15 Temmuz 2007 Pazar

CİN SÜRESİ(MEVDUDİ)

Adı: Cin kelimesi, surenin ismi olduğu gibi muhtevasıdır da. Çünkü bu surede cinlerin Kur'an dinlemeleri ve sonra kendi kavimlerine dönmeleri hadisesi açıklanmaktadır.

Nüzul Zamanı: Buhari ve Müslim'de Hz. Abdullah bin Abbas'tan rivayet edilir ki, bir gün Allah Rasulü yanında arkadaşları ile beraber Ukaz panayırına gitmişti. Yolda Nahle denilen yerde Allah Rasulü sabah namazını kıldırdı. Bu esnada Cinlerden bir grup oradan geçmekteydi. Kur'an'ın tilavetini duyduklarında hemen durmuşlar ve dikkatle dinlemeye başlamışlardı. İşte bu hadisenin zikri bu surede geçmektedir.

Müfessirlerden çokları bu rivayete dayanarak bu hadisenin Rasulüllah'ın Taif seferi esnasında olduğunu söylemişlerdir ki bu hadise risaletin 10. yılında hicretten 3 sene önce vukubulmuştu. Fakat bu kıyas birçok nedenden dolayı doğru değildir. Rasulüllah'ın Taif seferi sırasında cinlerin Kur'an dinlemesi hadisesinin anlatıldığı Ahkaf Suresi'nin 29. ayeti ile 39. ayetleri arası göz önünde bulundurulursa, o cinlerin iman ehlinden oldukları anlaşılacaktır. Bunlar, Hz. Musa'ya ve diğer gelmiş semavi kitaplara inanmaktaydılar. Halbuki bu surenin 2. ayetinden 7. ayetine kadar olan bölümden açıkça anlaşılmaktadır ki, bu sefer de Kur'an-ı Kerim dinleyen cinler müşrik idiler, ahireti ve peygamberliği kabul etmiyorlardı. Ayrıca tarihi kayıtlardan da anlaşılıyor ki Rasulüllah'ın yanında Hz. Zeyd bin Harise'den başka kimse yoktu.

Halbuki bu seferde İbn Abbas'ın rivayetine göre Rasulüllah'ın yanında birkaç sahabinin de bulunduğu anlaşılmaktadır. Ve diğer rivayetlerden, Rasulüllah'ın Taif'ten dönerken yolda Nahle'de konakladığı zaman cinlere Kur'an'ı dinlettiği anlaşılmaktadır. İbn Abbas'ın rivayetine göre, bu surede geçen seferde ise Allah Rasulü Mekke'den Ukaz'a doğru gitmekteydi. Bu sebeplerden, bu surede geçen hadise ile Ahkaf Suresi'nde geçen hadisenin aynı olmadıkları ayrı ayrı zamanlarda vukubuldukları anlaşılmaktadır.

Ahkaf Suresi'nde zikredilen hadise hakkında, bu hadisenin risaletin onuncu senesinde Taif'e giderken meydana geldiği hususunda bütün raviler ittifak etmektedir. O zaman, bu ikinci hadisenin ne zaman vuku bulduğu sorusunun cevabını yukarıdaki İbn Abbas'ın rivayetinden anlayamamaktayız. Ayrıca bunun ne zaman olduğuna, yani Rasulüllah'ın (s.a) ne zaman bir cemaatle beraber Ukaz panayırına gittiğine dair herhangi bir tarihî rivayet de yoktur. Fakat bu surenin 8. ayetinden 10. ayetine kadarını dikkatle okursak bunun risaletin ilk dönemine ait bir hadise olduğunu anlarız. Bu ayetlerde beyan edilmektedir ki, Rasulüllah'ın bi'setinden önce cinler bazen gökten bazı haberler alabiliyorlardı. Fakat bundan sonra cinler birdenbire gökte her yerde çok sıkı kontrol olduğunu, gözcü meleklerin konulduğunu ve yıldızların kendilerine atıldığını farkettiler. Daha önce az çok sağdan soldan kaçak haber alabiliyorlardı, ama şimdi artık bu mümkün olmuyordu. Her tarafta melekler bulunduğunu ve onlara ateş saçan yıldızlar fırlattıklarını gördüler. Bu yüzden gökten bir haber alabilmeleri için sabit bir yerde duramıyorlardı. "Herhalde yeryüzünde çok büyük bir hadise vukubulmuş veya vukubulacak ki bu kadar sıkı denetim var" diyorlardı. İşte cinler Rasul'ün ağzından Kur'an-ı Kerim'i duyduklarında o büyük hadisenin bu olduğunu ve bunun için gökteki bütün kapıların kendilerine kapandığını hemen anladılar.

Cinlerin Hakikatı: Bu sureyi mütaala etmeden önce zihinde bir karışıklık meydana gelmemesi için cinlerin mahiyetinin ne olduğunu anlamamız gerekmektedir. Çağımızda bazıları cinlerin bir hakikati olmadığı yanılgısına düşmüşlerdir. Bunlara göre, bu, eski çağların vehim ve hurafelerinin bir kalıntısıdır. Onların bu görüşü ne bir araştırmaya dayanmaktadır, ne de kendilerinin böyle bir bilgi sahibi olduklarını iddia edebilirler. Duyumlayamadıkları şeyin bir varlığının olmadığını ileri sürmektedirler. Halbuki, bu koca kainat içerisinde insanın his ile idrak edebileceği şeyler o kadar azdır ki bunun misali bir okyanusun yanında bir katre gibidir. Bu yüzden, hissedemediği şeyin var olmadığını ve var olan şeyin muhakkak hissedilmesi gerektiğini sanmak, aslında o kişinin kendi aklının iflasının bir delilidir.

Böyle bir düşünce ile insan, sadece cinlerin varlığını inkar etmekle kalmaz, daha birçok kendi tecrübe ve gözlemine girmeyen gerçeği de inkar eder. Diğer şeyler bir kenara, onun için Allah'ın varlığı bile kabul edilecek bir şey olamaz. İşte Müslümanlardan bu düşüncelerin etkileri altında kalan bazıları Kur'an'ı inkar etmediler, ama cin, iblis ve şeytan hakkında değişik tevillere gittiler. Bunlardan kasıt, müstakil bir varlıkları olan gizli mahluklar değildir diyorlardı. Bazı yerlerde şeytanı, insanın behimî kuvvetleri olarak yorumlamışlardı. Ve bazen cin kelimesinden kasıt;Kur'an'ı gizlice dinleyen, vahşi, medenî olmayan ve dağlarda yaşayan insanlar olarak tevil etmekteydiler. Halbuki Kur'an'ın buyruğu hiçbir tevile yer bırakmayacak şekilde açıktır.

Kur'an-ı Kerim'de sadece bir yerde değil, müteaddid yerlerde ve insanların iki ayrı cins yaratık olduklarından bahsedilmektedir. Örneğin bkz. Araf: 38; Hud: 119; Fussilet: 25-29; Ahkaf: 18; Ez-Zariat: 56; en-Nas: 6; ve Rahman Suresi, cinleri insanoğlunun bir kısmı olarak saymaya yer bırakmayacak açıklıktadır.

Araf:12'de Hicr 26-27'de ve Rahman 14-15'de insanın çamurdan yaratıldığı, oysa cinlerin ateşten yaratıldıkları açık bir şekilde bildirilmektedir.

Hicr Suresi 27. ayette cinlerin insandan önce yaratılmış oldukları izah edilmektedir. Bunu, Kur'an'da yedi yerde geçen Adem ve İblis kıssası da teyid etmektedir. Her yerde insan yaratılmadan önce İblisin mevcut olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca Kehf Suresi 50. ayette İblisin cinlerden birisi olduğu bildirilmiştir.

Araf Suresi 27. ayette cinlerin insanları gördüğü, ama insanların onları görmediği söylenmektedir.

Hicr 16-18; Saffat 6-10; Mülk 5'de cinlerin göklere çıkabildikleri ama belli bir sınırdan öteye gidemedikleri açıklanır. O sınırdan öteye geçemezler ve Mele-i Alâ'daki konuşmaları dinlemek isterlerse orada durdurulurlar. Gizlice dinlemeye çalışırlarsa, yıldız ateşiyle kovulurlar. Bu şekilde, müşrik Araplar'ın, cinlerin Allah'ın gaybını ve O'nun sırlarını bildiklerine dair olan yanlış düşünceleri reddedilmektedir. Aynı düşünce Sebe Suresi 14. ayette de reddedilmiştir.

Bakara Suresi 30-40 ve Kehf Suresi 50. ayetlerden Allah'ın, yeryüzünün halifeliğini insana verdiği ve insanların cinlerden üstün mahluklar oldukları anlaşılıyor. Şüphesiz bazı istisnaî sayılabilecek güçler, cinlere de bağışlanmıştır. Buna Neml Suresi 7. ayette bir örnek verilmektedir. Ama bu gibi bazı güçler insanlardan çok daha güçlü olan hayvanlara da verilmiştir. Fakat bu, hayvanların insanlardan daha faziletli oldukları anlamına gelmez.

Kur'an-ı Kerim'de, cinlerin de insanlar gibi irade sahibi yaratıklar oldukları bildirilmektedir. Onlara da irade verilmiştir. Onlar da itaat veya isyan etmek, inkar veya iman etmek hususunda tıpkı insanın serbest olduğu gibi serbesttirler. İblis hadisesi ve Ahkaf ve Cin Surelerinde geçen, bazı cinlerin iman etme hadiseleri bunun açık delilidir.

Kur'an-ı Kerim'de onlarca yerde, İblis'in, ta Adem'in yaratılışından beri insanı yoldan çıkartmaya azmettiği gerçeği açıklanmaktadır. O zamandan beri cinlerden şeytan olanlar insanları yoldan çıkarmaya çalışmaktadır. Ama insana musallat olarak ona zorla bir şeyi yaptırma gücüne sahip değillerdir. Fakat insanların kalbine vesvese verirler ve onları kötü yola teşvik ederek çirkin ve kötü şeyleri güzel gösterir, onları yoldan çıkarmaya çalışırlar. Mesela bkz. Nisa: 117-120; Araf: 11-17; İbrahim: 20; Hicr: 30-42; Nahl: 98-100; İsra: 65.

Kur'an-ı Kerim'de cahiliye döneminde müşrik Arapların, cinleri Allah'ın şeriki sayarak onlara ibadet etmekte oldukları ve onları Allah'a nispet ettikleri bildirilmiştir. Bkz. El-Enami: 100; Sebe: 40-41; Saffat: 158.

Bu izahlardan sonra, cinlerin insanlardan ayrı, kendi başlarına bir varlıkları olan gizli mahluklar oldukları anlaşılmaktadır. Esrarlı hususiyetleri dolayısı ile bazı cahiller onların varlıkları ve güçleri hakkında çok abartmalı düşüncelere kapılmışlar ve hatta onlara tapmaya başlamışlardır. Fakat Kur'an-ı Kerim onlar hakkında gerçek hakikatleri bildirerek onların ne olup ne olmadıklarını izah etmiştir.

Konu: Bu surenin ilk ayetinden 15. ayetine kadar cinlerden bir gurubun Kur'an'ı dinledikleri ve bunun onları etkilediği ve sonra kendi kavimlerine dönerek onlara ne söyledikleri bildirilmektedir. Bu bağlamda Allah (c.c) onların bütün konuşmalarını değil, ondan sadece bazı gerekli kısımlarını aktarmıştır. Bu yüzden üslub da devamlı bir konuşma niteliğinde değildir. Onların ne dediği bazı cümleler aktarılarak bildirilmektedir. Cinlerin dillerinden çıkan kelimeleri dikkatlice okursak, onların iman etme ve kavimlerine bunun tebliğini yapma hadiselerinin neden burada, beyan edildiği kolayca anlaşılacaktır. Biz dipnotlarda onların sözlerini açıklamıştık. Bu da onların gayelerini anlamaya yardımcı olacaktır.

Bundan sonra ayet 16'dan 18'e kadar insanlara, eğer şirkten vazgeçerler ve doğru yolda sebat ederlerse, üzerlerine nimetlerin yağacağı anlatılmaktadır. Tersine, eğer Allah'ın gönderdiği nasihate yüz çevirirlerse sonunda şiddetli azaba maruz kalacaklardır. Daha sonra 19'dan 23'e kadar Mekke'deki kafirlere "Allah Rasulü sizi Allah'a çağırıyor, siz ise O'na hücum ediyorsunuz" denilerek onlar azarlanmaktadır. Oysa ki Rasul'ün işi sadece size Allah'ın mesajını ulaştırmaktır. Size bir fayda veya zarar vermeye yetkili olduğunu ileri sürmüyor. Ayet 24 ve 25'de "Bugün siz Allah Rasulü'nü çaresiz görerek onu bastırmaya çalışıyorsunuz, ama o vakit geldikten sonra gerçekten çaresiz kimdir göreceksiniz. O vaktin uzak mı yakın mı olduğu hususunda Rasul'e bir bilgi verilmemiştir, ama herhalûkarda o vakit gelecektir." denilerek kafirler ikaz edilmektedir. Sonunda da gaybın bilgisinin Allah'a ait olduğu, Rasul'ün ise sadece Allah'ın verdiği kadarıyla bunu bilebileceği bildirilmektedir. Bu ilim O'na risaletini yerine getirmek gayesiyle ve dışarıdan kimsenin müdahalede bulunamaması için çok emin bir vasıtayla verilmiştir.

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1 De ki: "Bana gerçekten şu vahyolundu: "Cinlerden bir grup dinleyip1 de şöyle demişler: -Doğrusu biz, (büyük) hayranlık uyandıran bir Kur'an dinledik.2

2 "O (Kur'an), 'gerçeğe ve doğruya' yöneltip-iletiyor. Bu yüzden biz ona iman ettik. Bundan böyle Rabbimize hiç kimseyi ortak koşmayacağız."3

3 Elbette, bizim Rabbimizin şanı yücedir. O, ne eş edinmiştir, ne de bir çocuk.4

4 "Doğrusu şu: Bizim düşük akıllı-beyinsizlerimiz.5 Allah'a karşı 'gerçek dışı bir sürü saçma şeyler' söylemişler."

5 "Oysa biz, insanların ve cinlerin Allah'a karşı asla yalan söylemiyeceklerini sanmıştık."6

AÇIKLAMA

1. Buradan anlaşılıyor ki: Allah Rasulü'ne cinler gözükmemişti ve O da onların kendisini dinlediklerini bilmiyordu. Daha sonra vahiy vasıtasıyla olaydan haberdar olmuştur. Hz. İbn Abbas bu kıssa için "Allah Rasulü cinlerin karşısında Kur'an okumadı ve onları görmedi" demektedir. (Müslim, Tirmizi, Müsned-i Ahmed, ibn Cerir.)

2. Metinde "Hayret verici bir Kur'an" cümlesi geçmektedir. Kur'an kelimesinin manası "okunacak şey" demektir. Bu kelime, cinlerin Kur'an'la ilk kez tanıştıkları ve bu dinledikleri şeyin Kur'an olduğunu bilmedikleri için bu manada kullanılmıştır.

"Acebe" mübalağa sigasıdır. Arapça'da çok hayret verici birşey hakkında kullanılır. Böylece cinlerin sözünden "Biz öyle bir söz dinledik ki, gerek dil yönünden gerekse konu itibarıyle emsalsizdir" dedikleri anlaşılmaktadır.

Öyle anlaşılmaktadır ki, cinler yalnızca insanları dinlemekle kalmıyor, aynı zamanda onların lisanını da çok iyi anlıyorlar. Bütün insanların dillerini bildikleri söylenemez. Yaşadıkları bölgedeki insanların dilini bilmeleri mümkündür. Kur'an'ın buradaki beyanından, bu Kur'an dinleyen cinlerin Arapça'yı çok iyi bildikleri -ki onun belagatini, yüksek edebiyatını hissettikleri ve yüce mesajını anladıkları- anlaşılmaktadır.

3. Bundan birçok şey anlaşılır. Evvelâ, cin Allah'ın varlığını ve Rab oluşunu inkar ediyor değildir. İkinci olarak, onlarda da insanlar gibi Allah'a ortak koşan müşrikler vardır. İşte Kur'an'ı dinleyip de kendilerine döndükleri kavimleri müşriktiler. Üçüncü olarak şu anlaşılır: Cinler için semavi kitapların nüzulü sözkonusu değildir. Dolayısıyla içlerinden iman edenler ancak insanlara kitap getiren peygamberlere iman ederler. Aynı husus Ahkaf Suresi 29-31. ayetlerden de anlaşılmaktadır ki, bu Kur'an'ı dinleyen cinler Musa (a.s)'nın takipçileriydiler. Ve Kur'an'ı dinledikten sonra kendi kavimlerine "Bu kelâm önceki semavî kitapları teyid etmektedir, buna iman edin" diye davette bulunmuşlardı. Rahman Suresi de aynı görüşü kuvvetlendirmektedir. Genel olarak muhtevadan Allah Rasulü'nün davetinin muhatabının hem insanlar ve hem de cinler olduğu anlaşılmaktadır.

4. Bundan iki şey anlaşılmaktadır: Birincisi, bu cinler de Hristiyan idiler veya Allah'a çocuk ve eş isnad eden başka bir dine inanıyorlardı. Allah Rasulü'nün namaz kıldırırken Kur'an'dan tilavet etmekte olduğu kısımlar, cinlerin akidelerinin yanlış olduğunu ve Allah'a eş ve çocuk isnad etmenin çok büyük bir cehalet ve küstahlık olduğunu bildiriyordu.

5. Metinde "sefihuna"-(beyinsizimiz) kullanılmaktadır. Bu, bir şahıs için de kullanılabilir, bir gurup için de. Eğer tek bir şahıs anlamında alırsak bundan kasıt iblis olur. Eğer bir grup olarak alırsak bu sefer cinlerden pekçok ahmak ve beyinsiz böyle söylüyor demek olur.

6. Yani, onların bu gibi yanlış tavsiyeleri sonucu biz doğru yoldan çıktık. Bir insan ya da bir cinin Allah'a karşı bu kadar büyük bir iftira edeceğini düşünemedik. Şimdi ise bu Kur'an-ı Kerim'i dinledikten sonra onların söylediklerinin Allah'a karşı çok büyük bir iftira ve yalan olduğunu anladık.

6 "Bir de şu gerçek var: İnsanlardan bazı erkekler, cinlerden bazı adamlara sığınırlardı. Öyle ki, onların azgınlıklarını arttırırlardı."7

7 "Ve onlar, sizin de sandığınız gibi Allah'ın hiç kimseyi kesin olarak diriltmeyeceğini sanmışlardı."8

8 "Doğrusu biz göğü yokladık; fakat onu güçlü koruyucular ve şihablarla kaplı (doldurulmuş) bulduk."

9 "Oysa gerçekten biz, dinlemek için onun oturma yerlerinde otururduk. Ama şimdi kim dinleyecek olsa, (hemen) kendisini izleyen bir şihab bulur.9

10 "Doğrusu bilmiyoruz; yeryüzünde olanlara bir kötülük mü istendi, yoksa Rableri kendileri için (doğru olana iletici) bir hayır mi diledi?"10

AÇIKLAMA

7. İbn Abbas'ın beyanına göre, cahiliyye döneminde Araplar, harap bir yerde geceleyin konaklamak istediklerinde "Biz bu vadinin sahibi olan cine sığınırız" diye nida etmekteydiler. Cehalet döneminden buna benzer pekçok rivayet vardır. Örneğin, eğer bedevilerin konaklamakta olduğu yerde su ve bitki biterse o zaman suyun ve yeşilliğin bulunduğu başka bir yer aramaya başlarlar ve bulduklarında hemen topluluğa haber verirlerdi.

Ve topluluk yeni yere daha yerleşmeden önce şöyle söylerdi: "Bu vadinin rabbine sığınırız ki o bizi her türlü afetten korusun." Bunların inancına göre, her harabe yer cinlerin tasarrufu altındadır. O cinlere sığınmazlarsa o cin veya cinler onlara eziyet verecektir. Burada iman eden cinlere şu husus işaret edilmektedir: "Yer yüzünün halifesi insanoğlu Allah'ı bırakarak onlara sığınmaya başladığında onların kibirleri, gururları azmış ve küfre düşmüşler ve onlara daha fazla eziyet etmeye başlayarak sapıklıkta daha cüretkâr olmaya başlamışlardır.

8. Burada "... Allah'ın hiç kimseyi diriltmeyeceğini..." cümlesi kullanılmaktadır. Bunun iki anlamı olabilir. İlki, yukarıda mealde verdiğimiz gibidir. İkincisi, yani Allah, ölümden sonra hiç kimseyi tekrar diriltmeyecektir. Çünkü kelimeler şumüllü olarak kullanılmaktadır. Şu anlama gelebilir; insanlar gibi cinlerde de hem risaleti ve hem de ahireti inkar edenler bulunmaktaydı. Fakat bir ileriki ibareye bakıldığında birinci anlam daha tercihe şayandır. Çünkü bu iman eden cinler kendi kavimlerine "Allah'ın başka bir Rasul göndermeyeceği düşünceniz yanlış çıktı. Gökyüzünün kapılarının üzerimize kapanması gösteriyor ki Allah bir Rasul daha göndermiştir" diyorlardı.

9. Bu sebepten cinler, yeryüzünde ne büyük bir hadise meydana gelmiş ki haberleri korumak için çok sıkı denetim alınmış, bunun tahkikatı içerisindeydiler. "Şimdi artık gökyüzünden haber almaya bir fırsat bulamıyor, her yerden takip edilerek kovuluyoruz" diyorlardı.

10. Bundan anlaşılıyor ki, semada bu gibi olağanüstü denetimler iki sebepten dolayı alınıyordu. Birisi, Allah'ın (c.c) yeryüzüne insanlara göndermeyi kararlaştırdığı azabın gelmekte olduğunu insanlardan dost olduklarına haber vermesinler diyedir. İkincisi, Allah (c.c) yeryüzüne bir Rasul göndermiştir. İşte hem O'nu korumak ve hem de O'na göndermekte olduğu mesajlara şeytanların müdahale etmemesi ve daha Peygamber'e ulaşmadan evvel haberlerinin olmaması için böyle sıkı tedbirler alınmıştı. Bu yüzden cinler semada böyle sıkı tedbirler ve her yönden atılan yıldızlar görmelerinden sonra bu iki hadiseden hangisinin vuku bulduğu konusunda düşünmeye başladılar. Ya Allah aniden bir topluluk üzerine azab indirmiştir veya dünyaya yeni bir Rasul göndermiştir." İşte bunun arayışı içerisindeydik ki bu doğru yolu gösteren hayretengiz kelâmı işittik. O zaman Allah'ın azabı yerine, mahlukata doğru yolu göstermek için bir elçi gönderildiğini anladık." İzah için bkz. el-Hicr dipnot: 9-12; es-Saffat dipnot: 7; el-Mülk dipnot: 11.

11 "Gerçek şu ki, bizden salih olanlar da vardır ve bizden bunun dışında (ya da aşağısında) olanlar da. Biz türlü türlü yolların fırkaları olmuşuz."11

12 "Biz şüphesiz, Allah'ı yeryüzünde asla aciz bırakamıyacağımızı, kaçmak suretiyle de onu hiç bir şekilde aciz bırakamıyacağımızı anladık."12

13 "Elbette biz, o yol gösterici (Kur'an'ı) işitince, ona iman ettik. Artık kim Rabbine iman ederse, o ne (ecrinin) eksileceğinden korkar ve ne de haksızlığa uğrayacağından."13

14 "Ve elbette bizden Müslüman olanlar da var, zulmedenler de. İşte (Allah'a) teslim olanlar, artık onlar 'gerçeği ve doğruyu' araştırıp-bulanlardır."

15 Zulmedenler ise, onlar da cehennem için odun olmuşlardır.14

16 Eğer 16onlar (insanlar ve cinler), yol üzerinde 'dosdoğru bir istikamet tuttursalardı', mutlaka biz onlara bol miktarda su içirir (tükenmez bir rızık ve nimet verir)dik.16

AÇIKLAMA

11. Yani, "Ahlaki bakımdan bizde de iyi ve kötü iki tip cin vardır. İtikat bakımından da tek bir dinimiz yoktur. Muhtelif guruplara bölünmüş vaziyettiyiz." İman eden cinler bu sözleri söyleyerek kendi kavimlerine "doğru yolu bulmaya muhakkak ihtiyaçları olduğunu" anlatmaya çalışıyorlardı.

12. Yani bizim bu düşüncemiz bize kurtuluş yolunu gösterdi. Çünkü biz Allah'tan korkmuyor değildik zaten. İnanıyorduk ki eğer biz Allah'a itaatsizlikte bulunsak O'ndan kurtulamayacağız. Onun için Allah tarafından doğru yolu gösteren bu kelâmı işittik. Ve doğru yolu öğrendikten sonra da önceki yanlış inançlarımız üzerinde -ki bu inançları aramızdaki bazı beyinsizler yaymaktaydı- hala ısrar etmeye cesaret edemeyiz.

13. Burada hakkın verilmemesiyle kastedilen, yaptığı iyiliklere karşılık hakettiğinden az bir karşılık verilince bunun zulüm olduğudur. Çünkü onun yaptığı iyiliğin tam karşılığını vermemek, işlediği suç için daha büyük bir ceza vermek ve hiç suç işlemediği halde azap, haksız bir zulümdür. Fakat iman eden bir kimse için Allah indinde böyle bir haksızlık olacağı kaygısı yoktur.

14. Şimdi, eğer cin ateşten yaratılmış ise bunlar cehennem ateşine atıldıklarında, ateşten oldukları için bir şey olmayacaktır şeklinde bazen bir soru sorulabilir. Cevaben deriz ki, Kur'an'a göre insan da topraktan yaratılmış değil midir? Meselâ, insana taş gibi olmuş bir kuru toprak parçası atılsa o kişinin canı yanacaktır. Aslında insanın cismi yeryüzü maddelerinden yaratılmışsa da bu madde et, deri, kemik vs. gibi değişik bir hal almıştır. Ama o maddelerden insan bir acı çekebilir. Aynı yaklaşımla cin de yapı itirabiyle ateşten yaratılmış bir mahluktur, ama daha sonra can ve his taşıyan bir mahluk haline gelmiştir. Ve dolayısıyla ateş ona ceza verebilir. Bkz. İzah için Rahman Suresi dipnot 15.

15. Yukarıda, cinlerin sözleri bitmektedir. Buradan itibaren Allah'ın (c.c) buyruğu başlamaktadır.

16. Aynı husus Nuh Suresi'nde de ifade edilmektedir. "Allah'tan mağfiret dileyin... üzerinize gökten sağanak yağdırsın." (Bkz. Nuh, an: 12) Burada suyun sağanak halde olması, nimetlerin bolluğuna kinaye olarak kullanılmıştır. Çünkü belirli bir yere yerleşmek orada su varsa olur. Eğer su olmazsa zaten hayat devam edemez, hiçbir temel ihtiyaç kolayca elde edilemez ve herhangi bir işlem gerçekleşemez.

17 Ki, kendilerini bununla denemek için.17Kim Rabbinin zikrinden yüz çevirirse,18 (Allah,) onu 'gittikçe şiddetli artan' bir azaba sürükler.

18 Şüphesiz mescidler, (yalnızca) Allah'a aittir. Öyleyse, Allah ile beraber başka hiç bir şeye (ve kimseye) kulluk etmeyin (dua etmeyin,19 tapmayın).

19 Şu bir gerçek ki, Allah'ın kulu20 (olan Muhammed,) O'na dua (ibadet ve kulluk) için kalktığında, onlar (müşrikler,) neredeyse çevresinde keçeleşeceklerdi.

20 De ki: "Ben gerçekten, yalnızca Rabbime dua ediyorum ve O'na hiç kimseyi (ve hiç bir şeyi) ortak koşmuyorum."21

21 De ki: "Doğrusu ben, sizin için ne bir zarar, ne de bir yarar (irşad) sağlayabilirim."

22 De ki: "Muhakkak beni Allah'tan (gelebilecek bir azaba karşı) hiç kimse asla kurtaramaz ve O'nun dışında asla bir sığınak da bulamam."

23 "(Benim görevim,) Yalnızca Allah'tan olanı ve O'nun gönderdiklerini tebliğ etmektir.22 Kim Allah'a ve O'nun Resulüne isyan ederse, içinde ebedi kalıcılar olmak üzere onun için cehennem ateşi vardır.23

AÇIKLAMA

17. Yani, bakalım bu nimet hasıl olduktan sonra teşekkür mü edecekler yoksa nankörlük mü edecekler? Verilen nimetleri doğru yerde mi kullanacaklar yoksa yanlış yerde mi harcayacaklar?

18. Zikirden yüz çevirmek;insanın Allah'ın gönderdiği nasihatleri kabul etmemesi; aynı zamanda Allah'ın zikrini duymak bile istememesi ve Allah'a ibadet etmekten yüz çevirmesidir.

19. Bütün müfessirler, ibadetgâhtan mescidler manasını anlamışlardır. Eğer biz de bu manayı alırsak bunun anlamı "Mescidlerde Allah'a ibadet ederken Allah'tan başkasını şerik koşmayın" olur. Hasan Basri'ye göre, bütün yeryüzü ibadetgâhtır. O zaman bu ayetin manası "Yeryüzünde Allah'a hiçbir kimseyi şerik koşmayın." şeklinde olur. O bu anlamı şu hadisten istidlal etmektedir. Peygamber (s.a) "Benim için bütün yeryüzü ibadetgâh ve temizlenme yeri kılındı" buyurdu. Said bin Cubeyr ise mescidden insanın üzerine secde ettiği, el, ayak, yüz, diz vs. gibi uzuvları anlamıştır. Bu yoruma göre ayetin manası şöyle olur: "İnsanın bütün azalarını Allah yarattı. O halde onların üzerinde Allah'tan başkasına secde edilmemelidir."

20. Buradaki Allah'ın kulundan kasıt Allah Rasulü'dür.

21. Yani, Allah'a duada bulunmak itiraz edilecek bir husus değil ki bunlar o kadar çok buna kızıyorlar. Oysa kötü olan, bir kimsenin Allah'a şerik koşmasıdır ki ben öyle yapmıyorum. Sizler böyle yapıyorsunuz ki Allah'ın adını duyunca üzerime çullanıyorsunuz.

22. Yani, kesinlikle ben, Allah'a ilahlıkta bir payım olduğunu ve insanların kaderini değiştirmenin benim elimde olduğunu iddia etmiyorum. Ben sadece bir elçiyim. Bana hangi görev verilmişse -ki o da Allah'ın mesajını size ulaştırmaktır- ondan fazla bir şey değilim. İlahlık kudretine gelince, o herşeyiyle Allah'ın elindedir. Değil başkasına zarar veya fayda vermek, ben kendime bile bunun için bir yetki sahibi değilim. Eğer ben Allah'a karşı itaatsizlik yapsam ondan kaçarak sığınacağım başka bir yer yok. Ve Allah'ın zatından başka sığınacak yerim yoktur. Bkz. Şura, an: 7.

23. Bundan, "her günah ve isyanın cezası ebedî cehennemdir" anlamı çıkmaz. Doğrusu, bu bağlamda burada "Allah ve O'nun elçisinin Tevhid'e çağrısını reddeden ve şirkten vazgeçmeyen kimsenin ebedî cezası cehennemdir" manası anlaşılmaktadır.

24 Sonunda onlar, kendilerine vadedileni gördükleri zaman, yardımcı olmak bakımından kim daha zayıfmış ve sayı bakımından kim daha azmış artık öğrenmiş olacaklardır."24

25 De ki: "Bilmiyorum, size vadedilen (kıyamet ve azab) yakın mı, yoksa Rabbim onun için uzun bir süre mi koymuştur?"25

26 -O, gaybi bilendir. Kendi gaybını (görülmez bilgi hazinesini) kimseye açık tutmaz (ona muttali kılmaz).26

27 Ancak elçileri (peygamberleri) içinde razı olduğu (seçtikleri kimseler) başka.27 Çünkü O, bunun önüne ve arkasına izleyici (gözetleyici)ler dizer.28

28 Öyle ki onların, Rablerinden gelen risaleti (insanlara gönderilenleri) tebliğ ettiklerini bilsin.29 (Allah,) Onların nezdinde olanları sarıp-kuşatmış ve her şeyi sayı olarak da sayıp-tesbit etmiştir.30

AÇIKLAMA

24. Bu ayetin arka planı şudur. O dönemde Allah Rasulü'nün Allah'a davetini duyduklarında Kureyşliler onun üzerine hücum ederlerdi. Kendi gruplarının kalabalık ve güçlü olduğunu ve Rasul'ün yanında birkaç kişinin bulunduğunu düşünürler ve dolayısıyla onu kolayca alt edebileceklerini zannederlerdi. Bunun üzerine şöyle buyuruluyor: "Bugün Rasul'ü çaresiz ve kendilerini de sayıca kalabalık görerek Hakkın sesini bastırmak için çok cesaretlenmekteler. Ama onlara, üzerine o ikaz edildikleri kötü vakit gelince gerçek çaresiz kimmiş anlayacaklar."

25. Bundan anlaşılıyor ki, bu bir sorunun cevabıdır; ancak soru nakledilmeden sadece cevabı verilmektedir. Belki yukarıda sözü geçen o kötü vakit hakkında bir şeyler duymuşlar ve alay ederek Rasul'e, hani, senin korkuttuğun vakit niye hâlâ gelmiyor? diye soruyorlardı. Bunun üzerine Rasul'e "Onlara haber ver. O vakit muhakkak gelecektir. Ancak yakın mıdır, uzak mıdır? Onu yalnızca Allah bilir" denilmektedir.

26. Yani, gaybın ilmi bütünüyle ancak Allah'a mahsustur. Tam olarak bunu kimseye bildirmez.

27. Yani, Rasul'ün kendisi bizzat gaybı bilici olamaz. Fakat Allah onları risalet göreviyle seçtiği için gayb ilminin bazı hakikatlerini istediği zaman onlara verebilir.

28. Burada muhafızlardan kasıt meleklerdir. Yani, Allah (c.c) vahiy vasıtasıyla gayb ilmini Rasulullah'a gönderdiği zaman tam olarak Rasul'e ulaşması ve kimsenin ona bir dokunması olmasın diye her taraftan melekler onu muhafaza altına alırlar. Aynı şey yukarıda 8. ve 9. ayetlerde de açıklanmıştı. Şöyle ki, Allah Rasulü'nün bi'setinden sonra cinler için semaya yaklaşacak bütün kapılar kapandığında cinler, melekler tarafından çok sıkı bir kontrol olduğunu ve bir şeyler duyabilmelerinin mümkün olmadığını görmüşlerdir.

29. Bunun üç anlamı olabilir. Birincisi, "Rasul, O'na Allah'ın kelâmını meleklerin eksiksiz olarak ulaştırdığını bilsin." İkincisi, "Allah Teâlâ, bilecek ki melekler Rablerinin mesajını doğru ve sağlam olarak yerine ulaştırmaktadır." Üçüncüsü, "Allah'ın mesajını O'nun kullarına Rasuller'in eksiksiz olarak ulaştırdıklarını Allah bilecek." Bu ayet bu üç manaya da gelebilir. Üçünün birden de kast edilmesi mümkündür. Öte yandan bu ayetle iki şeye daha işaret edilmektedir. İlki, risalet görevlerini yerine getirmek için Rasuller'e de gaybın bazı bilgileri verilmiştir. İkincisi, Melekler sadece Allah'ın mesajını peygamberlere ulaştırmakla kalmazlar, aynı zamanda da o mesajı Rasuller'in insanlara eksiksiz olarak ulaştırıp ulaştırmadıklarını da kontrol ederler.

30. Yani, gerek rasuller ve gerekse melekler Allah'ın kudretinin ihatası altındadırlar. Bir kıl payı kadar Allah'ın emrinden dışarı çıksalar hemen yakalanırlar. Allah'ın gönderdiği mesajlar noktası noktasına sayılmıştır. Ne meleklerde ve ne de peygamberlerde onun bir harfini bile çıkartmaya veya ilâve etmeye bir cesaret yoktur.

CİN SÜRESİ(Seyyid KUTUB)

1- Ey Muhammed de ki: "Bana vahiy yolu ile bildirildi ki bir grup cin, Kur'ân'ı dinledi ve arkasından şöyle dedi: Biz harikulâde bir Kur an dinledik.

2- O doğru yola iletiyor. Hemen inandık ona. Artık Rabbimize hiçbir ortak koşmayacağız.

3- Rabbimiz yüceler yücesidir, ne eş ne evlat edinmemiştir.

4- Meğer aramızdaki aptallar Allah hakkında asılsız sözler söylüyorlarmış.

5- Oysa biz insanların ve cinlerin Allah katında yalan sözler söyleyebileceklerine ihtimal vérmiyorduk.

6- Birtakım insanlar birtakım cinlere sığınırlar ve bu tutum onların sapıklıklarını arttırır.

7- O sapık insanlar, tıpkı sizler gibi, Allah'ın hiç kimseyi yeniden dirilemeyeceğini sanmışlardır.

İlk ayetin orjinalinde geçen "nefer" sözcüğü, üç kişi ile dokuz kişi arasındaki gruplar için kullanılan bir topluluk ismidir. İleri sürüldüğüne göre sözkonusu cinler yedi kişi idi.

Surenin bu girişi şunu gösteriyor: Peygamberimiz, cinlerin kendisini Kur'an okurken dinlediklerinden ve bu dinlemeyi izleyen tepkilerinden olayın oluşu sırasında haberdar değildir. Bu bilgiyi O'na yüce Allah vahiy yolu ile iletmiştir. Yalnız belki cinlerin ilk Kur'an dinlemeleri böylesine habersizce olmuş, fakat daha sonra bir ya da birçok kez Peygamberimiz onlara bilerek ve haberli olarak Kur'an okumuştur. Bu ihtimal yabana atılamaz. Nitekim Peygamberimizin cinlere "Rahman" suresini okuduğu yolundaki rivayet bu ihtimali destekliyor. Tirmizî'nin aktardığı bu rivayete göre sahabilerden Cabir şöyle diyor: "Birgün Peygamberimiz, sahabilerin karşısına geçerek onlara başından sonuna kadar Rahman suresini okudu. Sahabiler sureyi hiç ses çıkarmadan dinlediler. Okuma bittikten sonra Peygamberimiz şöyle buyurdu:

"Ben bu sureyi cinlere okumuştum ve onların sureye karşı tepkileri sizinkinden daha güzel olmuştu. Çünkü `Fe bi eyyi alâi rabbikümâ tükezzibân ayetini her okuyuşumda `Ey Rabbimiz, senin hiçbir nimetini inkâr etmeyiz, hamdolsun sana' demişlerdi."

Herhalde bu surenin bize anlattığı Kur'an dinleme olayı Ahkaf suresinin aşağıdaki ayetlerinde anlatılan olayın aynısıdır. Az yukarda okuduğumuz bu ayetlere bir kere daha göz gezdirelim:

"Ey Muhammed, biz bir cin grubunu, Kur'an'ı dinlesinler diye sana yönelttik. Onlar oraya gelince birbirlerine `susun da dinleyin' dediler. Kur'an'ın okunuşu bitince soydaşları arasına birer uyarıcı olarak döndüler."

Dediler ki: `Ey soydaşlarımız, biz Musa'dan sonra indirilen, daha önceki kutsal kitapları doğrulayan, gerçeğe ve doğru yola iletici bir kitap dinledik:

`Ey soydaşlarımız, Allah'a çağıran bu Peygamber'in çağrısına uyarak O'na iman ediniz ki, Allah günahlarınızın bir bölümünü bağışlasın ve sizi acıklı azaptan korusun:

`Allah'a çağıran bu Peygamberin çağrısına uymayanlar bilsinler ki, yeryüzünde Allah ile başa çıkamazlar ve O'nun dışında hiçbir koruyucu bulamazlar. Onlar açık bir sapıklığın pençesindedirler." (Akhaf 29-32)

Cin suresinin başlangıcını oluşturan yukardaki ayetler, Kur'an'ı işitmenin cinler için çarpıcı bir sürpriz oluşturduğunu gösterir. Kur'an cinlerin kalplerini titretmiş, duygularını sarmış, iç dengelerini Ali-üst etmiş, gönüllerinde şiddetli fırtınalar koparmıştır. içlerini doldurup taşıran bu fırtınanın dalgaları onları soydaşlarının yanına koşturmuştur. Yüreklerinde çalkalanan bu ateşli duygulara ne karşı koyabiliyorlar ve ne de katlanabiliyorlardı. Tek çareyi bu duygularını soydaşları ile paylaşmakta, içlerindeki ateşin kıvılcımlarını soydaşlarının kalplerine aktarmakta, bu çarpıcı heyecanın titreşimlerinde karşılarındakileri ile bütünleşme sağlamakta bulmuşlardı. Böylece paylaşılan duyguları genişleyecek, güçlenecek ve kalabalıkları sürükleyen toplumsal bir şenliğe dönüşecekti. Ayetleri okumaya devam ediyoruz:

"Biz harikulâde bir Kur'an dinledik."

Kur'an'ın cinleri çarpan ilk özelliği, onun harikulâdeliği, alışılmamışlığı ve şaşırtıcılığı ve bu yüzden kalplere dehşet salan niteliği olmuştur. Kur'an'ı bilenmiş idrakle, açık kalple, şeffaf duygularla ve deneyimli bir zevkle algılayan herkes onun bu niteliğini hemen farkeder. Acayip, harikulâde! Kalplere hemen egemen olan, karşı durulmaz bir çekicilik gösteren, gönül tellerini titreten ve duyguları sarsan bir mesaj var bu kitapta. Gerçekten şaşırtıcı, alışılagelmişin dışın-da bir kitaptır o. Bu ifadelerinden anlıyoruz ki, sözkonusu cinler gerçekten zevk sahibi kimselermiş! Devam ediyoruz:

"Doğru yola iletir."

Bu da Kur'an'ın ikinci belirgin niteliğidir. O kadar belirgindir ki, bu kitabın ayetlerini gerçek mahiyetleri ile kalplerinde bulan cinler bu niteliği farketmekte gecikmemişlerdir. "Doğru yol" kavramı özünde geniş boyutlu bir kavramdır. Buna göre Kur'an, hidayete, gerçeğe ve hakka iletici bir güce sahiptir. Fakat "doğru yol" kavramının gölgesi, bu saydığımız kavramların gölgelerinin toplamını aşan bir kapsama sahiptir. Bu kavram hidayet, hak ve doğruluk kavramlarına olgunluk, dosdoğruluk ve yetkin bilgililik kavramlarının gölgelerini de yansıtır. Bu kavram sayesinde gerçekler ve ilkeler öz kavrayışın ve sezgi gücünün zenginliğine kavuşur. Bu sayede vicdanlarda dinamik bir insiyatif gelişir ve bu insiyatif, sahibine iyiyi ve doğruyu buldurur.

Kur'an, insan kalbini dışa açarak, onu duyarlılığını arttırarak, ona kavrayış gücü .ve bilgi aşılayarak, nur ve hidayet kaynağı ile arasında bağlantı kurarak, onu evrensel yasalarla uyumlu hale getirerek insanı doğru yola iletir. Aynı zamanda hayatın pratiğini düzenleyip yönlendiren sistemi ile de insanı doğru yola iletir. Bu öylesine ileri bir sistemdir ki, insanlar tarihleri boyunca hiçbir uygarlık ve hiçbir rejim altında bu sistemin düzeyine çıkamamışlar; hiçbir dönemde ne birey ve toplum bazında ne kalp zenginliği ve sosyal gelişme alanında ve ne de kişisel ahlâk ve insanlar arası ilişkiler bakımından bu sistemin doruklarına erememişlerdir. Devam ediyoruz:

"Ona hemen inandık."

Bu tepki Kur'an'ı dinlemenin, onun doğasını kavramanın ve içerdiği gerçeğin etkisi altında kalmanın doğal ve tutarlı tepkisidir. Kur'an cinlerden gelen bu olumlu tepkiyi müşriklere sunuyor. Çünkü onlar Kur'an'ı işitiyorlar, fakat ona inanmıyorlardı. Bunun yerine onun cinlerden kaynaklandığını ileri sürüyorlar ve Peygamberimizi ya kahin ya deli ya da şair olarak niteliyorlardı. Bu sıfatların hepsi cin etkisini çağrıştıran sıfatlardır. Ama İşte cinlerin kendileri Kur'an'ı işitir işitmez çarpılıyorlar, gönüllerinde şiddetli bir çalkantı meydana geliyor, adamlar kendilerini kaybederek tepeden tırnağa sarsılıyorlar. Arkasından gerçeği tanıyarak ona olumlu tepki gösteriyorlar, onun içeriğine boyun eğiyorlar ve "Hemen ona inandık" diyerek bu boyun eğişi ilan ediyorlar, müşrikler gibi bu ilahi mesajın gönüllerine yönelik etkisini inatla inkâr etmiyorlar. Devam ediyoruz:

"Artık Rabbimize hiçbir ortak koşmayacağız."

İşte saf, katışıksız, net, doğru, müşriklik tortusundan arınmış, içine kurun-tu sızmamış ve hurafe ile karışmamış iman böyle olur. Bu iman Kur'an'ın özünü ve benimsemeye çağırdığı içeriği iyi kavramanın sonucudur. Kur'an, muhataplarını her türlü müşriklik tortusundan arınmış bir Allah birliği (tevhid) ilkesine çağırır. Devam ediyoruz:

"Rabbimiz yüceler yücesidir; ne eş ne evlât edinmemiştir."

Ayetin orjinalinde geçen "cedd" sözcüğü "derece-paye", başka bir anlamı ile "değer-makam" diğer bir anlamda "yücelik-egemenlik" demektir. Bütün bu adamlar "cedd" sözcüğünün ayetteki kısa anlamı Allah'ın yüceliğine, ululuğuna, eş ve evlat edinmesi düşüncesini akla bile getirmeye engel olarak derecedeki erişilmezliğine ilişkin bir bilinçtir.

Bilindiği gibi araplar meleklerin Allah'ın kızları olduklarını ve cin kökenli analardan peydahlandıklarını ileri sürüyorlardı. Oysa şimdi cinler bu asılsız uydurmayı yalanlıyarak yüce Allah'ı bu tür yakıştırmalardan tenzih ediyorlar, bu tür hurafelerin akılların ucundan bile geçirilmesini yadırgıyorlar. Eğer böyle birşey olacak gibi olsa, bu asılsız ve masal ürünü hısımlıkla herkesten önce cinler iftihar ederlerdi. Buna göre cinlerden gelen bu yadırgama başta müşriklerin bu konudaki asılsız saplantıları olmak üzere şu ya da bu biçimde yüce Allah'a çocuk yakıştıran, aynı türdeki bütün sapık düşüncelerin başına indirilmiş ağır bir bombadır. Devam edelim:

"Meğer aramızdaki aptallar Allah hakkında asılsız sözler söylüyorlarmış. Oysa biz insanların ve cinlerin Allah hakkında yalan sözler söyleyebileceklerine ihtimal vermiyorduk."

Burada cinler aralarındaki aptallardan işittikleri Allah'ın ortağı olduğu, eşi ve çocukları olduğu yolundaki asılsız iddialara dönüyorlar. Onlar dinledikleri Kur'an'ın ışığı altında bu tür sözlerin saçma olduğunu kesinlikle anlamışlardır. Öyleyse bu tür sözleri söylemiş olanlar bilgiden ve akıldan yoksun aptallardır. Peki vaktiyle bu beyinsizlerin bu tür sözlerini niçin onaylamışlardı? Çünkü insan olsun, cin olsun, hiç kimsenin yüce Allah hakkında yalan söyleyebileceği akıllarının ucundan geçmiyordu. Başka bir deyimle onlara göre bir kimsenin Allah hakkında yalan konuşma cüretini göstermesi son derece müthiş ve ağır bir suçtu. Bu yüzden aralarındaki aptallar onlara "Allah'ın eşi, çocukları ve ortakları var" deyince bu sözlere inanmışlar. Çünkü o beyinsizlerin Allah'a iftira edebileceklerini düşünemiyorlardı.

İşte Allah hakkında yalan söylemeyi yadırgayan bu bilinç, şimdi onların iman etmeyi başarmalarını sağlamıştır. Bu bilinç onların kalplerinin temiz ve doğru olduğunu kanıtlıyor. Bu kalpler saflıklarından yararlanan kurnazların yanıltma girişimleri yüzünden sapıklığa uğramıştır. Nitekim gerçeğin okşayışı sayesinde aynı kalpler silkinmiş, gerçeği kavramış, doğruyu tanımış ve tadına varmışlardır. Arkasından da gür sesleri ile şöyle seslenmekte gecikmemişlerdir:

"Biz harikulâde bir Kur'an dinledik. O doğru yola iletiyor. Hemen inandık ona. Artık Rabbimize hiçbir ortak koşmayacağız. Rabbimiz yüceler yücesidir; ne eş ne evlat edinmemiştir."

Gerçeğin okşayışından kaynaklanan bu silkiniş, Kureyş kabilesinin şefleri tarafından aldatılan çok sayıdaki kalbi de uyarmalıydı. Asılsız telkinlerle yüce Allah'ın ortakları, eşi ve çocukları olduğunu sanmaya itilen bu kalpler, böyle bir silkinişle ihtiyatlı bir uyanıklık kazanmalı, doğruyu söyleyen tarafın Peygamberimiz mi, yoksa Kureyşin ileri gelenleri mi olduğunu araştırmaya yönelmeli, kabile şeflerinin aptalca sözlerine karşı besledikleri geleneksel kör güven sarsılmaya yüz tutmalıydı. Bu gerçek dile getirilmekle bu sayılan amaçların tümüne erilmek istenmişti. Bu gerçeğe parmak basmak Kur'an ile serkeş ve inatçı Kureyş müşrikleri arasındaki uzun savaşın bir aşaması, Kureyşlilerin kalplerindeki cahiliye tortularını ayıklamaya, sapık düşünceleri silmeye yönelik sabırlı tedavi çabalarının bir halkası idi. Bu kalplerin çoğunluğu da gerçeği kabul etmeye yatkın, saf kalplerdi. Fakat kuruntularla, hurafelerle, cahiliye önderlerinin yanıltıcı telkinleri ile güdülerek saptırılmışlardı. Devam ediyoruz:

"Birtakım insanlar birtakım cinlere sığınınlar ve bu tutum onların sapıklığını arttırır."

Burada cinler, soydaşlarının dünya ve insanlar üzerinde egemenlik sahibi oldukları, bu yaratıkların fayda ya da zarar dokundurabilecek güçte oldukları; karanın, denizlerin ve havanın belirli bölgelerinde yaşamaya mahkum edildikleri yolundaki hurafelere değiniyorlar. Daha birçok türleri olan bu hurafelerin gereği olarak eski araplar ıssız bir çölde ya da kuytu bir vadide konaklamak zorunda kaldıklarında o yöredeki ayak takımından cinlerin kötülüklerinden korunmak için vadinin cin kökenli efendisine sığınırlar, arkasından güven içinde yatıp uyurlardı. Bu hurafeler ilkel cahiliye toplumlarında yaygın oldukları gibi günümüzün birçok toplumunda da egemendir.

Bilindiği gibi insanların kalpleri şeytanın her türlü kışkırtmalarına ve yıkıcı girişimlerine açıktır. Ancak Allah'a sığınan kimseler bu yıkıcı girişimlerden ve kışkırtmalardan korunabilirler. Eğer bir kimse şeytana sığınmaya kalkışırsa bu sığınmadan hiçbir yarar sağlamaz. Çünkü şeytan onun düşmanıdır. O ona ancak bunalım ve sıkıntı aşılar. Sözkonusu cinler burada bize olup biteni anlatarak şöyle diyorlar:

"Birtakım insanlar, birtakım cinlere sığınırlar ve bu tutum onların sapıklığını arttırır."

Burada sözü edilen sapıklık ve bunalım, belki de Allah'a sığınacakları, Allah'ın yardımını dileyecekleri yerde düşmanları olan şeytana sığınan kimselerin kalplerini alt-üst eden sapıklık, bunalım ve endişe duygusudur. Oysa insanlar ilk ataları Adem'den ve onunla şeytan arasında beliren o eski düşmanlıktan beri şeytandan uzak durarak Allah'a sığınmakla emrolunmuşlardır.

İnsan kalbi, yarar sağlamak ya da zararı savmak umudu ile Allah'tan başkasına sığınınca endişeden, şaşkınlıktan, istikrarsızlıktan ve güvensizlikten başka birşey elde edemez. İşte bu bunalımların en beteridir. Kalbe huzur ve güven yüzü göstermeyen koyu bir bunalımdır.

Yüce Allah'ın dışındaki herşey ve herkes değişmeye açıktır, sabit ve kalıcı değildir; gidici-geçicidir, sürekli değildir. Eğer kalp bu geçici ve değişmeye mahkum şeylere ve kişilere bağlanırsa onlarla birlikte sarsılır, değişir, beklentilerin titreşimlerinde dalgalanır, kaygılı olur, umut bağladığı şeyin ya da kişinin ortadan kalkması ile amacını kaybederek boşlukta kalır. Hiç yok olmayan "kalıcı" hiç ölmeyen "diri" ve hiç değişmeyen "sürekli" sadece yüce Allah'tır. Kim O'na yönelirse hiç yıkılmayan, hiç kaybolmayan değişmez ve istikrarlı bir dergaha yönelmiş olur. Devam ediyoruz:

"O sapık insanlar, tıpkı sizler gibi, Allah'ın hiç kimseyi yeniden diriltmeyeceğini sanmışlardır."

Peygamberimizi dinlemeye gelen cinler bu sözleri soydaşlarına söylüyorlar, onlara birtakım cinlere sığınan insanlardan sözederek "Onlar da, sizler gibi, Allah'ın peygamber göndermeyeceğini sanıyorlardı" diyorlar. Fakat işin aslı sizin ve onların sandığı gibi değildir. İşte Allah şu Peygamberi gönderdi ve O'na doğru yola ileten şu Kur'an'ı indirdi.

Ayetin anlamı şöyle de olabilir: "O insanlar tıpkı sizler gibi, ölümden sonra diriliş ve hesaplaşma olmayacağını sanmışlar, bu yüzden ahiret için hiçbir hazırlık yapmamışlar, ahireti kökten inkar ettikleri için Peygamberin oraya ilişkin verdiği tüm haberleri yalanlamışlardır."

Bu sanıların (zanların) her ikisi de gerçeğe terstir. Bunlar yüce Allah'ın insanları yaratma gerekçesini kavramaktan yoksun cahillik örnekleridir. Yüce Allah insanları hem iyiliğe hem kötülüğe, hem doğru yola hem sapıklığa yönelmeye yatkın yeteneklerle donatılmış olarak yarattı. Bu surenin ayetlerinden öğrendik ki, cinler de böyledir, onlar da çift yönlü bir yapıda yaratılmışlardır. Yalnız iblis (şeytan) gibiler hariç. O varlığını bütünü ile kötülüğe adamış, Allah'a küstahça kafa tutarak O'nun rahmetinden kovulmuş, böylece çift yöne açık yeteneklerini dumura uğratarak katıksız kötülüğün pençesine düşmüştür. Bundan dolayı yüce Allah'ın rahmeti Peygamberler eli ile insanlara yardım etmeyi gerektirmiştir. Peygamberleri insanların vicdanlarındaki iyilik potansiyelini harekete geçirmekle, fıtratlarındaki doğru yola dönük yeteneği uyarmakla görevlendirmiştir. Buna göre yüce Allah'ın insanlara peygamber göndermeyeceği biçimindeki ön yargı yersiz ve dayanaksızdır.

Bu açıklama ayetteki "Yabasa" fiilini "Peygamber gönderme" anlamına aldığımız takdirde doğrudur. Bu sözcüğün "yeniden dirilme" anlamına geldiğini farz ettiğimiz takdirde şu açıklamayı yapabiliriz: Bu hayatı izleyecek olan ahiretteki yeniden diriliş olayı, kaçınılmaz bir gerekliliktir. Çünkü dünya hayatının hesabı dünyada tam olarak görülmüyor. Bunun böyle olmasını belirli bir hikmete dayanarak yüce Allah dilemiştir. Varoluş olgusunu bütünleştirmeyi öngören bu hikmeti, bu anlamlı gerekçeyi O biliyor, fakat biz bilmiyoruz. Bu hikmetin sonucu olarak yüce Allah ahirette yeniden dirilmeyi öngörmüştür. Amaç kulların hesaplarını tam olarak görmek ve dünyadaki yaşantılarına uygun düşen karşılıkları elde etmelerini sağlamaktır. Buna göre yüce Allah'ın hiçbir kulunu yeniden diriltmeyeceğini sanmak yersiz ve tutarsızdır. Bu düşünce yüce Allah'ın "kemal" sıfatına, yaptığı her işi yerinde yaptığı inancına ters düşer.

İşte Peygamberimizin Kur'an okurken dinleyen bu cin heyeti soydaşlarının bu yanılgısını düzeltmeye çalışıyorlar. Kur'an'da cinlerin bu sözlerini aktararak müşriklerin aynı doğrultudaki saplantılarını doğrultmaya çalışmaktadır.

CİNLERİN GÖKYÜZÜNDEN BİLGİ HIRSIZLIGI

Okuyacağımız ayetlerde bize yine cinlerin sözleri aktarılıyor. Bu sözler evrenin çeşitli birimlerine, varlık aleminin çeşitli köşelerine, göklerin ve yeryüzünün değişik durumlarına ilişkin açıklamalardır. Onlar bu açıklamaları Kur'an'ın verdiği bilgilerden öğrenmişlerdir. Bu sözleri ile yüce Allah'ın Peygamberimize inen mesajında beliren iradesi ile çelişen her türlü girişimden el çekiyorlar, gaybı bildiklerine ilişkin asılsız iddiaları kendi dilleri ile çürütüyorlar, bu tür olağanüstü güçleri olduğu yolundaki yaygın saplantıları yalanlıyorlar. Okuyoruz:



8- Göğü yokladık, orayı sert bekçilerle ve göktaşları ile dopdolu bulduk.

9- Daha önce göğün elverişli dinleme yerlerinde pusuya yatardık. Fakat şimdi hangimiz oranın seslerini işitmeye çalışsa kendisini bekleyen göktaşları ile karşılaşır.

10- Acaba yeryüzündekiler için kötülük mü dileniyor, yoksa Rabbleri onlar hakkında iyilik mi diliyor, bunu bilmiyoruz.

Bu ayetlerde cinlerin kendi sözlerinden aktarılan olaylar bize şunu düşündürüyor: Onlar Peygamberimiz gelmeden önce -belki de Hz. İsa ile Peygamberimizin gelişi arasındaki geçiş döneminde- yüceler alemi ile ilişki kurma, meleklerin yeryüzünde yaşayan yaratıklara ilişkin konuşmalarından bilgi sızdırma girişimlerinde bulunabiliyorlardı. Meleklerin bu konuşmaları yüce Allah'ın yeryüzüne ilişkin plânının ve dileğinin uygulanması ile ilgili idi. Cinler sızdırdıkları bu bilgileri dostları olan kahinlere ve bilgiçlere aktarıyorlar, bu kahinler de şeytanın plânları uyarınca insanlar arasında bozgunculuk çıkarıyorlardı. Başka bir deyimle şeytanların kuklaları olan bu kahinler ve bilgiçler, cinlerden sızdırdıkları az miktardaki gerçeğe büyük o~anda "batıl" ve eğrilik katarak bu yanıltıcı karışımı halk yığınlar ı arasında yayıyor, iki dönem arasındaki peygambersiz boşluktan yararlanarak yeryüzünün düzenini bozuyorlardı. Bu bilgi sızdırma ve onu kahinlere aktarına işleminin nasıl gerçekleştiğine gelince Kur'an bu konuda bize hiçbir bilgi vermiyor. Böyle olunca bu meseleyi kurcalamak gereksizdir. Burada bize anlatılan gerçeğin özü ve içeriği ile yetinmeliyiz.

Peygamberimizin okuduğu Kur'an'ı dinlemeye gelen cinlerin bu konudaki söyledikleri şudur: Cinler artık gökten bilgi sızdıramıyorlar. Şimdilerde böyle bir y " " "

İşe giriştiklerinde -ki bu girişimlerini "göğe dokunma , göğü yoklama olarak tanımlıyorlar- önlerindeki yolu kapalı ve güvenlik ekipleri tarafından sıkı koruma altına alınmış buluyorlar. Bu koruma ekipleri tarafından göktaşı bombardımanına tutuluyorlar, alev saçan bu taşlar gökten bilgi sızdırmaya kalkışanların başlarına yağarak ölmelerine yolaçıyor. Ayrıca "Acaba yeryüzündekiler için kötülük mü dileniyor, yoksa Rabbleri onlar hakkında iyilik mi diliyor, bunu bilmiyoruz" diyerek insanların geleceğine ilişkin gayb hakkında hiçbir şey bilmediklerini ilan ediyorlar. Bu sözleri ile kısaca şunu demek istiyorlar: "Gaybın sırlarına ilişkin bilgi yüce Allah'ın tekelindedir, bu sırları O'ndan başka hiç kimse bilemez. Buna göre yüce Allah'ın kulları için ne gibi bir gelecek belirlediğini biz bilemeyiz. Acaba onlara kötülük indirmeyi planlamıştır da bu yüzden sapıklığın kucağına mı atılmışlardır, yoksa onların doğru yola girmelerini, hidayete ermelerini mi planlamıştır, bu konuda hiçbir şey söyleyemeyiz." Görülüyor ki, cinler doğru yolu, hidayeti kötülüğün karşısına, yani iyiliğin yerine koyuyorlar. Gerçekten doğru yolda olmak, hidayete ermek iyiliğin ta kendisi olduğu gibi getireceği sonuç da sadece iyiliktir.

Kâhinlerin, gayba ilişkin sözde bilgilerine dayanak saydıkları kaynak gayb alemi hakkında hiçbir şey bilmediğini belirttiğine göre artık söylenecek hiçbir söz kalmamış, bu konudaki bütün iddialar havada kalmış, kâhinlik ve bilgiçlik işi son bulmuştur. Gayba ilişkin bilginin yüce Allah'ın tekelinde olduğu tartışmasız bir gerçek olmuştur. Artık hiç kimse gaybın sırlarını bildiğini ve bu alanda kehanette bulunabileceğini söylemeye cüret edemez. Böylece Kur'an insan aklını bu tür kuruntuların ve iddiaların tümünün tutsaklığından kurtararak özgürlüğe kavuşturmuştur. O günden itibaren insanlığın olgunluk çağına erdiğini, hurafelerin ve masalların kıskacından yakasını kurtardığını ilan etmiştir.

Peki, gökteki bu güvenlik ekibi nerede duruyor? Kimlerden oluşuyor? Şeytanları nasıl göktaşları ile bombalıyor? Ne Kur'an ve ne de hadisler bu konuda birşey söylemiyor. Bu gayb konusu hakkında bu iki kaynak dışında bilgi alacağımız başka bir kaynak da yok. Eğer yüce Allah bu konularda ayrıntılı bilgi vermenin yararımıza olacağını bilseydi, mutlaka bu bilgiyi verirdi. Böyle bir bilgiyi bize vermediğine göre bizim bu konuları kurcalamamız, hayat düzeyimize ve yararlı bilgi dağarcığımıza hiçbir katkısı olmayan boş bir çabadır.

Şu tür itirazlar yapmak ve bu yolda tartışmalara girişmek de yersizdir: "Efendim göktaşları, meteorlar Peygamberimizden önce de sonra da evrensel düzenin belirli kanunlarına göre hareket ederler. Astronomi bilginleri bu kuralları açıklamaktadırlar." Bir kere astronomi bilginlerinin dayandıkları kuramlar doğru da olabilir, yanlış da. Doğru olduklarını farzetsek bile bu durum konumuzun dışında kalır. Çünkü bu göktaşları doğal hareketlerini yaparken aynı zamanda şeytanları da bombalamış olabilirler. Bunun yanısıra doğal kanunları dileği uyarınca yönlendiren yüce Allah'ın iradesi uyarınca bu ateşli gök cisimleri kimi zaman şeytanları bombalamak için ve kimi zaman da başka bir amaçla harekete geçebilirler.

Bir de Kur'an'ın bu tür açıklamalarını sembolik ifadeler sayanlar var. Onlar göre göre Allah, Kur'an'ı onunla çelişen unsurların saldırılarına karşı korumak amacına yönelik olarak bu tür sembolik ifadelere yer vermiştir, buna göre bu ifadeleri,somut anlamlarına göre algılamak doğru değildir. Böylelerini bu tür düşüncelere sürükleyen sebep, Kur'an'a kafalarındaki ön yargılarla yaklaşmalarıdır. Onlar bu ön yargıları Kur'an-dışı kaynaklardan almışlardır. Sonra Kur'an'ı kafalarında önceden yer etmiş olan bu peşin yargılara göre açıklamaya kalkışırlar. Bu yüzden melekleri iyiliği ve Allah'a bağlılığı simgeleyen güçler, şeytanları da kötülüğü ve Allah'a başkaldırmışlığı sembolize eden güçler olarak yorumlarlar. Çünkü Kur'an'la yüzyüze gélmeden önce kafalarına çöreklenen ön yargılara göre meleklerin, şeytanların ve cinlerin ayetlerde anlatıldığı biçimde varolmaları, böylesine somut hareketlere girişmeleri ve pratik etkiler meydana getirmeleri mümkün değildir.

Peki, bu adamlar bu görüşleri nereden aldılar? Kur'an'ın ayetlerini ve Peygamberimizin sözlerini değerlendirirken kriter olarak kullandıkları bu ön yargılarının kaynağı nedir?

Kur'an'ı anlamanın, açıklamanın ve İslâm'a uygun bir düşünce sistemi oluşturmanın ideal yolu şudur: İnsan böyle bir işe girişirken bütün eski düşüncelerini kafasından silip atmalı, Kur'an'a her türlü ön yargıdan arınmış bir mantık ve bilinçle yaklaşmalı, varlık alemine ilişkin gerçekleri Kur'an'ın ve hadislerin açıklamaları ile uyuşan yargılara dayandırmalı, Kur'an'ı ve hadisleri Kur'an-dışı kriterlere göre değerlendirmeye kalkışmamalı, Kur'an'ın "var" dediği hiçbir şeyi ne inkâr etmeli ne çarpıtmalı, Kur'an'ın "yok" dediği hiçbir şeye de "var" dememelidir. Kur'an'ın ne "var" ne de "yok" dediği konulara gelince o alanda herkes aklının erdiği ve bilgi birikiminin elverdiği ölçüde söz söyleyebilir.

Biz bu sözleri, elbette ki, Kur'an'a inanmakla birlikte onun ayetleri ile kafalarındaki ön yargılar ve zihinlerinde çöreklenen doğal gerçeklere ilişkin eski düşünceler arasında uyum sağlamak amacı ile ayetleri çarpıtarak yorumlamaya kalkışanlara söylüyoruz.

Bir de Kur'an'a inanmadıkları halde sırf bilimsel buluşlar o noktaya eremedi diye Kur'an'daki bu tür kavramları inkar etme gayretkeşliğine kapılanlar var ki, bunların tutumu gerçekten gülünçtür. Sebebine gelince bilim, henüz önünde duran ve deneylerinde kullandığı varlıkların sırlarını bilemiyor. Ama onun bu bilmeyişi, doğaldır ki, bu varlıkların varoldukları gerçeğini ortadan kaldırmaz. Üstelik azımsanmayacak sayıdaki gerçek bilim adamları yavaş yavaş, tıpkı dindarlar gibi, "bilinmezlik" gerçeğine inanmaya başlamışlar, en azından bilmediklerini inkar etmekten vazgeçmeye yönelmişlerdir. Çünkü bu adamlar daha önce bilimin aydınlığa çıkardığını sandıkları, Üstelik gözleri önünde duran birçok konuda bilinmezlik duvarları ile yüzyüze geldiklerini görmüşlerdir, hem de bu çıkmazlara saplanırken kullandıkları yöntem bilimsel araştırma yöntemi olmuştur. Bu yüzden soylu ve bilimsel bir alçak gönüllülüğü benimsemişlerdir. Bu alçak gönüllü tutumda ne iddialı konuşmaların belirtilerine ve ne de bilinmezlik gerçeğini küstahça reddeden bir şımarıklığın damgasına rastlayamazsınız. Fakat Bilim simsarları ile bilimsel düşünce yaygaracıları böylesine soylu bir alçak gönüllülüğün uzağındadırlar, onlar hem din kaynaklı gerçekleri ve hem de bilgimize kapalı gerçekleri pervasızca inkar etmeyi sürdürüyorlar.

Çevremizi saran evren çeşitli sırlarla, güçlerle dolu, çeşitli ruhlarla donatılmıştır. Elimizdeki bu sure -tıpkı Kur'an'ın öbür sureleri gibi- bu varlıklara ilişkin gerçeklerin bazı yönlerini bilgimize sunuyor. Bu gerçekler varlık alemine ve bu varlık aleminde bulunan güçlere, ruhlara ve canlılara ilişkin doğru ve gerçek bir düşünce oluşturmamızı sağlayacak yeterliliktedir. Çevremizde kımıldayan bu güçlerle, ruhlarla ve canlılar ile bizim varlıklarımız ve hayatlarımız arasında karşılıklı etkileşim vardır. İşte bu düşünce Müslümanı diğer insanlardan ayrı yapan, onu saplantılar ve hurafeler ile kof iddialar ve şımarıklıklar arasındaki orta noktaya yerleştiren tutarlı düşüncedir. Bu düşüncenin kaynağı Kur'an ve sünnettir. Müslüman öbür bütün düşünceleri, bütün sözleri, bütün yorumları bu iki kaynağın ışığında değerlendirir.

Şunu da hemen belirtelim ki, insan aklının bilinmezin ufuklarını kurcalayacağı belirli bir araştırma alanı vardır. islam bu alandaki araştırmaları ısrarla teşvik eder, aklı güçlü bir destekle o yöne doğru iter. Fakat bu belirli alanın ötesinde insan aklının araştırma çalışmasına girişemeyeceği bir başka alan vardır. Akla bu güç verilmemiştir. Çünkü insanın bu alanı araştırmaya ihtiyacı yoktur. Yeryüzündeki halifelik görevi için gerekli olmayan bilgiler insana kapalı tutulmuştur. Ona bu alanda yardımcı olmanın hiçbir gerekçesi yoktur. Çünkü bu tür bilgiler ona göre olmadıkları gibi onun uzmanlık alanına da girmezler. Bu tür bilgilerin çevresindeki canlı ve cansız varlıklara göre evrendeki konumunu bilmesine yarayacak kadarı gereklidir ki, bu kadarlık gayb bilgisini insana açıklama işini yüce Allah'ın kendisi üstlenmiştir. Çünkü bu bilgi onun öğrenme gücünü aşar, ayrıca yüce Allah ona verdiği bu gayb bilgisinin dozajını kapasitesine göre ayarlamıştır. İşte meleklere, şeytanlara, ruha, ilk yaratılışa ve insanın ilerde ne olacağına ilişkin gayb bilgileri bu tür bilgiler arasındadır.

Yüce Allah'ın hidayeti sayesinde doğru yolu bulanlar bu konularda yüce Allah'ın indirdiği kutsal kitaplarda ve Peygamberlerin sözlerinde buldukları bilgilerle yetinirler. Bu sınırlı bilgilerden yararlanarak yaratıcının yüceliğini, yaratma olayının taşıdığı hikmetleri düşünürler: bu alemler ve bu ruhlar ortasında insanın konumunu irdelerler; gerek yeryüzünde ve gerekse uzaydaki öbür gezegenlerde aklın bilgi edinme sınırlarına bağlı kalan bilimsel araştırmalar yaparlar; edindikleri bilgileri davranış alanında, üretim faaliyetlerinde, yeryüzünü kalkındırma çabalarında ve halifelik görevinin gereklerini yerine getirmede kullanırlar. Bu çabalar sırasında yüce Allah'ın direktiflerine bağlı kalırlar, O'na yönelirler, O'nun yükselmesini istediği doruğa tırmanmaya çalışırlar.

Yüce Allah'ın gösterdiği yoldan saparak başka yollar tutturanlara gelince bunlar iki ana gruba ayrılırlar.

Birinci gruptakiler sınırlı akılları ile "sınırsız"ı kavramaya kalkışırlar; kutsal kitaplara başvurmaksızın yüce Allah'ın zatını ve bilgimize kapalı alemlerin sırlarını açıklamaya yeltenirler. Evrenin sırlarını ve bölümleri arasındaki ilişkileri açıklamaya çalışan filozoflar bu gruba girerler. Adamlar bu çabaları sırasında tökezlerler, tıpkı doruğuna erişilmez bir yüce dağa tırmanmaya kalkışan çocuklar gibi zavallılaşırlar. Ya da "varoluş" bilmecesinin sırrını çözmeye yeltenirler. Oysa evren alfabesinin daha ilk harflerini bellemiş değillerdir.

Ünlü filozoflar olmalarına rağmen bu adamlar gülünç düşünceler ileri sürmüşlerdir. Bu düşünceler Kur'an'ın yansıttığı açık ve tutarlı görüşlerle karşılaştırıldığında gülünçlükleri daha bariz biçimde ortaya çıkar. Bu düşünceler tökezlemeleri bakımından gülünçtürler, dağınıklıkları açısından gülünçtürler, tutarsızlıkları bakımından gülünçtürler, açıklamaya kalkıştıkları varlık aleminin görkemi ile karşılaştırıldıklarında basitlikleri açısından gülünçtürler. Bu gruba ünlü eski yunan filozofları da, onların düşünce yöntemlerine özenen islam filozofları da, çağdaş filozoflar da girerler. Hiç birini bu kategorinin dışında tutmuyorum. Hepsinin düşünceleri, islamın varlık alemine ilişkin orjinal düşüncesi karşısında komiktir.

Bunlar yüce Allah'ın direktiflerine yan çizen grupların birincisidir. Bu grupların ikincisine gelince bu adamlar felsefecilerin bilgi edinme yöntemlerinin yararsızlığını anlamışlar, bu yüzden bilim edinme ve araştırma çabalarını tümü ile deneysel ve uygulamalı bilimler alanında yoğunlaştırmışlardır, bilgimize kapalı alemlerin sırlarını kurcalamayı kesinlikle bir yana bırakmışlardır. Çünkü bu alana girecek yol bulamadıkları gibi yüce Allah'ın o alana ilişkin direktiflerini de umursamamışlardır. Bu yüzden zaten yüce Allah'ı kavramaktan da yoksun kalmışlardır. Bu adamlar onsekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda aşırılıklarının doruklarında gezindiler. Fakat bu yüzyılın başlarından itibaren içinde yüzdükleri bilimsel şımarıklığın sarhoşluğundan yavaş yavaş ayılmaya başladılar. Çünkü madde, avuçları içinden kayarak ışınlara (radyasyona) dönüştü, özü bakımından belirsizliğe gömüldü, hatta nerede ise hangi kanunlara bağlı olduğu bile bilinmez oldu.

Bütün bunlara karşılık islam, berraklık kayası üzerindeki yerinde sabit duruyor. insanlığa bilinmez aleminden gerektiği ve yararlı olduğu kadar bilgi sunuyor. Bunun dışında aklî enerjilerini yeryüzü halifeliğine ilişkin çalışmalar üzerinde yoğunlaştırıyor. Akıllar için güven içinde çalışılabilecek alanlar hazırlıyor. Araştırına yeteneklerini bilgimize açık ve kapalı alanlarda en tutarlı ve geçerli yöntemlerle iletiyor.

MÜ'MİN VE KAFİR CİNLER

Daha sonraki ayetlerde cinler, yüce Allah'ın hidayeti karşısındaki durumlarını ve tutumlarını anlatıyorlar. Bu açıklamalarda onların da tıpkı insanlar gibi ikiz karakterli bir yaratılışta olduklarını, hem doğru yola hem de sapıklığa yatkın olduklarını öğreniyoruz. Aşağıdaki ayetlerde cinler bize daha önce kendisine iman ettiklerini açıkladıkları Rablerine ilişkin inançlarından ve doğru yolda olan ile yoldan çıkanın karşılaşacağı akıbete ilişkin düşüncelerinden sözediyorlar. Okuyalım:



11- Aramızda iyiler de var, bu düzeye erişememiş olanlar da var; farklı yollara ayrıldık.

12- Yeryüzünde Allah ile baş edemeyeceğimizi ve O'ndan kaçıp kurtulamayacağımızı kesinlikle anladık.

13- Biz doğru yola ileten Kur'ân'ı işitir-işitmez ona inandık. Kim Rabbine inanırsa ne haksızlığa uğramaktan ve ne zora koşulmaktan korkar.

14- Aramızda Müslümanlar olduğu gibi gerçeğe sırt çevirenler de var. Müslüman olanlar, doğruyu arayıp bulanlardır.

15- Gerçeğe sırt çevirenler ise cehennem odunlarıdırlar.

Cinlerin aralarında iyilerin de, kötülerin de, Müslümanların da gerçeğe sırt çevirenlerin de bulunduğu yolundaki bu açıklamaları bu yaratıkların da, tıpkı insanlar gibi, ikiz karakterli olduklarım, hem iyiliğe hem de kötülüğe yatkın olduklarını ortaya koyar. Yalnız o soydan gelen şeytan ve adamları hariç. Onlar kendilerini sırf kötülüğe adamışlardır-. Bu açıklama bu yaratıklara ilişkin yaygın kanaatleri düzeltebilecek son derece önemli bir açıklamadır. Çünkü bazı araştırmacılara ve bilim adamlarına varıncaya kadar çoğumuz şu inancı taşıyor: Cinler kötülüğün simgesidirler, yapısal özellikleri itibarı ile kendilerini sırf kötülüğe adamışlardır, iki yönlü yaratılışta olan tek canlı insandır. Bu yanılgı, yukarda değindiğimiz gibi, varlıklar alemine ilişkin Kur'an-dışı önyargılarımızdan kaynaklanıyor. Şimdi bu asılsız yanılgımızı Kur'an kaynaklı bilgiler ışığında gözden geçirip düzeltmemiz gerekir.

Sözkonusu cin heyeti şöyle diyor:

"Aramızda iyiler de var, bu düzene erişmemiş olanlar da var."

Bu sözler aracılığı ile durumlarını ana çizgileri ile açıklıyorlar. Sonra sözlerini şöyle bağlıyorlar:

"Farklı yollara ayrıldık."

Yani farklı yollara koyularak birbirine ayrı düşen, çelişik gruplara bölündük. Arkasından iman ettikten sonra Allah hakkındaki inançlarını açıklıyorlar:

"Yeryüzünde Allah ile başedemiyeceğimizi ve O'ndan kaçıp kurtulamayacağımızı kesinlikle anladık."

Bu yaratıklar yüce Allah'ın yeryüzüne egemen olan gücünü; O'nun egemenlik alanından kaçmaya, O'nun elinden kurtulmaya, O'nun gücünden yaka sıyırmaya güçlerinin yetmeyeceğini biliyorlar. Onlar yeryüzünde yüce Allah ile başedemeyecekleri gibi yeryüzünde kaçmakla da O'nunla başa çıkamazlar. Bu sözler kulun Rabbi karşısındaki zayıflığını, yaratığın yaratıcısı karşısındaki güçsüzlüğünü, yüce Allah'ın ezici ve üstün otoritesine ilişkin bilinci dile getirmektedir.

Birtakım insanların kendilerine sığındıkları, ihtiyaçlarını karşılamak için yardımlarına başvurdukları, hatta kimi müşriklerin Allah'ın akrabaları saydıkları cinler bunlardır. İşte bu cinler yüce Allah'ın sınırsız gücü karşısındaki güçsüzlüklerini, yüce Allah'ın üstünlüğü karşısındaki zavallılıklarını, yüce Allah'ın karşı konulmaz iradesi önündeki ezikliklerini kendi dilleri ile itiraf ediyorlar. Böylece sadece kendi soydaşlarının değil, müşriklerin yanılgılarını da düzeltiyorlar, evrene ve evrendeki tüm varlıklara egemen olan tek gücün Allah'ın gücü olduğunu vurguluyorlar.

Arkasından hidayete erdiren Kur'an'ı dinledikleri andaki tepkilerini anlatıyorlar. Bu durumu daha önce açıklamışlardı. Fakat burada söz sırası gelmişken, iman sınavı karşısında gruplara ve farklı kesimlere ayrıldıklarını belirtmişlerken bu tepkilerini tekrar gündeme getirmeyi uygun görüyorlar. Okuyoruz:

"Biz doğru yola ileten Kur'an'ı işitir-işitmez ona inandık."

Hidayete yönelik çağrıyı işiten herkesin böyle davranması gerekir. Cinler burada "hidayeti işitir-işitmez" derken Kur'an'ı kastediyorlar. Çünkü dinledikleri oydu. Görülüyor ki, Kur'an'a "hidayet" adını takıyorlar. Gerçekten Kur'an hem özü bakımından hem de sonuçları açısından "hidayet"tir.

Sonra Rablerine bağladıkları güveni dile getiriyorlar. Bu sözler mü'min bir kulun Rabbine yönelik güvenini sembolize eder. Okuyoruz:

"Kim Rabbine inanırsa ne haksızlığa uğramaktan ve ne zora koşulmaktan korkar."

Bu sözler yüce Allah'ın adaletine ve üstün gücüne beslenen güvenin ifadesidir; gerçek imanın özünden kaynaklanan huzurun kanıtıdır. Yüce Allah adildir, mü'mini hak kaybına uğratmaz, onu gücünü aşan baskılar altında ezmez. O güçlüdür, mümin kulunun hak kaybına uğramasına meydan vermez, gücünün üstünde emek harcamasına ve sıkıntıya katlanmasına göz yummaz. Yüce Allah'ın koruması ve gözetimi altında olan mü'minin hakkına kim el koyabilir ya da onu zora koşarak baskı altına alabilir? Kimi zaman mü'min dünyada bazı mahrumiyetlere uğratılabilir. Fakat bu onun hak kaybına uğradığı anlamına gelmez. Çünkü uğradığı mahrumiyetler ileride karşılanacak ve hakkının yokolmasına engel olunacaktır. Yine mü'min kimi zaman yeryüzünün kaba güçleri tarafından eziyetlere uğratılabilir. Fakat bu eziyetler de onun baskıların kucağına atıldığı anlamını taşımaz. Çünkü bu durumlarda yüce Allah onun imdadına yetişecek kendisine acılara katlanma gücü bağışlar; böylece mü'min bu eziyetlerden kârlı çıkar, onlar aracılığı ile derecesini yükseltir. Rabbi ile arasındaki sıkı ilişki çektiği sıkıntıları gözönünde hafifletir, bunları dünya ve ahirete yönelik mutluluğunun sermayesi haline getirir.

Buna göre hak kaybına uğrama ve katlanamayacağı zorluklar altında kalma tehlikesi karşısında psikolojik bir güven altındadır. Ayette belirtildiği gibi "Ne haksızlığa uğramaktan ne de zora koşulmaktan korkar." Bu güven kıvançlı günleri boyunca gönlünde huzur ve rahatlık duygusu doğurur. Bunun sonucu olarak endişe ve tedirginlik içinde yaşamaz. Sıkıntılı günlerle karşılaşınca da feryadı basmaz, umutsuzluğa kapılmaz, ferahlık kanallarını yüzüne kapatmaz. Tersine yüzyüze geldiği sıkıntıyı Rabbinin bir sınavı sayarak sabreder ve sonunda sevap kazanır. Yüce Allah'ın sıkıntısını gidereceğini umar, yine sevap kazanır. Her iki durumda da haksızlığa uğrama ve zora koşulma korkusuna kapılmaz. Haksızlıklar ve baskılara boyun eğmez.

Mü'min cinler bu aydınlık gerçeği en güzel anlatıyorlar!

Sonra bu cinler hidayete ve sapıklığa ve bunun yanısıra hidayete ve sapıklığa biçilecek karşılıklara ilişkin düşüncelerini anlatıyorlar. Okuyoruz:

Aramızda Müslümanlar olduğu gibi gerçeğe sırt çevirenler de var. Müslüman olanlar, doğruyu arayıp bulanlardır. Gerçeğe sırt çevirenler ise cehennem odunlarıdırlar."

Ayetin orjinalinde geçen "kasıtun" sözcüğü "zalimler", "adalete ve iyiliğe sırt çevirenler" anlamına gelir. Görüldüğü gibi mümin cinler bunları Müslümanların karşı kutbunda yer alan grup olarak tanımlıyorlar. Bu tanımlama, derin anlamlı, ince bir ima taşır. Demek oluyor ki, mü'min adil, yapıcı ve iyilik yanlısıdır, karşı kutbunda ise zalimler ve bozguncular yer alır. Ayetin ikinci cümlesi üzerinde biraz duralım:

"Müslüman olanlar, doğruyu arayıp bulanlardır."

Bu cümledeki "aramak" sözcüğü bize şunları düşündürür: islama kavuşmak demek doğruyu titiz bir biçimde araştırmak ve bulmak demektir. Bu da doğruya sırt çevirmenin ve sapıtmanın karşıtıdır. Müslüman olmak doğruyu araştırmak, onu iyice tanıdıktan sonra bilerek, isteyerek seçmek demektir. Yoksa körü körüne bir fikre saplanmak ya da anlamadan bir akıntıya kapılmak demek değildir. Bu cümle "o adamlar islamı bilerek seçince fiilen doğruyu bulmuşlardır" demektir. Burada ince ve esprili bir anlam saklıdır. ikinci ayeti okuyoruz:

"Gerçeğe sırt çevirenler ise cehennem odunlarıdırlar."

Yani böyleleri hakkında son söz söylenmiş, bu söze göre onların cehenneme odun olacakları karara bağlanmıştır. Odun nasıl ateşin alevlerini arttırırsa onlar da cehennemin alevlerini öyle besleyecek, öyle gürleştireceklerdir.

Bu ayet, cinlerin cehennem azabına çarptırılabileceklerini kanıtlıyor. Bundan onların cennetle ödüllendirilebilecekleri de anlaşılır. Kur'an böyle söylüyor. Bizim düşüncelerimizin kaynağı, tek dayanağı Kur'an'dır. O halde bundan sonra hiç kimse cinlerin nitelikleri ya da cennete ve cehenneme girip giremeyecekleri hakkında Kur'an-dışı düşüncelerden kaynaklanan başka bir görüş ileri süremez. Artık yüce Allah ne diyorsa, tartışmasız doğru o kabul edilecektir.

Mümin cinlerin kendi soydaşları hakkında doğru olan bu açıklamaları insanlar hakkında da geçerli ve doğrudur. Çünkü bu sözleri onlara vahiy kaynağı, peygamberlerinin dilinden söylemiştir.

Surenin şimdiye kadar okuduğumuz ayetlerinde cinlerin sözleri kendi ağızlarından aktarılıyordu. Şimdi ise bu anlatım yöntemi bırakılarak cinlerin Allah'ın doğru yolu izleyenlere yönelik tutumunu anlatan sözleri özetleniyor, bu sözlerin kendileri değil de içerikleri aktarılıyor. Okuyalım:



16- Eğer onlar doğru yola girselerdi kendilerine gürül gürül su sunardık.

17- Böylece onları sınavdan geçirirdik. Kim Rabbini anmaktan vazgeçerse gittikçe artan ağır azaba çarptırılır.

Yüce Allah şöyle diyor: Cinler bizim adımıza özetle şu açıklamayı yapıyorlar: "Eğer insanlar doğru yolu izleselerdi, ya da gerçeğe sırt dönenler eğer doğru yola girselerdi, biz onların üzerine gürül gürül su akıtırdık, kendilerine bol rızk sunarak refaha boğardık." "Böylece onları sınavdan geçirirdik." Kendilerine verilen nimetlere şükür mü ediyorlar, yoksa nankörce mi davranıyorlar, bunu belirlerdik.

Bu ayetlerde cinlerin sözlerini olduğu gibi aktarma yöntemi bırakılarak onların sözlerinin özetinin sunulması yöntemine geçiliyor. Bu yöntem sözleri olduğu gibi aktarma ve söylenenleri yüce Allah'ın vaadi biçiminde dile getirme yönteminden daha vurgulu ve daha anlamlıdır. Bu tür anlatım değişikliklerine Kur'an'da çok rastlanır. Amaç söylenenlerin anlamlarına canlılık kazandırmak, etkinliklerini arttırmak ve onları daha dikkat çekici hale getirmektir.

Bu değişik üsluplu ayetler bir dizi gerçeği içerir. Bu gerçekler mü'minin inanç sisteminin ve olayların akışı ile bu olaylar arasındaki ilişkilere ilişkin düşüncesinin yapı taşları arasındadır. Şimdi bu gerçeklerin başlıcalarını irdeleyelim:

1- Milletlerin ve toplumların Allah'a vardıran tek yolu izlemeleri ile toplum refahı ve bu refahı sağlayacak imkanlar arasında sıkı bir bağ vardır. Bu refah imkanlarının başında toplumların bol suya kavuşturulmaları gelir. Hayat her yörede suya bağlıdır. Bolluk ve refah suyun bereketli akışım izler. Sanayileşmenin yaygınlaştığı, tarımın tek geçim ve refah kaynağı olmaktan çıktığı günümüz-de bile bu böyledir. Yani su kalkınmadaki önemini halâ korumaktadır.

Doğru yolda olmak ile refah ve yeryüzü egemenliği arasındaki bağ, olayların her zaman doğruladığı bir gerçektir. Mesela araplar vaktiyle çöl ortasında sıkıntı içinde yaşıyorlardı. Doğru yola koyulunca yeryüzünün kapıları yüzlerine açıldı, bol sulara ve zengin geçim kaynaklarına kavuştular. Sonra doğru yoldan sapınca sahip oldukları bol geçim kaynakları ellerinden alınıverdi. Şimdilerde yine sıkıntı ve perişanlık içinde yaşıyorlar. Tekrar doğru yola girinceye kadar bu böyle devam edecektir. Ne zaman doğru yola dönerlerse yüce Allah'ın kendilerine yönelik vaadi bir daha gerçekleşecektir.

Diyeceksiniz ki, dünyada yüce Allah'ın doğru yolunu izlemedikleri halde refah içinde yüzen nice zengin milletler var. Bu gözlem doğrudur. Fakat bu tür toplumlar başka afetlerle cezalandırılıyorlar. insanlıkları, güvenlikleri, psikolojik huzurları, değerleri ve onurları konusunda kayıplara uğratılıyorlar. Öyle ki, bu kayıplar ve bunalımlar yüzünden refahları ve zenginlikleri anlamlarını yitiriyor, hayatları insanlıklarının, insan ahlâkının, insan onurunun, güvenliğin ve huzurun aleyhine işleyen uğursuz bir lânete dönüşüyor. (Nitekim Nuh suresini açıklarken bu gerçeğe değinmiştik).

2- Bu ayetlerin ortaya koydukları ikinci gerçek şudur: Maddi refah ve bolluk yüce Allah'ın kullara yönelik bir sınavı, baştan çıkarıcı bir denemesidir. Nitekim yüce Allah "Nasıl davranacağınızı görelim diye sizi hem kötülükle ve hem de iyilikle sınavdan geçiririz" buyuruyor. (Enbiya 35) Bolluğa sabretmek, gerektirdiği şükür görevini yerine getirmek ve ona uygun davranışları yapmak sıkıntılara sabretmekten daha zor ve daha az görülür bir başarıdır. Oysa aceleci bir bakış, ilk anda bunun tersini görür. Çoğu insanlar sıkıntıya katlanırlar, sıkıntı karşısında soğukkanlılıklarını korurlar, sıkıntı karşısında enerjileri bir noktada yoğunlaşır, uyanıklıkları ve karşı koyma güçleri bilenir. Bu bilince bağlı olarak yüce Allah'ı anarlar, O'na sığınırlar, O'ndan yardım dilerler. Çünkü sıkıntı sırasında daha önce güvenilen bütün dayanaklar düşer ve Allah'ın dergahı dışında hiçbir sığınak kalmaz. Bolluğa ve refaha gelince bu durum insana Allah'ı unutturur, oyuna eğlenceye daldırır, vücudun bütün organlarını gevşetir, ruhtaki direnme noktalarını uyuşturur, nimetle gururlanmaya ve şeytana uymaya fırsat hazırlar.

Nimet aracılığı ile gerçekleşen sınav, insanı azgınlıktan koruyacak sürekli bir uyanıklığı gerektirir. Servet ve varlık nimeti çoğu kere insanı şımarıklığın ve şükür yetersizliğinin yanısıra ya savurganlığa ya cimriliğe sürükler. Bunların her ikisi de hem insan psikolojisini hem hayatının akışını sarsan birer afettir. Güç nimeti çoğunlukla insanı şımarıklığın ve şükür yetersizliğinin yanısıra zalimliğe, azgınlığa, başkalarının haklarını çiğnemeye, Allah'ın yasaklarını ayak altına almaya sürükler. Güzellik nimeti çoğu kez insanı kendini beğenmişliğe, alçaklığa, günahkârlık ve ahlâksızlık bataklığının derinliklerine düşmeye sürükler. Zekâ nimeti insanı çoğu zaman gururlanmaya, başkalarını küçümsemeye, ahlâk değerlerini ve kriterlerini hafife almaya sürükler. Her nimetin önünde kesinlikle bir azgınlık tuzağı vardır. Bu tuzaklardan kurtulabilmenin tek çaresi yüce Allah'ı anmak ve O'nun tarafından korunmaktır.

3- Bu ayetlerin dile getirdikleri üçüncü gerçek şudur: Servetle ve refahla sınava çekilmenin olumsuz bir sonucu olarak ortaya çıkabilecek olan Allah'ı hatırdan çıkarma afeti insanı yüce Allah'ın azabı ile yüzyüze getirir. Ayetin sonunda bu azaptan sözedilirken "Kim Rabbini anmaktan vazgeçerse gittikçe artan ağır bir azaba çarptırılır." buyuruluyor. Bu ifadede bir dağa tırmanan kişinin yukarıya çıktıkça sıkıntısının artacağını hatırlatan bir çağrışımın izleri vardır. Zaten Kur'an'da sıkıntının yukarıya tırmanma imajı ile simgelendiğine sık sık rastlanır. Mesela bir yerde şöyle deniyor:

"Allah kimi doğru yola iletmek isterse göğsünü islama açar. Kimi de saptırmak isterse göğsünü, sanki göğe tırmanıyormuş gibi dar ve tıkanık yapar." (En'am 125) Başka bir yerde "Onu sarp bir yokuşa sardıracağım" buyuruluyor. (Müddesir 17) Bu imaj herkesçe bilinen somut bir gerçektir. Bolluk sınavında uğranılan başarısızlık afeti ile bu yüzden karşılaşılacak azabı sıkıntısı arasındaki karşıtlık, görülüyor ki, son derece belirgindir.

Bir sonraki ayet, cinlerin sözünün aktarılmış biçimi sayılabileceği gibi doğrudan doğruya yüce Allah'ın sözü olarak da kabul edilebilir. Okuyalım:



18- Mescidler, camiler Allah içindirler. Öyleyse oralarda Allah'ın yanısıra başkasına yalvarmayınız.

Her iki durumda da ayetin verdiği mesaj şudur: Secde yerleri, yani camiler sadece Allah için olabilirler. Oralarda Allah'ın birliği ilkesi geçerlidir. Oralara hiçbir kesimin, hiçbir değerin, hiçbir görüş tarzının gölgesi yansıtılamaz. Buraların havasına sadece yüce Allah'a kulluk etmenin havası egemen olur. Ayetin orjinalinde kullanılan "Allah'tan başkasına dua etmek" deyimi ya Allah'tan başkasına kulluk etme ya Allah dışında birine sığınmak ya da Allah dışında birine kalpte yer vermek anlamına gelir.

Eğer bu ayetin cinlerin sözlerinin aktarılmış biçimi ise ibadetten ve secdeden sözedilen bu özel noktada onların surenin başlarında geçen "Artık Rabbimize hiçbir ortak koşmayacağız" biçimindeki sözlerinin pekiştirilmiş bir tekrarı niteliğindedir. Yok eğer doğrudan doğruya yüce Allah'ın sözü ise cinlerin Rabblerinin birliği dile getiren sözleri dolayısiyle, Kur'an'ın üslubu uyarınca tam yerinde yapılmış bir "yönlendirme" girişimidir.

Bir sonraki ayet de aynı niteliği taşır. Okuyoruz:

19- Allah'ın kulu Muhammed, Rabbine yalvarmaya durunca müşrikler birbirlerine abanarak keçe gibi çevresini sararlardı.

Yani Peygamberimiz namaza durup Rabbine dua ederken toplu halde etrafına üşüşürler. Bilindiği gibi ayetin orjinalinde geçen "salât" sözcüğü aslında "dua" anlamına gelir. Eğer ayet cinlerin sözü sayılırsa Peygamberimiz namaz kılarken ya da Kur'an okurken gruplar halinde çevresini saran müşrik arapların durumunu anlatıyor demektir. Nitekim "Mearic" suresinin "Kafirler ne oluyor da sağlı-sollu gruplar halinde sana doğru koşuyorlar" biçimindeki ayetleri aynı olaya değiniyor (Mearic 36-37). Yani Kur'an'ı dehşet içinde dinliyorlar, fakat ona olumlu karşılık vermiyorlar. Ya da müşriklerin gruplar hâlinde biraraya gelmesi Peygamberimize eziyet etmek içindir de yüce Allah, O'nu onların şerlerinden koruyor. Nitekim birkaç kez böyle oldu. O takdirde cinlerin soydaşlarına yönelik bu sözlerinin amacı müşriklerin bu davranışlarına karşı duydukları şaşkınlığı dile getirmektir.

Eğer ayet doğrudan doğruya yüce Allah'ın kendi sözü ise o zaman bu cinlerin durumlarını anlatıyor olabilir. Bilindiği gibi bu cinler, kendi deyimleri ile bu "harikulâde" Kur'an'ı birbirleri üzerine abanarak Peygamberimizin çevresine üşüşmüşler, lifleri birbirine sıkı sıkıya yapışmış bir keçe gibi olmuşlar. Bana öyle geliyor ki, bu ikinci açıklama ayetin anlamı ile daha iyi bağdaşır. Çünkü cinlerin okuduğumuz tüm sözlerinde açığa vurulan Hayret, dehşet, çarpılmışlık ve kendinden geçme hali ile tam bir uyum yansıtıyor. Doğrusunu Allah bilir.

ALLAH'IN RASÛLÜNE HİTABI

Buraya kadar okuduğumuz ayetlerde cinler Kur'an'dan ve Peygamberimizin görevlendirilmesi olayından sözettiler. Kur'an bu yaratıkların vicdanlarında sürpriz etkisi yapmış, duygularını alt-üst etmiştir. Bu kitabın göklerin, yeryüzünün, meleklerin ve yıldızların hareketlerinde meydana getirdiği değişikliklerden, tüm evrenin işleyişi üzerinde bıraktığı etkilerden, içerdiği ciddiyetten ve beraberinde getirdiği yasalar sisteminden onları haberdar etmiştir.

Bütün bunlardan sonra Peygamberimize sesleniliyor. Bu seslenişlerin mesajları ağırbaşlılık, kesinlik ve tok seslilik yansıtıyor. Bu seslenişlerde Peygamberimize verilen direktifler şunlardır: O sadece ilahi mesajı duyurmakla yetinmelidir, işin bundan sonrasına hiç karışmamalıdır; bunların yanısıra gayp alemi, insanların gelecekte ne olacakları, ahirette ellerine ne geçeceği konularında da kafasını yormamalıdır. Bu seslenişlerin havasında ciddiyetleri ve kesinlikleri ile uyumlu bir hüzün ve teselli meltemi esmektedir. Okuyoruz:



20- De ki: "Ben sırf Rabbime yalvarırım, O'na hiç kimseyi ortak koşmam."

21- De ki: "Ben size ne zarar verebilirim ve ne de fayda sağlayabilirim."

22- De ki: "Hiç kimse beni Allah'ın elinden kurtaramaz; ben O'nun dışında hiçbir sığınak bulamam."

23- "Benim görevim, sadece Allah'tan gelen direktifleri, O'nun mesajını duyurmaktır. Allah'a ve Peygamber'e başkaldıranları, içinde sürekli kalacakları cehennem ateşi bekliyor."

24- Onlar kendilerine yönelik tehditlerin somut olarak gerçekleştiğini gördüklerinde hangi tarafın destek bakımından zayıf ve sayıca az olduğunu anlayacaklardır.

25- De ki: "Size yöneltilen tehdit yakın mıdır, yoksa Rabbim onun için uzun bir vade mi belirlemiştir, bilmiyorum."

26- Gaybın bilgisi O'nun tekelindedir. O gaybın sırlarını hiç kimseye açmaz.

27- Bu sırları sadece seçtiği peygamberlerine açar. Onların önlerinden ve arkalarından gözcüler, korucular salar.

28- Böylece onların, Rabblerinin mesajlarını insanlara duyurduklarını belirler. O onların durumlarını ve tutumlarını bilgisi ile kuşatmış, herşeyi bir bir saymıştır.

Evet, ya Muhammed, insanlara de ki:

"Ben sırf Rabbime yalvarırım, O'na hiç kimseyi ortak koşmam."

Bu açıklama cinlerin "Artık Rabbimize hiçbir ortak koşmayacağız" biçimindeki kendi soydaşlarına yönelik açılamalarından sonra geliyor. Bu yüzden ayrı bir tad, ayrı bir etkileme gücü kazanıyor. Buna göre bu söz insanların ve cinlerin üzerinde görüş birliğine vardıkları ortak bir ilkedir. Kim -müşriklerin yaptıkları gibi- bu ilkeyi çiğnerse bu iki alemden soyutlanmış, onların oluşturdukları ortak çerçevenin dışına çıkmış olur. Ayetleri okumaya devam edelim:

"De ki: `Ben size ne zarar verebilirim ve ne de fayda sağlayabilirim."

Bu ayette de Peygamberimize kulluk ettiği ve kendisine hiçbir ortak koşmadığı yüce Allah'ın yetkisinde olan konularda hiçbir iddiada bulunmaması, bu konulardan el çekmesi ve uzak durması emrediliyor. Zarar verebilme ve fayda dokundurabilme yetkisi sadece Allah'ın tekelindedir. Ayetin orjinalinde "zarar" sözcüğünün karşıtı olarak "hidayet" anlamına gelen "ruşd" kelimesi kullanılıyor. Aynı kelimenin cinlerin "Acaba yeryüzündekiler için kötülük mü dileniyor, yoksa Rabbleri onlar hakkında iyilik mi diliyor bunu bilmiyoruz." Biçiminde sözlerinde de kullanılmıştır. Görülüyor ki, bu iki söz arasında hem içerik hem de sözcükler bakımından büyük oranda uyum vardır. Hikâye ile o hikayeye ilişkin değerlendirme arasındaki bu uyum, Kur'an'ın birçok yerinde gözetildiği, arandığı görülen bir ifade özelliğidir.

Bu iki ayetle bir yandan fayda ve zarar verecek güçte oldukları sanıla gelmiş olan cinler, öbür yandan Peygamberimiz kenara çekiliyorlar. Sonuçta bu yetki bütünü ile yüce Allah'ın tekelinde kalıyor. Böylece imana dayalı düşünce ve kesin, belirgin ve kayıtsız-şartsız soyutlanma ilkesi üzerine oturarak tutarlılık kazanıyor. Devam ediyoruz:

"De ki: `Hiç kimse beni Allah'ın elinden kurtaramaz; ben O'nun dışında hiçbir sığınak bulamam."

Bu söz peygamberlik ve Allah'a çağrı konusunda kalbi ciddiyetle doldurup taşıran müthiş bir sözdür. Peygamber'e bu büyük gerçeği ilan etmesi ve şöyle demesi emrediliyor: Beni hiç kimse Allah'ın elinden kurtaramaz. O'nun dışında hiçbir himaye yeri, hiçbir sığınak bulamam. Tek çarem bu mesajı insanlara duyurmak, bu emaneti yerine getirmektir. Benim için tek sığınak, tek güvenilir kurtuluş yolu budur. iş, benim kendi işim değildir. Benim bu İşte duyurmaktan başka hiçbir fonksiyonum yoktur. Bu duyurma görevini yerine getirmek benim için kaçınılmazdır. Çünkü benden bu görevi yapmamı istiyor. O'nun elinden beni hiç kimse kurtaramaz. O'nun dışında beni koruyacak hiçbir sığınak bulamam. Buna göre O'nun bana indirdiği mesajı duyurmak, bu görevi yerine getirmek, benim için tek kurtuluş yoludur.

Aman Allah'ım, bu ne korku, bu ne dehşet, bu ne ciddiyet!

Çağrının önderi olan Peygamberimizin gönüllü girişimi değildir sözkonusu olan. Sözkonusu olan yükümlülüktür. Ciddi ve kesin yükümlülük. Yerine getirilmesi kaçınılmaz bir yükümlülük. Çünkü arkasında yüce Allah var.

Hidayeti ve iyiliği sırtlayıp insanlara iletmenin sağlayacağı psikolojik haz değildir sözkonusu olan. Görev, ne savsaklanabilecek ne tereddütle karşılanabilecek olan yüce bir görevdir.

İşte çağrı görevinin niteliği böyle açıklığa kavuşturuluyor, böyle belirleniyor. Bu iş bir yükümlülüktür, kaçınılmaz bir görevdir. Arkasında dehşet vardır, arkasında ciddiyet vardır, arkasında yüceler yücesi Allah vardır. Devam ediyoruz:

"Allah'a ve Peygambere başkaldıranları, içinde sürekli kalacakları cehennem ateşi bekliyor.

Onlar kendilerine yönelik tehditlerin somut olarak gerçekleştiğini gördüklerinde hangi tarafın destek bakımından zayıf ve sayıca az olduğunu anlayacaklardır."

Duyurma görevinin kesin ciddiliğinin ortaya konuluşunu izleyen bu hem açık ve hem de kapalı tehdit ilâhi mesajı aldıktan sonra, duyuru görevinin yerine getirilişinin arkasından başkaldıranlara yöneliktir.

O günün müşrikleri güçlerine ve sayısal üstünlüklerine sığınıyorlar, kendi güçlerini Peygamberimizin ve yanında bulunan az sayıdaki Müslümanların güçleri ile karşılaştırarak karşı tarafa tepeden bakıyorlardı. Ama dünyada ya da ahirette kendilerine yönelik tehditlerin somut olarak gerçekleştiğini gördüklerinde "Hangi tarafın destek yönünden zayıf ve sayıca az olduğunu" hangi tarafın perişan, güçsüz, zavallı ve yüzüstü bırakılmış olduğunu öğreneceklerdir.

Bu noktada eğer cinlerin sözlerine dönersek onların "Yeryüzünde Allah ile başedemeyeceğimizi ve O'ndan kaçıp kurtulamayacağımızı kesinlikle anladık" biçimindeki açıklamaları ile yüzyüze geliriz. Böylece hikaye ile hikayeye ilişkin değerlendirmenin uyuştuğunu görürüz. Hikayenin, değerlendirmeye zemin hazırladığını ve değerlendirmenin de tam zamanında ve yerinde karşımıza çıktığını belirlemiş oluruz.

Bir sonraki ayette Peygamberimize gayp aleminden el çekmesi, sıyrılması emrediliyor. Okuyalım:

"De ki: `Size yöneltilen tehdit yakın mıdır, yoksa Rabbim onun için uzun bir vade mi belirlemiştir, bilmiyorum."

Bu çağrı Peygamberimizin kendi işi değildir, özünde O'nun hiçbir rolü, hiçbir katkısı yoktur. O'na düşen sadece yükümlülüğünü üstlenerek bu mesajı duyurmak ve böylece kendini güvenlik bölgesine çıkarabilmektir. Eğer ilahî mesajı duyurma görevini yerine getirmezse sözkonusu güvenlik bölgesine çıkamaz. Allah'a başkaldıranlara, O'nun mesajını yalanlayanlara ne gibi tehditler yöneltildiği de Peygamberin yetkisi dışındadır, O'nun bu konuda ne bir rolü vardır ne de bu tehditlerin gerçekleşeceği zamanı bilir. Yüce Allah bu isyancıların yakasına yakında yapışır mı, yoksa onlara uzun süreli bir mühlet mi tanır, O'nun bu konuda bir bilgisi yoktur. Peygamberimizin bu bilgisizliği ve habersizliği dünya azabı için de ahiret azabı için de geçerlidir. Bunların her ikisi de sadece yüce Allah'ın bildiği "gayb" sırlarıdır. Peygamberimizin o alanda hiçbir yetkisi yoktur, ne zaman gerçekleşeceklerine ilişkin bir bilgisi de yoktur. Gayb aleminin bilgisi Allah'ın tekelindedir, bu alan yaratıklara kapalıdır. Devam ediyoruz:

"Gaybın bilgisi O'nun tekelindedir. O gaybın sırlarını hiç kimseye açmaz." Böylece Peygamber her türlü sıfattan soyutlanıyor, kendisine sadece "kulluk" sıfatı bırakılıyor. O Allah'ın kuludur. Bu en yüksek derecesi ile, en üstün rütbesi ile O'nun sıfatıdır. Böylece islam düşüncesi her türlü kuşkudan, her türlü dış sızıntıdan arındırılıyor. Çünkü doğrudan doğruya bu dinin Peygamberine "De ki: `Size yöneltilen tehdit yakın mıdır, yoksa Rabbim onun için uzun bir vade mi belirlemiştir, bilmiyorum. Gaybın bilgisi O'nun tekelindedir. O gaybın sırlarını hiç kimseye açmaz" demesini emrediyor, Peygamber de bu gerçekleri ilan ediyor.

Bu kesin ilkenin bir tek istisnası var. O da yüce Allah'ın izni ile Peygamberlere verilen gayb bilgileridir. Onlara verilen bu bilgiler, ilâhî mesajı insanlara duyurmaya ilişkin görevlerini kolaylaştırma amacı ile sınırlıdır. Her şeyden önce onlara vahiy yolu ile indirilen mesaj, gayb biliminin bir parçasıdır. Yüce Allah zamanı gelince bu bilgiyi peygamberlerine açıyor, miktarını belirliyor, bu mesajı insanlara duyururlarken kendilerini gözetiyor ve denetliyor. Okuyacağımız ayetlerde yüce Allah, Peygamberimize bu gerçeği ilân etmesini emrediyor. Bu emrin dili son derece ciddi ve dehşet uyandırıcıdır. Okuyalım:

"Bu sırları sadece seçtiği peygamberlerine açar. Onların önlerinden ve arkalarından gözcüler, korucular koyar.

Böylece onların, Rabblerinin mesajlarını insanlara duyurduklarını belirler. O; onların durumlarını ve tutumlarını bilgisi ile kuşatmış, herşeyi bir bir saymıştır." Yüce Allah, mesajını insanlara duyurmak üzere seçtiği peygamberlere gayba ilişkin sırların bir bölümünü bildirir. Bu bilgiler "vahiy" diye adlandırdığımız ilâhî mesajı, bu mesajın konusunu, duyurma yöntemini, onu getiren melekleri, kaynağını, "Levh-i Mahfuz"daki saklanışını, Peygamberin görevleri ile ilgili ve daha önce bilmedikleri diğer gayb sırlarını içerir.

Bu arada yüce Allah, gönderdiği bu peygamberleri sıkı gözetim ve denetim altında bulundurur. Bu gözetim ve denetim işini yapmak üzere başlarına gözcüler ve denetleyiciler diker. Bu görevliler şeytanın dürtülerine ve ayartma girişimlerine karşı nefislerinin içgüdülerine ve kışkırtmalarına karşı, görev ihtimaline yolaçabilecek insani zaaflarına karşı, unutma ve sapma tehlikelerine karşı, kısacası insanoğlunda görülebilecek olan bütün yetersizliklere ve zayıflıklara karşı peygamberleri korurlar.

İlk ayetteki "Onların önlerinden ve arkalarından gözcüler koyar" ifade gerçekten dehşet saçıcıdır. Bu ifade Peygamberlerin büyük görevleri sırasında sıkı ve sürekli bir denetim altında tutulduklarını somut biçimde dile getirir. Arkasından şu cümle ile yüzyüze geliyoruz:

"Böylece onların, Rabblerinin mesajlarını insanlara duyurduklarını belirler."

Aslında yüce Allah, peygamberlerinin neler yaptıklarını bilir. Fakat amaç, onların duyurma görevlerini yapmaları ve görevin pratikte yerine getirildiğine ilişkin bilginin Allah'ın bilgisine bağlanmasıdır. Sonra da şöyle buyuruluyor:

"O, onların durumlarını ve tutumlarını bilgisi ile kuşatmıştır."

Peygamberlerin iç dünyalarında, hayatlarında ve çevrelerinde olup biten bütün gelişmeler yüce Allah'ın bilgi alanı içindedir, hiçbir gelişme bu alanın dışında kalmaz. Şimdi de surenin son cümlesini okuyoruz:

"O, herşeyi bir bir saymıştır."

Onun bilgisi sadece peygamberlere ilişkin gelişmelerle sınırlı değildir, tersine akla gelen ve gelmeyen herşeyi içerir, her şeyi tek tek saymış, hesaba getirmiştir. Tek tek saymak ve hesaba geçirmek, bilgi yolu ile kapsamanın en duyarlı biçimini ifade eder.

Deminden beri okuduklarımızı zihnimizde yeniden canlandıralım: Peygamber sıkı bir gözetim ve denetim ablukası altındadır. Yüce Allah içinden geçen ve çevresinde olup biten herşeyi bilmektedir. O bir emir kuludur. Görevini yapmaktan başka bir seçeneği yoktur. Görev yolunu izlerken ne nefsinin içgüdüleri ile ne insanî zaafları ile ne kişisel arzuları ile ne sevgileri ve sempatileri başbaşa bırakılmamaktadır. Tersine son derece kesin bir ciddiliğin bilerek hiç sağa-sola bakmadan yolunda ilerlemektedir. Çevresini saran gözetim ve denetim ağının farkındadır. Yüce Allah'ın üzerine dönük bilgi ve keşif projektöründe haberdardır.

Bu tablo bir yandan Peygamberlerin konumuna yönelik ilgiye yoğunluk yüklerken öbür yandan da bu yüce görevi ürpertici dehşet duygusunun odak noktası haline getirir.

Cinlerin çarpıcı, ürpertici, sarsıcı, uzun ve ayrıntılı konuşmaları ile başlayan sure, bu müthiş ve ürpertici mesajın sarsıntıları ile noktalanıyor. Sadece yirmi sekiz ayetten oluşan bu kısa sure birçok temel gerçeği dile getiriyor. Bu temel gerçekler Müslümanın inanç sisteminin, dengele, tutarlı ve berrak düşünce yapısının tuğlaları niteliğindedirler. Bu düşünce yapısı her türlü aşırılıktan uzak, bilgi edinme kanallarını insanın yüzüne kapamayan, bununla birlikte insanı masalların ve asılsız kuruntuların peşinden koşturmayan, sağlıklı bir düşünce yapısıdır.

Kur'an'ı dinler-dinlemez hemen iman eden cinler ne kadar doğru söylüyorlar:

"Biz harikulâde bir Kur'an dinledik. O doğru yola iletiyor. Hemen inandık ona."

CİN SÜRESİ(Elmalılı Hamdi YAZIR)

Biz bir tek kişiye de nefer deriz. Arapça'da ise bu kelimenin şöhret bulan kullanılışı, üçten ona kadar kişiyi ifade etmek içindir. Alûsî'nin açıklamasına göre fasih Arapça'da ondan yukarısı için kullanılır. Erkeklere hatta insanlara da mahsus değildir. Çünkü burada cinler için de kullanılmıştır. "Mücmel"de şöyle yazılıdır: (Reht) ve "nefer" kelimeleri kırka kadar kullanılır. Aralarındaki fark; reht, bir ataya ait olur, neferde ise öyle değil, nefer, kavim mânâsına da kullanılır ki, "Nüfusça d a daha kuvvetli." (Kehf, 18/34) âyetinde de bu mânâdadır. İmam Kirmanî de, "nefer'in lugat örfünde diğer bir mânâsı vardır, o da 'erkek'tir" demiş ve bir sahih hadisin bu mânâ ile tefsir olunduğunu söylemiştir. Demek ki bizim dilimizdeki nefer bu mânâdan g e lmiştir.

"Gerçekten dinledi" Bu bütün kırâetlerde ittifakla üstün okunur. Çünkü cümle mechul (edilgen) fiilinin nâib-i faili yerindedir. Buna bağlananlar da böyle üstün okunmak gerekir. Terkibindeki zamir herhangi bir ismin yerini tutmamaktadır. Böyle zamirlere "şân" zamiri denir.

"Dediler ki: Biz" Bu ile başlayan cümle, "dediler" fiiliyle nakledilmek istenen sözün ne olduğunu gösterir. Onun için bu tür cümlelerdeki bütün kırâetlerde esre okunur. Buna bağlanan diğer cümlelerde de hemzenin esre okunması gerekir.

2. "Hidayete" Hak ve doğruya. Bu sûrede bu ve bundan sonra gelenlerin birbirlerine bağlanması önemli meseledir. Kırâetlerin bazısında üstün, bazısında esre okunmuştur. Bazılarında esre bazılarında üstün okuyanlar da vardır. Esre okunan kırâetlerde "Biz işittik" cümlesi üzerine bağlandığı açıktır. Yani, "biz işittik dediler", "beyinsizimiz Allah hakkında saçma sözler söylüyordu, dediler", şöyle söylediler, şöyle söylediler demektir. Üstün ile okunmasında ki, bizim H a fs kırâetinde ve mushaflarımızda böyledir, bunda incelikler vardır. Bazıları bunun, yani nun, "ona inandık" cümlesindeki 'nin mahalline veya yine bunun şeklinde takdir edilerek zamiri üzerine bağlanmış olup, "dinledik de ona ve şu, şu hakikatlere i m an ettik" demek olur. Bu şekilde bunlar da cinlerin sözleri cümlesine dahil olur. Arada ve sonunda bunlardan bazıları da 'deki üzerine bağlanır ki, onlar cinlerin sözlerinden hikâye olmayıp doğrudan doğruya Allah tarafından vahyolunan kelâmlar olarak d ü şünülmelidir. Nitekim, "Onlar dosdoğru gitselerdi" ve "Mescitler Allah'ındır" âyetleri böyle doğrudan doğruya vahy oldukları için kırâetlerin hepsinde üstün okunmuştur. Bunlar cinlerin sözleri olarak hikâye edilmemiştir. Arada "Onlar zannettiler", " B iz zannettik", sonra "O kalkınca" âyetlerinde iki türlü okunma ihtimali vardır. Biz bunları meâlde, "doğrusu", "hakikat" ve "gerçekte" gibi tabirlerle göstermeye çalıştık.

3. Bütün bunlarda rüşd'ün akla uygun ve doğru olan yolun bir izahı vardır. "Rabbımızın şanı çok yücedir".

CEDD, Kâmus yazarının "Besâir"de açıklamasına göre bu maddenin aslı, düz araziyi baştan başa geçmek mânâsınadır. Çalışma ve gayret, elbiseyi kesip biçmenin neticesi olan yenilik, gece gündüz mesafe alma zımmında yardımcı olan ilâhî feyz, baht, zenginlik, nasip, şan ve ululuk mânâlarında kullanılır. Bu münasebetle "büyük baba" (dede) mânâsında kullanılması da bundan kaynaklanır.

Bu açıklamaya göre cedd; iyi baht, kıymet ve onur, nasip ve kısmet mânâlarına geldiğinden böyle bahtiyar ve mutlu kimseler "ashabu'l-cedd", "zevu'l-cedd" veya "mecdud" denildiği gibi ululuk ve yücelik mânâsıyla da, "Herkesin gözünde büyüdükçe büyüdü." denilir. Cimin ötresiyle ulu demek olur. "Baba olmadı, oğul da olmadı."(İhlas, 112/3) diy e nitelenen yüce Allah'a nisbet edilince cedd, yüce Allah'ın bütün varlıkları kapsamış olan başlangıcı olmayan şanı ve ululuğu, kendine özgü zenginliği, bir de genel olarak bütün varlıklara özel olarak dilediklerine olan yüksek feyiz ve

yardımı mânâlarıyla açıklanır ki, burada birincisinin kastedildiği açıktır.

4. "Bizim beyinsizimiz" İblis, veya cin mânâsıyle cinlerin azgınları diye mânâ verilmiştir. ŞETAT, sınırı aşmış, haktan ve doğruluktan uzak, saçma, ki o, beyinsiz kişinin Allah'ın eşi ve oğlu olduğunu söylemesidir.

5. "Biz zannettik ki" diye başlayan bu kısım, o beyinsizlerinin saçmalıklarına bu vakte kadar ne sebeple aldanmış olduklarını açıklamaktadır. Bunun, üzerine bağlanması düşünülebilr.

6. Burada cinlerin öyle yalan ve saçma lıklara cesaret edebilmelerinin nedeni ve insanlar üzerinde otorite kurabilmelerinin sebebi anlatılmış oluyor ki şudur: İnsanlardan bazı kişiler cinlerden bazı kişilere sığınıyorlardı. Böyle sığınma dualarına tılsım ve efsûn adı verilir.

Bazıları şöyle der: "Bir adam ıssız bir vadide yatmak veya konup geçmek istediği ve başına bir tehlike gelmesinden korktuğu zaman yüksek sesle, "Ey bu vadinin azizi! Ben senin itaatinde bulunan beyinsizlerden sana sığınıyorum." der ve böylece o vadideki cinninin ke n disini koruyacağına inanırdı. Kuşkusuz bu inançtaki kişiler başı sıkıldıkça veya herhangi bir amaca ermek istedikçe, işi, önce cinne sığınmak olur. Ebu Hayyan'ın zikrettiği gibi Mukatil şöyle demiştir: Araplar'da cinne sığınmak Yemen'de bir kavimden başla d ı, sonra Beni Hanife'ye geçti, sonra Araplar'da yaygın hale geldi.

Burada cin hakkında "ricâl" yani erkekler, adamlar kelimesinin kullanılması çok dikkat çekicidir. Bazıları şöyle der: Cinler için erkekler, adamlar deyimi kullanılmaz. Bu âyette geçen "ricâl" kelimelerinin ikisinden de maksat, insanlardan olan erkeklerdir ki, buna göre mânânın şöyle olması gerekir: İnsanlardan bir takım kişiler, cinlerin şerrinden, yine bazı insanlara sığınıyorlardı. Mesela, "bu vadinin cinninden Huzeyfe'ye sığınıyorum." diyorlardı. Buna göre, "cinlerden" sözü, "insanlardan" sözündeki gibi açıklayıcı mahiyette "adamlar"ın sıfatı değil, bir başlangıç olarak "sığınıyorlar" fiiline bağlı bir mef'ul (dolaylı tümleç)dür. Bu sığınış ise, ölmüş veya diri bir adamın ismine ve ruhaniyetine veya kahinlere başvurmak gibi, fiilen o adamın kendisine başvurmak suretiyle de olabilir. Bu mânâ da güzel bir mânâdır. Bu yorumda, cinlerin erkekliğini ve dişiliğini gösteren bir yön yoktur. Fakat âlimlerin çoğunluğu, bu lerin ikisinin de "erkekler"i açıklayıcı mahiyette onun sıfatı olmasını daha açık görerek, "bu âyetin zahiri, cinlerin erkekleri ve dişileri bulunduğunu ve onların erkeklerine de "ricâl" denildiğini

gösterir" demişlerdir. Şu halde, hiçbir hayvanın erkeğine "racül" denilmediği düşünülürse, burada insan karşılığı zikredilen cinlerin başka bir hayvan olmayıp insanların içinde gizli yaratıklar olmaları gerekeceğini düşünmek lazım gelir. Onun için biz, cinler hakkında kullanılan "ricâl" tabirini, hakikatleri itibarıyla değil, gö r ünüşleri itibariyle olmasına yorumlamak istiyoruz. Özetle, insanlardan bir takım erkekler, cinlerden bir takım erkeklere her ne şekilde olursa olsun sığınıyorlardı, da o sığınan insanlar cinlerin kibir ve taşkınlıklarını artırıyorlardı.

REHAK, asıl mânâsında örtmek, sarıp bürümek demek olduğu gibi, bir adamın arkasından yaklaşıp çakmak mânâsına ve sefâhet yani, hafiflik ve ahmaklık mânâsına, kötülük ve kargaşa, zulüm ve haksızlık yapmak, haram ve yasak işleri yapmaya koyulup onlarla uğraşmak mânâları n a geldiğinden tefsirciler; günah, cüret ve taşkınlık, hafiflik, geçimsizlik, kibir ve büyüklenme mânâlarına yorumlamışlardır. Yani o adamlar cinlere sığınmakla cinleri şımartıyor, onların hafiflik ve taşkınlığa cesaretlerini artırıyor; bu şekilde azgın ci n ler de Allah hakkında bile yalanlar uydurarak cinlere ve insanlara zulüm ve sataşmalarını artırıyorlardı. İnsanlar onlara sığınarak kurtulmak isterlerken, böyle yapmakla onlara yüz verip daha çok tuzaklarına düşüyorlardı. Demek ki insanlara fenalığı cinle r den çok asıl kendileri yapmış oluyor. Cinler insanlara yine insanlar vasıtasıyla zarar veriyorlar. Onları alet ediniyorlar, onların sığınmasından kuvvet alarak sataşma ve otoritelerini artırıyorlar. Şu halde insanlar yalnız Allah'a sığınsalar da cinlere h i ç önem vermeselerdi cinler onları saramazlardı.

7. Cinlerin ve insanların Allah'a karşı böyle yalan ve taşkınlıklarına sebep olan beyinsizliklerinden birisi de, "Onların zannetmeleridir." Bu cümlenin, başında bulunan "ve" (atıf) bağlacı ile iki ayrı yere bağlanma ihtimali söz konusudur. Cinlerin birbirlerine sözlerini anlatmaları durumuna göre "Onlar" zamiri, insanlara; "zannettiğiniz gibi," hitabı da cinleredir. Yani cinler birbirlerine, "İnsanlar sizin zannettiğiniz gibi zannettiler" derler. âyetine bağlanarak doğrudan doğruya vahy edilen Allah kelâmı olduğuna göre zamiri cinlere hitabı insanlaradır. Burada âyetlerin, böyle bir aşağı, bir yukarı bağlanmasında iki tarafa çakan şimşek gibi bir parıldayış ve bu şekilde bir taraftan anlatılan z a n kavramındaki çalkanışa, bir taraftan da onların üzerine saldırılan alevlerin parıldayışına tam bir uygunluk eşsizliği vardır. Yani, "Ey o cinlere sığınan insanlar! O cinler de sizin gibi zannetmişlerdi ki...", yahut, "Ey o Kur'ân'ı dinlemiş olan cinler! O size aldanan insanlar da sizin gibi zannetmişlerdi

ki Allah ebediyen hiç kimseyi göndermiyecek, yani insanlara hakkı ve doğruyu anlatır, sizlere haddinizi bildirir, yalanlarınıza, taşkınlıklarınıza karşı başlarınıza ateşler yağdırır bir Peygamber, bir Resul göndermeyecek zannetmişlerdi. Burada ba'sin, ahirette ölüleri diriltip herkesin cezasını vermek mânâsı da akla gelirse de maksadın, dünyada vaki olan Peygamber (s.a.v)'in gönderilişi olduğunu gelen âyetler anlatmaktadır. Zira cinler o zamanların ba t ıl olduğunu ve Peygamberin gönderilişine inanmanın sebep ve delilini şu tecrübeleriyle anlatıyorlar.

8. "Doğrusu biz göğü yokladık da onu şiddetli muhafızlar ve alevlerle dolu bulduk". Esasen lems; dokunmak, elle yoklamaktır. Göğü yoklamak, ne var ne yok diye araştırmak istemek, sınamak anlamlarında mecaz olduğu açıklanıyor.

HARES, bekçi ve muhafız demek olan "hâris" kelimesinin çoğuludur. "Hadem" kelimesinin, hizmetçi mânâsına gelen "hâdim" kelimesinin çoğulu olduğu gibi.

ŞÜHÜB de "şihâb ın çoğuludur. Şihâb, esasen ateş alevidir. Nitekim, "Parlak bir ateş koru." (Neml, 27/7) âyetinde de bu mânâda kullanılmıştır. Bundan, gökte yıldız kayar gibi kayan parıltılara da isim olmuştur. Mânânın özeti şu oluyor: Biz iman ettik ki, "Allah kimseyi peyg a mber göndermiyecek, göndermez." zannı yanlış imiş, biz yüce bir şahsın peygamber gönderildiğini anladık. Çünkü biz göğü, o yüksek âlemi yokladık da onu şiddetli bekçiler, kuvvetli muhafız melekler ve atılmaya hazırlanmış ateş gibi alevler, korlarla doldur u lmuş bulduk.

9. Bilindiği gibi biz, o gökleri dinlemek, haber almak için bazı mevkilerde otururduk. Yani bazı yerlerde durup etrafı gözetler, gizli gök haberleri alır, onlarla halkı şaşırtırdık. Fakat şimdi "her kim dinlemek isterse onu göz altında bulundurup gözleyen, yakmaya hazır bulunan bir ateş parçası, parlak bir alev bulunuyor. O Kur'ân'ın ve onu okuyan zatın karşısında cin ve şeytan böyle eriyecek bir durumda kalıyor. İşte yüce Allah böyle birisini göndermiş ve âlemi böyle değiştirmiştir. Bu r ada çoğunlukla "şihâb"ın zahiri mânâsında ısrar ediliyorsa da biz bu ısrarda mânâyı maddeleştirmekten başka bir yarar görmüyoruz. Asıl maksat, peygamberlik nuru ve Kur'ân âyetleri ile hakikat âleminde parlatılan ve batıl fikirlere karşı fırlatılan ateşi a n dırır uyarıları anlatmak olması daha yüksek bir mânâ olduğu kanaatındayız. Zira hava olaylarından olan o ateşlerin Peygamberimizin gönderilmesinden önce de olageldiği rivayetlerde de inkâr olunmuyor. Peygamberimizin gönderildiği sıralarda denildiği gibi fazla birçok ateş

yağmurları olmuş ve bunlardan yıldız falcıları, kahinler, şeytanlar korkup türlü mânâlar çıkarmaya çalışmış olsunlar. Fakat bu şekilde onlardan gök haberleri kesilmiş değil, aksine çoğaltılmış ve kulak hırsızlığına daha fazla meydan verilmiş demek olmaz mı? Oysa İbnü Abbas Hazretlerinin söylediği ve bu âyetinde anlattığı mânâ, bu alevlerin, onlardan gök haberlerini kesmiş ve göğün kapılarını birer zabıta memuru olarak tutmuş doldurmuş olmalarıdır. Bu ise onların morallerini yıkıp yalanlarını, hafifliklerini ve taşkınlıklarını yakan hakikat alevlerini anlatıyor ki, onlar Muhammed (s.a.v)'in göğünden parıldayan ateşi andırır âyetler ve mucizelerdir ki, bunun karşısında insan ve cin şeytanlarının ödleri kopmuş, dilleri tutulmuştur.

10. Bu te crübeleri yapmış olan cinler artık eskisi gibi gayptan dem vurmaya, gelecekten haber vermeye kalkışmayıp yalan söylemiş olmaktan sakınarak ilerisi hakkında imanlarını şöyle anlatıyorlar: Ve inandık ki, doğrusu biz bilmeyiz, bizim aklımız yetmez, yeryüzün d ekilere bir kötülük mü murat edilmiş; yoksa Rableri onlara bir hayır, bir başarı mı murat etmiştir. Yani daha önce yaptığımız gibi gayptan dem vurmaya kalkışmayalım, biz gaybı, Allah'ın ne takdir ettiğini bilmeyiz. O, Allah'a aittir. Dolayısıyle bu defa da o göğün korunmuş olmasından, o alevlerin parlayışından yerdeki kimseler, insanlar ve cinler korunup da hayır mı görecekler, yoksa korunmayıp da ateşlere yanarak zarar mı görecekler, orasını Allah bilir. Bu konuda bize düşen kendimizi düşünmektir.

11. Bizim bildiğimiz ve anladığımız şudur ki, doğrusu bizler, biz cinler içinde iyiler de vardır. Onlar, iman edip hayra ermeye uygun ve elverişlidirler. Yine içimizden öyle olmayan aşağılıklar da vardır. Onların hayra ermesi pek düşünülmez. Biz bölük b ölük, yol yol klik klik, sırımlar gibi dilim dilim, parti parti olmuşuz yani hepimiz bir yolda birleşmiş değiliz ki, hakkımızda mutlak olarak hayır veya şer diye bir hüküm verilebilsin.

12. Biz zannettik burada zan, nefsin kesin kararı ile ilim mânâsınadır. Yani o Kur'ân'ı dinleyen ve o tecrübeleri görüp bunları söyleyen biz cinler şunu anladık. Ki yüce Allah'ı yeryüzünde asla aciz bırakamayız. Yeryüzünün neresinde olursak olalım, ne kadar gizlenirsek gizlenelim, gerek böyle ihtilaf içinde kalalım, gerekse birleşelim, her ne yapsak Allah'a karşı koyup da ondan kurtulmamıza imkan ve ihtimal yok. Ve ondan kaçmakla da kurtulamayacağız. Yeryüzünde kalmayıp da göğe kaçacak olsak yine onu aciz bırakamıyacağız, kendimizi ondan kurtaramıyacağız. Ona ima n ve itaat etmedikçe, nerede bulunsak bizi yakacak. Biz bunu tecrübeyle anladık

13. ve bize bunu anlatan o yol göstericiyi, o doğruya erdiren hidayet rehberi

Kur'ân'ı veya Peygamberi dinlediğimiz vakit de ona iman ettik. İman etmekte hiç tereddüt etmedik bundan böyle her kim Rabbine iman ederse, yani onun birliğini ve büyüklüğünü tanır, indirdiklerini doğrular, azabından korunur, ona sığınırsa, artık o, ne hakkının yenilmesinden korkar ne de zillete düşmekten. Yani hakkı yenilmek, mükâfatından bir şey eksiltilmek suretiyle zulme de uğramaz; gerek insan gerek cin başka birisi tarafından hüküm altına alınıp zillete de düşmez. Bu korkuların hiçbiri kalmaz. Zira Allah'ın ortağı yoktur. Onun güç ve kuvvetine karşı gelecek kimse bulunamaz. Kısacası, i nsan ve cinne sığınanlar kendilerini kurtaramaz. Ancak Allah'a iman edip de ona sığınanlar esenliğe erer. Onun için insanlar cinne sığınmamalı, cinler de kendi beyinsizleri ve alçakları olan şeytanlara uyup da insanları aldatmaya çalışmamalıdır.

14. Bununla beraber biz cinlerin içinde müslüman olanlar, açıklandığı üzere Allah'ın birliğine iman ve itaatle esenlik yolunu tutanlar da var. Kasıtlar, yani iman ve İslâm yolundan sapıp da zulme gidenler de var. Fakat müslüman olanlar, işte onlar, hayrı ve doğruyu arayan ve ona layık olanlardır. O halde o göğün korunmasıyla, o peygamber göndermeyle onlar hakkında hayır murat edilmiş demektir.

15. Amma İslâm yolundan sapanlar: Kâfirler, zalimler cehenneme odun olmuşlardır. Yanacaklardır, onlar hakkında da şer murat edilmiş demektir.

16. "Eğer yolda doğru gitselerdi." Bu âyetin başındaki 'in aslı, olup şeddesi kaldırılmıştır. Sonunda aslında olup zikredilmeyen, hiçbir ismin yerini tutmayan ve zamir-i şan denilen bir zamir vardır, demektir ve bu cinlerin sözlerinden değil, sözüne bağlı olarak doğrudan doğruya vahyedilen Allah kelâmındandır. Yani o insanlar ve cinler, anlatıldığı üzere hep o iman ve İslâm yolunda bir yön üzere dosdoğru gitselerdi, elbette biz onların hepsine bol s u sunardık, yani bol rızıklar içinde yaşatırdık

17. ki onları onun içinde imtihan edelim. Yani öyle hepsi doğru yolu tuttukları halde de onları başıboş bırakıverecek değildik. Bu dünya imtihan dünyası olduğu için bunun darlığı da genişliği de bir imtihandır. Sıkıntı içinde bir gayeye yürüyüştür. Fakat hep rızık darlığı içinde imtihan vermekle, bolluk içinde imtihan vermek arasında fark vardır. Onun için onlar o istikametle gitselerdi onları darlıklar içinde değil, bol bol rızıklar içinde imtihan eder, o yüzden yükseltirdik. Fakat onlar, o insan ve cinler öyle yapmadılar, çokları o öğüdü dinlemediler, yüz çevirdiler her kim de Rabbinin zikrinden, vahiy ve öğüdünden, ibadetinden yüz

çevirirse, Rabbi onu gittikçe yükselen bir azaba sokar.

18. "Muhakk ak mescidler Allah'a aittir." Bu âyetin başındaki de kırâetlerin hepsinde üstünlüdür. Diye başlıyan âyet gibi yukarıya bağlıdır. "De ki, bana mescitlerin Allah'a ait olduğu vahyedildi." demektir. Yani mescitler hep Allah'ındır. Onun için Allah ' ın yanında başka birine dua ve ibadet etmeyin, ancak Allah'a ibadet edin.

MESÂCİD, bilindiği üzere "mescid"in çoğuludur. "Mesced"in çoğulu da olur. Mescid, secde ile namaz ve ibadet için özel olarak ayrılmış olan yerlerdir. Ki lugatta, müslüman olsun veya olmasın her milletin ibadet yerini kapsar. Örfte ise, sadece müslümanların ibadet yeri için kullanılan bir kelimedir. Ayrıcalığına dikkat çekmek için mekan bildiren isimlerin kural dışı kalıplarından olmak üzere esre okunarak kıyastan ayırt edilmişt i r. "Mesced" ise secde mânâsına "mimli mastar" veya "secde etme yeri," "secde uzvu" mânâsına kurala uygun mekan bildiren bir isim olur. "Yedi uzuv üzerine secde ile emrolundum." hadisinde açıklandığı üzere bu yedi uzuv, alınla burun, iki el, iki diz, iki ayaktır. Alın ile burun bir sayılmıştır. "Allah'ın mescitleri içinde Allah'ın isminin anılmasını menedenden daha zalim kim olabilir.." (Bakara, 2/114) gibi yukarılarda geçen bütün âyetlerde olduğu üzere burada da açık olan, ilk mânâ ile tapınaklardır. Çoğunluğun görüşü de budur. Yahudi ve hıristiyanlar havra ve kiliselerinde Allah'tan başkasına da dua ettiklerinden dolayı müslümanlara ihlaslı olmaları emredilmiştir. Ancak bu sûre indiği zaman, müslümanlara ait mescidler yapılmış olmadığı için bu âyette g eçen "mesacid" kelimesini daha genel anlamıyla yorumlamak üzere bir kaç izah şekli daha zikredilmiştir ki, bunlar şunlardır: "Arz bana mescid ve temizleyici (veya temiz) kılındı." hadis-i şerifini göz önünde bulundurarak bu âyetin tefsirinde Hasan Basr i şöyle demiştir: Burada mesacid, arzın bütün parçalarına işarettir. Arzın hepsi Allah tarafından yaratıldığı için, onların üzerinde, yaratıcısından başkasına secde etmeyin demektir. Yahut "mesced"in çoğulu olarak mimli mastar olmak üzere, secdeler yani na m azlar Allah'a mahsustur. Başkasına secde etmeyin demektir. Said b. Cübeyr de şöyle der: Secde azaları olan mescedler Allah'ındır, yani Allah'ın yaratmasıdır. Dolayısıyla onlarla Allah'tan başkasına secde etmeyin. Akıllı olan Allah'tan

başkasına secde etmez demektir. Atâ, İbnü Abbas'tan, "burada mesacidden maksat, Mescid-i Haram'dır" diye de bir rivayet nakletmiştir. Bunun sebebi, Mescid-i Haram'ın birçok mescidi kapsamış olmasıdır. Bu surette diğer mescitlerin hükmü bu âyetin metninden değil, gösterdiği m â nâdan anlaşılmış olur. Bunların her birinin bir dayanağı ve yorumu bulunmakla beraber, en açık olan, âlimlerin çoğunluğunun dediği gibi, genel olarak bütün tapınaklar demek olmasıdır.

19. "Allah'ın kulu kalkıp ona yalvarınca" Burada lâfzı, Nâfi ve Asım'dan Ebubekir kırâetlerinde şeklinde; Hafs'ta ve diğer kırâetlerin hepsinde şeklinde okunur. şeklinde okunması, başındaki vav ile cinnin sözlerine bağlanmasından deniliyor. Bu surette fiilindeki "onlar" mânâsına gelen zamir cinlerin yerini tut m az. Lakin buradan bir tek âyet arada cinlerin sözlerine bağlanınca yukarıki hoşluk ve incelik görünmez. Onun için şeklinde okuyuşta baştaki vav atıf (bağlaç) olmayıp Allah tarafından yeni bir cümle başlangıcı olması daha uygundur, şeklinde okunması is e, "bana vahyedildi" diye başlıyan cümlelere bağlanmasındandır. Bu şekillerde fiilindeki "onlar" mânâsına gelen zamir "cinlerin" veya "cinlerin ve insanların" yerini tutar.

"Abdullah," Allah'ın kulu. Bu, vahiy kendisine indirilmiş olan Hz. Peygamberin kendisidir. Allah'a kulluğunu yerine getirmede kendine özgü niteliği ile beraber alçak gönüllülüğünü de göstermek için bu ünvan ile nitelenmiştir. Yani, bana şu da vahyedildi ki: "O Allah'ın kulu, Muhammed, kalkmış ona dua ederken" ibadet ederken o kulun üzerine keçeleneceklerdi, yani o dinleyen cinler aceleciliklerinden çoğalıp kalabalıklaşarak etrafına öyle toplandılar ki, az daha keçe gibi birbirlerine geçeceklerdi. Zira hiç görmedikleri bir ibadet görüyor ve işitmedikleri bir dua dinliyorlardı. Cinlerin sözlerinden olmasına göre ise mânâ şu olur: "Cinler kavimlerine şunu da söylediler: O Allah'ın kulu kalkmış Allah'a dua ederken müşrik insanlar ona düşmanlıkla aleyhine öyle toplanmışlardı ki, az daha birbirlerine geçip keçeleneceklerdi."

K atâde'den rivayet edilen üçüncü bir mânâ daha vardır. Şöyle ki: İnsanların ve cinlerin kâfirleri onun işini, üstlendiği görev ve daveti boşa çıkarmak için aleyhine öyle toplanmışlardı ki, az daha birbirlerine keçeleneceklerdi. Fakat Allah onu her halde k o rur, düşmanlarına karşı ona zafer nasip eder. Bu mânâ, iki kırâete göre de uygun ve "Her kim Rabbine iman ederse, artık ne hakkı yenmek, ne de zillete düşmek korkusu kalır."(Cinn, 72/13) âyetinin mânâsına da uygundur. Her iki takdirde de, Peygamber (s. a.v)'e

gıyabında meydana gelen maddî ve manevî durumları ve hisleri haber vermek mânâsını taşır.

Bundan sonraki emirler, âyetlerin akışıyla da gayet uygun düşer. Zira buyruluyor ki:

Meâl-i Şerifi

20- De ki: "Ben ancak Rabbime dua eder ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmam"

21- De ki, "Haberiniz olsun, ben size kendiliğimden ne bir zarar verebilirim, ne de bir yol gösterebilirim."

22- De ki, "Allah'tan beni kimse kurtaramaz ve ben O'ndan başka bir sığınacak bulamam."

23- "Benim yapabi leceğim, sadece Allah'tan size duyuru yapmak ve O'nun elçilik görevlerini yerine getirmektir." Artık kim Allah'a ve onun elçisine baş kaldırırsa, ona içinde ebedi kalacakları cehennem ateşi vardır.

24- Kendilerine vaad edilen şeyi gördükleri zaman, kimin yardımcısının en zayıf ve en az olduğunu bileceklerdir.

25- De ki: "Ben bilmem, o size vaad edilen şey yakın mı, yoksa Rabbim onun için uzun bir süre mi koyar.."

26- O bütün gaybı bilir. Fakat gaybını hiç kimseye açmaz.

27- Ancak seçtiği elçiye açar. Çünkü onun önünden ve ardından gözetleyiciler salar.

28- Bilsin diye ki, onlar Rablerinin elçiliklerini yerine getirmişlerdir. Allah onlarda bulunan her şeyi kuşatmış ve her şeyi bir bir saymıştır.

20. De ki, ben ancak Rabbime dua ediyorum ve ederim. Yani, niçin öyle üzerime veya aleyhime keçeleniyorsunuz? Sizin bana şaşmanıza veya düşmanlık etmenize sebep yok. Çünkü ben, yaratan Rabbime ibadetten başka bir şey yapmıyorum ve siz her ne yapsanız ben ancak ona dua ederim ve Ra b bime hiç kimseyi ortak koşmam, başkasından ne bir şey beklerim, ne de korkarım.

21. De ki, ben size kendiliğimden ne bir zarar verebilirim, ne de yol gösterebilirim. Burada "zarar" karşılığında "fayda" nın zikredilmesi gerekirken, "sapıklık" karşılığı olan "rüşd" ün zikredilmesinde bir tür "ihtibak sanatı" vardır. Yani "ne bir zarar verebilirim ne de bir yarar. Sapıklığa düşürmem söz konusu olmaz ya olsa olsa yol göstermem söz konusu olur. Fakat ben kendiliğimden onu da yapamam. Eğer siz benim bir zarar vermemden korkarak veya bir fayda ve yol göstericilik bekleyerek üzerime toplanıyorsanız, haberiniz olsun ki ben size kendiliğimden bunların hiçbirini yapamam, onu Rabbim yapar. Ben ancak ona dua ederim. Onun için ondan korkun ve ne umacaksanız ondan umu n, ey insanlar ve cinler!" de. Bu emir, başkalarının durumu hakkında; şu emir de kendi durumu hakkındadır:

22. De ki, beni Allah'tan kimse kurtaramaz, yani Allah "Allah'tan başka hiç kimseye dua etme!" buyururken, ondan başkasına dua ve ibadet edecek, emrine uymayacak olursam Allah azap eder ve Allah'tan beni ne insan ne cin ne melek ne başka birisi, hiç kimse kurtaramaz. Bu nedenle başkasına dua ve ibadet etmekte hiçbir fayda yok, büyük zarar vardır. Fakat Allah isterse hiç birine zarar v e rdirtmez, hepsinin düşmanlığından korur. Onun için sadece ona dua ederim. Ve ondan başka bir sığınacak bulamam, gerek kendi azametinden ve gerek başkalarının düşmanlık ve zararından sığınacak yer ve sığınılacak ancak O'dur. Her şey onun istediğini yapma k zorundadır. Dua ve ibadet ancak ona olur. O halde ben böyle olduğum gibi, siz de öylesiniz. Sizler de ne benden, ne başkasından korkmayın ve bir fayda ve yol bulma ümidiyle bana sığınmayın, ancak Rabbimdan korkun ve ona sığının.

Burada, biraz sonra g elecek olan istisna hesaba katılmadan hüküm verilecek olursa, bu emirlerin dış görünüşü Peygamber'den hiçbir ümit ve istekte bulunmanın caiz olmayacağını zannettirir. Nitekim Vehhâbiler duada peygamberi vesile ve vasıta yapmayı, "şefâat ya Resulallah!" de m eyi Allah'a ortak koşma saymaya kadar gitmişlerdi. Oysa istisna yapılıp cümle tamamlanmadan hüküm vermek doğru olmaz. Buna karşı önce insan ve cinden şöyle bir sual gelir: "Pekiyi, senden bir zarar gelmesin, fakat senden bir fayda ve yol bulma da ümit edi l meyecek ise, bu emir ve davet ne oluyor? Sen Rabbine dua edeceksen et, başkalarını niye çağırıyor, niye korkutuyorsun?" İşte böyle bir suale meydan bırakmamak için buyruluyor ki:

23. "Ben ancak Allah'tan duyuru ve O'nun elçilik görevini yapabilirim." Bu radaki istisna yukarıki "Ben size kendiliğimden ne bir zarar verebilir, ne de yol gösterebilirim." cümlesinden istisnadır. kelimesi de ya mecrur olarak yakını olan Allah lafzına, yahut kesre ile mansup olarak kelimesine bağlıdır. Size ne zarar vere b ilirim, ne de doğru yolda gitmenizi sağlayabilirim. Bunların hiçbirini yapamam. Ancak Allah'tan duyuru ve elçilik görevi hariç. Yahut Allah'tan ve onun elçilik görevlerinden bir duyuru yapma işi hariç. Bunu yapabilirim. Ben Allah'ın elçisiyim. Onun emrini duyurmak görevimdir, onu yaparım. Gerek zararına, gerek yararınıza ait olsun, Allah emredince onu size duyururum. Bu emirleri yürütme işi ise ona aittir. "Peygamberin vazifesi ancak duyurudur". (Mâide, 5/99) İşte Peygamber'den beklenecek olan budur. Elbe t te Allah'tan kullarına resul ve elçi olan kişi, "Bir de haklarında dua ediver. Zira senin duan onların kalplerini yatıştırır."(Tevbe, 9/103)

emri gereğince kulları tarafından Allah'a elçi olmakla dua ve yalvarışa dahi vesile ve vasıta olur. Hatta her mümin, mümin için dua eder ve etmekle yükümlüdür. Müminlerin birbirlerinden dua istemeleri yasaklanmadığı gibi, peygamberlerden, elçi olması nedeniyle dua istemeleri de yasak değildir. Onun yapacağı dua, müminlerin kalplerinin huzur ve sükun bulmasına ned e n olur. Kuşkusuz bu istisna, Peygamber'e çok büyük bir şan ve yetki vermiştir.

O Allah'ın kulu böyle bir elçidir. O gerçi kendiliğinden bir şey yapamaz. Fakat onu gönderen Rabbi her şeyi yapabilir. Elçisine düşmanlık eden Rabbine düşmanlık etmiş; onu seven ve itaat eden de yine Rabb'ını sevmiş ve itaat etmiş olur. Bundan dolayı elçiye isyan etmek Allah'a isyan etmek demek olduğu açıkça anlatılmak ve isyan edenlere uyarı ateşleri fırlatılmak üzere şöyle duyuru yapılıyor ki "Kim Allah'a ve Resulü'ne isyan ederse ona cehennem ateşi var. Onun içinde ebedi kalacaklardır." Burada "ebedi olarak" kaydı, bu isyanın Allah'a ortak koşarak ve onu inkâr ederek isyan demek olduğunu anlatır.

24. "Kendilerine vaad edilen şeyi (azab ve kıyamet saati) duydukları zaman" hâlin gösterdiği fakat ibarede zikredilmeyen bir fiille ilgilidir ki, mânâ şöyledir: "Seni ve yardımcını zayıf ve adedini az sayan o isyankârlar o fikir ve isyanlarında vaad edildikleri o azabı, o sonsuz cehennem ateşini görecekleri vakte kad a r ısrar edebilirler." Fakat onu gördükleri vakit kesinlikle bileceklerdir ki yardımcısı en zayıf ve sayıca daha az olan kimmiş? Çünkü o zaman Allah'ın o sonsuz azabından kendilerini hiç kimse kurtaramıyacak, kendilerini kuvvetli ve çok zanneden bütün o insan ve cin asileri, ne kadar zayıf ve hiç olduklarını anlayacaklardır.

25. "O ne zaman?" diye sorulursa. Burada olumsuzluk edatıdır. demektir. Yani, de ki: "Rabbimden bir duyuru olmayınca ben kendi aklımla bilemem. O size vaad edilen şey, yakın mı? Yoksa Rabbim ona uzak bir gaye, uzun bir süre mi verir?. Kesinlikle olacağı bildirildi, fakat yakınlığı uzaklığı bildirilmedi. İşin bu yönü bilinmemektedir, bu yön gayptır.

26. O Rabbim bütün gaybı bilir. Gaybın bağıntılı olanını da bilir, mutlak olanını da bilir.

GAYB, duygu ve ilimde veya varlık âleminde hazır olmayan demektir. Birçok şey hadd-i zatında, varlık âleminde, görünen âlemde hazır olduğu halde birbirlerine göre gaip olur. Mesela bir kimsenin kalbindeki kendisine göre hazır olduğu halde başkasına göre gayp olur ve o kalp onun, başkasına göre gaybıdır. Nitekim "Gayba inanırlar"(Bakara, 2/3) bir mânâca "kalbe

inanırlar" diye tefsir edilmiştir. Fakat onun ğaybı, mutlak bir gayb değil, bağıntılı gaybtır. Yani mutlak mânâda gayb değil, başkasına göre gaybtır. Aslında mevcut ve hazır olduğu için doğrudan doğruya veya işaret ve izlerinden bilinmek şanıdır. Allah, henüz varlık âlemine gelmeyen, işaret ve izleri de bulunmayan ve bazılarına göre gayp olan şeyleri bildiği gibi, henüz v ücuda gelmemiş olanları da bilir. Ona göre gayp yoktur. Fakat o kendi gaybını, -yani bütün varlıklara göre mutlak gayp olan ve Bâtın (yani gizlilikleri bilen) isminin ortaya çıktığı yer olan kendi ilmini- kimseye açmaz. Açık ve kesin şekilde gösterecek kesin bir keşf ile gaybını kimseye açmaz. Onun için ne insan, ne cin, ne melek ne de bir başka varlık mutlak gaybı yakînen bilmez. Böyle olması izafi gayb (göreli gayb)a dair bazı bilgiler edinilebilmesine aykırı olamayacağı gibi, rüya, ilham, keramet veya gizli bazı sebeplerle mutlak gayba dair bazı şeyler sezilebilmesine de aykırı değildir. Bununla beraber bunların hiçbiri zan ve kuruntudan arınmış tam bir keşf ve ortaya çıkarma mânâsına kesin bir ilim olamaz. Bundan dolayıdır ki olaylar üzerinde cerey a n eden bilimsel araştırma ve buluşların, delile dayanarak mantıkî neticeler çıkarmanın bile yarın için hükmü bir kıyastan öte geçemez. Matematiksel bir kesinlik ifade etmez. Dış görünüşe göre düşünüp fikir yürütmek başka; meydanda, açık olmak yine başkadır. Yüce Allah henüz vücuda çıkarmamış olduğu gaybını kimseye açmaz, açığa çıkarmaz.

27. Ancak elçileri içinde seçip dilediği bir elçi hariç. Dilerse ona gaybından bazı şeyleri açar. Henüz varlık âlemine gelmeyen şeyleri açıkça bildirir. Bunlar onun ya elçiliğinin ilkeleri ve delilleri olan mucizeleri veya yükümlülükleri, hükümleri ve yaptırımları gibi elçiliğin temelleri ve gayeleriyle ilgili bilgiler olur. Bu durumda da yine o elçi gaybı bilmiş olmaz. Kendisine haber verilmiş, bildirilmiş olanı bilir. Onun için o kıyametin kesinlikle olacağı bildirilmemiş, "De ki, onun ilmi ancak Allah katındadır."(Ahkaf, 46/23) buyurulmuştur. Fakat o elçi kendisine gayptan gösterilen şeylerin, cin ve şeytan işi kuruntu ve hayaller olmayıp da Allah tarafından bir ge r çek olduğunu nasıl bilir? Bunu açıklamak için buyruluyor ki, Çünkü Allah o gaybı gösterirken O elçinin önünden ve arkasından, her tarafından gözetecek bir takım gözetleyici melekler dizer. Onlar, o ilâhî sözler indirilip açıklanırken ona gizli bir şe y karıştırılmaması; cin ve şeytan gibi sokulup aldatabilecek diğer yaratıklar tarafından bir müdahale ve karışma olmaması için gözetir, sokulmak isteyenleri yukarda

açıklandığı üzere ateşi andırır kıvılcımlarla yakarlar. Onun için Allah kelâmı, gizli bir noktası kalmaksızın elçiye açık bir biçimde, korunmuş olarak gelir. Bu nedenle o sırada cinler, şeytanlar ona bir şey karıştıramaz. Ancak o gözetleyicilerin dizilişinden uzaktan uzağa sezer, kulak hırsızlığı türünden bir şey çalmak ve bununla kahinlik yapma k için sokulmaya çalışırlar. Lakin yanaşıverenler, onları yakacak bir alev, apaçık bir kıvılcım ve delip geçen parlak ışık ile taşlanıp uzaklaştırılırlar ki, bu özellik, Hz. Muhammed (s.a.v)'in peygamberliğine mahsus olan şihâb (parlak alev) mucizesidir.

28. Yüce Allah'ın böyle gözetleyiciler dizmesine ne gerek var, cinne şeytana sezdirmeden doğrudan doğruya Peygamber'e açıklayıverse olmaz mı? denilmesin. Zira yüce Allah o gözetleyicileri şunun için dizer ki, o elçi şunu bilsin bütün tanıklarıyla apaçık yakinen şunu bilsin ki onu Allah'ın gaybından ona getiren elçiler, gerçekten Rableri olan yüce Allah'ın kelâmını, gönderdiği emanetlerini olduğu gibi, hakkıyla bildirmişlerdir. Ve o kelâmı açıklayıp gönderen yüce Allah, gerek o gözetleyicilerin v e gerek o elçinin katında olan bitenin hepsini ilmiyle kuşatmış, ve her şeyi sayısıyla, bütün ayrıntılarıyla zabıt altına alıp saymıştır. İşte Allah, o elçi bütün bunları yakinen bilsin de ona göre görevini yerine getirsin diye o gözetleyicileri kendisi dizer.

Hâkka Sûresi'nde yemin edilen "Gördükleriniz ve görmedikleriniz"(Hâkka, 69/38-39) hakkında üç sûre ile açıklama yapıldıktan ve Nûn Sûresi'nde "Elbette sen büyük bir ahlâk üzerinesin." (Kalem, 68/4) diye nitelenen Peygamber'in kıymeti ve hakikati ve vahyin cereyan ediş şekli anlatıldıktan sonra "gördükleriniz"e ait olmak üzere görevine başlanması emrine geçilmek üzere bu sûreyi Müzzemmil Sûresi takip edecektir.