23 Haziran 2007 Cumartesi

KAF SÜRESİ(MEVDUDİ)

Adı: Başlangıç harfi olan "Kâf"dan alınmıştır. Anlamı, Kâf harfi ile başlayan sure, demektir.

Nüzul Zamanı: Kesin ne zaman nazil olduğu hakkında sağlam rivayetlerle bilgi edinilememiştir. Fakat konular ilerledikçe bu surenin nüzul zamanı, Mekke-i Muazzama'nın ikinci dönemi olan peygamberliğin üçüncü senesinden başlayarak beşinci seneye kadar devam eden zaman içinde olduğu anlaşılmaktadır.

Bu dönemin özelliklerini En'am Suresi'nin giriş kısmında açkıladık. Bu özellikleri göz önüne alarak bu surenin, kafirlerin muhalefetinin bayağı şiddet kazandığı, ama henüz eziyet ve işkencenin başlamadığı beşinci senede nazil olduğu kıyaslamalarla tahmin edilmektedir.

Konu: Muteber rivayetlerde, Peygamberimiz'in (s.a) çok kere bayram namazlarında bu sureyi okuduğunu öğrenmekteyiz. Peygamberimiz'in komşusu olan Ümmü Hişam bin Harise adındaki bir kadın, "Bu sureyi ben cuma hutbelerinde çok kere Peygamberimiz'in mübarek ağzından işittim de ezberledim" diyor. Diğer bazı rivayetlerde: Sabah namazında da Peygamberimiz'in çok kere bu sureyi okuduğu rivayet ediliyor. Bundan Hz. Peygamber'in (s.a.) nazarında çok önemli bir sure olduğu açığa çıkmaktadır. Bu sebeple, çok çok okumak suretiyle, inananların bu surenin konusunu daha iyi anlamalarına dikkat buyurdukları görülmektedir. Bu ihtimam içerisinde sure dikkatli okunursa kolaylıkla anlaşılabilir. Baştan sona bütün surenin konusu ahiret ile ilgilidir.

Hz. Peygamber'in (s.a), Mekke'de risaletini açıklayıp insanları İslam'a davet ettiği sıralarda bu insanlar en çok; öldükten sonra tekrar dirilip, yaptıkları işlerin ve her çeşit amellerinin hesabını vereceklerine bir türlü akıl erdiremiyor, hayret ediyorlardı. "Bu olmayacak bir iş, olabileceğini de akıl kabul etmez, her zerremiz toprakta darmadağın olduktan ve bu dağınık parçaların binlerce yıl geçtikten sonra, tekrar bir araya getirilerek vücudumuzun yeni baştan düzenlenip-diriltilip ayağa kaldırılması olabilecek şey midir?" diyorlardı. Buna cevap olarak Allah Teala tarafından işte bu ifadeler nazil buyuruldu.

Bu sure içinde çok kısa yoldan, küçük küçük ifadeler içinde, bir taraftan ahiretin mümkün olduğu ve onun meydana geleceğine dair deliller, ispatlar verilmiş, diğer taraftan; "İsterseniz hayret ediniz, yahut akıldan uzak kabul ediniz veya yalanlayınız, her halükarda bunlarla hakikat değişmez" diye bilgi verilmektedir. Hakikat şudur ki: Toprakta darmadağın olan vücudumuzun her parçasının nereye gidip, nerede kaldığını, ne durumda olup hangi yerde bulunduğunu Allah bilmektedir. Bütün bu dağınık parçaların yeniden bir araya gelmesi ve sizi eskiden olduğunuz gibi tekrar yaratıp ayağa kaldırması için Allah Teala'nın bir işareti kafidir, yularsız develer gibi salıverilip yaptığınız işlerin hiç kimseye hesabını vermeyeceğiniz konusundaki bu tip ham hayalleriniz, çürük bir anlayıştan başka bir şey değildir.

Gerçek olan O; bizatihi Allah Teala, doğrudan doğruya her söz ve hareketinizi hatta kalbinizden geçen düşünce ve tasavvurlarınıza kadar her şeyi bilmektedir. Her şahsın yanına tayin edilmiş melekleri de bütün hareketleri ve davranışları kayda almaktadır. Vakti gelince bir nida üzerine hepiniz, yağmur zerreleri yeryüzüne iner inmez otların fışkırıp çıktığı gibi ayağa kalkacaksınız. İşte o zaman, bugün aklınızın önüne gerilmiş olan perde açılacak ve bugün inkar ettiğiniz o şeylerin hepsini gözlerinizle göreceksiniz. O zaman siz, dünyada sorumsuz ve başıbozuk bırakılmadığınızı, aksine sorumlu olup hesaba çekileceğinizi öğreneceksiniz. Bugün tuhaf efsaneler zannettiğiniz azap ve mükafat, günah ve sevap, cennet ve cehennem, o zaman bunların hepsi gözlerinizle gördüğünüz, karşınıza dikilip kendilerini müşahede ettiğiniz birer hakikat olacaklardır. Hak ve Hakikate direnmenizin karşılığında, akıldan uzak kabul ettiğiniz cehenneme atılacaksınız ve Allah'tan korkup doğru yola gelenlerin, gözlerinizin önünde bugün adını duyduğunuz zaman hayret edip dudak büktüğünüz o cennete girdiklerini göreceksiniz.

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1 Kâf. 'Şerefli üstün' Kur'an'a1 andolsun.

2 Hayır, onlara kendilerinden 2bir uyarıcı-korkutucunun gelmesine şaştılar da, o kâfirler: "Bu şaşılacak bir şey" dediler.

3 "Biz öldüğümüz ve toprak olduğumuz zaman mı (yeniden diriltilecekmişiz)? Bu uzak bir dönüş (iddiasıdır)."3

4 Doğrusu biz, yerin onlardan ne eksilttiğini bilmişizdir. Katımızda (bütün bunları) saklayıp-koruyan4 bir kitap vardır.

5 Hayır, hak kendilerine gelince yalanladılar. Şimdi onlar, derin bir sarsıntı içinde bulunuyorlar.5

AÇIKLAMA

1. "Mecid" Kelimesi Arapça'da iki manada kullanılmaktadır. 1) Yüksek mertebeli, azametli, şerefli, izzet sahibi. 2) Kerem sahibi, çok veren, çok faydalı ve menfaatli olan.

Kur'an-ı Kerim'de bu kelime bu iki manada da kullanılmıştır. Dünyada hiç bir kitap bu Kur'an-ı Kerim'le karşılaştırılamayacağı için, Kur'an en büyük bir kitaptır. Dili ve edebî yönü ile de o bir mucizedir. O nazil olduğu zamanda da insanlar onun benzeri bir kelamı söylemekten aciz kalmışlar, bugün de acizdirler. Hiç bir sözünün hiçbir devirde yanlış ve asılsız olduğu ispat edilememiştir, ispat edilemez de. Batıl onun karşısına geçip karşı koyamaz, ne de arkadan saldırıp onu yenemez. Bu bakımdan O Kur'an-ı Kerim'dir. Yani insan ne kadar onu kendisine önder yapmaya çalışırsa o kadar fazla dünya ve ahiret iyilikleri elde eder. O'nun fayda ve menfaatlerinin bir sınırı yoktur, insanın artık O Kur'an'a ihtiyaç duymayacağı veya ulaştığı takdirde faydalılığının son bulacağı bir son çizgi de yoktur.

2. Bu ifade belağatin en güzel bir örneğidir. Burada çok geniş bir konu, birkaç kelime içerisinde ifadenin en yüksek derecesine ulaştırılmıştır. Neden dolayı Kur'an'a yemin edildiği açıklanmamış, bunun yerine ortada hoş bir boşluk bırakılarak gelecek söz "belki" kelimesi ile başlatılmıştır. İnsan biraz dikkat eder ve bu sözün buyurduğu manzarayı da göz önüne alırsa, "yemin" ile "belki" kelimeleri arasında bırakılan boşluğun ve konusunun ne demek olduğunu anlar. Yemin aslında burada, şundan dolayı yapılmıştır: Mekkeliler Hz. Muhammed'in (s.a) peygamberliğini akla yatkın bir yolla inkar etmediler, bilakis baştan başa akıl ve mantık dışı yollarla inkar ettiler. Onların en çok hayret ettikleri: Kendilerinden bir insanın, kendi kavimlerinden bir ferdin, hatta daha kısa deyimle insanlardan bir insanın Allah tarafından haberci olarak gelmesi idi. Halbuki hayret edilmesi gereken bir şey varsa, o da: Allah Teala'nın kullarının iyilik ve kötülüklerine değer vermeyip onlara bir haberci göndermemesi veya insanlara haberci olarak insanlardan olmayan birini göndermesi veya Araplara haberci olarak bir Çinliyi göndermesi idi. Bu bakımdan inkarcıların inkarlarının bu dayanağı kesin olarak akıl dışıdır ve akl-ı selim sahibi olan biri, Allah tarafından kullarına bir habercinin gönderilmesi gerektiğine ve haberci olarak gönderilenin kendilerine gönderilenlerden biri olması gerektiğine kesin olarak inanır.

Allah'ın Hz. Muhammed'i (s.a) bu iş için gönderdiğine gelince: Buna karar vermek için şu yüce ve kerim olan Kur'an'ın ortaya koyduğu şahitlikten başkasına ihtiyaç yoktur. Bu konunun ispatına o tamamen yeterlidir. Bu izahlardan artık anlaşılmaktadır ki, bu ayette Kur'an-ı Kerim'in yemini Hz. Muhammed'in (s.a.) Allah'ın gerçek olarak Rasulü olduğunadır. Kafirlerin onun peygamberliğine hayret etmeleri yersizdir. Ve Kur'an'ın "Mecid olduğu" bu davanın isbatında takdim olunmuştur.

3. Bu, o şahısların ikinci hayreti, şaşkınlıkları idi. Birinci ve asıl hayretleri öldükten sonraki hayata ait değildir. Tam tersine, kendi cins ve kavimlerinden bir kişinin ortaya çıkıp "Ben Allah tarafından size haberci olarak gönderildim." davasını ortaya koymasına idi. Bundan sonraki daha büyük hayretleri de; o kişinin bütün insanların öldükten sonra yeniden diriltileceklerini, daha sonra da bir araya toplanarak Allah'ın adaletinin karşısına çıkarılacaklarını ve amellerinin hesabını verdikten sonra ceza ve mükafata kavuşacaklarını haber vermesine idi.

4. Yani bu adamların aklı şu gerçeği almıyorsa, onların akıllarının darlığındandır. Bu böyledir diye Allah Teala'nın ilminin ve kudretinin de dar olması gerekmez. Onlar, yaratılışın başlangıcından kıyamete kadar ölen sayısız insanların vücutlarının toprakta darmadağın olmuş, gelecekte daha da dağılacak olan zerrelerini bir araya getirmek hiçbir şekilde mümkün olamaz, diyorlardı. Fakat gerçek olan şudur ki: O vücutlardan her bir parça, hangi şekilde olursa olsun, Allah Teala'nın doğrudan doğruya bilgisi dahilindedir. Hatta onun baştan sona bütün kaydı Allah Teâla'nın Kitabında mahfuzdur. Ve hiç bir zerresi kaybolup gitmeyecektir.

Allah'ın emri verildiği an melekleri bu kayda müracaat ederek, her zerreyi teker teker çıkarıp bütün insanların, içinde yaşayarak dünya hayatını geçirdikleri ve onunla iş yaptıkları eski vücutlarını yeniden şekillendireceklerdir.

Açık ifadeler taşıyan diğer bir takım ayetler gibi bu ayet de ahiret hayatının sadece bu dünyadaki cismani hayattan ibaret kalmayacağını, hatta her insanın vücut şeklinin bu dünyadaki vücut şeklinin aynı olacağını belirtiyor. Hakikat böyle olmasa idi, kafirlerin sözüne karşılık, "Toprağın vücudunuzdan yediklerinin hepsini biz biliyoruz ve parça parça hepsinin kaydı bizde mevcuttur" denmesi hiçbir mânâ ifade etmezdi. (Geniş bilgi için bkz. Fussilet an: 25)

5. Bu kısa cümlede de geniş bir konu işlenmiştir. Bu ayette şu anlatılmaktadır: Bu adamlar, sadece hayret etmekle ve akıldan uzak bulunmakla yetinmediler. Hatta Hz. Muhammed'in (s.a.) hak yola daveti başlar başlamaz hiç düşünmeden ona kesin yalan dediler. Bu da, sonuç olarak onların, bu davet ve bu daveti yapan peygamber konusunda herhangi bir tutumda karar kılamayacaklarını doğuracaktı, öyle de oldu.

Bazen ona şair diyorlar, bazen deli, bazen de kahin.... Bazen sihirbaz diyorlar, bazen de biri ona büyü yapmış diyorlardı. Bazen; kendi hakimiyetini kurmak için bunları uyduruyor diyorlardı. Bazen de; bunun arkasında yani geri planda bu sözleri ona fısıldayan birileri vardır yaftasını yapıştırıyorlardı. Zaten bu çelişkili ifadelerin kendileri, bu insanların kendi tutumlarında tamamen bir çıkmaz içinde olduklarını gösteriyor. Acelecilik yapıp da peygamberi ilk adımda yalanlamasalardı ve düşünüp taşınmadan, ön yargı ortaya koymadan önce dikkatle düşünerek bu daveti kim yapıyor, ne diyor ve ne gibi deliller ortaya koyuyor diye araştırsalardı, bu çıkmaza asla düşmezlerdi.

Bu şahsın (Hz. Peygamber'in (s.a.)) onlar için yabancı olmadığı meydandadır. Herhangi bir yerden, ansızın onların arasına gelip ortaya çıkmamıştır. Kendi kavimlerinin bir ferdi idi, onların görüp tanıdıkları biri idi. O'nun hayatı ve hareket tarzını ve onun kabiliyetlerini biliyorlardı. Böyle bir insan tarafından bir mesele ortaya konulunca o mesele derhal kabul edilmeyebilir. Ama duyar duymaz, işitir işitmez reddedilmesi de doğru olmaz. Hem de o söz; delilsiz ve isbatsız da değildi. O bu sözlerine deliller ortaya koyuyordu. İyice kulak verilip dinlenmesi ve ne derece makul sözler olup olmadığının araştırılması gerekirdi. Fakat böyle bir tutum tercih edilmesi gerekirken, bu insanlar işi inada bindirip daha başlangıçta Peygamber'i yalanlayınca bir hakikate ulaştıracak kapıyı kendilerine kapadılar. Ve her tarafa rastgele yönelmelerinden dolayı pek çok inkar kapıları açtılar. Artık bu başlangıçtaki hatalarını geçerli kılmak ve doğru göstermek için çelişkili, mânâsız sözler uydurdular. Ama, acaba bu peygamber, sözünde doğru da olabilir mi, bize sunduğu bu mesele gerçek olabilir mi? diye bir tek konuda düşünmeye hazır değillerdi.

6 Üzerlerindeki göğe bakmıyorlar mı? 6Biz, onu nasıl bina ettik ve onu nasıl süsledik?7 Onun hiç bir çatlağı yok.8

AÇIKLAMA

6. Yukarıdaki beş ayette, Mekke kafirlerinin tutumlarının akıl dışı olduğu açıklandıktan sonra, Hz. Muhammed'in (s.a) ahiret hakkında verdiği bilgilerin doğruluğuna ait deliller ve isbatlar ortaya serilmektedir. Burada şunu iyice anlamak gerekir: Kafirlerin akıl erdiremeyip hayret ettikleri iki konu vardı. Onlardan biri, Hz. Peygamber'in (s.a.), hak peygamber olup olmadığı idi. Bu konda daha önce iki delil ortaya konulmuştur. Birincisi şudur: Sizin önünüzde onun peygamber olduğunu açık bir şekilde ispat eden Kur'an-ı Kerim vardır. İkincisi de: O sizin kendi cinsiniz, kavminiz, akrabalarınızdan bir insandır. Ansızın gökten yahut başka bir gezegenden gelmemiştir ki, sizin için onun hayatı, hareket ve karakterini incilemeniz zor olsun. İtimat edilir biri midir, değil midir? Bu Kur'an kendisinin sözü olabilir mi, olamaz mı? Bütün bunları incelemeniz, aranızda yetişmiş bu insanı tanımanız için engel değildir. Bu bakımdan onun peygamberlik davasına şaşmanız yersizdir.

Bu delillendirme meseleyi geniş bir şekilde ortaya koyma yerine, iki özlü işaret şeklinde açıklamıştır. Çünkü çocukluğundan, gençlik ve olgunluk çağına kadar bütün hayatını bilip tanıdıkları Hz. Muhammed'in (s.a), Mekke'de ortaya çıkıp Kur'an'ı onlara tebliğ ettiği zaman, bu işaretlerin bütün izahı, açıklığı, çevredeki herkes tarafından biliniyordu. Bu bakımdan onu bırakarak, şimdi o insanların tuhaf ve akıldan uzak dedikleri meselenin doğruluğunu genişçe ispatlamaktadır.

7. Burada "sema" (gök)den maksat: Gece gündüz insanın üzerini kapladığı o bütün derin kainattır. O kainatta gündüz güneş parlar, gece ay ve sayısız, hesapsız yıldızlar gözümüzü aydınlatır. Bunları insanoğlu çıplak gözle görünce hayrete düşer ama dürbünle bakarsa, nerden başlayıp nerde bittiği görülmeyen sınırsız geniş ve kocaman bir kainat gözleri önüne serilir. Bizim dünyamızdan yüzbinlerce defa daha büyük gezegenler bu kainat içinde bir top küre gibi yüzer dururlar. Güneşimizden binlerce defa daha parlak yıldızlar onun içinde parlarlar.

Bütünü ile bizim bu güneş sistemimiz, bu kainatın sadece bir kehkeşanı (Galaksi)sinin bir köşesine sıkışmıştır. Sadece bu bir galakside bizim güneşimiz gibi yüzbinlerce sabit yıldız vardır. Bu ana kadar beşer müşahedesi bu şekilde, bir milyon galaksinin varlığını tespit etmiştir. Bu yüzbinlerce galaksiden bize en yakın komşu galaksi, ışık senesine göre bir milyon senede ışığı yeryüzüne ulaşan bir mesafede bulunmaktadır. Bu da insanoğlunun şu ana kadar bilgi ve görgüsünün ulaşabildiği kainatın genişliğinin sadece bir parçasıdır. Allah'ın kudret ve azameti ne kadar geniştir, bunu biz ölçemeyiz. İnsanın bildiği ve düşünebildiği kainat gerçek kainat karşısında belki de denizde bir damla kadar bile değildir. Allah'ın yarattığı bu muhteşem varlık alemi konusunda küçücük, konuşan bir hayvan olan insanın, "Öldükten sonra tekrar nasıl diriltilebiliriz" diye inkar etmesi onun aklının kısalığındandır. Kainatın yaratıcısının kudreti bu kadar basit bir şeyden nasıl aciz kalır?

8. Yani, bu hayrete düşüren genişliğine rağmen, muhteşem kainat nizamı o kadar sağlam ve birbirine bağlıdır ve bu irtibatlar o kadar sağlamdır ki, boşluğu içindeki hiçbir yerde yarık ve çatlak yoktur. Ve onun birbiri ile olan irtibatı herhangi bir yerde kopmamaktadır. Bunu bir misalle daha iyi açıklayabiliriz. Yakın zamanda feza araştırmacıları bir galaksi sistemini görüp keşfetmişlerdir. Ve adına da, "Kaynak 3 C. 2.95." (Source 3 C. 2.95) demişlerdir. Bu galaksi hakkında, bize şu anda ulaşan ışıkların dört milyar senede gelebildiği tahmin edilmiştir. Eğer yeryüzü ve bu galaksi arasında kainat bağı ve irtibatı bir yerden kopuk ve herhangi bir yerinde çatlak olsa idi, o kadar uzak mesafeden bu ışıklar yeryüzüne nasıl ulaşabilirdi?

Allah Teala bu hakikatlere işaret ederek aslında insanoğlunun önüne şu soruyu koymaktadır: Benim kainatımın bu düzeninde en ufak bir çatlaklık bulunmadığına göre, benim kudretimi tanımak konusunda senin dünya imtihanın bitince, hesaba çekilmen için, tekrar seni diriltip karşıma çıkarmamda aciz kalacağımı nasıl düşünübelirsin? Bu sadece ahiretin mümkün olduğunu değil, ayrıca Allah'ın birliğini de ispat etmektedir. Dört milyar ışık yılı mesafeden bu ışıkların yeryüzüne ulaşması ve burada insanların yaptığı aletlerle tesbit edilmesi, bu galaksiden başlayarak yeryüzüne kadar bütün kainatın birbirine bağlı tek maddeden yaratıldığını, ona bir tek kuvvetin hükmettiğini ve hiç bir fark ve ayrıcalık olmadan aynı kanunlar ölçüsünde hareket ettiğini bize göstermektedir. Öyle olmasaydı bu ışıklar ne buraya kadar ulaşabilir ne de insanlar, yeryüzü ve çevresine hükmeden kanunları öğrenerek yaptıkları aletlerle onu tespit edebilirlerdi. Bu da bütün bu kainatın yaratıcısının, yöneticisinin, sahibinin, hakiminin bir tek Allah olduğunu bize isbat etmektedir.

7 Yeri de (nasıl) döşeyip-yaydık? Onda sarsılmaz dağlar bıraktık ve onda 'göz alıcı ve iç açıcı' her çiftten (nice bitkiler) bitirdik.9

8 (Bunlar,) 'İçten Allah'a yönelen' her kul için 'hikmetle bakan bir iç göz' ve bir zikirdir.

9 Ve gökten mübarek (bereket ve rahmet yüklü) su indirdik; böylece onunla bahçeler ve biçilecek taneler bitirdik,

10 Ve birbiri üstünde dizilmiş tomurcuk yüklü yüksek hurma ağaçları da.

11 Kullara rızık olmak üzere. Ve onunla (o suyla) ölü bir şehri dirilttik.10 İşte (ölümden sonra) dirilip-çıkarılma da böyledir.11

12 Onlardan önce Nuh kavmi, Ress halkı12 ve Semud (kavmi) de yalanladı.

AÇIKLAMA

9. Geniş bilgi için bakınız: Nahl an: 12-14, Neml an: 73-74, Zuhruf an: 7.

10. Geniş bilgi için bakınız: Neml an: 73-74-81, Rum an: 25-33-35, Yasin an: 29.

11. Yerküresini canlı yaratıkların kalması için uygun bir yer yapan, yeryüzünün cansız toprağını, gökyüzünün cansız suyu ile birleştirerek bağ ve bahçelerinizde göz alıcı manzaralar içinde gördüğünüz binbir çeşit bitkileri yaratan ve bu bitkileri insan, hayvan herkes için rızık ve hayat kaynağı kılan Allah hakkında sizin; öldükten sonra tekrar diriltmeye gücünün yetmediğini zannetmeniz baştanbaşa akılsızca bir zandır. Siz kendi gözlerinizle her geçen gün, bir bölgenin tamamen kuru ve cansız kaldığını görüyorsunuz. Yağmur taneleri düşer düşmez o kuru yerlerden birden hayat fışkırdığını, bir müddetten beri ölmüş olan köklerin aniden dirildiğini, binbir çeşit böceklerin toprağın altından çıkarak koşuşmaya başladıklarını görürsünüz. Bunların hepsi öldükten sonra tekrar dirilmenin imkansız olmadığını apaçık ispat eden gerçeklerdir. Gözlerinizle apaçık gördüğünüz bu gerçekleri inkar edip yalanlıyamıyorsunuz da, Allah dilediği an, o ot filizlerinin çıktığı gibi sizinde yerden öyle canlanıp çıkacağınızı nasıl inkar eder, nasıl yalanlarsınız?

Bu arada hatırlatılması uygun olan şudur: Arabistan'ın pekçok bölgelerine bazan beş sene boyunca bir damla yağmur düşmez. Bu kadar uzun zaman boyunca ısınan hatta kavrulan çöllerde ot köklerinin ve böceklerin yaşayışı bile düşünülemez. Buna rağmen oraya bir gün azıcık bir yağmur yağsa hemen ot bitiyor, böcekler canlanıveriyor. Bu bakımdan Arabistan halkı bu ispat yolunu, uzun kurak bir sene tecrübesi geçirmeyen insanlara göre daha iyi anlar.

12. Bundan önce Furkan Suresi'nin 38. ayetinde "Ashab'ur-Ress" ifadesi geçmişti. Ve şimdi ikinci kere burada tekrar zikrediliyor. Fakat iki yerde de Peygamber'i yalanlıyan toplumlar dizisi içinde sadece bu yerlerde "Ashab'ur-Ress" adı geçmişti. Bunlar hakkında geniş bilgi de verilmemişti. Arap kaynaklarına göre "Er-Ress" adında iki yer bilinmektedir. Biri Necid'de, diğeri kuzey Hicaz'da bulunmaktadır. Necid'de bulunan "Er-Ress" daha çok meşhurdur. Ve cahiliyet devri şiirlerinde daha çok bunun adı geçmektedir. Şimdi zor olan, "Ashab'ur-Ress" bu ikiden hangi yerde yaşıyanlardı? Bunlara ait sağlam, geniş bilgi hiçbir kaynakta görülmemektedir. Bu konuda, kendi peygamberlerini kuyuya atan bir kavim olduğunun denilmesi en doğru olan bir ifadedir. Fakat Kur'an'da bunlara sadece bir işaret yapılarak bırakılması, isimlerinin söylenip başka hiçbir bilgi verilmemesi, Kur'an-ı Kerim'in nazil olduğu sırada genellikle Arapların bu kavmi ve onların hikayelerini bildiklerini, daha sonra bu bilgilerin tarihi kaynaklar arasında korunamadığını tahmin ettirmektedir.

13 Ad, Firavun13 ve Lût'un kardeşleri,

14 Eyke'liler ve Tübba kavmi14 de yalanladı.15 Bunların hepsi (kendilerine gönderilen) peygamberleri yalanladılar.16 Bu yüzden tehdidim (azabım) (onlara) hak oldu.17

15 Ya, biz ilk yaratılışta güçsüz mü düştük? Hayır, onlar 'karmaşık bir kuşku' içindedirler.18

AÇIKLAMA

13. "Firavun kavmi", yerine sadece Firavun'un adı anılmıştır. Çünkü o milletine öyle musallat olmuştu ki; onun karşısında milletinin hiçbir şahsî görüş ve kanaati, hür düşüncesi ve inancı kalmamıştı. Onun gittiği yanlış yolda millet de peşine düşmüş gidiyordu. Bundan dolayı tüm kavminin sapkınlığının sorumlusu sadece o kişi kabul edilmiştir. Milletin görüş, kanaat ve hareket hürriyetinin olduğu yerde, o millet yaptığı işlerden sorumlu tutulur, vebaline katlanır. Bir adamın diktatörlüğü milleti güçsüz bırakıp zavallı hale getirmişse, bu durumda tek başına o adam bütün milletin günahının yükünü kendi omuzlarına almış olur. Bir tek kişinin bu sorumluluğu yüklenmesi, milletin sorumluluktan kurtulması demek değildir. Çünkü, böyle bir durumda öyle bir diktatörün tepelerine musallat olmasına tahammül etme acizliğini göstermelerinin sorumluluğu da kendilerine aittir. Zuhruf Suresi'nin 54. ayetinde bu konuya işaret vardır. "Firavun, kavmini basite aldı, onlar da ona itaat ettiler. Şüphesiz ki onlar fasık bir kavimdi." (Geniş bilgi için bakınız: Zuhruf an: 50.)

14. Fazla bilgi için bakınız: Sebe an: 37, Duhan an: 32.

15. Yani onların hepsi, peygamberlerinin peygamberliğini de, peygamberlerin, "Siz öldükten sonra yeniden diriltileceksiniz", diye verdiği haberi de yalanladılar.

16. Her ne kadar her millet sadece kendilerine gönderilen peygamberi yalanladıysa da, bütün peygamberlerin hepsinin ortaklaşa verdikleri haberi yalanlamalarından dolayı bir tek peygamberi yalanlamak, aslında bütün peygamberleri yalanlamak demektir. Ayrıca bu milletlerden herbiri sadece kendilerine gelen peygamberin peygamberliğini reddetmedi, aksine onlar insanlara doğru yol göstermek için Allah tarafından bir insanın gönderilebileceğini kabul etmeye hiçbir zaman yanaşmıyorlardı. Bu bakımdan onlar peygamberliğin kendisini inkar ediyorlar, dolayısıyla, milletlerden hiçbirinin suçu da sadece bir peygamberi yalanlamaktan ibaret değildir.

17. Bu, ahiret hakkında tarihi bir isbattır. Bundan önceki altı ayette ahiretin mümkün olduğuna deliller verilmiştir. Şimdi bu ayetlerde Arapların ve onların çevresindeki milletlerin tarihi son buluşları bu konuya delil olarak ortaya konmuştur. Çünkü bütün peygamberlerin öne sürdükleri ahiret inancı hakikate uygun ve hakikatin ta kendisidir. Onu inkar eden her millet en kötü ahlaki bozukluğa müptela olmuş, sonunda da Allah'ın azabı gelerek o kavmin varlığından dünyayı temizlemiştir. Tarih akışı içerisinde görülen ahiretin inkar edilmesinin ve ahlakın bozulmasının arkasından gelen olaylar insanın aslında bu dünyada sorumsuz olmadığını ve hesaba çekilmeden terkedilmediğini ispat etmektedir. Ancak, o mutlaka kendisine verilen hayat süresi bittikten sonra yaptığı işlerin hesabını verecektir. Bu bakımdan kendini sorumsuz kabul ederek dünyada istediğini yapmaya kalkarsa bütün hayatı felakete sürüklenecektir. Herhangi bir işten arka arkaya yanlış sonuçlar elde ediliyorsa, bu o işin gerçekle çatıştığını gösteren açık bir işarettir.

18. Bu, ahiret hakkında akılla yapılan bir ispatlamadır. Artık bizim bu dünyada canlı olarak var olduğumuz gerçeği ve yer, gök sisteminin gözlerimiz önünde sürüp gitmesi, Allah'ın bizi ve bu kainatı yaratmaktan aciz olmadığını açıkça ispat etmektedir. Bundan sonra birinin çıkıp da; "Kıyameti koparttıktan sonra o Allah bir başka dünya düzeni kuramaz, öldükten sonra da o bizi diriltemez" demesi sadece akıl dışı bir söz olur. Allah aciz olsa idi -hâşâ- önceden yaratamazdı. Madem ki O önceden yaratmıştır ve o yaratma sayesinde siz de varlık alemine gelip kurulmuşsunuz, o halde kendi yaptığını bozarak kendi kurduğunu yıkarak, yeniden kurmaktan, yapmaktan aciz olabileceğini iddia etmek hangi akıl ve mantık ölçüsüne sığabilir?

16 Andolsun, insanı biz yarattık 19ve nefsinin ona ne vesveseler vermekte olduğunu biliriz. Biz ona şahdamarından daha yakınız.20

17 Onun sağında ve solunda oturan 'iki tesbit edici ve yazıcı' tesbit edip yazarlarken,

18 O, söz olarak (herhangi bir şey) söylemeyiversin, mutlaka yanında hazır bir gözetleyici vardır.21

19 O ölüm sarhoşluğu, bir gerçek olarak gelip de,22 (insana) "İşte bu, senin yan çizip-kaçmakta olduğun şeydir" (denildiği zaman da).23

AÇIKLAMA

19. Ahiret'le ilgili isbatları ortaya koyduktan sonra artık şöyle buyurulmaktadır: Siz ister o ahirete inanın veya inkar edin o mutlaka meydana gelecektir. Sizin inkarınıza rağmen o gerçek bir hadise olarak önünüze çıkacaktır.

Peygamberlerin önceden haber vermelerine kulak verip inanarak, o vakit için hazırlanırsanız kendinizi kurtarmış olursunuz. Eğer kulak asmaz inanmazsanız kendi kendinizin felaketini hazırlamış olacaksınız. Siz inanmıyorsunuz diye, ahiret gelmek üzere iken durup geri gitmeyecek, gelmekten vazgeçmeyecek ve Allah'ın (cc) adalet kanunu değişmeyecektir.

20. Yani, bizim kudret ve ilmimiz insanoğlunu içinden ve dışından öyle çepeçevre sarmıştır ki, bizim ilim ve kudretimizin ona yakınlığı, şah damarının ona yakın oluşundan daha yakındır. Onun konuşmasını işitmek için bir mesafe katedip yanına gelmemiz gerekmez, gönlünden geçen düşünceleri bile doğrudan doğruya biliriz. Bunun gibi onu ele geçirmemiz gerekirse bir mesafeden gelip yakalamamız gerekmez. Nerede olursa olsun her zaman o kabzamızdadır, istediğimiz zaman onu ele geçiririz.

21. Yani, "Bir taraftan biz doğrudan doğruya insanın her çeşit hareket ve davranışlarını ve düşüncelerini biliriz. Diğer taraftan da her insan üzerine iki melek gönderilmiştir. Onlar tek tek her sözü not ederler. Onun hiç bir söz ve hareketi onların yazmasından kurtulamaz." Bunun manası şudur: İnsan Allah'ın adaletinde hesaba çekildiği zaman, bizzat Allah Teala kimin ne yaptığını bilmesine rağmen ona şahitlik yapmak için amellerini zaptedip gözü önüne serecek olan iki tane de şahit olacak. Bu zaptedip yazılan (amel defteri) nasıl olacak ve ne cinsten olacak? Bunu doğru bir şekilde tasavvur etmemiz zordur, ama gözümüz önünde cereyan eden gerçeklere bakarak kesin olarak anlamaktayız ki; insanın yaşadığı ve hareket yaptığı çevrenin her tarafında seslerinin, şekillerinin, davranışlarının izleri her zerreye yerleşmektedir ve onların hepsi tamamen o şekli ile ve o ses tonları içinde tekrar aslında zerre kadar farkı olmadan öne sürülecektir. İnsanlar, aynı işi son derece sınırlı ölçüdeki aletler yardımı ile yapmaktadır. Fakat Allah'ın melekleri ne bu aletlere muhtaçtırlar ne de bu kayıtlara bağlıdırlar. İnsanın kendi vücudu ve çevresindeki herşey onun her sesini ve şeklini (bütün konuşmalarını ve hareketlerini) en ince ayrıntıları ile zaptedip içine alan bir film ve teyp gibidir. Kıyamet günü insanoğlu kendi kulağı ile, dünyada söylediği sözleri kendi sesi ile işitecektir. Ve kendi gözü ile, yaptığı bütün işlerin canlı tasvirlerini görebilecektir. Bunların doğruluğunu inkar etmesi de mümkün olmayacaktır. Burada şu da iyice anlaşılmalıdır: Allah Teala ahirette adaletin hesaba çektiği kimseyi sırf kendi zatî bilgisine dayanarak cezalandırmayacak, bilakis adaletin bütün şartları tamamlandıktan sonra ona ceza verecektir. Bu bakımdan dünyada herkesin söz ve hareketlerinin tam ve eksiksiz kaydı, yaptığı işlerin bütün isbatı, inkar edilemez şahitliklerle hazırlanmaktadır.

22. Hak ile gelmekten maksat, ölümün canı söküp alan o başlangıç safhasıdır. Bu sahfada, dünya hayatında üzerine perde çekilmiş olan hakikat açılmaya başlar. Bu noktadaki insan, peygamberlerin haber verdiği öbür alemi berrak bir şekilde görmeye başlayacaktır. Bu anda insan ahiretin tamamen hak olduğunu öğrenecektir ve hayatın bu ikinci safhasına şanslı ve bahtiyar olarak mı, yoksa bedbaht olarak mı giriyor olduğunu da bu arada öğrenmiş olacaktır.

23. Yani bu, senin inanmaktan kaçtığın o hakikattır. Sen istiyordun ki dünyada başıboş sığır gibi gezip dolaşasın. Öldükten sonra da yaptığın işlerin karşılığını göreceğin ikinci bir hayat olmasın. Bu yüzden ahiret düşüncesinden kaçmakta ve bu alemin olacağını da hiçbir şekilde kabul etmeye yanaşmamakta idin. Şimdi bak! Gözünün önüne serilen işte o ikinci alemdir.

20 Sur'a da üfürülmüştür.24 İşte bu, tehdidin (gerçekleştiği) gündür.

21 (Artık) Her bir nefis, yanında bir sürücü ve bir şahid25 ile gelmiştir.

22 "Andolsun, sen bundan bir gaflet içindeydin; işte biz de senin üzerindeki örtüyü açıp-kaldırdık. Artık bugün görüş-gücün oldukça keskindir."26

23 Onun yakını olan (ve yanından ayrılmayan melek) dedi ki: "İşte bu, yanımda hazır durumda olan şey."27

24 (Allah şöyle buyurur) Cehenneme atın28 son derece inatçı olan her nankör (kâfir)ü29

25 Hayra engel olan30 saldırgan31 şüpheciyi;32

AÇIKLAMA

24. Bundan maksat, sûrun üflenmesidir. O üflenişle bütün ölmüş insanlar tekrar cismani hayata kavuşacak. Ayağa kalkacaktır. (Fazla bilgi için bakınız. En'am an: 47, İbrahim an: 57, Taha an: 78, Hacc an: 1, Yasin an: 46-47, Zümer an: 79.)

25. Büyük ihtimalle bundan maksat; dünyada o kişinin söz ve hareketlerini tesbit edip yazmakla görevli iki melektir. Kıyamet günü sûrun sesi yükselir yükselmez her insan mezarından kalkınca derhal o iki melek gelerek o kişiyi kendi hükmü altına alacak, biri onu Allah'ın mahkemesine doğru çekerek götürecek, diğeri de onun amel defterini taşıyacaktır.

26. Yani, "Artık sen iyice görüyorsun ki Allah'ın Peygamberi'nin sana haber verdiği şeylerin hepsi burada mevcuttur."

27. Bazı müfessirler; "arkadaş"dan maksat, 21. ayette "Şahitlik yapan" diye buyrulan melek kastedilmektedir demektedirler. O melek, bu şahsın işte şu amel defteri benim yanımdadır diyecektir. Bazı müfessirler de "arkadaş"tan maksat, "Dünyada o şahısla uyumluluk göstermiş olan şeytandır" demektedirler. O şeytan, kendisini idarem altına alarak cehennem için hazırladığım bu şahıs artık sizin emrinizdedir diye takdim edecek. Fakat konunun akış ve gelişine daha uygun düşen tefsir ve izah, Katade ve İbni Zeyd'den naklolunandır. Onlar diyorlar ki: Arkadaştan murad sürükleyip getirici olan melektir ve o melek ilahi mahkemenin önüne çıkarak "Bana havale edilen bu kişi Hakim-i Mutlak'ın önüne arzolunur" diyecektir.

28. Ayette "Elkiya fi cehennem" (İkiniz onu cehenneme atın) şeklinde geçmektedir. Kelime dizisi kendiliğinden açıklamaktadır ki; bu emir mezardan kalkar kalkmaz suçluyu yakalayıp ilahi adalet huzuruna getiren o iki meleğe verilecektir.

29. Asıl, ayette "Keffar" kelimesi kullanılmıştır. İki manası vardır. Biri çok nankör, diğeri de çok inkarcı, hakikati inkar eden demektir.

30. "Hayır" kelimesi, Arapça'da mal için de kullanılmaktadır, iyilik için de. Birinci mânâ açısından: O, kendi malından hiç kimsenin hakkını vermiyordu. Ne Allah'ın ne de kulların hakkını demektir. İkinci mânâ açısından da: O iyilik yolundan kendi kendini engellemekle kalmıyor, başkalarını da bu yoldan men ediyordu. Dünyada hayr yolunun engeli olmuştu. Bütün gücünü "İyilik hiçbir şekilde yayılmasın" diye harcıyordu.

31. Yani, her işinde ahlak sınırını yıkıp aşan idi. Kendi menfaati, kendi istekleri ve arzuları uğruna herşeyi yapmaya, herşeyi yıkıp geçmeye hazırdı. Haram yolla mal biriktirir ve haram yollarda da harcardı. İnsanların haklarına el uzatır, tecavüz ederdi. Ne dili bir ahlak sınırı tanır, ne de eli zulüm ve eziyet etmekten geri kalırdı. İyilik yolunda sadece engeller çıkarmakla kalmaz, daha da ileri giderek, iyiliği benimseyenlere eziyet eder, iyilik için çalışanlara kötülük yapardı.

32. Kelimenin aslı "mürîb" olarak kullanılmıştır. İki mânâsı vardır. Biri şüphe eden,diğeri şüpheye düşüren demektir. Burada ikisi de kastedilmektedir. O bizzat şüpheye düşmüştü, başkalarının kalplerine de şüphe sokuyordu demektir. Onun nazarında Allah, melekler, ahiret, peygamberlik ve vahiy; yani dinin bütün temelleri şüpheli idi. Hak konusunda peygamberler tarafından sunulan her söz, onun kafasında inanılacak cinsten şeyler değildi. O; bu hastalığı Allah'ın diğer kullarına da aşılayıp duruyordu. Kiminle karşılaşırsa onun kalbine, nasıl olursa olsun bir vesvese sokuyordu.

26 Ki o, Allah'la beraber başka bir ilah edinmişti. Artık ikiniz, onu en şiddetli olan azabın içine atın.33

27 Onun yakın-dostu (saptırıcı) dedi ki: "Rabbimiz, ben onu kışkırtıp-azdırdım. Ancak kendisi (haktan) uzak bir sapıklık içindeydi."34

28 (Allah buyurur:) "Benim huzurumda çekişip-durmayın. Ben size daha önce 'kesin bir uyarı' göndermiştim."35

29 "Huzurumda söz değişikliğe uğratılmaz36 ve ben kullara zulmedici değilim."37

30 O gün cehenneme diyeceğiz: "Doldun mu?" O da: "Daha fazlası var mı?" diyecek.38

31 Cennet de, muttakiler için, uzakta değildir, (o gün) yakınlaştırılmıştır.39

AÇIKLAMA

33. Bu ayetlerde Allah Teala, insanı cehenneme layık kılan sıfatları sayıp bildirmiştir: 1- Hakkı inkar, 2- Allah'a şükretmemek, 3- Hak ve haklıya karşı direnmek, 4- İyilik ve doğruluk yolunda engel olmak, 5- Kendi malından Allah'ın ve kullarının hakkını vermemek, 6- Muamelelerinde haddi aşıp, doğruluktan sapmak, 7- İnsanlara zulüm ve eziyet etmek,

8- Dinin temel prensiplerinden şüphe etmek, 9- Başkalarının kalbine şüphe sokmak, 10- Allah ile beraber başka birini ilahlığa ortak kılmaktır.

34. Sözün gelişi kendiliğinden belirtmektedir ki, burada "Arkadaş"tan maksad, dünyada o kişi ile uyum içinde olan şeytan demektir. Ayetteki ifade tarzından da o şahısla şeytanın, Allah'ın mahkemesinde birbiri ile kapışıp atışacakları da açığa çıkmaktadır. O kişi: "Ya Rabbi! Bu zalim şeytan benim peşimi bırakmadı, hatta benim dalalete düşmeme sebep oldu, bu bakımdan ceza ona verilmeli" diyecektir. Şeytan da cevap olarak, "Ey Mevla! Bu kişi; günahkar ve asi olmak istemediği halde ben onu zorla isyankar yapmaya sevketmedim. Bu konuda hiçbir zorlama yapmadım. Bu zavallının kendisi iyilikten şiddetle kaçan, kötülüğe de tutkun olup yapışan biri idi. Bu yüzden peygamberlerin hiçbir sözü hoşuna gitmedi, benim teşviklerime de koşarak geldi" der.

35. Sizden hanginiz kötülük yaparsa o cezasını bulacaktır. Ve hanginiz doğru yoldan ayrılırsa vebalini yüklenecektir, diye ikinizi de uyarmıştım. Benim bu uyarıma rağmen ikiniz de kendi haklarınıza düşen suçları işlemekten vazgeçmediniz. Şimdi çekişmekten elinize ne geçecek? Doğru yoldan sapana, saptığından dolayı, doğru yoldan saptırana da saptırdığından dolayı mutlaka ceza verilecektir.

36. Yani, benim katımda kararımı değiştirme prensibi yoktur. Size verdiğim cehenneme atma kararı geri alınamaz. Daha dünyada iken yolunu sapıtanlara ve yolu saptıranlara ahirette ne ceza verileceğini ilan ettiğim o kanun da değiştirilemez.

37. Ayette geçen "Zallam" kelimesi "Çok büyük zalim" demektir. Bu kelimeden kastolunan; ben kendi kullarım hakkında zalimim ama, çok büyük zalim değilim, değildir. Bilakis bundan kastolunan şudur: Eğer ben yaratıcı ve Rab olarak kendi beslediğim yarattığıma zulmedersem o zaman çok büyük zalim olmuş olurum. Bundan dolayı ben kendi kullarıma en ufak bir zulüm bile yapmam. Size verdiğim ceza doğrudan doğruya, kendi kendinizi müstahak kıldığınız cezadır. Hak ettiğinizden bir gram bile fazla ceza size verilmeyecektir. Benim mahkemem benzersiz bir adaletin mahkemesidir. Tamamen kesin şahadetlerle isbat edilemeyerek hak etmediği bir cezaya hiç kimse bu mahkemede uğratılamaz.

38. Bundan iki mânâ kastedilmiştir. Biri "Artık benim içimde daha fazla insana yer yoktur." Diğeri ise "Ve daha ne kadar günahkar varsa onları da alın gelin." Birinci mânâ alınırsa o zaman bu ilahi buyruktan şöyle bir anlam ortaya çıkar: Günahkarlar, cehennemde bir iğne boşluğu bile kalmayacak şekilde tıka basa doldurulmuştur. O derecede ki, kendisine, "Artık doldun mu, yeter mi?" diye sorulunca o öfkelenip, "Daha gelecek adam var mı?" diye bağıracak.

İkinci mânâsı ele alınırsa; şu yorum ortaya çıkıyor: O zaman günahkarlarına cehennemin öfkesi öyle kabarmış oluyor ki; o, daha var mı? diye istekte bulunuyor ve o gün hiç bir günahkarın kendisinden kurtulmamasını istiyor. Burada akla şöyle bir soru geliyor. Allah Teala'nın cehenneme sorması ve onun cevabı ne mahiyet taşımaktadır? Bu sadece mecazi bir konuşma mıdır? Veya gerçekte cehennem canlı ve konuşan bir şey midir ki ona hitap edilebilsin, o da konuşmaya cevap verebilsin? Bu konuda aslında hiçbir söz kesin şekilde söylenemez. Bu mecazi bir konuşma olabilir ve sadece durumu tasvir edebilmek için cehennemin hali soru ve cevap şeklinde açıklanmış olabilir. Aynen şöyle konuşan insan gibi. "Ben, arabaya niçin yürümüyorsun diye sordum, o da, içimde benzin yok diye cevap verdi." Bu konuşmada konuşulan değil, konuşanın ifadesi geçerlidir. Fakat bu sözün gerçeğe dayanabileceği de tamamen mümkündür. Çünkü bize göre, dünyanın sessiz ve cansız olan eşyalarının mutlaka Allah Teala nazarında da sessiz ve cansız olduğunu düşünmemiz doğru değildir. Yaratıcı kendi her yarattığı ile konuşabilir ve onun her yarattığı, yaratıcısının konuşmasına -onun dilini bizim anlamamız mümkün olmasa bile- cevap verebilir.

39. Yani bir kimsenin muttaki olduğu ve cennete layık olduğu Allah'ın mahkemesinde kararlaşırsa, derhal o cenneti önünde hazır bulacaktır. Cennete ulaşmak için yürüyerek veya herhangi bir vasıtaya binerek yolculuk yapmak sureti ile gitmeyecek. Karar zamanı ile cennete girme arasında hiçbir bekleyiş olmayacaktır. Burda karar verilmiş, şurda kişi mutlaka cennete girmiş olacak. Sanki o, cennete ulaştırılmamış da cennetin kendisi onun yanına getirilmiştir. Ahiret aleminde zaman ve mekan kavramının bizim bu dünyadaki kavramlardan ne kadar farklı olacağı işte bundan ölçülebilir. Bu dünyada tanıdığımız çabukluk ve gecikme, uzaklık ve yakınlık gibi bütün kavramlar orada manasız şeyler olacaktır.

32 Bu, size vadolunandır; (gönülden Allah'a) yönelip-dönen,40 (İslâm'ın hükümlerini) koruyan.41

33 Görmediği halde Rahman'a karşı 'içi titreyerek korku duyan42 ve 'içten Allah'a yönelmiş' bir kalb ile gelen43 içindir.

34 "Ona 'esenlik ve barış (selam)la' girin.44 Bu, ebedilik günüdür."

35 Orda diledikleri her şey onlarındır; katımızda daha fazlası da var.45

AÇIKLAMA

40. "Evvab" kelimesinin kelam sahası çok geniştir. Evvab olan kimse arzularını, isyanı terkedip Allah'a itaat ve rızayı seçen kimsedir. O, Allah'ın hoşlanmadığı şeyleri terkeder, Allah'ın tavsiye ettiği yola tabi olur. Bu yoldan küçük bir sapma bile onu korkutur. Çokça tevbe eder. Allah'a ibadet yapar, O'nu hatırlar ve her işinde O'na yönelir.

41. Ayette "Hafiz" kelimesi geçmektedir. "Koruyan" demektir. Bu kelimeyle, Allah Teala'nın emirlerini, O'nun farzlarını, haramlarını ve O'nun teslim ettiği emanetlerini koruyan, Allah tarafından kendisine verilen hakları göz önünde bulunduran, iman ettikten sonra Rabbine verdiği sözü unutmayan, hiçbiri yanlış hareketlerden dolayı kaybolmasın diye kendi zamanını, gücünü, gayret ve çalışmalarını gözeten, tevbe ettikten sonra onu bozmayıp tevbesinde duran, her zaman "Acaba ben hareket ya da sözlerimle Rabbime itaatsizlik ettim mi?" diye kendini hesaba çeken kişi kastedilmiştir.

42. Yani, Rahman olan Allah hiçbir yerde ona görünmemesine, kendi duyguları ile de hiçbir şekilde O'nu duyup hissetmemesine rağmen yine de o, O'na itaatsizlikten çekinirdi. Başka duyulan güçler ve apaçık görülen kuvvetli müthiş varlıkların onun kalbinde meydana getirdiği korkuya nisbetle görülmeyen Rahman olan Allah'ın korkusu daha fazla idi. O'nun Rahman olduğunu bildiği halde rahmetine güvenerek günahkar olmadı.

Bilakis daima O'nun gazabından korktu. Bu ayet mü'minin iki önemli temel özelliğine işaret etmektedir. Biri, görülmemesine ve hissedilmemesine rağmen Allah'tan korkar. Diğeri, Allah'ın Rahmet sıfatını çok iyi bilmesine rağmen günah işlemeye cesaret etmez. İşte bu iki özellik onu Allah katında takdire layık kılmaktadır. Buna ilaveten İmam Razi'nin açıkladığı hoş bir nükte vardır. Arapça'da korku için "havf" ve "haşyet" diye iki kelime kullanılır. Mânâlarında ince bir fark vardır. Havf kelimesi genellikle, görülen bir güç ve kuvvet karşısında, kendi zayıflığını hisseden bir insanın kalbinde meydana gelen korku demektir. Haşyet ise, birinin azamet ve ihtişamını hayalinde canlandıran kişinin, onun heybeti karşısında kalbini kaplayan ürperme demektir. Buradaki ayette havf yerine haşyet kelimesi kullanılmıştır. Bu haşyet kelimesinden de; mü'minin kalbinde Allah korkusu, sadece O'nun azabından korktuğundan değil, daha çok Allah'ın azamet ve büyüklüğünü hissetmesinden dolayı onun üzerinde devamlı bir ürperti meydana getirdiği kastedilmiştir.

43. Ayette "Mübin" kelimesi kullanılmıştır. Mübin, inabetten türemedir. Mânâsı "Bir tarafa yüz çeviren ve tekrar o tarafa yönelen" demektir. Nitekim pusulanın ibresi daima kutba doğru yönelir ne kadar onu çevirirseniz çevirin yine o kutup tarafına gelir. "Kalb-i münib"den de: Her taraftan yüz çevirip Allah tarafına dönen ve hayat boyu karşılaştığı her çeşit acı-tatlı hadiseler arasında devamlı Allah tarafına yönelen kalp kastedilmiştir. Bu manayı "gönül bağlamış" kelimesi ile ifade ettik. Bundan anlaşılmaktadır ki, Allah katında asıl değer ve kıymet sadece dil ile değil, bütün samimiyeti ile can-ı gönülden O'na bağlanıp kalan insanın kıymetidir.

44. Ayette "Udhuluhabiselam" kelimeleri geçmektedir. Selam'ı eğer emniyet manasına alırsak, her çeşit üzüntü, keder, endişe, felaketlerden korunmuş olarak cennete giriniz manası çıkar ve eğer onu, bilinen "selam" manasına alırsak o zaman "Geliniz bu cennete giriniz. Allah ve melekleri tarafından size selam vardır," demek olur. Bu ayetlerde Allah Teala kişiyi cennete layık kılan sıfatları saymıştır. Onlar da şunlardır: 1- Takva, 2- Allah'a yöneliş, 3- Allah ile olan ilginin korunması, 4- Allah'ı görmeden, O'nun rahmetine kesin inanmaya rağmen, O'ndan korkmak. 5- Kalb-i münib elde ederek Allah'a ulaşmak, yani ölünceye kadar inabet yolundan şaşmamak.

45. Yani onların istediği herşey onlara verilecek. Fakat onların düşünemediklerini de, hatta elde etme arzusunu akıllarına bile getirmediklerinden daha fazlasını biz onlara vereceğiz.

36 Biz bunlardan önce nice kuşakları yıkıma uğrattık ki onlar, zorbaca yakalamak (yakıp-yıkmak, baskı ve şiddetle yönetmek, sindirmek) bakımından kendilerinden daha üstündüler; şehirlerde (yerin üstünü altına getirip, sayısız kazı, inşaat ve araştırmalarla her yanı) delik-deşik etmişlerdi.46 (Ama) kaçacak bir yer var mı?47

37 Hiç şüphesiz, bunda, kalbi olan ya da bir şahid olarak kulak veren kimse için elbette bir öğüt (zikir) vardır.48

38 Andolsun, biz gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları altı günde yarattık;49 bize hiç bir yorgunluk da dokunmadı.

39 Öyleyse sen, onların dediklerine karşılık sabret 50ve Rabbini güneşin doğuşundan önce ve batışından önce hamd ile tesbih et.

40 Gecenin bir bölümünde ve secdelerin arkasında51 da O'nu tesbih et.

AÇIKLAMA

46. Yani onlar, sadece kendi memleketlerinde güçlü değillerdi. Hatta dünyanın diğer bölgelerine de, başka memleketlere de saldırıp istila ederlerdi. Ve onların sürekli hücumları yeryüzünün her tarafına ulaşmıştı.

47. Yani, onların Allah tarafından yakalanmaları zamanı gelince, onların kuvvet ve ihtişamları, onları kurtarabilecek mi? Dünyada sağınacakları bir yer bulabilecekler mi? Allah'a karşı isyan ederek O'ndan kurtulmak için kaçacağınız bir sığınağı bulacağınızı, neye güvenerek ümid ediyorsunuz?

48. Diğer bir ifade ile: Eğer zerre kadar aklınız varsa doğru sözü düşünün, yoksa gaflet ve katılıktan kurtularak size hakikati anlatan başka birini kulaklarınızı açarak dinleyin. Anlatanın sözü bir kulaktan girip öbür kulaktan çıkmasın ve dinleyenlerin kafası da başka şeyle meşgul olmasın. İşte böyle. O sözleri dikkatle dinleyin.

49. Daha fazla bilgi için bakınız: Fussilet an: 11-15.

50. Yani gerçek şu ki, bütün kainatı biz altı günde yarattık. Onu yarattığımızdan dolayı da yorulmadık. Böyle olunca onu yeniden yaratmaya gücümüzün yetmeyeceğini kim iddia edebilir? Artık zavallı cahiller, senden öldükten sonra dirilme haberini duyunca seninle alay etmeye ve sana deli demeye başlarlarsa buna sabret, sükunetle onların mânâsız sözlerini dinle ve açıklamakla görevli olduğun hakikati onlara açıklamaya devam et.

Bu ayette dolaylı yoldan, altı günde Allah'ın yeri göğü yaratıp yedinci günde istirahat ettiği efsanesini içeren Kitab-ı Mukaddes'le (Tekvin, 2-2), hıristiyan ve yahudilerle ince bir alay vardır. Her ne kadar artık hıristiyan papazlar utanmaya başlamışlar ve Kitab-ı Mukaddes'in Urduca tercümesinde "istirahat etti"yi, "serbest kaldı" şeklinde değiştirmişler ise de, King James'in meşhur kitabı İncil'de "And he rested on the seventh day" kelimeleri açık bir şekilde mevcuttur ve bu kelimeler yahudilerin 1954 senesinde Philadelphia'da yayınladıkları tercümede de bulunmaktadır. Arapça tercümede de, "Yedinci günde dinlendi" cümlesi vardır.

51. Hak yola davette ne kadar gönül kıran, ruhu törpüleyen olaylarla karşılaşsa da, gayretlerinin hiçbir meyvesini elde ettiği görülmese de bütün azmi ile, yaşadığı müddetçe hak sözü yükseltmek ve dünyayı hayır ve iyilik tarafına sevketmek için çabalayan insanın elde ettiği gücün kaynağı işte budur. Allah'a hamd ve O'nu tesbih etmekten maksat burada namazdır. Nerede olursa olsun Kur'an-ı Kerim'de hamd ve tesbih için özel zamanlar ayrılmışsa orada namaz kasdedilmiştir. "Güneşin doğuşundan önce"den sabah namazı "Güneşi batışından önce"den iki namaz, öğle ve ikindi namazları, "Geceleyin"den akşam ve yatsı namazları, üçüncü olarak da teheccüd namazı gece tesbihi içine girmektedir. (Geniş bilgi için bakınız. İsra an: 91-97, Taha an: 111, Rum an: 23-24) "Secdeleri yaptıktan sonra" yapılması buyurulan tesbihe gelince, bundan maksat namazdan sonra yapılan zikir de olabilir. Farzdan sonra eda edilen nafileler de olabilir. Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz. Ali'nin oğlu Hz. Hasan, Ebu Hureyre, İbn Abbas, Şabi, Mücahid, İkrime, Hasan Basri, Katade, İbrahim Nehai ve Ezvâî, bundan, namazdan sonra kılınan iki rekat namaz murad edilmektedir demektedirler. Amr İbn As'ın oğlu Hz. Abdullah ve bir rivayete göre de İbni Abbas, bundan maksat namazdan sonra zikirdir görüşündedirler.

İbn Zeyd de, bu buyruktan maksat; farzlardan sonra nafileler de kılınmalı demektir düşüncesindedir. Ebu Hüreyre'nin Buhari ve Müslim'deki rivayetine göre: Birgün fakir muhacir sahabilerden birkaçı peygamberimizin huzurunda otururken dedilerki: Ey Allahın Rasulü, zenginler büyük dereceler ele geçirdiler. Peygamberimiz: "Ne oldu?" buyurdu. Dediler ki: "Bizim kıldığımız gibi o zenginler de namaz kılıyor, bizim tuttuğumuz gibi onlar da oruç tutuyor, fakat onlar sadaka veriyor biz veremiyoruz, onlar köle azad ediyorlar biz azad edemiyoruz." Peygamberimiz bunun üzerine şöyle buyurdu: "Ben size öyle birşey söyleyeyim mi? Eğer siz onu yaparsanız sizin yaptığınız onların da yapmasının dışında diğer insanlarla yarışırsınız. Bu da sizin her namazdan sonra otuz üçer kere Sübhanallah, Elhamdülillah ve Allahüekber demeğe devam etmenizdir." Birkaç gün sonra bu insanlar tekrar Peygamberimiz'e gelerek; "Zengin kardeşlerimiz de bu sözü duymuşlar onlar da bu işi yapmaya başlamışlar." deyince Peygamberimiz (s.a) "Bu Allah'ın dilediğine verdiği bir keremidir." buyurdu. Bir rivayette de bu kelimelerin sayısı 33 er yerine 10 ar olarak da nakledilmiştir.

Hz. Zeyd ibni Sabit rivayet ediyor ki: Hz. Peygamber (s.a.) bize her namazdan sonra 33 er kere Sübhanallah ve Elhamdülillah, 34 kere de Allahüekber demeye devam etmemizi tavsiye buyurdu. Daha sonra Ensar'dan bir sahabi "Birinin rüyamda, eğer 25 er defa bu kelimeleri söyledikten sonra arkasından 25 kerede "La ilahe illallah" dersen daha iyi olur dediğini gördüm" deyince Peygamberimiz, "Pekiyi öyle yapmaya devam et." buyurdu. (İmam Ahmed, Nesei, Darimi) Hz. Ebu Saidi Hudri şöyle diyor: Allah'ın Rasulü'nün, namazı bitirdikten sonra geri dönerken şöyle dediğini işittim: "Sübhane Rabbike rabbi'l-izzeti amma yesifune ve selamun ale'l-mürselin vel hamdu lillahi rabbil-alemin" (Ahkamü'l Kur'an, Cassas)

Bundan başka, namazdan sonraki zikrin çeşitli şekilleri de Peygamberimiz'den rivayet edilmiştir. Kur'an-ı Kerim'in bu tavsiyesine göre hareket etmek isteyen kimseler "Mişkat" kitabının namazdan sonra zikir babından, gönüllerine en uygun düşen zikri seçip ezberlesinler ve ona devam etsinler. Peygamberimizin öğrettiği zikirden daha güzel hangi zikir olabilir?

Fakat zikirden asıl maksat, birkaç özel kelimenin dilden eksik edilmemesi değil, aksine o kelimeler içinde ifade edilen mânâların zihinde taze ve sağlam olarak tutulması olduğunu hatırdan çıkarmamak gerekir. Bu sebeple hangi zikir yapılırsa yapılsın mânâsını anlamalı, sonra da mânâyı hatıra getirerek zikretmelidir.

41 Çağırıcının, yakın bir yerden çağrıda bulunacağı güne kulak ver;52

42 O gün, o çığlığı bir gerçek (hak) olarak işitirler.53 İşte bu, (dirilip kabirlerden) çıkış günüdür.

43 Gerçek şu ki, dirilten ve öldüren biziz, biz. Ve dönüş de bizedir.

44 O gün yer, onlardan çatlayıp-ayrılır da (onlar,) hızla koşarlar. İşte bu, bize göre oldukça-kolay olan bir haşir (sizi bir arada toplama)dır.54

45 Biz onların neler söylemekte olduklarını daha iyi biliriz55 ve sen onların üzerinde bir zorba da değilsin; şu halde, benim kesin tehdidimden korkanlara Kur'an ile öğüt ver.56

AÇIKLAMA

52. Bir kişi nerede ölürse ölsün veya dünyanın neresinde ölüm ona yetişirse yetişsin, oraya Allah'ın münadisinin "Rabbinize doğru yürüyün" diyen sesi ona ulaşacaktır. Bu ses, yeryüzünün köşe bucaklarında dirilip kalkan insanlar tarafından sanki çok yakından çağrılan bir sesmiş gibi duyulacak ve aynı anda yeryüzünün her tarafından bu ses aynı şekilde işitilecektir. Bundan da, ahiret aleminde bizim dünyamıza nisbetle zaman ve mekan kavramlarının ne kadar değişik olacağı ve hangi güçlerin hangi kanunlara uygun olarak iş yapabileceği ölçülebilir.

53. "Herkes kıyamet nidasını dosdoğru işitecek" cümlesinin iki mânâsı olabilir. Biri: Herkes Allah'ın emri olan çağrıyı işitecek. Diğeri de: Kıyamet nidasını dosdoğru ve tam olarak işitecektir. Birinci mânâ açısından denmek istenen şudur: Dünyada iken inanmaya yanaşmadıkları, inkar etmekte ısrar ettikleri, haber veren peygamberlerle alay ettikleri Allah'ın emri olan o nidayı insanlar kendi kulakları ile işiteceklerdir. İkinci mânâ açısından denmek istenen şudur: Onlar kesinlikle bu kıyamet nidasını işitecekler, bunun herhangi bir vehim ve hayalden ibaret olmadığını, gerçekten bunun kıyamet nidası olduğunu onlar öğrenecekler, kendilerine haber verilen kıyamet gününün geldiğini ve bu sesin onun ilanı olduğundan hiç şüpheleri kalmayacaktır.

54. Bu, kafirlerin 3. ayette nakledilen sözlerine cevaptır. Onlar: "Bizim ölüp toprak olduktan sonra diriltilerek ayağa kaldırılmamız nasıl olabilir, bu akıldan uzak bir hayata dönüştür," demişlerdi. Onların bu sözüne cevap olarak "Haşr, kıyamet yani bütün gelmiş geçmiş insanların bir anda diriltilerek toplanması bizim için çok kolaydır" buyurulmuştur. Kim toprak olmuş cesedi nerelerde kalmıştır, bizce bilinmesi zor değildir. Saçılmış ve darmadağın olmuş zerrelerden, Ali'nin zerrelerinin hangisi olduğunu, Veli'nin zerrelerinin hangisi olduğunu bilmemiz de önemli bir şey değildir. Bunların hepsini ayrı ayrı derleyerek teker teker insan vücudunu yeniden yapmamız ve o vücutlar içinde o kişiliği yeni baştan, daha önce o vücutta yaşadığı gibi yaratmamız bizim için büyük zahmet ve emek isteyen bir iş değildir. Tam tersine, bir işaretimizle bunların hepsi bir an içinde oluşuverir. Hz. Adem zamanından kıyamete kadar dünyada var olmuş olan bütün insanlar, bizim bir emrimizle rahatça ve çok kolay bir şekilde bir araya toplanırlar. Sizin küçük beyniniz onu ne kadar akıldışı kabul ederse etsin, bu, kainatın yaratıcısının gücünden uzak değildir.

55. Bu ayette Hz. Peygamber'in (s.a) gönlünü almak, teselli etmek de vardır. Kafirlere ise ihtar ve tehdit vardır. Hz. Peygamber'e (s.a) hitap ederek buyurulmaktadır ki, bu insanların sana karşı uydurdukları sözlere asla kulak asma ve kat'iyen önem verme. Biz hepsini işitiyoruz ve onları cezalandırmak bizim işimizdir. Kafirlere de Peygamberimiz'e isnad ettiğiniz cümleler ve çirkin sözler size çok pahalı mal olacak diye ihtar etmektedir. Biz teker teker her sözünüzü duyuyoruz ve onun cezasına katlanmanız gerekecek.

56. Bu ayette ifade edilmek istenen, Hz. Peygamber'in (s.a) insanları zorla sözüne inandırmak istemesi değildir. Allah Teala onu bundan menetmiştir. Aslında bu söz Hz. Peygamber'e (s.a) söylenerek kafirlere duyurulmaktadır. Sanki onlara: "Peygamberimiz size bir zorlayıcı olarak gönderilmemiştir" denmektedir. O'nun işi zorla sizi mümin yapmak değildir ki siz inanmak istemediğiniz halde o sizi zorla inandırsın. O'nun sorumluluğu sadece ihtar etmekle aklını başına alanlara Kur'an'ı dinleterek hakikati anlatmaktan ibarettir. Hâlâ siz inanmıyorsanız Peygamber sizi cezalandırmayacak, sizi biz cezalandıracağız.

KAF SÜRESİ(Seyyid KUTUB)

1- Kaf. Şerefli Kur'an'a andolsun!

2- Kafirler aralarından bir uyarıcının gelmesine şaştılar da "Bu şaşılacak bir şeydir" dediler.

3- Biz öldüğümüz ve toprak olduğumuz zaman mı dirileceğiz? Bu uzak bir dönüştür.

Surenin ilk kesiti bu... Bu ilk kesit yeniden dirilme konusunu ve müşriklerin bunu inkar etmelerini ve bunun sözkonusu edilmesine ve üzerinde konuşulmasına hayret etmelerini ele almaktadır. Fakat Kur'an-ı Kerim, sadece bunların bu konuyu inkar etmelerine değinip de bunu çözüme bağlamakla kalmıyor, aksine, müşriklerin eğri olan kalplerine sesleniyor, gönüllerini Hakka çevirmek ve kalplerindeki eğriliği düzeltmek için sesleniyor onlara... Ve Kur'an-ı Kerim herşeyden önce, bu kalpleri uyandırmaya ve kökünden sarsmaya çalışıyor. Böylece Kur'an-ı Kerim, bu kalplerin şu varlık aleminin özünde bulunan büyük gerçekleri algılayabilmelerini hedefliyor. Bundan dolayı Kur'an-ı Kerim yeniden dirilmeyi isbat etmek için müşriklerle zihinsel münakaşalara girmiyor. Aksine, düşünebilsinler ve ibret alabilsinler diye kalplerini canlandırmaya çalışıyor ve çevrelerinde hemen yanı başlarında var olan gerçeklerden etkilensinler de tepki göstersinler diye vicdanlarına dokunmaya çalışıyor. İnsanların ruhlarını eğitmeye çalışanların yararlanacakları örnek bir eğitim dersidir bu...Sure yeminle başlıyor. Kaf harfi ile, bu harf gibi harflerden oluşan şerefli Kur'an üstüne yeminle başlıyor. Hatta "Kaf" harfi Kur'an kelimesinin ilk harfidir. Ancak yüce Allah burada Kur'an üstüne yemin ederken bu yemini, neyi güçlendirmek için yaptığını belirtmiyor. Bu yemin daha sözün başında bir yemin olduğuna göre kendisi başlı başına bir uyarma ve önem verme mesajı veriyor. O halde durum önemlidir. Yüce Allah sözüne yeminle başlıyor. O halde durum çok önemlidir! Herhalde söze böyle başlanmasından gaye de bu olsa gerektir. Çünkü, surenin başında yer alan yemin his ve kalpte gerekli etkiyi gösterdikten sonra yüce Allah "bel" harfi yeminle güçlendirilecek konudan dikkatleri başka yöne çekiyor. Ve müşriklerin, Peygamberin şerefli Kur'an'da getirmiş olduğu yeniden dirilme ve mezardan çıkma ile ilgili haberlere hayret etmeleri ve bunları yadırgamaları üstüne sanki yeni bir söz açıyormuş gibi başlaması bunu gösteriyor.

"Kafirler aralarından bir uyarıcının gelmesine şaştılar da `Bu şaşılacak birşeydir' dediler."

"Biz öldüğümüz ve toprak olduğumuz zaman mı dirileceğiz? Bu uzak bir dönüştür."

Bilakis onlar kendilerine içlerinden bir korkutucu geldi diye hayret ettiler. Oysa bu konuda hayret edecek birşey yoktur. Aksine normal bir sağduyunun kolayca ve gönül huzuru ile kabulleneceği normal bir durumdur bu... Yüce Allah'ın insanların arasından kendileri ile aynı hisleri duyan, aynı şeyleri hisseden, kendi dillerini konuşan, hayatlarında ve faaliyetlerinde kendilerine ortak olan dürtülerini ve arzularını anlayan, güçlerini ve tahammül derecelerini bilen bir kimseyi seçmesi normal bir durumdur. Yüce Allah onların aralarından biriyle birini gönderir ki oldukları gibi devam edecek olurlarsa kendilerini bekleyen felaket konusunda onların dikkatini çeksin, doğru yöne nasıl yöneleceklerini onlara bildirsin ve kendisi aralarında yükümlülükleri ilk yüklenen kişi olarak bu yeni yönelişin kendilerine getirdiği yükümlülükleri kendilerine bildirsin diye...Müşrikler peygamberlik kurumunun bizzat kendisini garip karşılamışlar. Ve -özellikle- de bu uyarıcı Peygamberin kendileri ile ilk konuştuğunda söz etmiş olduğu yeniden dirilme konusuna hayret etmişlerdir. Bir kere islam inanç sisteminde "yeniden dirilme" konusu temel esastır. Bu sistemde yeniden dirilme sistemin üzerine oturduğu ve bu sistemin gerektirdiği üniversel düşüncenin dayanağı olan temeldir. Bir müslüman batılı yok etmek için hak üzere olmalı, şerri ortadan kaldırmak için hayır yardımı ile onun karşısına dikilmelidir, kendisinden istenen budur. Ve yine yeryüzündeki tüm etkinliklerini bunları yaparken yüce Allah'a yönelerek ibadet haline getirmesi gerekir. Her amelin mutlaka karşılığı vardır. Bu karşılık yeryüzü yolculuğunda bazen elde edilemez. Ve yolculuğun en sonundaki kesin hesaba ertelenebilir. O halde mutlaka başka bir dünya olmalıdır ve yine mutlaka öbür dünyada hesab görülmesi için yeniden dirilme kaçınılmazdır... İnsanın ruhunda "ahiret" kavramı çökünce, bu inanç sisteminin kimliği ve yükümlülükleri kavramı kökünden çöker ve sarsılır. Ve böyle bir kişi asla islam yoluna doğrulup giremez.

Fakat o müşrikler bu konuya asla bu açıdan bakmamışlardır. Onlar bu konuya başka bir açıdan, son derece sığ, ölüm ve hayatın iç yüzünü ve yüce Allah'ın kudretinden herhangi bir yönü kavramaktan son derece uzak bir açıdan bakmışlardır. Ve demişlerdir ki: "Biz öldüğümüz ve bir toprak olduğumuz zaman mı dirileceğiz? Bu uzak bir dönüştür."

O halde, onların düşüncesine göre, ölüp sonradan çürüyüp toprak olduktan sonra yeniden dirilme ihtimali zayıftır. Daha önce değindiğimiz gibi bu sığ bir düşüncedir. Çünkü bu dünyaya gelme mucizesi nasıl bir kez gerçekleşmiş ise bir daha tekrarı mümkündür. Nitekim bu yeniden dünyaya gelme mucizesi onların gözlerinin önünde her an meydana gelip durmaktadır. Ve kainatın her köşesinde kendilerini çepeçevre kuşatmaktadır. İşte Kur'an-ı Kerim'in bu surede kendilerinin dikkatlerini çektiği yön, bu yöndür.

Ancak biz, Kur'an'ın ve hayat sahnesinde kainata dair ayetlerinin dokunuşları ile yolculuğa çıkmadan önce, onların sözleri aktarılırken ve bunun üzerine yorum yapılırken canlanan, çürüme ve dağılma konusunun meydana getirdiği vurgu üzerinde durmak istiyoruz:

"Öldüğümüz ve bir toprak olduğumuz zaman mı?.."

O halde demek onlara göre insanlar ölüyorlar. Demek ki insanlar toprak oluyorlar. Müşriklerin sözlerinin aktarıldığı ayeti okuyan herkes direkt olarak kendine ve çevresindeki öteki canlılara çevirir bakışlarını... Ölümü, çürüyüp dağılmayı canlandırmak için çevirir bakışlarını... Hatta kafasında canlandırmak değil, aksine kendisi daha yeryüzünde canlı iken çevirir bakışlarını ve vücudunda çürümenin sinsi tedrici ilerlemesini hisseder. Canlı gönülleri ölüm kadar ürperten bir şey olamaz ve bir kalbi ihtiyarlık gibi sarsıp titretecek bir olgu da düşünülemez.

İlahi ifadenin devamı, toprağın ölülerin cesetlerini parça parça yiyip çürütmesini canlandırarak bu vurguyu derinleştirmekte ve vurgunun etkisini güçlendirmektedir.



4- Biz toprağın onlardan neleri eksilttiğini kesinlikle bilmekteyiz. Yanımızda o bilgileri koruyan bir kitap vardır.

Bu ilahi ifade sanki toprağın hareket edişini ve insanların cesetlerini eritmesini ve yavaş yavaş yemesini canlandırmaktadır. Ve öte yandan insanların cesetlerini ele almakta ve cesetlerin sürekli bir şekilde lime lime yok olduğunu ifade etmektedir. Sonra da sözü şöyle bağlamaktadır: Yüce Allah toprağın onların cesetlerinden ne kadar yediğini bilir, O herşeyi korunmuş kitapta yazmıştır. O halde onlar öldükleri ve çürüyüp toprağa karıştıkları zaman kaybolup gitmiyorlar. Hayatın bu topraktan yeniden başlaması ise, daha önce bir kez gerçekleşmiştir ve aynı zamanda çevrelerinde ardı arkası kesilmeden durmadan yenilenip duran canlandırma (can verme) olaylarında her an gözükmektedir.

Kalpleri eriten ve yumuşatan ve onları son derece hassas, duyarlı ve gerçekleri karşılamaya hazır hale getiren vurgulamalar işte böyle ardarda gelmektedir. Ve bütün bunlar, konunun kendisi üzerine çullanmadan önce gelmektedir.

Sonra yüce Allah bu ahmakça itirazlarının kaynaklandığı gerçek durumlarını gözler önüne sermektedir. Çünkü onlar, değişmez olan hakkı bırakmışlar ve yeryüzü de ayaklarının altında dönmeye başlamıştır. Artık hiçbir şeyde asla karar bulamaz olmuşlardır.

5- Doğrusu onlar, hak kendilerine gelince onu yalanladılar. Şimdi onlar şaşırmış bir haldedirler.

Bu ifade, değişmez haktan ayrılanların durumlarını canlandıran, somutlaştıran eşsiz bir ifadedir, artık onlar haktan saptıktan sonra asla bir noktada duramazlar...

Gerçekten "Hak" Hakk'a inanan kimselerin üzerinde durdukları ve ayaklarının kaymadığı, adımlarının sarsılmadığı sabit değişmez bir noktadır. Çünkü hakka inanan kimsenin yeryüzü ayaklarının altında sabittir, toprak çökmez ve dibe göçmez. Ama değişmez hakkın dışında çevrelerinde yer alan herşey, çalkantılı, dalgalı, sarsıcı ve kaygandır. Değişmezlikten, istikrardan, iç huzurundan ve bu halde bulunmaktan iz bulunmaz. Böyle bir kimse, daima şaşırmış bir haldedir, bir hal üzere durması mümkün değildir.

Haktan ayrılanları arzular kötü yerlere iterler, duygular kuşatıp üzerlerine hücum eder, arzulanan fısıltıları alıp kaçırır, buhranlar paramparça eder, kuşkular endişelendirir, çalışmaları şurada burada düzensiz bir hâl alır, tutumları bir sağa bir sola zikzak çizer. Böyle bir kişi şaşkınlığından güvenilir bir dayanağa ve güvenli bir sığınağa sığınmaz, sürekli bir şaşkınlık içinde bocalar durur...

Gerçekten hayret verici bir ifade tarzıdır bu... Gözlerin izlediği hareketlenmiş gibi kalplerden geçen duyguları canlandırıp somutlaştırıyor.

Sabit, yerleşmiş, kararlı ve sarp olan Hakk'ın etkisi ile yeni bir konuya girmek üzere -yeniden dirilmeye itirazlarını tartışmaya bir zemin hazırlama yolunda yüce Allah, kainatın yapısında olan birtakım hak görüntülerini sergiliyor ve sabit, kararlı ve güzel olan Hakk'ın niteliği ile ahenkli bir ifade ile, onların bakışlarını gökyüzüne, yeryüzüne, dağlara, gökten inen sulara, salınan hurma ağaçlarına, bahçelere ve bitkilere çeviriyor.

6- Üzerlerindeki göğe bakmazlar mı ki, onu nasıl bina etmiş ve nasıl donatmışız? Onda hiçbir çatlakta yoktur. ,

Gerçekten şu gökyüzü, onların bırakıp ayrıldıkları Hak'ı haykıran kainat kitabının bir sayfasıdır. Bir bakmazlar mı onlar gökyüzündeki, yüksekliğe, değişmezliğe ve düzene? Bütün bunların yanı sıra estetiğe, güzelliğe, her türlü noksanlıktan ve düzensizlikten uzak oluşa? Şüphesiz, göklerin niteliği olarak belirtilen değişmezlik, mükemmellik ve güzellik ifadenin akışı ile, hak ile ve hakda mevcut olan değişmezlik mükemmellik ve güzellik ile tam bir uyum oluşturmaktadır. Dolayısı ile, gökyüzünden söz edilirken, "bina" niteliğinden "estetik" niteliğinden ve her türlü delik ve çatlaktan uzak oluşundan sözedilmektedir.

Yeryüzü de aynı gökyüzü gibi, Hakk'a dayanan, temeli değişmez, gözalıcı ve güzel olan kainat kitabının sayfalarından biridir.

7- Yeryüzünü de yaydık, ona sağlam dağlar yerleştirdik, onda her güzel çifti bitirdik.

Yeryüzünün yaygınlığı, sabit dağların yerleştirilmesi, bitkilerde güzellik... Bunlar da istikrarı, değişmezliği ve güzelliği simgeleyen niteliklerdir ki gökyüzünden bahsedilince de dikkatler bu noktalara çevriltilmişti.

Uzanan ve bina edilen güzel gökyüzünün ve yayılan, sabit olan ve güzel olan yeryüzünün tablosunda yüce Allah onların kalplerine dokunmakta ve gönülleri, bu kainatın yaratılışındaki hikmete ve kainat sayfalarından bazılarını gözlemeye sevk etmektedir.



8- Bütün bunları, Allah'a yönelen her kulun, gönül gözünü açmak için ve ona ibret vermek için yaptık.

Her türlü engeli kaldıran, görüş ufkunu aydınlatan, kalpleri açan ve ruhları şu akıllara durgunluk veren kainata ve onun gerisindeki yaratma, hikmet ve tertibe (düzene) bağlayan bir öğüt ve bir ibrettir bu... Hemen Rabbine dönen bir kulun yararlandığı bir öğüt ve ibrettir bu...

Beşer kalbi ile, şu akıl almaz ve güzel kainatın etkilerini birbiri ile buluşturan halka budur işte... Bu halkadır ki, kainat kitabına bakışa ve onu tanımaya beşer kalbinde bir etki bahşeder ve insan hayatına bir değer verir. Kur'an-ı Kerim'in bilgi ile "bilen insan" marifetle "arif olan kişi" arasında kurmuş olduğu ilgi budur... Bu devirde insanların "bilimsel" diye isimlendirdikleri, araştırma ve metotlarının yüce Allah'ın insanlarla, onların yaşadıkları kainat arasında kurduğu ilişkiyi kesip de ihmal ettikleri halka bu halkadır. Bir kere insanlar bu kainatın bir parçasıdırlar. Kalpleri kainatın atışına göre atmadıkça, kalpleri ile bu muazzam kainatın tesirleri arasında bağ güçlü olmadıkça, hayatları sağlıklı ve düzgün olamaz. Yıldızlardan herhangi bir yıldıza, gezegenlerden herhangi bir gezegene, bitkilerden veya hayvanlardan herhangi bir türün bilinmesine kısacası kainatımızdan onun içersinde canlı ve cansız alemlere dair -tabii cansız bir alem varsa, veya şu kainatta cansız bir tek varlık varsa- bütün "bilimsel" bilgiler, derhal beşer kalbine "etki" etmeli, bu kainat ile dost olan "ülfet" ve insanlarla eşya ve canlılar arasında dostluk bağlarını güçlendiren "tanışıklığa" dönüşmelidir... Bu kainatın ve içindeki kimselerle eşyanın yaratıcısına ulaşan birlik fikrine dönüşmelidir... Bu canlı, yönlendirici ve beşer hayatında bir etkiye sahip hedefin önüne engel olan her marifet, ilim ve araştırma eksik marifet, sahte ilim ve güdük bir araştırmadır.

Gerçekten bu kainat, her dilden okunan ve her vesile ile anlaşılan Hakk'ın herkese açık kitabıdır. Bu kitabı apartman ve köşklerde oturan medeni insanlar okuyabildiği gibi, çadırda ve kulübede oturan sade birisi de okuyabilir. Herkes, bu kitabı kendi kapasitesi ve anlayışına göre okur ve herkes onu, Hakk arzusu ile okuduğu zaman, bu kitapta Hakk azığı bulur. Bu kitap her zaman mevcut ve açıktır.

Ne varki modern ilim, bu öğüt ve ibreti yok ediyor ve beşer kalbi ile apaçık ortada olan ve konuşan kainat arasındaki bağı koparıyor. Çünkü bu modern ilim, kainatla içinde yaşayan yaratıkların aralarındaki bağları koparan "ilmi metod" safsatasının hakim olduğu bozuk kafalardadır.

Elbette ki imana dayalı sistem, tek tek gerçeklerin anlaşılmasında "ilmi metod"un ulaştığı neticelerden hiçbirini gözardı etmez, ihmal etmez. Aksine, buna katkıda bulunur, bu tek tek var olan gerçekleri birbirine ve bunları büyük gerçeklere bağlar ve beşer kalbi ile bu büyük gerçekler arasında bağlantı kurar. Yani insan kalbini kainatın kanunlarına ve varlığın gerçeklerine bağlar. Bu kanun ve gerçekleri de insanların duygularında ve hayatlarında güçlü etkenlere dönüştürür, yoksa zihnin bir köşesinde duran, ama zihinlere sırlarından hiçbir şey fısıldamayan kuru ve donmuş bilgiler olarak bırakmaz. Bundan dolayı elde edilen ilmi gerçekleri bu sağlam bağa bağlamak için araştırma ve etüt sahalarında asıl hamleyi imana dayalı sistemin yapması gerekir...

Bu kısa bakıştan sonra ayetin devamı, canlandırma ve yeniden dirilme konusu ile ilgili olarak, kainat kitabının bazı sayfalarını gözler önüne sermeye devam ediyor



9- Gökten bereketli su indirdik, onunla bahçeler ve biçilecek taneli ekinler bitirdik.

10- Birbirine girmiş kat kat tomurcukları olan yüksek hurma ağaçları yetiştirdik.

11- Kullara rızık olması için. ve o su ile ölü bir memlekete can verdik. İşte insanların yeniden dirilmesi de böyledir.

Gökten inen su, aslında ölü toprağı diriltmezden önce ölmüş kalpleri dirilten bir mucizedir. Yağmurun manzarası hiç şüphesiz kalbe özel bir etki yapar... Yağmurla sevinen ve bu yüzden sevinçle tüy gibi uçan sadece çocuklar değildir. Hassas ruhlu büyüklerin de kalpleri bu manzaradan duygulanır onların da kalpleri daha dünyaya yakında gelmiş masum çocukların kalbi gibi çarpar.

Sure burada suyu "bereket" olarak nitelemekte ve suyu bahçelerdeki meyveleri, taneli ekinleri ve hurmaları bitirmek için yüce Allah'ın kudret elinin bir sebebi olarak göstermektedir. Ve ağaçlar güzellik ve yükseklik ile nitelenmektedir: "Birbirine girmiş kat kat tomurcukları olan yüksek hurma ağaçları..." Burada hurma tomurcuğunun "kat kat" olarak nitelenmesi upuzun hurma ağacında küme küme tomurcuğun güzelliğini ortaya çıkarmak içindir. Bu ifadeler de, güzel ve yüce olan Hakk'ın atmosferi ve gölgeleri ile paralellik kurmak içindir.

Yüce Allah bahşetmiş olduğu suyu, bahçeleri, taneleri, hurmaları ve tomurcukları hatırlatarak kalplere dokunmaktadır: "Kullara rızık olması için." Evet, yüce Allah'ın sebebini yarattığı, yerden bitirmeyi üstlendiği, tomurcuklarım çıkardığı bir rızık olmak için... Odur Mevla... Onlar ne bunları yapabilirler ve ne de bunlara şükrederler.

Ve işte bu noktada ayet, bütün kainat korteji (kafilesi) ile son defa ulaşıyor: "Ve o su ile, ölü bir memlekete can verdik. İşte insanların yeniden dirilmesi de böyledir."

Ölü toprağın diriltilmesi olayı onların çevrelerinde sürekli tekrarlanmaktadır. İnsanlar buna alışkındırlar, fakat itirazdan ve hayretlerini ifade etmezden önce buna dikkat etmezler ve bunu görmezler· Halbuki öldükten sonra canlı olarak çıkışınız da ölü toprağın diriltilişi gibi olacaktır... Aynen bu şekilde ve bu kadar basit... Kur'an-ı Kerim bu gerçeği şimdi söylüyor. Çünkü daha önce insanoğlunun kalbine kainat etkilerinden bu uzun, güzel, etkileyici ve yaratana dönen her kalbi canlandırıcı bu etkilerin yığın yığın örneğini vermiştir. İşte kalplerin yaratıcısı kalpleri böyle tedavi eder.

Yüce Allah kainat kitabından yukardaki sayfaları sunduktan sonra, insanlık tarihinin kitabından bazı sayfaları gözler önüne seriyor. bu sayfalar, yalanlayıcıların akıbetlerini anlatmaktadır. O zamanlar ki yalanlayıcılar da öldükten sonra dirilme konusunda şu müşrikler gibi kuşku duymuşlar ve onların Hz. Peygamberi yalanladıkları gibi Peygamberlerini yalanlamışlardı. Bu yüzden de Allah'ın hiç şaşmaz ve kaçınılmaz tehdidini hak etmişlerdi.



12- Onlardan önce Nuh kavmi, Res halkı ve Semud kavmi de yalanlamıştı.

13- Ad, Firavun ve Lut'un kardeşleri de.

14- Eyke halkı ve Tubba' kavmi de. Bütün bunların hepsi peygamberleri yalanladılar da üzerlerine tehdidim hak oldu.

15- İlk yaratma ile yorulup aciz mi kaldık ki yeniden yaratamayalım? Doğrusu onlar yeniden yaratılmaktan şüphe etmektedirler.

Ayet metninde geçen "Ress" duvarı örülmemiş kör bir kuyu demektir. "Eyke" ise, dalları sık ve birbirine sarılmış gür ağaçlardır. Eykeliler -ağır basan tercihe göre- Hz. Şuayb'ın kavmidir. Ress (kuyu) sahiplerine gelince, onlar hakkında şu kısa ifadeden başka hiçbir açıklama yoktur. Tübba' kavmi de böyledir. Onlar hakkında da hiçbir açıklama yoktur. Tübba' Yemendeki Himyer krallarının lakabıdır. Yalnız burada sözkonusu edilen kavimler o zamanlar bu Kur'an'ı okuyanlarca bilinmekteydi.

Zaten açıkça belli ki bu kısa işaretten maksat bu kavimlerin hikayelerini ayrıntıları ile anlatmak değildir. Sadece, Peygamberlerini yalanlamış geçmiş kavimlerin akıbetlerini anlatarak kalplere etki etmektir. Burada dikkati çeken şey bütün bu kavimlerin kendilerine gönderilen peygamberleri yalanlamış olmalarının ifade edilmesidir.

"Bütün bunların hepsi peygamberleri yalanladılarda üzerlerine tehdidim hak oldu: '

Bu kısa ifade inanç birliği ile peygamberlik kurumunun özdeşliğini vurgulamak için getirilmiştir. Buna göre bir peygamberi yalanlayan kimse tüm peygamberleri yalanlamış gibi olur. Çünkü bütün peygamberlerin getirmiş olduğu peygamberlik kurumunu yalanlamış olmaktadır. Tüm peygamberler kardeştirler, tek bir toplulukturlar ve zamanın derinliklerine kök salmış bir ağaç gibidirler. Bu ağacın her bir dalı ağacın özelliklerini özet olarak ifade etmekte ve ana ağacın bir resmi olmaktadır. Dolayısı ile, bu ağacın bir dalını zedeleyen ağacın gövdesini ve diğer dallarını da zedelemiş demektir. "Üzerlerine tehdidim hak oldu" Ve dinleyenlerin bildikleri acı akıbet başlarına gelip çatmıştı.

Bu kötü akıbetlerin ışığı altında yüce Allah tekrar onların yalanladıkları yeniden dirilme konusuna dönüyor ve soruyor:

"İlk yaratma ile yorulup aciz mi kaldık?.."

Canlıların yaratılması olayı onların gözleri önünde gerçekleşmiştir. Dolayısı ile onların cevap vermesine gerek yoktur. "Doğrusu onlar yeniden yaratılmaktan şüphe etmektedirler". Mevcut olan yaratıkların şahitliklerini dikkate almamaktadırlar. O halde önlerindeki bu şahidi de olayı da yalanlayan kimseler neleri hak etmezler ki!

Surenin ikinci bölümü de birinci bölümün ele aldığı yeniden dirilme konusunu işlemeye devam etmektedir. Bu bölüm aynı zamanda yalanlayan kalplere yeni yeni dokunuşlarla şifa sunmaktadır. Fakat bu dokunuşlar ürpertici ve korkunçtur. Bu dokunuşlar, sureyi sunarken sözünü ettiğimiz ilahi kontroldür. Sonra, bu kontrolü canlandıran ve somutlaştıran ilahi kontrolün sahneleridir. Ardından ölüm ve ölüm sarhoşluğu manzaraları... Sonra hesaba çekilme ve amel defterlerinin herkese gösterilmesi sahneleri... Sonra ağzını iştahla açmış kendisine yakıtı olan insanlar atıldıkça tadına varan ve zevkle "Daha yok mu?" diyen bir cehennem tablosu... Ve bunun yanıbaşında cennet, nimet ve ikram tabloları... İşte yeni dokunuşlar bunlardır.

Doğrusu, doğumdan başlayan ölüm istasyonuna uğrayan ve yeniden dirilme ve hesaba çekilme ile son bulan tek bir yolculuktur bu. Durmadan, dinlenmeden devam edip giden tek bir yolculuktur. Bu yolculuk, insan oğlunun gönlüne kendisinden kopulup sapılmaz biricik yolu çizmektedir. İnsanoğlu yolun başından sonuna kadar, yüce Allah'ın kutsal kudret elinin avucundadır, ordan kayıp kaçması veya kurtulması mümkün değildir. Ve onun hiçbir şeyi dikkatten kaçırmaz ve asla gevşemez kutsal kontrolü altındadır. Ve yine doğruyu söylemek gerekirse bu yolculuk insanın duygularını korku ve ürperti ile dolduran korkunç bir yolculuktur. Kalplerden geçeni bilen, dilediğini zorla yaptırmaya kadir (Cebbar) olan Allah'ın kudret elinin avucunda olduğunu hisseden bir insan nasıl olur da ürpermez? Ve yine, hiçbir şeyi unutmayan, hiçbir şeyi dikkatten kaçırmayan ve asla uyumayan herkese yaptıklarının karşılığını vermeye kadir olan bir tek yaratıcı tarafından çağırıldığını hisseden bir kimse nasıl olur da ürpermez?

Doğrusunu söylemek gerekirse, insanoğlu yeryüzündeki hükümdarların kendisini, casusları ve gözcüleri vasıtası ile izlediğini, her hareket ve davranışını gözetlediğini bilip hissederse, korkusundan tir tir titrer, sarsılıp, dengesini yitirir ve kendinden geçer. Oysa yeryüzündeki hükümdarların gözcüleri ne olursa olsunlar o insanın ancak dışa vuran hareketlerini gözetleyebilir. İnsan evine sığınınca, kapısını kapatınca, ağzını sıkı tutunca bu gözcülerden ve hükümdardan kendisini korur. Oysa Cebbar olan Allah'ın kudret elinin avucu böyle mi? İnsan nereye kapanırsa kapansın nereye giderse gitsin ilahi kudret elinin altındadır. Allah'ın kontrolü vicdanlara ve kalpleredir. Şimdi düşünelim. Bir insan bu ilahi avuçda ve şu kontrol altında olduğunu hissettiği zaman ne hale gelir? Nasıl olur da titremez?



16- Andolsun insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne fısıldadığını biliriz, çünkü biz ona şah damarından daha yakınız.

Ayetin başındaki "Andolsun ki insanı biz yarattık" ifadesi, bu ifadenin dolaylı anlamının gereğine işaret etmektedir. Şöyle ki: Bir aleti yapan elbette ki onun yapısını ve sırlarını başkalarından daha iyi bilir. Halbuki o, sözkonusu aletin yaratıcısı değildir. Çünkü o aletin ana maddesini o yaratmamıştır. O halde şekil vermekten ve onu monte etmekten başka bir şey yapmamıştır. Bir aleti yapan, onun sırrını ve yapısını bildiğine göre, insanı yoktan var eden, ona varlık niteliği kazandıran ve yaratan yaratıcı neleri bilmez? Elbette insanoğlu aslında yüce Allah'ın kudret elinden çıkmıştır. O halde insanoğlu, bütün benliği, niteliği, ve sırları ile, kendi ana kaynağını, çıkış noktasını, halini ve varacağı yeri bilen yaratıcısının önünde apaçık ortadadır.

"Ve nefsinin ona ne fısıldadığını biliriz."

İşte böylece insan, kendi nefsini apaçık ortada bulur. Kendisinin inkar ettiği ve reddettiği hesap gününe hazırlık olmak üzere nefsini hiçbir perdenin örtemediğini ve içinden geçen her duygu ve fısıltının yüce Allah tarafından bilindiğini görür.

"Biz ona şah damarından daha yakınız..."

İçinde kanının dolaştığı şah damarından daha yakınız ona. Bu herşeye malik olan kutsal kudret elinin avucunu ve dolaysız kontrolü canlandıran bir ifadedir. İnsanın bu gerçeği düşündüğü zaman titrememesi ve kendisini hesaba çekmemesi mümkün değildir. Eğer insan sadece şu ifadenin anlamını kafasında canlandırabilseydi, Allah'ın hoşnud olmayacağı bir tek sözü bile söylemeye ve hatta kabul buyrulmayacak bir tek düşünceyi bile aklından geçirmeye cesaret edemezdi. İnsanın sürekli bir kaçınma, devamlı bir korku ve hesaba çekilmeyi asla dikkatten kaçırmayacak şekilde uyanıklık içinde yaşaması için şu bir tek ayet bile yeterlidir. Ancak ne var ki Kur'an-ı Kerim, kutsal kontrol kavramını pekiştirmek için konudan konuya geçiyor. Bir de bakıyor ki insanoğlu, yaşarken, hareket ederken, uyurken, yerken, içerken, konuşurken, susarken ve bütün yolculuklarını yaparken sağından ve solundan kendisi için görevlendirilmiş iki melek arasındadır ve her hareket ve sözünü daha anında almakta ve yazmaktadırlar.

17- Çünkü onun sağında ve solunda oturan, her davranışı yakalayıp tesbit eden iki melek vardır.

18- İnsan hiçbir söz söylemez ki yanında gözetliyen, dediklerini zapteden bir melek hazır bulunmasın.

Ayette geçen Rakip ve Atid hemen ilk anda akla geldiği gibi bu iki meleğin ismi değildir. İnsanın her hareket ve sözünü kaydeden her an hazır ve gözcü iki melek demektir.

Biz bu iki meleğin amelleri nasıl kaydettiğini bilmiyoruz. Hiçbir temele dayanmayan hurafe ve vehimleri sıralamaya da gerek yoktur. Gayba ait olan bu gerçekler karşısında tutumumuz şudur bizim. Bunları oldukları gibi alırız, nasıl olduklarını araştırmaya kalkışmadan ifade ettiği anlamlara inanırız. Çünkü bunların nasıl olduklarını bilmek bize hiçbir şey kazandırmaz. Üstelik bu gayba dair gerçekler ne tecrübelerimizin ve ne de beşeri bilgilerimizin alanına girmezler.

Bizler bugün -görülen beşeri bilgi alanımız içinde- atalarımızın akıllarının ucundan bile geçmeyen kayıt araçları tanıyoruz. Bu araçlar hareket ve sesleri kaydetmektedir. Teyp kasetlerini, sinema ve video kasetlerini bunlara örnek olarak verebiliriz. Tabii bütün bunlar beşer olan bizlerin ellerinde olan araçlardır. Kaldı ki, meleklerin kayıt yöntemlerini, bizim beşeri ve sınırlı düşüncemizin ürünü olan belirli tescil yöntemi ile sınırlandırmamız için hiçbir neden olmaması haydi haydi gereklidir. Çünkü bizim beşeri tasavvurlarımız bizim için meçhul olan o alemden nihayet son derece uzakta bulunmaktadır. Biz o alemden ancak Allah'ın bizlere haber verdiği kadarını bilmekteyiz. Fazla değil.

Bu canlandırılan gerçeklerin ışığı altında yaşamak ve yapacağımız her harekete ve söyleyeceğimiz her söze karar verir vermez, yüce katında hiçbir şey ve kırıntının asla zayi olmadığı yüce Allah'ın huzurunda hesap defterimizde yer alsın diye, sağımızda ve solumuzda her hareket ve sözümüzü bir kaydedenin bulunduğunu hissederek yaşamak, yeter bize. Evet, bu korkunç gerçeğin ışığı altında yaşamamız yeter. Bizler nasıl olduğunu bilmesek bile bu bir gerçektir. Bu gerçek herhangi bir şekle bürünmüş kendine göre şekli olan bir varlıktır. Bunun varlığını inkar etmeye imkan yoktur. Yüce Allah bu gerçeği bizlere haber vermiştir ki ona göre hesabımızı yapalım diye, yoksa onun nasıl ve ne şekilde olduğunu öğrenmek için boşu boşuna enerjimizi harcayalım diye değil.

Doğrusu bu Kur'an'dan ve Kur'an'la ilgili gerçeklere dair Resulullah'ın -salât ve selâm üzerine olsun- eğitiminden yararlananların izledikleri yol bu idi. Onların yolu hissetmek ve duyduklarını yaşamaktı.

İmam Ahmet der ki: "Bana Ebu Muaviye anlattı. Ona Leys kabilesinden Alkame oğlu Amr oğlu Muhammed anlatmış. Alkame'nin oğlu babasından, o da Alkame'nin dedesinden (kendi babasından) duymuş. Alkame'nin dedesi de Müzen kabilesinden Haris oğlu Bilal'den, Bilal de Resulullah'tan -salât ve selâm üzerine olsun- duymuş. Resulullah der ki: "Şüphesiz bir kişi yüce Allah'ı hoşnut edecek bir kelime söylediği zaman bu kelimenin nereye ulaşacağını tahmin bile edemez. Yüce Allah o söz sayesinde o kişiye, kendisine hoşnud olarak kavuşacağını yazar. Ve şüphesiz bir kişi de yüce Allah'ı öfkelendirecek bir kelime söylediği zaman onun nereye ulaşacağını tahmin edemez. Bu söz nedeni ile, Allah Teala o kişiye kendisine öfkeli olarak kavuşacağını yazar:" İmam Ahmed'in nakline göre Alkame dermiş ki: "Haris oğlu Bilal'in naklettiği bu hadis benim nice sözlerime engel olmuştur." (Hadisi Tirmizi, Nesai ve ibn Mace Amr oğlu Muhammed zinciri ile nakletmişlerdir. Tirmizi hadis için sahih ve hasendir demiştir).

Hikaye edilir ki, İmam Ahmet ölüm anı yaklaşınca inlemekteyken, inlemenin yazıldığını duyar ve ruhu yüce Allah'ın hoşnutluğuna akana kadar bir daha inlemez, susar.

İşte o insanlar bu gerçekleri böyle alıyorlar ve bunlarla yakini (kesin) bir iman içinde yaşıyorlardı.

Bu anlatılanlar hayat sayfası idi. İnsanın hayat kitabında bu sayfadan sonra, insanın ölmek üzere olduğu anı yansıtan sayfa var.



9- Ölüm sarhoşluğu bir gün Hakk'ı getirirde "İşte ey insan bu, senin öteden beri kaçtığın şeydir" denir.

Beşer denilen şu yaratığın en çok ürktüğü, hatırından hayalini en çok uzaklaştırmaya çalıştığı şey ölümdür. Fakat ölümden kaçmak ne mümkün! Ölüm sürekli insanı istemektedir. Bıkmaz usanmaz istemekten. İnsana doğru attığı adımlar asla gevşemez. Vaktini asla şaşırmaz. Burada ölüm sarhoşluğundan söz edilmesi, insanı iliklerine kadar titretmeye yeter. Ölüm sarhoşluğu sahnesi sunulurken insan bir de Allah Teala'nın "İşte ey insan bu, senin öteden beri kaçtığın şeydir" sözünü işitiyor. İnsan henüz ölmeden ve bu dünyada iken bu sesin yankısı ile tir tir titriyor. Bir de ölüm sarhoşluğu içinde kıvranırken bu söz kendisine söylenince kimbilir ne hale gelir? Nitekim sahih bir hadiste yer aldığına göre, Resulullah vefat edeceği zaman, yüzünden mübarek terlerini silerek buyurmuş ki: "Sübhanellah! Gerçekten ölümün sarhoşlukları vardır..." Resulullah yüce dostu seçmiş ve Allah Teala'ya kavuşmaya özlem duymuş olduğu halde bunu söylerse, ya ondan başkalarının hali nice olur?

Burada Hak sözcüğünün zikredilmesi dikkati çekiyor. "Ölüm sarhoşluğu birgün Hakkı getirir." Bu ifade, insan ruhunun ölüm sarhoşluğu esnasında gerçeği tam olarak göreceğine işaret etmektedir. İnsan ruhu gerçeği engelsiz görür o zaman. Bilmediği inkar ettiği gerçeği idrak edip anlar. Fakat iş işten geçtikten sonra, görmek bir fayda vermez, idrak etmek bir yarar sağlamaz, tevbe kabul olunmaz ve iman hesaba katılmaz olduktan sonra gerçeği idrak edip, anlamak ne işe yarar? İşte onların yalanlayıp da bu yüzden bocalamaya düştükleri gerçek budur. Bunu anladıkları ve tasdik ettikleri zaman bu iman hiçbir yarar sağlamaz ve bir anlam ifade etmez artık...

Ölüm sarhoşluğundan, Haşr ile ilk kez yüzyüze gelişe ve hesap gününün dehşetine geçiliyor.

20- Sur'a üfürülür. İşte bu geleceği söz verilen gündür.

21- Her can, yanında bir sürücü ve bir şahidle gelir.

22- Ona: "Andolsun ki, sen, bundan gafilsin; işte senden gaflet perdesini kaldırdık, bugün artık görüşün kesindir" denir.

23- Yanındaki arkadaşı: "İşte yanımdaki hazır" dedi.

Bu öyle bir sahnedir ki, bu sahnenin ruhlarda canlandırılması, insanoğlunun yeryüzünde bütün gezisi boyunca sürekli bir korku, çekingenlik ve dikkat içinde bulunması için yeterlidir. Nitekim Resulullah -salât ve selâm üzerine olsun"Sur'u üfleyerek melek sur'u ağzına almış, yüzünü dönmüş ve kendisine izin verilmesini beklerken nasıl olur da insan rahat eder." Orda bulunanlar "Ya Resulallah! O zaman ne diyelim?" dediklerinde, buyurmuş ki: "Allah bize yeter O ne güzel vekildir" deyin. Onlar da "Allah bize yeter, O ne güzel vekildir" demişlerdir. (Hadisi Tirmizi rivayet eder)

"Her can yanında bir sürücü ve bir şahitle gelir" Her nefis gelir. Hesaba çekilecek olan ve yaptıklarının karşılığını görecek olan bu nefistir. Beraberinde kendisini sevk edecek bir sürücü ve bir de aleyhine tanıklık edecek şahit vardır. Belki de bu ikisi, dünya hayatında onu koruyan ve amellerini yazan yazıcı meleklerdir. Bunlardan başkaları da olabilir fakat birinci ihtimal daha ağır basıyor. Bu sahne dünya mahkemelerine götürülmeye son derece benzemektedir, ancak burada Cebbar (Her dilediğini zorla yaptıran) Allah'ın huzurunadır sevkediliş!

Bu sıkıntılı ve son derece zor durumda ona denilir ki: "Andolsun ki sen bundan gafildin; işte senden gaflet perdesini kaldırdık. Bugün artık görüşün keskindir." Keskindir artık görüşün. Çünkü onu engelleyecek hiçbir perde yoktur. Senin dikkat etmediğin ve gafil olduğun an bu andı. Tedbirini almadığın durum bu durumdu. Beklemediğin son bu son idi. Şimdi bak bakalım. Bugün artık görüşün keskindir.

O sırada arkadaşı öne atılıyor. Ağır basan görüşe göre, bu hayatının kaydedildiği defteri taşıyan şahit olsa gerektir. "Yanındaki arkadaşı; `işte yanımdaki hazırdır' der." Mevcuttur, hazırdır, hazırlanmıştır. Hazırlamaya, ihtiyacı yoktur onun.

İlahi ifade, burada hemen hükmün imzalanıp yerine getirilişini ifade etmek için, amellerin kaydedildiği bu defterin kontrolüne dair hiçbir şeyden sözetmiyor. Doğrudan doğruya, sürücü ve şahit olan koruyucu iki meleğe yüce ve şerefli hitabtan sözediyor:



24- Allah: "Haydi ikiniz, atın cehenneme her inatçı nankörü."

25- "Hayra engel olan, saldırgan şüpheciyi."

26- "O ki Allah ile beraber başka tanrılar edindi, bundan dolayı onu çetin bir azaba atın."

Bu niteliklerin bir bir sıralanışı, içinde bulunulan durumun sıkıntı ve şiddetini daha da artırmaktadır. Çünkü bu ifade, sıkıntı ve dehşet dolu bir durumda Kahhar ve Cebbar olan Allah'ın gazabını göstermektedir. Çünkü bu nitelikler de çirkin ve cezanın şiddetini artırmaya layık niteliklerdir. İnkarcı:.. İnatçı... Mali yükümlülüklerini yerine getirmeyen... Zalim... Kuşkucu... Allah'tan başka bir ilah edinen... Ve ayet bu niteliklerden sonra vurgulamaya hiç de gerek olmayacak kadar açık bir durumu vurgulama ile bu sahnenin sonuna ulaşmaktadır: "Bundan dolayı onu çetin bir azaba atın: '

Hemen içine atılması emrolunan cehennemdeki yeri böylece beyan olunmaktadır.

İşte o zaman arkadaşı korkup titremekte ve yaptığı her fenalıkta arkadaşı ve yandaşı olması bakımından kendisine gelebilecek suçlamadan sıyrılmaya koyulmaktadır.

27- Yanındaki arkadaşı dedi ki: "Rabb'imiz, ben onu azdırmadım, zaten o kendisi derin bir sapıklık içinde idi."

Belki de buradaki arkadaş, tüm amellerinin yazıldığı defteri sunan ilk arkadaşı değildir. Belki de buradaki arkadaş, kendisini azdırıp saptırmak için başına musallat edilen şeytandır. Şimdi ise şeytan onu azdırdığını inkar ederek ondan uzaklaşıyor ve kendisini zaten sapık bulduğunu bu yüzden de saptırmalarına kulak verdiğini ifade ediyor. Kur'an-ı Kerim'de buna benzer birçok sahneler vardır ki, oralarda şeytan suç ortağı olan insandan aynen bu şekilde sıyrılıp uzaklaşır. Ancak birinci ihtimal de uzak bir ihtimal sayılmaz. Yani arkadaşı, amellerini kaydeden melek de olabilir. Fakat durumun dehşeti meleği onun yaptıklarından uzaklaştıracak kadar günahsız olduğu halde günahsız olduğunu ifade ettirecek kadar kendinden geçirmektedir. Ve o bu suçluya eşlik etmekle birlikte yaptıklarından hiçbirisinin katılmadığını açıklâmaktadır.

Suçsuz birisinin suçsuz olduğunu ifade etmesi, insanı sarsan dehşeti ve kendinden geçiren sıkıntıları ne güzel ifade ediyor!

Ve işte burada kesin hüküm geliyor ve her söze nokta koyuyor:

28- Allah: "Huzurumda çekişmeyin. Ben size daha önce uyarı göndermiştim."

29- '`Benim katımda söz değişmez; Ben kullara asla zulmetmem" der.

Burası çekişme yeri değildir. Daha önce her amelin karşılığı, belirlenmiştir. Her yapılan kaydedilmiştir değiştirilmez. Ve herkes ancak yaptığından dolayı cezalandırılır. Kimseye zulmedilmez. çünkü cezayı veren en adil hüküm sahibidir.

Böylece korku ve dehşet dolu hesap tablosu son buluyor, ancak sahnenin hepsi bitmiyor, aksine ayetin devamı sahnenin bir başka korkunç yönünü daha gözler önüne seriyor:

30- O gün cehenneme: "Doldun mu?" deriz. "Daha yok mu?" der.

Bu tablonun tamamı karşılıklı konuşma tablosudur. Ve bu tabloda cehennem, karşılıklı konuşmayı gerçekleştiren bir taraf olarak ortaya çıkıyor. Soru ve cevaplarla hayret ve dehşet verici bir tablo çıkıyor ortaya... İşte tüm inkarcı ve inatçılar. Malı yükümlülüklerini yerine getirmeyenler, zalimler ve şüpheciler... Bu yığın yığın insanlar ardarda cehenneme atılıyorlar, küme küme cehenneme yuvarlanıyorlar. Sonra cehenneme sesleniliyor: "Doldun mu?" Yeter mi? Fakat cehennem yediklerinin tadına varırcasına daha da tutuşuyor. Ve yemeğe düşkün obur bir kimsenin doygunluğu içinde "Daha yok mu?" diyor. Aman ne dehşetli, ne korkunç bir manzara...

Bu dehşetin karşı yakasında başka bir tablo daha var. Rahat mı rahat. Candan mı candan. Güzel mi güzel. Hoş mu hoş. Bu sahnede cennet var. Bu cennet müttakilere yaklaştırılıyor, yaklaştırılıyor nihayet güzel bir karşılama ve şereflendirme ile yakından karşılarına çıkıyor.



31- Cennet Allah'a karşı gelmekten sakınanlara yaklaştırılır, zaten uzak değildir.

32- İşte size vaadedilen budur. Daima tevbe ile Allah'a dönen, O'nun buyruklarını koruyan.

33- Görmediği Rahman'dan korkan ve Allah'a yönelmiş bir kalble gelen sizlere, hepinize söz verilen yerdir.

34- "Oraya esenlikle girin; işte sonsuzluk günü budur" denir.

35- Orada istedikleri herşey vardır. Katımızda daha fazlası da vardır.

Her kelimede ve her harekette ağırlama ve müttakileri şereflendirme göze çarpıyor. Cennet takva sahiplerine yaklaştırılıyor, ayaklarına getiriliyor. Cennete yürümek zahmetine katlanmıyorlar. Aksine onlar cennete değil, cennet onlara geliyor. "Zaten uzak değildir." Cennetle birlikte Allahu Teala'nın hoşnudluğu da karşılıyor onları.

Yüceler yücesi tarafından böyle niteleniyor onlar. Ve Allah'ın ölçüsünde, Allah'a dönen, O'nun koyduğu sınırları aşmayan, Rahmandan görmedikleri halde korkanlar, Rabb'lerine itaat edip boyun eğen kimseler olduklarını öğreniyorlar.

Sonra onların esenlikle bir daha çıkmamak üzere cennete girmelerine izin veriliyor.

"Oraya esenlikle girin; işte sonsuzluk günü budur."

Sonra onların durumlarını yüceltmek ve Rabb'lerinin katında sınırsız nasipleri olduğunu açıklamak için yüceler yücesinden izin çıkıyor.

"Orada istedikleri herşey vardır. Katımızda daha fazlası da vardır." Onlar ne kadar isterlerse istesinler asla kendilerine hazırlanmış olan nimetleri sıralamış olamazlar. Rabb'lerinden gelecek fazlalığın bir sınırı yoktur.

Ve artık surenin son kesiti geliyor. Sanki bu son bölüm surenin müziğinin de son vurgusu olmakta, en güçlü namelerini çok hızlı dokunuşlarla tekrarlamaktadır sure. Bu son bölümde tarihe ve geçmişlerin akıbetlerine değiniliyor. Açık olan kainat ve onun gözler önündeki kitabı ele alınıyor. Ve bu son bölümde, yeni bir tablo içinde, yeniden dirilme ve mahşere gelme ve bu dokunuşların yanı sıra, kalplere ve duygulara derin ilhamlar veren yönlendirmeler de yer alıyor.

36- Biz onlardan önce nice nesilleri helak ettik. Gerçekte onlar bunlardan daha güçlü idiler. Buna rağmen ölümden kurtulmak için memlekette delikler aradılar. Kurtuluş var mı?

37- Doğrusu bunda, kalbi olana veya şahid olarak kulak veren kimse için bir öğüt vardır.

38- Andolsun Biz, gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları altı günde yarattık. Bize hiçbir yorgunluk dokunmadı.

Bu dokunuşların tümü her ne kadar surenin başında geçmişse de, sonunda bir kez daha sunulunca bu hız ve bu yoğunlukla yeni bir etki ve yeni bir dokunuş kazanıyor. Ve bu dokunuşlar insanın his ve duygularına surenin başında etraflıca anlatıldığında bıraktığı tatdan daha başka bir tad veriyorlar. İşte bu Kur'an-ı Kerim'in hayret verici bir özelliğidir. Kur'an'da daha önce buyurulmuştu ki: "Onlardan önce Nuh kavmi, Ras halkı ve Semud kavmi de yalanlamıştı." "Ad, Fir'avn ve Lut'un kardeşleri de." "Eyke halkı ve Tubba' kavmi de. Bütün bunların hepsi peygamberleri yalanladılar da üzerlerine tehdidim hak oldu." (Kaf Suresi, 12,13,14)

Burada ise şöyle buyurmaktadır: "Biz onlardan önce nice nesilleri helak ettik. Gerçekte onlar bunlardan kurtulmak için memlekette delikler aradılar. Kurtuluş var mı?"

Kur'an-ı Kerim'in her iki yerde de işaret ettiği gerçek aynı gerçektir. Fakat bu ayette birinci ayetteki şeklinden bambaşka yeni bir biçimdedir.

Sonra Allah Teala bu şekle geçmiş nesillerin hareketlerini eklemektedir. Nesiller diyar diyar yürümekte, hayat ve geçim araçlarını araştırmaktadırlar. Ve sonra bu nesilleri, içinden hiçbir kimsenin sıyrılıp kurtulamıyacağı, hiçbir kaçış ve kurtuluşun olmadığı kutsal kudret elinin avucu içinde tutuklanmış görmekteyiz. "Kurtuluş var mı?"

Bunun ardından ciddiyet ve canlılığı daha da artıran bir ifade yer almaktadır: "Doğrusu bunda, kalbi olana veya şahid olarak kulak veren kimse için bir öğüt vardır."

Geçmiş nesillerin başına gelenlerde elbette öğüt vardır. Ama bu öğüt kalbi olanadır. Bu dokunuşlardan ibret almayan kimsenin ya kalbi ölüdür ya da oldum olası hiç kalbi yoktur. Hayır hayır buna da gerek yoktur. Öğüt ve ibret almak için, surede yer alan hikayeye can-ü gönülden ve uyanık olarak kulak vermek yeterlidir. O zaman hikaye gönüllerde gereken etkisini gösterecektir. Çünkü bu haktır ve gerçektir. Gerçekten insan ruhu, geçmişlerin acı akıbetleri konusunda son derece hassastır. En küçük bir uyanıklık ve en ufak bir dikkat, bu gibi etkileyici ve coşturucu yerlerde ruhlara ilham veren duyguların ve hatıraların coşması ve harekete geçmesi için yeterlidir.

Allah Teala daha önce kainat kitabından bazı sayfalar sunmuştu. "Üzerlerindeki göğe bakmazlar mı ki, onu nasıl bina etmiş ve nasıl donatmışız? Onda hiçbir çatlak ta yoktur." "Yeryüzünü de yaydık, ona sağlam dağlar yerleştirdik, onda her güzel çifti bitirdik."(Kaf Suresi, 6-7)

Burada ise şöyle buyurmaktadır: "Andolsun Biz, gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları altı günde yarattık. Bize hiçbir yorgunluk dokunmadı." Allah Teala burada birinci dokunuşa şu gerçeği ekliyor: "Bize hiçbir yorgunluk dokunmadı" gerçeğini. Bu ifade, şu hayret verici mahlukat içinde yaratmanın ve yoktan var etmenin kolaylığını ifade etmektedir. O halde ölüleri diriltmek ne kadar kolaydır? Çünkü bu göklere ve yeryüzüne oranla çok basit ve çok önemsiz bir şeydir. Ve bunun arkasından da yine yeni bir ilham ve yeni bir duygu yüklü ifade gelmektedir:



39- Ey Muhammed! Onların dediklerine sabret. Güneşin doğuş ile batışında önce Rabb'ini hamd ile tesbih et.

40- Gecenin bir bölümünde ve secdelerin ardından O'nu tesbih et.

Güneşin doğması, batması, sonra güneş batınca gelen gece tablosu... Bütün bunlar gökler ve yeryüzü ile bağlantılı olgulardır. Yüce Allah bu tabloya tesbih, hamd ve secdeleri de bağlamaktadır. Ve bunların gölgesi ve etkisi altında Peygamberine, öldükten sonra dirilmeyi inkar etmeleri ve Allah'ın ölüleri yeniden diriltme ve mahşere getirme kudretini red etmelerine ve bu konudaki ileri geri sözlerine sabretmesini öğütlüyor. Bir de bakıyoruz ki yepyeni bir atmosfer bu tekrar eden dokunuşları kuşatmış. Bu sabır atmosferidir. Hamd, tesbih ve secde atmosferidir. Ve bütün bunlar, kainat sayfası ve varlık manzaraları ile bütünleşmiştir. Kul göklere ve yeryüzüne baktıkça, güneşin doğuşunu temaşa ettikçe, gecenin gelişini izledikçe ve her doğuş ve batışta Allah'a secde ettikçe ruhta çağlayıp coşar bu yeni atmosferin havası: Sabır, hamd, tesbih ve secde...

Sonra... Yeni bir dokunuş... Yine gözler önüne serilmiş kainat sayfasına bağlı, onunla ilgili. Sabret, tesbih et ve secde et. Ve sen bekleyiş halinde iken, gece ve gündüzün her saniyesi gerçekleşmesi beklenen o korkunç o akıl almaz durumu beklerken sabret, tesbih et ve secde et.

41- Bir çağırıcının yakın bir yerde çağıracağı güne kulak ver.

42- O gün çığlığı gerçekten duyarlar; işte o, kabirden çıkış günüdür.

43- Doğrusu Biz diriltiriz, Biz, öldürürüz, dönüş Bizedir.

44- O gün yer onların üstünden yarılıp açılır. Ve onlar kabirlerinden çıkıp süratle koşarlar. İşte bu toplanmadır, bize göre kolaydır.

Oysa burada "Sura üfürülme" olayı "Çığlık" sözcüğü ile anlatılmaktadır. Sonra, ölülerin mezarlarından çıkış tabloları, toprağın yarılıp ölülerin ortaya çıkmaları manzarası, tüm hayat tarihinin dehlizinde yolculuğun sonuna kadar tozlanıp duran şu yaratıklar, sayısız kabirlerin yarılması ve ard arda ölülerin içlerinden çıkmaları, bunlar dile getirilmektedir burada. Nitekim şair Maarri der ki:

"Kabir vardır, kabir olmuş defalarca, Güler durur birbirine zıt ölülere,

Yeni gömülen eski gömülenin kalıntısı üstüne, Asırlar ve çağlar boyu..."

Her mezar yarılıyor. Her mezardan dağılmış cesetler, kemikler, dağılmış ve yeryüzünün dağ, tepe toprağına karışmış ve Allah'tan başka nerede olduklarını kimsenin bilmediği zerreler, küçük küçük parçalar ortaya çıkıyor. Bu öyle bir tablo ki öyle hayret verici bir manzara ki hayal onu kavrayamıyor ve kuşatamıyor.

Bu insanı kendinden geçiren ve coşturan tablonun ışığı altında onların tartıştıkları ve inkar ettikleri gerçeği ortaya koyuyor Allah Teala. "Doğrusu Biz diriltiriz, Biz öldürürüz, dönüş Bizedir." "İşte bu toplanmadır, bize göre kolaydır." İşte öylece gerçek anlatılmaya en uygun zamanda ortaya konuyor...

Ve yine bu tablonun ışığı altında yüce Allah, onların çekişmesi, apaçık ve vicdan gözü ile görülebilen şu gerçeği yalanlamaları karşısında Peygamberine direnme ve dayanma gücü telkin ediyor.

45- Biz onların ne dediklerini biliyoruz. Sen onların üstünde bir zorlaştırıcı değilsin, sadece tehdidimden korkanlara Kur'an'la öğüt ver.

"Biz onların ne dediklerini biliyoruz." Bu yeter sana. Bu bilgi onların kötü akıbeti demektir. Bu ifade korkunç ve kapalı bir tehdid taşıyor.

"Sen onların üstünde bir zorlayıcı değilsin." Evet zorba değilsin ki onları iman etmeye ve tasdike zorlayasın. Bu konuda yetki sana verilmemiştir. Bu ancak bize aittir, ancak bize... Biz onları gözetleyiciyiz. İşleri bize teslimdir onların...

"Tehdidimden korkanlara Kur'an'la öğüt ver."

Kur'an kalpleri tutar ve yerinden oynatır. Dikkatli olan ve kalpleri yerinden söken gerçeklerle bu tarzda yüzyüze gelince korkup ürperen, hiçbir kalp Kur'an karşısında asla duramaz.

Böyle bir sure boyunları iman etmeye eğecek bir zorbaya muhtaç değildir. Çünkü bu surede zorbaların elinde olmayan güç ve otorite vardır. Bu surede insan kalbine yönelik olan etkiler zorbaların kamçılarından kat kat daha güçlüdür.

Ve en doğrusunu buyuruyor yüce Allah.