yaratılmış değildir. Bir anne ve babanın çocuklarısınız. İlk insan çiftleri çok olup da dünyanın çeşitli yerlerinde değişik topluluklar meydana gelmiş de değildir.

İkincisi ise şudur: Asıl ve temel yönü ile siz bir olmanıza rağmen milletlere, soylara ayrılmanız yaratılış icabı idi. Yeryüzünün her tarafında bütün insanların bir tek aile olamayacağı meydandadır. Neslin çoğalması ile beraber sayısız ailelerin, daha sonra da ailelerden soyların ve milletlerin meydana gelmesi kaçınılmazdı. İşte bunun gibi yeryüzünün çeşitli bölgelerinde yerleştikten sonra renk, şekil, dil ve yaşayış tarzlarının mutlaka çeşitli olması da gerekli idi. Aynı bölgede yaşıyanların birbirine yakınlık duyması, uzak bölgelerde yaşayanların aralarındaki duyguların uzak olması da tabii idi. Fakat bu yaratılıştan gelen farklılıklar ve ayrılıklar asla onun temeli üzerinde aşağı, üstün, soylu, adi, üstün sınıf ve aşağılık kabul etmesini, bir ırkın diğer bir ırka üstünlük kurmasını ve insan hakları konusunda bir zümrenin diğerine üstün tutulmasını da gerektirmezdi. Yaratıcının, insan topluluklarını milletler, soylar, kabileler şeklinde düzenlemesi sadece onların arasında tanışma ve doğuştan gelen yardımlaşmanın bu şekilde olmasından dolayı idi. Sadece bu yolla bir sülale, bir soy, bir kabile ve bir milletin insanları birleşerek ortak bir cemiyet düzeni kurabilir ve hayatta karşılaştıkları her işte birbirine yardımcı olabilirlerdi.

Fakat, Allah'ın birbirini tanıma sebebi olarak yarattığı fıtratı, şeytani cehalet, birbirine karşı üstünlük taslama ve birbirinden nefret etme vasıtasına dönüştürmüştür. Tabii sonuç, zulüm ve düşmanlık halini almıştır.

Üçüncüsü de şudur: İnsanlar arasında bir üstünlük ve fazilet varsa ve olabilirse o da sadece ahlaki üstünlük ve fazilettir.

Yaratılış bakımından bütün insanlar eşittir. Çünkü onları yaratan birdir, onların yaratıldığı madde ve yaratılış yolu da birdir. Hepsinin bağı bir anne ve bir babaya dayanır. Bir de bir kimsenin, herhangi bir milletin yurdunda veya aile topluluğu içinde yaratılması, kendi iradesi ve seçiminin dışında ve hiçbir çalışma ve çabası olmadan, ilahi irade ile meydana gelmiş bir olaydır.

Bu bakımdan birinin diğerine üstünlük elde etmesi için hiçbir makul sebep yoktur. Birinin diğerlerine üstün olmasını gerektiren asıl şey, o kişinin diğerlerinden daha çok Allah'tan sakınması, kötülüklerden kaçınması ve dürüstlük ve doğruluk yolunda yürüyen kimselerden olmasıdır.

Böyle bir insan hangi milletten, hangi soydan ve hangi memleketten olursa olsun, bu onun şahsi güzelliğinden dolayı değildir. Bunun aksine olan biri de ister siyah ya da beyaz olsun, ister doğuda doğmuş olsun, ister batıda aşağı derecede bir adamdır ve kesinkes bayağı bir insandır.

Kur'an-ı Kerim'in kısacık bir ayetinde anlatılan bu gerçekleri Hz. Peygamber (s.a) çeşitli hutbelerinde ve buyruklarında daha da açarak izah buyurmuşlardır. O, Mekke'nin fethinde Kabe'yi tavaf ettikten sonra yaptıkları bir konuşmada şöyle buyurmuştu: "Sizden cahiliyet ayıplarını ve büyüklenmelerini uzaklaştıran Allah'a hamdolsun. Ey insanlar! Tüm insanlar iki gruba ayrılır. Bir grup iyilik yapan, iyi olan ve kötülüklerden sakınanlardır ki, bunlar Allah nazarında değerli olan kimselerdir. İkinci grup ise günahkar, isyankar olanlardır ki, bunlar da Allah nazarında değersiz olanlardır. Yoksa insanların hepsi Hz. Adem'in çocuklarıdır. Allah da Adem'i topraktan yaratmıştır." (Beyhaki, Tirmizi)

Veda Haccı sırasında teşrik günlerinin ortasında yaptığı bir konuşmada da Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Ey insanlar! Dikkat edin, Rabbiniz birdir. Hiçbir Arabın Arap olmayana üstünlüğü yoktur ve hiçbir Arap olmayanın da hiçbir Araba üstünlüğü yoktur. Siyah renkte olanın hiçbir beyaz renkte olana, beyaz renkte olanın da hiçbir siyah renkte olana üstünlüğü yoktur. Üstünlükler ancak takva iledir. Şüphesiz ki Allah katında en değerliniz Allah'tan en çok sakınanınızdır. Dikkat edin, tebliğ ettim mi?" Hepsi de "Evet tebliğ ettin ya Rasulallah" dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz'de (s.a), "Öyle ise burada olanlar olmayanlara bunları ulaştırsın" buyurdu." (Beyhaki)

Bir hadisi şerifte Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmaktadır: "Hepiniz Ademoğullarısınız, Adem de topraktan yaratılmıştır. İnsanlar, babaları ve dedeleri ile öğünmekten vazgeçsinler. Çünkü onlar Allah nazarında küçük bir karıncadan daha değersizdirler." (Bezzar)

Diğer bir hadiste de şöyle buyurmuştur: "Allah Teala kıyamet günü sizin soyunuzdan sopunuzdan sormayacaktır. Şüphesiz ki Allah katında en üstün olanınız kötülüklerden en çok sakınanınızdır." Diğer bir hadisin ifadesi de şöyledir: "Allah sizin mallarınıza ve şekillerinize bakmaz, fakat o sizin kalplerinize ve amellerinize bakar." (Müslim, İbn Mace)

Bu talimat sadece sözden ibaret kalmamış, İslam bunlara uygun olarak, müslümanlardan kurulu dünya çapında, renk, ırk, dil, vatan ve millet farkı olmayan bir kardeşliği tesis etmiştir. Bu kardeşlikte üstünlük, aşağılık, ayırımcılık ve taassubun hiçbir izi yoktur. Bu kardeşliğe giren her insan, hangi millet, ırk, memleket ve vatandan olursa olsun tamamen eşit haklarla bu kardeşliğe ortak olmuştur ve olmaktadır.

İslam'a karşı olanlar bile, İslam toplumunda insan eşitliği ve birliğinin başarılı bir şekilde uygulanmasını, başka herhangi bir dinde ve düzende bulamadıklarını itiraf etmektedir. Sadece İslam Dini'dir ki yeryüzünün her tarafına dağılmış sayısız milletleri ve ırkları birleştirerek bir ümmet yapmıştır.

Bu arada yanlış bir düşünceyi de ortadan kaldırmak gerekiyor. Evlilik konusunda İslam'ın denk olmaya verdiği önemi bazıları yanlış yorumlayarak, bazı insanların üstün, bazılarının da aşağı kabul edildiği, bunlar arasında evliliklere itiraz edildiği iddia edilmektedir. Fakat bu, temelden yanlış bir düşüncedir. İslam hukukuna göre her müslüman erkek her müslüman kadın ile evlenebilir. Fakat evlilikteki aile hayatının başarısı eşler arasındaki adetlere, özelliklere, huylara, hayat tarzına dayanmaktadır. Eşlerin ailelerinin durumları, ekonomik durumları, ictiami seviyelerinin uygunluk göstermesi, birbirine uyum sağlayıp saygılı olmasını sağlamaktadır. İşte denkliğin gayesi budur.

Erkek ve kadın arasında bu açıdan çok büyük farkların olduğu yerlerde hayat boyu arkadaşlığın düzenli yürümesi beklenemez. Bu bakımdan İslam hukuku böyle bir izdivacı arzu etmez. İki taraftan birinin üstün, diğerinin aşağı oluşundan dolayı değil, arada açık farklılıklar olup, benzerlikler olmadığı takdirde, kurulan evliliklerin devam etme ihtimalinin daha az oluşundan dolayıdır.

29. Bu hakikatte kim üstün bir derecenin insanıdır ve kim değerler açısından aşağı derecede bir insandır, bunları Allah daha iyi bilir, demektir. İnsanların kendi kendine koydukları üstünlük ve aşağılık ölçüsü Allah katında geçersizdir. Dünyada çok üstün değerde kabul edilen bir insan, Allah'ın kesin hükmünde yaratıkların en sefili ve en adisi olmuş olabilir. Ve insanlar yanında çok aşağı kabul edilen biri, yine Allah katında en üstün mertebede olabilir. Önemli olan dünyada verilen değer ve kıymet değil, Allah katında kişinin sahip olduğu değer ve değersizliktir.

Bu bakımdan insanlar, daima Allah nazarında fazilet kazandıran gerçek özellikleri benimseme düşüncesinde olmalıdırlar.

14 Bedeviler, dedi ki: "İman ettik."30 De ki: "Siz iman etmediniz; ancak "İslâm (müslüman veya teslim) olduk deyin.31 İman henüz kalplerinize girmiş değildir. Eğer Allah'a ve Rasulü'ne itaat ederseniz, O, sizin amelerinizden hiç bir şeyi eksiltmez. Hiç şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir."

15 Mü'min olanlar, ancak o kimselerdir ki, onlar, Allah'a ve Rasulü'ne iman ettiler, sonra hiç bir kuşkuya kapılmadan Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad ettiler. İşte onlar, sadık (doğru) olanların ta kendileridir.

16 De ki: "Siz Allah'a dininizi mi öğreteceksiniz? Oysa Allah, göklerde ve yerde olanları bilir. Allah, her şeyi bilendir."

17 Müslümanlar oldular diye, sana minnet etmektedirler. De ki: "Müslümanlığınızı bana karşı minnet (konusu) etmeyin. Tam tersine, sizi imana yöneltip-ilettiği için Allah size minnet etmektedir. Eğer doğru sözlüler iseniz (bunu böyle kabullenmeniz gerekir.)"

18 Hiç şüphesiz Allah, göklerin ve yerin gaybını bilir. Allah, yapmakta olduklarınızı görmekte olandır.

AÇIKLAMA

30. Bundan, bütün bedeviler değil, aksine İslam'ın gelişen gücünü görerek, sadece müslümanların hücumundan korunmaları ve İslam zaferlerinin kazançlarından faydalanabilmeleri için müslümanlığı kabul eden birkaç bedevi kabilesi kastedilmiştir. Bu insanlar gerçekte canu gönülden iman etmemişler idi, sadece dil ile söyleyerek işlerine öyle geldiği için kendilerini müslüman sayıyorlardı. Bunların iç yüzü Hz. Peygamber'e (s.a) gelerek çeşitli isteklerde bulunmaları ve sanki müslüman olarak başkalarına büyük iyilik yapmışlar gibi mükafat talep etmeleri sonucunda ortaya dökülüyordu. Hadislerde çeşitli kabilelerin tutumları anlatılmaktadır. Müzeyne, Cüheyne, Eşca, Gifar ve diğerleri gibi... Bilhassa Esad bin Hüzeyme oğulları hakkında İbn Abbas ve Said bin Cübeyr şöyle demektedir: "Kurak ve kıtlık senesinde onlar Medine'ye geldiler ve mali yardım isteyerek tekrar tekrar Hz. Peygamber'e "Biz savaşmadan, vuruşmadan müslüman olduk, biz sizinle filan filan kabilelerin savaştığı gibi savaşmadık," dediler. Bu sözleri ile onlar açıkça Allah'ın Rasulü ile savaşmadan İslam'ı kabul etmelerinin, onların Hz. Peygamber'e ve müslümanlara yaptıkları büyük bir lütuf olduğunu, karşılığını da almaları gerektiğini söylemek istiyorlardı. Medine civarındaki küçük bedevi topluluklarının işte bu hareket tarzlarına bu ayetlerde ışık tutulmaktadır.

Bu bakış açısı ile Tevbe Suresi 90. ayetten 110. ayete kadar ve Fetih Suresi 11. ayetten 17. ayete kadar birleştirilerek okunursa konu daha iyi anlaşılmış olur.

31. Ayette "" lafzı kullanılmıştır. Bu "biz müslüman olduk deyiniz" diye de tercüme edilebilir. Bu lafızdan bazı kimseler, "Kur'an-ı Kerim'in dilinde "mü'min" ve "müslim" iki ayrı deyimlerdir; mü'min canı gönülden iman edendir, müslüman ise iman etmeden sadece dış görünüşü ile müslüman olandır," manasını çıkarmışlardır. Böyle bir iddia serâpâ yanlıştır, temelden sakattır. Burada "iman" kelimesinin kalp ile tasdik için ve "İslam" kelimesinin sadece dıştan itaat için kullanıldığında şüphe yoktur. Fakat buradaki ifadenin Kur'an-ı Kerim'in müstakil iki ayrı deyimi olduğunu söylemek doğru değildir.

Kur'an-ı Kerim'in İslam ve Müslim kelimelerinin kullanıldığı ayetleri incelenince, Kur'an ifadesinde İslâm'ın, Allah'ın insan cinsine ve bütün beşere indirdiği hak dinin adı olduğu görülmektedir. İman ve emre itaatin ikisini de içine almaktadır. "Müslim" ise canı gönülden iman eden ve fiilen itaat eden kişi demektir. Örnek olarak aşağıdaki ayetleri inceleyiniz. "Allah katında din ancak İslam'dır." (Al-i İmran: 19) "Kim İslam'dan başka bir din ararsa, o istediği din asla kendinden kabul olunmaz." (Al-i İmran: 85) "Ben sizin için İslam'ı din olarak beğendim." (Maide: 3) "Allah kimi doğru yola sevketmeyi isterse göğsünü İslam ile genişletir" (En'am: 125) Bu ayetlerde "İslam"dan maksadın iman etmeden itaat etmek olmadığı meydandadır. Yine bakınız yer yer bu konunun ayetleri gelmektedir. "Ey Peygamber! De ki: Müslüman olanların ilki olmam bana emredildi" (En'am: 14) "Onlar müslüman olurlarsa şüphesiz doğru yolu bulmuş olurlar." (Al-i İmran: 20) "Müslüman olan bütün peygamberler Tevrat'a göre hükmederlerdi." (Maide: 44)

Burada bunun gibi ve diğer yerlerde daha birçok örnekler göz önüne serilince, artık İslam'ı kabul etmek, İslam'a girmek, iman etmeden itaat etmek demektir denilebilir mi? Bunun gibi "Müslim" kelimesinin de defalarca kullanıldığı manaya örnek olarak aşağıdaki ayetlere bakınız. "Ey iman edenler! Allah'tan korkulması gerektiği şekilde korkunuz ve siz ancak müslüman olarak can veriniz." (Al-i İmran: 102), "O sizi önceden de müslümanlar olarak isimlendirmişti, bu kitapta da öyle isimlendirmiştir." (Hac: 78) "İbrahim, ne yahudi ne de hıristiyandı, fakat o, Allah'ı bir tanıyan gerçek bir müslümandı." (Al-i İmran: 67) Hz. İbrahim ve İsmail'in Kabe'yi inşa ederken yaptıkları dua: "Ey Rabbimiz! Bizim ikimizi sana teslim ve ihlas sahibi (müslim) olmakla sabit kıl, soyumuzdan bir topluluğu da müslüman bir ümmet yap." (Bakara: 128) Hz. Yakub'un çocuklarına vasiyeti: "Ey çocuklarım! Allah sizin için bu dini seçmiştir. Öyleyse artık siz ancak müslüman olarak can verin." (Bakara: 132)

Bu ayetleri okuduktan sonra artık kim bu ayetlerde "Müslim"den maksat gönülden inanmayıp sadece dıştan İslam'ı kabul eden kişidir diye iddia edebilir?

Bu ayetleri inceledikten sonra, Kur'an-ı Kerim'in ifadesinde İslam'dan maksat, iman etmeden itaat etmek ve Kur'an'ın dilinde müslüman, "Sadece dıştan İslam'ı kabul eden kimsedir" demek, baştan yanlış ve kesin hatadır. Bunun gibi iman ve mü'min kelimelerinin Kur'an-ı Kerim'de mutlak surette, can-u gönülden iman etme manasına kullanılmadığını iddia etmek de yanlıştır. Şüphesiz pekçok yerde bu manaya kullanılmıştır.

Fakat pekçok öyle yerler de vardır ki, bu kelimeler orada, dıştan iman etmiş gözükmek için, sadece dil ile söylemek manasına da kullanılmıştır. "Ey iman edenler!" denilerek dil ile ikrar ederek müslümanlar topluluğuna giren insanlara hitap edilmiştir. Onların gerçekten mü'min olduğu veya imanının zayıf olduğu yahut sadece bir münafık olduğu göz önüne alınmamıştır. Bunun pekçok örneklerinden birkaçı için Bkz. Al-i İmran: 156, Nisa: 136, Maide: 54, Enfal: 20-27, Tevbe: 38, Hadid: 28, Saf: 2.

HUCURAT SÜRESİ(Seyyid KUTUB)

1- Ey inananlar! Allah'ın ve peygamberinin önüne geçmeyin, Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, işitendir, bilendir.

2- Ey inananlar! Seslerinizi, peygamberin sesini bastıracak şekilde yükseltmeyin. Birbirinize yüksek sesle konuştuğunuz gibi onunla da öyle yüksek sesle konuşmayın; yoksa siz farkında olmadan amelleriniz boşa gider.

3- Allah'ın peygamberinin yanında seslerini kısanlar, şüphesiz Allah'ın kalplerini takva ile imtihan ettiği kimselerdir. Onlara mağfiret ve büyük bir mükafat vardır.

Sure hoş bir nida ve kalpleri coşturma ile başlıyor. Ey inananlar... Yüce Allah'tan kendisini görmedikleri halde kendisine inanan kimselere seslenme ile ve kalplerini kendisine bağlayan ve onlara kendilerinin o yaratıcıya ait olduklarını hissettiren niteliklerle kalplerini coşturma ile başlıyor. Yine bu sure onlara, yüce Allah'ın güzelliğini taşıdıklarını, onların şu gezegende O'nun kulu ve askerleri olduklarını bu arada kendilerinin O'nun planladığı ve istediği bir durum üzere bulunduklarını, kendisinden bir tercih ve onlara bir ihsan olmak üzere kendilerine imanı sevdirdiğini ve kalplerine güzel gösterdiğini hissettiren niteliklerle coşturuyor kalplerini...

O halde iman edenlerin yüce Allah nerede olmalarını istiyorsa orada durmaları ve yüce Allah'ın huzurunda gerek kendi haklarında gerekse başkaları hakkında hüküm ve yöneltmesini bekleyerek, emredileni yapmak, dağıtılandan hoşnud olmak hep O'na teslim edip O'na teslim olmak üzere beklemeleri gerekir.

"Ey inananlar! Allah'ın ve peygamberinin önüne geçmeyin, Allah`tan korkun. Şüphesiz Allah,işitendir, bilendir."

Ey iman edenler! Ne kendiniz hakkında ve ne de çevrenizde yaşantınızla ilgili işlerde yüce Allah'a ve O'nun Peygamberine karşı öneride bulunmayınız. Bir konu hakkında yüce Allah Peygamberinin dili ile bir şey söylemeden önce sizler konuşmayınız. Sizler bir konu hakkında, yüce Allah'ın ve O'nun elçisinin sözüne başvurmadan hüküm vermeyiniz.

Bu ayetin tefsiri olarak Hz. Katade der ki: "Bize bazı `şu konuda şöyle şöyle bir ayet inseydi, şunun gibisi doğru olsaydı daha iyi olurdu' şeklinde sözler sarfettikleri naklolundu da yüce Allah bu davranışları çirkin gördü: ' Avfi der ki: "İnsanlar O'nun huzurunda konuşmaktan yasaklandılar."

Mücahid de: "Bir konu hakkında yüce Allah Peygamberinin dili üzere hükmünü verene kadar, Peygambere danışmadan kendi başınıza hareket etmeyiniz" der. Hz. Dahhak ise: Yüce Allah'ı ve Peygamberini bırakıp da dininizin hükümleri ile ilgili olarak hüküm vermeyiniz, der. Talha oğlu Ali İbni Abbas'tan naklederek: ayetin anlamı Kitap ve sünnete aykırı olarak bir şey söylemeyiniz, demektir, der.

Bu ayet Allah'a ve O'nun Peygamberine karşı takınılması gereken terbiyenin ifadesidir. Ve yine bu ayet emir alma ve yerine getirme konusunda bir sistemin ifadesidir. Ve bu ayet yasama (kanun koyma) ve aynı zamanda ona göre hareket etmeye dair prensiplerden birini oluşturmaktadır. Bu prensip yüce Allah'tan korkma prensibinden doğmakta ve sonunda yine ona bağlanmaktadır. Şu yüce Allah'ın çok işiten ve çok bilen olduğu bilincinden kaynaklanan Allah korkusuna bağlanmaktadır. Ve bütün bunlar, şu büyük ve köklü gerçekleri canlandıran ve onlara dokunan kısa bir tek ayette yeralıyor.

Mü'minler Rabb'lerine ve Peygamberlerine karşı terbiyelerini takınmışlar ve artık yüce Allah'a ve O'nun Peygamberine karşı içlerinden hiçbir kimse öneri getiremez, içlerinden hiçbir kimse Resulullah görüşünü belirtmesini istememiş ise görüş ileri süremez olmuştur. Artık mü'minlerden hiçbir kimse bir konuda veya bir hüküm hakkında kendi görüşü ile hüküm veremez olmuş, ancak daha önce o konuda yüce Allah'ın ve Peygamberinin sözüne başvurmak gereğini hissetmiştir.

İmam Ahmet, Ebu Davut, Tirmizi ve İbni Mace Hz. Muaz'da naklederek anlatırlar: Resulullah kendisini Yemen'e vali olarak gönderirken ona sorar: "Ne ile hüküm vereceksin?" O da: "Yüce Allah'ın kitabı ile" karşılığını verir. Resulullah: "Ya aradığın hükmü onda bulamazsan?" diye sorar. Hz. Muaz: "Allah'ın Peygamberinin sünnetine başvururum" karşılığını verir. Resulullah tekrar sorar: "Ya onda da aradığın hükmü bulamazsan?" Hz. Muaz: "Kendi görüşüme göre ictihat ederim" deyince, Peygamber elini göğsüne vurarak der ki: "Hamdolsun Allah'a ki, Allah'ın Peygamberinin göndermiş olduğu elçiyi Allah'ın Peygamberini hoşnud kılacak bir şeye başarılı kıldı: '

Ve bu terbiye öyle bir noktaya varır ki, Resulullah -salât ve selâm üzerine olsun- onlara o günkü günlerini, bulundukları yeri sorar, onlar bunu gerçekten bildikleri halde, cevap vermekten çekinirler. Yüce Allah'ın ve O'nun elçisinin huzurunda "ileri gitme" durumuna düşmekten korktukları için sadece "Allah ve O'nun Resulü daha iyi bilir" diye cevap verirler.

Ebu Bekir'in naklettiği bir hadiste Sakif'li El Haris oğlu Nefi' der ki: Resulullah veda haccında bizlere "Bu ay hangi aydır?" diye sorduğunda bizler: "Allah ve O'nun Peygamberi daha iyi bilir" dedik. Peygamber sustu. Bizler zannettik ki Peygamber o aya başka bir isim verecek. Resulullah devamla: "Zilhicce ayı değil mi?" diye sordu. Bizler de "Evet" dedik. Peygamber sordu: "Bu belde neresidir?" Bizler: "Allah ve O'nun Peygamberi daha iyi bilir dedik. Peygamber sustu. Bizler Resulullah oraya başka bir isim verecek zannettik. Bunun üzerine Resulullah: "Haram belde değil mi?" diye sorunca "Evet" dedik. Sonra Resulullah: "Bugün hangi gündür?" diye sordu. Bizler: "Allah ve O'nun Peygamberi daha iyi bilir" dedik. Peygamber bir süre sustu. Bizler zannettik ki O bu güne başka bir isim verecek. Peygamber: "Kurban bayramı günü değil mi deyince bizler "Evet" dedik.

İşte bu yüce Allah'a karşı edep, O'ndan çekinme ve takva manzarasıdır. Müslümanlar bu seviyeye, bu seslenişi, bu yönlendirmeyi ve çok işiten ve bilen Allah'tan korkmaya çağıran işareti duyarak yükselmişlerdi.

İkinci edeb ise, müslümanların Peygamberleri ile konuşmalarında, ona seslenişlerinde görülen ve kalplerinde ona besledikleri saygıdır. Bu öyle bir saygıdır ki, onunla konuşurken ses tonlarında ve seslenişlerinde ortaya çıkmalı, davranışlarında Resulullah'ın şahsını kendileri ile bir tutmamalı onun aralarında bulunduğu andaki davranışları farklı olmalıdır. Yüce Allah onları bu sevimli seslenişle bu terbiyeye çağırmakta ve bu korkunç uyarıya aykırı davranmamaları için onları sakındırmaktadır.

"Ey inananlar! Seslerinizi, peygamberin sesini bastıracak şekilde yükseltmeyin. Birbirinize yüksek sesle konuştuğunuz gibi onunla da öyle yüksek sesle konuşmayın; yoksa siz farkında olmadan amelleriniz boşa gider."

Ey inananlar... Kendilerini imana çağıran Peygambere saygı beslemeleri için... Siz farkına varmadan amellerinizin boşa gitmemesi için... Bu uyarı onlar bilmeden, hissetmeden amellerinin boşa gitmesi sonucunu doğurabilecek bu kaygan zeminden kaçınmaları ve korkmaları içindir.

Bu sevimli sesleniş, bu korkunç uyarı onları ruhlarında gerçekten derin ve şiddetli etkisini göstermişti.

İmam Buhari der ki: Bize Luhm kabilesinden Safvan oğlu Büsre nakletti. Ona Ömer oğlu Nafi, ona da Ebu Müleyke'nin oğlu haber vermiştir. Ebu Müleyke oğlu der ki: İki hayırlı kişi (Hz. Ebu Bekir ile Hz. Ömer) az kalsın mahvolacaklardı... Hicretin dokuzuncu senesi, Resulullah'a Temim oğullarından bir heyet gelince bu iki hayırlı kişi Resulullah'ın huzurunda seslerini yükseltmişlerdi. Birisi, Temim oğullarına başkan yapsın diye Mücaşi oğullarının kardeşi olan Habis oğlu Akra'ı tavsiye eder. Diğeri başka bir kişiyi tavsiye eder. Nafi derki: Adını hatırlamıyorum. (Başka bir rivayette o kişinin Mabed oğlu Ka'ka olduğu yer alır) Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir Hz. Ömer'e "Senin maksadın sırf benim görüşüme aykırı davranmaktır" der. Hz. Ömer: "Hayır senin görüşüne aykırı davranmak değil gayem" der. Ve bu konuda sesleri yükselir. Ve yüce Allah şu ayeti indirir:

"Ey inananlar! Seslerinizi, Peygamberin sesini bastıracak şekilde yükseltmeyin. Birbirinize yüksek sesle konuştuğunuz gibi onunla da öyle yüksek sesle konuşmayın; yoksa siz farkında olmadan amelleriniz boşa gider."

Hz. Zübeyr'in oğlu der ki: Hz. Ömer bu ayetin inişinden sonra, Peygamber ona ne söylediğini sorup anlamaya çalışmadıkça, o kendi yanından sesini yükseltip de ona bir söz işittirmemiştir. Hz. Ebu Bekir'in de, "Bu ayet inince, ya Resulallah, vallahi seninle ancak sır kardeşim gibi (yani fısıltı gibi) konuşacağım dedim" diye söylediği rivayet olunur.

İmam Ahmet der ki: Bize Haşim, ona Muğira oğlu Süleyman, ona Sabit, ona da Malik oğlu Enes'ten naklederek der ki: "Ey inananlar! Seslerinizi Peygamberin sesini bastıracak şekilde yükseltmeyin. Birbirinize yüksek sesle konuştuğunuz gibi onunla da yüksek sesle konuşmayın; yoksa siz farkında olmadan amelleriniz boşa gider" ayeti inince, yüksek sesli olan Şemmas oğlu Kays oğlu Sabit der ki: Peygambere karşı sesini yükselten bendim. Ben cehennemliğim. Amelim boşa gitti. Ve Hz. Sabit üzüntü içinde evinde ailesinin arasında oturur, dışarı çıkmazdı. Bunun üzerine Resulullah onu arar ve birkaç kişi doğruca Hz. Sabit'e giderler. O'na: "Resulullah seni arıyor neyin var?" diye sorarlar. Hz. Sabit: "Resulullah'ın sesi üzerine sesini yükselten benim, ona karşı sesini yükseltip bağıran benim. Amelim boşa gitti. Ben cehennemliğim" der. Sabit'in evine gidenler, dönüp, onun söylediklerini Peygambere bildirince, Resulullah "Hayır, aksine o cennetliklerdendir" buyurur. Bu hadisi bizlere nakleden Hz. Enes der ki: "Bizler Hz. Sabit'i aramızda yürürken görür ve onun cennetliklerden olduğunu bilir ve öyle kabul ederdik..."

Böylece o insanların kalpleri bu sevimli seslenişin ve şu korkunç sakındırmanın etkisi altında işte böylece titremiş ve şiddetle sarsılmıştır. O insanlar, farkına varmadan amelleri boşa gider korkusu ile Resulullah'ın huzurunda böylece edeplenmişler, edebi elde etmişlerdir. Zaten amellerinin boşa gittiğinin farkına varsalar, durumlarını düzeltirlerdi. Ancak ne varki, kendilerine gizli kalan bu kaygan zemin onlara çok daha korkunç geliyordu, bunun için o zeminden korkmuşlar ve sakınmışlardır.

Yüce Allah onları takvaya ve seslerini Resulullah'ın huzurunda kısmaya hayret verici bir ifade biçimi ile çağırıyor.

"Allah'ın Peygamberinin yanında seslerini kısanlar, şüphesiz Allah'ın kalplerini takva ile imtihan ettiği kimselerdir. Onlara mağfiret ve büyük bir mükafat vardır."

Takva büyük bir bağış ve büyük bir lütuftur. Yüce Allah onu, imtihandan, denemeden ayıklamadan ve deneyden sonra kalplere lütfeder. Yüce Allah takvayı, ona hazır olan ve onu hak etmiş olduğunu ispat eden kalbe yerleştirir. Seslerini Peygamberin huzurunda kısan kimselerin yüce Allah kalplerini denemiş ve bu bağışı (takva bağışını) almak üzere kalplerini hazırlamıştır. Ve yüce Allah takvanın yanında takva ile onlar için bağışlama ve büyük bir mükafat yazmıştır. Korkunç sakındırmadan sonra, derin bir teşviktir bu. Yüce Allah seçkin kullarının kalplerini bununla terbiye etmiş ve bu terbiye ve nurun yol göstericiliğinde ilk çağın (sahabe çağı) insanlarının yönelmiş oldukları büyük dava için onları hazırlamıştı.

Mü'minlerin önderi Hattab oğlu Ömer'den nakledilir ki, Peygamber, mescidinde yüksek sesle konuşan iki kişinin sesini duyar. Derhal gelerek onlara: "Siz nerede olduğunuzu biliyor musunuz?" Sonra: "Nerelisiniz?" der. Onlar da, "Taifliyiz" deyince, Hz. Ömer "Eğer siz Medineli olsaydınız, sizleri dövüp canınızı yakardım" der.

Bu ümmetin alimleri bunu bildiklerinden demişler ki, sağlığında Resulullah'ın huzurunda yüksek sesle konuşmak nasıl mekruh ise, her durumda ona hürmet etmek için kabrinin yanında da yüksek sesle konuşmak mekruh olur.

Sonra yüce Allah "Heyetler yılı" diye isimlendirilen hicretin dokuzuncu yılında Temim oğullarından bir heyetin Resulullah'a geldiği zaman meydana gelen bir olaya değinmektedir. Bu yıla "Heyetler yılı" denmesinin nedeni, Mekke'nin fethinden sonra her yerden heyetlerin gelmesi ve islama akın akın girmelerinin bu yıl gerçekleşmesi yüzündendir. Bu gelen insanlar, çölde yetişen bedevi ve kaba insanlardı. Bunlar, Peygamber mescidine açılan hanımlarına ait odaların girişinden bağırarak "Ey Muhammed! Gel yanımıza" diye sesleniyorlardı. Resulullah bu kabalığı ve bu rahatsız etmeyi hoş görmedi, bunun üzerine aşağıdaki ayet nazil oldu:



4- Ey Muhammed! Odaların arkasından sana bağıranların çoğu, düşüncesiz kimselerdir.

5- Onlar, sen kendilerinin yanına çıkıncaya kadar bekleselerdi, elbette kendileri için daha iyi olurdu. Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.

Burada yüce Allah onları "çoğunun akılları ermez" diye niteliyor. Terbiyeci ve önder olan Resulullah'ın hürmetine ve Peygamberin şahsına yakışan saygı ve terbiyeye aykırı olarak bu şekilde bağırmayı onlara çirkin gösteriyor. Ve kendilerine daha uygun ve daha üstün olan davranışı açıklıyor ki o da Peygamber yanlarına çıkana kadar sabretmek ve beklemektir. Sonra onlara yüce Allah, tevbeyi ve kendine dönmeyi sevdirmekte, onları bağışlamaya ve rahmete teşvik etmektedir.

Doğrusu müslümanlar bu yüce edebi anlayıp kabul etmişler ve bu terbiyeyi Resulullah'ın şahsının ötesinde her hocaya ve bilgine kadar uzatmışlardır. Hiçbir hoca ve bilgini kendi yanlarına çıkana dek rahatsız etmemişler. Onlar kendilerini çağırana kadar huzuruna girmemişlerdir. Nitekim alim, zahit ve güvenilir, hadis ravisi olan Ebu Ubeyd'in şöyle dediği rivayet edilir: "Ben hiçbir alimin kapısını, kendi çıkış vakti gelip de çıkmadıkça çalmadım."



BİR FASIK HABER GETİRDİĞİNDE

6- Ey inananlar! Size fasık (yoldan çıkmış) bir adam bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeyerek bir topluluğa karşı kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz.

7- Bilin ki, Allah'ın elçisi içinizdedir. Şayet birçok işte size uysaydı, sıkıntıya düşerdiniz. Fakat Allah size imanı sevdirdi ve onu sizin kalplerinizde süsledi ve size küfrü, fıskı ve isyanı çirkin gösterdi. İşte doğru yolda olanlar bunlardır.

8- Bu size Allah'ın bir lütuf ve nimetidir Allah bilendir, hakimdir.

Bundan önce birinci sesleniş, önderliği ve emir alınacak kaynağı belirtiyordu. İkinci sesleniş, önderliğe karşı takınılması gereken saygı ve terbiyeyi belirtiyordu. Gerek birinci ve gerekse ikinci sesleniş, bu surede yer alan tüm yönlendirme ve yasamaların esas ve temelini oluşturmaktadır. O halde mü'minlerin almış oldukları haberlerin kaynağı mutlaka açık olmalı, kumanda yeri belirtilmeli ve ona saygı gösterilmeli ki, bundan sonra yapılacak yönlendirmelerin bir değeri, bir ağırlığı ve itaat değeri olabilsin. Dolayısı ile bu üçüncü sesleniş gelmekte ve mü'minlere haberleri nasıl alacaklarını ve onları nasıl değerlendireceklerini açıklamakta ve haberin mutlaka kaynağından araştırılmasının gerektiğini belirtmektedir:

"Ey inananlar! Size fasık (yoldan çıkmış) bir adam bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeyerek bir topluluğa karşı kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz."

Yüce Allah burada emrini fasıkın. getireceği haberin araştırılmasına özel kılıyor. Çünkü onun getirdiği haberin yalan olması muhtemeldir. Sonra, islam toplumunda o toplumu oluşturan kişilerin arasında birbirlerine iletmiş oldukları her haber konusunda bir şüphe yayılmaması gerekmektedir. Yoksa müslümanlar arası bilgi akımı felç olmaya yüz tutar. İnanmış bir toplumda asıl olan, fertlerinin güvenilir ve birbirlerine iletmiş oldukları haberlerin inanılır ve kabul edilir olmasıdır. Oysa fasık, getirmiş olduğu haberin doğruluğu ortaya çıkana kadar şüphe altındadır. Ve bu prensip ile toplumun durumu düzgün hale gelir, kendisine ulaşan haberi alıp reddetmekle orta yolu bulur toplum. İslam toplumu bir fasıkın getirdiği habere dayanarak, hemen acele ile o haberin gereğini yapmaya kalkışmaz. Çünkü bilmeden ve acele ile o topluma zarar verebilir. Sonra da yüce Allah'ı gazaplandıran bir hareketten ve acele ile Hak ve Adaletten uzaklaşmasından dolayı pişmanlık doğar.

Tefsir bilginlerinin çoğuna göre bu ayet, Ebu Muyat'ın oğlu Ukbe oğlu Velid hakkında inmiştir. Resulullah onu Mustalık oğullarının zekatını toplamak için göndermişti. İbni Kesir der ki: Mücahit ve Katade derler ki: Resulallah Ukbe oğlu Velid'i, Mustalık oğullarına zekatlarını toplamak üzere gönderdi. Onlar Velid'i zekatları ile birlikte karşıladılar. Fakat Hz. Velid geri döndü ve: "Ya Resulallah Mustalık oğulları, seninle savaşmak üzere toplanmışlar" dedi. (Katade'nin rivayetinde ayrıca onların islamdan döndükleri de vardır.) Bunun üzene Resulullah Hz. Halid b. Velid'i onlara gönderdi. Ve kendisine durumu inceleyip acele etmemesini emretti. Hz. Halid yola çıkar, geceleyin oraya varır ve gözcülerini gönderir. Gözcüler geri dönünce Hz. Halid'e, Mustalık oğullarının islama bağlı olduklarını onların ezanlarını ve namazlarını duyduklarını haber verirler. Sabah olunca Hz. Halid kendisi bizzat Mustalık oğullarına gider. Ve orada hoşuna giden şeyler görür. Hz. Halid Resulullah'a döner ve haberi ona iletir. Bunun üzerine yüce Allah bu ayeti indirir. Katade der ki: Resulullah der ki: "Tedbirli davranmak Allah'tan, acele ise şeytandandır." İbni Kesir'in tefsirinde yer alan ifade budur. Seleften bir çokları, İbni Ebi Leyla, Roman oğlu Yezid, Dahhak Hibban oğlu Mukatil başta olmak üzere daha birçoklarına göre, bu ayet Ukbe oğlu, Velid hakkında inmiştir. Doğrusunu Allah bilir. (İbni Kesir'in tefsirindeki ifadesi burada son buluyor).

Bu ayetin anlamı geneldir. Ayet fasık olan birinin getirdiği haber karşısında, o haberi süzgeçten geçirmeyi ve tedbirli davranmayı içermektedir. Görevlerini tam olarak yapan doğruların getirdikleri haber ise hemen alınır. Çünkü müslüman toplumda asıl olan bu prensiptir Ve fasıkın getirdiği haber bunun istisnasıdır. Görevlerini tam yapan doğru kimselerin haberini almak ise, tedbirli davranmak prensibinin bir parçasıdır. Çünkü doğru kişi haber kaynaklarından birisidir. Bütün kaynaklardan ve bütün haberlerden şüphe etmek ise mü'min toplum arasında uyulması şart kılınan güven prensibine aykırıdır. Hayatın akışına ve toplum içinde düzenin sağlamasına engeldir. Halbuki islam, hayatı doğal akışı içinde gitmesi için serbest bırakmış ve baştan koymuş olduğu garantileri ve tedbirleri hayatı engellemek için değil aksine korumak için getirmiştir. Bu, haber kaynakları üstüne bir genelleme ve istisna örneğidir.

Öyle görülüyor ki, Ukbe oğlu Velid'in getirdiği ilk haberden dolayı birtakım müslümanlarda bir fevrilik belirmiş ve hemen Resulullah'a çabucak onları cezalandırmasını tavsiye etmişlerdir. Bunun sebebi, bu zümrenin Allah'ın dinine düşkünlükleri ve zekatın verilmemesinden dolayı duydukları kızgınlık idi. Bu ayeti izleyen ayet, onlara muazzam gerçeği ve aralarında yaşayan büyük nimeti hatırlatmaktadır. Ki onun değerini anlasınlar ve onun varlığına karşı sürekli uyanık bulunsunlar...

"Bilin ki Allah'ın elçisi içinizdedir."

Bu kolayca anlaşılabilecek bir gerçektir. Çünkü o pratikte meydana gelmiş ve herkes tarafından görülmüştür. Fakat insan ince düşünürse bu gerçek öyle görkemli gözüküyor ki nerede ise anlaşılamayacaktır. Gökyüzünün sürekli, canlı ve izlenen bir bağ ile yeryüzüne bağlanmasını ve gökyüzünün yeryüzü ile konuşmasını ve yeryüzündekilere durumlarını ve açığa vurdukları ile gizlediklerini bildirmesini ve attıkları adımlarını sıra ile peşi peşine düzeltmesini kendileri ve işleri hakkında onlara tavsiyelerde bulunmasını bir insanın anlayabilmesi kolay bir şey midir?.. Birisi bir iş yapınca, bir başkası birşey söyleyince, bir diğeri birisine sır verince bir de ne görsün gökyüzü ona bakıyor, yüce Allah olup biteni Peygamberine haber veriyor ve ona yapacağı ve olup biten şey hakkında söyleyeceği şeyleri telkin ediyor. Bu çok önemli bir durumdur. Bu muazzam bir haberdir. Bu müthiş bir gerçektir. Bunlar önünde hazır olarak bulan kimse belki gerçeğin muazzamlığını hissetmeyebilir. İşte bu gerçeğin varlığına uyarı bu üslup içinde gelmektedir: "Bilin ki Allah'ın elçisi içinizdedir." Yani bunu bilin ve bunun gerçek değerini vererek değerlendirin. Çünkü bu büyük bir olaydır.

Bu muazzam olayı bilmenin bir gereği olarak, Allah'ın ve Peygamberinin önüne geçmemeleri gerekir. Fakat yüce Allah, bu emrine açıklama ve güç katıyor. Ve onlara, Resulullah'ın Allah'ın ilhamı veya vahyi ile onlar için bulmuş olduğu çözümün kendilerine daha hayırlı, rahmet ve kolaylık olduğunu haber veriyor. Ve Resulullah onların kendileri için hayırlı olarak gördükleri hususlarda kendilerine uyarsa, sıkıntıya düşeceklerini ve durumun kendileri için çok zor olacağını bildiriyor. Çünkü yüce Allah kendileri için hayırlı olan şeyi onlardan daha iyi bilir. Ve O'nun Peygamberinin kendileri için uygun görüp tercih ettiği şey onlar için rahmettir.

"Şayet o birçok işte size uysaydı sıkıntıya düşerdiniz."

Bu ifade, kendilerinin bütün işlerini Allah'a ve O'nun Peygamberine bırakmaları, hep birden itaat ve teslimiyete girmeleri ve yüce Allah'ın takdir ve idaresine teslim olmaları ve emirleri O'ndan almaları ve O'na karşı bir öneri getirmemeleri iması vardır.

Sonra yüce Allah, kendilerine bahşetmiş olduğu iman nimetine yöneltmektedir onları. Ve kalplerini iman sevgisi ile harekete geçirmekte ve onlara imanın güzellik ve üstünlüğünü açıklamakta ve ruhlarını imana bağlamakta ve onlara küfür, fasıklık ve günahı çirkin göstermektedir. Ve bütün bunlar da yüce Allah'ın rahmeti ve ihsanının bir neticesi olmaktadır.

"Fakat Allah size imanı sevdirdi ve onu sizin kalplerinizde süsledi ve size küfrü, fıskı ve isyanı çirkin gösterdi. İşte doğru yolda olanlar bunlardır." "Bu size Allah'ın bir lütuf ve nimetidir. Allah bilendir, hakimdir."

Yüce Allah'ın, göğüslerini imana açmak ve kalplerini ona karşı harekete geçirmek ve imanı kendilerine güzel gösterip de ruhlarının imana can atması ve imandaki güzellik ve hayrı görmesi için seçmesi... Evet bu seçme yüce Allah'tan bir ihsan ve nimettir. Ve her ihsan ve her nimet bu ihsan ve nimetten daha aşağıdır... Hatta aslına bakılırsa, varlık ve hayat nimeti bile özünde iman nimetinden daha değersiz ve daha aşağıdır. İlerde inşaallah yüce Allah'ın "Tersine size imanı nasip ettiği için Allah sizi minnet altında bırakır." (Hucurat Suresi,17) sözü gelince bu ihsan hakkında ayrıntılı açıklamalarda bulunacağız.

Burada insanın dikkatini çeken şey, kendileri için bu hayrı dileyenin yüce Allah'ın bizzat kendisi olduğunu ve kalplerini şu küfür, fasıklık ve isyan şerrinden kurtaranın da kendisi olduğunu onlara hatırlatmasıdır. Ve kendisinden bir ihsan ve nimet olmak üzere böylece onları doğru yola ermiş kılanın kendisi olduğunu onlara hatırlatması ve bütün bunların kendi ilmi ve hikmetinin bir eseri olduğunu bildirmesidir. Bu gerçeğin ifadesinde, onlar için yüce Allah'ın yönlendirmesine ve idaresine teslim olmaları ve kendileri için hayır ve bereketi bu teslimiyetin gerisinde beklemeleri ve yüce Allah kendileri için bir şey tercih etmeden, kendileri için hayırlı zannettikleri bir şeye hemen atılma aceleciliğine düşmemeleri ve O'na karşı öneride bulunmaktan vazgeçmenin ilhamı vardır. O halde onlar için hayırlı olanı yüce Allah tercih eder ve Resulullah aralarında ellerinden tutar ve kendilerini hayra ulaştırır. Bu ifadenin getirilişinde asıl istenilen yönlendirme budur.

İnsan adımlarının gerisinde neler olduğunu bilmeden acele eder. İnsan öneride bulunduğu şeyde hayır nedir şer nedir bilmeden, kendisi ve başkası için teklifte bulunur. "Gerçekten insan pek aceleci ve pek fevridir. İnsan iyiliğe kavuşması için dua ettiği gibi, aynı yönelişle başına kötülük gelsin diye de dua eder. Gerçekten insan pek aceleci, pek fevridir." (İsra Suresi, 11) Halbuki insanoğlu, yüce Allah a teslim olsa ve tüm olarak teslimiyet ve itaata girse ve yüce Allah'ın kendileri için tercih etmiş olduğu şeyden hoşnut olsa, yüce Allah'ın tercihinin kendi tercihinden daha üstün olduğuna gönülden inansa ve yüce Allah'ın daha merhametli ve daha yararlı olduğunu bilse rahat edip huzur bulur. Ve bu gezegen üzerindeki şu kısa yolculuğuna gönül huzuru ve hoşnutluk içinde devam eder... Fakat bu da yüce Allah'tan bir ihsan ve dilediğine bahşetmiş olduğu bir iyiliktir.



İKİ MÜMİN TOPLULUK BİRBİRİYLE SAVAŞIRSA

9- Eğer mü'minlerden iki topluluk birbirleriyle savaşırlarsa aralarını düzeltiniz; eğer biri diğeri üzerine saldırırsa, saldıranlarla Allah'ın buyruğuna dönmelerine kadar savaşınız; eğer dönerlerse aralarını adaletle bulunuz, adil davranınız, şüphesiz Allah adil davrananları sever.

Bu ayet arzu ve heyecanların etkisi ile mü'minler topluluğunu, düşmanlıklardan, dağılmaktan koruyan hukuki ve uygulamaya dönük bir kuraldır. Bu kural, fasıkın haberini araştırma, acele etmeme ve birşeyin aslını araştırmadan ve emin olmadan heyecana ve taassuba kapılarak ileri atılmamayı emreden ayetten sonra gelmektedir.

Bu ayet·ister rivayetlerin ifade ettiği gibi belirli bir olay üzerine inmiş olsun, isterse bu olayın benzeri durumları ortadan kaldırmak için hukuki esasları getirmek üzere inmiş olsun, islam toplumunu dağılmaktan ve parçalanmaktan korumak için sağlam ve genel bir kuralı yansıtmakta sonra da hakkı, adaleti ve düzeni yerleştirmekte ve bütün bunlarda da, adaleti ve huzuru yerleştirmek sureti ile yüce Allah'tan korkuya ve O'nun rahmetini ümit etmeye dayanmaktadır.

Kur'an-ı Kerim mü'minlerden iki zümre arasında çatışmanın mümkün olabileceğini belirtmekte veya bunu varsaymaktadır. Ve yine Kur'an-ı Kerim bu iki zümrede birbirleri ile çatışmalarına rağmen, birisinin diğerine karşı haddi aşmış olması ihtimaline rağmen, hatta her iki zümrenin bir yönden diğerine karşı haddi aşmış olması ihtimaline rağmen yine de o iki zümrede "iman" niteliğini bırakıyor, kaldırmıyor.

Kur'an-ı Kerim, -doğal olarak birbiri ile çatışan iki zümrenin dışından- mü'minleri çatışan iki zümrenin arasını bulup düzeltmekle görevlendiriyor. Bu iki zümrenin birisi şayet işi azıtır ve Hakk'a dönmeyi kabul etmez ise -iki zümrenin birlikte azması ve barışı ya da üzerinde anlaşmazlığa düştükleri konuda yüce Allah'ın hükmünü kabulü reddetmeleri de böyledir- o zaman mü'minlere düşen sorumluluk azgın tarafla savaşmak ve onlar Allah'ın emrine dönünceye kadar savaşa devam etmektir. Allah'ın bu konudaki emri ise, mü'minler arasında çatışmaya son vermek ve anlaşmazlığa düşüp de bu anlaşmazlığın düşmanlığa ve savaşa dönüştüğü konuda yüce Allah'ın hükmünü kabul etmektir. Azgın taraf yüce Allah'ın hükmünü kabul edince, mü'minler yüce Allah'a itaat ve O'nun hoşnutluğunu arzu ettiklerinden, çok hassas adalete dayanan arabulma ve düzeltme görevlerini yerine getirirler. "Şüphesiz Allah adil davrananları sever."

Bu çağrıyı ve bu hükmü iman edenlerin kalplerini "coşturma" aralarında olan ve kendilerini layık halde iken toplayan ve birbirlerine düşman iken aralarını kaynaştıran sağlam bağı "yaşatma", kendilerine yüce Allah korkusunu "hatırlatma" ve kendilerine takva ile ulaşılan yüce Allah'ın rahmetine "özendirme" izliyor.



10- Muhakkak mü'minler kardeştirler. Kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah'tan korkun ki size rahmet edilsin.

Bu kardeşliğin gereği olarak müslüman toplumda asıl olan kural sevginin, barışın, yardımlaşmanın ve birliğin olması anlaşmazlık ve çatışmanın ortaya çıkar çıkmaz asıl kurala döndürülmesi gereken istisnai bir durum olmasıdır. Ve yine müslüman toplumda aslolan, yukardaki temel kuralın topluma yerleştirilmesi uğruna öteki mü'minlerin haddi aşan kardeşlerini aynı safa döndürmek için ve sapıklığı asıl ve temel kurala döndürerek ortadan kaldırmak için, kardeşleri olan haddi aşanlara karşı savaşmalarının meşru olmasıdır. Bu da kesin ve aynı zamanda da kararlı bir işlemdir.

Yine bu kuralın gereği olarak, bu arabulma savaşında yaralananlar hemencecik öldürülmezler , hiçbir esir öldürülmez, savaşı bırakıp silahını atarak geri kaçanlar kovalanmazlar. Haddi aşanların malları ganimet olarak alınmaz. Çünkü onlarla savaşmaktan gaye, onları öldürmek değildir. Aksine kendilerini müslümanların safına çekmek ve islam kardeşliği sancağının altına getirmektir.

İslam milletinin sisteminde asıl kural bütün müslümanların yeryüzünde bir tek önderliği olması, bir halifeye biat edilince ikinci halife ile savaşmanın gerekli olmasıdır. Bu ikinci halife yanındaki savaşçılarla birlikte asıl halifenin yönetimindeki mü'minler tarafından yoldan çıkmış bir savaş hedefi olarak kabul edilir. Bu kurala dayanarak Hz. Ali Cemel ve Sıffin savaşlarında karşı gelenlerle savaşmış ve onunla birlikte ileri gelen sahabeler de bu savaşa katılmışlardır. Aralarında Sa'd, Mesleme oğlu Muhammed, Zeyd oğlu Üsame, Hz. Ömer in oğlu Abdullah gibi bazı kişilerin de bulunduğu sahabeler bu savaşa katılmamışlardır. Ya o zamanlar hakkın hangi tarafta olduğunu kesin olarak görüp değerlendirememişler ve bu savaşı fitne kabul etmişler, ya da İmam Cassas'ın da dediği gibi, İmam Ali'nin beraberinde olanlarla yetinebileceğini, arkadaşları sebebi ile kendilerine ihtiyacı olmadığını düşünmüşler bu yüzden de savaşa katılmamayı yeğlemişlerdi. Ancak birinci şık daha ağır basmaktadır. Sahabenin naklolunan bazı sözleri bunu göstermektedir. Nitekim Hz. Ömer'in oğlunun Hz. Ali ile birlikte savaşmadığına pişman olduğu yolundaki sözleri de bu ihtimalin ağır bastığını göstermektedir.

Asıl kural böyle olmakla birlikte, Kur'an'ın bu ayetini bütün haller için, hatta -çeşitli islam ülkelerinde iki veya daha çok halife olduğu kural dışı hallerde bile ki bu haller zaruret hali olup kural dışıdır- böyle kural dışı haller için de işletmek mümkündür. O halde, müslümanlara düşen görev: Asiler bir halifeye karşı çıkmışlar ise bir tek halifenin etrafında birleşip asilerle çarpışmaktır. Ve yine asiler halifeye karşı isyan etmemişler fakat onun yönetimi altında bir zümre diğer zümreye karşı haddi aşmış ise yine asilere karşı çarpışmaktır müslümanların görevi. Ve yine bunun gibi müslümanların görevi: Kural dışı olan birden çok önderlerin bulunduğu durumlarda, asiler birden çok önderden birisine karşı geldiğinde, müslümanların asiler zümresine karşı biraraya gelip, onları Allah'ın emrine döndürünceye kadar çarpışmalarıdır. İşte Kur'an ayeti tüm şartlar ve durumlarda böyle işletilir.

Açıkça görülüyor ki bu sistemin, yani anlaşmazlıkları hakeme giderek çözme sisteminin, asi gruplarla yüce Allah'ın emrine dönünceye kadar çarpışmaya sisteminin, insanlığın bu yolda sarfettiği tüm çabalardan önceliği vardır. Bu sistem mükemmel ve her türlü ayıp ve noksanlıktan uzaktır. Bu mükemmellik ve ayıptan uzaklık insanoğlunun her türlü, acı tecrübelerinde, uğraştığı sefil ve noksan girişimlerinde açıkça görülmektedir. Ayrıca bu sistemin bunlardan başka temizlik, emanet ve mutlak adalet gibi nitelikleri vardır. Çünkü bu konuda hiçbir arzu ve hevesin bulaşmadığı, hiçbir noksanlık ve kusurun nüfuz etmediği yüce Allah'ın emrine, hakem olarak gidilmektedir. Fakat zavallı insanlık, önünde hazır, doğru ve apaçık yol dururken, eğri yola sapıyor, doğru yolu bırakıyor, ayağı sürçüyor ve kayıyor.



11- Ey inananlar! Bir topluluk başka bir toplulukla alay etmesin. Belki alay ettikleri kimseler, kendilerinden iyidirler. Kadınlarda başka kadınlarla alay etmesin. Belki onlar kendilerinden iyidirler. Birbirinizde kusur aramayın; birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın. İnandıktan sonra fasık (yoldan çıkmış) olmak ne kötü bir addır. Kim tevbe etmezse, İşte onlar, zalimlerdir.

İslam'ın Kur'an-ı Kerim'in yol göstericiliği ile kurmuş olduğu üstün insan topluluğunun yüce bir edebi vardır. O toplumda herkesin dokunulmaz bir haysiyeti vardır. Bu haysiyet o toplumun haysiyetidir. Herhangi bir bireyi ayıplamak bizzat insanın kendisini ayıplaması gibidir. Çünkü toplumun tümü birdir, bir bütündür ve haysiyeti birdir.

Kur'an-ı Kerim bu ayette mü'minlere şu sevimli seslenişle "Ey inananlar" diyerek sesleniyor. Ve aralarında bir toplumun diğerini yani bir grup erkeklerin diğer grup erkekleri alaya almalarını yasaklıyor. Gerekçe olarak da alay edilenlerin belki yüce Allah katında onlardan daha hayırlı olabileceklerini gösteriyor. Ya da bir grup kadınların diğer grup kadınlarla alay etmesini yine aynı gerekçe ile, yani alaya alınan kadınların yüce Allah'ın ölçüsünde daha hayırlı olabileceği gerekçesi ile yasak ediyor.

Bu kutsal ifadede, erkeklerin kendilerinde ve kadınların da kendilerinde gördükleri "dış değerler"in insanların tartıldığı gerçek ölçüler olmadığının gizliden gizliye iması vardır. Ve ortada başka değerler de vardır. Belki onlara gizli kalmış olabilir. O değerleri yüce Allah bilmekte ve kullarını onunla tartmakta ve değerlendirmektedir. Zengin bir kimse fakir bir adamla alay edebilir. Güçlü bir adam zayıf bir kimse ile alay edebilir. Vücudu düzgün olan böyle olmayanla, zeki olan saf ve eğitim görmemiş birisi ile alay edebilir. Çocuklu olan kısır olanla akrabası olan yetimle alay etmiş olabilir... Aynen bunun gibi güzel olan kadın çirkin ile, genç olan yaşlı ile, vücudu düzgün olan vücudu kusurlu olanla, zengin olan fakirle alay etmiş olabilir. Fakat bütün bunlar ve benzerleri, yeryüzünün değerleridir, gerçek ölçü değildir. Yüce Allah'ın terazisi bunlardan başka ağırlıklarla yükselir ya da alçalır.

Ancak ne varki Kur'an-ı Kerim sadece bu ima ile yetinmiyor. Aksine iman kardeşliğini harekete geçiriyor ve iman edenlere kendilerinin adeta "bir tek kişilik"ten ibaret olduklarını, içlerinden birisini ayıplayanın kendisini ayıplamış olacağını hatırlatıyor. "Belki alay ettikleri kimseler kendilerinden iyidirler." Ayette geçen "lemz" kelimesi ayıp anlamınadır. Fakat bu sözün öyle bir tınısı ve çağrışımı var ki, sanki bu söz gözle görülen bir yaralamadır yoksa manevi bir ayıplama değildir.

Alaya alma ve ayıplamaya kişilerin hoşlanmadığı alay ve ayıp duygusuna kapıldıkları kötü lakap takma da dahildir. Mü'minin diğer mü'min üzerindeki haklarından biri de kendisini küçük düşürecek ve hoşuna gitmeyecek kötü lakaplarla çağırılmamasıdır. Mü'minin mü'mine karşı edeb kurallarından biri böyle yakıştırmalarla kardeşini üzmemesidir. Nitekim Resulullah cahiliyet devrinde takılmış olan isim ve lakapları değiştirmiştir. Resulullah'ın o lakap ve isimlerde ince hissi ve yüce kalbi sahabelerini küçük düşürecek ya da kendilerini horlayıcı nitelikle niteleyen unsurları hissetmiştir.

ZANDAN KAÇININ

Ayet yüce Allah'ın ölçüsündeki gerçek değerleri ima ettikten, kardeşlik duygusunu harekete geçirdikten, hatta bir tek kişilikte bütünleşme bilincini vurguladıktan sonra imanın anlamını ele alıyor ve mü'minleri bu şerefli niteliği yitirmemeleri için uyarıyor. Alaya alma, ayıplama ve lakap takma gibi hareketlerle imandan sapmamaları için onların dikkatini çekiyor. "İnandıktan sonra fasık olmak ne kötü bir addır." Bu iman ettikten sonra dönmek gibi bir şeydir. Sonra ayet bunu zulüm kabul ederek onları tehdid etmektedir. Zulüm kelimesi bilindiği gibi şirki ifade eden terimlerden birisidir. "Kim tevbe etmezse işte onlar zalimlerdir." İşte ayet, bu üstün ve şerefli topluma ruhsal terbiye kurallarını böylece yerleştiriyor.



12- Ey inananlar! Zandan çok sakının. Zira zanların bir kısmı günahtır. Birbirinizin gizli şeylerinizi araştırmayın; biriniz diğerinizi arkasından çekiştirmesin. Biriniz ölmüş kardeşinin etini yemeyi sever mi? İşte bundan iğrendiniz. O halde Allah'tan korkun, şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul eden, çok esirgeyendir.

Bu ayet ise, şerefli ve üstün olan toplumda kişilerin haysiyeti, özgürlükleri ve kişilikleri etrafında bir başka dokunulmazlık duvarı daha örmektedir. Bu duvarı ayet, onlara duygularını ve vicdanlarını nasıl temizleyeceklerini etkileyici ve akıllara hayret verecek bir üslup içinde öğretirken örmektedir.

Bu ayet surenin genel örgüsüne uygun olarak, şu sevimli sesleniş ile başlamaktadır. "Ey inananlar" Sonra ayet, bu üstün toplumun fertlerine birçok zandan kaçınmalarını emretmekte ve başkaları için içlerinde doğan zan, şüphe ve kuşkuya kendilerini kaptırmamalarını istemektedir. Kutsal ayet bu emrin sebebini "Zira zanların bir kısmı günahtır." şeklinde açıklamaktadır. Buradaki yasak zannın çoğuna yönelik olup kural olarak bazı zanlar günah olduğuna göre, bu ifadenin insanın ruhuna bıraktığı ilham kötü zandan tamamen kaçınılmasıdır. Çünkü insan hangi zannın günah olacağını bilemez.

Kur'an-ı Kerim vicdanlara kötü zanla kirlenip de günaha girmemesi için böylece temizler. Ve vicdanı her türlü düşünce ve kuşkudan temiz kılıp uzak tutarak yaratıldığı gibi bembeyaz lekesiz bırakır. Böylece o vicdanın sahibi din kardeşlerine kötü zannın yıpratamıyacağı bir sevgi besler, şek ve şüphelerin kirletemeyeceği bir duruluk kazanır, endişe ve beklentilerin bulandıramayacağı bir iç huzuru kazanır. Kötü zanlardan arınmış bir toplumda yaşamak ne kadar huzurludur!

Ancak ne varki, bu durum islamda, bu parlak ve şerefli noktada, yani vicdanların ve kalplerin eğitimi noktasında kalmaz. Aksine bu ayet, insanların birbirleri ile ilişkilerinde uyulması gereken bir prensip getirirken, islamın tertemiz toplumunda yaşayan insanların hakları çevresinde de bir koruma duvarı örer. Dolayısı ile bu toplum da kişiler bir töhmetten dolayı cezalandırılmazlar, bir şüpheden dolayı yargılanmazlar ve insanların yargılanmalarında zan asıl temel dayanak olamaz. Hatta, zan, insanlar hakkında ya da çevreleri üzerinde kovuşturma için bile gerekçe olamaz. Resulullah -salât ve selâm üzerine olsun- : "Bir zanda bulunduğun zaman kovuşturmasını yapma" buyurur (Bu hadisi, Harise b. Numan kanalı ile rivayet eder). Bunun anlamı, insanlar sorguya çekildikleri şeyi işledikleri açıktan açığa ortaya çıkan kadar suçsuz, hakları ve özgürlükleri dokunulmaz kabul edilir demektir. Ve yine, insanların çevrelerinde dönüp dolaşan zannı kovuşturmak gayesi ile takip edilebilmesi için zan yeterli gerekçe değildir.

İnsanların haysiyetlerini, haklarını, özgürlüklerini ve şereflerini korumada bu ayetin ulaştığı boyuta hangi sistem ulaşabilir? Acaba demokrasi, özgürlük ve insan haklarını korumada gözleri kamaştıran en güzel ülkenin bu uğurda varmış olduğu son nokta, Kur'an-ı Kerim'in iman edenlere bu çağırısı yanında hangi seviyeye ulaşabilir? Nitekim islam toplumu gerçekten bu prensip üzerine kurulmuş ve bu toplum bu prensibi önce vicdanında gerçekleştirmiş sonra da hayata geçirmiştir.

Sonra yüce Allah toplumun garanti altına alınması ile ilgili olarak zanlardan kaçınma ile ilintili bir başka prensibe geçiyor. "Birbirinizin gizli şeylerini araştırmayınız."

Kusur araştırmak, kötü zannı izleyen bir hareket olabileceği gibi, onunla ilgisi olmadan başlıbaşına eksikliği ortaya çıkarmak ve insanın kötü durumlarını öğrenmek için yapılabilir.

Kur'an-ı Kerim, ahlâkın ve kalplerin temizliği hedefine uygun olarak bu aşağılık harekete ahlâki yönden karşı koyuyor ve böylece başkalarının kusurlarını araştırmak ve fenalıklarını ortaya çıkarmak gibi aşağılık yönelişlerden kalpleri temizlemeyi hedef ediniyor.

Fakat bu mesele, etkisi açısından bundan daha uzak boyuta sahiptir. Bu aslında, islamın sosyal sisteminde, yasama ve yürütme sisteminde uyguladığı ana prensiplerden birisidir.

Elbette ki insanların, hiçbir durumda çiğnenemez ve hiçbir halde dokunulamaz özgürlükleri, dokunulmazlıkları ve haysiyetleri vardır.

Şerefli ve yüce islam toplumunda insanlar canları, yuvaları, sırları ve ayıplarından emin olarak yaşarlar. Hangi gerekçe ile olursa olsun, insanların can, konut, gizli sırlar ve ayıp dokunulmazlığı çiğnenemez. Hatta bir suçu izleme ve kovuşturma izni islam düzeninde insanların ayıplarını araştırmak için bahane olamaz. Herkes dış görünüşüne göre değerlendirilir. Dolayısı ile insanların içlerini kimsenin araştırmaya hakkı yoktur. İnsanlar, ancak ve ancak dışa vurdukları suçlar ve aykırı davranışları nedeni ile cezalandırılırlar. Hiçbir kimsenin birisi hakkında zanda bulunmaya, tahmin yürütmeye hatta insanların gizlice herhangi bir yasak hareketi yapıp yapmadıklarını öğrenmeye ve bunun için onların ayıplarını araştırmaya ve onları yakalamaya hakkı yoktur. Yapabilecek tek şey vardır: O da suçlunun suçu işlediği ve bunu açığa vurduğu zaman, her suç için islamın getirdiği ve belirttiği diğer garantiler eşliğinde cezalandırılmasıdır.

Ebu Davut anlatır: Bize Ebu Şeybe oğlu Ebu Bekir, ona da Muaviye, ona A'meş Vehb'in oğlu Zeyd'den naklederek haber verir: Bir adam İbni Mesud a getirilir. Ona: "Şu adam filancadır. Sakalından şarap damlıyor" derler. İbni Mesud der ki: "Bizlere, başkalarının kusurunu araştırmak yasak edildi. Eğer bir kişi suçunu açığa vurursa onu cezalandırabiliriz "

Mücahid de "Birbirinizin gizli şeylerini araştırmayın" ayetini, sizler için açığa çıkanı alın, Allah'ın örttüklerini bırakın demektir diye açıklar.

İmam Ahmet Ukbe'nin katibi Düceyn'den nakleder: Düceyn Ukbe'ye der ki: "Bizim şarap içen komşularımız var. Ben polisi çağırıp bunları yakalatacağım." Ukbe: "Böyle davranma, onlara öğüt ver ve tehdit et onları" der. Düceyn öyle yapar fakat komşuları şarap içmekten vazgeçmezler. Bunun üzerine Düceyn yine Ukbe'ye gelir ve "Ben onları içki içmemeye çağırdım fakat vazgeçmediler. Ben polis çağıracağım, onları yakalasın der. Bunun üzerine Ukbe: "Yazıklar olsun sana. Sakın yapma! Çünkü ben Resulullah'ın şöyle dediğini işittim: "Kim bir mü'minin ayıbını gizlerse, sanki diri diri toprağa gömülmüş bir kızı diriltmiş gibi olur"

Süfyan es-Sevri Sa'd oğlu Raşid'den, o da Ebu Süfyan oğlu Muaviye den nakleder. Muaviye der ki: Ben Peygamber'i şöyle derken işittim: "Eğer,sen insanların ayıplarını araştırırsan onları bozmuş ya da bozmaya yaklaştırmış olursun." Ebu'd-Derda der ki: "Hz. Muaviye'nin duymuş olduğu bu sözden yüce Allah kendisini faydalandırsın."

İşte ayet, islam toplumunun temel sisteminde yer almak için yolunu tutmuş ve sadece vicdanları süslemek ve kalpleri temizlemekle kalmamış, aksine insanların dokunulmazlıkları, hakları ve özgürlükleri etrafında bir koruyucu duvar olmuştur. Artık onlara yakından veya uzaktan herhangi bir bahane veya perde altında dokunulamamıştır.

Bu ileri görüşlülük ve yüksek ufuk nerede? Bindörtyüz sene sonra, dünyanın demokraside, özgürlükte ve insan haklarını korumada en ileri olan ülkesi nerede?

Bundan sonra, Kur'an'ın eşsiz bir şekilde ortaya koyduğu hayret verici bir üslup içinde dedi-kodu yasaklanması geliyor:

"Biriniz diğerinizi arkasından çekiştirmesin. Biriniz ölmüş kardeşinin etini yemeyi sever mi? İşte bundan iğrendiniz: '

Birbirinizi çekiştirmeyiniz. Sonra yüce Allah öyle bir sahne sunuyor ki bizlere, en kaba gönüller ve en az duyarlı ruhlar bile bu sahneden, çekinir ve tiksinir. Bu sahne kardeşinin etini yiyen bir kardeşin tablosudur... Ölü kardeşinin eti... Sonra yüce Allah, onlardan önce davranarak, tiksinti uyandıran bu hareketten onların hoşlanmadıklarına göre çekiştirmekten de hoşlanmıyacaklarını ediyor.

Ayette insanlara yasak etmiş olduğu kötü zan, ayıp araştırma, dedi-kodu takva duygusunu coşturma ile, bu gibi günahlardan işleyenlerin rahmet arzusu ile derhal tevbeye koşmalarını tavsiye izliyor. "Allah'tan korkun. Şüphesiz ki Allah tevbeyi çok kabul eden, çok esirgeyendir." Bu ayet de, müslümanlar topluluğunun hayatına nüfuz ediyor ve insanların dokunulmazlığı etrafında bir duvara kalplerde ve gönüllerde de derin bir edeb kuralına dönüşüyor. Bu dedi-kodu konusunda Resulullah -salât ve selâm üzerine olsun- da Kur'an'ın iğrenç gıybetin görüntüsünden korku, tiksinti uyandırmada akıllara durgunluk veren üslubuna uygun olarak çok titiz davranırdı.

Ebu Davud'un naklettiği bir hadiste, Ka'nebi'den, o Muhammed oğlu Abdulaziz'den, o Ala'dan, Ala babasından, babası da Hz. Ebu Hüreyre'den şu hadisi nakleder: Peygamber'e "Gıybet nedir ya Resulallah?" diye sorulur. Resulullah "Gıybet din kardeşini hoşlanmıyacağı bir şeyle anmandır" deyince, peki "Ya söylediğim nitelikler kardeşimde varsa?" diye sorulunca, Resulullah -salât ve selâm üzerine olsun- "Eğer söylediğin nitelikler onda varsa onu gıybet etmiş olursun, eğer söylediklerin onda yoksa, ona iftira etmiş olursun" buyurur. (Bu hadisi Tirmizi rivayet eder ve sahih olduğunu bildirir)

Ebu Davut, Müsedded, Yahya, Süfyan, Akmar oğlu Ali, Ebu Huzeyfe, Hz. Ali senet zinciri ile şu hadisi bizlere nakleder: Hz. Aişe der ki: Resulullah'a "Safiyye'nin şöyle şöyle olması sana yeter" dedim. (Müsedded'in rivayetine göre boyunun kısalığını kastetmişti) Bunun üzerine Resulullah "Öyle bir söz söyledin ki, şayet denizin suyuna karıştırılsa idi onu bulandırırdı" buyurur. Hz. Aişe der ki: Resulullah'a birisini anlattım da bana dedi ki: "Başıma şu şu hallerin geleceği tehdid edilirken bir başka insanın durumundan söz edilmesini sevmem."

Yine Ebu Davut, Malik oğlu Enes'ten nakleder ve der ki: Resulullah -salât ve selâm üzerine olsun- der ki: "Miraca çıktığım gece, bakırdan tırnakları olan ve yüzlerini göğüslerini tırmalayan bir topluluk gördüm. "Bunlar da kim ey Cebrail?" dediğimde, bana "Bunlar insanların etlerini yiyen ve haysiyetlerine dil uzatanlardır" dedi."

Maiz ve Gamidiye, birlikte zina ettiklerini itiraf edince, bu suçlarını hiçbir zorlama olmaksızın kendi arzuları ile ikrar edip Resulullah'a kendilerini temizlemesi için direttiklerinde, Resulullah da onları recm ederek idam eder. Sonra Peygamber birisinin, arkadaşına: "Gördün mü şu Allah'ın günahını örttüğü, fakat nefsini köpekler gibi recm edilmesine yol açtığı kimseyi?" dediğini işitir. Resulullah bir süre yürüdükten sonra, bir merkep leşine rastlar ve "Filanca ile filanca neredeler?" diye sorar. Sonra bu kişilere, "İninde şu merkep leşinden yiyin bakalım" der. Onlar: "Allah bağışlasın seni ey Allah'ın Resulü. Hiç yenir mi bu?" deyince, Resulullah "Biraz önce kardeşinize yaptığınız hakaret bunu yemekten daha beterdir, kudret eli ile yaşadığım yüce Allah'a yemin ederim ki, onlar şu anda, o cennet ırmakları içerisinde yüzüyorlar" der. (İbni Kesir tefsirinde rivayet eder ve isnat zinciri için sahihtir der)

İşte böyle değişmez, sürekli bir tedavi ile islam toplumu temizlenmiş ve yücelmiş ve bulunmuş olduğu noktaya yeryüzünde yürüyen bir düş, tarihin koynunda gerçekleşmiş bir ideal olma noktasına ulaşmıştır...

İman edenlere yapılan bu tekrar tekrar seslenişlerden, onları sosyal ve psikolojik eğitimin yüce ve parlak ufkuna yükselttikten sonra... İnsanların haysiyetleri, özgürlükleri ve dokunulmazlıkları etrafında güçlü garanti duvarlarını ördükten sonra... Ve bütün bunları da onların ruhlarında harekete geçirilen "duyarlılık" ve yüce Allah'ı O'nun korkusunu bilme ile garanti altına aldıktan sonra... Kur'an-ı Kerim, bu yüce ufka kurmuş olduğu şu basamaklardan sonra, renk renk ve cins cins insanlığın tümüne seslenerek, onları bir tek kök ve bir ölçüye bağlıyor. Ki bu yüce ufka yükselen bu seçilmiş insan topluluğu bu bir tek kök ve tek ölçü üzerinde durmaktadır.



13- Ey insanlar, biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah yanında en üstün olanınız Allah'tan en çok korkanınızdır. Allah bilendir, haber alandır.

Ey insanlar! .. Ey değişik ırk ve renkten olan ve kabile ve halklara bölünmüş insanlar... Gerçekten sizler bir tek köktensiniz. O halde, parça parça olup birbirinizle çatışmayınız, dağılmayınız, birbirinizle çekişmeyiniz, birbirinizden ayrılıp gitmeyiniz.

Ey insanlar!.. Size bu seslenişle seslenen sizi yaratandır... Bir erkek ve bir dişiden... Sizleri halklar ve kabileler halinde yaratmasındaki amacı, sizlere bildirmektedir O. Bu amaç birbirinizin gırtlağına sarılma ve birbirinizle çatışma değildir. Bu amaç, sizin birbirinizle tanışmanız ve kaynaşmanızdır... Dillerin ve renklerin farklı oluşu, huy ve ahlâkların çeşit çeşit olması, kabiliyet ve yeteneklerin değişik değişik olması çekişme ve ayrılığı gerektiren bir ayrılık değildir. Aksine, tüm yükümlülükleri yerine getirmek ve bütün ihtiyaçları gidermek için yardımlaşmayı gerektiren bir unsurdur. Rengin, ırkın, dilin, vatanın ve bu değerlerden başka diğerlerinin yüce Allah'ın ölçüsünde hesaba katılacak bir değerleri yoktur. Ortada ancak ve ancak tüm değerlerin kendisi ile belirlendiği ve insanların üstün olup olmadıklarının kendisi ile bilindiği bir tek ölçü vardır. Bu ölçü: "Allah yanında en üstün olanınız O'ndan en çok korkanınızdır" Ölçüsüdür... Gerçek şerefli insan Allah katında şerefli olandır. Yüce Allah sizi bilerek ve tanıyarak kendi ölçü ve değerleri ile tartar. "Allah bilendir, haber alandır."

İşte böylece bütün farklar ve tüm diğer değerler, değerini kaybeder, düşer ve tek bir ölçü ve tek bir değerle yükselir. Ve insanlar muhakeme edilmek için bu biricik ölçüye başvururlar ve insanların ayrılıkları, ölçüde bu değere vurulur.

Ve işte böylece yeryüzündeki bütün çatışma ve düşmanlık sebepleri kaybolur, silinir. İnsanların üzerine titreyip sıkıca yapıştığı ve değer verdiği bütün yeryüzü değerleri işte böylece önemsizleştirilir. Ve insanların birbiri ile kaynaşması ve yardımlaşması için apaçık ve muazzam bir sebep belirir. Yüce Allah'ın herkes için ilahlığı ve hepsini bir tek kökten yaratmış olması... Bu beliren sebebin yanısıra, altında yer almak için herkesin birbiri ile yarıştığı bir tek sancak yükseliyor: Bu da yüce Allah adına yükselen takva sancağıdır. İslamın insanlığı ırkçılık taassubunun bölgecilik, kabilecilik ve aile taassubunun belalarından kurtarmak için diktiği sancak budur. Bu taassupların hepsi çeşitli boyalara girse de, çeşit çeşit isim alsa da cahiliyetten kaynaklanmıştır ve ona bağlıdır. Bunların tümü islamdan soyutlanmış, onunla ilgisi olmayan cahiliye tutkularıdır.

Gerçekten islam bütün kılık ve şekilleri ile bu cahiliyet taassubu ile mücadele etmiştir. İslamın bundan gayesi, tüm dünyayı kucaklayan ve insana yaraşır sistemini bir tek sancak altında kurmaktır. Bu birtek sancak Allah'ın sancağıdır... Yoksa ne milliyetçilik sancağıdır bu, ne de vatan, ne aile ve ne de ırk sancağı... Bütün bu sancaklar islamın tanımadığı sahte sancaklardır.

Nitekim Resulullah -salât ve selâm üzerine olsun- şöyle buyurur: "Hepiniz Hz. Adem'in çocuklarısınız. Hz. Adem de topraktan yaratılmıştır. İnsanlar ataları ile övünmeyi bıraksınlar yoksa, yüce Allah'ın katında pislik böceğinden daha değersiz hale gelirler."

Başka bir hadiste de Resulullah -salât ve selâm üzerine olsun- cahiliyet taassubunu yasaklayarak "Bırakın onu. O iğrenç bir leştir" buyurur.

İslam toplumunun üzerine oturduğu temel budur işte. İslam toplumu, insanlığın uçuşan hayalleri içinde karekterinden birini hayata geçirmek için çırpınıp durduğu halde bir türlü gerçekleştiremediği tüm dünyayı kucaklayan ve insana yaraşır bir toplumdur. Bu toplumu insanlık, ona giden doğru yolu, yüce Allah'a giden yolu tutmadığı için gerçekleştirememektedir. Çünkü insanlık toplayıcı, birleştirici bir tek sancağın, yüce Allah'ın sancağının altında biraraya gelmemektedir.

GERÇEK İMANI ELDE EDEMİYENLER

Surenin sonunda "iman ettik" dedikleri halde imanın ne demek olduğunu kavrayamayan ve iman ettiklerinden ötürü bunu Resulullah'ın başına kakan oysa, yüce Allah'ın kullarına iman nasib etmesini takdir edemeyen bedevilere cevap verilirken, "imanın özü ve değerini" açıklama fırsatı doğuyor.



14- Ey Muhammed! Bedeviler: "İnandık " dediler, de ki: "İnanmadık fakat islam olduk deyin; inanç henüz gönüllerinize yerleşmedi; eğer Allah a ve Peygamberine itaat ederseniz yaptıklarınızdan birşey eksilmez; doğrusu Allah, bağışlar, merhamet eder."

15- Gerçek mü'minler ancak Allah'a ve Resulüne iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla canlarıyla savaşanlardır. İşte iman sözlerinde doğru olanlar onlardır.

16- De ki: "Siz mi Allah'a dininizi öğreteceksiniz? Allah, göklerde ve yerde olanları bilir, Allah, herşeyi bilendir."

17- Ey Muhammed! Müslüman oldular diye seni minnet altında bırakmak isterler de ki: "Müslüman olmanızı benim başıma kakmayın. Tersine, size imanı nasip ettiği için Allah sizi minnet altında bırakır."

18- Şüphesiz Allah, göklerin ve yerin gizlisini bilir. Allah yaptıklarınızı görmektedir.

Rivayete göre bu ayetler, Esed oğulları kabilesinin bedevileri hakkında nazil olmuştur. Bu bedeviler islama girer girmez, Resulullah'a: "Ya Resulallah! Bizler islama girdik. Araplar sana karşı savaşırken bizler savaşmadık" diyerek, islama girmelerini onun başına kakmışlardı.

Bunun üzerine yüce Allah, onlar bu sözü söylerken kalplerindeki olanın gerçek yüzünü, ortaya çıkarmakta ve onların islama teslim olma anlamında girdiklerini fakat kalplerinin henüz "iman mertebesi"ne erişmediğini bildirmekte ve bununla, imanın aslının onların kalplerine yerleşmediğini ve ruhlarının bu gerçeği sindiremediğini ifade etmektedir: "De ki: `İnanmadınız fakat islam olduk deyin; inanç henüz gönüllerinize yerleşmedi."

Bununla birlikte, yüce Allah'ın lütfu, onların yaptıkları her iyi amele, kendilerinden hiçbir kısıntı yapılmayarak karşılığının verilmesini gerektirmiştir. Kalbe nüfuz etmemiş ve dolayısı ile güven ve huzur verici iman olması imkansızlaşmış böyle göstermelik bir islam, onların yaptıkları iyi amellerin kendi lehlerine kaydedilmesine yeterlidir. Dolayısı ile onların iyi amelleri kafirlerin amelleri gibi boşa gitmez. Ve onlar itaat ve teslimiyet içinde oldukları müddetçe amellerinin karşılığından hiçbir şey eksiltilmez. "Şayet Allah'a ve Peygamberine itaat ederseniz yaptıklarınızdan birşey eksilmez."

Çünkü Allah bağışlama ve rahmeti daha çok sever. Dolayısı ile, kulu hak yoluna ilk adımını atar atmaz, onu kabul eder, kulun kalbi imanın aslını, özünü hissedene kadar onun itaat ve teslimiyetinden hoşnut olur. "Doğrusu Allah bağışlar, merhamet eder."

Sonra yüce Allah onlara imanın aslını açıklıyor:

"Gerçek mü'minler ancak Allah'a ve Resulüne iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla canlarıyla savaşanlardır. İşte iman sözlerinde doğru olanlar onlardır."

İman; Allah'ı ve Resulullah'ı sözlerinde doğrulamaktır. Bu öyle bir doğrulamaktır ki; içine hiçbir şüphe ve kuşku karışmaz. Sarsılmayan, kararsızlık kabul etmeyen, duygu ve heveslerin sesinin duyulmadığı kalbin ve hislerin tereddüt duymadığı yerleşik, değişmez ve güven verici bir doğrulamadır bu iman... Mal ve can ile Allah yolunda cihadın kaynaklandığı bir imandır bu... Bir kalp bu imanın tadını tattığı ve onda huzur duyup da o iman üzerinde değişmeden kaldığı zaman, kalbin dışında, hayat sahnesinde, insanların dünyasında o imanın gerçek karekterini hayata geçirmek için mutlaka bir atılım olması kaçınılmazdır. İnsan bu durumda, içinde hissettiği gerçek iman ile, dışardan kendini çevreleyen gelişmeler ve hayatın akışı arasında bir birlik kurmayı isteyecektir. Ve hissindeki iman şekli ile çevresindeki gerçek şekil arasında bir ayırıma asla sabredemeyecektir. Çünkü bu ayrılık, sürekli onu rahatsız edecek ve içinde çatışmaya yol açacaktır. Ve dolayısı ile, bu noktadan, Allah yolunda malı ile ve canı ile cihada atılma aslında mü'minin içinden fışkıran kişisel bir atılımdır. Mü'min cihadı ile, kalbinde yaşattığı parlak şekili hayat sahnesinde ve insanların arasında da uygulanmış görmek için gerçekleştirmek ister. Şu halde mü'min ile, çevresindeki cahiliyet hayatı arasındaki çatışma özünde kaynaklanır. Müslümanın iman düşüncesi ile mü'minin karşılaştığı pratik gerçek arasındaki çifte standartlı hayata tahammül edememesinden kaynaklanır. Ve yine, bu çatışma, mü'minin eksik, kötü ve sapık olan pratik hayat uğruna, kendi doğru, mükemmel iman düşüncesinden taviz vermemesinden kaynaklanır. O halde bir mü'minle kendisini çevreleyen cahiliyet arasında bu cahiliyet iman düşüncesine ve imani hayata boyun eğinceye kadar savaş olması kaçınılmazdır.

"İşte iman sözlerinde doğru olanlar onlardır."

İşte onlar inançlarında sadık olanların ta kendileridir. İşte onlar kendilerinin mü'min olduklarını söylerken doğru söyleyenlerin ta kendileridir. Bu duygular kalpte yer etmedikçe, bu duyguların izi gerçek hayatta uygulanmadıkça, iman gerçekleşmiş olmaz. İnançta doğruluktan ve inancın olduğu iddiasından söz edilemez.

Bu ayette söz arası olarak gelmiş olan şu ifade üzerinde bir nebze duralım: "Gerçek mü'minler ancak Allah'a ve Resulüne iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla canlarıyla savaşanlardır İşte iman sözlerinde doğru olanlar onlardır." Bu ifade sadece gelişigüzel söylenmiş bir ifade değildir. Bu ifade, gerçekçi ve psikolojik bir deneyime parmak basmakta ve insanın nefsine hatta imandan sonra meydana gelen aksaklığı tedavi eden bir ifadedir. "Sonra asla şüpheye düşmeyen." Bu ara cümle tıpkı "Şüphesiz Rabbim Allah'tır deyip sonra dosdoğru yolda yürüyenlerin..." (Fussilet Suresi, 30) ayetindeki ara cümlenin benzeridir. Birinci ayette, "şüpheye düşmemek" ikinci ayette ise Rabb'imiz Allah'tır deyip de sonra da "dosdoğru yürümek", mü'min olan bir kimsenin acı tecrübelerin ve şiddetli imtihanların etkisi ile bazen şüpheye düşüp sarsıntı duyabileceğine işaret etmektedir. Bir mü'min hayatında kendisini titreten zorluklara, sarsan musibetlere çarpabilir. İşte bütün bu engeller karşısında kararlı kalıp sarsılmayan, yüce Allah'a güvenip şüpheye düşmeyen dosdoğru olan ve yüce Allah ile bağlarını koparmayan kimse Allah katında böyle bir dereceyi hak eder.

Ayetin ifadesinin bu şekilde gelmesi, yolun kaygan noktaları ve yolculuğun tehlikeleri hakkında mü'min kalplerin dikkatlerini çekmektedir. Bundan hedef ise mü'minlerin işlerini sıkı tutmalarını, ölçülü ve dürüst olmalarını sağlamak ve ufuk belirsizleşip de hava iyice karardığı ve fırtına ve rüzgarlarla karşılaştığı zaman şüpheye düşmemesini temin etmektir.

İlahi ifadenin bundan sonraki akışı, bedevilere dönmekte ve onlara kalplerini ve içinde olanı yüce Allah'ın en iyi bilen olduğunu ve kalplerinden geçeni onlara kendisinin haber verdiğini ve kalpleri hakkında kendilerinden bilgi almadığını belirtmektedir:

"De ki: `Siz mi Allah'a dininizi öğreteceksiniz? Allah, göklerde ve yerde olanları bilir, Allah, herşeyi bilendir."

İnsanoğlu kendi nefsini ve kalbinde olan duyguları nefsinin özünü ve duygularının gerçek niteliğini bilmediği halde bilgiçlik taslar durur. Akıl kendisi bile nasıl çalıştığını bilemez. Çünkü akıl çalışırken kendi kendini kontrol edemez. Kendisini kontrol ederken de normal çalışmasını yapamaz. O halde ortada aklı kontrol edecek bir mekanizma yoktur. Akıl normal çalışmasını yaparken aynı anda kontrol görevi yapamaz. Dolayısı ile akıl, kendisinin nasıl bir özellikte olduğunu, nasıl çalıştığını anlamaktan acizdir. İnsanın kendisi ile böbürlendiği araç budur işte...

"Allah göklerde ve yerde olanları bilir."

Yüce Allah göklerde ve yerde olanları gerçek anlamda bilir, dış görünüşleri ve neticeleri ile değil, onların asılları ve gerçek kimlikleri ile bilir. Hem de sınırlı ve süreli olmayan kapsamlı ve kuşatıcı bir bilgi ile bilir. "Allah, herşeyi bilendir." Yüce Allah herşeyi bu kapsamlı ve kuşatıcı genelleme ile birlikte bilir.

Yüce Allah bedevilerin kavrayamadıkları ve ulaşamadıkları imanın gerçeğini açıkladıktan sonra, Resulullah'a yöneliyor ve onların müslüman olduklarından dolayı bunu Peygamberin başına kakmalarını anlatıyor. Bu başa kakma bile, imanın henüz onların kalplerinde yer etmemiş olduğuna ve bu kişilerin daha henüz imanın tadını almadıklarını başlı başına bir delildir.

"Ey Muhammed! Müslüman oldular diye seni minnet altında bırakmak isterler de ki: `Müslüman olmanızı benim başıma kakmayın. Tersine, size imanı nasip, ettiği için Allah sizi minnet altında bırakır."

Bedeviler, islama girmelerini Resulullah'ın başına kakıyorlar sonra da iman ettiklerini iddia ediyorlardı. Onlara cevap olarak, islama girmelerini başa kakmaları, eğer iman iddialarında doğru sözlü iseler asıl lütfun, nimetin yüce Allah'a ait olduğu bildirilmektedir.

Biz, birçoklarının gözden kaçırdıkları ve birçok mü'minin de bazen dikkat edemediği büyük bir gerçeği içeren bu cevap üzerinde bir nebze durmak istiyoruz. Şüphesiz ki iman, yüce Allah'ın yeryüzünde kullarına bahşettiği en büyük nimettir. Yüce Allah'ın daha başlangıçta bu kula bahşetmiş olduğu varlık nimeti ve varlıkla ilgili olan rızık, sağlık hayat ve geçim nimetinden daha büyüktür bu iman nimeti.

Bu iman nimeti öyle bir nimettir ki insan varlığına apayrı bir gerçeklik vermekte ve insana kainat sisteminde köklü ve büyük bir fonksiyon kazandırmaktadır. İmanın gerçek cevheri insanın kalbine yer eder etmez, insan denen varlıkta yapmış olduğu ilk şey, şu varlık konusunda düşüncesine getirmiş olduğu enginliktir. İnsanın varlıkla ilişkisine ve varlık aleminde insanın fonksiyonuna, bir genişlik getirmesidir. İnsanın çevresinde bulunan eşyayı, kişileri olayları ve değerleri doğru algılaması için genişlik getirmesidir. İmanın bu yeryüzü yolculuğunda yüce Allah'a kavuşana dek, geniş bir iç huzuru bahşetmesi, kendisini çevreleyen herşeyle ve kendisinin ve şu varlık aleminin yaratıcısı yüce Allah ile dostluk kurmasının sağlaması ve bunun değerini ve şerefini kendisine hissettirmesidir. Ve iman nimetinin kula, yüce Allah'ın hoşnut olacağı üstün bir rol oynayabileceğini ve bu varlık alemi için, içinde olan her şeyle ve herkesle hayrı gerçekleştirebileceğini kendisine hissettirmesidir.

İmanın, insanı zaman ve mekan ile sınırlı, küçük ve güçsüz bünyesini çerçevesinden çıkarıp sonuç olarak içinde saklanmış güçlerin, gizli sırların ve sınır kayıt tanımaz bir enginliğin olduğu bu varlık alemine kavuşturması insana verdiği düşünce enginliğinin ürünüdür.

Mü'min türü açısından bir tek köke bağlı insanlık ailesinin bir ferdidir. Bu kök insanlık özelliğini ilk başta yüce Allah'ın ruhundan, yani çamurdan yapılmış olan bu varlığı ilahi nura kavuşturan yüce soluktan elde etmiştir. Bu kutsal nur yere ve göğe sığmayan, başı sonu olmayan, zaman ve yer sınırı ile sınırlanamayan uçsuz bucaksız bir nurdur. İşte beşer suretinde yaratılan bu mahluku insan haline getiren unsur bu yüce olan nurdur. İmanın bir insanı kendi nazarında yüceltebilmesi ve kendi hissinde şereflendirebilmesi için, insana aydınlık ve enginlik hissettirebilmesi için bu düşüncenin kalbinde yer etmesi yeterlidir. O zaman insanın ayakları yeryüzünde gezinirken, kalbi nurun kanatları ile, kendisine bu hayat tarzını bahşeden ilk nur kaynağına doğru kanat çırpar, uçar..

Mü'min, üyesi olduğu topluluk açısından, ümmetin bir ferdidir. Zamanın akışı boyunca uzanan, Hz. Nuh, İbrahim, Musa ve Hz. Muhammed ve bunların peygamber kardeşlerinin önderlik ettiği şerefli bir kervanda yol alan biricik bir ümmetin ferdidir mü'min... Bu düşüncenin insanın kalbinde yer etmesi, o insanın derinlere kök salmış, dalları çevreyi kaplayan, uzun ömründe boyu göklere ulaşan, etrafa kanat geren upuzun ve hoş bir ağacın bir dalı olduğunu hissetmesi için yeterlidir... Evet insanın hayatının daha başka bir tadı olduğunu hissetmesi için, hayatı yeniden hissetmesi için ve şu hayatına bu köklü üyelik bağından kaynaklanan şerefli bir hayat katabilmesi için, bu duyguyu hissetmesi yeterlidir.

Sonra insanın düşüncesi genişler, genişler nihayet mü'minin şahsını, ümmetini, insan olan hemcinslerini aşar ve mü'min bütün şu varlık alemini görür. Yüce Allah'ın yaratması ile meydana gelen, ondan kaynaklanan, ruhunun bir soluğu ile insan haline geldiği yüce Allah'tan kaynaklanan, varlık alemini görür. Ve imanı kendisine, bütün bu varlık aleminin canlı bir varlık olduğunu ve canlı varlıklardan oluştuğunu öğretir... Ve yine imanı kendine, bütün şu kainatın bir ruhu olduğunu ve herşeyin ruhu ile birlikte, bu koca kainatın ruhunun -tıpkı kendi ruhu gibi- dualarla ve tesbihlerle yüce yaratıcısına yöneldiğini, hamd ve taatla O'nun çağrısına uyduğunu, teslimiyet ve boyun eğerek O'na yöneldiğini öğretir. Ve bir de bakar ki mü'min, bu kainatın ortasında, bütünün, ayrılmaz ve kopmaz bir parçasıdır, yüce yaratıcısından gelmekte ve ruhu ile ona yönelmekte ve sonunda da ona dönmektedir... İşte o zaman mü'min bir de ne görsün, sınırlı varlığından çok daha büyüktür, bu korkunç kainatın büyüklüğünü canlandırması oranında, kendi sınırlı varlığından daha büyüktür. Bir de bakar ki, kendisini çevreleyen ruhlarla dosttur, sonra bütün bunların ardından, kendisini koruyan yüce Allah'ın ruhu ile dost olmuştur. İşte o zaman kendisinin bütün şu varlık alemi ile ilişki kurabileceğini ve bu alemde enine ve boyuna uzanabileceğini, çok şeyler yapabileceğini ve büyük olaylar ortaya çıkarabileceğini, herşeye etki edip herşeyden etkilenebileceğini hisseder. Sonra da, kendisini yaratan ve kainattaki tüm güç ve enerjileri yoktan var eden bu büyük güçten, kaybolmayan, tükenmeyen, zayıflamayan büyük güçten direkt olarak güç alabileceğini hisseder.

Bu geniş ve engin düşünce sayesinde mü'min, eşyalarla, olaylar, şahıslarla değerler, önem verme ve hedeflerle ilgili yeni ve gerçek ölçüler edinir. Ve mü'min şu kainattaki gerçek fonksiyonunu ve şu hayattaki gerçek görevini görür ve anlar. Kendisinin kainatta yüce Allah'ın planlayıp yarattığı şeylerden birisi olduğunu, yüce Allah'ın dilediği şeyleri kendisi vasıtası ile ve kendisinde gerçekleştirmek için kendisini yönlendirdiğini fark eder. Ve şu gezegen üzerinde, yolculuğuna kararlı adımlarla, gözü açık ve vicdanı rahat olarak devam eder.

İşte mü'min, varlık aleminin aslına dair, kendisine biçilen fonksiyonun ve şu fonksiyonunu yerine getirmek için kendisine verilen gücün aslına dair bütün bu bilgilerden, çevresinde olup biten ve başına gelen şeylere karşı rahatlık, iç huzuru ve sükunet kazanır. Çünkü o, nereden geldiğini, niçin geldiğini ve nereye gideceğini ve kendisi orada niçin bulunmaktadır bütün bunları bilir. Ve bilir ki kendisi bu dünyada bir sebepten dolayı bulunmaktadır ve başına gelen herşey bu durumun tamamlanması için planlanmıştır. Ve bilir ki, dünya ahiretin tarlasıdır ve kendisi büyük küçük hep yaptığının karşılığını görecektir, kendisi boşuna yaratılmamıştır ve asla kendi haline bırakılmayacaktır ve asla tek başına kalmayacak ve gitmeyecektir.

Bütün bu gerçekleri bilince, nereden gelip nereye gideceğini bilmemekten yolun gizli yönlerini görmemekten geliş ve gidişleri ile bu yoldaki yolculuğunun gerisinde gizli olan hikmetlere güvenmemekten kaynaklanan şaşkınlık, şüphe ve endişe gibi duygular kaybolur gider.

Ömer Hayyam'ın dile getirdiği ve benim tercüme ettiğim duygular kaybolur gider.

Görüşüm alınmadan hayat elbisesini giydim. Bir yığın düşünce arasında şaşırdım kaldım, Bir gün gelecek atacağım elbiseyi,Bilmeden nereden geldiğimi nereye gideceğimi.

Mü'min kalp huzuru, vicdan rahatı ve ruh sükuneti içinde bilir ki, hayat elbisesini, bütün varlığı, üstün hikmet ve bilgelikle çekip çeviren yüce Allah'ın takdiri uyarınca giymiştir. Ve kendisine elbiseyi giydiren kimsenin kendisinden daha iyi hüküm verdiğini ve kendisine karşı çok daha şefkatli olduğunu bilir. O halde kendisine danışılmaya, görüşünün alınmasına gerek yoktur. Çünkü kendisi, şu herşeyi bilen ve gören el sahibinin görüşü gibi görüş ileri süremez. Ve bu güç sahibi olan yüce Allah, bu kainatta içinde herşeyden etkilenerek ve herşeye de etki ederek belirli bir fonksiyonu yerine getirsin diye bu elbiseyi giydirmiştir kendisine... Ve yine bilir ki mü'min bu fonksiyon, başlangıcından sonuna kadar, eşya ve canlıların tüm fonksiyonları ile ahenk içindedir.

O halde mü'min bu dünyaya niçin geldiğini bildiği gibi nereye gideceğini de bilir. Değişik düşünceler arasında şaşırıp kalmaz. Aksine mü'min, kendisine verilen bağışın güzelliğini ve armağanın yüceliğini hissederek yolculuğunu sürdürür ve fonksiyonunu rahat içinde, atılım ve huzur içinde yerine getirir.

Mü'min bu yolculuğunu şerefli, lütuf sahibi, güzel, latif, çok seven. ve merhametli elin kendisine sunduğu hayat nimetini veya elbisesinin güzelliğini ve ne kadar çekici olursa olsun yerine getirmiş olduğunu fonksiyon nimetinin yüceliğini hissederek, yüce Rabb'ine sevimli bir özlem içinde kavuşmak için bu yolculuğu sürdürür ve fonksiyonunu yerine getirir.

Kur'an'ın ışığı altında dirilişim gerçekleşmeden ve yüce Allah benim elimden tutup da lütufkâr himayesine almadan önce endişe ve başıboşluk içinde yuvarlanıp durduğum zamanlar da duyduğum duygu gibi düşünceler kaybolur o zaman. Yorgun ruhumun bütün kainata giydirdiği bu düşünceyi o zamanlar şöyle dile getirmiştim:

Şaşmış kalmış kainat bilmez nereye gidiyor? Eğer isteyerek gidiyorsa niçin nereye gidiyor? Boşuna oyalanma ve boşa gitmiş bir çabadır. Ve en sonunda sevimsiz belirsiz bir akıbet...

Ama bugün ben -yüce Allah'a sonsuz hamd ve minnet olsun- biliyorum ki, boşa giden bir çaba yoktur ve her çabanın bir karşılığı vardır. ve ortada kaybolup giden bir yorgunluk yoktur ve her yorgunluğun mutlaka bir meyvesi olacaktır. Ve akıbet sevindiricidir ve bu akıbet Adil ve Merhametli olan yüce Allah'ın huzurunda olacaktır. Yüce Allah'a hamd ve minnet olsun ki bugün ben, eskiden düşündüğüm gibi kainatın o sefil duruşu ile şaşkınlık içinde durduğunu asla hissetmiyor ve kabul etmiyorum. Kainatın ruhu Rabb'ine inanmakta, O'na yönelmekte ve O'na hamd ederek O'nu tesbih etmektedir. Kainat yüce Allah'ın kendisi için koymuş olduğu kanunlar uyarınca itaat, hoşnutluk ve teslimiyet içinde yoluna devam ediyor.

Bu duygu ve düşünce dünyasında büyük bir kazanç olduğu gibi, yapılan işin faaliyetin, etkilenme ve etki etmenin güzelliği konusunda büyük bir kazançtır. Buna ek olarak vücut ve sinir dünyasında da büyük bir kazançtır.

Öte yandan iman -halâ- itici bir güç ve potansiyel bir enerjidir. İmanın cevheri kalplere yerleşir yerleşmez etkinliğini yapmak ve olaylarda kendi etkisini göstermek için harekete geçer. Kapalı olan asıl şekli ile görünen şekli arasında bir uyum olması için hemen harekete geçer iman... Ayrıca insan bünyesindeki bütün hareket mekanizmasını hakimiyeti altına alır ve onu yolunda ileriye doğru iter. "Ruhlarda yer eden inancın gücü ile ruhların inanç sayesinde güçlenmesinin sırrı burada yatar. İnancın yeryüzünde meydana getirdiği ve her gün de meydana getirmeye devam ettiği harikanın (mucizenin) sırrı budur işte. Bu mucizedir ki, günden güne hayatın çehresini değiştirmiş, fert olsun toplum olsun bütün herkesin sonsuz ve büyük bir hayat uğruna fani ve sınırlı ömründe fedakarlıklara sevk etmiş güçsüz, kuvvetsiz bir kişiyi otorite gücü, paranın, demirin ve ateşin gücü karşısında baş kaldırtmıştır. En sonunda bir de bakılmış ki, bütün bunlar inanan bir ferdin ruhundaki itici inanç gücü karşısında yenilgiye mahkum olmuştur. Aslında bütün bu kuvvetleri yenen, gücü sınırlı fani olan fert değildir. aksine, mü'minin ruhunun kendisinden güç alıp yararlandığı akıl almaz büyük güç ve asla bitip tükenmek nedir bilmeyen zayıflayıp azalmayan ve daima fışkırıp duran o kaynaktır, mü'mine bu gücü sağlayan" ("Dünya Barışı ve İslam" isimli kitabın "İnanç ve hayat" bölümünden alıntıdır)

"Fertlerin ve toplumların hayatlarında dini inancın meydana getirdiği bu mucizeler (harikalar) gizli kapalı hurafe üzerinde kurulu değildir, öcülere ve rüyalara dayanmaz. Aksine akılla kavranabilen sebepler ve değişmez sabit temeller üzerine kuruludur. Gerçekten dini inanç, insanı gizli ve açık kainat kuvvetlerine bağlayan, ruhuna güven, iç huzurunu aşılayan ve mü'mine kesin zafer inancının gücü ve yüce Allah'a dayanmanın verdiği güç ile gelip geçici güçler ve batıl sistemlerin karşısında dikilme gücü bahşeden evrensel bir düşünce sistemidir. Bu sistem, kişinin çevresindeki insanlar, olaylar ve eşya ile olan ilgisini yorumlamakta ona gayesini, yöneleceği istikameti ve yolunu göstermekte bütün kuvvet ve enerjisini toplayarak bütün enerji ve gücünü bir yöne kanalize etmektedir. İşte imanın gücü buradan gelmektedir. İmanın bütün güç ve enerjileri bir tek eksen etrafında toplama ve bir tek yöne kanalize etme gücü buradan gelmektedir. İman bu yöne doğru güç, güven ve kesin kanaatle birlikte hedefi aydınlık olarak yoluna devam eder."

İmanın gücünü artıran bir faktör de, bütün kainatın görünen ve görünmeyen kısmı ile birlikte yürümüş olduğu değişmez doğrultuyu izlemesinden ve kainatta var olan bütün gizli güçlerin iman yönüne doğru hareket etmesi ve mü minin yolunda o güçlerle buluşması ve onların Hakk'ın batıla galip getirilmesi uğrunda akıllara durgunluk veren hücumlarına, ortaklaşa katılmasıdır. Batılın ne kadar gözleri kamaştıran ve dışa vuran gücü olsa da yine de bu hak yanlışı güçler karşısında mağlup olması kaçınılmazdır.

Ne kadar doğru söylüyor yüce Allah: "Ey Muhammed! Müslüman oldular diye seni minnet altında bırakmak isterler; de ki: `Müslüman olmanızı benim başıma kakmayın. Tersine, size imanı nasip ettiği için Allah sizi minnet altında bırakır."

Gerçekten bu, yüce Allah'tan başka hiçbir kimsenin sahip olmadığı ve ancak bu büyük ihsanı hakkettiğini bildiği kimselere bahşettiği, büyük bir ihsandır. Ne kadar doğru söylüyor yüce Allah. Bu gerçekler, anlaşılan gerçekler ve bu anlam ve duygularla dost olan ve bunların yardımı ile ve bunlarla birlikte yaşayıp da bu gezegen üzerinde bu gerçeklerin gölgesinde ve yol göstericiliği ile yolculuğuna devam edenler ne kaybederler? Öte yandan nimetler içinde yüzseler ve hayvanlar gibi yiyip içip eğlenseler bile bu gerçekleri ve bu duyguları yitirenler ne kazanırlar? Hayvanlar onlardan daha doğru yoldadırlar. Çünkü onlar fıtratları ile imanı bilirler ve bu imanla yüce yaratıcılarını bulurlar...

"Şüphesiz Allah, göklerin ve yerin gizlisini bilir. Allah yaptıklarınızı görmektedir."

Göklerin ve yerin gizlisini bilen kimse, ruhların sırrını ve vicdanların derinliğini, duyguların iç yüzünü bilir. İnsanların yaptıklarını görür ve onlar hakkındaki bilgisi dillerinin söylediği sözlere dayanmaz. Aksine kalplerinden coşup gelen duygulara ve kalplerindeki duyguları doğrulayan amellere dayanır.

Şimdi... İşte bu sure en büyük gerçekleri gözler önüne sererken ve bu gerçeklerin köklerini vicdanların derinliklerine yerleştirirken, onsekiz ayeti ile nerede ise şerefli, tertemiz yüce ve kurtulmuş bir dünyanın ana çizgilerini tek başına vermektedir