22 Temmuz 2007 Pazar

NAZİAT SÜRESİ(MEVDUDİ)

Adı: Sure adını ilk kelimesi olan Nâziât'tan almıştır.

Nüzul Zamanı: Hz. Abdullah İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre, bu sure Nebe' Suresi'nden sonra nâzil olmuştur. İlk dönemlerde nazil olduğu surenin muhtevasından da anlaşılmaktadır.

Konu: Naziat Suresi, Kıyamet gününün ve ölümden sonraki hayatın ispatlanması ile ilgili delilleri kapsar. Ayrıca insanları Allah'ın (c.c.) elçisini yalanlamanın sonuçlarından da sakındırır.

Surenin girişinde, Allah Teâlâ'dan aldıkları emirleri hiçbir tereddüt duymadan ve geciktirmeden hemen yerine getiren, kainat nizamını idare eden melekler adıyla yemin edilmektedir. Kıyamet gününün ve ölümden sonraki hayatın gerçekleşeceği katiyyetle teyid edilerek, meleklerin dünyada can almak ile de görevlendirildiklerine işaret ediliyor. Dolayısıyla bugün Allah'ın (c.c.) emriyle kainatın işlerini yürüten melekler, niçin birgün bu nizamı alt-üst ederek, yeni bir dünya kurmaya memur olmasınlar?

Daha sonra buyuruluyor ki; Siz bu işi imkânsız sanıyorsunuz. Oysa Allah (c.c.) için bu, hiç de güç değildir ve bu konuda Allah'ın (c.c.) hazırlık yapmaya ihtiyacı yoktur. Çünkü Allah (c.c) herşeye kâdirdir. Bir anda içinde yaşadığınız bu nizamı yok eder ve sizin de kendinizi içinde bulacağınız yeni bir nizamı yaratır. Bugün "ölümden sonra diriliş mümkün değildir" diyenler, o an geldiğinde korku ve dehşet içinde titreyerek, bu işin nasıl mümkün olduğunu bizzat kendi gözleriyle göreceklerdir.

Bu bölümün devamında ise, Hz. Musa (a.s) ve Firavun kıssası örnek verilerek, Allah'ın (c.c.) elçisini yalanlayanların, ona sırt çevirenlerin ve onu hile ile yenilgiye uğratmak için çalışanların sonunun ne olacağı anlatılmaktadır. Yani kısaca, bu sonucu Firavun görmüştü, eğer ibret almazsanız, sizlerin sonu da Firavun'un sonu gibi olacaktır, deniliyor.

27. ayetten 33. ayete kadar; tekrardan Kıyamet günü ve ölümden sonraki hayat hakkında deliller veriliyor. Önce inkârcılara, 'sizi yaratmak, bu kainatı yaratmaktan daha mı zordur?', 'Gökyüzünün sayısız yıldızlarla süslenmiş olduğunu görmüyor musunuz?' 'Bu görkemli nizamı yaratmaya kâdir olan Allah, sizi tekrar diriltmekten aciz midir?' biçiminde sorular sorulmaktadır. Ve böylece delilleri sunduktan sonra, Allah Teâlâ, insanları yeryüzü ve yeryüzünün üzerindeki nimetleri düşünmeye çağırıyor. Ve diyor ki; Bakınız, insanlar ve hayvanlar için, yeryüzünde bir çok nimeti nasıl yaratmışız? Bu nizamın gayesi ile birlikte yaratılmış olmasının en büyük delili, bütün bunların bizzat kendisi değil midir? Bundan sonrası, insanın düşünmesi için kendi aklına bırakılıyor. Bu muhteşem nizam içinde önemli bir mevki işgal eden insanoğluna, bir çok yetkiler verilmiş ve kendisine geniş bir serbesti tanınmıştır. Durum bu merkezdeyken, insanın elindeki yetkileri dilediğince kullanabilmesi karşısında, ölümünden sonra diriltilerek amellerinden hesaba çekilmesi ve karşılığını bulması mı, yoksa toz olması mı daha akla yatkındır?

Bu konu üzerinde daha fazla durulmaksızın 34. ayetten 41. ayete kadar doğrudan doğruya, kıyamet gününde insanın sonunun kendi amellerine göre karara bağlanacağı anlatılmaktadır. İnsanoğlu Allah'a isyan ederek dünyanın geçici lezzetleri peşinde mi koşmuştur; yoksa Allah'tan sakınarak, O'nun huzuruna çıkacağını hesaplayıp, nefsinin arzularını mı dizginlemiştir? İnatçı olmayan, samimi insanlar bu soruların cevaplarını rahatlıkla bulabilirler. Çünkü insana seçme özgürlüğü ve sorumluluk verilmiştir.

Bunun karşılığında cezalandırılması ya da ödüllendirilmesi akla, mantığa ve ahlâka zaten uygun düşmektedir.

Surenin sonunda Mekkeli müşriklerin, 'Kıyametin kopacağı zaman' ile ilgili sorularına cevap verilmektedir. Çünkü Mekkeliler sürekli kıyametin kopacağı zamanla ilgileniyorlardı. Allah (c.c) Kıyametin ne zaman kopacağını ancak kendisinin bilebileceğini, Rasul'ün görevinin sadece uyarmak olduğunu ve bu 'haber'in kesinlikle gerçekleşeceğini beyan ederek bu kısır tartışmaları sonuçlandırdı. Artık bundan sonra dileyen, hak yola döner, dileyen de sapıklığında ısrar eder. O an geldiğinde, onları büyülenmişcesine peşinden koşturan bu dünya hayatının bir kaç saniyeden ibaret olduğunu bizzat görecekler ve ebedî bir hayat karşılığında, birkaç saniyelik bir hayatı bu kadar ucuza tercih etmelerinin yanlışlığını anlayacaklardır.

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1 Ta en derinden acıyla sökerek çıkaranlara andolsun.

2 Yumuşacık çekip alanlara,

3 Yüzdükçe yüzerek gidenlere,

4 Öncü olarak yarışıp geçenlere,

5 Derken işi bir düzen içinde evirip çevirenlere.1

6 O sarsıntının sarsacağı gün,

7 Arkasından onu diğer bir sarsıntı izleyecek.2

8 O gün yürekler (dehşet içinde) hoplayacak.3

AÇIKLAMA

1. Bu ayetlerde beş özelliğe sahip kimselere yemin edilmiş, ancak niçin yemin edildiği açıklanmamıştır. Fakat daha sonra gelen konulardan bu yeminin, vukûbulacağı kesinlik kazanmış Kıyamet hakkında olduğu anlaşılıyor. Bu beş özelliğe sahip kimselerin kimliğinin açıklanmamasına rağmen bazı sahabe, tabiin ve müfessirlerin çoğuna göre, bu kimseler, meleklerdir.

"Söküp çıkaranlar" ve "Yavaşça çekenler", İbni Mes'ud, İbn Abbas, Mesruk, Said bin Cübeyr, Ebu Salih, Ebu ed-Duha ve Süddî'ye göre, vücudun ta derinlerinden canı çıkaran meleklerdir.

"Yüzüp yüzüp gidenler", ayetiyle kastedilen, Allah'ın (c.c.) emri ile kainatı idare eden ve Allah'ın (c.c.) emirlerini süratle yerine getiren meleklerdir. Yani o kadar hızlı hareket ediyorlar ki, adeta yüzüyorlar. Bu görüşü Hz. Ali, İbn Mes'ud, Mücahid, Said bin Cübeyr ve Ebu Salih ileri sürmektedirler.

"Yarışıp geçenler" ayeti hakkında ise, Hz. Ali, Mücahid, Ata, Ebu Salih, Hasan Basrî; Allah (c.c.) işaret ettiği zaman, emri yerine getirmek için hemen harekete geçen melekler kastediliyor, demişlerdir.

"Derken işi düzenleyenler" ayeti de, Hz. Ali, Mücahid, Ata, Ebu Salih, Hasan Basrî, Katâde, Rebî ibn Enes ve Süddî'ye göre, meleklere işaret etmektedir. Başka bir ifadeyle, Allah'ın (c.c.) emriyle melekler bu kainatı idare etmektedirler. Her ne kadar bu konuda Rasulullah'tan bir hadis rivayet edilmemişse de, her halûkârda bu yorumun dayanağı Rasulullah olmalıdır.

Ancak şimdi bu, ortaya bir sorun çıkarmaktadır. Kıyamet günü ve ölümden sonraki hayat gibi, hissedilmeyen, gözetlenemiyen bir mahlûk olan meleklere Allah (c.c.) niçin yemin ediyor? Doğrusunu Allah (c.c.) bilir, ama benim düşünceme göre, Araplar meleklerin varlığını inkâr etmiyorlar ve insanın canını meleklerin aldığına inanıyorlardı. Ayrıca onlar, meleklerin müthiş bir surette hareket ettiğine ve yeryüzünden, gökyüzüne anında inip-çıktıklarına da inanıyorlardı. Bununla birlikte, meleklerin kendilerine verilen emirleri saniyen yerine getirdikleri ve Allah'ın (c.c.) emriyle bu kainatın nizamını idare ettikleri, şeklinde bir anlayışa sahiptiler. Serbest bir iradeleri olmadığını kabul ederlerken, cehaletlerinden ötürü, melekleri Allah'ın (c.c.) kızları sanarak onlara tapıyorlardı. Fakat buna rağmen Mekkeliler, meleklerin mutlak iktidar sahibi olmadıklarını biliyorlardı. Kıyamet günü ve ölümden sonraki hayat anlatılırken, melekler kastedilerek şöyle denmiştir: "Biliyorsunuz ki, melekler canlarınızı alırlar. Eğer onlar Allah'ın (c.c.) emriyle can alabiliyorlarsa, yine Allah'ın (c.c.) emriyle canı iade edebilirler. Allah'ın (c.c.) emriyle bu kainatın nizamını düzenleyebildiklerine göre, Allah'ın (c.c.) emriyle yine bu nizamı alt-üst ederek yeni bir dünya kurabilirler. Ve bu işi yapmak için, verilen emri hiç geciktirmez ve oyalanmazlar.

2. Burada birinci sarsıntı ile, Kıyametin koptuğunda dünyanın alt-üst olması kasdedilirken, ikinci sarsıntı ile, ölülerin ayağa kalkmasına işaret olunmaktadır. Bu hususa, Zümer-68'de şöyle değinilmiştir:

"Sûr'a üflendi. Göklerde ve yerde olanlar düşüp bayıldılar. Ancak Allah'ın (c.c.) dilediği kaldı. Sonra ona bir defa daha üflendi, birden onlar ayağa kalktılar, bakıyorlar."

3. "Bazı kalpler" kelimesinin burada kullanılmasının sebebi Kur'an'a göre, Kıyamet günü yalnızca kâfirler, fâcirler ve münafıklar korku ve dehşet içinde olacaklardır. Fakat müminler bu dehşetten berî olacaklardır. Enbiya: 103'de şöyle buyurulmuştur:

"O an büyük korku, onları asla tasalandırmaz. Melekler onları şöyle karşılar: İşte bu, size va'dedilen gününüzdür."

9 Gözler de zillet içinde düşecek.

10 Kendileri; derler ki: "Biz çukurda iken, gerçekten biz mi yeniden (diriltilip) döndürüleceğiz?"

11 "Biz çürüyüp dağılmış kemikler olduğumuz zaman mı?"

12 Dediler ki: "Şu durumda, zararına bir dönüştür4 bu."

13 Oysa bu, yalnızca tek bir haykırıştır.

14 Bir de bakarsın ki, onlar, yerin üstündedirler.5

15 Musa'nın haberi sana geldi mi?6

16 Hani Rabbi ona, kutsal vadi7 Tuva'da seslenmişti:

17 "Firavun'a git; çünkü o, azdı."

18 "Ona de ki: -Temizlenme isteğin var mı?"

19 "Seni Rabbine yönelteyim, böylece (O'ndan) korkmuş olursun."8

20 (Musa) Ona büyük mucizeyi9 gösterdi.

21 Fakat o, yalanladı ve isyan etti.

22 Sonra da (karşıt olarak) çaba harcayıp sırtını döndü.10

AÇIKLAMA

4. Birbirlerine alaylı alaylı, 'eğer öbür dünya böyleyse, biz çok zararlı olacağız' diyorlardı.

5. Yani onlar, bu işin imkânsız olacağını sanıyorlardı. Halbuki Allah (c.c.) için bu, hiç de güç bir iş değildir. Toz olmuş kemikleriniz nerede olurlarsa olsunlar Allah'ın (c.c.) emriyle biraraya gelirler ve bir de bakarsınız ki Allah'ın (c.c.) huzurundasınız. Bu dönüş gerçekten de sizler için zararlıdır. Bu sebepten dolayı, nereye kaçarsanız kaçın, bu olay sonuçta vukû bulacaktır ve o zaman inkârınız ve alaylarınız hiçbir işe yaramayacaktır.

6. Mekkeli müşriklerin Kıyamet ve Ahiret ile alay etmelerinin sebebi, aslında bir felsefeyi reddetmek değil, Allah'ın (c.c.) elçisini yalanlamaktı. Yani onların yalanlamaları sıradan bir insanı hedef almıyor, bir peygamberi hedef alıyordu. Bundan dolayı Allah (c.c) Ahiret hayatıyla ilgili deliller vermeden önce, Hz. Musa (a.s) ve Firavun'un kıssasını anlatarak, Mekkelileri, Allah'ın (c.c.) elçisine karşı çıkmanın ve ona başkaldırmanın sonuçlarından sakındırıyor.

7. Müfessirlerin çoğu 'Tuva' kelimesinin sadece bir isim olduğunu söylemişlerdir. Ayrıca Tuva vadisi ile ilgili olarak iki anlam öne sürülmüştür. Birincisi, bu Vadi'nin iki kez şereflenerek mukaddes olduğu biçimindedir. İlki, Allah (c.c) Hz. Musa (a.s) ile burada konuşmuştu, diğeri ise, Hz. Musa (a.s) Mısır'dan çıktıktan sonra bu Vadi'ye gelmiştir. İkinci anlamı da, Arapça bir deyime 'filan şahıs gecenin geç vaktinde geldi' dayandırılmıştır.

8. Buradaki bazı noktaları iyi kavramak gerekir.

a) Kur'an-ı Kerim'de, Hz. Musa (a.s) ile Allah (c.c) arasında geçen konuşmalar, gerekliliğine göre, bazı yerlerde kısaca, bazı yerlerde de ayrıntılı bir biçimde zikredilmiştir. Burada konuşmalara az yer verildiğinden, sözkonusu mahâlden uzunca bahsedilmemiştir. Aşağıda işaret olunan ayetlere ayrıntılı bilgi için bkz. Tâhâ: 9-48, Şuara: 10-17, Neml: 7-12 Kasas: 29-35

b) Firâvun'un azgınlığı iki ayrı sahada mütealâ edilebilir. Birincisi, Firavun'un Yaratıcısına karşı isyanı; ikincisi, yaratılana karşı zulmüdür. Firavun halka topluca "Ben sizin en Yüce Rabbinizim" demekle Yaratıcısına karşı isyan etti. Halkını grup grup parçalayıp, onları aldatarak köleleştirdi. Ve böylece müstez'aflara çokça zulmetti. Bu husus Kassas-4 Zuhruf-54'de açıkça görülebilir.

c) Hz. Musa'ya (a.s) "Ona yumuşak söz söyleyin, belki öğüt alır veya korkar" (Tâhâ - 44) diye emredilmişti. Bu ayet, davetçinin yumuşak söz ve hikmetle bir âsîyi hidayete çağırmasının gerekliliğine örnek teşkil eder. Diğer örnekler, Tâhâ - 49 - 52, Şuara - 23 - 28, ve Kassas - 37'de verilmiştir. Bütün bu ayetler bizlere, Kur'an'da tebliğin metodlarını bildirmektedir.

d) Bazı kimselerin sandığı gibi, Hz. Musa (a.s) yalnız İsrailoğulları'nı kurtarmak için gönderilmemiştir. Hz. Musa'nın (a.s) peygamber olarak gönderilmesinin birinci nedeni, Firavun'a ve kavmine yol göstermek idi. İkinci neden ise, onlar tebliğe karşı koydukları takdirde, İsraioğulları'nı (onlar aslında Müslüman bir kavimdi) Firavun'a köle olmaktan kurtararak, Mısır'dan çıkarmak. Bu ayetlerde İsrailoğulları'nın adı bile geçmemektedir. Sadece Firavun'u İslâm'a davet etmek için Hz. Musa'ya (a.s) emir verildiğinden bahsetmektedir. Diğer yerlerde ise, Hz. Musa hem Firavun'a İslam'ı tebliğ ediyor, hem de İsrailoğulları'nı bırakmasını istiyor. Bkz. A'raf 104-105, Tâhâ: 44 - 52, Şuara: 16 - 17 ve 23 - 28, Ayrıca bkz. Yunus an: 74

e) Burada "temizlenmek" kelimesi ile akide, ahlâk ve amellerin temizlenmesi kastolunuyor. Diğer bir anlamı da, İslâm'ı kabullenmek demektir. İbn Zeyd, Kur'an'da "temizlenmek" kelimesinin İslâm'ı kabullenmek anlamında kullanıldığını söyler ve iddiasına örnek olmak üzere aşağıdaki üç ayeti zikreder.

-"Temizlenmeleri onlar için bir mükafattır." Yani İslâm'ı kabul etmeleri.

-"Ne biliyorsun belki de o temizlenecek?" Yani belki İslâm'ı kabul edecek?

-"Onun temizlenmemesinden sana ne?" Yani müslüman olmamasından. (İbn Cerir)

f) "Seni Rabbine ileteyim de O'ndan korkasın." Yani Rabbinizi tanıdığınızda, O'nun kölesi olduğunuzu da bilirsiniz. Bu bilgi sizde bir sakınma, korkma duygusu meydana getirir. Ve böylece Allah (c.c.) korkusu insanoğlunu doğru yola iletir. Allah'ı tanımayan bir insanın arınması düşünülemez.

9. "Büyük ayet" kelimesi ile, Âsâ'nın yılan olmasına işaret olunmaktadır. Bu husus çeşitli yerlerde zikredilmiştir. Ne kadar büyük bir mucizedir ki bu, cansız bir âsâ herkesin gözüönünde yılana çevriliyor ve sihirbazların sopa ve iplerinden sunî olarak yaptıkları yılanları yutuyor. Hz. Musa (a.s) onu eline aldığı zaman ise, normal bir âsâ oluveriyor. Bu büyük mucize Hz. Musa'nın (a.s) Allah'ın (c.c.) gönderdiği bir elçi olduğunun çok açık bir delilidir.

10. Bu konunun ayrıntıları diğer yerlerde de açıklanmıştır. Kısaca; Firavun Mısır'da bulunan tüm sihirbazları toplayarak, onlara sopa ve iplerden sahte yılanlar yaptırmış, böylelikle Hz. Musa'nın (a.s) diğer sihibazlar gibi bir sihirbaz olduğunu ve peygamberlikle alâkası bulunmadığını göstermek ve dolayısıyla ispat etmek istemiştir. Ancak sihirbazlar, yenilince Hz. Musa'nın sihir değil, bir mucize gösterdiğini anladılar. Sonunda da Firavun'un silahı geri tepmiş oldu.

23 Sonunda (yardımcı güçlerini) topladı, seslendi;

24 Dedi ki: "Sizin en yüce Rabbiniz benim."11

25 Böylelikle Allah (c.c.) onu, ahiret ve dünya azabıyla yakaladı.

26 Gerçekten bundan, 'içi titreyerek korkacak' olan bir kimse12 için elbette bir ibret (ders) vardır.

AÇIKLAMA

11. Firavun'un bu iddiasına Kur'an'ın çeşitli yerlerinde değinilmiştir. Firavun bir yerde, "Andolsun ki, eğer benden başkasını ilah edinirsen, seni zindana atılanlardan yaparım." (Şuara: 29) diyerek Hz. Musa'yı (a.s) tehdit ederken, yine başka bir yerde Firavun "dedi ki: Ey ileri gelenler, ben sizin için benden başka ilah bilmiyorum." (Kasas: 38). Firavun bu sözleri, "Allah'a hiç inanmıyorum, kainatın yaratıcısı benim" anlamında söylememiştir. Firavun alemlerin Rabbi olduğunu ve ayrıca insanların tek mabudunun kendisi olduğunu da iddia etmiyordu. Kur'an'a göre Firavun başka ilâhlara tapıyordu. Bir mecliste onun ileri gelenleri şöyle diyorlardı: "Musa'yı ve kavmini bırakıyorsun ki, senin ilahlarını terkedip yeryüzünde fesat mı çıkarsınlar? (A'raf: 127) Ayrıca Kur'an-ı Kerim'de, onların şu iddialarını da görmekteyiz: "(Eğer Musa Râsul olsaydı) üzerine altın bilezikler atılmalı, yahut yanında melekler de gelmeli değil miydi?" (Zuhruf: 53)

Buraya kadar söylediklerimizi özetlersek, Firavun'un dinî anlamda değil, siyasî anlamda ilâhlığını ilân ettiğini görürüz. Yani onun iddiası; "İktidarın tek sahibi benim ve bu beldede benim üstümde iktidar sahibi olmadığı gibi, kimseye de iktidar hakkında bir söz hakkı verilmemiştir." biçimindedir. Daha fazla açıklama için bkz. Şuara. an:24-26, Tâhâ. an:21, A'raf. an:85, Zuhruf. an:49, Kasas. an:52-53

12. Yani Allah'ın (c.c.) elçisini yalanlayanlar, Firavun'un akıbetinden ders alsınlar.

27 Yaratmak bakımından 13siz mi daha güçsünüz yoksa gök mü?14 (Allah) Onu bina etmiştir.

28 Onun boyunu yükseltti, ona belli bir düzen verdi.

29 Gecesini kararttı, kuşluğunu açığa-çıkardı.15

30 Bundan sonra yeryüzünü serip döşedi.16

31 Ondan da suyunu ve otlağını çıkardı.17

32 Dağlarını dikip-oturttu;

33 Size ve hayvanlarınıza bir yarar (meta) olmak üzere.18

34 Ancak o, 'her şeyi batırıp gömen büyük-felâket 19(kıyamet)' geldiği zaman.

35 O gün, insan, neye çaba harcadığını düşünüp-anlar?20

36 Görebilenler için cehennem de sergilenmiştir.

AÇIKLAMA

13. Şimdi Kıyamet gününün ve Ahiret hayatının vukû bulması ve hikmetleri hakkında çeşitli deliller verilmiştir.

14. Burada "yaratılış" kelimesiyle, insanların yeniden dirilişi; "gökyüzü" kelimesiyle de, tüm yıldızlar, samanyolu ve güneş sistemi kastolunmaktadır. Yani şöyle denilmek isteniyor; Sizler tekrar tekrar, "kemikler çürüyüp toz olduktan sonra nasıl canlandırılacak?" diye sorup duruyorsunuz. Bu muazzam kainatı ve sizleri ilk defa yaratan Allah (c.c) için hiçbir şeyin güç olamayacağını düşünmüyor musunuz? İlk defa yaratan, tekrar yaratmaya niçin kâdir olmasın? Ölümden sonraki hayat ile ilgili bu gibi delillere Kur'an'da çokça yer verilmiştir.

Örneğin Yâsin-81'de şöyle buyurulmaktadır: "Gökleri ve yeri yaratan onların benzerini yaratmaya kâdir değil midir? Elbette o çok Kâdirdir. O yaratmayı en iyi bilendir." Mü'min-57'de de şöyle denmektedir: "Elbet gökleri ve yeri yaratmak, insanları yaratmaktan daha büyük bir şeydir. Fakat insanların çoğu bilmez."

15. Gece ve gündüz ile gökyüzüne dikkat çekilmiştir. Çünkü güneş battıktan sonra gece gelir ve güneşin doğmasıyla da gün başlar. Güneşin batmasıyla birlikte karanlığın bir örtü gibi yayılmasından dolayı, burada gece 'örtmek' anlamında kullanılmıştır.

16. "Bundan sonra da yeryüzünü serip-döşedi." ifadesi, yeryüzünün gökyüzünden sonra yaratıldığı anlamına gelmez. Nasıl ki konuşurken, olayların kronolojik sıralamasını hesaba katmayız, burada da aynı şekilde bir kronolojik sıralama sözkonusu değildir. Bu hususun Kur'an'da diğer örneklerini açıkça görebiliriz. Örneğin, "Kaba, sonra da kötülükle damgalı" (Kalem-13) ayetinde, sözkonusu kişinin öncelikle kaba ve daha sonra da kötülükle damgalı olduğu kastedilmiyor elbette. Sadece burada o kişinin kaba ve ayrıca da kötülükle damgalı olduğu anlatılmaktadır. Yine "Bir boynu çözmek ..........ve sonra iman edenlerden olmak" (Beled:13-17) ayeti önce köleleri azad eder ......ve sonra iman edenlerden olur anlamını tazammun etmez. Burada sadece bir müminin nitelikleri verilmektedir. Dikkat ederseniz Kur'an'ın bazı yerlerinde, yeryüzünün yaratılışı önce zikredilirken, gökyüzünün yaratılışı sonra zikredilmiştir. (Örneğin, Bakara-29) Fakat bazı yerlerde de, gökyüzü önce, yeryüzü sonra zikredilmiştir. Aslında bu ayetlerde hiçbir çelişki yoktur. Çünkü asıl gaye kronolojiyi vermek olmadığından, bu ayetler sözün gelişi gereği böyle ifade edilmişlerdir. Allah (c.c.) sadece nimetlerini saymak ve insanoğluna bunları hatırlatmak istemiştir. Daha fazla bilgi için bkz. Secde. an:13-14

17. Burada, "otlak" kelimesi ile hayvanların yemi kastedilmektedir. Ancak bununla birlikte, bu kelime ile insanlar ve hayvanlar için gıda anlamı da kasdediliyor olabilir. Çünkü deyim genellikle yem anlamında kullanılmakla beraber, bazı zamanlar insan için de kullanılır. Örneğin Yusuf suresinde, Hz. Yusuf'un (a.s) kardeşleri babalarına şöyle demişlerdir: "Yarın onu da bizimle (kıra) gönder, gezsin (yerde), oynasın." (Yusuf-12) Yani ağaçlardan meyveler yesin. Burada çocukların kırlarda, ormanlarda meyvelerden yeme olayı ile anlatılır.

18. Bu ayetlerde, Kıyamet günü ve ölümden sonraki hayat, iki ayrı açıdan incelenmiştir. Birincisi, bu muazzam kainatı ve içindeki herşeyi bir ölçüye göre yaratan Allah için, Kıyamet gününden sonra bütün bunları yaratmanın imkânsız olmadığı hususudur. İkincisi, Allah'ın (c.c.) kemalât ve hikmetinin her yerde müşahede edilebileceğidir. Bu kemalât, hiçbir şeyin maksatsız yaratılmadığını ispat etmektedir. Örneğin gökyüzünde sayısız yıldızlar ve samanyolu tam bir ahenk içindedirler. Bu sistemin bir raslantı eseri meydana gelmediği açıkça görülmektedir. O halde bu nizâmın bir yaratıcısı olmalıdır. Gece ve gündüzün düzenli bir biçimde deveran etmeleri, bir hikmete dayalı olarak sürmektedir. Öyle ki, ancak bu şekilde, içinde yaşadığımız nizâmın ve hayatın devamı mümkün olabilmektedir. Yeryüzünün bazı bölgelerinde gece ve gündüz 24 saat içinde tamamlanırken, bazı bölgelerde, gündüzler de çok uzundur. Bu bölgelerde çok az insan yaşar, çünkü hayat buralarda çok zordur. İnsanların çoğunluğu ise, gece ve gündüzün 24 saat olduğu bölgelerde yaşamaktadırlar. Nitekim bazı bölgelerde de 6 ay gündüz, 6 ay gecedir. Bu bölgelerde hayatı devam ettirmek hiç mümkün değildir. Tüm bunlar, herşeyin Allah'ın (c.c.) hikmeti gereğince vukû bulduğunu ve rastlantı olmadığını göstermektedir. Hayatın uygun şartlarda sürebilmesi için, kainat belirli esaslar üzerine yaratılmış ve yeryüzü bu şekilde düzenlenmiştir. Su da yaratılmıştır, çünkü su, insanlar, hayvanlar ve bitkiler için zaruri bir ihtiyaçtır. Herşeyin bir hikmet gereği yaratıldığını gören akıl sahibi bir insan, Kıyamet ve hesap gününün olmasını mı, olmamasını mı daha akla yatkın bulur? Buna rağmen bir kimse hesap gününün olamayacağını iddia ederse, "bu kainatın yaratılmasının bir maksadı vardır ama insanın yaratılışı maksatsızdır" anlamına gelir. Hiç bundan daha saçma bir düşünce olabilir mi? İnsan hem geniş bir seçme özgürlüğüne ve serbest iradeye sahip olarak yaratılacak, hem de ömrünün sonunda kendisi hiçbir hesaba çekilmeyerek, iyi de kötü de bir iş yapsa farkeden bir şey olmayacaktır.

19. "Büyük felâket" ile Kıyamet kastediliyor. et-Tâmme; herşeyi kaplayacak büyüklükte bir afet anlamına gelir. Bu kelime Kubra kelimesi ile izafe olunarak, afetin daha şiddetli olacağı ifade edilmektedir.

20. Yani insanoğlu hesab günü (ki onun hakkında bu dünyada iken kendisine haber verilmişti) eline hesab defteri verilmeden önce, dünyada tüm yaptıklarını tek tek hatırlamaya başlayacaktır. Bu husus, bazı kimseler için dünyada iken bile tecrübe konusu olmaktadır. Örneğin ölüm tehlikesi ile karşı karşıya kalındığında, insanın tüm hayatı boyunca yaptıkları bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçmeye başlar.

37 Artık kim taşkınlık edip-azarsa,

38 Ve dünya hayatını seçerse,

39 Hiç şüphesiz cehennem, (onun için) bir barınma yeridir.

40 Kim de Rabbinin makamından korkar ve nefsi de heva (istek ve tutkular)dan sakındırırsa,

41 Artık şüphesiz cennet, (onun için) bir barınma yeridir.21

42 "O ne zaman demir atacak?"22 diye, sana kıyamet-saatini soruyorlar.

43 Onunla ilgili bilgi vermekten yana, sende ne var ki...

44 En sonunda o (ve onunla ilgili bilgi), Rabbine aittir.

45 Sen, yalnızca ondan 'içi titreyerek korkmakta' olanlar23 için bir uyarıp-korkutansın.

46 Kendileri onu gördükleri gün, sanki onlar, bir akşam veya bir kuşluk-vaktinden başkasını yaşamamış gibidirler.24

AÇIKLAMA

21. Burada hesap günündeki ceza ve mükâfatın ölçüsü açıklanmıştır. Dünyadaki iki farklı hayat tarzı sürdürülür. Birincisinde insan, Allah'a isyan ederek bütün ümitlerini bu dünyaya bağlar ve bu dünyadaki zevkleri tadabilmek için iyi-kötü ne varsa yapar. İkincisinde ise, bu dünyada yaşadığı sürece insan, ne yaparsa yapsın, birgün Allah'ın (c.c.) huzurunda bulunacağı ve O'na karşı davranışlarından hesap vereceğini düşünür.

Böyle bir hayat tarzı sürdüren bir kimseyi Allah korkusu kötü bir iş yapmaktan ve nefsinin aşırı isteklerine boyun eğmekten alıkoyar. Çünkü bu kimse, "Kıyamet günü Allah'ın (c.c.) huzurunda bulunacağım ve beni sorguya çektiği zaman, O'na nasıl cevap vereceğim?" diye düşünecektir. İşte birinci hayat tarzını örnek edinenlerin gideceği ebedî yer cehennemdir. İkinci hayat tarzını örnek edinenlerin ise, gideceği ebedî yer cennettir.

22. Mekkeli müşrikler Allah (c.c.) Rasûlü'nden tekrar tekrar Kıyametin ne zaman kopacağını sorarlardı. Ancak asıl maksatları tarih ve vakit tespit etmek değil, sadece alay etmekti. Bkz. Mülk. an:35

23. Bunun izahı Mülk suresinin 36. açıklama notunda verilmiştir. "Sen sadece ondan korkacak olanları uyarabilirsin" ayetinin anlamı 'Peygamber (s.a) Kıyametten korkanlara tebliğ etsin' demek değildir. Bu ayet 'senin tebliğine sadece Kıyametten korkanlar kulak verecek ve ancak onlar bundan istifade edeceklerdir' anlamına gelmektedir.

24. Bu konu Kur'an-ı Kerim'de pekçok yerde geçmiştir. Ayrıca Tefhimu'l-Kur'an'da da açıklamalar yapılmıştır. Bkz. Yunus. an:53, İsrâ. an:56, Tâhâ. an:80, Mü'minun. an:101, Rum. an:81-82, Yâsin. an:48 ve ayrıca Kaf-35'e de bakabilirsiniz. Biz burada açıklama yapmadık, çünkü bu konu daha önce de açıklanmıştı.

NAZİAT SÜRESİ(Seyyid KUTUB)

1-Andolsun söküp çıkaranlara.

2- Hemen çekip alanlara.

3- Yüzüp gidenlere.

4- Yarışıp, geçenlere.

5- Derken işi düzenliyenlere!

Ayet-i kerimelerin bu ifadelerinin yorumu hakkında denmiştir ki: Naziat ruhları sert bir şekilde çekip alan meleklerdir. "Naşitat" hareketlerinde serbest olan melekler, "sabihat" yüceler aleminde yüzen melekler, "sabikat" ise herkesten önce imana veya Rabblerinin emrine itaata koşan melekler, "müdebbirat" ise kendilerine havale edilen işleri düzenleyen, idare eden meleklerdir. Yine denmiştir ki, bunlar yörüngelerinde giden, hareket eden, bir konaktan diğerine geçip giden, Allah'ın uzay boşluğunda ona bağlı olarak yüzüp giden koşuşunda ve dönüşünde bir yarış içinde bulunanlar ve Allah'ın kendilerine yüklediği görevi yerine getiren yıldızlardır. Ve sonuçlarını en güzel şekilde dünyadaki hayat ve onunla ilgili olaylar üzerinde etkilerini mükemmel idare eden yıldızlardır.

Yine denmiştir ki; Naziat, naşitat, sabihat ve sabikat yıldızdırlar. Müdebbirat ise meleklerdir.

Şöyle de denmiştir: Naziat, naşitat ve sabihat yıldızlar; sabikat ve müdebbirat ise meleklerdir.

Bu kelimelerin anlamları ne olursa olsun Kur'an'ın atmosferdeki hayattan ve onların bu şekilde sergilenişinden birtakım hislere kapılıyoruz. Bunlar her şeyden önce duygularda bir sarsıntı meydana getirmektedir. Vicdanlarda bir ürperti, ürküten ve korkutan bir şeyin tesirini ve etkisini meydana getirmektedir. Bu nedenle bunlar surenin girişi ile güçlü bir bütünlüğe ulaşmaktadır. Böylece sonda gelmekte olan ürpertici, yıldırıcı büyük tehlikenin oluşturduğu korku ve dehşeti karşılamaya duyguyu hazırlamaktadır.

Biz de bu duyarlılıkla beraber olmak için onları olduğu gibi anlamlarının ayrıntılarına girip tartışmaya gerek duymadan, bırakmayı tercih ediyoruz ki Kur'an'ın mesajına, direktiflerine açık bir hayat yaşayalım. Kur'an'ı bütün mesajları ve direktifleri ile kendi yapısı içinde tanışıp etkilerini içimizde hissedelim. Asıl hedef kalbin sarsılarak uyarılmasıdır. Kur'an bunu değişik yöntemler kullanarak elde etmeye çalışır. Sonra Hz. Ömer bu konuda bizim için güzel bir örnektir. Hz. Ömer Abese suresini okumuş "ve fakiheten ve ebben" ayetine geldiğinde şöyle demişti: Fakihe meyvedir, anladık bunu. Ebben nedir acaba? Ardından sözlerine hemen şu cümleyi ilave etmişti: Ey Hattabın oğlu Ömer, Allah'a yemin olsun ki bu tekellüftür, işi yokuşa sürmektir. Yüce Allah'ın kitabından bir kelimeyi bilmemen sana ne zarar verir ki? Başka bir rivayete göre ise O "bunların hepsini biliyoruz, fakat ebben nedir" demiş, hemen ardından kendi kendine kızarak elindeki değneği kırıp yere atarak şöyle demiştir: "Bu Allah'a yemin olsun ki yokuşa sürmektir. Ey ümmü Ömer'in oğlu sen Ebb'in ne olduğunu bilmesen ne olur ki Sonra şöyle demiştir. Bu kitabın açık hükümlerine uyun, açık olmayanlarını ise öyle bırakın". Bunlar Allah'ın yüce sözlerine karşı edepten kaynaklanmış davranış örnekleridir. Kulun Rabbin sözleri karşısındaki edebinin ifadesidir. Zira bu sözlerin bir kısmının özü itibarı ile kapalı kalması hedeflenmiş ve böylece bu kapalılık bir amacın gerçekleşmesine yol açmış olabilir.

Surenin "yemin edilme" havasındaki bu girişinden sonra gelen ayetler, bu önemli gerçeği tasvir etmektedir:.



6- o gün bir sarsıntı sarsar.

7- Ardından bir başka sarsıntı gelir.

8- O gün kalpler titrer.

9- Gözler korkudan aşağı kayar.

10- Diyorlar ki: "Biz yine eski halimize döndürülecek miyiz?

11- Biz çürümüş kemikler olduktan sonra ha?

12- Öyle ise bu, ziyanlı bir dönüştür" dediler.

13- Doğrusu bir tek çığlık yetecektir.

14- Hepsi hemen bir düzlüğe dökülecektir.

Ayet-i kerimede geçen racife kavramının dünya olduğu belirtilmiştir. Çünkü başka bir surede geçen bir ayette şöyle denilmektedir: "Yer ve dağlar sarsıldığı gün." (Müzzemmil 14) Radife ise göktür, denilmiştir. Çünkü gök evrendeki alt üst sırasında yeri izler ve onun peşinden gelir, yarılır, yıldızları dağılıp saçılır.

"Racife"nin yeri, dağları ve tüm canlıları sarsan, göklerde ve yerde ne varsa Allah'ın diledikleri dışında herkesi bayıltıp öldüren birinci çığlık olduğu, "Radife"nin ise insanları tekrar dirilten ve bir araya toplayan ikinci çığlık olduğu da söylenmiştir. (Nitekim Zümer suresinin 68. ayeti bu konuda delil olmaktadır). ister bu ister diğeri olsun, artık insanın kalbi sarsılmayı, titremeyi, korku ve çalkantıyı hissetmiş durumdadır. Korku, ürperti ve irkilme ile sarsılmıştır. Sükunet ve rahattan tamamen uzak o günkü korkunun, kalbler üzerinde ne kadar etkili olduğunu anlamaya hazır duruma gelmiştir. "O gün kalpler titrer. Gözler korkudan aşağı kayar." sözünün gerçekliğini kavramış ve hissetmiştir.

Bu kalbler büyük sıkıntı içindedir. Apaçık bir şaşkınlık içindedir. Korku ürperti, irkiliş ve burukluk her yanlarını bütünü ile kaplamıştır. İşte sarsacak olanın sarstığı ve peşinden diğerinin geldiği o günde meydana gelecek olan budur. İşte "Andolsun söküp çıkaranlara. Hemen çekip alanlara. Yüzüp gidenlere. Yarışıp geçenlere. Derken işi düzenleyenlere!" ifadelerindeki yeminin asıl amacı da bu gerçeği ortaya koymaktır. Bu sahnenin bıraktığı etki girişin içeriği ile bütünlük sağlamaktadır. Surenin bundan sonraki akışı, onların kabirlerden kalktıkları zamanki şaşkınlıklarından ve Hayretlerinden söz etmektedir.

"Diyorlar ki: `Biz yine eski halimize döndürülecek miyiz? Biz çürümüş kemikler olduktan sonra ha?"

Onlar birbirlerine soruyorlar: Biz tekrar hayata mı döndürülecek, ilk yaşamama mı geri geleceğiz? Arap dilinde "recea fi hafıretihi" denir. Yani geldiği yola tekrar döndü. Onlar bu şaşkınlıkları ve Hayretleri içinde soruyorlar Geldikleri yoldan hayata dönmelerini Hayretle karşılıyorlar. Rüzgarın içinden geçebileceği kadar çürümüş, delik deşik olmuş kemikler haline geldikten sonra. Bu nasıl olabilir? diyerek korkularını ve dehşetlerini dile getiriyorlar.

Herhalde onlar ayılıyorlar. Ya da basiretleri açılıyor. Bunun tekrar hayata dönüş olduğunu, fakat bu hayatın başka bir hayat olduğunu anlıyorlar. Bu dönüşün kendileri için bir yıkım ve ceza olduğunu hissediyorlar. Bu nedenle şöyle diyorlar:

"Öyle ise bu, ziyanlı bir dönüştür' dediler."

Bu onların hesaba katmadıkları bir durumdur. Hiçbir azık hazırlamamışlardır. Orada onların hiçbir payları olmaz.

Burada, bu sahnenin karşısında, Kur'an'ın akışı var olan bir gerçeği dile getirerek devam ediyor:

"Doğrusu bir tek çığlık yetecektir. Hepsi hemen bir düzlüğe dökülecektir."

Ayet-i kerimede geçen "zecra" çığlık demektir. Fakat surenin diğer sahneleri ile bu sahnenin havası uyum sağlasın diye bu sert ve katı sözcükle ifade edilmektedir. "Sahire" ise parlayan beyaz yer demektir. Burası mahşer yeridir. Biz mahşerin nerede kurulacağını bilemeyiz. Onunla ilgili haberleri ancak inandığımız doğru kaynaktan alabiliriz. Kesin sağlam olmayan ve garanti edilmeyen şeyleri ona ilave etmeyiz.

Kur'an'ın diğer ayetlerine dayanarak buradaki tek çığlığın kıyametteki ikinci çığlık, diriliş ve mahşer çığlığı olduğunu söyleyebiliriz. Bu ifade hızlıca geçilmiştir. Zaten onun kendisi de hızlılığı çağrıştırmaktadır. Çünkü surenin tamamı da bu türden bir hızlılığı ve korkuyu telkin etmektedir. Korku dolu kalblerdeki bu titreyiş, nabzın hızlı atışıyla paralellik arzetmektedir. Akışın tüm hareketlerinde , tüm işaretlerinde ve her mesajında bu uyum göze çarpmaktadır.

Bundan sonra surenin akışı ve vurgusu yeni gelen bölümdeki hikayelerin havası ile uyum sağlasın diye biraz yumuşamaktadır. Burada Hz. Musa ile Firavun arasında geçen olaylar ve bu zorba adamın azdığında ne tür bir sona hazırlandığı, nasıl bir sonla karşılaştığı dile getirilmektedir.



15- Musa'nın haberi sana geldi mi?

16- Tiva'da, kutsal bir vadide, Rabbi ona şöyle hitab etmişti:

17- "Firavuna git çünkü o azdı.

18- Ona de ki: `Arınmağa niyetin var mı?

19- Rabbine giden yolu göstereyim ki O'na saygı duyup korkasın."

20- Bunun üzerine ona en büyük mucizeyi gösterdi.

21- Fakat o Musa'yı yalanladı, karşı geldi.

22- Sonra sırtını döndü; çalışmağa koyuldu.

23- Adamların: toplayıp seslendi:

24- "Sizin en yüce Rabbiniz benim" dedi.

25- Allah bunun üzerine onu dünya ve ahiret azabına uğrattı.

26- Doğrusu bunda .Allah'tan korkan kimseye ders vardır.

Hz. Musa'nın kıssası Kur'an'da en çok ve en detaylı biçimde geçen bir kıssadır. Daha önce birçok surede geçmiştir. Çeşitli halkalar yer almış ve bunlar çeşitli üsluplarla ortaya konmuştur. Bu halkaların ve üslupların herbiri içinde yer aldıkları surelerin akışı ile uyum sağlamış ve Kur'an'ın kıssaları sergileme ve aktarma metoduna bağlı olarak anlatım içindeki amaca ve hedefe doğrudan katkıda bulunmuşlardır.

Burada Hz. Musa'nın kıssası özlü bir şekilde ve hızlı bir anlatımla verilmektedir. Hz. Musa'ya kutsal vadide seslenilmesinden Firavun'un cezalandırılmasına kadar geçen olaylara kısaca yer verilmektedir. Bu dünyadaki cezalandırılmasının yanında ahiretteki cezalandırılmasından da söz edilmektedir. Böylece surenin asıl konusu ile yani ahiret gerçeği ile bütünleşmektedir. Hikayenin bu uzun zaman dilimi içinde gerçekleşen bölümü birkaç kısa ayette hızlı bir anlatımla verilmektedir ki surenin yapısına ve ana konusuna uyum sağlasın.

Hızlı bir anlatımla geçilen bu kısa ayetler hikayenin değişik yönlerini ve sahnelerini içermektedir.

Bölüm Hz. Peygambere yöneltilen bir soru ile başlamaktadır:

"Musa'nın haberi sana geldi mi?"

Bu kalpleri ve algıları uyanık tutarak hikayeyi dinlemeye hazırlamak için sorulmuş bir sorudur.

Ayrıca belirttiği hikayeyi ana hatlarıyla sergilemeye başlamaktadır. Böylece onun gerçekliğini telkin ederek onun yaşanmış gerçek bir olay olduğuna işaret etmektedir. Önce seslenme ve çağırma sahnesiyle başlamaktadır: "Hani Rabbi ona kutsal bir vadi olan Tuva'da şöyle seslenmişti." Tuva tercih edilen görüşe göre vadinin adıdır. Burası Hicaz'ın kuzeyindeki, Medyen bölgesine göre Tur dağının sağ tarafıdır.

Seslenme anı gerçekten dehşet verici, yüce bir andır. Ayrıca insanı Hayretler içinde bırakmaktadır. Yüce Allah'ın bizzat kendisinin kullarından birine seslenmesi gerçekten dehşet vericidir. insanların kullandıkları sözcüklerle anlatılamaz. Bu yüce ilahlığın sırlarından olduğu gibi Allah'ın bu insana yerleştirdiği oluşumun sırlarından biridir de. İnsan bu sır ile o yüce çağrıyı algılayabilmektedir. Bu konuda söyleyebileceğimiz en son söz budur. İnsanın kavrayış ve akli donanımı bu konuda kendi başına bilgi elde etmek imkanına sahip değildir. Belirlenen çizgide durmalıdır. Allah bunu açıklayana kadar... İnsan Allah'ın bildirmesi ile bu sırlardan zevk alacaktır.

Başka yerlerde kıssanın bu bölümünde Hz. Musa ile Rabbi arasında geçen bu diyalog hayli geniş anlatılmıştır. Buradâ ise olaylara kısaca değinilmekte ve hızlı dokunuşlara yer verilmektedir. Bu nedenle kutsal bir vadi olan Tuva'da seslenme sözkonusu edildikten hemen sonra yüce Allah'ın Hz. Musa'ya yönelik ilahi teklifine geçilmektedir:

"Firavuna git çünkü o azdı. Ona de ki: Arınmağa niyetin var mı?"

Azgınlık, olmaması ve devam etmemesi gereken kötü bir haldir. Tiksindirici bir iştir. Yeryüzünün düzenini bozar. Allah'ın rızasına aykırıdır. O'nun hoşnutsuzluğuna yol açar. Bu azgınlığı önlemek için yüce Allah seçkin kullarından birini seçip görevlendirerek devreye sokmaktadır. Amaç bu kötülüğü durdurmak, bu bozgunculuğu engellemek ve bu azgınlığı durdurmaktır. Bu gerçekten çok tiksindirici bir iştir. Bu nedenle yüce Allah bizzat kendisi kullarından birine hitap ederek bu azgın adama gitmesini, onu bu İşten vazgeçirmesini istemektedir. Böylece hem dünya hem ahiret cezasına çarptırılmadan Allah onun tüm mazeretlerini de ortadan kaldırmaktadır.

"Firavuna git. Çünkü o azdı."

Sonra yüce Allah elçisine, bu azgın adama sevimli bir üslup ve gönülleri etkisi altına alan bir hitapla nasıl sesleneceğini öğretmektedir. Olur ki vazgeçer. Allah'ın gazabından ve cezasından korunur:

"Ona de ki: Arınmağa niyetin var mı? Rabbine giden yolu göstereyim ki O'na saygı duyup korkasın."

Sana Rabbinin yolunu göstereyim mi? Eğer sen Rabbini tanırsan O'nun korkusunu kalbinde hissedersin. insan Rabbinden uzaklaşmadığı sürece kesinlikle azgınlaşamaz, isyana kalkışamaz, Rabbine götüren yolu şaşırmadığı sürece kalbi katılaşmaz ve bozulmaz. Orada azgınlık ve inat barınmaz.

Sesleniş ve davet sahnesinde bunlar vardı. Bunun hemen ardından yüzleşme ve mesajı iletme sahnesi yer almaktadır. Surenin akışı mesajı iletme sahnesinde bunları tekrar dile getirmez. Çünkü bunlar sergilenmiştir. Bu sebepten sesleniş sahnesinden sonrasını atlayarak yüzleşme sahnesinde mesajın metnini kısa tutmaktadır. Ardından perde kapanarak görüşmeden sonra açılmaktadır.

"Bunun üzerine ona en büyük mucizeyi gösterdi. fakat o Musa'yı yalanladı, karşı geldi."

Hz. Musa iletmekle yükümlü olduğu mesajı Rabbinin kendisine telkin edip öğrettiği üslupla tebliğ etti. Fakat bu güzel, sevimli üslup dahi Rabbinin bilgisinden, marifetinden tamamen uzaklaşmış azgının kalbini yumuşatamadı. Bunun üzerine Hz. Musa ona büyük mucizeyi gösterdi. Kur'an'ın başka yerlerinde geçtiği gibi ona yılana dönüşen asa ve bembeyaz el mucizelerini gösterdi: "Fakat o yalanladı ve karşı geldi." Böylece yalanlama ve karşı gelme eylemi ile görüşme ve mesajı iletme sahnesi kısa ve özlü bir şekilde sona erdi.

Şimdi başka bir sahneye geçilmektedir. Bu sahne de Firavun Hz. Musa'ya tavır koymakta ve büyü ile gerçek arasında bir mücadeleye girişmeleri için büyücüleri toplamakla uğraşmaktadır. Çünkü burada o Hakka ve doğru yola teslim olmayı kendine yedirememektedir.

"Sonra sırtını döndü, çalışmaya koyuldu. Adamlarını toplayıp seslendi: `Sizin en yüce Rabbiniz benim' dedi.

Surenin akışı içinde bu azgın ve inkarcı adamın sözü hemen verilmektedir. Çalışması, büyücüleri toplaması ve bunların detaylarına ilişkin çabası kısaca geçilmektedir. Dönüp gitmiş, tuzağa ve çalışmaya koyulmuştur. Sihirbazları ve kitleleri toplamış, ardından gurur ve cahillik dolu, azgınlık ve taşkınlıkla yoğrulmuş sözünü söyleyivermiştir:

"Ben sizin en yüce Rabbinizim."

Bu azgın iktidar sahibi, halkının cahilliğinden, kendisine boyun eğişinden ve bağlanışından destek olarak bu sözü söyleyebilmiştir. Zalim iktidar sahiplerini, kitlelerin cahilliği, zilleti, itaati ve bağlılığı kadar hiçbir şey aldatamaz. Aslında bunlar bir kişiden başka birşey değildir. Gerçekte ne bir güçleri, ne de bir otoriteleri vardır. Ancak cahil ve itaatkâr kitleler eğilirse onlar da sırtlarına binerler. Onlar boyunlarını uzatır zalimler de onların yularından tutarlar. Kitleler başlarını eğer, tağutlar da onların üzerlerine çıkarlar. izzet ve onura ilişkin haklarından vazgeçerler. Sonuçta bu azınlığı azdırırlar.

Kitleler bunu bir taraftan aldandıkları için bir taraftan da korktukları için böyle yaparlar. Bu korku ise kuruntudan başka kaynağı olmayan bir korkudur. Sadece bir tek şahıstan ibaret olan zalim iktidar sahibinin binlerce, milyonlarca insandan daha güçlü olması mümkün değildir. Yeter ki bu binler ve milyonlar, insanlıklarının, onurlarının, şereflerinin ve özgürlüklerinin bilincinde olsunlar. Aslında bu binlerin içindeki tek bir fert, kuvvet açısından azgın iktidar sahibine denktir. Fakat zalim iktidar sahibi onu aldatır. Kendisine sahip olduğu imajını verir. Onurlu bir toplulukta herhangi bir ferdin azgınlaşması mümkün değildir. Rabbini tanıyan, O'na iman eden, bilinçli, iyi bir topluluğun içinde bir ferdin zorbalık yapması asla mümkün değildir. Ayrıca kendilerine zarar verme ve yol gösterme imkanına sahip olmayan, Allah'ın yarattıklarından birine kulluk yapmayı reddeden bir topluluk içinde bir kişinin azgınlaşması mümkün değildir.

Firavun, toplumunun cahilliğinden, zilletinden, kalplerinin imandan uzaklaşmasından cesaret alarak bu çirkinliğin ve kafirliğin sembolü olan sözü söyleme cesaretini bulmuştur. "Ben sizin en yüce Rabbinizim." O, hiçbir şeye gücü yetmiyen zayıf bir yaratık olduğunu bilen, küçücük bir sineğin aldığına bile engel olamıyacağını gören, inanmış, bilinçli ve onurlu bir toplum karşısında olsaydı asla böyle diyemezdi.

Bu hayasızca büyüklük taslama ve küstahca azgınlaşmadan sonra karşı konulmaz kuvvet harekete geçmiştir.

"Allah bunun üzerine onu dünya ve ahiret azabına uğrattı."

Burada ahiret cezası dünya cezasından önce yer almaktadır. Zira ahiretin cezası daha şiddetli ve daha süreklidir. Azgın iktidar sahiplerini ve isyan edenleri bütün şiddeti ve sonsuzluğu ile yakalayacak olan gerçek ceza budur çünkü. Ayrıca burada surenin akışı içinde en uygun gelecek ceza da budur. Çünkü burada surenin kendisinden söz ettiği ve ana konusu haline getirdiği mesele ahirettir. Ayrıca ahiret cezası manevi yönden ana konu ve temel gerçekle uyum sağlamasının yanında söz dizimi açısından kafiyedeki musiki tonuna da en uygun düşen ifadedir.

Dünyanın cezası da şiddetli ve acımasız olmuştur. Ondan daha şiddetli ve daha katı olan ahiretin cezası nasıl olurdu acabâ? Firavun atalarından gelen köklü bir şerefe, güç ve otoriteye sahipti ve o buna rağmen böyle cezalandırılmıştı. Öyle ise mesajı yalanlayan diğerlerinin hali nice olacaktı. islamın mesajına karşı duran bu müşriklerin durumu ne olacaktı?

"Doğrusu bunda Allah'tan korkan kimseye ders vardır."

Rabbini tanıyan ve O'ndan korkan müminler, Firavun olayında anlatılmak istenen ibretleri kavrayabilir. Kalbi takva ile tanışmayan insana gelince onunla ibret arasında bir engel vardır. Onunla öğüt arasında bir perde vardır. Bu hali akıbetiyle yüzyüze gelene kadar devam eder. Allah onu hem ahirèt, hem dünya cezasına çarptırıncaya kadar sürer. Herkesin kolaylaştırılmış bir yolu, kolaylaştırılmış bir akıbeti vardır. İbret almak ise Allah'tan korkanlara mahsustur.

Kendi güçlerine güvenerek azgınlaşan bu zalimlerin akıbetlerine ilişkin açıklamadan sonra tıpkı onlar gibi kendi güçleri ile böbürlenen müşriklere dönmektedir. Onları büyük yaratılış mucizeleri ile karşı karşıya getiriyor. Evrende yer alan bu olağanüstü manzaralar insanların gücü ile kıyaslandığında gerçekten insan gücünün bir hiç olduğu ortaya çıkmaktadır.



27- Ey inkarcılar!Sizi yaratmak mı daha zordur, yoksa göğü yaratmak mı?

28- Ki Allah onu bina edip yükseltmiş ve ona şekil vermiştir.

29- Gecesini karanlık yapmıştır. Gündüzünü aydınlatmıştır.

30- Ardından yeri düzenlemiştir.

31- Suyunu ondan çıkarmış ve otlak yer meydana getirmiştir.

32- Dağları yerleştirmiştir.

33- Bunları sizin ve hayvanların geçinmesi için yapmıştır.

Bu bölüm, tartışma götürmeyecek biçimde tek cevabı bulunan bir soru ile başlıyor. "Ey inkarcılar! Sizi yaratmak mı daha zordur, yoksa göğü yaratmak mı?" Göğü! Bir şey söylemeye ve tartışmaya gerek yok! Öyleyse gök sizden daha büyük bir yapıya sahip olduğu ve onu yaratan da ondan daha çok güçlü olduğuna göre sizi kendi gücünüze güvenmeye iten sebep nedir? İşte sorunun mesajlarından biri budur. Bir yönü daha var. Bu da şudur: Dirilişinizi zor görmenize yol açan nedir? Halbuki O göğü yaratmıştır. Gök ise, sizden daha zor bir şeydir. Dirilişiniz sizin tekrar yaratılmanızdır. Sizden daha önemli ve daha zor olan göğü yaratan, sizi haydi haydi yaratabilir. Çünkü bu diğerine göre daha kolaydır.

Bu göğü yaratmak hiç şüphesiz daha zordur. "Allah onu kurmuştur." Yaratma, kuvveti ve durdurmayı bütünleştirmeyi ifade eder. Gök de aynen bunun gibi. bütünleşmiş durumdadır. Yıldızların ve hareket sistemlerinden dışarı çıkmamakta, dökülüp yıkılmamaktadır. Öyle ise o sağlam, köklü ve parçaları birbirine kenetlenmiş bir yapıdır.

"Ki Allah onu bina edip yükseltmiş ve ona şekil vermiştir." Ayet-i kerimede geçen "semk" kavramı herşeyin boyu ve yüksekliği anlamına gelir. Gök, bir uyum içinde kenetlenmiş haliyle yükseltilmiştir. İşte düzenlemede budur: "Ona şekil verdi:' Basiretini ve düşünme yeteneğini kaybetmemiş bir insan bu sınırsız ahenge rahatlıkla tanıklık eder. Bu korkunç büyüklükteki cisimlerin kenetlenmesi, etkileri ve etkilenmeleri arasında uyumun gerçek yasalarını öğrenmek bu ifadelerin anlamını genişletmekte, bu olağanüstü gerçeğin alanını, sınırsızlaştırmaktadır. insanlar kendi bilgileri ile şu anda bu yasaların ancak küçük bir kısmını anlayabilmişler ve onların karşısında Hayrete kapılmışlardır. Dehşete düşmüş, endişeye kapılmışlardır. Onları evirip, çeviren, planlayıp düzenleyen büyük bir kuvvetin varlığını kabul etmeden onları açıklamaktan aciz düşmüşlerdir. insan hiçbir dine inanmasa dahi onları yönlendiren bir kuvveti kabul etmekten başka çıkar yol bulamaz!

"Gecesini karanlık yapmıştır. Gündüzünü aydınlatmıştır."

ifadede hem ses tonu hem de mana yönünden bir sertlik bulunmakta ve bu, güç ve sertlikten söz eden konu ile bütünlük arzetmektedir. Ayet-i kerimede geçen "ağtaşa leyleha" gecesini kararttı, "ahraca duhaha" da gündüzünü aydınlattı demektir. Fakat burada kelimeler surenin akışı ile uyum sağlayacak şekilde seçilmiştir. Karanlık ve aydınlık halleri, gecede ve gündüzün ilk saatleri olan kuşlukta birbirlerini izlemektedir. Bu herkesin gördüğü bir gerçektir. Her kalb ondan etkilenir. insan bu olayların sürekli tekrar edilmesi ve alışkanlık yapması sonucu bu canlılığı göremeyebilir. Fakat Kur'an duyguları ona yöneltmekle canlılığını tekrar geri getirmektedir. Bu olay sürekli olarak yenidir. Hergün yenilenmektedir. Ona beslenilen duygu ve onun etkisiyle oluşan tepki de sürekli yenilenmektedir. Bunların gerisindeki değişmez yasalar ise aynı büyüklükte ve aynı inceliktedir. Kendilerini tanıyanları korkuya ve dehşete düşürmektedir. Bu konuya ilişkin bilgi genişledikçe tanımanın çapı büyüdükçe bu gerçeğin kalpler üzerindeki etkisi ve tesiri daha da kökleşecektir.

"Ardından yeri düzenlemiştir. Suyunu ondan çıkarmış ve otlak yer meydana getirmiştir. Dağları yerleştirmiştir."

Ayet-i kerimede geçen "dahf" kavramı yerin düzenlenmesi ve kabuğunun düzleştirilmesidir. Üzerinin yürümeye uygun hale getirilmesi, bitkilerin yeşermesine müsait bir toprağın üzerinde oluşturulmasıdır. Dağların salıverilmesi yer kabuğunun düzene kavuşması ve sıcaklık derecesinin hayata elverişli olan bu normal hale düşmesi sonucudur. Yüce Allah yerden suyunu çıkarmıştır. ister bu kaynaklardan fışkıran su olsun, isterse gökten inen yağmur suyu olsun farketmez. Zira yağmur suyu da aslında yerin kendi suyudur. Önce buharlaşmış, sonra yağmur şeklinde tekrar yere inmiştir. Ayrıca yerden otlaklar çıkaran da O'dur. Burada mera hem insanların, hem de hayvanların yediği bitkileri ifade etmektedir. Canlıların yaşamları ya doğrudan ya da dolaylı olarak ona bağlıdır.

Bunların hepsi göğün yapılmasından, gecenin karartılmasından ve gündüzün aydınlatılmasından sonra olmuştur. Modern astronomi teorileri de Kur'an'ın bu hükmünün anlamına yakın bulunmaktadır. Bu teorilere göre yeryüzü düzeltilmeden, ekine elverişli hale getirilemeden ve yerkabuğu üzerindeki yükseklikler ve düzlükler ile istikrara kavuşmadan yüz milyonlarca sene önce dünya düzeni devam edip durmuş, gece ile gündüz birbirini izlemiştir.

Kur'ana Kerim tüm bunların amacını da açıklıyor: "Bunları sizin ve hayvanların geçinmesi için yapmıştır." Böylece insanlara bir yönden Allah'ın yüce tedbirini hatırlatmış öbür yandan Allah'ın, mülkündeki yüce takdirine parmak basmıştır. Çünkü göğün bu şekilde kurulması ve yeryüzünün bu şekilde düzenlenmesi de tesadüf olarak rastgele olmamıştır. Herşey bir plana göre gelişmiştir. Yeryüzünde halifelik görevini üstlenecek insanın hesabı yapılmıştır. Çünkü insanın varlığı, gelişmesi ve ilerlemesi bu evrenin içinde özellikle güneş sistemi içinde daha özel bir anlam ile yeryüzünde uygun şartlara bağlıdır.

Kur'an-ı Kerim gerçeğin temeline ilişkin özlü, mesaj yüklü derin anlamlı işaret metoduna bağlı olarak bu yaşamaya uygun şartların birkaçını hatırlatmaktadır. Bunlar; göklerin kurulması, gecenin karaltılması, gündüzün aydınlatılması, yerin düzeltilmesi, suyunun ve merasının çıkarılması ve dağlarının salınmasıdır. Tüm bunlar, insanlar ve onların hayvanları için yapılmıştır. Bu ise herkese açık bulunan ilahi tedbir ve takdirin gerçek manzaralarından bazılarına parmak basan bir işarettir. Gözle görülen bu manzaralarla her çevrede yaşayan her insana hitap edilebilir. Bu konuda bilgi ve kültür derecesinin bir düzeyine ulaşmaya ihtiyaç yoktur. Nerede olursa olsun, insanın bu konudaki payı hak ettiğinden fazladır. İşte bu nedenle Kur'an tüm devrelerdeki ve her zaman dilimindeki bütün insanoğluna seslenerek hitabını genelleştirmektedir.

Bu düzeyin ötesinde sözkonusu büyük gerçeğin daha başka boyutları ve ufukları vardır. Bu koca evrenin özündeki takdir ve tedbir gerçeğine, bu evrenin açıkça haykırdığı tesadüfün ve gelişi güzelliğin bu işleyişten tamamen uzak olduğu gerçeğine işaret edilmektedir. Zira tesadüfün doğası bunca Hayret verici uygunlukların bir araya gelmelerini imkansızlaştırmaktadır.

Dünyanın da kendisine bağlı olduğu güneş sisteminin oluşumundaki uygunluktan başlayan bu uyum ve ahenk yüz milyonlarca yıldız kümesinin içinde gerçekten nadir rastlanan bir düzene sahiptir. Dünya da güneş sistemi içindeki yeri ve konumu açısından gezegenler içinde eşsiz bir yapıya sahiptir. İşte bu eşsiz yapı dünyayı insan hayatı için elverişli kılmaktadır. Şu ana kadar insanlar binlerle ifade edilen, bu zorunlu uygunlukların herhangi bir gezegende buluştuğunu öğrenebilmiş değiller!

"Hayat şartları bu gezgende bütünüyle gerçekleşmiştir. Uygun bir hacim normal bir uzaklık, maddenin elementlerinin hayatın hareketine elverişli bir oranda buluşup oluşması.

Uygun bir hacmin bulunması gerekmektedir. Zira gezegenin etrafını kuşatan hava atmosferinin orada kalması ondaki çekim gücüne bağlıdır.

Normal bir uzaklığın olması da şarttır. Zira güneşe yakın olan kütleler çok sıcaktır. Cisimler orada bütünlüklerini ve bağlarını koruyamazlar. Güneşe uzak olan kütleler ise çok soğuktur. Cisimler oraya giremezler.

Ayrıca hayatın hareketine ve şartlarına uygun bir biçimde elementlerin belli bir oranda buluşup oluşumlar meydana getirmesi de zorunludur. Zira bu belli oranda bitkinin yetişmesi ve buna bağlı olarak da hayatın meydana gelmesi için kaçınılmaz bir şarttır.

Dünyanın konumu hayat için vazgeçilmez olan bu şartların hepsini kendisine toplayan konumların en müsait olanıdır. Şu ana kadar tanıyabildiğimiz ve başka şeklini öğrenemediğimiz tüm şartları burada bir arada bulunmaktadır."

Bu koca evrenin özündeki tedbir ve takdir gerçeğine, yaradılışında ve evirilip çevirilmesinde insanın konumunun hesaba katılması gerçeğine dikkat çekilmesi insanın kalbini ve aklını ahiret gerçeğine, oradaki hesaba çekilme ve karşılık görme gerçeklerine güven ve teslimiyetle çevirmektedir. Evrenin yaradılışı ve insanın yaradılışı gerçekten böyle olup bunların bütünü ile tamamlanmaması ve karşılıklarını bulmaması mümkün değildir. Bu düzenin ve bu sistemin fani dünyadaki bu kısa hayat döneminin sona ermesiyle noktalanması mümkün değildir. Kötülüğün, zalimlerin ve batılın bu yeryüzünde bütün cinayetleriyle çekip gitmesi, iyiliğin, adaletin ve hakkın bu dünyada onca haksızlıklara uğrayarak geçip gitmesi sağduyu ile izah edilemez. Böyle bir ihtimal doğası itibariyle koca evrenin özündeki apaçık takdir ve tedbirin tabiatına aykırıdır. İşte bu bölümde surenin akışı içinde kéndisine temas edilen bu gerçek suredeki ana konuyu oluşturan ahiret gerçeği ile bütünleşmektedir. Kalblerde ve akıllarda bu gerçeğe bir giriş niteliğini kazanmaktadır. Ve hemen ardından tam yerinde ve zamanında "Büyük Baskın" gerçeği yer almaktadır.



34- Herşeyi bastıran o büyük felaket geldiği zaman.

35- O gün insan, neyin peşinde koşmuş olduğunu hatırlar.

36- Gören kimseler için cehennem ortaya çıkarılmıştır.

37- Artık kim azmışsa.

38- ve şu yakın hayatı yeğlemişse.

39- Onun barınağa cehennemdir.

40- Ancak kim Rabbinin huzurunda durup hesap vermekten korkmuş ve nefsini kötü heveslerden menetmişse.

41- Onun barınağı da cennettir.

Şüphesiz dünya hayatı bir yararlanmadır. Bütün evrenle, hayatın ve insanın yaratılması ile irtibatı bulunan tedbirin gereği olarak dikkatle ve sağlam biçimde takdir edilen bir yararlanma. fakat sadece bir yararlanmadır. Zamanı geldiğinde sona erecek bir yararlanma. Büyük baskın gelip çattığında herşeyin üzerini kuşatır. Her şeyin üzerini kapatır. Tüm geçici nimetlerin üzerini örter. Sağlam, takdir edilmiş düzenlenmiş evreni kuşatır. Kurulan göğü, düzeltilen yeri, salınan dağları, canlıları ve hayatı tümüyle avucuna Alır. Varolan her şeyin konumunu ve akıbetini belirler. Çünkü O, bunların hepsinden büyüktür. Bunların hepsini kuşatır ve bastırır.

İşte o zaman insan yaptığını hatırlar. Çabasını hatırlar ve gözlerinin önüne getirir. Hayatın olaylarının ve uğraşlarının kendisini gaflete düşürdüğünü ahireti unuttuğunu anlar. Hatırlar ve gözlerinin önüne getirir ama hatırlama, gözlerinin önüne getirmenin hayıflanma ve pişmanlıktan başka işe yaramadığı bir zamanda. Artık bunun ötesindeki azabı ve felaketi düşünmekten başka çaresinin kalmadığı bir sırada.

"Gören kimseler için cehennem ortaya çıkarılmıştır."

Cehennem görenlerin karşılaşacağı apaçık ve ortada olan bir gerçekliktir. "Ortaya çıkarılır." cümlesiyle daha da sertleştirilmektedir. Hem mana yönünden hem de ses tonu yönünden. Ayrıca sahneyi tüm gözlerin önünde canlandırma açısından.

Burada insanların sonları ve akıbetleri değişmekte ve ilk yaratılıştaki tedbirin ve takdirin amacı ortaya çıkmaktadır.

"Artık kim azmışsa ve şu yakın hayatı yeğlemişse, onun barınağı cehennemdir."

Ayet-i kerimede geçen "tuğyan" kavramı normal anlamından daha kapsamlı bir mana ifade etmektedir burada. Bu hakkı ve hidayeti aşıp geçen her kişinin vasfıdır. Alanı güç ve otorite sahibi olan zalim iktidar sahiplerini içermekten daha geniştir. Burada tuğyan, hidayetin sınırını aşan, dünya hayatını tercih eden, onu ahiretin önüne geçiren, yalnız dünyaya çalışan, ahiret için hiçbir hesabı olmayan her insanı kapsamaktadır. Ahiret kriteri, insanın elindeki ve vicdanındaki ölçüleri değerlendiren tek ölçüdür. Ahiret hesabı bir kenara itildiğinde veya dünya hayatı ona tercih edildiğinde elindeki bütün ölçüler altüst olur. Ölçüsündeki bütün değerlerin düzeni bozulur. Hayatındaki vicdani ve ahlaki tüm ilkeler ve prensipler yıkılır. Azgın, isyankar, haddini aşan bir insan konumuna düşer.

İşte bu adamın "Onun barınağı cehennemdir" ortaya çıkarılmış, yaklaştırılmış, gözler önüne getirilmiş her hali ile dehşet verici cehennem. Büyük baskın günü!

"Ancak kim Rabbinin huzurunda durup hesap vermekten korkmuş ve nefsini kötü heveslerden men etmişse, onun barınağı da cennettir."

Rabbinin huzuruna çıkarılma endişesi taşıyan günaha yönelemez. Beşeri zaafının baskısıyla ona yöneldiği zaman dahi bu yüce makamın endişesi onu hemen pişmanlığa, istiğfara ve tevbeye yöneltir. itaat dairesinde hareket etmeye devam eder.

Kişinin kendisini heva ve hevesten alıkoymasının yolu itaat dairesindeki noktada yoğunlaşmaktır. Çünkü heva ve heves her tür azgınlığın, zalimliğin, her tür haddi aşmanın ve her çeşit günahın itici gücüdür. Belanın esası ve kötülüğün kaynağıdır. insanın başına ne gelirse hevasından gelir. Cahilliğin tedavisi kolaydır. Fakat bilgiden sonraki heva heves, tedavisi için uzun zorlu bir mücadele gereken nefsin başbelasıdır.

Allah korkusu, azgın isteklerin şiddetli saldırılarına karşı sağlam ve muhkem bir kale durumundadır. Heva ve hevesin saldırılarına karşı bu muhkem kaleden başkası ayakta duramaz. Bu nedenle Kur'an'ın ifadesi bunların her ikisini de bir ayette topluyor. Çünkü burada konuşan, nefsin hastalığını en iyi bilen yüce yaratıcı olan Allah'tır. Tedavisini de bilen O'dur. Girintilerini ve çıkıntılarını en iyi bilen de yalnız O'dur. Heva ve hevesinin nerede gizlendiğini, gizliliklerinin ve hareketlerinin nasıl koordine edildiğini bilir.

Yüce Allah, insanı içinden taşkın arzuları hiç geçirmemekle yükümlü tutmuştur. Çünkü yüce Allah insanın buna gücünün yetmeyeceğini bilir. insanın heva ve hevesini serbest bırakmamasını, onu frenlemesini ve dizginini eline almasını istemiştir. Bu konuda korkudan destek almasını istemiştir. Ürpertici, ulu ve büyük olan Rabbinin huzuruna çıkarılma endişesidir bu. Bu çetin cihadına karşı ona cenneti ödül ve sığınak olarak vermiştir. "Onun barınağı da cennettir." Böyledir çünkü yüce Allah bu cihadın büyüklüğünü bilir. İnsanın nefsini terbiye etmede, düzeltmede ve en yüce makama yükseltmedeki değerini takdir eder.

Şüphesiz insan, bu alıkoyma, bu cihad, yükseliş ile insandır. Hiçbir insan doğasının gereği budur, yapısında bu vardır diye heva ve hevesini serbest bırakamaz. Nefsin cazibesine kapılarak alçalamaz. Çünkü insanın içine heva ve hevesin dürtülerinden etkilenme yeteneği veren Allah aynı zamanda heva ve hevesin dizginini tutma yeteneğini de vermiştir. Heva ve hevesi frenlemeyi, cazibesinden kurtulup yükselmeyi öneren de O'dur. İnsanın bu mücadelede başarı olarak çıkıp yükselmesi ve yücelmesi halinde ona mükafat ve sığınak olarak cenneti veren de O'dur.

O insana yaraşır bir hürriyet var ki, bu yüce Allah'ın insanı onurlandırmasına uygun düşmektedir. Bu hürriyet heva ve hevesin etkilerine karşı üstün gelme, şehvetin esaretinden kurtulma, dengeli, ölçülü bir şekilde hareket edip seçebilme özgürlüğünü ve insani değerleri korumaya dayanır. Bir de hayvana yakışır hürriyet vardır. Bu da insanın heva ve hevesine karşı yenilgiye uğraması, şehvetine kulluk yapması, iradelerinin dizginini elinden kaçırmasıdır. Buna insanlığını yitiren, köleleştirmiş, köleliğine hürriyetten zayıf bir maske çeken kimseden başkası Talip olmaz.

Eşyanın haki katını en güzel biçimde değerlendiren islam dininin kriterine göre alçalma ve yükselmenin en doğal seyri ve tabii süreci bu iki durumdur. Son olarak, surenin ürpertici, derin etkili ve çarpıcı son dokunuşu gelmektedir:



42- Ey Muhammed! Senden kıyametin ne zaman gelip çatacağını sorarlar.

43- Sen nerede, onun vaktini söylemek nerede?

44- Onun bilgisi Rabbine aittir.

45- Sen ancak, ondan korkacak olanları uyarırsın.

46-Onlar onu gördükleri zaman sanki dünyada bir akşam veya onun kuşluk vaktinden fazla kalmamış gibi olurlar.

Müşriklerin inatçı olanları Hz. Peygamberden kıyametin dehşeti ve olaylarına, oradaki hesaba çekilme ve yaptığının karşılığını görmeye ilişkin bir şey duyduklarında hemen bu kıyamet ne zaman kopacak? daha ne kadar var diye sorarlardı. Nitekim burada onların söyledikleri hikaye edilmektedir.

"Ne zaman gelip çatacak?" Onların sorularına cevap şudur: "Sen nerede onun vaktini söylemek nerede?" Bu, kıyametin büyüklüğünü ve dehşetini çağrıştıran bir cevaptır. Bu sorunun saçma ve tutarsız olduğunu, çocuklaşmaktan ve haddini aşmaktan kaynaklandığını ortaya koymaktadır. İşte bak Hz. Peygambere şöyle deniyor: "Sen nerede onun vaktini söylemek nerede?!" Kıyamet o kadar büyüktür ki ne sen ondan sormalısın ne de onun zamanı sana sorulmalıdır. Onun işi Rabbine havale edilmiştir. Sadece O bilir onu. O senin işin değildir. "Onun bilgisi Rabbine aittir."

Kıyametin işinin varacağı son merci O'dur. Onun zamanını da ancak O bilir. Oradaki herşeyi düzenleyen de O'dur.

"Sen ancak ondan korkacak olanları uyarırsın."

Senin görevin budur. Senin sınırların da budur. Uyarmanın kendisine fayda verdiklerini onunla uyarmalısın. Kıyametin gerçek mahiyetini kalbinde hissedecek ondan yana endişe sahibi olacak ve onun için çalışacak olan da O'dur. Takdis edilmiş güce sahibine havale edilen zamanını bekleyecek olan da O'dur.

Ardından kıyametin dehşetini ve büyüklüğünü duygularda ve düşüncelerdeki etkisiyle birlikte tasvir etmektedir. İnsanların duygularında ve değerlendirmelerinde ahireti dünya ile karşılaştırıyor.

"Onlar onu gördükleri zaman sanki dünyada bir akşam veya onun kuşluk vaktinden fazla kalmamış gibi olurlar."

Onların bu halleri kıyametin onların vicdanları üzerindeki büyük etkisinden kaynaklanıyor. Bu dehşetin yanında dünya hayatı, ömürleri, olayları, nimetleri ve eşyası basitleştirmektedir. Bunları yaşayanların kalbinde bir günün belli bir bölümü akşamı ve sabahı gibi görünmektedir.

İnsanların üzerinde çarpıştıkları ve tokuştukları bu dünya hayatı böylece dürülüp gidiyor. insanların kendisini tercih ettikleri ve uğrunda ahiretteki paylarını, nasiplerini unuttukları, onun uğrunda onca suçlar, günahlar ve zulümler işledikleri, bu hayat sona eriyor. Heva ve heveslerinin kendilerine egemen olduğu ve kendisi için yaşadıkları bu hayat, yaşayanların içlerinde dahi dürülüp gidiyor. Bizzat onlar da bu hayatın bir akşam veya sabah vaktinden öte bir şey olmadığını görüyorlar.

İşte dünya hayatı budur Kısadır. Tez gelip geçer. Basittir. Geçicidir. Değersizdir. Önemsizdir. Onlar sırf bir akşam veya sabah vakti için mi ahireti feda ediyorlar? Geçici bir ihtiras için mi karşılık ve sığınak olarak verilecek cenneti bir kenara itiyorlar?

Şüphesiz bu büyük bir aptallıktır. Görebilen gözü, işitebilen kulağı olan hiçbir insanın işlemeye asla yanaşamayacağı bir aptallıktır!

NAZİAT SÜRESİ(Muhammed GAZALİ)

"Andolsun söküp çıkaranlara. Yavaşça çekenlere. Yüzüp yüzüp gidenlere. Ya­rışıp geçenlere. Derken işi düzenleyenlere." (Nâziât: 1-5)

Sürekli yolunu ayıran, durmadan seyrine devam eden, trafik polisi olmadan yo­lunu bilen ve dünyanın sonuyla birlikte süresi dolan uzayda dönen yıldızlara yapılan bu yemini tercih eden, bunlar gözden kaybolacaktır.

"Ne zaman? O gün o sarsıntı sarsar. Ardından başka bir sarsıntı gelir." (Nâziât: 6-7)

Her şeyin dengesini bozduğu ve güçlüklerin ardarda geldiği büyük sarsıntıda yü­rekler çarpacak ve gözler bakamaz olacaktır.

Bu uyarıyı işitince müşrikler şöyle diyecek:

"Biz çukurda tekrar hayata döndürülecek miyiz?" (Nâziât: 10)

Geldiğimiz yola biz mi geri döneceğiz? Yemden hayata mı döndürüleceğiz? Bize Resul böyle diyor! Ne zaman? Biz öldükten ve imtihana çekildikten sonra:

"Öyle ise bu, ziyanh bir dönüştür." (Nâziât: 12) Hayırsız bir dönüş. Çünkü biz buna inanmıyoruz ve bunu kabul etmiyoruz.

"(Zor değil bu olay), tek bir haykırmafya bakmakta)dır. Hemen onlar uyanır­lar." (Nâziât: 33-14)

Yeniden dirilme ve ceza saatiyle kalkarlar. Çağdaş materyalist felsefeyi savunan­ların, "rahimler ortaya atmakta, yer yutmakta ve bizi ancak zaman helak etmektedir." diyen eski çöl müşriklerinden hiçbir farklılıkları yoktur.

Kendilerini diri olarak görüp hiç bir şeyin isabet etmeyeceğini düşündüklerinde im ne olabilir?

Suçluların ele başlarından olan Fir'avn'dan söz eden âyetlerin peşpeşe gelişi, fir'avunluğun hak karşısında kibirlenen ve insanları küçümseyen esastan hareket eden kamusal bir hastalık olduğu gerçeğini ortaya koymaktadır.

Yöneticiler, idareciler, sanatçılar ve çöpçülerde de olabilir.

İnsan, kendini zulümkâr egoizmle yaşatınca hakkı hak ve bâtılı bâtıl olarak göre­mez. Cehennem onların hepsinden odununu alır.

Kur'ân beşere şöyle hitap eder:

"Bu kibir ve Allah yolunda alıkoyma neden? Yaratılışça siz mi daha çetinsiniz, yoksa gök mü? (Allah) onu yaptı. Yükseklik miktarını yükseltti ve onu düzen­ledi." (Nâziât: 27-28)

İnsan -başkasına oranla- zayıf olarak yaratılmıştır. Onun kör ve azgın olması caiz olmaz. Rabbinden korkması ve annması gerekir. Başka oluşumların tasarruf yetkisi kendisine verilmişse bunu Allah'a şükür ve haklarını yerine getirme İçin kullanmalıdır.

Sûre, insan dünya hayatını âhiret hayatına beşik yapsın diye yeniden dirilme ve cezadan söz etmeye tekrar dönmüştür.

"Her şeyi bastıran o büyük felâket geldiği zaman, O gün insan, neyin peşinde koşmuş olduğunu hatırlar. Gören kimseler İçin cehennem ortaya çıkarılmıştır." (Nâziât: 34-36)

İnsanlar o gün iki türlüdür: Ya şehvetini tatmin için yaşayan ve ona tapan kişi ve­ya Allah'ın kendisini gözettiğini ve var ettiğini hissederek O'nun hakkım unutmadan Allah'a kul olan kişidir.

"Artık kim azarsa. Ve dünya hayatını tercih ederse, (onun İçin) gidilecek yer ce­hennemdir. Ama kim Rabbinin makamından korkar ve nefsi kötü heveslerden men ederse, (onun için) gidilecek yer cennettir." (Nâzİât: 37-41)

Arkadaşlarının kusurlarını araştıran ve onlarla alay edenler azmış kimselerdir. Bunlar saat(kıyamet)ten sorarlar:

"Sana (kıyamet) saat(in)den soruyorlar: Demir atması (gelip çatması) ne zaman diye. Sen nerede onun vaktini söylemek nerede? Onun son (bügis)i Rabbine aittir." (Nâziât: 42-44)

Onun ilmi sadece Allah katındadır. Ona hazırlanmadığınız sürece onun ilmi size ne sağlar? Varlık birleşme, ölüm ise İlk ve son varlıklararası hafif bir ayrılıktır. Biz buluşma gününde dünyanın değerini anlayacağız.

"Onlar onu gördükleri zaman sanki (dünyada) bir akşam veya kuşluk vaktinden fazla kalmamış gibi olurlar." (Nâziât: 46)

NAZİAT SÜRESİ(Elmalılı Hamdi YAZIR)

Burada görülüyor ki "şiddetle çekmek", "yavaşça çekmek", "yüzüp gitmek", "yarışıp geçmek" ve "iş çevirmek" gibi beş işi yapanlara yemin edilmiş, cevabı da daha sonra gelenlerden elde edilen karine ile bilindiği için zikredilmemiştir ki, "Bunlar olacak, o kıyamet ve öldükten sonra dirilme gerçekleşecek." demektir.

Bu işleri yapanların hepsi bir topluluk veya bir topluluğun sınıfları yahut

bir kısmı başka bir topluluk olarak düşünülebilirse de hepsi aslında bir kumandaya bağlı bir topluluk veya o topluluğun sınıfları olması, gelecek olan "Fakat o bir tek haykırıştır." karinesi ile daha açıktır.

Bir de görülüyor ki, bu beş fiilin ilk üçü olan "şiddetle çekmek", "yavaşça çekmek" ve "yüzüp gitmek" arasında bir sıralama gözetilmeyip "vav" bağlacıyla bağlanmış; geçmek ve iş çevirmek fiilleri ise "fâ" ile birbirlerine ve öncekilere bağlanmakla fiilde veya zikirde bir sıralama gözetilerek ifade edilmişlerdir ki, bununla bu iki fiilin öbürlerinin neticesi ve gayesi gibi olduğu anlatılmı ş demektir.

Bu beş âyetten ile âyetleri, kapsamış oldukları nâzi, ğark, nâşit ve neşt kelimelerinin lugat bakımından farklı mânâları gösteren müşterek lâfızlardan olmaları nedeniyle her biri birçok mânâ ifade etme ihtimalinden dolayı, bunları meâlde sade bir mânâ ile terceme etme imkanı yoktur. Bu nedenle bunları mümkün olabildiği kadar tefsir sûretiyle anlamaya çalışmak gerekir.

ĞARK, iğrak mânâsına mastar ismidir. İğrak, suya daldırıp boğmak, bir kabı doldurmak, dolmuş hale getirmek ve yayı şiddet ve aşırılıkla doldura doldura çekmek demektir. Bu mânâlardan hareketle, herhangi bir şeyde aşırı gitmek, uzağa gitmek mânâlarında kullanılır.

NÂZİÂT, nâzi'ler demektir. Bu kelime müteaddi (geçişli) veya lâzım (geçişsiz) olmasına göre, nezi' kökünden de nüzû kökünden de türetilmiş olabilir.

Nezi', bizim çekmek, çekip almak ve soymak kelimelerimiz gibi çeşitli mânâlara gelir:

1- Nezi', intiza' kelimesi gibi bir şeyi yerinden koparıp çekmek mânâsına gelir. Bundan, hayatı çekip almak, can almak ve can çekiştirmek mânâsına gelir ki bu hale "Halet-i nezi'= can çekişme hali" denir. Bu mânâ ile nâziât, can alan kuvvetler, melekler demek olabileceği gibi, can çekişme halinde bulunan canlar demek de olabilir.

2- Nezi', kuyudan şiddetle ko va çekmek, su çıkarmak mânâsına gelir ki, bunda "ğarkan nezi'", iyice daldırıp derinden doldurarak hızla çekmek demek olur. Bu da ta derinden çeke çeke can almak mânâsına mecaz olabilir. Bu duruma göre de nâziât, şiddetle daldıra daldıra, boğa boğa, beden l erinin dipten tırnağa ta derinliklerinden çeke çeke can alan melekler veya cihad yapan kuvvetler demek olur.

3- Nezi', yay çekmek; "ğarkan nezi'" de yayı şiddet ve aşırılıkla doldura doldura çekmek mânâsına gelir ki, buna yayı doldurmak denir. Bu mânâda nâziât, atış yapan kuvvetler, gâziler demek olur.

4- Nezi', atın başını alıp bir düzüye koşması mânâsına gelir ki, bu mânâdan nâziâtın, "Gürültü ile koşan"(Âdiyat, 100/1) âyetinde olduğu gibi atlar, biniciler ve o mânâda olan kuvvetler için kullanılması doğru olabilir. Ayrıca bu mânâdan mecaz olarak gökte doğudan batıya hareket eden yıldızlar ile de tefsir edenler olmuştur. Fakat "bir iş çevirenler", yıldızlar olamaz.

5- Nüzü', bir şeye can atmak gönül çekmek dediğimiz gibi bir şeye meyledip arzulamak; bir de bir şeyden feragat edip geri çekilmek, sıyrılıp çıkmak mânâlarına geldiğinden vatanını özleyen gurbetçiye nâzi' denildiği gibi, nâziât da bu mânâdan olarak bedenlerinden ayrılmış, bedenlerine hasret kalmış nefisler demek olabilir.

NAŞİTÂT, bu kelime neşt ve neşât kökünden türetilmiş olabilir.

1- Neşt, kuyudan kovayı kolayca ve yumuşak bir şekilde çekmek mânâsına gelir ki, bizim "tereyağından kıl çeker gibi çekmek" sözümüze benzer.

2- Neşt, bir düğümü yumuşak bir şekilde usulcacık çözmek mânâsına gelir ki, "ünşûta" denilen ve kolay çözülen ilmekli düğümü çözmek gibidir. Bu iki mânâdan nâşitât, müminlerin ruhlarını nazik ve yumuşak bir şekilde alan melekler ve rahmet melekleri denilmiştir. Tatlılıkla gönülleri kendileri ne çeken ruhlar, nefisler demek de olabilir.

3- Neşt, bir yerden bir yere çıkmak mânâsına gelir. Nitekim bir yerden bir yer giden yaban öküzüne "nâşıt" denilir. Buna benzetilmek sûretiyle nâşitât, burçtan burca giden gezegenler demek olduğu da söylenmiştir. Nâziât da yıldızlar demek olduğuna göre doğudan batıya hareketleri kendilerinin değil, zoraki mahiyette olması; bunların ise burçtan burca gidişleri kendilerinin olarak tabii mahiyette olması tarzında anlatılmış demek olur. Bu şekilde bir sonraki ây e tte geçen "sebh" de gökteki gidişleri, "sebk" ise hızlı ve yavaş hareket etmedeki farkları demek olur.

4- Neşât, bilindiği gibi, gönül hoşluğu, şenlik demektir. Bundan, "ölüm zamanında bedenden gönül hoşluğu ile çıkan mümin ruhlar" diye tefsir olunmuştur. Nitekim bu takdirde, "boğula boğula, şiddet ve azap ile çıkan kâfir ruhlar" demek olur. Sebh, suda yüzmek ve kolayca uzağa

gitmek demektir. Burada hakikat ve mecâz olarak ikinci mânâdan olacağı açıktır.

İşte bu âyetlerin içinde geçen bu kelimelerin bu şekilde birçok mânâya gelme ihtimalinden dolayı burada tefsirciler de birçok yorum nakletmişlerdir:

1- Hepsi meleklerdir: "boğa boğa, daldıra daldıra şiddetle can alan melekler", yahut "kâfirlerin canını alan azap melekleridir." Nâşitât, tatlı ve yumuşak bir şekilde can alan, müminlerin ruhlarını alan rahmet melekleridir. Sâbihât, ilâhi emir ile ufuklardan gelip giderek iş yapan veya can alırken nefislerde dalgıç gibi dalıp yüzen meleklerdir. Sâbikât, kâfirlerin ruhlarını cehenneme, müm i nlerin ruhlarını cennete götürmek için yarışıp giden meleklerdir. Müdebbirât-ı emr ise, yüce Allah'ın, âlemin düzeninde emir altına verdiği, memur kıldığı işlerde, işi yönetip idare eden melekler, yahut meleklerin elçileridir.

2- İnsanların nefisleridir: Bunun da iki ayrı yorumu vardır. Birisi, bedenlerinden ayrılan erdemli nefisler ki alışıp kaynaştıkları ve hayır kazanmak için araçları ve binitleri olan bedenlerinin şiddetle her noktasından ayrılır ve bununla beraber melekler ve ruhlar âlemine arzu v e neşe ile çıkar, orada yüzer ve sonra geçip mukaddes bölgeye gider, sonra da şeref ve kudreti nedeniyle iş yöneten melekler sırasına ve hatta onlardan ileri geçerler. Çünkü ölümden sonra ruhların bu âlemde bile nice eser ve halleri görünür. Onların manev î ve ruhî özelliklerinden istifade edilir. İkincisi, ölümden önce bir tarikata katılarak ibadet edip nefis mücadelesi vermek suretiyle içini ve dışını temizleyen ve ilâhî bilgilerde yükselen erdemli nefisler denilmiştir ki, bunlar şehevi arzularından sıyrı l ır, mukaddes âlemin hasretini çeker. Olgunluklara yükselme mertebelerinde yüzer, sonra kusurlu ve eksik nefislerin terbiyecisi ve olgunlaştırıcısı olur.

3- Gâziler veya elleri veya atları ki, elleri silahlarını doldurur çeker, oklarını, mermilerini kolayca atarlar, karada ve denizde yüzer giderler, düşmanla savaşta yarışıp ileri geçerler, sonra onların işlerini yönetirler. Bu özellikler gazilerin atlarında da düşünülebilir. Şu kadar var ki, atların iş yöneticisi olmaları, sebebiyet alakası ile mecaz o l ur. Yani atlar iş çevirip yönetmeye sebep oldukları için, mecaz olarak onlara da iş çevirici denilebilir.

Meâlden bu üç mânâ anlaşılabilir.

4- Yıldızlar denilmiştir: Fakat bunlar hakkında "iş çevirici" nitelemesini yapmak doğru olmaz. Bu, yine melekler olmalıdır.

Bunları çeşitli şekillerde düşünmek isteyenler de olmuştur. En açığı melekler veya

erdemli nefisler veya dilimizce daha kapsamlı olmak üzere kuvvetler demektir. Bunlara yemin edilerek kıyamet ve öldükten sonra dirilme olayının meydana geleceği vurgulu bir şekilde kesin olarak haber verilmiştir.

Ğarkan kelimesi, takdirinde mef'ûlü mutlak, cümlesi baştaki "en-Naziât"ın hâli, veya "bedenlerin içine batmış nefisler" mânâsında sıfat-ı müşebbehe şeklinde yorumlanarak mef'ülû bihtir. kelimeleri de mastar olarak mansuptur. kelimesi de 'ın mef'ulü olarak mansuptur.

2.

Burada görülüyor ki "şiddetle çekmek", "yavaşça çekmek", "yüzüp gitmek", "yarışıp geçmek" ve "iş çevirmek" gibi beş işi yapanlara yemin edilmiş, cevabı da daha sonra gelenlerden elde edilen karine ile bilindiği için zikredilmemiştir ki, "Bunlar olacak, o kıyamet ve öldükten sonra dirilme gerçekleşecek." demektir.

Bu işleri yapanların hepsi bir topluluk veya bir topluluğun sınıfları yahut

bir kısmı başka bir topluluk olarak düşünülebilirse de hepsi aslında bir kumandaya bağlı bir topluluk veya o topluluğun sınıfları olması, gelecek olan "Fakat o bir tek haykırıştır." karinesi ile daha açıktır.

Bir de görülüyor ki, bu beş fiilin ilk üçü olan "şiddetle çekmek", "yavaşça çekmek" ve "yüzüp gitmek" arasında bir sıralama gözetilmeyip "vav" bağlacıyla bağlanmış; geçmek ve iş çevirmek fiilleri ise "fâ" ile birbirlerine ve öncekilere bağlanmakla fiilde veya zikirde bir sıralama gözetilerek ifade edil m işlerdir ki, bununla bu iki fiilin öbürlerinin neticesi ve gayesi gibi olduğu anlatılmış demektir.

Bu beş âyetten ile âyetleri, kapsamış oldukları nâzi, ğark, nâşit ve neşt kelimelerinin lugat bakımından farklı mânâları gösteren müşterek lâfızlardan olmaları nedeniyle her biri birçok mânâ ifade etme ihtimalinden dolayı, bunları meâlde sade bir mânâ ile terceme etme imkanı yoktur. Bu nedenle bunları mümkün olabildiği kadar tefsir sûretiyle anlamaya çalışmak gerekir.

ĞARK, iğrak mânâsına mastar ismidir. İğrak, suya daldırıp boğmak, bir kabı doldurmak, dolmuş hale getirmek ve yayı şiddet ve aşırılıkla doldura doldura çekmek demektir. Bu mânâlardan hareketle, herhangi bir şeyde aşırı gitmek, uzağa gitmek mânâlarında kullanılır.

NÂZİÂT, nâzi'ler demektir. Bu kelime müteaddi (geçişli) veya lâzım (geçişsiz) olmasına göre, nezi' kökünden de nüzû kökünden de türetilmiş olabilir.

Nezi', bizim çekmek, çekip almak ve soymak kelimelerimiz gibi çeşitli mânâlara gelir:

1- Nezi', intiza' keli mesi gibi bir şeyi yerinden koparıp çekmek mânâsına gelir. Bundan, hayatı çekip almak, can almak ve can çekiştirmek mânâsına gelir ki bu hale "Halet-i nezi'= can çekişme hali" denir. Bu mânâ ile nâziât, can alan kuvvetler, melekler demek olabileceği gibi, can çekişme halinde bulunan canlar demek de olabilir.

2- Nezi', kuyudan şiddetle kova çekmek, su çıkarmak mânâsına gelir ki, bunda "ğarkan nezi'", iyice daldırıp derinden doldurarak hızla çekmek demek olur. Bu da ta derinden çeke çeke can almak mânâsına mecaz olabilir. Bu duruma göre de nâziât, şiddetle daldıra daldıra, boğa boğa, bedenlerinin dipten tırnağa ta derinliklerinden çeke çeke can alan melekler veya cihad yapan kuvvetler demek olur.

3- Nezi', yay çekmek; "ğarkan nezi'" de yayı şiddet ve aşırılıkla doldura doldura çekmek mânâsına gelir ki, buna yayı doldurmak denir. Bu mânâda nâziât, atış yapan kuvvetler, gâziler demek olur.

4- Nezi', atın başını alıp bir düzüye koşması mânâsına gelir ki, bu mânâdan nâziâtın, "Gürültü ile koşan"(Âdiyat, 100/1) âyetinde olduğu gibi atlar, biniciler ve o mânâda olan kuvvetler için kullanılması doğru olabilir. Ayrıca bu mânâdan mecaz olarak gökte doğudan batıya hareket eden yıldızlar ile de tefsir edenler olmuştur. Fakat "bir iş çevirenler", yı l dızlar olamaz.

5- Nüzü', bir şeye can atmak gönül çekmek dediğimiz gibi bir şeye meyledip arzulamak; bir de bir şeyden feragat edip geri çekilmek, sıyrılıp çıkmak mânâlarına geldiğinden vatanını özleyen gurbetçiye nâzi' denildiği gibi, nâziât da bu mânâdan olarak bedenlerinden ayrılmış, bedenlerine hasret kalmış nefisler demek olabilir.

NAŞİTÂT, bu kelime neşt ve neşât kökünden türetilmiş olabilir.

1- Neşt, kuyudan kovayı kolayca ve yumuşak bir şekilde çekmek mânâsına gelir ki, bizim "tereyağından kıl çeker gibi çekmek" sözümüze benzer.

2- Neşt, bir düğümü yumuşak bir şekilde usulcacık çözmek mânâsına gelir ki, "ünşûta" denilen ve kolay çözülen ilmekli düğümü çözmek gibidir. Bu iki mânâdan nâşitât, müminlerin ruhlarını nazik ve yumuşak bir şekilde alan melekler ve rahmet melekleri denilmiştir. Tatlılıkla gönülleri kendilerine çeken ruhlar, nefisler demek de olabilir.

3- Neşt, bir yerden bir yere çıkmak mânâsına gelir. Nitekim bir yerden bir yer giden yaban öküzüne "nâşıt" denilir. Buna benzetilmek sûretiyle nâşitât, burçtan burca giden gezegenler demek olduğu da söylenmiştir. Nâziât da yıldızlar demek olduğuna göre doğudan batıya hareketleri kendilerinin değil, zoraki mahiyette olması; bunların ise burçtan burca gidişleri kendilerinin olarak tabii mahiyette olması tarzında anlatılmış demek olur. Bu şekilde bir sonraki âyette geçen "sebh" de gökteki gidişleri, "sebk" ise hızlı ve yavaş hareket etmedeki farkları demek olur.

4- Neşât, bilindiği gibi, gönül hoşluğu, şenlik demektir. Bundan, "ölüm zamanında bedenden gönül hoşluğu ile çıkan mümin ruhlar" diye tefsir olunmuştur. Nitekim bu takdirde, "boğula boğula, şiddet ve azap ile çıkan kâfir ruhlar" demek olur. Sebh, suda yüzmek ve kolayca uzağa

gitmek demektir. Burada hakikat ve mecâz olarak ikinci mânâdan olacağı açıktır.

İşte bu âyetlerin içinde geçen bu kelimelerin bu şekilde birçok mânâya gelme ihtimalinden dolayı burada tefsirciler de birçok yorum nakletmişlerdir:

1- Hepsi meleklerdir: "boğa boğa, daldıra daldıra şiddetle can alan melekler", yahut "kâfirlerin canını alan azap melekleridir." Nâşitât, tatlı ve yumuşak bir şekilde can alan, müminlerin ruhlarını alan rahmet melekleridir. Sâbihât, ilâhi emir ile ufuklardan gelip giderek iş yapan veya can alırken nefi s lerde dalgıç gibi dalıp yüzen meleklerdir. Sâbikât, kâfirlerin ruhlarını cehenneme, müminlerin ruhlarını cennete götürmek için yarışıp giden meleklerdir. Müdebbirât-ı emr ise, yüce Allah'ın, âlemin düzeninde emir altına verdiği, memur kıldığı işlerde, işi yönetip idare eden melekler, yahut meleklerin elçileridir.

2- İnsanların nefisleridir: Bunun da iki ayrı yorumu vardır. Birisi, bedenlerinden ayrılan erdemli nefisler ki alışıp kaynaştıkları ve hayır kazanmak için araçları ve binitleri olan bedenlerinin şiddetle her noktasından ayrılır ve bununla beraber melekler ve ruhlar âlemine arzu ve neşe ile çıkar, orada yüzer ve sonra geçip mukaddes bölgeye gider, sonra da şeref ve kudreti nedeniyle iş yöneten melekler sırasına ve hatta onlardan ileri geçerler. Çünkü ölümden sonra ruhların bu âlemde bile nice eser ve halleri görünür. Onların manevî ve ruhî özelliklerinden istifade edilir. İkincisi, ölümden önce bir tarikata katılarak ibadet edip nefis mücadelesi vermek suretiyle içini ve dışını temizleyen ve ilâ h î bilgilerde yükselen erdemli nefisler denilmiştir ki, bunlar şehevi arzularından sıyrılır, mukaddes âlemin hasretini çeker. Olgunluklara yükselme mertebelerinde yüzer, sonra kusurlu ve eksik nefislerin terbiyecisi ve olgunlaştırıcısı olur.

3- Gâziler veya elleri veya atları ki, elleri silahlarını doldurur çeker, oklarını, mermilerini kolayca atarlar, karada ve denizde yüzer giderler, düşmanla savaşta yarışıp ileri geçerler, sonra onların işlerini yönetirler. Bu özellikler gazilerin atlarında da düşün ü lebilir. Şu kadar var ki, atların iş yöneticisi olmaları, sebebiyet alakası ile mecaz olur. Yani atlar iş çevirip yönetmeye sebep oldukları için, mecaz olarak onlara da iş çevirici denilebilir.

Meâlden bu üç mânâ anlaşılabilir.

4- Yıldızlar denilmiştir: Fakat bunlar hakkında "iş çevirici" nitelemesini yapmak doğru olmaz. Bu, yine melekler olmalıdır.

Bunları çeşitli şekillerde düşünmek isteyenler de olmuştur. En açığı melekler veya

erdemli nefisler veya dilimizce daha kapsamlı olmak üzere kuvvetler demektir. Bunlara yemin edilerek kıyamet ve öldükten sonra dirilme olayının meydana geleceği vurgulu bir şekilde kesin olarak haber verilmiştir.

Ğarkan kelimesi, takdirinde mef'ûlü mutlak, cümlesi baştaki "en-Naziât"ın hâli, veya "bedenlerin içine batmış nefisler" mânâsında sıfat-ı müşebbehe şeklinde yorumlanarak mef'ülû bihtir. kelimeleri de mastar olarak mansuptur. kelimesi de 'ın mef'ulü olarak mansuptur.

3.

Burada görülüyor ki "şiddetle çekmek", "yavaşça çekmek", "yüzüp gitmek", "yarışıp geçmek" ve "iş çevirmek" gibi beş işi yapanlara yemin edilmiş, cevabı da daha sonra gelenlerden elde edilen karine ile bilindiği için zikredilmemiştir ki, "Bunlar olacak, o kıyamet ve öldükten sonra dirilme gerçekleşecek." demektir.

Bu işleri yapanların hepsi bir topluluk veya bir topluluğun sınıfları yahut

bir kısmı başka bir topluluk olarak düşünülebilirse de hepsi aslında bir kumandaya bağlı bir topluluk veya o topluluğun sınıfları olması, gelecek olan "Fakat o bir tek haykırıştır." karinesi ile daha açıktır.

Bir de görülüyor ki, bu beş fiilin ilk üçü olan "şiddetle çekmek", "yavaşça çekmek" ve "yüzüp gitmek" arasında bir sıralama gözetilmeyip "vav" bağlacıyla bağlanmış; geçmek ve iş çevirmek fiilleri ise "fâ" ile birbirlerine ve öncekilere bağlanmakla fiilde veya zikirde bir sıralama gözetilerek ifade edilmişlerdir ki, bununla bu iki fiilin öbürlerinin neticesi ve gayesi gibi olduğu anlatılmış demektir.

Bu beş âyetten ile âyetleri, kapsamış oldukları nâzi, ğark, nâşit ve neşt kelimelerinin lugat bakımından farklı mânâları gösteren müşterek lâfızlardan olmaları nedeniyle her biri birçok mânâ ifade etme ihtimalinden dolayı, bunları meâlde sade bir mânâ ile terceme etme imkanı yoktur. Bu nedenle bunları mümkün o labildiği kadar tefsir sûretiyle anlamaya çalışmak gerekir.

ĞARK, iğrak mânâsına mastar ismidir. İğrak, suya daldırıp boğmak, bir kabı doldurmak, dolmuş hale getirmek ve yayı şiddet ve aşırılıkla doldura doldura çekmek demektir. Bu mânâlardan hareketle, herhangi bir şeyde aşırı gitmek, uzağa gitmek mânâlarında kullanılır.

NÂZİÂT, nâzi'ler demektir. Bu kelime müteaddi (geçişli) veya lâzım (geçişsiz) olmasına göre, nezi' kökünden de nüzû kökünden de türetilmiş olabilir.

Nezi', bizim çekmek, çek ip almak ve soymak kelimelerimiz gibi çeşitli mânâlara gelir:

1- Nezi', intiza' kelimesi gibi bir şeyi yerinden koparıp çekmek mânâsına gelir. Bundan, hayatı çekip almak, can almak ve can çekiştirmek mânâsına gelir ki bu hale "Halet-i nezi'= can çekişme hali" denir. Bu mânâ ile nâziât, can alan kuvvetler, melekler demek olabileceği gibi, can çekişme halinde bulunan canlar demek de olabilir.

2- Nezi', kuyudan şiddetle kova çekmek, su çıkarmak mânâsına gelir ki, bunda "ğarkan nezi'", iyice daldırıp derinden doldurarak hızla çekmek demek olur. Bu da ta derinden çeke çeke can almak mânâsına mecaz olabilir. Bu duruma göre de nâziât, şiddetle daldıra daldıra, boğa boğa, bedenlerinin dipten tırnağa ta derinliklerinden çeke çeke can alan melekler veya cih ad yapan kuvvetler demek olur.

3- Nezi', yay çekmek; "ğarkan nezi'" de yayı şiddet ve aşırılıkla doldura doldura çekmek mânâsına gelir ki, buna yayı doldurmak denir. Bu mânâda nâziât, atış yapan kuvvetler, gâziler demek olur.

4- Nezi', atın başını alıp bir düzüye koşması mânâsına gelir ki, bu mânâdan nâziâtın, "Gürültü ile koşan"(Âdiyat, 100/1) âyetinde olduğu gibi atlar, biniciler ve o mânâda olan kuvvetler için kullanılması doğru olabilir. Ayrıca bu mânâdan mecaz olarak gökte doğudan batıya hareket eden yıldızlar ile de tefsir edenler olmuştur. Fakat "bir iş çevirenler", yıldızlar olamaz.

5- Nüzü', bir şeye can atmak gönül çekmek dediğimiz gibi bir şeye meyledip arzulamak; bir de bir şeyden feragat edip geri çekilmek, sıyrılıp çıkmak mânâlarına geldiğinden vatanını özleyen gurbetçiye nâzi' denildiği gibi, nâziât da bu mânâdan olarak bedenlerinden ayrılmış, bedenlerine hasret kalmış nefisler demek olabilir.

NAŞİTÂT, bu kelime neşt ve neşât kökünden türetilmiş olabilir.

1- Neşt, kuyudan kovayı kolayca ve yumuşak bir şekilde çekmek mânâsına gelir ki, bizim "tereyağından kıl çeker gibi çekmek" sözümüze benzer.

2- Neşt, bir düğümü yumuşak bir şekilde usulcacık çözmek mânâsına gelir ki, "ünşûta" denilen ve kolay çözülen ilmekli düğümü çözmek gibidir. Bu iki mânâdan nâşitât, müminlerin ruhlarını nazik ve yumuşak bir şekilde alan melekler ve rahmet melekleri denilmiştir. Tatlılıkla gönülleri kendilerine çeken ruhlar, nefisler demek de olabilir.

3- Neşt, bir yerden bir yere çıkmak mânâsına gelir. Nitekim bir yerden bir yer giden yaban öküzüne "nâşıt" denilir. Buna benzetilmek sûretiyle nâşitât, burçtan burca giden gezegenler demek olduğu da söylenmiştir. Nâziât da yıldızlar demek olduğuna göre doğudan batıya hareketleri kendi l erinin değil, zoraki mahiyette olması; bunların ise burçtan burca gidişleri kendilerinin olarak tabii mahiyette olması tarzında anlatılmış demek olur. Bu şekilde bir sonraki âyette geçen "sebh" de gökteki gidişleri, "sebk" ise hızlı ve yavaş hareket etmed e ki farkları demek olur.

4- Neşât, bilindiği gibi, gönül hoşluğu, şenlik demektir. Bundan, "ölüm zamanında bedenden gönül hoşluğu ile çıkan mümin ruhlar" diye tefsir olunmuştur. Nitekim bu takdirde, "boğula boğula, şiddet ve azap ile çıkan kâfir ruhlar" demek olur. Sebh, suda yüzmek ve kolayca uzağa

gitmek demektir. Burada hakikat ve mecâz olarak ikinci mânâdan olacağı açıktır.

İşte bu âyetlerin içinde geçen bu kelimelerin bu şekilde birçok mânâya gelme ihtimalinden dolayı burada tefsirciler de birçok yorum nakletmişlerdir:

1- Hepsi meleklerdir: "boğa boğa, daldıra daldıra şiddetle can alan melekler", yahut "kâfirlerin canını alan azap melekleridir." Nâşitât, tatlı ve yumuşak bir şekilde can alan, müminlerin ruhlarını alan rahmet melekleridir. Sâbihât, ilâhi emir ile ufuklardan gelip giderek iş yapan veya can alırken nefislerde dalgıç gibi dalıp yüzen meleklerdir. Sâbikât, kâfirlerin ruhlarını cehenneme, müminlerin ruhlarını cennete götürmek için yarışıp giden meleklerdir. Müdebbirât-ı emr ise, yüce Allah'ın, âlemin düzeninde emir altına verdiği, memur kıldığı işlerde, işi yönetip idare eden melekler, yahut meleklerin elçileridir.

2- İnsanların nefisleridir: Bunun da iki ayrı yorumu vardır. Birisi, bedenlerinden ayrılan erdemli nefisler ki alışıp kaynaştıkları ve hayır kazanmak için araçları ve binitleri olan bedenlerinin şiddetle her noktasından ayrılır ve bununla beraber melekler ve ruhlar âlemine arzu ve neşe ile çıkar, orada yüzer ve sonra geçip mukaddes bölgeye gider, sonra da şeref ve kudreti nedeniyle iş yöneten melekler sırasına ve hatta onlardan ileri geçerler. Çünkü ölümden sonra ruhların bu âlemde bile nice eser ve halleri görünür. Onların manevî ve ruhî özelliklerinden istifade edilir. İkincisi, ölümden önce bir tarikata k atılarak ibadet edip nefis mücadelesi vermek suretiyle içini ve dışını temizleyen ve ilâhî bilgilerde yükselen erdemli nefisler denilmiştir ki, bunlar şehevi arzularından sıyrılır, mukaddes âlemin hasretini çeker. Olgunluklara yükselme mertebelerinde yüze r, sonra kusurlu ve eksik nefislerin terbiyecisi ve olgunlaştırıcısı olur.

3- Gâziler veya elleri veya atları ki, elleri silahlarını doldurur çeker, oklarını, mermilerini kolayca atarlar, karada ve denizde yüzer giderler, düşmanla savaşta yarışıp ileri geçerler, sonra onların işlerini yönetirler. Bu özellikler gazilerin atlarında da düşünülebilir. Şu kadar var ki, atların iş yöneticisi olmaları, sebebiyet alakası ile mecaz olur. Yani atlar iş çevirip yönetmeye sebep oldukları için, mecaz olarak onlara d a iş çevirici denilebilir.

Meâlden bu üç mânâ anlaşılabilir.

4- Yıldızlar denilmiştir: Fakat bunlar hakkında "iş çevirici" nitelemesini yapmak doğru olmaz. Bu, yine melekler olmalıdır.

Bunları çeşitli şekillerde düşünmek isteyenler de olmuşt ur. En açığı melekler veya

erdemli nefisler veya dilimizce daha kapsamlı olmak üzere kuvvetler demektir. Bunlara yemin edilerek kıyamet ve öldükten sonra dirilme olayının meydana geleceği vurgulu bir şekilde kesin olarak haber verilmiştir.

Ğarkan kelimesi, takdirinde mef'ûlü mutlak, cümlesi baştaki "en-Naziât"ın hâli, veya "bedenlerin içine batmış nefisler" mânâsında sıfat-ı müşebbehe şeklinde yorumlanarak mef'ülû bihtir. kelimeleri de mastar olarak mansuptur. kelimesi de 'ın mef'ulü olarak mansuptur.

4.

Burada görülüyor ki "şiddetle çekmek", "yavaşça çekmek", "yüzüp gitmek", "yarışıp geçmek" ve "iş çevirmek" gibi beş işi yapanlara yemin edilmiş, cevabı da daha sonra gelenlerden elde edilen karine ile bilindiği için zikredilmemiştir ki, "Bunlar olacak, o kıyamet ve öldükten sonra dirilme gerçekleşecek." demektir.

Bu işleri yapanların hepsi bir topluluk veya bir topluluğun sınıfları yahut

bir kısmı başka bir topluluk olarak düşünülebilirse de hepsi aslında bir kumandaya bağlı bir topluluk veya o topluluğun sınıfları olması, gelecek olan "Fakat o bir tek haykırıştır." karinesi ile daha açıktır.

Bir de görülüyor ki, bu beş fiilin ilk üçü olan "şiddetle çekmek", "yavaşça çekmek" ve "yüzüp gitmek" arasında bir sıralama gözetilmeyip "vav" bağlacıyla bağlanmış; geçmek ve iş çevirmek fiilleri ise "fâ" ile birbirlerine ve öncekilere bağlanmakla fiilde veya zikirde bir sıralama gözetilerek ifade edilmişlerdir ki, bununla bu iki fiilin öbürlerinin neticesi ve gayesi gibi olduğu a nlatılmış demektir.

Bu beş âyetten ile âyetleri, kapsamış oldukları nâzi, ğark, nâşit ve neşt kelimelerinin lugat bakımından farklı mânâları gösteren müşterek lâfızlardan olmaları nedeniyle her biri birçok mânâ ifade etme ihtimalinden dolayı, bunları meâlde sade bir mânâ ile terceme etme imkanı yoktur. Bu nedenle bunları mümkün olabildiği kadar tefsir sûretiyle anlamaya çalışmak gerekir.

ĞARK, iğrak mânâsına mastar ismidir. İğrak, suya daldırıp boğmak, bir kabı doldurmak, dolmuş hale getirmek ve yayı şiddet ve aşırılıkla doldura doldura çekmek demektir. Bu mânâlardan hareketle, herhangi bir şeyde aşırı gitmek, uzağa gitmek mânâlarında kullanılır.

NÂZİÂT, nâzi'ler demektir. Bu kelime müteaddi (geçişli) veya lâzım (geçişsiz) olmasına göre, nezi' kökünden de nüzû kökünden de türetilmiş olabilir.

Nezi', bizim çekmek, çekip almak ve soymak kelimelerimiz gibi çeşitli mânâlara gelir:

1- Nezi', intiza' kelimesi gibi bir şeyi yerinden koparıp çekmek mânâsına gelir. Bundan, hayatı çekip almak, can almak ve can çekiştirmek mânâsına gelir ki bu hale "Halet-i nezi'= can çekişme hali" denir. Bu mânâ ile nâziât, can alan kuvvetler, melekler demek olabileceği gibi, can çekişme halinde bulunan canlar demek de olabilir.

2- Nezi', kuyudan şiddetle kova çekmek, su çıkarmak mânâsına gelir ki, bunda "ğarkan nezi'", iyice daldırıp derinden doldurarak hızla çekmek demek olur. Bu da ta derinden çeke çeke can almak mânâsına mecaz olabilir. Bu duruma göre de nâziât, şiddetle daldıra daldıra, boğa boğa, bedenlerinin dipten tırnağa ta derinliklerinden çeke çeke can alan melekler veya cihad yapan kuvvetler demek olur.

3- Nezi', yay çekmek; "ğarkan nezi'" de yayı şiddet ve aşırılıkla doldura doldura çekmek mânâsına gelir ki, buna yayı doldurmak denir. Bu mânâda nâziât, atış yapan kuvvetler, gâziler demek olur.

4- Nezi', atın başını alıp bir düzüye koşması mânâsına gelir ki, bu mânâdan nâziâtın, "Gürültü ile koşan"(Âdiyat, 100/1) âyetinde olduğu gibi atlar, biniciler ve o mânâda olan kuvvetler için kullanılması doğru olabilir. Ayrıca bu mânâdan mecaz olarak gökte doğudan batıya hareket eden yıldızlar ile de tefsir edenler olmuştur. Fakat "bir iş çevirenler", yıldızlar olamaz.

5- Nüzü', bir şeye can atmak gönül çekmek dediğimiz gibi bir şeye meyledip arzulamak; bir de bir şeyden feragat edip geri çekilmek, sıyrılıp çıkmak mânâlarına geldiğinden vatanını özleyen gurbetçiye nâzi' denildiği gibi, nâziât da bu mânâdan olarak bedenlerinden ayrılmış, bedenlerine hasret kalmış nefisler demek olabilir.

NAŞİTÂT, bu kelime neşt ve neşât kökünden türetilmiş olabilir.

1- Neşt, kuyudan kovayı kolayca ve yumuşak bir şekilde çekmek mânâsına gelir ki, bizim "tereyağından kıl çeker gibi çekmek" sözümüze benzer.

2- Neşt, bir düğümü yumuşak bir şekilde usulcacık çözmek mânâsına gelir ki, "ünşûta" denilen ve kolay çözülen ilmekli düğümü çözmek gibidir. Bu iki mânâdan nâşitât, müminlerin ruhlarını nazik ve yumuşak bir şekilde alan melekler ve rahmet melekleri denilmiştir. Tatlılıkla gönülleri kendilerine çeken ruhlar, nefisler demek de olabilir.

3- Neşt, bir yerden bir yere çıkmak mânâsına gelir. Nitekim bir yerden bir yer giden yaban öküzüne "nâşıt" denilir. Buna benzetilmek sûretiyle nâşitât, burçtan burca giden gezegenler demek olduğu da söylenmiştir. Nâziât da yıldızlar demek olduğuna göre doğudan batıya hareketleri kendilerinin değil, zoraki mahiyette olması; bunların ise burçtan burca gidişleri kendilerinin olarak tabii mahiyette olması tarzında anlatılmış demek olur. Bu şekilde bir s o nraki âyette geçen "sebh" de gökteki gidişleri, "sebk" ise hızlı ve yavaş hareket etmedeki farkları demek olur.

4- Neşât, bilindiği gibi, gönül hoşluğu, şenlik demektir. Bundan, "ölüm zamanında bedenden gönül hoşluğu ile çıkan mümin ruhlar" diye tefsir olunmuştur. Nitekim bu takdirde, "boğula boğula, şiddet ve azap ile çıkan kâfir ruhlar" demek olur. Sebh, suda yüzmek ve kolayca uzağa

gitmek demektir. Burada hakikat ve mecâz olarak ikinci mânâdan olacağı açıktır.

İşte bu âyetlerin içinde geçen bu kelimelerin bu şekilde birçok mânâya gelme ihtimalinden dolayı burada tefsirciler de birçok yorum nakletmişlerdir:

1- Hepsi meleklerdir: "boğa boğa, daldıra daldıra şiddetle can alan melekler", yahut "kâfirlerin canını alan azap melekleridir." Nâşitât, tatlı ve yumuşak bir şekilde can alan, müminlerin ruhlarını alan rahmet melekleridir. Sâbihât, ilâhi emir ile ufuklardan gelip giderek iş yapan veya can alırken nefislerde dalgıç gibi dalıp yüzen meleklerdir. Sâbikât, kâfirlerin ruhlarını cehen n eme, müminlerin ruhlarını cennete götürmek için yarışıp giden meleklerdir. Müdebbirât-ı emr ise, yüce Allah'ın, âlemin düzeninde emir altına verdiği, memur kıldığı işlerde, işi yönetip idare eden melekler, yahut meleklerin elçileridir.

2- İnsanların nefisleridir: Bunun da iki ayrı yorumu vardır. Birisi, bedenlerinden ayrılan erdemli nefisler ki alışıp kaynaştıkları ve hayır kazanmak için araçları ve binitleri olan bedenlerinin şiddetle her noktasından ayrılır ve bununla beraber melekler ve ruhlar âlem i ne arzu ve neşe ile çıkar, orada yüzer ve sonra geçip mukaddes bölgeye gider, sonra da şeref ve kudreti nedeniyle iş yöneten melekler sırasına ve hatta onlardan ileri geçerler. Çünkü ölümden sonra ruhların bu âlemde bile nice eser ve halleri görünür. Onla r ın manevî ve ruhî özelliklerinden istifade edilir. İkincisi, ölümden önce bir tarikata katılarak ibadet edip nefis mücadelesi vermek suretiyle içini ve dışını temizleyen ve ilâhî bilgilerde yükselen erdemli nefisler denilmiştir ki, bunlar şehevi arzuların d an sıyrılır, mukaddes âlemin hasretini çeker. Olgunluklara yükselme mertebelerinde yüzer, sonra kusurlu ve eksik nefislerin terbiyecisi ve olgunlaştırıcısı olur.

3- Gâziler veya elleri veya atları ki, elleri silahlarını doldurur çeker, oklarını, mermilerini kolayca atarlar, karada ve denizde yüzer giderler, düşmanla savaşta yarışıp ileri geçerler, sonra onların işlerini yönetirler. Bu özellikler gazilerin atlarında da düşünülebilir. Şu kadar var ki, atların iş yöneticisi olmaları, sebebiyet alakası il e mecaz olur. Yani atlar iş çevirip yönetmeye sebep oldukları için, mecaz olarak onlara da iş çevirici denilebilir.

Meâlden bu üç mânâ anlaşılabilir.

4- Yıldızlar denilmiştir: Fakat bunlar hakkında "iş çevirici" nitelemesini yapmak doğru olmaz. Bu, yine melekler olmalıdır.

Bunları çeşitli şekillerde düşünmek isteyenler de olmuştur. En açığı melekler veya

erdemli nefisler veya dilimizce daha kapsamlı olmak üzere kuvvetler demektir. Bunlara yemin edilerek kıyamet ve öldükten sonra dirilme olayının meydana geleceği vurgulu bir şekilde kesin olarak haber verilmiştir.

Ğarkan kelimesi, takdirinde mef'ûlü mutlak, cümlesi baştaki "en-Naziât"ın hâli, veya "bedenlerin içine batmış nefisler" mânâsında sıfat-ı müşebbehe şeklinde yorumlanarak mef'ülû bihtir. kelimeleri de mastar olarak mansuptur. kelimesi de 'ın mef'ulü olarak mansuptur.

5.

Burada görülüyor ki "şiddetle çekmek", "yavaşça çekmek", "yüzüp gitmek", "yarışıp geçmek" ve "iş çevirmek" gibi beş işi yapanlara yemin edilmiş, cevabı da daha sonra gelenlerden elde edilen karine ile bilindiği için zikredilmemiştir ki, "Bunlar olacak, o kıyamet ve öldükten sonra dirilme gerçekleşecek." demektir.

Bu işleri yapanların hepsi bir topluluk veya bir topluluğun sınıfları yahut

bir kısmı başka bir topluluk olarak düşünülebilirse de hepsi aslında bir kumandaya bağlı bir topluluk veya o topluluğun sınıfları olması, gelecek olan "Fakat o bir tek haykırıştır." karinesi ile daha açıktır.

Bir de görülüyor ki, bu beş fiilin ilk üçü olan "şiddetle çekmek", "yavaşça çekmek" ve "yüzüp gitmek" arasında bir sıralama gözetilmeyip "vav" bağlacıyla bağlanmış; geçmek ve iş çevirmek fiilleri ise "fâ" ile birbirlerine ve öncekilere bağlanmakla fiilde veya zikirde bir sıralama gözetilerek i fade edilmişlerdir ki, bununla bu iki fiilin öbürlerinin neticesi ve gayesi gibi olduğu anlatılmış demektir.

Bu beş âyetten ile âyetleri, kapsamış oldukları nâzi, ğark, nâşit ve neşt kelimelerinin lugat bakımından farklı mânâları gösteren müşterek lâfızlardan olmaları nedeniyle her biri birçok mânâ ifade etme ihtimalinden dolayı, bunları meâlde sade bir mânâ ile terceme etme imkanı yoktur. Bu nedenle bunları mümkün olabildiği kadar tefsir sûretiyle anlamaya çalışmak gerekir.

ĞARK, iğrak mânâsına mastar ismidir. İğrak, suya daldırıp boğmak, bir kabı doldurmak, dolmuş hale getirmek ve yayı şiddet ve aşırılıkla doldura doldura çekmek demektir. Bu mânâlardan hareketle, herhangi bir şeyde aşırı gitmek, uzağa gitmek mânâlarında kullanılır.

N ÂZİÂT, nâzi'ler demektir. Bu kelime müteaddi (geçişli) veya lâzım (geçişsiz) olmasına göre, nezi' kökünden de nüzû kökünden de türetilmiş olabilir.

Nezi', bizim çekmek, çekip almak ve soymak kelimelerimiz gibi çeşitli mânâlara gelir:

1- Nezi', in tiza' kelimesi gibi bir şeyi yerinden koparıp çekmek mânâsına gelir. Bundan, hayatı çekip almak, can almak ve can çekiştirmek mânâsına gelir ki bu hale "Halet-i nezi'= can çekişme hali" denir. Bu mânâ ile nâziât, can alan kuvvetler, melekler demek olabile c eği gibi, can çekişme halinde bulunan canlar demek de olabilir.

2- Nezi', kuyudan şiddetle kova çekmek, su çıkarmak mânâsına gelir ki, bunda "ğarkan nezi'", iyice daldırıp derinden doldurarak hızla çekmek demek olur. Bu da ta derinden çeke çeke can almak mânâsına mecaz olabilir. Bu duruma göre de nâziât, şiddetle daldıra daldıra, boğa boğa, bedenlerinin dipten tırnağa ta derinliklerinden çeke çeke can alan melekler veya cihad yapan kuvvetler demek olur.

3- Nezi', yay çekmek; "ğarkan nezi'" de yayı şiddet ve aşırılıkla doldura doldura çekmek mânâsına gelir ki, buna yayı doldurmak denir. Bu mânâda nâziât, atış yapan kuvvetler, gâziler demek olur.

4- Nezi', atın başını alıp bir düzüye koşması mânâsına gelir ki, bu mânâdan nâziâtın, "Gürültü ile koşan"(Âdiyat, 100/1) âyetinde olduğu gibi atlar, biniciler ve o mânâda olan kuvvetler için kullanılması doğru olabilir. Ayrıca bu mânâdan mecaz olarak gökte doğudan batıya hareket eden yıldızlar ile de tefsir edenler olmuştur. Fakat "bir iş çevir e nler", yıldızlar olamaz.

5- Nüzü', bir şeye can atmak gönül çekmek dediğimiz gibi bir şeye meyledip arzulamak; bir de bir şeyden feragat edip geri çekilmek, sıyrılıp çıkmak mânâlarına geldiğinden vatanını özleyen gurbetçiye nâzi' denildiği gibi, nâziât da bu mânâdan olarak bedenlerinden ayrılmış, bedenlerine hasret kalmış nefisler demek olabilir.

NAŞİTÂT, bu kelime neşt ve neşât kökünden türetilmiş olabilir.

1- Neşt, kuyudan kovayı kolayca ve yumuşak bir şekilde çekmek mânâsına gelir ki, bizim "tereyağından kıl çeker gibi çekmek" sözümüze benzer.

2- Neşt, bir düğümü yumuşak bir şekilde usulcacık çözmek mânâsına gelir ki, "ünşûta" denilen ve kolay çözülen ilmekli düğümü çözmek gibidir. Bu iki mânâdan nâşitât, müminlerin ruhlarını nazik ve yumuşak bir şekilde alan melekler ve rahmet melekleri denilmiştir. Tatlılıkla gönülleri kendilerine çeken ruhlar, nefisler demek de olabilir.

3- Neşt, bir yerden bir yere çıkmak mânâsına gelir. Nitekim bir yerden bir yer giden yaban öküzüne "nâşıt" denilir. Buna benzetilmek sûretiyle nâşitât, burçtan burca giden gezegenler demek olduğu da söylenmiştir. Nâziât da yıldızlar demek olduğuna göre doğudan batıya hareketleri kendilerinin değil, zoraki mahiyette olması; bunların ise burçtan burca gidişleri ke n dilerinin olarak tabii mahiyette olması tarzında anlatılmış demek olur. Bu şekilde bir sonraki âyette geçen "sebh" de gökteki gidişleri, "sebk" ise hızlı ve yavaş hareket etmedeki farkları demek olur.

4- Neşât, bilindiği gibi, gönül hoşluğu, şenlik demektir. Bundan, "ölüm zamanında bedenden gönül hoşluğu ile çıkan mümin ruhlar" diye tefsir olunmuştur. Nitekim bu takdirde, "boğula boğula, şiddet ve azap ile çıkan kâfir ruhlar" demek olur. Sebh, suda yüzmek ve kolayca uzağa

gitmek demektir. Burada hakikat ve mecâz olarak ikinci mânâdan olacağı açıktır.

İşte bu âyetlerin içinde geçen bu kelimelerin bu şekilde birçok mânâya gelme ihtimalinden dolayı burada tefsirciler de birçok yorum nakletmişlerdir:

1- Hepsi meleklerdir: "boğa boğa, daldıra daldıra şiddetle can alan melekler", yahut "kâfirlerin canını alan azap melekleridir." Nâşitât, tatlı ve yumuşak bir şekilde can alan, müminlerin ruhlarını alan rahmet melekleridir. Sâbihât, ilâhi emir ile ufuklardan gelip giderek iş yapan veya can alırken nefislerde dalgıç gibi dalıp yüzen meleklerdir. Sâbikât, kâfirlerin ruhlarını cehenneme, müminlerin ruhlarını cennete götürmek için yarışıp giden meleklerdir. Müdebbirât-ı emr ise, yüce Allah'ın, âlemin düzeninde emir altına verdiği, memur kıldığı iş l erde, işi yönetip idare eden melekler, yahut meleklerin elçileridir.

2- İnsanların nefisleridir: Bunun da iki ayrı yorumu vardır. Birisi, bedenlerinden ayrılan erdemli nefisler ki alışıp kaynaştıkları ve hayır kazanmak için araçları ve binitleri olan bedenlerinin şiddetle her noktasından ayrılır ve bununla beraber melekler ve ruhlar âlemine arzu ve neşe ile çıkar, orada yüzer ve sonra geçip mukaddes bölgeye gider, sonra da şeref ve kudreti nedeniyle iş yöneten melekler sırasına ve hatta onlardan ileri geçerler. Çünkü ölümden sonra ruhların bu âlemde bile nice eser ve halleri görünür. Onların manevî ve ruhî özelliklerinden istifade edilir. İkincisi, ölümden önce bir tarikata katılarak ibadet edip nefis mücadelesi vermek suretiyle içini ve dışını temizle y en ve ilâhî bilgilerde yükselen erdemli nefisler denilmiştir ki, bunlar şehevi arzularından sıyrılır, mukaddes âlemin hasretini çeker. Olgunluklara yükselme mertebelerinde yüzer, sonra kusurlu ve eksik nefislerin terbiyecisi ve olgunlaştırıcısı olur.

3- Gâziler veya elleri veya atları ki, elleri silahlarını doldurur çeker, oklarını, mermilerini kolayca atarlar, karada ve denizde yüzer giderler, düşmanla savaşta yarışıp ileri geçerler, sonra onların işlerini yönetirler. Bu özellikler gazilerin atlarınd a da düşünülebilir. Şu kadar var ki, atların iş yöneticisi olmaları, sebebiyet alakası ile mecaz olur. Yani atlar iş çevirip yönetmeye sebep oldukları için, mecaz olarak onlara da iş çevirici denilebilir.

Meâlden bu üç mânâ anlaşılabilir.

4- Yıldızlar denilmiştir: Fakat bunlar hakkında "iş çevirici" nitelemesini yapmak doğru olmaz. Bu, yine melekler olmalıdır.

Bunları çeşitli şekillerde düşünmek isteyenler de olmuştur. En açığı melekler veya

erdemli nefisler veya dilimizce daha kapsamlı olmak üzere kuvvetler demektir. Bunlara yemin edilerek kıyamet ve öldükten sonra dirilme olayının meydana geleceği vurgulu bir şekilde kesin olarak haber verilmiştir.

Ğarkan kelimesi, takdirinde mef'ûlü mutlak, cümlesi baştaki "en-Naziât"ın hâli, veya "bedenlerin içine batmış nefisler" mânâsında sıfat-ı müşebbehe şeklinde yorumlanarak mef'ülû bihtir. kelimeleri de mastar olarak mansuptur. kelimesi de 'ın mef'ulü olarak mansuptur.

6. "Sarsacağı gün". Yeminin zikredilmeyen cevabı ile ilgili zaman bildiren tümleç olarak mansuptur. Yani o kıyamet ve öldükten sonra dirilme o gün olacak ki, o deprem sarsacak.

RECF, şiddetle sarsmak veya sarsılmak mânâsına müteaddî (geçişli) ve lâzım (geçişsiz) olur. Onun için Râcife; şiddetle sarsan sarsıntı, dünyayı yerinden oynatan olay, ilk üfürme, yahut o vakit şiddetle sarsılan, sarsılacak olan yeryüzü ve dağlar gibi cisimler demek olabilir.

Fiilin müteaddî (geçişli) olmasına göre verilen birinci mânâ korkutma hususunda daha beliğdir. Yani dünyayı harekete getirip (mobilizasyon) yaptıracak olan o şiddetli sarsıntı, ilk üfürme olayı olacak, âlemi seferber yapacak

7. onu ikincisi izleyecektir.

RADİFE, redîf gibi ardınca gelen, izleyen mânâsına gelir ki ilk üfürmede ard arda sarsıntılar olması gibi hareketlerin birbirini izlemesini, göğün yarılmasını ve yıldızların yayılması hallerini ifade etmiş olabilirse de, bunun ikinci üfürme olayı olması daha uygundur. Âyetlerin akışı da bunu gösterir. Demek ki, bu sarsıntıların olacağı günden m aksat, sarsıntının olmasından öldükten sonra dirilmeye kadar uzanan vakittir.

8. onu ikincisi izleyecektir.

RADİFE, redîf gibi ardınca gelen, izleyen mânâsına gelir ki ilk üfürmede ard arda sarsıntılar olması gibi hareketlerin birbirini izlemesini, göğün yarılmasını ve yıldızların yayılması hallerini ifade etmiş olabilirse de, bunun ikinci üfürme olayı olması daha uygundur. Âyetlerin akışı da bunu gösterir. Demek ki, bu sarsıntıların olacağı günden maksat, sarsıntının olmasından öldükten sonra dirilmeye kadar uzanan vakittir.

9. onu ikincisi izleyecektir.

RADİFE, redîf gibi ardınca gelen, izleyen mânâsına gelir ki ilk üfürmede ard arda sarsıntılar olması gibi hareketlerin birbirini izlemesini, göğün yarılmasını ve yıldızların yayılması hallerini ifade etmiş olabilirse de, bunun ikinci üfürme olayı olması daha uygundur. Âyetlerin akışı da bunu gösterir. Demek ki, bu sarsıntıların olacağı günden maksat, sarsıntının olmasından öldükten sonra dirilmeye kadar uzanan vakittir.

10. "Derler ki." Bu, öldükten sonra dirilmenin olacağı yemin ve vurgu ile haber verildikten sonra, inanmayan inkârcıların sözlerini hikâye eder. Yani inkârcılar bu gün dünyada şöyle diyorlar: "Biz gerisin geriye döndürülecek miyiz?".

HAFİR, HAFİRE, esasen "kazıcı" mânâsına sıfat olmakla beraber, atın tırnağına isim olmuştur. Bu münasebetle atın tırnağının kazdığı çukura, yani izine ve o suretle açılan çığıra da hafire denilir. Bu, merdıyye (razı olunmuş) mânâsına radiye (razı olan) kelimesinin kullanılmasına benzer. Yani çukur kazan, iz yapan mânâsına hafire kelimesi kullanılmış, fakat "kazılan çukur" kastedilmiştir.

Araplar'da şu iki söz darb-ı mesel olmuştur:

BİRİSİ, "geldiği yoldan dönmek"ten kinaye olur. denilir ki, "filan, geldiği yoldan döndü" demektir.

BİRİSİ de, denilir ki, "bir alışverişte alıcının ilk sözde parayı sayması" mânâsına kullanılır. Kâmus müterciminin ifadesine göre Türkçe'de, "tırnağı dibinde" denilir. Bunun aslı, Araplar'da at en kıymetli mal olduğundan, asla veresiye satılmadığı için pazarlık bitince parası derhal teslim olunmadıkça tırnağı durduğu yerden bir adım atmaz demektir. Bir de bu sözün aslı, koşuda birinci gelen atın diğerlerinden önce tırnağının son kazdığı çukur mânâsına "tırnağı dibinde h emen bahşiş verilmek" mânâsından olup, daha sonraları mutlak öncelik mânâsında kullanıldığı söylenmiştir.

İşte bu âyette bu deyimlerin ifade ettiği mânâ üzere hâfire, önceki yaratılış ve hayattan kinaye olarak mânâsı: Biz önceki halimizde hayata geri mi çevrileceğiz?" demek olur ki, bu İbnü Abbas'tan rivayet edilmiş olup tefsircilerin tercih ettiği görüştür. Bununla beraber Mücahid'den hâfire'nin, hufre gibi mahfûre yani "kazılan çukur yer" mânâsına olarak "kabir" diye rivayet edilmiş olduğu ve geri çevrilmenin âyetteki "merdûdûn" sözünden anlaşıldığı ve bu mânâ herkese daha açık geleceği için "o çukur" demeyi uygun gördük ki, "biz öldükten sonra o kabirlerde gerisin geri döndürülecek, diriltilecek miyiz?" demek olur. İkisinde de mânâ birdir. Kuşkusu z hâfire'nin mahfûre, yani "kazılmış" mânâsına olmasının bir yorum ve izahı yok değilse de, bu mânâ, lâfzın görünen mânâsına uymamaktadır. Önceki mânâ hem ince, hem de meşhur ve bilinen bir mânâdır.

11. "Ufalanmış kemikler olduğumuz zaman mı?". Bu, inkârdan sonra güya delile dayanarak bir netice çıkarma tarzında alaydır.

NEHIRE; çürümüş, ufalanmış, rüzgarla savrulur, yahut delik deşik, göz göz olmuş, rüzgar estikçe ses verir, vızıldar kemik demektir. Evvelkine "nehıre", ikinciye "nâhire' denilerek aralarında fark da gözetilmiştir. Böyle çürümüş kemiklerin hayattan uzaklığına bakıp bundan bir netice çıkarmaya çalışarak Yâsîn Sûresi'nde geçen "Bu çürümüş kemiklere kim can verecek miş?"(Yâsin, 36/78) demeleri gibi, bunu uzak ve imkansız görüp in kâr ettiler.

12. "Dediler ki": Önceki küfürlerinin bir kolu olarak diğer bir küfürlerini hikâyedir. Öyleyse o dönüş pek zararlı bir dönüştür. Zira o denildiği gibi ise, biz ona iman etmemiş, hazırlanmamış olduğumuz için bize pek

zararı dokunan bir dönüş olacaktır. Vah o vakit başımıza geleceklere vah, diye alay etmekte ileri gittiler.

13. Bütün bu sözler onu zor görmekten ileri gelen bir ihtimal vermemeden kaynaklandığı için kısaca ret ile kestirme cevap olarak buyruluyor ki:

"O b ir tek haykırıştan ibarettir". Yani onu Allah'a göre zor bir şey zannetmeyin. O bir tek haykırıştan, zorlu bir kumanda ile bir tek seslenişten ibarettir. Bir "ol" emriyle, o üfürme olur biter.

14. Derhal onlar meydanda bulunurlar.

SÂHİRE, uyanık göz ve gözlere serap görünen düpedüz açık yeryüzü, sahra, meydan demek olup burada, gözleri açılarak apaçık mahşer yerinde bulunacakları anlatılmıştır. "Musa'nın kıssası haberi sana geldi mi?" Burada Peygamber'in verdiği haberi yalanlayanların akibetl e ri hakkında ibret alınacak bir örnek ve Peygamber'e teselli vermek için anlatılmış bulunan bu kıssa Â'râf, Tâhâ, Şuâra, Kasas ve diğer sûrelerde birçok yerde her birinde farklı özelliklerle genişçe anlatılmıştır. Buradaki özelliği ise Firavun'a söylenmesi istenen "yumuşak söz"ün nasıl olacağını izah ve Firavun'un "En yüce Rabbiniz benim." taşkınlığıyla Firavunluğunun özünde bulunan mânâyı özetlemiş olmasıdır. Daha önce Kasas Sûresi'nde "Sizin için benden başka ilâh bilmedim."(Kasas, 28/38) demişti. Şua r â sûresinde de "Andolsun, benden başka bir ilâh tutarsan.."(Şuara, 26/29) demişti. Bu, diğer detayların bir özeti olmak itibariyle "sana geldi değil mi?" gibi ikrar sorusu olarak, söyleneceklerin dinlenmesine teşviktir.

15. "Rabbi ona seslend iği zaman". Bu, daha önce geçen "hadis"in, yani konuşmanın yapıldığı zamanı gösteren mef'ûl (tümleç)dür. Tefsirciler burada nidayı, diye, gizli bir nida olan münacaat ile tefsir etmişlerdir. "Mukaddes vadide". Mukaddes vadi, Şam çölünde Tur-i Sina dağının eteğinde bir vadidir: "Tuvâ."

TUVÂ, bu vadinin ismi ve onun açıklamasıdır. Önce temiz ve mübarek demek olan "mukaddes" sıfatıyla nitelenmesi ilâhî feyiz ve bereketin önce temiz kalplere geleceğine ve dolayısıyla her şeyden önce temizliğin gerekli olduğuna dikkat çekmektir. Nitekim Tâhâ Sûresi'nde "Haydi papuçlarını çıkar. Çünkü sen mukaddes Tuvâ Vadisi'ndesin."(Tâhâ, 20/12) buyrulmuştu. Bazıları bu kelimeyi "iki kez" mânâsına alarak "iki kat mukaddes kılınmış vadi" demek olduğunu söylemişler dir. Bu durumda "iki defa

takdis" mânâsında "mef'ulü mutlak" demek olup aynı hatırlatmayı te'kit (vurgu) ile yapmış olur.

16. "Rabbi ona seslendiği zaman". Bu, daha önce geçen "hadis"in, yani konuşmanın yapıldığı zamanı gösteren mef'ûl (tümleç)dür. Tefsirciler burada nidayı, diye, gizli bir nida olan münacaat ile tefsir etmişlerdir. "Mukaddes vadide". Mukaddes vadi, Şam çölünde Tur-i Sina dağının eteğinde bir vadidir: "Tuvâ."

TUVÂ, bu vadinin ismi ve onun açıklamasıdır. Önce temiz ve mübarek demek olan "mukaddes" sıfatıyla nitelenmesi ilâhî feyiz ve bereketin önce temiz kalplere geleceğine ve dolayısıyla her şeyden önce temizliğin gerekli olduğuna dikkat çekmektir. Nitekim Tâhâ Sûresi'nde "Haydi papuçlarını çıkar. Çünkü sen mukaddes T uvâ Vadisi'ndesin."(Tâhâ, 20/12) buyrulmuştu. Bazıları bu kelimeyi "iki kez" mânâsına alarak "iki kat mukaddes kılınmış vadi" demek olduğunu söylemişlerdir. Bu durumda "iki defa

takdis" mânâsında "mef'ulü mutlak" demek olup aynı hatırlatmayı te'kit (vurgu) ile yapmış olur.

17. "Rabbi ona seslendiği zaman". Bu, daha önce geçen "hadis"in, yani konuşmanın yapıldığı zamanı gösteren mef'ûl (tümleç)dür. Tefsirciler burada nidayı, diye, gizli bir nida olan münacaat ile tefsir etmişlerdir. "Mukaddes vadide". Mukaddes vadi, Şam çölünde Tur-i Sina dağının eteğinde bir vadidir: "Tuvâ."

TUVÂ, bu vadinin ismi ve onun açıklamasıdır. Önce temiz ve mübarek demek olan "mukaddes" sıfatıyla nitelenmesi ilâhî feyiz ve bereketin önce temiz kalplere geleceğine ve dolayısıyla her şeyden önce temizliğin gerekli olduğuna dikkat çekmektir. Nitekim Tâhâ Sûresi'nde "Haydi papuçlarını çıkar. Çünkü sen mukaddes Tuvâ Vadisi'ndesin."(Tâhâ, 20/12) buyrulmuştu. Bazıları bu kelimeyi "iki kez" mânâsına alarak "iki kat m ukaddes kılınmış vadi" demek olduğunu söylemişlerdir. Bu durumda "iki defa

takdis" mânâsında "mef'ulü mutlak" demek olup aynı hatırlatmayı te'kit (vurgu) ile yapmış olur.

18. Senin için bir meyil, bir arzu, bir niyet var mı?. Bu soruda sorulan mübtedâ, müteallakının söylenmesiyle yetinilmek suretiyle kendisi zikredilmeden, veya veya gibi biraz sonra gelecek olan "ilâ" edatına bağlanabilecek bir fiil takdiriyle şöyle bir mânâ ifade eder: "Nasıl, var mı bir meylin? Nasıl, var mı bir arzun, b ir niyetin? Bir meyleder veya bir, rağbet gösterir veya bir niyet besler misin? Temizlenmeye yani, inkâr ve taşkınlık kirlerinden, kötü huylardan temizlenip temiz iman ve İslâm vasıflarıyla kendini geliştirmeye? Buradaki tefa'ul babından geniş zaman olup aslı 'dır.

TEZEKKİ, temizlenmek, saf, arı, tertemiz olmak ve bereketlenip artmak mânâlarına gelir ki İslâm'ın bir mânâsıdır. Çağrı için önce bu şekilde hitabın emredilmesi, seçim ve tercihe bağlı fiilerde meyil ve niyetin şart olduğunu gösterir. Yani ister misin temizlenip bereketlenmeye doğru gidesin?

19. Ve sana, Rabbine giden yolu göstereyim, Rabb'ını tanımayı öğreteyim de korkasın. Onun öfke ve cezasından korkup ululayarak saygı duyasın. Çünkü "Allah'tan kulları içinde ancak âlimler hakkıyla korkar."(Fâtır, 35/28) Bilmeyenlerin saygısı olmaz. Saygısı olmayanlar korunmaz, her fenalığa atılır.

Bu iki âyette Tâhâ sûresinde geçen "Ona varın da yumuşak dille söyleyin. Belki dinler ve düşünür. Belki de korkar."(Tâhâ, 20/44) âyetinin bir tür açıklaması ile "yumuşak söz"ün bir izahı vardır.

20. "Ona o büyük mucizeyi gösterdi". O büyük mucize asâ'nın dirilip yılan olması mucizesidir ki, ölülerin dirilmesine ve "ol" emrinin tecelli edeceğine bir delildir. Firavun sözlü delili dinlemeyince Musa (a.s) ona bu fiilî delili gösterdi.

21. Fakat Firavun yalanladı. Söze inanmadığı gibi o büyük mucizeyi gördüğü halde de ona sihir dedi ve Musa (a.s)'nın yalan söylediğini iddia etti ve isyan etti. Allah'ı ve emrini tanımak istemedi, temizlenmeğe niyet etmek şöyle dursun "O âlemlerin Rabbi de ne oluyormuş?" diye karşılayarak inkâr ve isyan küstahlığında bulundu.

22. Sonra koşup sırtını çevirdi, yani yalan ve isyanda başarılı olamadı, bununla beraber boş da durmadı, koştu, çalıştı. Fakat mutluluğa doğru çalışmadı, mutsuzluğa doğru çalıştı. Allah'a yüz tutacak yerde ardını dönerek helake doğru tersine gitti.

23. Bunun üzerine adamlarını topladı önce sihirbazları toplayıp mağlup olduktan sonra Şuarâ sûresinde "Firavun şehirlere asker toplayıcılar gönderdi."(Şuara, 26/53) âyetiyle açıklandığı üzere şehirlere asker sevki için memurlar, asker toplayıcılar göndererek ordusunu ve adamlarını topladı da haykırdı. Benim, en yüce Rabbimiz! dedi. Kendisinden başka herhangi b i r Rabb'i kendinden aşağıda sayarak kendinin en üstün Rab, yani "Rabbu'l-erbab" (Rablerin rabbi) olduğunu iddia etmek derecesinde iddiayı ileri götürdü. Kendisine o nam ile taptırmak istedi. Önce "Sizin için benden başka ilâh bilmedim."(Kasas, 28/38) diy e rek kendisinden başka ilâh bilmediğini söylemişti. Güya araştırma ve incelemelerde bulunmak üzere "Ey Hâman! Haydi benim için çamura bir ocak yak da tuğla pişir, kule yap. Belki Musa'nın ilâhının sırrına ererim. Doğrusu ben onu yalancılardan sanıyorum." (Kasas, 28/38) demişti. Bu kez o araştırma pek boşa gitmemiş, bir Rab bulunduğunu anlatmış olduğunu ima etmekle beraber, onun kendinden yüksek olmadığını iddia edecek derecede kibir ve büyüklük taslamaya kalkmıştı.

İbnü Cerir'in Mücahid ve diğerlerinden nakline göre bu iki söz arasında kırk sene geçmişti. Burada Alûsî'nin kaydettiği vechile bazı eserlerde şöyle nakledilmiştir ki, Firavun topladığı kalabalığının içinde kalkıp hitap etmek suretiyle bir nutuk çekerek o büyük lafı etmiş, böylece ken d isini halkı yönetenlerin hepsine üstün tutmuştu.

24. Bunun üzerine adamlarını topladı önce sihirbazları toplayıp mağlup olduktan sonra Şuarâ sûresinde "Firavun şehirlere asker toplayıcılar gönderdi."(Şuara, 26/53) âyetiyle açıklandığı üzere şehirlere asker sevki için memurlar, asker toplayıcılar göndererek ordusunu ve adamlarını topladı da haykırdı. Benim, en yüce Rabbimiz! dedi. Kendisinden başka herhangi bir Rabb'i kendinden aşağıda sayarak kendinin en üstün Rab, yani "Rabbu'l-erbab" (Rableri n rabbi) olduğunu iddia etmek derecesinde iddiayı ileri götürdü. Kendisine o nam ile taptırmak istedi. Önce "Sizin için benden başka ilâh bilmedim."(Kasas, 28/38) diyerek kendisinden başka ilâh bilmediğini söylemişti. Güya araştırma ve incelemelerde bul u nmak üzere "Ey Hâman! Haydi benim için çamura bir ocak yak da tuğla pişir, kule yap. Belki Musa'nın ilâhının sırrına ererim. Doğrusu ben onu yalancılardan sanıyorum." (Kasas, 28/38) demişti. Bu kez o araştırma pek boşa gitmemiş, bir Rab bulunduğunu anl a tmış olduğunu ima etmekle beraber, onun kendinden yüksek olmadığını iddia edecek derecede kibir ve büyüklük taslamaya kalkmıştı.

İbnü Cerir'in Mücahid ve diğerlerinden nakline göre bu iki söz arasında kırk sene geçmişti. Burada Alûsî'nin kaydettiği vechile bazı eserlerde şöyle nakledilmiştir ki, Firavun topladığı kalabalığının içinde kalkıp hitap etmek suretiyle bir nutuk çekerek o büyük lafı etmiş, böylece kendisini halkı yönetenlerin hepsine üstün tutmuştu.

25. Allah da onu tuttu, Ahiret ve dünya azabıyla (herkese ibret olacak şekilde) cezalandırıverdi. Azab, ta'zib yani azap etme mânâsına geldiği gibi, nekal yani herkese ibret olan ceza da, tenkil yani herkese ibret olacak şekilde cezalandırma mânâsına mastar ismidir.

TENKİL, gören ve işitene ibret olacak, gören ve işiteni onu yapmaya sevkeden şeylerden menedecek şekilde azap edip cezalandırmaktır. Burada nekal, "Allah onu ahiret ve dünya azabıyla cezalandırdı." takdirinde mefülü mutlak, cümlesi ise hâl yerindedir. Yahut "Allah onu ahiret ve dünya cezası için tuttu, alıverdi" mânâsında fiilinin sebep bildiren mef'ûlü (tümleci) olur.

Âyette geçen "Ahiret" ve "Ûlâ" kelimelerinin görünen mânâsı bildiğimiz ahiret ve dünyadır ki, dünya cezası suda boğmakla, ahiret cezası da cehenneme

sevk ile olmuştur. Bununla beraber burada ahiret "sonraki" ve ûlâ da "evvelki" mânâsına olarak "sonrakinin ve öncekinin cezası olmak üzere tuttu alıverdi" ve sonrakinden maksat "Sizin en yüce Rabb'iniz benim." (Kasas, 28/38) sözü, evvelkinden maksat da "sizin için benden başka ilâh bilmiyorum" (Kasas, 28/38) sözü demek olduğu da İbnü Cerir tefsirinde yazılıdır.

26. Hiç şüphe yok ki bunda, bu Musa kıssasında, Firavun'un başından geçen olaylarla, herkese ibret olacak şekilde cezalandırılmasında mutlaka bir ibret var, ibret alınacak insanı uyaracak bir ders vardır. Fakat herkes için değil korkacak olan, saygısı bulunan kimseler için, ki onlar ilâhî bir lütuf olarak kâinatın sırlarını bilmek kudreti olanlardır. Yoksa duygusu olmayanlar, bir M u sa gelmiş, Firavun batmış da ne olmuş, diye bundan hiçbir istifade etmezler. İşte o öldükten sonra dirilme hakkındaki haber de böyledir.

Bu kıssadan sonra yüce Allah'ın Rabliğini, kudretinin yüksekliğini ve O'na göre yaratma ve öldükten sonra diriltmenin kolaylığını ve azgınlar hakkında ahiret azabının şiddetini anlatmak üzere inkârcılara azarlama yoluyla buyruluyor ki:

Meâl-i Şerifi

27- Yaratılışça siz mi daha çetinsiniz, yoksa gök mü? Onu Allah bina etti.

28- Tavanını yükseltti, onu bir düzene koydu.

29- Gecesini kararttı, kuşluğunu çıkardı.

30- Bundan sonra da yeryüzünü döşedi.

31- Ondan suyunu ve otlağını çıkardı.

32- Dağlarını oturttu.

33- Sizin ve hayvanlarınızın geçimi için .

34- Fakat o her şeyi bas tıran büyük felaket geldiği vakit,

35- O, insanın neyin peşinde koştuğunu anladığı gün,

36- Gören kimseler için cehennem hortlatıldığı vakit,

37- Artık her kim azgınlık etmiş,

38- Ve dünya hayatını tercih etmişse,

39- Kuşkusuz onun varacağı yer cehennemdir.

40- Kim de Rabbinin divanında durmaktan korkmuş, nefsini boş heveslerden menetmiş ise,

41- Kuşkusuz onun varacağı yer cennettir.

42- Sana o kıyameti soruyorlar, ne zaman kopacak diye.

43- Sen nerde, onu anlatmak nerde?!

44- Onun son ilmi Rabbine aittir.

45- Sen ancak ondan korkacak olanları uyarıcısın.

46- Onlar o kıyameti görecekleri gün sanki dünyada bir akşam veya kuşluğundan başka durmamışa dönecekler.

27. Ey o kendilerini yüce sanıp da Allah'ın gücünü yok saymaya kalkışan inkârcılar! Kendi iddianıza, kendi takdirinize göre şunu bir düşünün bakalım: Siz mi daha çetin, daha zorlusunuz? yaratılmak hususunda. Burada asıl mânâ ölümden sonra yeni bir yaratılışla yaratma üzerindedir. Fakat daha büyük olarak daha kapsamlı olmak üzere soru "mutlak yaratma" üzerine sorulmuştur. Yani gerek önce olsun, gerek sonra olsun mutlak olarak yaratılmak açısından siz mi daha zor ve çetinsiniz yoksa (sizden yüksek ve sizi kuşatıcı olan) gök mü?. B e lli ki o daha çetin değil mi? Çünkü siz onun içinde bir zerre demeksiniz. Öyle iken O Allah onu bina etti. BİNA, dağınık parçaları birbirlerine ekleyip bağlayarak toplamından bir bütün meydana getirmektir.

28. Gök de böyle ince ve yoğun nice madde ve cisimlerin türlü kuvvetlerle özel bir şekilde birleştirilip birbirlerine bağlanmasıyla toplamından meydana getirilmiş bir yapıdır ki onu Allah yapmıştır. Şöyle ki, Allah o göğe boyuna yükseklik vermiştir, direksiz olarak onu yükseğe kaldırmıştır.

S EMK; bir şeyin, yükseklik şeklinde ifade ettiğimiz boyu, aşağıdan yukarıya uzaması ve yüksekliğidir. Yukarıdan aşağıya düşünüldüğü takdirde buna "umk" denir. Enine, boyuna olmak üzere "kalınlık" ile de tefsir edenler olmuştur.

Sonra da onu düzledi. "Göğü yükseltti, denge kanunu koydu."(Rahmân, 55/7) âyetinin mânâsınca dengesini koyup denkleştirdi, düzene koyup düzeltti. Bundan göğün şeklinin tam küre olduğu mânâsını çıkarmak isteyenler olmuşsa da, bütün göğün genel görünümünün tam küre olduğu s a bit değildir. Bunu Allah etraflıca bilir.

29. Gecesini kararttı. fiili, gece karanlık olmak mânâsına gelen "ğatş" kökünden türetildiğine göre, gecesini karanlık etti, kararttı diye mânâ verilmiştir. Fakat bunda geceyi göğe nisbet ederek "göğün gecesi" denilmesi, içinde bulunan bazı şeylere nazaran çok az bir münasebet kabilinden olmuş olur. Çünkü göğün her tarafı gece olmaz. Bir de "ğatş" ve "ğataşân" Kâmûs'ta

zikredildiği üzere hastalıktan veya ihtiyarlıktan dolayı yavaş yavaş yürümek mânâsına gelir. Bundan, âyette geçen fiilin mastarı olan "ığtaş", yavaş yavaş yürütmek demek olacağından, gecesini derece derece giderdi demek olur. Bu ise şu çıkarma ile pek uygun düşer. Ve kuşluğunu çıkardı. Işığını çıkarıp gündüzünü yaydı.

Rağıb'tan anlaşıldığına göre "Duhâ" kelimesi aslında güneş ışığının yayılması ve gündüzün uzaması demek olup daha sonra bildiğimiz kuşluk vaktine isim olmuştur. Burada gecenin karşılığı olarak ışığın parıltısı ile mutlak gündüz mânâsına olduğu açıklanıyor. Gündüzü n meydana çıkması ise gecenin gitmesi ile uygun düşeceğinden, "geceyi kararttı" demekten çok yürüttü, giderdi demek daha çok yakışıyor. Bunda iki mânâ mümkündür:

Birisi, önceki gibi yerküreye nazaran göğün her gün ardarda gelen gecesi gündüzü olmasıdır ki, bunda yerkürenin yaratılışına ve ay ışığının giderilmesine değinilmiş olur.

Birisi de, göğün kendisinde gece yavaş yavaş, gide gide kalmamış hep gündüz olmuş olmasıdır. Bu mânâ, tam anlamıyla göğün gecesi ve göğün gündüzü şeklindeki tamlamaya da pek uygun ve ince bir mânâdır. Çünkü karanlık, esas itibarıyla, yoklukla ilgili olduğundan güneş ve diğer aydınlatıcı cisimler yaratılmazdan önce gök elbette karanlık gece halinde demek idi. Işık veren cisimler yaratılmaya başlandığından itibaren gitgi d e o gece giderilmiş ve gündüzü çıkarılmıştır. Onun için gece, yer küre ve diğer cisimlerin gölgesi düşen hudutları sahasında devam etmekle beraber, diğer gökyüzü sahası gündüz halindedir. Yerküre biraz sonra anlatılacağı için buradaki geceyi ve gündüzü, d e diğimiz gibi, göğün kendisinin gecesi ve gündüzü diye anlamak bize daha uygun görünüyor.

30. Yerküreye gelince, ondan sonra da onu yayıp döşedi. Göğü yaratıp bir nizama koyduktan ve gecesini giderip gündüzünü çıkardıktan sonra yerküreyi, üzerinde yaşama ve yerleşme imkanı olacak şekilde yayıp serdi. Yerkürenin, üzerinde yaşadığımız kabuğunu ondan sonra yaratıp döşek halinde döşedi.

DEHA , yaymak mânâsına "dahv" veya "dahy" kökündendir. Bast da döşek serer gibi yaymak, döşemektir. Bundan açıkça anlaşılan da yerkürenin kendisinin daha önce yaratılmış olmasıdır. Bakara sûresinin

"Sonra iradesini göklere yöneltti de onları yedi gök halinde nizama koydu."(Bakara, 2/29) âyetinde, aynı şekilde (Fussilet, 41/11) âyetlerinde göğün nizama konması, yerkürenin ve onun içinde bulunanların yaratılmasından sonra gibi zannedilebilirse de orada "sonra" kelimesi, zamanda sonralığı ifade etmek için değil, sözde sonra gelme derecesinden dolayı olmak lazım geleceğini buradaki "bundan sonra" sözü izah e diyor demektir. Bununla beraber burada şunu da göz önünde bulundurmak gerekir ki, İsrâ Sûresi'nde "Gece alâmetini giderdik."(İsrâ, 17/12) âyetinde geçtiği üzere İbnü Abbas'tan gelen rivayette Ay, söndürülmeden evvel Güneş gibi parlak olduğu ve o zaman o n un gece âyeti olmadığı beyan olunmuştu. Buna göre yerkürenin ilk yaratılışında ve Ay sönmeden önce yeryüzünde gece karanlığı yoktu demek olur. O halde âyeti, Ay'ın sönmesiyle yerküre üzerinde gecenin karartılmış olmasını ifade etmiş ve Ay'ın sönmesi de yerkürenin yayılmasından önce olduğunu karinesi ile anlatmış olur. Şu kadar var ki, Ay'ın ilk yaratılışı yerkürenin yaratılışından sonra olmak itibarıyla yerkürenin yaratılışından sonra da gökte bir düzenleme yapılmış demek olacağını düşünmek gerekir.

Şimdi "onu yayıp döşedi" sözünü açıklayıp tefsir ederek tamamlamak için buyruluyor ki:

31. Ondan suyunu ve otlağını çıkardı. Suyunu yarattı, kaynaklarını fışkırttı, nehirlerini akıttı, otunu, otlağını çiftliğini bitirdi.

32. Dağlarını da oturttu, yerleştirdi. İşte yerkürenin yayılıp döşenmesi, yer kabuğunun böyle yaşanabilecek ve yerleşilebilecek bir şekilde döşünmesi demektir.

33. Nitekim bu hikmet şöyle açıklığa kavuşturuluyor: Sizin ve hayvanlarınızın faydalanması, yaşaması için. Demek ki bu büyük yaratma ve kudret hikmetsiz değil; bunlar gayesiz, boşu boşuna, nasıl rast gelirse öyle yaratılıvermemiştir. O halde bu yaşamanın, yaşatmanın da bir hikmet ve gayesi vardır.

34. Nitekim bu hikmet şöyle açıklığa kavuşturuluyor: Sizin ve hayvanlarınızın faydalanması, yaşaması için. Demek ki bu büyük yaratma ve kudret hikmetsiz değil; bunlar gayesiz, boşu boşuna, nasıl rast gelirse öyle yaratılıvermemiştir. O halde bu yaşamanın, yaşatmanın da bir hikmet ve gayesi vardır.

35. B u, o büyük beladan bedeldir. Yani o büyük bela öyle bir gündür ki, insan neye çalışmış olduğunu; hangi arzu peşinde koşmuş; iyiliğine mi kötülüğüne mi, kârına mı zararına mı uğraşmış bulunduğunu o gün anlar.

36. "Ve Cehennem ortaya çıkarılınca". Bu kısım âyetin başındaki vâv harfiyle âyetine bağlanmıştır. Yani o büyük bela gelip cehennem kapıları açılarak o salgın ateş apaçık ortaya çıkarıldığı vakit gören kimseler için, yani her kim olursa olsun, görme özelliği taşıyan kimseler için. Çünkü ri v ayet olunduğuna göre Cehennem açılacak, alevler saçarak fırlayacak, her gözü olan görecek. Çünkü "Hem içinizden hiçbir kimse yoktur ki oraya varacak olmasın. Bu, Rabbinin üzerine vacip kıldığı kesinleşmiş bir hükümdür."(Meryem, 19/71) buyrulduğu üzere h erkes ona varacak, cennete gidecek olanlar da sıratı onun üzerinden geçecektir. Bununla beraber, "görecek kimseler için" demek, girecek kâfirler ve azgınlar için demek de olabilir.

37. "Artık kim azgınlık etmişse". Bu kısım "izâ"nın cevabı ve o zaman olacak durumun izahıdır. "Rabbinin makamı". Bu, Ruh ve Meleklerin saf saf kıyama durduğu o büyük bela günü kulun ilâhî huzurda duruşu veya duracağı makamıdır. Ne zaman onun sonu?.

MÜRSÂ, mimli mastar olarak irsa mânâsına veya mekân, ya da zaman bildiren isim olarak son mânâsınadır. İrsâ, "bir yerde durmak" mânâsına gelen "resâ"dan türetilmiş olup, geminin demir atılarak durdurulması gibi, sabit kılınıp durdurulmak demektir. Dağlara "revâsî" denilmesi de bu mânâdandır. Buharî'de zik r edildiği üzere geminin son olarak varıp durduğu yere "geminin mürsâsı" denilir. Burada bir istiâre var demek olur. Yani, Allah o saati ne vakit getirip dikecek, o kıyamet ne zaman meydana gelecek diye soruyorlar.

38. "Artık kim azgınlık etmişse". Bu kısım "izâ"nın cevabı ve o zaman olacak durumun izahıdır. "Rabbinin makamı". Bu, Ruh ve Meleklerin saf saf kıyama durduğu o büyük bela günü kulun ilâhî huzurda duruşu veya duracağı makamıdır. Ne zaman onun sonu?.

MÜRSÂ, mimli mastar olarak irsa mânâsına veya mekân, ya da zaman bildiren isim olarak son mânâsınadır. İrsâ, "bir yerde durmak" mânâsına gelen "resâ"dan türetilmiş olup, geminin demir atılarak durdurulması gibi, sabit kılınıp durdurulmak demektir. Dağlara "revâsî" denilmesi de bu m ânâdandır. Buharî'de zikredildiği üzere geminin son olarak varıp durduğu yere "geminin mürsâsı" denilir. Burada bir istiâre var demek olur. Yani, Allah o saati ne vakit getirip dikecek, o kıyamet ne zaman meydana gelecek diye soruyorlar.

39. "Artık kim azgınlık etmişse". Bu kısım "izâ"nın cevabı ve o zaman olacak durumun izahıdır. "Rabbinin makamı". Bu, Ruh ve Meleklerin saf saf kıyama durduğu o büyük bela günü kulun ilâhî huzurda duruşu veya duracağı makamıdır. Ne zaman onun sonu?.

M ÜRSÂ, mimli mastar olarak irsa mânâsına veya mekân, ya da zaman bildiren isim olarak son mânâsınadır. İrsâ, "bir yerde durmak" mânâsına gelen "resâ"dan türetilmiş olup, geminin demir atılarak durdurulması gibi, sabit kılınıp durdurulmak demektir. Dağlara " revâsî" denilmesi de bu mânâdandır. Buharî'de zikredildiği üzere geminin son olarak varıp durduğu yere "geminin mürsâsı" denilir. Burada bir istiâre var demek olur. Yani, Allah o saati ne vakit getirip dikecek, o kıyamet ne zaman meydana gelecek diye soru yorlar.

40. "Artık kim azgınlık etmişse". Bu kısım "izâ"nın cevabı ve o zaman olacak durumun izahıdır. "Rabbinin makamı". Bu, Ruh ve Meleklerin saf saf kıyama durduğu o büyük bela günü kulun ilâhî huzurda duruşu veya duracağı makamıdır. Ne zaman onun sonu?.

MÜRSÂ, mimli mastar olarak irsa mânâsına veya mekân, ya da zaman bildiren isim olarak son mânâsınadır. İrsâ, "bir yerde durmak" mânâsına gelen "resâ"dan türetilmiş olup, geminin demir atılarak durdurulması gibi, sabit kılınıp durdurulmak demektir. Dağlara "revâsî" denilmesi de bu mânâdandır. Buharî'de zikredildiği üzere geminin son olarak varıp durduğu yere "geminin mürsâsı" denilir. Burada bir istiâre var demek olur. Yani, Allah o saati ne vakit getirip dikecek, o kıyamet ne zaman meydana gelecek diye soruyorlar.

41. "Artık kim azgınlık etmişse". Bu kısım "izâ"nın cevabı ve o zaman olacak durumun izahıdır. "Rabbinin makamı". Bu, Ruh ve Meleklerin saf saf kıyama durduğu o büyük bela günü kulun ilâhî huzurda duruşu veya duracağı makamıdır. Ne zaman onun sonu?.

MÜRSÂ, mimli mastar olarak irsa mânâsına veya mekân, ya da zaman bildiren isim olarak son mânâsınadır. İrsâ, "bir yerde durmak" mânâsına gelen "resâ"dan türetilmiş olup, geminin demir atılarak durdurulması gibi, sabit kılınıp durdurulmak demektir. Dağlara "revâsî" denilmesi de bu mânâdandır. Buharî'de zikredildiği üzere geminin son olarak varıp durduğu yere "geminin mürsâsı" denilir. Burada bir istiâre var demek olur. Yani, Allah o saati ne vakit getirip dik e cek, o kıyamet ne zaman meydana gelecek diye soruyorlar.

42. "Artık kim azgınlık etmişse". Bu kısım "izâ"nın cevabı ve o zaman olacak durumun izahıdır. "Rabbinin makamı". Bu, Ruh ve Meleklerin saf saf kıyama durduğu o büyük bela günü kulun ilâhî huzurda duruşu veya duracağı makamıdır. Ne zaman onun sonu?.

MÜRSÂ, mimli mastar olarak irsa mânâsına veya mekân, ya da zaman bildiren isim olarak son mânâsınadır. İrsâ, "bir yerde durmak" mânâsına gelen "resâ"dan türetilmiş olup, geminin demir atılarak durdurulması gibi, sabit kılınıp durdurulmak demektir. Dağlara "revâsî" denilmesi de bu mânâdandır. Buharî'de zikredildiği üzere geminin son olarak varıp durduğu yere "geminin mürsâsı" denilir. Burada bir istiâre var demek olur. Yani, Allah o s a ati ne vakit getirip dikecek, o kıyamet ne zaman meydana gelecek diye soruyorlar.

43. Bunda da iki mânâ söylenmiştir:

BİRİNCİSİ; "nerde?", 'nin önce gelmiş haberi olarak, "Nerdesin sen onu anlatmaktan? Onu anlatmak senin görevin değildir. O, senden uzaktır." diye sorulan soruyu reddetmektir.

İKİNCİSİ, iki cümle olup nerde bu sual?" diye soruyu ret; mübteda, haberi olarak, "sen son Peygamber, onun alâmetlerindensin" diye beyandır. Yani senin gönderilmen onun meydana gelme vaktinin yaklaşmakta olduğunu anlatıp dururken bununla yetinmeyip de sormaya kalkışmaları anlamsız ve yetkileri dışındadır.

44. Zira Onun sonu Rabbinedir. Bütün incelikleriyle ve herkes hakkında vuku bulma vaktine kadar bütün detaylarıyla onu bilmek Rabb'ına aittir, başkasına değil. Onu ancak o bilir. İlerisine

karışmak onların haddi olmadığı gibi, daha fazlasını anlatmak da senin görevin değildir.

45. Sen ancak ondan korkacak, korunacak olan kimseleri sakındıracak bir habercisin.

46. Sa nki onlar onu görecekleri gün, bu dünyada, bir akşam veya kuşluğundan fazla durmamışa döneceklerdir. Uzun zannedilen dünya ömrü o kadar çabuk geçer. Korkup sakınanlar o çeşit korkulardan kurtulurlar, sakınmayıp keyiflerine bakanlar da bir gün gibi ömürle r ini geçirir, neticede o sonsuz belaya düşerler. Dolayısıyla "Ne zaman?" diye alay edip acele etmesinler.

Burada "sen ancak korkutucusun" buyurulduğu için bunun kimlere ve nasıl fayda vereceği açıklanmak üzere bu korkutmalar gelecek sûrelerde de ardarda anlatılacaktır.