17 Temmuz 2007 Salı

MÜDDESSİR SÜRESİ(MEVDUDİ)

Adı: Bu surenin adı birinci ayetinden alınmıştır. Fakat bu ad ihtiva edilen şeyin başlığı değildir.

Nüzul Zamanı: Bu surenin ilk yedi ayeti Mekke döneminin henüz başlarında nazil olmuştur. Buhari, Tirmizi, Müsned-i Ahmed'te Hz. Cabir bin Abdullah'tan bu ayetlerin Allah Rasulü'ne nazil olan ilk ayetler olduğu bile rivayet edilmektedir. Öte taraftan Allah Rasulü'ne ilk nazil olan ayetlerin "İkra"dan "ma'lem ya'lem" e kadar olan bölüm olduğu hususunda ittifak vardır. Fakat sahih olan rivayetlerden sabittir ki bu vahiyden az bir müddet sonra nazil olmuştur. İşte bu aradan sonra yeniden vahiy gelmeye başladığında ilk gelen ayet bu olmuştur. İmam Zühri bu konuda şöyle söylemektedir: "Bir müddet Allah Rasulü'ne vahiy kesilmişti. Bunun üzerine çok fazla üzülmüş ve kedere boğulmuştu. Bazen dağın tepesine gidip oradan kendisini aşağıya atmayı bile düşünür olmuştu. O zaman Cebrail (a.s) O'na gözükür ve "Sen Allah'ın Rasulü'sün" diyerek O'na hatırlatmada bulununca Peygamber de huzura kavuşur, sonra bu üzüntü ve ıztırabı giderdi." (İbn Cerir)

Daha sonra İmam Zühri, Abdullah bin Cabir'den şu rivayeti nakletmektedir: "Allah Rasulü, vahyin gelmediği o dönemden bahsederken şöyle söylerdi: "Bir gün yolda gidiyordum. Aniden gökten bir ses geldi. Başımı kaldırdığımda daha önce Hira mağarasında gördüğüm o meleğin bana geldiğini gördüm.

Yer ve gök arasında bir kürsüde oturmuştu. Bunu görünce müthiş dehşete kapıldım. Hemen eve gelerek "Beni örtün!" diye bağırdım. Evdekiler hemen üzerime bir yorgan örttüler. İşte sonra Allah tarafından bu "ey örtünen!" vahyi nazil oldu. Ve bundan sonra da devamlı olarak vahiy gelmeye devam etti." (Buhari, Müslim, Müsned-i Ahmed, İbn Cerir.)

Surenin geri kalan kısmı, yani 8. ayetten sonuncu ayete kadar olan bölüm İslâm'ın açıktan açığa tebliğ edilmeye başlanıldıktan sonraki ilk hac mevsiminde Mekke'de nazil olmuştur. Bunun ayrıntılı açıklaması İbn Hişam'ın Siret'inde verilmekte olup az ileride bunu nakledeceğiz.

Konusu: Yukarıda açıklandığına göre Rasulüllah'a inen ilk vahiy Alak Suresi'nin ilk beş ayeti idi. O surede "Oku, yaratan Rabbinin adı ile. O insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku! Kalemle öğreten, insana bilmediğini bildiren Rabbin sonsuz kerem sahibidir" denilmektedir. Bu, vahiy nüzulunun ilk tecrübesidir. Bu vahiyde Allah Rasulü'ne ne kadar büyük bir iş için tayin edildiği ve ileride yapacağı şeyler için bunun sadece bir başlangıç olduğu söylenilmektedir. Bundan sonra O, bir müddet yalnız bırakıldı. Bu sayede bu şoku atlatması ve yeniden sakinleşerek zihinsel olarak gelecek olan vahiyleri almaya ve peygamberliğin gereklerini yüklenmeye hazır olması istenmiştir. İşte bu fetret döneminden sonra yeniden vahiy gelmeye başladığında ilk gelen ayetler bu Müddessir Suresi'nin ilk yedi ayetiydi. Burada ilk defa Allah Rasulü'ne, "Kalk ve halka gitmekte oldukları yolun sonucundan onları korkut ve dünyada Allah'tan başka yücelttiklerinin yerine sen yalnızca O'nun yüceliğini haykır!" emri verilmiştir. Bunun yanında, vazifesi gereği yaşayışının her bakımdan temiz olması ve bütün dünyevî faydaları bir kenara bırakarak tam bir ihlâs ile insanların ıslahı için görevini yerine getirmesi emrolunmuştur. Son cümlede ise "Bu görevi yerine getirirken sana gelecek olan zorluk ve musibetlere karşı da Rabbinin hatırı için sabret" telkininde bulunulmaktadır.

Bu ilahi fermana göre Allah Rasulü tebliğ vazifesine ve Kur'an'ın peş peşe nazil olan surelerini anlatmaya başladığı zaman öyle bir telaş başladı ki muhalifler bu panikte şiddetle karşı koymaya başladılar. Bir kaç ay böyle geçtikten sonra hacc mevsimi gelmişti. Mekke'dekiler bu sefer: "Hacc için bütün Arabistan'dan kafileler gelecek ve eğer Muhammed (s.a) bunları ziyaret ederek bu hacılara Kur'an okursa, bu emsalsiz ve etkili kelamı duyan hacılar tarafından Arabistan'ın en ücra köşelerine kadar İslâm'ın çağrısı yayılır ve sonra da kimbilir neler olur" diyerek telaşa düştüler. Bunun üzerine Kureyşin ileri gelenleri bir toplantı yaparak gelen hacılara Hz. Muhammed'e (s.a) karşı propaganda yapılması kararını aldılar.

Görüş birliğinden sonra toplantıda bulunanlara Velid bin Muğire şöyle dedi: "Muhammed hakkında bir fikir etrafında toplanalım, ihtilafa düşmeyelim. Yoksa birbirimizi yalancı çıkarmış ve sözlerimizin bir kısmı öbür kısmını yalanlamış olur. O zaman itibarımız kaybolur. Bir şey üzerinde birleşelim ki herkes Muhammed için hacılara aynı şeyi söylesin." Bunun üzerine bazıları: "Onun bir kahin olduğunu söyleyelim" dediler. Velid, "Hayır, Tanrıya andolsun ki o bir kahin değildir. Kahinleri gördük. Muhammed'in okuduğu şeyler öyle kahin mırıldanışı ve tekerlemeleri cinsinden değil" dedi. Bazıları, "Öyleyse deli olduğunu söyleriz" dediler. Velid, "Hayır, o bir deli değil ki. Deliliği gördük, biliyoruz. Halbuki Muhammed'in durumu deliliğin insanda meydana getirdiği baygınlık, titreyiş ve vesveseye benzemiyor" dedi. Kureyşliler "Peki öyleyse şair olduğunu söyleyelim" dediler. Velid, "Hayır, o bir şair de olamaz. Biz şiirin her çeşidini biliriz. Bu sözler ise şiir değildir" dedi. Kureyşliler "Öyleyse büyücü olduğunu söyleyelim" dediler. Velid, "Hayır, o büyücü değil. Biz büyücüleri ve yaptıkları büyüleri gördük. Muhammed'in sözleri büyücülerin okuyup üfürmelerine ve düğüm düğümlemelerine benzemiyor" dedi. O zaman Kureyşliler Velid'e, "Ey Abduşşems! Peki ama ne söyleyelim?" deyince Ebu Cehil, Velid'e, "Sen kendi görüşünü söylemezsen bu insanlar senden razı olmayacaklar" dedi. Velid onlara, "Tanrıya and olsun ki onun sözlerinde bambaşka bir tatlılık var. Sözlerinin başlangıcı sağlam bir hurma ağacına, sonları da o ağacın meyvelerine benzer. Muhammed hakkında bu dediklerinizin herhangi birini söylerseniz bunun doğru olmadığı anlaşılır" dedi. Kureyşliler Velid'in bu söylediklerini kabul ederek dağıldılar. Sonra bu karar gereğince hacca gelen halkı bekleyip önlerine çıkarak rast geldikleri herkese Muhammed'den sakınmasını söylemeye ve onun bir sihirbaz olduğunu ve sihrinin bütün aileleri parçaladığını anlatmaya başladılar. Ama bütün bunların sonucu sadece onların yapabildikleri şey onun ismini baştanbaşa bütün Arap yarımadasına duyurmak oldu. (Sireti İbn Hişam, C.L. ss. 288-289, Ebu Cehil'in Velid'e kendi görüşünü söylemesinde ısrar etmesi olayını İkrime'nin rivayetinden İbn Cerir kendi tefsirinde nakletmiştir.)

Bu surenin ikinci kısmında yorumu yapılan bu aynı hadisenin konuları şöyle sıralanır:

8. ayetten 10. ayete kadar Hakk'ı tahkir edenlere "bugün yaptığınızın kötü sonucunu kıyamet günü göreceksiniz" denilmektedir.

11. ayetten 26. ayete kadar olan bölümde Muğire oğlu Velid'in ismi anılmadan Allah'ın nimetlerle donattığı ama bunlara karşılık onun Hakk'a karşı gelerek düşman olduğu kişinin zihni yapısı yansıtılmaktadır.

Çünkü o bir yandan Hz. Muhammed'in (s.a) ve Kur'an'ın doğru olduğuna inanıyorken, öte taraftan kendi kavminin arasındaki makam ve mevkiini tehlikeye sokmak istemiyordu. Bu yüzden iman etmemişti. Ve bir süre kendi içinde bocalamadan sonra sadece iman etmemekle yetinmeyerek kavmini de iman etmekten caydırmak için bunun bir büyü olduğunu ilan etmişti. İşte burada onun bu aşikar çirkin yüzü ortaya serilerek bu şahsın bütün bunlara rağmen hala daha nimetler beklediği anlatılmaktadır. Oysaki nimetlere değil cehenneme müstehaktır artık.

Bundan sonra 27. ayetten 48. ayete kadar cehennemin korkunçluğu beyan edilerek hangi karaktere sahip olanların ona müstehak olacakları açıklanmaktadır.

Sonra 49. ayetler ile 53. ayetler arası kafirlerin gerçek hastalıklarının asıl sebebinin onların ahiret hakkında korkularının olmaması ve herşeyin bu dünyadan ibaret olduğunu zannetmeleri olduğu bildirilmektedir. Onun için onlar, Kur'an'dan tıpkı aslanı görmüş yaban eşeği gibi kaçmaktalar. İman etmek için de acaip acaip gayri mantıki şartlar ileri sürülüyor. Aslında onların bu şartları yerine getirilse de onlar ahireti inkar edecekler ve iman etmeyecekler.

En sonunda da açık açık, "Allah bir kimsenin imanına muhtaç değil ki onların şartlarını kabul etsin. Kur'an herkese takdim edilen genel bir öğüttür. Kim isterse kabul etsin. Allah insanların O'na itaat etmemekten korkmalarını ister. Ve takvayı ve Allah korkusunu seçmiş bir kimseyi de daha önce ne kadar günah işlemişse işlesin, affetmek de O'nun şanındandır.

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1 Ey bürünüp örtünen,1

2 Kalk (ve) bundan böyle uyarıp-korkut.2

3 Rabbini tekbir et (yücelt)3

4 Elbiseni de temizle.4

5 Pislikten kaçınıp-uzaklaş.5

AÇIKLAMA

1. Yukarıdaki girişte açıklandığı gibi bu ayetlerin arka planları düşünüldüğünde burada Allah Rasulü'ne niye "Ey Rasul" ya da "Ey Nebi!" şeklinde değil de "Ey örtünen!" şeklinde hitap edildiği kolayca anlaşılacaktır. Allah Rasulü aniden Cebrail'i yer ve gök arasında bir kürsü üzerinde görünce korkmuş ve bu korku içinde eve gelerek "Beni örtün!" diye bağırmıştı. Bunun üzerine Allah (c.c), Peygamberine "Ey örtülere bürünen" gibi bir üslûp ile ona hitap etmişti. Bundan şu mana çıkmaktadır: "Ey benim sevgili kulum! Üzerine örtü çekerek yatıyorsun? Sana büyük bir vazife verilmiştir. Onu yerine getireceksin. Onun için tam bir karar ile kalk!"

2. Bu, Nuh'a (a.s) nübüvvetin verildiği zaman verilen emir ile aynı yapıdadır. Nasıl ki ona "Kendilerine dayanılmaz bir azap gelmeden evvel kavmini korkutup uyar." (Nuh, 1) denilmişti. Burada da "Ey üstüne örtü çekerek yatan, kalk! Çevrende gaflet içerisinde bulunan insanları uyar, onları o muhakkak karşılaşacakları korkunç son hakkında korkut. Eğer aynı yol üzerinde devam ederlerse bu korkunç akibetle karşılaşacaklar. Onlara de ki: "Siz sağır ve kör bir sultanın saltanatında yaşamıyorsunuz ki ne yaparsanız yapın, size hiçbir hesap sorulmayacaktır.

3. Bu, bir peygamberin bu dünyada yerine getireceği ilk ve en baş vazifesidir. Bu vazife gereğince Allah'ın dışında bütün büyüklük taslayanları bir kenara iterek, cahil insanlara bu kainatın yüceliğinin ancak ve ancak Allah için olduğunu, O'nun dışında kimsenin buna layık olmadığını bildirirler. Onun içindir ki İslâm'da Allah-u Ekber (Allah en büyüktür) en önemli kelimedir. Ezana başlarken bunu ilan ederiz. Namaza da bununla başlarız. Otururken kalkarken Allah en büyüktür deriz. Bir hayvanı keseceğimiz zaman "Allah'ın adıyla, Allah en büyüktür" deriz. Tekbir narası bütün müslümanlar için en bariz bir nişandır. Çünkü bu ümmetin peygamberi de ilk vazifesine Allah-u Ekber diyerek başlamıştı.

Burada lâtif bir tenkid vardır ki onu anlamak gerek. Bu ayetin nüzul zamanı anlatılırken de denildiği gibi bu, Allah Rasulü'ne peygamberlik vazifesini yerine getirmesi için verilen ilk emirdi. Şurası açıktır ki, böyle bir vazifeyle emir öyle bir toplum ve öyle bir şehirde verilmişti ki o sadece şirkin merkezi değil oradaki herkes müşrikti. Daha önemlisi Mekke, bütün Arap yarımadasının müşriklerinin en büyük tapınağı idi. Kureyşliler de bu mabedin bekçileri idiler. İşte böyle bir yerde yapayalnız tek başına Tevhid'in bayrağını yükseltmek çok tehlikeli bir işti. Onun için "Kalk ve uyar!" emrinden hemen sonra "Rabbinin yüceliğini ilan et" buyurulmuştur. Yani şu anlam çıkıyor: "Sana karşı çıkan o korkunç ve büyük güçlere hiç aldırış etmeden açık açık benim Rabbim hepsinden daha büyüktür, de. Bu çağrıya karşı koyanların Allah'a karşı hiçbir ehemmiyeti yoktur. Allah yoluna girenler için en büyük cesaret verici şey, Allah'ın büyüklüğü bir kimsenin kalbine girdikten sonra o kimsenin Allah'ın rızası için bütün bir dünyayı karşısına almaktan çekinmeyeceği gerçeğidir.

4. Bunlar çok kapsamlı kelimelerdir ve anlamları çok geniştir. Bir anlamı şudur: "Elbiselerini pislikten temiz tut." Çünkü beden ve elbisenin temizliği ile ruhun temizliği birbirlerinin gerekleridir. Temiz bir ruh, pis bir beden ve pis bir elbise içerisinde kalamaz. Allah Rasulü insanoğluna, beden ve giysi temizliği talimlerini tafsilatlı olarak vermiştir. Öyle ki değil sadece o zamanki cahiliyye Arapları, bugünkü en uygar toplumlar bile bu seviyede sayılamaz. Hatta dünyadaki bazı dillerde taharet kelimesi bile bulunmamaktadır. Halbuki İslâm'da hadis ve fıkıh kitapları "Taharet Bahsi" ile başlarlar. Bu kitaplarda temizlik ve necislik arasındaki farklar anlatılır ve nasıl temiz olunur, nasıl taharet alınır, detaylarıyla izah edilir.

Bu kelimelerin ikinci anlamı da şöyledir: "Kendi giysilerinizi temiz tutun." Ruhbaniyette dinî kutsallığın ölçütü bir kimsenin temizlenmeden kirli olarak kalmasıdır. Eğer birisi temiz ve düzgün giyinirse onu dünyaperest olarak nitelerler.

Oysa ki insan fıtratı pislikten nefret eder. Az buçuk bir duygu sahibi insan temiz ve intizamlı insanları sever. Aynı şekilde Allah yolunda davet eyleminde bulunan bir kimse görünüşte de nazif ve pâk olmalıdır ki insanlar ondan iğrenmesin. Böyle insanlarda hiç bir kirlilik olmamalıdır ki diğer insanlara ağır gelmesin, onları nefret ettirmesin.

Üçüncü anlam da şudur: Yani, "Giysilerinizi ahlâki ayıplardan da temiz tutunuz." Bu demektir ki giysileriniz temiz ve düzgün olmalıdır, ama bir kibirlenme, bir gösteriş ve bir şan-şöhret vesilesi olmamalıdır. Elbise; bir insana diğer bir insanı tanıtan ilk şeydir. Karşıdaki insan bir kimsenin elbisesini görerek bu kişinin nasıl birisi olduğunu tahmin edebilir. Reislerin elbiseleri, ağaların elbiseleri, dinî liderlerin elbiseleri, kibirli insanların elbiseleri, berduşların ve hafif meşreplilerin elbiseleri vs. bütün bu elbiseler sahiplerinin mizaçlarını ortaya koyar. Allah'a davet eden kimseler bu yukarıda saydıklarımız gibilerinden fıtraten farklıdırlar. Bu yüzden de giysileri de farklı olmalıdır. Bu kişiler öyle bir giysiye bürünmelidir ki onu gören herkes bu kişinin şerefli bir insan olduğunu ve bu kişinin kalbinde hiç bir kötülük bulunmadığını farketsin.

Dördüncü anlam da şudur: Yani "uçkurunu temiz tut, ona sahip ol." Bu deyim, Urduca da aynen Arapça'da olduğu gibi kendini ahlâki kötülüklerden uzak tutmak ve en güzel ahlakla donatmak için kullanılır. İbn Abbas, İbrahim Nehai, Şa'bi, Ata, Mücahid, Katade, Said Bin Cübeyr, Hasanü'l-Basri ve diğer büyük müfessirler bu ayetin anlamında aynı yorumu yapmışlar yani "Ahlakınızı temiz tutun ve her türlü kötülükten ve çirkin işlerden kendinizi arındırın" manasını vermişlerdir. Arapça deyimlerde, bir kişi diğer birisi için "elbisesi temizdir" ve "görünüşü temizdir" dediğinde bundan güzel ahlak sahibi bir insan kastedilir. Bunun tersine "elbisesi kirlidir" denildiğinde de o kimsenin ilişkilerde iyi bir insan olmadığı ve sözüne itibar edilmeyen biri olduğu kastedilir.

5. Pislikten kasıt, her türlü pisliktir. Akidedeki pislik, düşüncedeki pislik, ahlâkî pislik, ameldeki pislik, beden ve elbisedeki pislik ve yaşantıdaki pislik vs. Yani çevrende, toplumda her türlü pislik yaygın haldedir, işte bundan kendini temiz tut. Kimse; "Bu, başkalarına bir şeyler anlatıyor ama kendisi bile yaşantısında bu pisliklerden arınmış değil" dememelidir. Bu yüzden senin yaşantında bütün bunlardan hiç bir iz bile olmamalıdır.

6 Daha çok istekte bulunmak için iyilik yapma.6

7 Rabbin için sabret.7

8 Çünkü o boruya (sur'a) üfürüldüğü zaman,

9 İşte o gün, zorlu bir gündür;8

10 Kafirler içinse hiç kolay değildir.9

11 Bırakın onu bana,10 Ben onu tek olarak yarattım.11

AÇIKLAMA

6. Metinde "Yaptığın iyiliği çok görerek başa kakma" diye geçen cümlenin anlamı çok geniştir. Bir kelime ile tam olarak tercüme edemeyiz.

Bir anlamı şudur: "İhsanda bulun, bağış yap, cömert ol, iyi muamelede bulun. Bunların hepsini sadece ve sadece Allah rızası için yap. Bunları yaparken hiçbir dünyevî menfaat bekleme. Diğer bir söyleyişle: "Allah için ihsan et, kendi menfaatini sağlamak için ihsanda bulunma" demektir.

İkinci anlamı şudur: "Senin peygamberliğin aslında büyük bir ihsandır ve senin aracılığın ile insanlara hidayet ulaşmaktadır. Bu yüzden başka insanlara ihsanda bulunuyoruz diyerek bir gösterişe kapılma ve bundan kişisel bir çıkar gütme" demektir.

Üçüncü anlamı da şu olabilir: "Senin yaptığın bu hizmet çok büyüktür. Ama sakın ben büyük bir iş yapıyorum gibi düşüncelere kapılma. Bu peygamberlik vazifesini yerine getirmek için canını ortaya koyarak Allah'a bir iyilikte bulunmakta olduğunu zannetme."

7. Yani, sana verilen bu görev çok zor bir iştir. Bu yüzden birçok musibet ve eziyetlerle karşı karşıya kalacaksın. Senin halkın bile sana düşman olacak. Bütün Arap Yarımadası sana karşı cephe alacak. Ama ne olursa olsun Rabbinin hatırı için bunlara sabret ve bu vazifeyi sebat ve karar ile yerine getir. Hiçbir korku, hırs, dostluk, düşmanlık ve sevgi seni bu davadan vazgeçirmek için araya girmesin. Bunlara rağmen kendi yolunda ısrarla devamını sürdür.

Bir kimse eğer Allah'ın, Peygamberine nübüvvet davasına başlar iken verdiği ilk emirleri, bu kısa cümleleri ve onun manalarını düşünecek olsa bir peygambere peygamberliğine başlarken bundan daha iyi bir tavsiyede bulunulamayacağına kalbi şahit olacaktır. Burada Nebi'nin misyonunun ne olduğu, kendi hayatında izleyeceği tavır, ahlak ve muamelatın nasıl olduğu, ayrıca bu vazifeyi ifa ederken hangi niyet ve fikirle bunu yapacağı talimatı verilerek, bu vazifeyi yerine getirirken hangi sorunlarla karşılaşacağı ve bunlara karşı nasıl bir tavır takınacağından haber verilmiştir. Bugün taassupları yüzünden gözleri körleşmiş olanlar, bu sözleri onun sara nöbeti esnasında söylediğini ileri sürüyorlar. Biraz bu ayetler üzerinde, bunlar bir saralının sözleri mi, yoksa Allah kulunu peygamberlik ile görevlendirerek bu emirleri vermiş mi, bir düşünsünler.

8. Girişte de açıkladığımız gibi bu surenin ilk ayetleri, Allah Rasulü'nün peygamberliğini açıkça ilan etmeye başlamasından sonra nazil olmuştur. Bu, İslâm'ın açıkça tebliğinden sonraki ilk hacc zamanıydı. Kureyş'in ileri gelenleri bir araya gelerek gelen hacılara, onları Kur'an-ı Kerim ve Hz. Muhammed (s.a) hakkında yanlış düşüncelere sevkedecek propaganda yapılmasını kararlaştırmışlardı. İşte bu ayetlerde kafirlerin bu planlarının yorumu yapılmaktadır. En önce buyurulmaktadır ki, "Ne yaparsanız yapın, belki bu dünyadaki maksadınıza erebilirsiniz, ama o kıyamet günü Sur'a üflendiğinde o kötü sonunuzdan nasıl kurtulabileceksiniz bakalım?" Sur hakkında izah için bkz. Enam an: 47; İbrahim an: 57; Taha an: 78; Hacc an: 1; Yasin an: 46-47; Zümer an: 97; Kaf an: 52.

9. Bu sözden, o günün iman edenler için çok kolay bir gün olacağı anlaşılmaktadır. O günün şiddeti ise inkar edenler için olacaktır. Ayrıca şu anlam da gizlidir ki bu şiddet kafirler için sürekli olacak ve bundan biraz hafifleme bile ümid edemeyecekler.

10. Burada Allah Rasulü'ne; "Ey Nebi! Kafirlerin o toplantısında senin aleyhine bir propaganda ile seni hacılara büyücü olarak tanıtacak o adamı (Velid bin Muğire) bana bırak, onun işi bana aittir. Senin üzülmene gerek yok" hitabı yapılmaktadır.

11. Bu cümlenin iki anlamı olabilir. İki şekilde de doğrudur. Birincisi: Yani "Sen doğduğun zaman mal, evlat, makam, liderlik vs. ile doğmuş değildin." İkincisi: "Onu yaratan yalnızca benim". Ben seni yarattığım anda, senin o ilahlık vermeye çalıştığın ve de onların hatırları için Tevhid'e karşı çıktığın ilahların hiçbiri benim ortağım ya da yardımcım değildiler. Onların tanrılığının hatırı için bu insanların senin hususunda bunların hiçbir katkısı olmuş değildir.

12 Ki ben ona, 'alabildiğine geniş kapsamlı bir mal (servet)' verdim,

13 Göz önünde-hazır çocuklar (verdim),12

14 Ve önüne sayısız imkan ve fırsatları döşeyip-serdim.

15 Sonra, daha da arttırmam için tamah eder (doyumsuz istekte bulunur).13

16 Hayır; çünkü o, bizim ayetlerimize karşı 'kesin bir inatçıdır.'

17 Onu alabildiğine sarp bir yokuşa sardırıp-süreceğim.

18 Çünkü o, düşündü ve bir ölçü tesbit etti.

19 Kahrolası, nasıl bir ölçü koydu?

20 Yine kahrolası, nasıl bir ölçü koydu?

21 Sonra bir baktı.

22 Sonra kaşlarını çattı ve yüzünü ekşitti.

23 Sonra da sırt çevirdi ve büyüklük tasladı (istikbâr).

24 Böylece: "Bu, yalnızca 'aktarılarak öğrenilen' bir büyüdür" dedi.

25 "Bu, bir beşer sözünden başkası değildir."14

26 Onu ben, cehenneme sürükleyip-atacağım.

27 Cehennem (sakar) nedir, sen bilir misin?

28 Ne alıkoyar, ne bırakır.15

29 Beşere delicesine susamıştır.16

AÇIKLAMA

12. Velid bin Muğire'nin on-oniki oğlu vardı. Onlardan biri olan Halid bin Velid tarihte en meşhur olanıdır. Bunlar için "Şuhud" kelimesi kullanılmaktadır. Bunun birkaç değişik manası olabilir. Birisi: "Onların kendi geçimlerini temin için çalışmaya ya da sefer etmeye ihtiyaçları yoktur. Çünkü onların varlıkları yüzünden evlerinde herşey vardı. Bu yüzden bunlar her zaman babalarının yanında yardım için dururlardı." İkinci bir anlam: "Oğullarının hepsi şöhretli ve nüfuzlu kişilerdi ve babalarıyla beraber toplantılara iştirak ediyorlardı." Üçüncüsü: "Bunların her konuda şehadetleri kabul görür, itimat edilirdi" şeklinde olabilir.

13. "Onun hırsı hala gitmemişti." Bunun bir manası şu olabilir. Yani o kadar çok varlık sahibi iken bile hala kendisine daha başka nimetlerin de ikram edileceğini umuyordu. İkinci manası -ki Hasan Basri ve diğer büyüklere göre böyledir- "Eğer Muhammed'in dediği gerçekse ve ölümden sonra bir hayat olacaksa ve orada bir cennet hayatı sözkonusu ise, o cennet de benim için olacak" diyordu.

14. Bu, kafirlerin yukarıda değinilen toplantısındaki hadisenin zikridir. Bunun tafsilatını giriş bölümünde aktarmıştık. Orada açıkça belliydi ki Velid bin Muğire, Kur'an'ın ilahi bir kelam olduğuna kalben kani idi. Fakat toplum içerisindeki itibarını kaybetmemek için iman etmemiştir. O, toplantıda kafirlerin Allah Rasulü'ne yakıştırmak istediği iddiaları reddetmişti. Ne zaman ondan, kendisinin Hz. Muhammed'in (s.a) onunla tanınacağı bir yakıştırmada bulunması istenildiğinde kendi içinde çelişkiye düşmüş ve bir anlık kafa karışıklığından sonra bu ithamı ileri sürmüştü. İşte burada bu mantalitenin yapısı gözler önüne serilmektedir.

15. Bunun iki anlamı olabilir. Birincisi şudur: "Yani herhangi bir kimse onun içine düştüğünde kül olacak, bununla kurtulamayacak ve daha sonra yeniden diriltilip tekrar yakılacaktır." Aynı husus başka yerde "... orada o ne ölür ne de dirilir" (A'la 13) şeklinde beyan edilmiştir. İkinci anlam da şudur: "O azabı hak etmiş olanlardan kimse bir yere kaçamayacak ve hepsi azabı göreceklerdir."

16. Bedende ne varsa yanacaktır, denildikten sonra, yanısıra derinin de ateşin şiddetinden döküleceği söyleniyor. Görünüşte bu ifade lüzumsuz gibi gözükmektedir, ama azabın bu şeklini ayrıca vurgulamanın sebebi, insanın görünüşünün en bariz hususiyetinin onun yüzündeki ve bedenindeki derisi olduğu içindir. Onun üzerinde oluşacak en ufak bir lekeden bile utanç duyar. İç organlarında olabilecek bir eksiklik ya da kusurdan cildinde olan kadar üzüntü duymaz. Çünkü bunu görerek diğer insanlar da ondan iğrenecek ve toplumsal konumu değişecektir. İşte bu yüzden, "Bu dünyada onlarla kibirlenip durduğunuz bu güzel çehreler ve şahane cesetler eğer Allah'ın ayetlerine karşı inatla muhalefete devam ederseniz -Velid bin Muğire gibi- o zaman bunların derileri yakılacak ve sonunda kapkara bir kömüre döneceklerdir," buyurulmaktadır.

30 Onun üzerinde ondokuz vardır.

31 Biz 18o ateşin koruyucularını meleklerden başkasını kılmadık.18 Ve onların sayısını da küfretmekte olanlar için yalnızca bir fitne (konusu) yaptık 19ki, kendilerine kitap verilenler, kesin bir bilgiyle inansın,20 iman edenlerin de imanları artsın;21 kendilerine kitap verilenler ve iman edenler (böylece) kuşkuya kapılmasın. Kalplerinde bir hastalık olanlar22 ile kafirler de şöyle desin: "Allah, bu örnekle neyi anlatmak istedi?"23 İşte Allah, dilediğini de böyle hidayete iletir.24 Rabbinin ordularını kendisinden başka (hiç kimse) bilmez.25 Bu ise, beşer (insan) için yalnızca bir öğüttür.26

AÇIKLAMA

17. Buradan da "Rabbinin askerlerini ondan başkası bilmez" cümlesine kadar olan bölüm, konuşma arasında itiraz edenlere cevap verilen bir ara cümledir. Onlar Allah Rasulü'nden cehennemin bekçilerinin on dokuz tane olacağını duymuşlar ve bununla alay etmeye başlamışlardı. "Hem bize Adem'den kıyamete kadar dünyada ne kadar inkarcı ve büyük günah işlemiş insan geçmişse hepsi cehenneme atılacak diyor, hem de cehenneme dolacak bunca insana azap vermek için sadece on dokuz görevli bulunacakmış" diyerek Kureyş'in ileri gelenleri dalga geçmeye başladılar.

Ebu Cehil; "Arkadaşlar! Onar onar cehennemdeki bir askerin üstesinden gelemeyecek kadar aciz miyiz?" dedi. Bunun üzerine Cumha oğullarından bir pehlivan "On yedisini tek başıma hallederim, geriye kalan ikisini de artık siz hep beraber hallediverirsiniz" diye alay etmişti. İşte bu ara cümlede bunların bu sözlerine cevap verilmektedir.

18. Yani, onların güç ve kuvvetlerini insanî eşdeğerleri ile kıyas etmen senin ne kadar ahmak olduğunu göstermektedir. Halbuki onlar insan değil meleklerdir. Siz, Allah Teâlâ'nın meleklerden ne güçte mahluklar yarattığını bilemezsiniz.

19. Zahiren, cehennem görevlilerinin sayısını bildirmeye bir gerek yoktur. Ama denilmektedir ki "Onların sayılarını anlatmakla da küfredenler için, başka değil, ancak bir fitne ve imtihan kıldık." Bir kimse eğer zâhiren iman etmişse, Allah'ın uluhiyyeti ve büyük kudreti ya da vahiy ve peygamberlik hakkında bir şüphesi varsa bunu duyar duymaz hemen "Allah'ın o büyük hapishanesinden sayısız cin ve insanın işini görmek için sadece on dokuz şahıs mı bunlara birer azap verecek?" diyerek küfrünü izhar edecektir.

20. Bazı müfessirler; Ehl-i Kitab'ın (Yahudi ve Hıristiyan) kitaplarında cehennem meleklerinin sayısının on dokuz olarak beyan edildiğini söylüyorlar. Yani, buna göre, onlar bunu duyunca bu Kur'an'ın gerçekten Allah'ın kelamı olduğuna inanacaklardır. Ama bence, bu çeşit tefsir iki nedenden ötürü pek doğru değildir. Birincisi, ben dünyada mevcut bulunan Yahudi ve Hıristiyan dini kitaplarını mütalaa ettim, ama bunların sayısının on dokuz olduğuna dair bir şeye rastlayamadım. İkincisi, Kur'an-ı Kerim'in birçok yerinde Ehl-i Kitab'ın kitaplarında bulunan bazı şeyler beyan edilmiş olmasına rağmen onlar bu sefer "Muhammed bunları bizim kitaplarımızdan kopye etmektedir" diyorlardı. Bence bu ayetin doğru açıklaması şudur: "Muhammed (s.a) çok iyi bilmekteydi ki, onun ağzından sözkonusu olan bu on dokuz cehennem meleğini duyduklarında hemen onu alaya alacaklardır. Ama buna rağmen O kendine gelen bu vahyi hiçbir korku ya da tereddüde düşmeden ilan etmiştir. Yapılan hiçbir alaya aldırış etmemiştir. Belki cahil Araplar bilmiyorsa da Ehl-i Kitap pekala bilmekteydi ki her zaman peygamberler böyle olmuşlardı. Allah onlara ne vahyettiyse insanların hoşuna gitse de gitmese de, onlar aynısını aktarıyorlardı. Bu yüzden Ehl-i Kitap'tan Allah Rasulü'nün bu tavrını görerek yani her türlü muhalefete rağmen onun ilk bakışta acaib gelen bir hususu tereddütsüz açıklamakta olduğunu ve böyle bir tavrın ancak bir peygamberin tavrı olabileceğini farkeredek iman etmeleri beklenirdi.

Bilinmelidir ki Allah Rasulü müteaddit kereler benzer tavırda bulunmuştu. En bariz olanı Mirac hadisesidir. Kalabalık bir mecliste, bu hayretengiz olayı duyduklarında muhaliflerin ne diyecekleri hususunda zerre kadar tereddüt etmeden bu olayı kafirlere açık açık anlatmıştı.

21. Bu husus Kur'an-ı Kerim'in müteaddit yerlerinde beyan edilmiştir. Her bir imtihandan sonra eğer bir mü'min kişi imanında sebat gösterir, bu konuda bir şüphe, inkar ya da itaatsizlikten kaçınır ve din hakkında sözünden dönme yoluna kaymaz da yakîn, itimat, itaat ve vefa yolunu tutarsa, bu kişide o zaman iman kökleşir, netleşir. Bkz. Al-i İmran 163; Enfal 2, an: 2; Tevbe 122-125, an: 125; Ahzab 22, an: 38; Feth 4, an: 7.

22. Kur'an-ı Kerim'de geçen bilimum kalp marazlarından maksat, münafıklıktır. Bu yüzden de bazı müfessirler, bu kelimeyi görerek bu ayetin Medenî olduğunu zannetmişlerdir. Çünkü münafıkların ortaya çıkışının Medine'de olduğu bilinmektedir. Ama bu görüş birçok sebepten dolayı doğru değildir. İlk olarak, Mekke'de münafığın olmadığı iddiasının yanlış olduğunu biz Ankebut Suresi'nin giriş bölümünde ve açıklama notları 1 ve 12, 13, 14, 15'de izah etmiştik. İkincisi, böyle tefsir etmek bence doğru değildir. Çünkü bu sözün gelişi belirli bir hadise ya da belirli bir durum üzerine vukubulur. Onlara göre, bu bağlam içindeki bu cümle başka bir hadise hakkında nazil olmuş ve bu hiç ilgisi olmayan yere, araya sokulmuştur. Müddessir Suresi'nin bu kısmının tarihsel arkaplanı, muteber rivayetler vasıtasıyla bizce bilinmektedir. Yani Mekke döneminin başlarında belirli bir hadise üzerine nazil olmuştur. Bütün sözün gelişimi o hadise ile açık bir ilgi içindedir. Sure, hadise münasebetiyle nazil olmuştur. Şimdi cümlenin seneler sonra Medine'de nazil olmasının sonra da buraya yerleştirilmiş olmasının ne ilgisi var, denebilir. Gelelim buradaki kalp hastalığından neyin murad edildiğine. Bundan kasıt, şüphedir. Sırf Mekke'de değil, bütün dünyada önceden günümüze dek bir çok insan vardır ki bunlar katiyetle Allah'ı, ahireti, vahyi, peygamberliği, cennet ve cehennemi vb. inkar ederler. Her devirde kimi insanlar, Allah var mı yok mu? Ahiret olacak mı yoksa olmayacak mı? Meleklerin, cennet ve cehennemin gerçekten bir varlığı var mı, yoksa birer efsane mi bunlar? Rasul gerçekten bir rasul mü, O'na vahiy geliyor mu? gibi hususlarda şüphe içinde bulunuyor.

Bu gibi şüpheler pekçok insanı küfre götürür. Yoksa bu hakikatleri kesin olarak inkar eden ahmaklar, dünyada hiçbir zaman sayıca fazla olmamıştır. Çünkü zerre kadar aklı olan hiçkimse, bu gibi hususların kesinlikle mümkün olmadığı, imkan harici olduğu konusunda kesin konuşamaz.

23. Bunun manası, "Onlar Allah'ın kelamını kabul ediyorlardı" demek değildir, ama "Allah niye bunu söylemiştir?" diye hayret ediyorlardı. Aslında onlar: "Bir sözde eğer bu gibi akıl ve mantık dışı şeyler söyleniyorsa bunlar Allah'ın kelamı nasıl olabilir?" demek istiyorlardı.

24. Yani Allah Teâlâ bazen kelamında ve buyruklarında öyle şeyler söylemektedir ki, bunların her biri insanlar için bir imtihan sebebidir. Huyu güzel, doğruluğu seven ve sağlam düşünce sahibi bir kimse bunu işitince doğru anlam vererek dosdoğru yolu bulur. Aynı şeyi inatçı, eğri düşünceli ve doğruluk düşmanı bir insan duyduğunda ise ondan yanlış anlamlar çıkarır ve doğrudan kaçmak için bunu bahane olarak kullanır. Birinci tip insan, doğruyu sevdiği için Allah ona hidayet verir. Çünkü hidayet isteyen bir kimseyi saptırmak Allah'ın sünneti değildir. İkinci tip insan ise, hidayet istememekte ve sapmayı, sapkınlığı sevmektedir. Bunun için Allah onu dalâlet yoluna iter. Çünkü doğrudan nefret eden bir kimseye doğru yolu göstermek de Allah'ın sünneti değildir. (Allah'ın hidayet vermesi ve saptırması hakkında tefsirimizin pekçok yerinde izahatlar yapmıştık. Mesela, Bkz. Bakara an: 10, 16, 19, 20; Nisa an: 173; Enam an: 17, 28, 30.)

25. Yani, Allah'ın kainatta ne kadar mahlukat yarattığını, onlara ne gibi kuvvetler verdiğini ve onlara ne gibi görevler verildiğini Allah'tan başka kimse bilemez. Küçük bir alemde yaşayan insan, kendi sınırlı seviyesinden etrafındaki dünyaya bakarak neden Allah'ın yarattığı kainatın kendi duyu organlarıyla ya da geliştirdiği aletler ile hissedebildiği kadar olduğunu düşünsün. Bu onun kendi akılsızlığındandır. Allah'ın yaratmış olduğu bu kainat o kadar geniş ve büyüktür ki, sadece onun bir bölümünün bile tam olarak bilgisini elde edebilmek imkansızdır. Nerede kaldı, onun küçük beyni bu alemi bütün genişliği ve boyutlarıyla alabilsin.

26. Yani, onlar bu azabı tatmaya müstehak olmadan önce akıllarını başlarına toplasınlar da kendilerini kurtarmaya baksınlar.

32 Hayır,27 aya andolsun,

33 Dönüp gittiği zaman geceye,

34 Ağardığı zaman sabaha,

35 Gerçekten o, büyük (musibet) lerden biridir.28

36 Beşer (insan) için bir uyarıp-korkutmadır;

37 Sizlerden öne geçmek veya geride kalmak isteyenler için.29

38 Her nefis, kazanmakta olduklarına karşılık olmak üzere bir rehinedir.30

39 Ancak Ashab-ı Yemin (sağ ehli) hariç.31

40 Onlar cennetlerdedirler; birbirlerine sorarlar.

41 Suçlu-günahkarları:32

42 "Sizi şu cehenneme sürükleyip-iten nedir?"

43 Onlar: "Biz namaz kılanlardan değildik"33 dediler.

44 "Yoksula da yedirmezdik."34

45 "(Batıla ve tutkulara) Dalıp gidenlerle biz de dalar giderdik."

46 "Din (hesap ve ceza) gününü yalan sayıyorduk."

47 "Sonunda yakîn (kesin bir gerçek olan ölüm) gelip bize çattı."35

AÇIKLAMA

27. Yani, bu hayali bir şey değil ki, onu alay konusu yapıyorlar.

28. Nasıl ki ay, gece, gündüz Allah'ın kudretinin büyük işaretleri ise, cehennem de böyle Allah'ın büyük kudretinin bir nişanesidir.

Eğer ayı meydana getirmek, gece ve gündüzü bir düzen içerisinde peşisıra getirmek mümkünse, niye o zaman cehennemi meydana getirmek gayr-i mümkün olsun? Çünkü gece ve gündüzü her gün görüyorsunuz. Ama hayret falan etmiyorsunuz. Oysa ki bunlar da Allah'ın hayretamiz mucizeleridir. Ve eğer siz bunları görüyor olmasaydınız da bir kimse size bu dünyada ay denen bir şey vardır, güneş denen bir şey vardır, yükseldiği zaman dünya ışıldamaya başlar, battığı zaman da karanlıklara gömülür dese o zaman sizin gibi kimseler tıpkı bu cehennem hakkında alay etmeniz gibi bununla da alay edecekti.

29. Yani bununla insanlar uyarılmaktadır. Şimdi isterlerse sakınarak doğru yola gitsinler ve isteyen olursa doğru yoldan yüz çevirsinler.

30. İzah için bkz. Tur Suresi açıklama notu: 16.

31. Diğer bir ifadeyle sol ehli kendi yaptıkları yüzünden yalanlanacaklar, sağ ehli ise yaptıkları yüzünden kendilerini kurtaracaklardır. (Sağ ehli ve sol ehli hakkında biz Vakıa Suresi an: 5 ve 6'da izahat vermiştik.)

32. Daha önce de birçok yerde geçtiği gibi, cennet ehli ile cehennem ehli arasında binlerce kilometrelik bir mesafede olmasına rağmen bir aracı olmadan birbirleriyle konuşabileceklerdir. Meselâ Bkz. Araf 44-50 an: 35; Saffat 50-57 an: 32.

33. Yani biz Allah'a, Rasulü'ne ve Kitabı'na inanarak Allah'a inananların ilk olarak yerine getirecekleri hakkı yerine getirenlerden değildik. O hak namazdır. Bundan da iman etmeyen kimsenin namaz kılmadığını burada iyice anlamalıyız. Dolayısıyla bir kimse eğer namaz ehlinden ise, kendiliğinden anlaşılır ki o kimse iman ehlidir. Çünkü iman olmadan namaz kılınmaz. Ayrıca namaz kılanlardan olmamanın da cehenneme gitme sebeplerinden olduğu açıklanmaktadır. Onun için bir kimse iman etse ama namazı terkedenlerden olsa, o da cehennemden kurtulamayacaktır.

34. Buradan, açlık içerisinde olan birisini görüp de, yemek yedirmeye kudreti olduğu halde ona yemek vermemenin ne kadar büyük günah olduğu anlaşılmaktadır ki bunun cehenneme gitme sebeplerinden biri olduğu özellikle vurgulanmıştır.

35. Yani ölünceye kadar kendi bildikleri yolda ısrar edip durdular. Ta ki o gafil oldukları gerçek onlara ulaştı. Bu gerçek ölüm ve ahirettir.

48 Artık, şefaat edenlerin şefaati onlara bir yarar sağlamaz.36

49 Buna rağmen, bunlara ne oluyor ki öğütten yüz çevirip duruyorlar?

50 Sanki onlar, ürkmüş yaban eşekleri gibidirler;

51 Arslandan korkup-kaçmışlar.37

52 Hayır; onlardan her biri, kendisine açılmış sahifelerin verilmesini ister.38

53 Hayır, onlar hiç şüphesiz ahiretten korkmuyorlar.39

54 Gerçek (şu ki),40 o (Kur'an), elbette bir öğüttür.

AÇIKLAMA

36. Yani bunlar, son nefeslerine kadar kendi sapık yollarını takip edip durdular. Onlar hakkında birisi şefaatte bulunacak olsa da af edilmeyeceklerdir. Kur'an-ı Kerim'de birçok yerde şefaatin zikri geçmiş ve buralarda hiçbir şüpheye yer bırakmayacak biçimde, kimin şefaatçi olabileceği ve kimin olamayacağı, hangi şartlarda şefaatte bulunacağı ve hangi şartlarda bulunamayacağı, kim için şefaatin dileneceği ve kimin için dilenemeyeceği, kimin hakkında bunun faydalı olacağı ve kimin hakkında da hiçbir fayda vermeyeceği izah edilmiştir. Dünyada yoldan çıkmanın bir ana sebebi de yanlış anlayış ve yanlış inançtır. Bu yüzden Kur'an, bu meseleyi hiçbir yanlış anlamaya mahal vermeyecek şekilde çok açık olarak beyan etmiştir. Örneğin Bkz. Bakara 255; Enam 94; Araf 53; Yunus 3, 18; Meryem 87; Taha 109; Enbiya 28; Sebe 23; Zümer 43-44; Mümin 18; Duhan 86; Necm 26; Nebe 37-38; ve bu Tefsir'de nerede yeri gelmişse biz bu hususu izah ettik.

37. Bu bir Arapça deyimdir. Yabani eşeklerin özelliklerinden biri de, bir tehlike hissettikleri zaman korkup, öyle kaçarlar ki başka bir hayvan böyle kaçamaz.

Bu yüzden Araplar çok korkarak aklı başından gitmişcesine kaçan bir kimseyi aslan ya da avcı görmüş yaban eşeğinin kaçışına benzetmektedirler.

38. Yani, bunlar, eğer Hz. Muhammed (s.a) gerçekten Allah'ın gönderdiği birisiyse o zaman Allah'tan, Mekke'nin ileri gelenlerinin herbirinin adına "Muhammed benim peygamberimdir, onun için ona itaat edin" şeklinde yazılmış birer mektup getirmelidir. Üstelik bu mektubun Allah'tan geldiğini görerek inanmak istiyorlar. Kur'an'da başka bir yerde yine bunlar "Allah, Rasullerine verdiği şeyi bize de vermezse inanmayız" (Enam: 124) demişlerdi. Diğer bir yerde de "Sen göğe git ve oradan bizim okuyacağımız bir kitap getir" (İsra 93) isteğinde bulunmuşlardı.

39. Yani, onların iman etmemelerinin sebebi, Allah Rasulü'nün onların isteklerini yerine getirmediği için değildir. Asıl sebep, onların ahiretten korkmamaları ve her şeyi bu dünyadan ibaret zannetmeleridir. Düşünmüyorlar ki bu dünyadan başka bir hayat daha vardır. Orada, bu dünyada iken sorumsuzca ve aldırış etmeden yaptıklarının hesabını vereceklerdir. Bunlar Hak ve batılı anlamsız zannediyorlardı. Bu dünyadayken görüyorlardı ki doğruya uyan bir kimseye her zaman bir fayda temin etmiyor ve batıla gitmenin neticesi de her zaman zarar getirmiyordu. Bu yüzden bu konuda düşünmeyi gereksiz görüyorlardı. Hak nedir, batıl nedir onlar için bir anlam ifade etmiyordu. İşte bu mesele üzerinde ciddi olarak düşünen kimse, bu dünyanın geçici bir hayat olduğunu bilir ve asıl ve ebedi hayatın ahiret hayatı olduğunu kabul eder. Doğruya uyanın sonu orada muhakkak güzel, batıla uyanların ise sonu muhakkak kötü olacaktır. Kur'an'ın ileri sürdüğü bu mantıkî delilleri ve saf talimatları görerek böyle bir kimse iman edecek ve aklını kullanarak Kur'an'a göre yanlış olan inanç ve eylemlerin gerçekten yanlış olduğunu anlamaya çalışacaktır. Fakat ahireti inkar eden kimsenin zaten doğruyu aramaya ciddi isteği yoktur. İman etmemek için her an yeni bir talepte bulunacak ve bir bahane uyduracaktır. Aynı husus Enam Suresi 7. ayette de şöyle ifade edilmektedir. "Ey Peygamber! Sana bir kağıtta yazılmış bir kitap indirseydik de onlar ona elleriyle dokunmuş olsalardı, kafir olanlar yine muhakkak 'Bu apaçık bir büyüden başka bir şey değildir' diyeceklerdi."

40. Yani, onların bu gibi istekleri asla yerine getirilmeyecektir.

55 Artık kim dilerse, öğüt alıp-düşünür.

56 Allah dilemedikçe,41 onlar öğüt almazlar; takvanın sahibi 42(onu kabul etmeye ehli olan) O'dur, mağfiretin sahibi43 (bağışlamaya ehil olan da) O'dur.

AÇIKLAMA

41. Yani, bir kimsenin hidayeti yalnız onun kendi iradesine bağlı değildir. Ancak Allah eğer ona bunu nasip ederse olur. Diğer bir ifade ile burada şu gerçek vurgulanmaktadır: Kulun hiçbir eylemi yalnız onun kendi iradesiyle meydana gelmez. Ancak o fiil Allah'ın iradesi ile tevafuk ederse gerçekleşir. Bu çok nazik bir meseledir. Bu hususu doğru düzgün anlamamak yüzünden birçok insana her istediği şeyi gerçekleştirebilme gücü verilseydi, o zaman bu dünyanın nizamı alt üst olmaz mıydı? Bu nizam, Allah'ın iradesi diğer bütün iradelerin üzerinde galip olduğu için ayaktadır. Bir insan bir şeyi, ancak Allah o şeye izin verdiği zaman yapabilir. Aynı şey hidayet ve dalâlet için de geçerlidir. Sadece bir kimsenin hidayet isteği ile o kimsenin hidayete ermesi yeterli olamaz. Ona hidayet, ancak Allah'ın, onun dilediğini yerine getirmeye karar vermesinden sonra olur. Öte taraftan dalâlet için de aynı şey geçerlidir. Bir kimsenin dalâlete düşmek istemesi salt yeterli olmamaktadır. Ancak Allah onun bu sapıtma ve dalâlete düşme isteğine izin verirse, onun sapık bir yolda ilerlemesi mümkün olur ve o da türlü türlü yollara sapar. Meselâ bir kimse hırsız olmak isterse, bir eve girerek istediği şeyi çalması için sırf bu temenni yeterli değildir. Ancak Allah'ın büyük hizmetleri ve onun maslahatına göre bu isteğe ne vakit, ne kadar ve ne şekilde yapılacağı fırsatı tanınırsa, hırsızlık eylemi gerçekleşir.

42. Yani, Allah'ın hoşnut olmayacağı şeylerden sakınmanız tavsiyesinde bulunulmaktadır. Bu, Allah ona muhtaç olduğu için değildir. Siz böyle yapmadığınız zaman O bir zarar görecek değildir. Aslında bu nasihat, Allah'ın rızasını aramanın ve O'nun emirlerine karşı gelmemenin, kulları üzerinde Allah'ın hakkı olduğu içindir.

43. Yani, bir kimse ne kadar isyankarlıkta bulunmuş ve ne kadar günah işlemiş olursa olsun, bunlardan vazgeçerek Allah'ın rahmetine sığındığı an, Allah onu bağışlar. Bu günahları hiçbir şekilde affetmeyerek onu cezalandırma gibi bir intikam duygusu taşımaması, ancak ve ancak büyük şan sahibi Allah'a yakışır.

MÜDDESSİR SÜRESİ(Seyyid KUTUB)

1-Ey örtüye bürünerek saklanan Muhammed!

2-Kalk da uyar.

3- Rabbinin büyüklüğünü dile getir.

4-Elbiselerini temizle.

5- Çirkin davranışlardan uzak dur.

6- Yaptığın iyiliği çok görüp başa kakma.

7- Rabbin için sabret.

Sure, Peygamberimizi ağır ve son derece önemli bir görevi üstlenmeye çağıran yüce bir sesleniş ile söze giriyor. Bu görev insanlığı uyarma, onu dünyada kötülükten, ahirette cehennemden kurtarma, henüz fırsat elde iken onu doğru yola iletme görevidir. Bu görev o günlerde bir insana -bu insan bir peygamber de olsa- yüklenebilecek son derece ağır ve zor bir görevdi. Çünkü o günlerin insanlığı öylesine sapık, öylesine günahkar, öylesine inatçı, öylesine söz dinlemez, öylesine azgın, öylesine gözü kara, öylesine kaypak ve öylesine gerçekten uzaklaşmış idi ki, onu gerçeğin sesini dinlemeye çağırmak dünyadaki yükümlülüklerin en ağırı, en sıkıntılısı niteliğinde idi.

Evet, "Ey örtüye bürünerek saklanan Muhammed, kalk da uyar." Peygamberlik misyonunun en belirgin görevi olarak "uyarmak" farkında olmadan sapıklık akıntısına kapılıp giden gafillere "kendilerini bekleyen yakın bir tehlikeyi haber vermektir. Bu uygulama, yüce Allah'ın kullarına yönelik rahmetinin açık bir göstergesidir. Sebebine gelince kullar yoldan sapmakla yüce Allah'ın görkemli egemenliğinde bir eksilme meydana getiremeyecekleri gibi doğru yola girmekle de O'nun sınırsız mülküne herhangi bir katkıda bulunamazlar. Buna rağmen yüce Allah'ın onları ahiretin acıklı azabından, dünyanın mahvedici kötülüklerinden kurtarmak için gösterdiği yoğun ilgi, Peygamberleri aracılığı ile onları af dilemeye çağırması ve onları keremi ile affederek cennetine koyması O'nun engin merhametinin gereğinden başka birşey değildir.

Şimdi de Peygamberimizin kendine dönülerek başkalarını uyarma görevinin arkasından Rabbinin büyüklüğünü dile getirmeye çağrılıyor:

"Rabbinin büyüklüğünü dile getir."

Sadece Rabbini büyük bil. Yüceltmeye lâyık olan tek büyük O'dur. Bu direktif ilahlığa ve tek Allah'lığa ilişkin "iman" dayanaklı düşüncenin anlamının önemli bir yanını belirler.

Herkes, herşey, her değer ve her gerçek küçüktür. Büyük olan sadece Allah'tır. Tek ve eşsiz olan Allah'ın büyüklüğünü ve yüceliği karşısında bütün kütleler, bütün hacimler, bütün güçler, bütün değerler, bütün olaylar, bütün gelişmeler, bütün anlamlar, bütün şekiller küçülür, sönük ve belirsiz kalır.

Peygamberimizin insanlığı uyarma görevini omuzlarken, bu görevin sıkıntılarını, baskılarını ve zorluklarını bu bilinçle, bu düşünce ile göğüslemeye yönlendiriliyor. Çünkü kendisini uyarma görevine atayan Rabbinin tek "büyük" olduğu gerçeğine bağlanınca bütün komplolar, bütün kaba güçler, bütün engeller gözünde küçülecektir. islama çağırma görevinin sıkıntıları ve zorlukları bu düşünceyi, bu bilinci sürekli biçimde taze tutmayı gerektirecek kadar ağırdır.

Daha sonra Peygamberimize "temizlenme" direktifi veriliyor:

"Elbiselerini temizle."

"Elbise temizliği" arap dilinde Dolaylı olarak kalp, ahlâk ve davranış temizliği anlamını taşır. Amaç elbiselerin örtülüğü öz kişiliğin, bu kişiliği oluşturan tüm özelliklerin ve niteliklerin temizliğidir. Temizlik, peygamberliğin doğasının en ayrılmaz sıfatı olduğu gibi yüceler alemi ile ilişki kurabilmenin de vazgeçilmez şartıdır. Bunların yanısıra uyarmanın ve duyurmanın şartları ile başedebilmek için, çeşitli akımlar, çeşitli arzular, çeşitli kanallar ve dehlizler arasında çağrı görevini yürütebilmek için de temizlik gereklidir. Dava adamı görevini yaparken kendisini çeşitli kirlerle, pisliklerle, tortularla ve lekelerle sarılmış, kuşatılmış bulacaktır. Bu olumsuz şartlar ortasında kirlenmeden kirlileri kurtarabilmek için, lekeliler ile ilişki kurarken lekelenmemek, üzerine çamur sıçratmamak için her bakımdan tam anlamda temiz olmaya ihtiyacı vardır. Bu direktif peygamberliğin, çağrı işlevinin, çeşitli ortamlarda, çeşitli toplumlarda, çeşitli şartlarda ve kalplerde bu görevi yürütmenin şartlarına yönelik ince ve derin anlamlı bir vurgulamadır.

Daha sonra Peygamberimize Allah'a ortak koşmaktan ve azaba çarpılmayı gerektiren davranışlardan uzak durması telkin ediliyor.

"Çirkin davranışlardan uzak dur."

Peygamberimiz, peygamber olmadan önce bile müşriklikten ve azaba çarpılmayı gerektirecek iğrençliklerden uzak durmuştu. Sağlıklı fıtratı bu tür bir sapıklığı, böylesine lekeli bir inanca kapılmayı, bu çeşit ahlâk bozukluklarını ve kirli gelenekleri reddetmişti. Onun hiçbir cahiliye uygulamasına katıldığı görülmemiştir. Buna rağmen kendisine niçin bu direktif veriliyor? Amaç barış ve uzlaşma kabul etmez bir farklılığı, bir saf ayrımını açık açık duyurmaktır. Çünkü islam yolu ile müşriklik akımı, hiçbir noktada buluşmayan iki ayrı yoldur. Bunun yanısıra bu direktifle sözkonusu iğrençliğin kirinden uzak durma yönünde duyarlı bir bilinç oluşturma amacı da güdülmüştür. Ayetin orjinalinde geçen "rics" sözcüğü aslında "azab" anlamındayken zamanla azaba uğramayı gerektiren davranışlar anlamını kazanmıştır.

Bir sonraki ayette Peygamberimize kendini hiçe sayılması, harcadığı çabaları Başa kakmaması, büyütmemesi ve çok görmemesi direktifi veriliyor.

"Yaptığın iyiliği çok görüp başa kakma."

Peygamberimiz yeni görevi sırasında çok özverilerde bulunacak, çok şeyini feda edecek, hesaba gelmez emek, çaba ve enerji harcayacaktır. Fakat Allah Ondan özverilerini çok görmemesini, büyütmemesini ve başa kakmamasını istiyor. Fedakârlıklarının hesabını tutan insanlar bu davayı yürütemezler. Bu dava bağlılarından o kadar çok fedakârlıklar ister ki insan ancak yaptıklarını hemen unutursa bu istekleri göğüsleyebilir. Hatta gerçek dava adamı bu yoldaki özverilerini hiç aklına bile getirmemelidir. O kadar kendini Allah'a adamış olmalıdır ki, bütün emeklerini ve gayretlerini yüce Allah'ın kendine yönelik lütfu ve bağışı olarak algılamalıdır. Gerçekten bu yoldaki çabalar yüce Allah'ın kullarına sunduğu bir ayrıcalıktır. Yüce Allah tarafından seçilmiş olmanın ve bu yolda çalışma başarısına erdirilmenin göstergesidir. Buna göre bu uğurda çalışma fırsatına kavuşmak yüce Allah'a şükretmeyi gerektiren bir seçilme, bir ayıklanma, bir onurlandırmadır; yoksa başa kakılacak ve gözde büyütülecek bir angarya değildir.

Okuduğumuz ayetlerin sonuncusunda Peygamberimize Rabbi için sabretmesi direktifi veriliyor:

"Rabbin için sabret."

Sabır, bu dava ile ilgili her yükümlülük sırasında, ya da her direnme gerektiren zorluk karşısında tekrarlanan bir direktiftir. Sabır bu çetin savaşın, insanları Allah'a çağırma savaşının en vazgeçilmez azığı ve cephanesidir. Bu savaş aynı anda iki ayrı cephede verilecektir. Cephelerden birinde nefsin ihtiraslarına ve gönüllerin arzularına karşı savaş verilirken öbür cephede ihtiraslarının şeytanları tarafından güdülen, kişisel arzularının dürtüleri tarafından itilen davanın düşmanları ile savaşılacaktır. Bu savaş sürekli, kesintisiz ve çetin bir savaştır. Tek azığı, tek cephanesi. Yalnız Allah'ın rızasını amaçlayan, O'nun vereceği ödülden başka hiçbir şeyde gözü olmayan sabırdır.

SUR'A ÜFLENDİĞİ ZAMAN

Peygamberimize yönelik bu direktiflerin arkasından O'nun başkalarına yönelteceği uyarılarla karşılaşıyoruz. Bu uyarılar Peygamberimizin geleceğini haber verdiği "o çetin gün"ü zihinde canlandıracak bir dille ifade ediliyor: Okuyalım:



8- O Sur â üflendiği zaman,

9- O gün çetin bir gündür.

10- Kafirler için hiç de kolay değildir.

Ayetin orjinalinde geçen "Nakr finnakur" ifadesi başka ayetlerde yeralan "Sur'a üfleme" deyiminin verdiği anlamın aynısını taşır. Fakat buradaki ifade daha güçlüdür, meydana gelen yüksek sesin frekans şiddetini daha çarpıcı biçimde somutlaştırır. Bizleri sürekli çınlayân bir ses kaynağı ile yüzyüze getirir. Çünkü "kulağı çınlatan ses" imajı, "kulağın işittiği ses" imajından daha etkilidir. Bundan dolayı "o gün" Kafirler için zorlu bir gündür. Bir sonraki ayette kolaylığın en zayıf gölgesi bile dışlanarak "zorluk" imajı pekiştiriliyor.

"Kafirler için hiç de kolay değildir."

O gün kafirler için katıksız zorluktan ibarettir. Bu zorluğun arasına kolaylığın kırıntısı bile karışmaz. Sözkonusu zorluğun ayrıntısına girilmiyor. Tersine kavram belirsiz ve bilinmez bırakılıyor. Bu da bunalım, sıkıntı ve ızdırap imajlarını güçlendiriyor. Aslında kafirler Sur'a üflenmeden, o son derece çetin günle yüzyüze gelmeden önce uyarılmaya ne kadar muhtaçtırlar!

NANKÖR KARAKTER

Bu genel tehdidin arkasından belirli bir inkarcı kişi ele Alınıyor. Anlaşılan bu kişi inkarcılıkta ve islam çağrısı aleyhinde komplolar düzenlemekte özel rol üstlenmiş bir elebaşıdır. Bu elebaşıya mahvedici, toz edici tehdit darbeleri indiriliyor. Onun gülünç, alay konusu ve iğrenç tablosu çiziliyor. Jestleri, mimikleri, yüz hatları, ruh portresi kelimelere o kadar somut biçimde yansıtılıyor ki, adam canlı, hareketli, çatık kaşlı ve asık suratlı kimliği ile karşımızda duruyor gibi oluyoruz. Okuyalım:



11-12-Şu adamın işini bana bırak ki, kendisini yarattığımda yapayalnızdı.

13- Ona bol bol mal verdim.

13- Gözü önünden ayrılmayan evlatlar verdim.

14- Her işini yoluna koydum.

15- Böyleyken halâ daha çoğunu vermemi bekliyor.

16 Hayır, hayır! O ayetlerimize inatla karşı çıkıyor.

17- Onu sarp bir yokuşa saracağım.

18- O düşündü ve değerlendirme yaptı.

19- Kahrolası, nasıl bir değerlendirme yaptı?

20- Bir daha kahrolası, nasıl bir değerlendirme yaptı?

21- Sonra baktı,

22- Sonra suratını astı ve kaşlarını çattı.

23- Sonra yüz çevirdi, büyüklük tasladı.

24- Ve dedi ki; "Bu Kur ân eskilerden aktarılan bir büyüdür.

25- O kesinlikle insan sözüdür."

26- Onu Sakar a atacağım.

27- "Sakar" nedir, biliyor musun?

28- Geride hiçbir şey bırakmaz, ondan hiçbir şey kurtulmaz.

29- Bütün insanların dikkatlerini üzerinde yoğunlaştırır.

30- On dokuz tane görevlisi vardır.

Elimizdeki birçok rivayete göre bu ayetlerde kasdedilen kişi Velid b. Muğire'dir. Nitekim ibn-i Cerir'in ibn-i Abdalâ, Muhammed b. Savra, Muammer, Ubbade b. Mansur kanalı ile ikrime'ye dayanarak verdiği bilgiye göre birgün Velid b. Muğire, Peygamberimize gelir. Rasulullah ona Kur'an okur. Bunun üzerine O'na karşı düşmanlık duyguları yumuşar gibi olur. Durum Ebu Cehillin kulağına gidince derhal Velid'in yanma koşar. Ona "Amca, hemşehrilerin aralarında senin için mal toplamak istiyorlar der. Velid in Niçin diye sorması üzerine ona şu karşılığı verir: "Sana vermek için. Çünkü sen Muhammed e varmış. Ondan sus payı sızdırmaya kalkışmışsın:' Ebu Cehil bu sözleri ile Velid'in bam teline basıyor, onu en çok üstünlük tasladığı zenginliği konusunda tahrik etmek istiyordu. Nitekim "Kureyşliler benim en zenginleri olduğumu bilirler der.

Bunun üzerine Ebu Cehil kendisine "Öyleyse Muhammed hakkında öyle bir söz söyle ki, hemşehrilerin onun sözlerini reddettiğini, ona karşı sempati duymadığını anlasınlar" der. Velid bu isteğe şu karşılığı verir: "Onun için ne diyeyim ki? Vallahi aranızda benim kadar şiirden anlayanınız, onun recezini, kasidesini, cin kaynaklısını kısacası her türünü benim gibi iyi bileniniz yoktur. Vallahi Muhammed'in okudukları bunların hiç birine benzemiyor. Vallahi O'nun okuduklarındâ ayrı bir tat, ayrı bir çekicilik vardır. O önüne kattığını kırıp geçirir. O'nun okudukları üstündür, onların üzerine çıkmak mümkün değildir:' Ebu Cehil, sözleri biten Velid'e "Vallahi, Muhammed hakkında bir söz söylemedikçe hemşehrilerini memnun edemezsin" der. Bunun üzerine Velid "Öyleyse beni bırak da O'nun için ne söyleyeceğimi düşüneyim" der. Bir süre düşündükten sonra "Muhammed'in okudukları, başkalarından aktarılmış bir büyüdür" der. Bunun üzerine bu surenin "Şu adamın işini bana bırak" ayeti ile başlayarak "On dokuz tane görevlisi vardır" ayetinin sonuna kadar süren bölümü iner.

Başka bir rivayete göre Velid'in Peygamberimize karşı yumuşaması üzerine ileri gelen Kureyşliler "Eğer Velid, dininden dönerse bütün Kureyşliler dinlerinden dönerler" derler. Bunun üzerine bu işi bana bırakın, hepiniz adına onu çözerim diyen Ebu Cehil, hemen Velid'in yanına koşar. Velid uzun uzun düşündükten sonra Peygamberimizden dinlediği Kur'an hakkında "O eskilerden aktarılmış bir büyüdür. Görmüyor musunuz, karı ile kocayı, evlad ile babayı, köle ile efendiyi birbirinden ayırıyor" der.

İşte rivayetlerin bize aktardıkları olay budur. Kur'an burada ona canlı ve etkileyici bir anlatımla değiniyor. Söze şu bel kırıcı, korkunç tehditle giriyor: "Şu adamın işini bana bırak."

Ayet, Peygamberimize sesleniyor. Anlamı şu: Şu adamı bana bırak. Ben onu yaratırken yalnız başına idi. Şimdi gururlandığı bol servetin, gözünden ayırmadığı evlatların, şımarmasına ve daha çoğunu istemesine yol açan öbür dünya nimetlerin hiçbiri o zaman yanında yoktu. Onun işini bana bırak. Hileleri ve tuzakları ile kafanı yorma. Onunla doğrudan doğruya ben savaşacağım.

Bu ayeti okurken insanın tüyleri diken diken oluyor. Yüce Allah'ın ezici, kahredici gücünün harekete geçtiğini düşününce yüreklerde zelzele kopuyor. Çünkü bu ezici güç şu zavallı, miskin, güçsüz ve minnacık yaratığı tepelemek için harekete geçiyor. Ayet bu zelzeleyi bu zelzeleye tutulması sözkonusu olmayan okuyucunun ve dinleyicinin kalbinde kopardığına göre bu zelzeleye tutulan zavallının hâlini varın siz düşünün!

Ayetler bu zavallı yaratığın durumunu uzun uzun anlatıyor. Onun gerçeğe yüz çevirdiğini, Allah'ın ayetlerine inatla karşı çıktığını anlatmadan önce yüce Allah tarafından kendisine bağışlanan nimetlere parmak basıyor. Bu açıklamalara göre o yaratılırken yapayalnızdı, hiçbir şeyi yoktu, çırılçıplaktı. Sonra yüce Allah kendisine bol servet verdi, gözünün önünden ayırmaya kıyamadığı çok sayıda evladı oldu, o bu servet içinde ve evlatlar ortasında güvenli ve mağrur bir hayat yaşıyordu. Hayatı her yönden yolundaydı, her istediğini kolayca elde edebiliyordu. Buna rağmen;

"Halâ daha çoğunu vermemi bekliyor."

Gözü bir türlü doymuyor, şükretmiyor, kendisine verilenlerle yetinmiyor. Belki de surenin sonuna doğru okuyacağımız "Aslında bunların her biri, kendisine okunmaya hazır kutsal sayfalar inmesini istiyor" ayetinde sözü edilenlerden biridir de kendisine vahiy indirilmesini, kutsal kitap verilmesini istiyor. Çünkü Peygamberimize peygamberlik verildi diye O'nu kıskananlardan biri idi.

Adam bu aşırı ihtirası yüzünden sert bir dille azarlanıyor, paylanıyor. Çünkü ne bir iyilik ne bir ibadet ne bir şükür yapmış ki, sahip olduğundan fazlasını istemeye yüzü olsun. Okuyalım:

"Hayır, hayır! O ayetlerimize inatla karşı çıkıyor."

Ayetin orjinalinde geçen "kellâ" sözcüğü bir paylama, azarlama edatıdır. O gerçeği gösteren kanıtlara ve imana erdiren gerçeklere inatla karşı çıkmış, islam çağrısının önüne dikilmiş, Peygamber'e savaş açmış, kendini ve başlarını hak yoldan alıkoymuş, Kur'an ve islam hakkında asılsız iddialar ortaya atmıştır.

Bu paylamayı kolaylığı zorluğa, rahatı sıkıntıya dönüştüren bir tehdit izliyor. Okuyoruz:

"Onu sarp bir yokuşa saracağım."

Burada hareket hâlinde sıkıntıyı donduran, somutlaştıran bir ifade ile karşı karşıyayız. Sebebine gelince yokuş çıkmak en sıkıntılı, en yorucu yolculuk türüdür. Bir de yokuş çıkmanın irade dışı bir itme ile yapıldığını düşünürsek çekilen sıkıntının ve duyulan yorgunluğun ne kadar artacağını kolayca kestirebiliriz. Bu ifade aynı zamanda somut bir gerçeği dile getirir. Çünkü düz, kolay ve iç açıcı iman yolundan ayrılan kimse sarp, sıkıntılı ve nefes kesici bir patikaya düşmüş olur; sürekli endişe, bunalım, gerilim ve baskı altında yaşar, sanki göğe tırmanıyor gibi nefesi tıkanır; susuz ve azıksız çıkılan bir yolculukta ıssız ve tehlikeli izlerde taban teper, üstelik yolunun sonunda varacağı bir amaç, kazanacağı bir huzur da göremez.

Sonra şu gülünçlük örneği eşsiz tablo canlandırılıyor. Bir de bakıyoruz ki, bu zavallı yaratık zihnini yoruyor, sinirlerini geriyor, alnını kırıştırıyor, yüz hatlarım ve mimiklerini oynatıyor. Bütün bunları Kur'an'da bir kusur bulmak, onu karalayacak bir söz hazırlamak için yapıyor. Okuyoruz:

"O düşündü ve değerlendirme yaptı. Kahrolası, nasıl bir değerlendirme yaptı? Bir daha kahrolası, nasıl bir değerlendirme yaptı? Sonra baktı. Sonra suratını astı, kaşlarını çattı. Sonra yüz çevirdi, büyüklük tasladı. Ve dedi ki; `Bu Kur'an eskilerden aktarılmış bir büyüdür. O kesinlikle insan sözüdür."

Ardarda sıralanan jest ve mimik görüntüleri. Birbirini izleyen beyin dalgaları ve sıra sıra hareketler seriliyor gözlerimizin önüne, Sanki anlam sunan sözcükler karşısında değil de resim çizen bir fırça karşısında, daha doğrusu kare kare görüntü sunan hareketli bir film şeridi karşısındayız.

Karelerin birinde adam düşünüyor, kafa yoruyor. Bunun yanısıra hüküm ifade eden bir beddua ile karşılaşıyor; "Kahrolası" diye. Ayrıca "Nasıl bir değerlendirme yaptı?" denilerek davranışı yadırganıyor, alay bombardımanına tutuluyor. Sonra vurgulama, mesajı pekiştirme amacı ile bu beddua ve yadırgama tekrarlanıyor; "Bir daha kahrolası, nasıl bir değerlendirme yaptı?"

Başka bir karede adam yapmacık, zorlamalı, alaya aldıran, komiklik çağrısını yapan bir ciddiyetle şöyle şöyle bakıyor.

Bir diğer karede gülünç bir biçimde düşüncesini bir noktada yoğunlaştırmak amacı ile kaşlarını çatıyor, suratını asıyor.

Bütün bu komik çabalar, bütün bu maskaralıklar onu sağlıklı bir düşünceye erdiremiyor. Tersine adam ışığa sırt çevirerek ve gerçek karşısında büyüklük kompleksine yenik düşerek "Bu Kur'an eskilerden aktarılmış bir büyüdür. O kesinlikle insan sözüdür."

Ayetler bu canlı görüntüleri, resim fırçasının tuvale istediği manzaralardan daha kalıcı ve hareketli bir filim şeridinin gözler önüne serdiğinden daha estetik bir biçimde insan hayaline işliyor. Bu ayetler canlandırdıkları komik tipi sonsuza kadar hafızalarda kalacak bir gülünçlük örneği olarak somutlaştırıyor, kuşaklar boyunca ibret örneği olarak seyredilsin diye kahkaha ile güldüren portresini varlığın alnına kazıyor.

Sözkonusu komik yaratığa ilişkin bu canlı ve somut görüntüleri yine ona yönelik müthiş bir tehdit izliyor. Okuyalım:

"Onu Sakar'a atacağım."

Sonra "Sakar"ın bilinmezliği vurgulanarak bu tehdidin korkunçluğu arttırılıyor. Okuyalım:

"Sakar nedir, biliyor musun?"

O anlaşılmaz ve kavranmaz derecede müthiş ve korkunç bir şeydir! Sonra onun bazı nitelikleri sayılarak uyandırdığı dehşet ve korku imajı güçlendiriliyor. Okuyoruz:

"Geride hiçbir şey bırakmaz, ondan hiçbir şey kurtulmaz."

O herşeyi silip süpürür, her şeyi yutuverir, herşeyi yok eder, önünde hiçbir şey duramaz, ardında hiçbir şey komaz, ondan hiçbir şey paçayı kurtaramaz. Ayrıca o bütün insanların dikkatlerini üzerine çeker, uzaktan belirgin bir şekilde görülür. Okuyalım:

"Bütün insanların dikkatlerini üzerinde yoğunlaştırır."

Bu ayet, "Meariç" suresinde geçen "Geri dönüp gidenleri kendine çağır" ayetinin anlamına yakın bir anlam taşır." (Mearic 17).Yani herkesin dikkatini çeker. Sanki korkunç görüntüsü ile kalplerde korku uyandırmak ister gibidir.

Bu "sakar" cehenneminin "on dokuz" güvenlik görevlisi vardır. Bu "on dokuz" rakamı sert ve acımasız meleklerin birey olarak sayısı mıdır, yoksa bu meleklerin oluşturduğu safların sayısı mıdır, yoksa cehennem güvenliği ile görevli meleklerin türleri ve kategorileri midir, bilmiyoruz. Sadece şunu biliyoruz: Bu sayı, yüce Allah'ın verdiği bir bilgidir ve onu neden verdiği aşağıda açıklanacaktır.

Müminler, yüce Allah'ın bu konuda verdiği bilgiyi, Rabblerine güvenen, Rabbi karşısında gerekli edebi takınan kullara yaraşır bir teslimiyetle karşıladılar. Yüce Allah'ın sözünü ve verdiği bilgiyi tartışma ve demogoji konusu yapmadılar. Müşrikler ise bu sayısal bilgiyi, imandan yana boş kalplerle, yüce Allah'a saygı duygusundan uzak bir küstahlıkla karşıladılar. Bu durumlarda gereken ciddiyeti göstermediler. Tersine bu açıklamayı alaya, maskaraya aldılar. Onu gırgır ve dalga geçme konusu yaptılar. Bu küstahlığın sonucu olarak aralarından biri "Sizin her onunuz bu cehennem görevlilerinden birinin hakkından gelemez mi?" dedi. Bir diğeri "Ona gerek yok. Siz hep birlikte onlardan birinin hakkından gelin, gerisinin tümünün hakkından ben tek başıma gelirim" dedi. Kısacası onlar bu yüce açıklamayı, böylesine körelmiş, gerçeğe kapalı ve bomboş ruhlarla karşıladılar.

Bunun üzerine az sonra okuyacağımız ayet indi. Bu ayette yüce Allah'ın bu sayısal bilgiyi niçin verdiği, gaybın sırlarının bu bölümüne niçin ışık tuttuğunu açıklıyor. Gayp alemine ilişkin bilgi yüce Allah'a havale ediliyor; "Sakar"dan ve oranın güvenlik görevlilerinden ne amaçla sözedildiği açıklanıyor. Okuyoruz:



31- Biz cehennem görevlilerini meleklerden seçtik, sayılarını da kafirler için sınav konusu yaptık ki kitap verilenler bunun hak olduğunu anlasınlar, mü'minlerinde imanı pekişsin.Mü'minler Şüphe etmesin.Kalplerinde hastalık olanlar ve kafirler:''Allah bununla ne demek istedi desinler.İşte böyle,Allah dilediğini saptırır,dilediğinide hidayete eriştirir.Rabbinin ordularının sayısını ancak kendisi bilir.Bu insan için bir öğüttür.

Böylece kendilerine kutsal kitap verilenlerin buna inanmalarını ve müminlerin imanlarının pekişmesini istedik, kendilerine kutsal kitap verilenler ile müminlerin kuşkudan arınmalarını diledik. Bu arada kalplerinde hastalık olanlar ile kafirlerin `Allah bu örneği ne amaçla veriyor?" demelerine zemin hazırladık. İşte Allah böylece dilediklerini saptırır ve dilediklerini doğru yola erdirir. Rabbinin ordularını sadece kendisi bilir. Bu insanlara yönelik bir hatırlatma, bir öğüttür.

Ayet, müşrikler tarafından tartışma ve demogoji konusu yapılan sözkonusu on dokuz cehennem görevlisinin kökenini anlatarak söze giriyor. Okuyalım:

"Biz cehennem görevlilerini meleklerden seçtik."

Demek ki, bu cehennem görevlileri o yapısal özelliklerini ve güçlerini sadece yüce Allah'ın bildiği yaratıklardandırlar. Yüce Allah başka bir ayette onları bize tanıtırken "Onlar Allah'ın verdiği emirlere karşı gelmezler, aldıkları emirleri aynen yerine getirirler" buyuruyor." (Tahrim 6) Başka bir deyimle onların Allah'ın emirlerine itaatkâr olduklarını ve aldıkları emirleri yerine getirecek güçte olduklarını belirtiyor. Buna göre onlar kendilerine verilen görevleri yerine getirmelerine imkan verecek güçle donatılmışlardır. O halde madem ki, "Sakar"ın güvenlik görevlileri olarak atandılar, daha önce yüce Allah tarafından bu görevin gerektirdiği güçle donatılmışlar demektir. Hiç kuşkusuz bu görevin gerektirdiği gücün ne olduğunu yüce Allah biliyor. Bu durumda şu zavallı insancıkların onları kaba güçle safdışı bırakmaları, görev yapamaz duruma getirmeleri sözkonusu bile değildir. O insancıkları bu melekleri tepeleyecekleri yolundaki sözleri, sadece yüce Allah'ın yaratıcılığına ve planlayıcılığına ilişkin koyu cahilliklerini gösterir. Devam ediyoruz:

"Onların sayılarını kafirler için sınav konusu yaptık."

Bu sayısal bilgi onların kalplerinde tartışma arzusu uyandırır. Onlar nerede teslim olacaklarını, nerede tartışacaklarını ayır edemezler. Bu konu, tamamın Allah'ın tekelinde olan bir gayp konusudur. insanoğlunun bu konuda az ya da çok hiçbir bilgisi yoktur. Yüce Allah'ın bu konuda verdiği bilgi bu alandaki gerçeğin tek kaynağıdır. insanın bu konudaki tutumu şu olmalıdır: Allah'ın verdiği bilgiyi almalı, bu konuda verilen bilginin verildiği kadarı ile en hayırlı sonuç olduğuna güvenmelidir, bu konuda tartışmanın yersizliğini kavramalıdır. Çünkü insan ancak daha önceki bilgisi ile çelişen, bağdaşmayan yeni bir bilgiyi tartışma konusu yapabilir. Bu sayının neden on dokuz olduğu -ki bu on dokuzun anlamı ne olursa olsun- konusu ise varlık aleminde şu gördüğümüz ahengi kuran ve her şeyi belirli bir plana göre yaratan yüce Allah'ın bildiği bir konudur. Bu sayı, benzeri sayılar gibidir. Tartışma hastası olan kimse karşısına çıkan diğer sayıları da tartışma konusu yapabilir, aynı itirazcı eğilime kapılarak öbür anlaşılmaz konulara da itiraz edebilir. Meselâ niçin gökler yedidir? Niçin kaplumbağalar binlerce yıl yaşayabiliyorlar? Niçin insan yavrusu ana karnında dokuz ay kalıyor? Niçin insan kuru balçıktan ve cinler dumansız alevden yaratıldı? Niçin, niçin, niçin? Bu soruların tek cevabı vardır: Çünkü yaratma eyleminin tek yetkilisi olan yüce Allah diler ve dilediğini yapar. Bu tür tartışmalarda söylenecek son ve kestirme söz budur. Devam ediyoruz:

"Böylece kendilerine kutsal kitap verilenlerin buna inanmalarını ve müminlerin imanlarının pekişmesini istedik, kendilerine kitap verilenler ile müminlerin kuşkudan arınmalarını diledik."

"Sakar" bekçilerinin sayısına ilişkin bu bilgi bu gruplardan birinin ön bilgisini kesinleştirecek, öbürünün de imanını pekiştirecektir. Çünkü kendilerine daha önce kutsal kitap verilmiş olanların bu konuda mutlaka bir önbilgileri vardı. Şimdi bu bilgiyi Kur'an'dan işittiklerinde bu kutsal kitabın eski ön bilgilerini doğruladığını görürler. Müminlere gelince Rabblerinin her sözü onların imanlarını pekiştirir. Çünkü onların kalpleri açık ve Allah'a bağlıdır. Bu yüzden bütün gerçekleri dolaysız biçimde algılamaya elverişlidirler. Yüce Allah katından bu kalplere gelen her gerçek onların Allah'a yakınlığını arttırır. Onların kalpleri yüce Allah'ın bu sayının ardındaki hikmetin ve yaratma eylemine ilişkin duyarlı planın bilencine varmakta gecikmez. Böylece bu kalplerin imanı daha da artar. Bu gerçek hem kendilerine kitap verilenlerin ve hem de müminlerin kalplerine yer eder de artık onlar Allah katından gelen hiçbir bilgiyi kuşku ile karşılamazlar. Devam ediyoruz:

"Bu arada kalplerinde hastalık olanlar ile kafirlerin `Allah bu örneği ne amaçlı veriyor?' demelerine zemin hazırladık."

Böylece aynı gerçek birbirinden farklı kalplerde iki değişik etki meydana getiriyor. Kendilerine daha önce kutsal kitap verilenler ön bilgilerini kesinleştirir ve müminler imanlarını pekiştirirken kafirler ile hasta kalplı münafıklar şaşkınlığa düşerek "Allah bu örneği ne amaçla veriyor?" diye soruyorlar. Bu ikinci kategoridekiler ne bu yabancısı oldukları konunun hikmetini kavrıyorlar, ne yüce Allah'ın her yaratma eyleminin gerisinde mutlaka bir hikmet olduğunu peşin olarak kabul ediyorlar, ne bu bilginin doğru olduğuna güveniyorlar ve ne de bu gayp sırrının açıklanmasında, gayp aleminden alınarak bilinenler dünyasına aktarılmasında hayır olduğuna inanıyorlar. Devam ediyoruz:

"İşte Allah böylece dilediklerini saptırır ve dilediklerini doğru yola erdirir."

Bu şekilde, yani gerçekleri gündeme getirerek, ayetleri sunarak. Farklı kalpler bu gerçekleri ve ayetleri farklı biçimde algılıyor. Allah'ın dileği uyarınca bir grup bu gerçekler aracılığı ile doğru yola ererken başka bir grup saptırıyor. Herşey sonunda yüce Allah'ın özgür ve kayıtsız iradesine varıp dayanıyor. Şu insanoğulları hem doğru yola hem de sapıklığa açık iki yönlü bir yetenekle yaratılmışlar, sınırsız "güç"ün elinden çıkmışlardır. Doğru yolda yürüyen de sapıtan da onları bu iki yönlü yetenekle donatarak yaratmış olan yüce Allah'ın dileğinin sınırları içinde hareket ediyor. Yüce Allah özgür dileğinin sınırları içinde ve gizli hikmeti uyarınca onlara şu ya da bu yönde hareket etme olanağı tanımıştır.

Yüce Allah'ın dileğinin özgür olduğuna ve varlık aleminde meydana gelen her gelişmenin sonunda varıp bu dileğe dayandığına ilişkin düşünce geniş ufuklu, eksiksiz bir düşüncedir. Bu düşünce akılları, determinizim (gerekircilik) ve özgür irade konusundaki dar kafalı tartışmalardan uzak tutar. Bu tartışma hiçbir sağlıklı ve tutarlı sonuca varamaz. Çünkü ele aldığı konuya dar bir açıdan bakmakta, yüce Allah'ın sınırsız yetki alanına giren bir problemi, sınırlı insan aklının, insan deneyimlerinin ve insan düşüncelerinin dar kalıplarına sıkıştırarak çözmeye kalkışmaktadır.

Yüce Allah bize doğru yolu ve sapıklığı gösterdi. Tarafımızdan izlendiğinde bizi doğru yola, başarıya ve mutluluğa erdirecek olan yöntemi belirlediği gibi hangi yöntemlere saptığımız takdirde yoldan çıkacağımızı, mutsuz ve başarısız olacağımızı da açıkladı. Bunun ötesinde başka bir bilmekle bizi yükümlü tutmadı, bunun ötesinde bir şey bilme gücünü bize vermedi. Ayrıca bize "Benim iradem sınırsız ve dileğim geçerlidir" dedi. Öyleyse bize düşen şudur: Gücümüz oranında bu sınırsız iradenin ve bu geçerli dileğin ne olduğunu düşünmeli, doğruya erdirici yöntemi tutmalı, saptırıcı yöntemlerden uzak durmalı ve bize özünü kavrama yeteneği verilmemiş olan gizli gayb sırları etrafında kısır tartışmalara dalmamayız. İşte kelam bilginlerinin "kader" konusunda harcadıkları çabalara baktığımızda, bu tartışmaların alanı dışına kaydırılmış, yararsız, anlamsız ve boşa gitmiş çabalar olduğunu görürüz.

Bizler, bizim için bir gayb sırrı olan Allah'ın dileğini bilemeyiz. Fakat neleri yaparsak bize bağışından pay vereceğini, vaadettiği keremini hakketmek için bizden ne istediğini biliyoruz. Öyleyse gücümüzü yükümlülüklerimizi yerine getirme yolunda harcamalı, dileğinin bize ilişkin sırlarım O'na bırakmalıyız. Nasıl olsa O'nun dileği gerçekleşecektir. Biz bu dileğin ne olduğunu gerçekleşince öğrenebileceğiz, onu daha önce bilemeyiz. Bu dileğin arkasında O'nun bir hikmeti olacaktır ki, onu da herşeyi sınırsız bilgisi ile kuşatan yüce Allah'tan başka hiç kimse bilemez. İşte müminin düşünme yolu ve akıl yürütme yöntemi budur. Devam ediyoruz:

"Rabbinin ordularını sadece kendisi bilir."

Bu orduların mahiyeti, görevleri ve güçleri birer gayb sırrıdır. Yüce Allah bu konularda dilediği oranda açıklama yapar. O'nun açıklamaları bu konuda söylenebilecek son sözdür. Bu kesin sözden sonra hiç kimse tartışma açmaya, demogojiye girişmeye, yüce Allah'ın açıklamadığı sırları bilmeye kalkışmaya yetkili değildir. Bu sırları öğrenmenin yolu da yoktur. Devam ediyoruz:

"Bu insanlara yönelik bir hatırlatmadır."

Bu "hatırlatma" ya Rabbinin orduları ya "sakar" cehennemi ya da bu cehennemin güvenlik görevlileridir ki, bu görevliler de aslında Allah'ın ordusunun bir kesimini oluştururlar. Bunlara uyarma ve dikkat çekme amacı ile değiniliyor, yoksa tartışma ve demogoji konusu yapılsınlar diye değil. Bu tür hatırlatmalardan mümin kalpler ders alır, sapık kalpler ise bunları tartışma ve demogoji konusu yaparlar.

Gayb aleminin sırlarından biri olan bu gerçeğin açıklanmasından, doğru yola erdirici ve sapıklığa sürükleyici yöntemlerin tanıtılmasından sonra ahiret, "sakar" cehennemi "Allah'ın orduları" gerçekleri ile şu alemde görülen, fakat insanların umursamaz bakışlarla yanlarında geçip gittikleri evrensel olgular arasında bağ kuruluyor. Bu olgular yaratıcı gücün bir planı, bir ön projesi olduğunu haykırır; bunun yanısıra aynı olgular, bize bu planın ve ön projenin arkasında bir amacın, bir hedefin, bir hesaplaşmanın, bir ödül ve ceza dağıtma işleminin olduğu mesajını verir. Okuyalım:



32- Hayır, hayır! Andolsun aya,

33- Gerileyen gece karanlığına,

34- Söken şafağa.

35- Sakar (cehennem) büyük gerçeklerden biridir.

36- İnsanlar için uyarıcıdır.

Ay, gerileyip dağılan gece ve söken şafak görüntüleri özleri itibarı ile duygulandırıcı sahnelerdir. insan kalbine çok şeyler söylerler, onun derinliklerine birçok sırlar fısıldarlar, kuytu köşelerindeki birçok duyguları harekete geçirirler. Bu ayetler bu kısa işaretle beslendikleri kalplerdeki bu duygu ve sır yuvalarını okşamakta, kalplerin giriş-çıkış kanallarını iyi bilmenin ustalığı ile bu yuvaları sıvazlamaktadırlar.

Ayın doğuşunu, yayılışını ve batışını seyredip onun fısıldadığı varlık sırların hiç pay almayan kalp, az bulunur. Birkaç dakika ay ışığında duran bir kalp, ışık banyosundan geçmiş gibi yıkanıp arınıverir.

Yine bir kalp düşünelim ki, gecenin çekiliş görüntüsünü seyretmiştir. Doğan günün ışıkları önünde sessizce gerileyen karanlığı, varlıkların gözlerini açıp uykudan uyanmalarını izlemiştir

Bu sahneden etkilenmeyecek, derinliklerinde uçarı heyecanlar depreşmeyecek kalp az bulunur.

Yine şafağın sökmesini, tanyerinin ağarmasını seyreden bir kalp düşünelim. böyle bir kalpde ışıma, açılma, bilinç düzeyinde hal değiştirme titreşimlerinin meydana gelmemesi pek düşünülemez.

Bu titreşimler, gözlere çarpan gün ışınlarının yanısıra kalplere, gönüllere dolan ışınları algılamaya son derece elverişli bir duyarlık kazandırır.

Kalplerin yaratıcısı olan yüce Allah bu sahnelerin, çarpıcı nitelikleri ile kimi olaylarda kalplerde acayip etkiler meydana getirdiklerini, onlara yeniden yaratılmışlar gibi keskin bir duyarlılık kazandırdıklarını herkesten iyi bilir.

Ayda, dağılan gece karanlığında ve söken şafakta beliren bu uyanışlar, ışınalar ve yer değiştirme süreçlerinin arka planında müthiş gerçekler saklıdır. Bu ;gerçekler yaratıcı gücün, hikmetli planın ve evrensel uyumun varlığını kanıtlar. İşte Kur'an mantı klan ve akılları bu gerçekler aracılığı ile hayalleri şaşkına çeviren bu eşsiz duyarlılığa yöneltir.

Yüce Allah bu büyük evrensel gerçekler üzerine yemin ediyor. Bu yeminin amacı bu büyük gerçeklerin önemlendiren, onların kanıtlayıcı değerlerinden haber yaşayan gafilleri uyarmak, önlerinde duran gerçeklerin farkına vardırmak-tır. Bu yeminin ikinci aşamadaki amacı da "sakar" cehenneminin, bu cehennem görevlilerinin, ahiretteki diğer gelişmelerin, insanı arka plandaki tehlikeler konusunda uyaran müthiş gerçekler olduklarını vurgulamaktır. Okuyoruz:

"Sakar (cehennem) büyük gerçeklerden biridir. İnsanlar için uyarıcıdır."

Gerek yeminin kendisi, gerek içeriği ve gerekse bu şekilde üzerine yemin edilen gerçekler, bütün bunlar insan kalbine sert darbeler indiren ağır dokunuşlardır. Bu vuruşlar bir yandan kıyamet borusunun yüksek frekanslı çınlayışları ve bu çınlamaların bilinçte meydana getirdiği dalgalanmalarla, öbür yandan surenin başındaki "Ey örtüye bürünerek saklanan Muhammed!" çağrısının melodisi ile öte yandan da "Kalk da uyar" komutunun gürlemesi ile ahenkli bir bütün oluşturmaktadırlar. Zaten surenin havasına çınlamalar, darbeler ve iç dalgalanmaların titreşimleri egemendir.

Bu son derece önemli ve çarpıcı mesajların ışığı altında herkesin kendinden ve kendine karşı sorumlu olduğu açıklanıyor, insanlar yollarını ve geleceklerini seçmek üzere serbest bırakılıyor; insanın öz tercihi ile yapacağı işlerden sorguya çekileceği, davranışlarının ve suçlarının tutsağı olduğu bildiriliyor. Okuyoruz:



37- Aranızdaki ilerlemek isteyenler için de, geriye gitmeyi tercih edenler için de.

38- Herkes tutumunun ve davranışlarının tutsağıdır.

Her öz sorumluluğunu ve yükünü kendi omuzlarında taşır. Kendini nereye koymak isterse oraya koyar. Özünü ya ilerletir, ya geriye götürür. Ya onurlandırır ya alçaltır. Herkes davranışlarının tutsağı, yaptığı işlerin bağımlısıdır. Yüce Allah göre göre izleyeceği yolu tanıtmıştır. Duygulandırıcı evrensel tablolar ve herşeyi yutup yokeden "sakar" cehennemi tabloları karşısında yapılan bu duyuru son derece etkili ve akılları başlara toplayıcıdır.

Yaptıkları işlerin tutsağı ve davranışlarının bağımlısı olan insan sahneleri önünde çalışma defteri sağ taraftan verilecek olanların bağlardan çözük olacakları, kösteklerden arınmış bir özgürlüğün tadını yaşayacakları ilan ediliyor. Onlar bu rahatlık içinde günahkârlara niçin bu kötü sonla yüzyüze geldiklerini sorma hakkına bile salıp olacaklardır. Okuyoruz:

39- Yalnız defterleri sağ yanlarından verilenler hariç.

40- Onlar cennetlerde ağırlanırlar. Sorarlar.

41- Günahkârlara:

42- "Sakar'a (cehenneme) girmenizin sebebi nedir?" diye.

43- Cehennemlikler derler ki; "Biz namaz kılanlardan değildik.

44- Yoksulların karnını doyurmazdık.

45 Bizim gibi olanlarla birlikte asılsız ve bozguncu konuşmalara dalardık.

46- Hesap verme gücünü inkar ederdik.

47- Sonunda bi de ölüm gelip çattı."

Çalışma defterleri sağ yanlarından verilenlerin her türlü bağımlılıktan, tutsaklıktan, bağdan ve köstekten uzak olmaları onların iyiliklerini bereketlendirip kat kat arttıran yüce Allah'ın lütfunun sonucudur. Bu umutlu sonucun burada açıklanması ve dikkatlere sunulması her türlü kalbi etkileyecek bir nitelik taşır. Bu açıklama ilk başta yüce Allah'ın ayetlerini yalanlayan, şimdi ise kendilerini yüz kızartıcı bir pozisyonda gören ve uzun uzun itiraflarla içlerini döken günahkarların kalplerini etkiler. Oysa dünyada önem vermedikleri, adam yerine koymadıkları müminler şimdi üstün ve onurlu bir konumdadırlar ve üstün konumlarının rahatlığı içinde kendilerine "Sakar'a (cehenneme) sürüklenmenizin sebebi nedir?" diye sorarlar.

Öte yandan bu açıklama dünya da günahkârlardan çok çeken müminlerin kalplerini de etkiler. Şimdi ise kendileri onurlu bir konumda iken kendini beğenmiş düşmanları o onur kırıcı duruma düşmüşlerdir. Sahne o kadar canlıdır ki, her iki gurubun kalbinde de şu anda varmış ve her iki taraf orada yerini almış izlenimini uyandırıyor. Sahnenin bu çarpıcı canlılığı dünya hayatının defterini bütün dekoru ile birlikte dürmekte, bu hayatı noktalanmış ve geçip gitmiş bir geçmişe dönüştürmektedir.

Günahkârların uzun ve ayrıntılı itirafları kendilerini "sakar" cehennemine sürükleyen çok sayıda günahı içeriyor. Onlar müminler karşısında başları eğik ve aşağılanmış bir pozisyonda bu suçlarını kendi dilleri ile itiraf ediyorlar. Okuyalım:

"Biz namaz kılanlardan değildik."

Burada "namaz kılmak" tümü ile "iman etme"yi anlatan dolaylı bir ifadedir. Bu ifade biçimi, bu inanç sisteminde namazın taşıdığı önemi vurgulamakta, onu imanın göstergesi ve sembolü olarak tanıtmaktadır. Buna göre namazı inkar etmek kafirliğin delili olmakta, sahibini müminlerin safının dışına çıkarmaktadır. Devam ediyoruz:

"Yoksulların karnını doyurmazdık."

Bu günah, imansızlığın peşinden geliyor. Çünkü iman etmek yüce Allah'ın doğrudan kendisine yönelik bir ibadetken, yoksulların karnını doyurmak yine Allah'a yönelik, fakat uygulama alanı kullar olan bir ibadettir. Yoksulların karnını doyurma ibadetinin Kur'an'da sık sık vurgulanması, Kur'an'ın karşılaştığı toplumda yardımlaşma duygusunun zayıf olduğunu, o acımasız ortamda yoksulların gözetilmediğini kanıtlar. Gerçi o toplumun insanları iş öğünmeye, hava atmaya sıra gelince el açıklığı ile, cömertlikle bol bol övünürlerdi. Fakat sıra fakirlere yardım eli uzatmaya, gösterişsiz ve içtenlikli merhamete gelince yan çizerlerdi. Devam ediyoruz:

"Bizim gibi olanlarla birlikte asılsız ve bozguncu konuşmalara dalardık."

Bu tutum inancı hafife almayı, imana karşı saygısızlığı, onu oyun ve eğlence yerine koymayı, umursamaz ve önemsemez bir boşboğazlıkla onun hakkında ulu-orta gevezelik etmeyi simgeler. Oysa iman ve inanç konusu insan hayatındaki en önemli ve en ciddi konudur. insan gönlünde ve bilincinde hayattaki diğer her konudan önce bu konuya yer vermelidir. Çünkü insanın düşüncesi, bilinci, duygu sistemi, değerleri ve ölçüleri bu temele dayanır. insan hayat yolunda ilerlerken gereken ışığı bu temel kaynaktan alacaktır. Öyleyse nasıl bu konuda ciddi bir görüş edinmez, nasıl olur da bu konuyu ciddiye almaz da kendisi gibi lafazanlara uyarak o konuda ileri-geri konuşmalar yapar, kendisi gibi ciddiyetsizlerle birlikte olarak bu konuyu eğlenceye alır. Devam ediyoruz:

"Hesap verme gününü inkar ederdik."

İşte belaların ana kaynağı, merkezi burasıdır. Çünkü insan ahiret gününü, hesaplaşma gününü inkar edince elindeki bütün ölçüler bozulur, kafasındaki bütün değerler alt-üst olur, hayatı şu kısacık dünya ömrü ile sınırlandırdığı için zihnindeki hayat alanı daralır, her şeyin sonucunu şu kısacık hayat alanındaki gerçekleşmelerle karşılaştırır, bu sonuçlar ruhunu tatmin etmez, son ve önemli değerlendirme olgusunu hiç hesaba almaz. Bundan dolayı ahirete ve orada karşılaşacağı sona ilişkin bozuk değerlendirmesinden önce tüm ölçüleri, elindeki tüm dünya işleri bozulur. Böylece en kötü sonla yüzyüze gelir.

Günahkârlar "biz İşte böyle idik, namaz kılmazdık, yoksulların karnını doyurmazdık, sorumsuz gevezelere uyarak bu inanç sistemi hakkında ileri-geri konuşurduk, hesaplaşma gününü inkar ederdik" diyorlar. Ne zamana kadar?

"Sonunda bize ölüm gelip çattı."

Bütün kuşkuları dağıtan, bütün şüphelere son veren, işi kestirip atan ölüm. O kesin akıbetten sonra artık ne pişman olmaya, ne tevbe etmeye ve ne iyi davranışlar yapmaya zaman ve fırsat kalmaz.

Bu kötü ve alçaltıcı durum sunulduktan sonra günahkârların akıbetlerinin değişebileceğine ilişkin bütün. umutlar kırılıyor. Okuyoruz:



48- Artık onlara şefaat edebilecek olanların aracılığı yarar sağlamaz.

Artık iş bitmiş, son söz gerçekleşmiş, suçlarını kendi ağızları ile itiraf eden günahkârlara yaraşan kesin "son" belirmiştir. Artık bu günahkarlara aracılık edecek biri bulunamaz. Bulunduğunu varsaysak bile hiçbir şefaatçinin aracılığı onlara yarar sağlamaz.

Müşrikler ahiretteki bu onur kırıcı ve umut kırıcı tablonun önünden dünyaya, bu acıklı tablo ile karşılaşmalarını önleyecek fırsatların tablosuna döndürülüyorlar. Fakat ne görüyoruz? Onlar bu fırsatlara sırt çeviriyorlar, onlardan yararlanmaya yanaşmıyorlar. Önlerine çıkan kurtuluş imkanlarından, hidayetten ve hayırdan bucak bucak kaçıyorlar. Ayetlerde onların bu gülünç tablosu çiziliyor, alaya ve şaşkınlığa yolaçan garip tutumları gözler önüne seriliyor.

49- O halde onlar niye hatırlatmalara, öğütlere yüz çeviriyorlar?

50- Yaban eşekleri gibidirler.

51- Arslandan korkup kaçan.

Burada arslanın kükremesini işitince korku içinde her yana kaçan yaban eşeklerinin tablosu ile yüzyüze geliyoruz. Bu tabloyu araplar iyi tanır. Tablo sert hareketli bir görüntüyü canlandırıyor. Bunun yanısıra tablonun orijinalindeki ya ban eşekleri yerine korkudan paniğe kapılıp kaçan insanlar konduğunda komiklik oranı daha da yükselir. Bir de düşünelim ki, bu adamlar korkuya kapıldıkları için, tehdit altında oldukları için kaçmıyorlar. Kendilerini insan olmaktan çıkararak yaban eşeklerine dönüştüren bu kaçışlarının sebebi bir uyarıcının kendilerine Rabblerini ve geleceklerini hatırlatmasıdır, böylece o onur kırıcı ve komik durumdan uzak kalmalarına, o zorlu ve acıklı akıbetten paçayı kurtarmalarına fırsat hazırlanmasıdır. İşte adamlar bu kurtuluş fırsatının önünden bucak bucak kaçıyorlar. Ne kadar tuhaf değil mi?

Yaratıcı sanatkârın fırçası bu tabloyu çiziyor, onu varlığın göğsüne işliyor. Vicdanlar bu tabloyu seyredince onun içinde olmak istemiyorlar, böyle bir duruma düşmekten utanıyorlar. Buna karşılık o Allah'ın uyarılarına sırt çeviren kaçaklar utançlarından saklanacak delik ararlar, bu canlı ve sert tasvirin dehşeti karşısında yüz çevirmiş olmanın ve korkup kaçmanın zilleti altında ezilirler.

Onların dış görünüşleri "Arslandan korkup kaçan yaban eşekleri" görüntüsüdür. Fakat Kur'an onların yakasını bırakmayarak iç yapılarının ana çizgilerini de çiziyor, gönüllerinde kaynaşan kötü duygularım da gün yüzüne çıkarmayı ihmal etmiyor.

52- Aslında bunların her biri, kendisine okunmaya hazır kutsa! sayfalar inmesini istiyor.

Bu adamlar Peygamberimizi kıskanıyorlar. Yüce Allah'ın O'nu seçmiş olmasını, kendisine vahiy indirmiş olmasını hazmedemiyorlar. Hepsi bu mertebeye erenin kendisi olmasını, kendisine insanlara sunulmaya ve okunmaya hazır bir kitap indirilmiş olmasını karşı konulmaz bir arzu ile istiyor. Bilindiği gibi ileri gelen Kureyşliler, vahyin kendilerini atlayarak Peygamberimize inmiş olmasını yadırgamışlar ve bu duygularını "Şu Kur'an, iki şehir halkından olan büyük bir adama inseydi ya" diyerek açığa vurmaktan çekinmemişlerdi. Okuduğumuz ayet, bu kıskançlığa, bu hazımsızlığa parmak basıyor olmalıdır.

Oysa yüce Allah peygamberliğe kimi uygun gördüğünü sınırsız bilgisi ile belirlememiş ve bu göreve o yüce, onurlu ve saygın insanı seçmiştir. İşte müşriklerin içlerini yakan ve bu ayetin açığa vurduğu kin ateşinin sebebi budur. O düşmanlığın ve gerçeğin sesinden bucak bucak kaçışın bahanesi budur.

Bir sonraki ayette müşriklerin iç dünyalarının tanıtımına devam ediliyor, yüz çevirmelerinin ve inkarcılıklarının bu kıskançlık ve çekememezlik dışındaki bir başka sebebine değiniliyor. Bu sebep içlerindeki ihtiras ateşini anlamsız yere körüklüyor. Çünkü onlar yüce Allah'ın vahyine ve ayrıcalığına muhatap olmak için en ufak bir yeterliğe, en ufak bir yeteneğe sahip değildirler. Onları dayanaksız bir ihtirasın pençesine düşüren sebep şudur:



53- Hayır, hayır! Aslında onlar ahiretten korkmuyorlar.

Bu zavallılar, ahiretten korkmadıkları için kendilerine yapılan hatırlatmaları umursamıyorlar, gerçeğe yönelik çağrıdan bucak bucak kaçıyorlar. Eğer kalpleri, ahiret gerçeğinin bilincinde olsaydı, tutumları farklı olur, kendilerini rehavete sürükleyen tereddütlerinden arınırlardı.

Adamlar bir kere daha paylanıyorlar ve bu azarlama ile birlikte onlara son söz söyleniyor. Bu sözün arkasından seçtikleri yolla ve gelecekle başbaşa bırakılıyorlar. Okuyoruz:

54- Hayır, hayır! Bu Kur'an bir öğüt, bir hatırlatmadır.

55- İsteyen ondan ders alır.

Peygambere karşı için için kin besledikleri ve ahireti umursamadıkları için dinlemek istemedikleri ve çağrısından yaban eşekleri gibi kaçtıkları bu Kur'an uyarısı bir hatırlatma, bir öğüttür. isteyen bundan dersini alsın. Ders almak istemeyene gelince kendini bilir,durumu ve geleceği kendini ilgilendirir. isterse cenneti ve onurluluğu seçer, dilerse "sakar" cehennemini ve onursuz geleceği tercih eder.

Adamların diledikleri yolu seçebilecekleri belirtildikten hemen sonra yüce Allah'ın dileğinin sınırsızlığı ve her şeyin eninde sonunda bu dileğe bağlı olduğu vurgulanıyor. Kur'an, yüce Allah'ın dileğine ilişkin iman içerikli düşünceyi ne zaman doğru yere oturtmak isterse bu dileğin sınırsızlığını, geniş kapsamlılığını, bütün olayların ve gelişmelerin arkasında birinci derecede rol oynayan baş faktör olarak yer aldığını özenle hatırlatır. Okuyoruz:

56- Fakat Allah dilemedikçe onlar bundan ders alamazlar. O kendisinden korku duyulmaya ve affetmeye lâyıktır.

Şu evrende meydana gelen bütün olaylar ve gelişmeler bu büyük dileğe bağlıdır. Bu dilek kendi doğrultusunda, kendi alanı içinde engellenmeksizin yolunu izler. Yüce Allah'ın hiçbir yaratığı O'nun dileği ile çelişecek bir şey dileyemez. O'nun dileği tüm evrenin kaderine egemendir. Evreni yoktan var eden, onun kanunlarını ve geleneklerini koyan O'dur. Evren, canlı-cansız bütün varlıkları ile her türlü çerçeveden, her türlü sınırdan ve her türlü bağdan arınmış olan bu yüce dileğin çizdiği çerçeve içinde varlıklarını ve gelişmelerini sürdürürler.

Öğütlerden ders almak, yüce Allah'ın lütfettiği bir başarıdır; o bu başarıyı ancak onu hakkeden iyi niyetli kullarına nasip eder. "Kalpler, yüce Allah'ın parmakları arasındadır", onları dilediği tarafa çevirir. Eğer kulunun iyi niyetli olduğunu belirlerse kendisini ibadet etmeye, iyi işler yapmaya yöneltir.

Kul, yüce Allah'ın kendisine yönelik dileğinin ne yönde olduğunu bilemez. Bu bilgisi kullara kapalı bir "gayb" sırrıdır. Fakat herkes, Allah'ın kendisinden ne istediğini bilir. Bu konu kullara açıklanmıştır. Eğer kul, iyi niyetle yükümlülüklerine sarılırsa yüce Allah onun yardımına koşarak, onu özgür dileği uyarınca iyiliğe yöneltir.

Kur'an'ın Müslümanın zihnine işlemek istediği şey, Allah'ın dileğinin özgürlüğü ve bütün kulların dileklerini kapsamına aldığıdır. Amaç kulun bu dileğe içtenlikle yönelmesi, ona kayıtsız şartsız teslim olmasıdır. Bu islamın her kalbe yerleştirmek istediği bir gerçektir. Bu gerçekten yoksun olan kalplerde islamın da yeri olmaz. Eğer bu gerçek bir kalbe yerleşirse onu özel ve köklü bir değişime uğratır, orada hayatın bütün olayları için başvuru merkezi oluşturan kendine özgü bir düşünce meydana getirir. Yüce Allah'ın gerek cennete ve cehenneme, gerekse hidayete ve sapıklığa ilişkin her vaadinden, her tehdidinden sözedildikten sonra hemen Allah'ın dileğinin özgür kapsamlı olduğunun vurgulanmasındaki asıl amaç budur.

Yüce Allah'ın dilediğinin sonsuz olduğu gerçeğini çarpıtarak onu determinizm (gerekçilik) ve volantarizm (iradecilik) tartışmalarına malzeme yapmaya gelince bu tutum genel bir kavramı, mutlak bir gerçeği kesip biçerek kapalı ve dar bir kalıba sokmaktır ki bundan gönül açıcı bir sonuca varılamaz. Çünkü bu genel kavaramı dar ve sıkışık bir kalıba yerleştirme girişiminin Kur'an'ın hiçbir ayetinde yeri yoktur. Evet;

"Allah dilemedikçe onlar bundan ders alamazlar."

Yani kulların diledikleri, yüce Allah'ın dilediği ile çatışamaz. Onlar yüce Allah'ın iradesi olmaksızın herhangi bir yönde hareket edemezler. Onlara yönelme ve hareket gücünü verecek olan O'dur. Evet;

"Allah kendinden korku duyulmaya layıktır."

Kulları O'ndan korkmalıdırlar. Bu onlardan istenen ve beklenen bir reaksiyondur. Bunun yanısıra;

"Allah affetmeye layıktır."

O dileği uyarınca kullarının günahlarını bağışlar. Allah korkusu, bağışlanmaya kapı açar. Yüce Allah bunların her ikisine layık ve yatkındır.

Sure, bu kalp ürpertici "tesbih"le noktalanıyor. insan ruhu bu tesbih cümleciklerinin verdikleri cesaretle yüce Allah'ın cömert dergahına umutla yöneliyor. Yüce Allah'tan hatırlatmalardan öğüt alma kendinden korkmaya yöneltme başarısı ile karşılıksız bağış bekliyor. Çünkü o "Kendinden korku duyulmaya ve affetmeye layıktır."

MÜDDESSİR SÜRESİ(Muhammed GAZALİ)

Görüldüğü kadarıyla Müddessİr Sûresi, Müzzemmİl Sûresi'nden önce inmiş-lir. Kur'ân-ı Kerim'de ilk inen sûrenin bu olduğu söylenmektedir. Bu doğru değildir. Bu, vahiy kesilip ResûTün kendisine vahiy gelmesini istedikten sonra ilk inen sûredir. Bu sûrenin ilk âyetlerinde Allah'ın peygamberinden hoşlandı­ğı sîretin ilkeleri vardır.

"Ey elbisesine bürünen. Kalk, uyar." (Müddessir:l-2) Yani müşrikleri, putpereslikleri üzerine kalmalarının sonucuyla korkut. "Rabb'inİ tekbir et (Onun büyüklüğünü an).) (Müddessir: 3)

Her övgü, sena ve ululuğu Allah'ın zâtına nisbet et. Allah'ı tekbir etmek, ezanda, namazlarda ve cihad alanlarında "Allahu ekber" demektir ve bu İslâm'ın şiarıdır.

"Elbiseni temizle." (Müddessir: 4)

Buradaki temizlikten maksat, cisim ve elbise temizliğinin birlikte yapılmasıdır. Temizlik İslâm ahlâkıdır.

"Pislikten kaçın (maddî ve manevî kirlerden arın)." (Müddessir: 5)

"Bütün iğrenç olan şeylerden sakın. Verdiğini çok bularak başa kalkma." (Müd­dessir: 6)

"Ver ama karşılık bekleme. Rabbinin rızasını kasdet. Rabbin için sabret." (Müddessir: 7)

Sana erişen musibetlere Allah için katlan!

Müşrikler hesap günü ile korkutulduktan sonra, vahyi sihir olarak niteleyen ve davete karşı gelen müşriklerin önde gelenleri zikredilmiştir. Zengin ve makam sahibi bir adam, maddî ve edebî konumundan ötürü vâhid olarak isimlendirilmiştir.

"Benimle şu adamı yalnız bırak ki ben onu vahid (tek) olarak yarattım. Kendisine geniş bir servet ve gözü önünde duran oğullar (verdim)." (Müddes-sir: 11-13)

Bu liderin horlanması, bunun gibi olan herkesi içermektedir.

"Onu Sekar'a (cehenneme) sokacağım. Sekar'ın ne olduğunu nerden bilecek­sin? (Geride bir şey) komaz, bırakmaz (her şeyi yakıp yok eder). Durmadan de­riler kavurur. Üzerinde ondokuz vardır." (Müddessir: 26- 30)

Bu sayı, azgın, sapkın ve fİr'avnlari yola getirmekle yükümlü olan azâb melekle­rinin sayısıdır.

Ardından Kur'ân nazmı, dünya yaşamında en bariz olan şeyi; geceyi ve onun git­mesini, sabahı ve onun aydınlanmasını ve iyiyi kötüden ayırması için insanı çeşitli yükümlülüklerle sınamasını hatırlatmaya devam etti.

"Hayır, andolsun aya. Dönüp gitmekte olan geceye. Ağaran sabaha ki. O (cehen­nem) büyük (bela)lardan biridir. İnsanlar için uyarıcıdır. Sizden hayırda ileri git­mek veya geri kalmak dileyen kimseler için (uyarıcıdır)." (Müddessir: 32-37)

İleri gitmek ve geri kalmak, güçsüzlük ve kalkınma ile ilintilidir. Kör bir rastlan­tı değildir. Bu yüzden bunun ardından şöyle buyrulmaktadır:

"Her can kazandığı ile (Allah katında) rehin alınmıştır. Yalnız sağın adamları (kitapları sağdan verilenler) hâriç. Onlar cennetler içinde, suçlulardan sorarlar: Sizi şu yakıcı ateşe ne sürükledi? (Onlar da) derler ki: Biz namaz kılanlardan olmadık. Yoksula da yedirmezdik." (Müddessir: 38-44)

"Yani siz ektiğinizi biçtiniz. Yamuk adımlar, doğru sonuca ulaştırmaz. Artık on­lara şefaatçilerin şefaati fayda vermez." (Müddessir: 48)

Fakat müşrikler, bu inatçı direnişe neden başvuruyorlar? Neden İslâm'dan bu ka­dar nefret ediyorlar?

Bu bir büyüklenmedir! Onlardan her biri, inanması ve yaratanını tanıması için kendisini, ben filan oğlu filana gönderilen Allah'ın elçisiyim, diyen bir melek konu­muna koymak istiyor! Vahyin Muhammedi risâleti tahsis ederek seçişi ise bu kabul edilemez.

"Böyle İken onlara ne oluyor ki Öğütten yüz çeviriyorlar? Yaban eşekleri gibi. Aslandan ürkmüş. Hayır, onlardan her kişi, kendisine, açılan sayfalar verilme­sini istiyor." (Müddessir: 49-52)

İnsanların kendilerinde var olan sezgileri, hakkı gizleme ve hakkı savunanları kü­çümseme konusunda neden olmaya devam ediyor. Peygamberler bu durumda ne ya­pıyorlar? Onlar sadece Allah'ı, O'nun âyetlerini, nimetlerini ve haklarını hatırlatıyorIar. Bu durumda hidâyeti bulanlar kurtuluyor ve ihanet edenler helak oluyorlar.

"Hayır (iyi bilsinler ki) o (Kur'ân) bir İkazdır. Dileyen onu düşünür, öğüt alır. (Müddessir: 54-55)

Kim Allah'ı seçerse ancak kendini kurtarmış olur.

MÜDDESSİR SÜRESİ(Elmalılı Hamdi YAZIR)

"Ey, örtüsüne bürünen!" Müddessir kelimesinin aslı mütedessir olup "disâr" denilen örtüye bürünen demektir. Disâr; entari, cübbe, kaftan, ihram gibi "şiâr"ın üstüne giyilen veya örtülen dış giysi veya bürgü demektir. Şiâr ise gömlek, don, peştemal gibi vücuda değen iç çamaşırıdır.

Müzzemmil Sûresi'nde de geçtiği üzere denilmiştir ki: Peygamber (s.a.v)'in büründüğü disâr, bir kadife idi.

İkrime'nin açıklamasına göre, "Peygamberlik ve nefsi olgunluklara bürünüp giyinmiş olan" demektir. Bu mânâlarla bu hitap Müzzemmil gibi Peygamberliğin ilk duyurulmasında şöyle bir kinaye ile uyanık olmaya daveti hissettirir: Ey o bürünen, ey o kendisine verilmiş olan hakikatı halkın bakış ve görüşünden gizlemeye çalışan Muhammed! O bürünmek, uyumak, rahat etmek zamanı geçti. Uyanmak, görünmek, o hakikatı açıklamak, zahmetler çekmek, sıkıntılara katlanmak, halka doğruyu göstermek, etrafı temizlemek için yükümlülükler ve ağır yükler yüklenerek büyük bir kararlılıkla kalkıp hareket etmek zamanı geldi.

2. Kalk yatağından kalk, yahut büyük bir kararlılıkla kalk işe başla, artık uyarma görevini yap, etrafındakilere neticenin önemini ve korkunçluğunu anlat, saygısızları gocundur.

3. Ve Rabbini artık büyükle. Büyüklüğün ancak onun şanı olduğunu ve ona karşı her şeyin küçük ve değersiz bulunduğunu kalben tanıdığın gibi, söz ve fiilinle de anlat, ilan et.

Rivayet olunur ki, bu âyet inince Resulullah (s.a.v) "Allahu ekber" demiş; Hz. Hatice de tekbir almış, sevinmiş ve bunun vahy olduğunu iyice anlamıştı. Burada nin önce söylenmesi "sadece Rabbini" mânâsını ifade etmek içindir. kelimesinin başındaki "fâ" harfi, bir şarta karşılık olma mânâsını ifade ederek önce gelen kısmın sonra gelen kısma bağlı olduğunu anlatır. Buna göre mânâ şöyle demek olur: Ve Rabbini, ancak Rabbini büyükle. Her ne olay olursa olsun hiçbir nedenle artık onu tekbir ile büyükleme görevini bırakma.

4. Ve giysilerini, elbiseni artık temizle. Giysi ve elbise, bazan bunları giyen kişinin kendisinden, bunların temizliği de giyenin temizliğinden kinaye olur. Nitekim, "Filân kişinin eteği temizdir." denildiği zaman onun iffetli ve ahlâkının temiz olduğu anlatılmak istenir. Gaylân b. Seleme:

"Allah'a hamdolsun ben ne ahlâksız elbisesi giydim, ne de bir özür ile maskelenirim." beytinde kendisinin ne ahlâksızlık, ne de bir leke ile kirlenmediğini ve kirlenmeyeceğini anlatmıştır. Antere:

"Uzun mızrakla giysisini parçaladım. Kerim kişi mızrağa yabancı değildir." beytinde giysi kelimesini kullanarak onunla nefisten kinaye etmiştir. İmrü'l-Kays da:

"Eğer benim bir huyum sana kötü geldiyse benim giysilerimi kendi giysilerinden sıyırıver, kurtulursun." beytinde giysi ile kalpten kinaye etmiştir.

Bunlar gibi bu âyette de "siyab" (giysi) kelimes i nefisten veya kalpten kinaye olmak üzere birçok tefsirci âyetini "kendini veya kalbini günahtan, haksızlıktan temiz tut, yaptığın uyarıları kabule engel olacak kirli huylardan sakın, öğütlerinin kabul edilmesini sağlayacak olan güzel ahlâk ile ahlâk l an" diye manevî ve ahlâkî temizlik ile tefsir etmişlerdir. Fakat kinaye, hakikî mânânın da kastedilmesine engel olmadığı için, bu şekilde bir tefsir aynı zamanda gerek bedenin gerek elbisenin maddi temizliğinin emredilmiş olmasına aykırı olmaz. Çünkü "ta h aret" ve "nezafet" kelimeleri dilimizde temizlik mânâsına gelmekle birlikte taharet, nezafetten daha genel olarak maddî ve manevî temizliği kapsar. Bununla beraber burada bundan başka bir mânâ daha vardır ki o da "siyâb" kelimesinin bir şeyi yakından bür ü yen, kuşatan şeyden ve zarftan kinaye ve mecaz olmasıdır. Nitekim bir takım kişilerin üzerine atılıp binerek alıp getirdikleri bir deveyi anlatmış olduğu şu beytinde Leylâ:

"Ona hafif hafif bazı giysiler attılar. Şimdi onun ürkütülmüş deve kuşundan başka bir benzerini göremeyiz." derken devenin üzerindeki insanları önce giysilere, sonra da koşan deve kuşunun üzerindeki tüylere benzetmiştir. Yani "seni üzerindeki giysiler gibi yakından sarmış olan cemaat ve topluluğunu, ilk önce etrafındaki kims e leri temizle" demek olur ki bu mânâ "Önce en yakın akrabalarını uyar."(Şuara, 26/214) âyetinin mânâsına da uygun düşer. Hem bunda Hz. Peygamber (s.a.v)'in maddî ve manevî nefis temizliği öncelikle anlatılmış olacağından onun nefsindeki temizliğini hatır latmaya gerek kalmaz.

5. Ve o pislikleri artık savıp uzaklaştır. "Rücz" ve "ricz" kelimeleri pislik ve azap mânâsına geldiği gibi burada put ve heykel demek olduğunu da açıklamışlardır.

6. Hem çoksunarak mennetme. Burada da iki mânâ açıklanmıştır. Birisi, menn, başa kakmak mânâsına olarak, "yaptığın işi, hizmeti, iyiliği çok sayarak başa kakma, yaptığın işle nazlanma" demek olur. Birisi de menn, iyilik ve lütuf mânâsına olarak, "bir iyilik yaptığın, bir lütuf ve ihsanda bulunduğun zaman, verdiğin kimseden karşılığında daha çoğunu almak maksadıyla yapma" demek olur. Yani on para sadaka verip de yirmi paralık hizmet

ve saygı bekleyenler gibi dünya ticareti ve maksadını gözeterek veya gösteriş ve iki yüzlülük yaparak iyilik etme; sırf Allah için iyilik et, başkasından bir karşılık bekleme. Bu mânâ İbnü Abbas'tan nakledilmiştir.

Bu iki mânâda cümlesi, hâl ve durum bildirir, demektir. Sonundaki "râ" harfi merfu olmayıp "başa kakma" olumsuz emrine cevap olarak cezimli olsaydı, "yaptığın iyiliği başa kakma ki çoğaltasın, çok hayır ve mükâfata eresin" demek olurdu. Fakat Kırâet-i aşere'de bu okunuş şekli yoktur. Bununla beraber bir sıralanma ve bir önceki cümleye bağlılık kast edilmeden şu mânâ da olabilir: Yaptığın hizmeti başa kakma, d aha çok hayırlara ereceksin.

7. Ve Rabbin için artık sabret yani bu görevleri yapmak için her ne kadar sıkıntılar çekecek, eziyetler göreceksen de sırf Rabb'ının hükmü için artık sabret.

8. Çünkü o boru çalındığı vakit:

"NÂKÛR, sur gibi ağızla üflenerek çalınan boruya denir. Nakr, vurmak ve didiklemek mânâlarına geldiği gibi boru çalmak mânâsına da gelir. Zira boru çalındığı zaman içinden hava sıkıştırma ile didiklenmiş olacağı gibi, dışından da o ses, çarptığı kulakları didikleyeceği için boruya "minkâr" gaga, didikleme âleti mânâsıyla ilgili olarak nakur denilmiştir. "Boru çalınmak" örf ve âdette kervanın veya askerin yola çıkması için hareket kumandası demek olduğu gibi, "borusu ötmek" de, emir ve kumandasının dinlenmesinden kinay e olması nedeniyle, boruyu çalmak, ahiret yolculuğuna çıkmak için "Çünkü o sura üfürülüş zorlu bir kumandadır."(Sâffat, 37/19) ilâhî emrinin ortaya çıkması demektir. "O sûra üflendiği zaman" âyetinin başındaki "fâ" harfi sebep bildiren bir harf olarak âyetin mânâsı, "çünkü sûra üfürülünce, o boru çalınınca" demek olur. Burada üfürmeden maksadın ilk üfürme olduğu açıklanıyor.

9. "O gün." Kelimenin sonundaki tenvin, muzafun ileyh (tamlayan) den bedeldir. Yani "o öyle olduğu gün" demektir. Biz bunun mânâsını açıklarken "o gün" demekle yetiniyoruz.

10. Kâfirlere kolay değil. Bir önceki âyette "pek zor" denildikten sonra "kolay değil" demek ilk bakışta gereksiz gibi görünür. Fakat zorluk iki türlüdür: Birisi, önce çok zor olmakla beraber, gittikçe kolaylaşır, yenilebilir. Birisi de, gittikçe zorlaşır, hiç kolaylaşmaz. O günün herkes için zor olacak olduğu bildirilmek üzere denildikten sonra buyrulmuştur.

11. "Tek olarak yarattığım o kimseyi bana bırak". Burada

"tek olarak" mânâ sına gelen kelimesi, hem yaratanın hem de yaratılanın durumunu gösterebilir. Yani "benimle bırak, hiçbir ortağım olmadığı halde tek başıma yarattığım o kimseyi" yahut "kendisini tek başına, hiç kimsesi olmadığı halde yapayalnız yarattığım o kimseyi" de m ek de olabilir. Bu mânâ "Andolsun sizi ilk defa nasıl yaratmışsak, onun gibi yapayalnız ve teker teker huzurumuza gelirsiniz."(En'âm, 6/94) buyrulduğu üzere her kişi hakkında sahih olur. Bununla kıyametin de yaratılış gibi özellikle her fert için ayrı bir safhasının olduğuna işaret edilmiş demektir. Âyetin özel bir olay ve şahısla ilgili olarak inmesi hüküm ve uyarmanın vasıflara göre genel olmasına engel de değildir. Bu âyetin iniş sebebinin Velid b. Muğire el-Mahzumi olduğu rivayet ediliyor. Burada o n un Nûn sûresinde geçtiği gibi soysuz, piç olduğuna ima ve "vahid=tek başına" namiyle anıldığına işaret olduğu söylenmiştir.

12. Hem ona uzun uzadıya uzatılmış mal verdim yani çok mal, servet, arazi ve çiftlik gibi geniş yahut gelişip boy atarak ya da ticaretle artırılmış, uzatılmış mal verdim. Velid'in Mekke ile Tâif arasında çeşitli türde malları ve Taif'te yaz kış meyveleri eksik olmayan bostanı ve milyon kadar parası bulunduğuna dair rivayetler gelmiştir.

13. "Hem göz önünde oğullar ve rdim"

ŞÜHÛD, şahid kelimesinin çoğuludur. Yani hepsi yanında hazır, göz önünde, çalışmak için şuraya buraya gitme ihtiyacı duymayan, meclis ve lokallerde babalarının yanında hazır bulunan oğullar verdim. Yahut, önemli işlerde şahitliklerine, görüşlerine ve bilgilerine başvurulan oğullar verdim demektir. Rivayete göre Velid b. Muğire'nin hepsi mevki sahibi kişilerden olmak üzere on veya onüç oğlu vardı. Fakat bilinenleri yedidir. Velid b. Velid, Halid b. Velid, Umâre b. Velid, Hişam b.Velid, As b. Vel i d, Kabis b. Velid, Abdişems b. Velid. Denildiğine göre bunlardan Halid, Hişam ve Velid müslüman olma şerefi ile şereflenmişlerdir. Zemahşeri, "Bunlardan üçü müslüman oldu: Halid, Hişam ve Umâre" diye zikretmiştir. Alûsî de şöyle der: Umare'nin Bedir'de veya Habeş'te Necaşî tarafından öldürüldüğü ihtilaflıdır. İki rivayet de kâfir olarak öldürüldüğü hususunda birleşmiştir. Müslüman olduğuna dair Sa'lebi'nin Mukatil'den yaptığı rivayet sahih değildir. İbnü Hacer bunun hata olduğunu yazmıştır. Bu hatayı Ze m ahşerî de yapmış ve onun peşinden gidenler de bu hususta ona uymuşlardır. Bunların Velid b. Velid'i

İslâm'la şereflenenler arasında zikretmemeleri şaşılacak bir iştir. Oysa bütün hadisçiler onun müslüman olduğunda görüş birliğine varmışlardır" Evet Velid b. Velid'in de sonradan müslüman olduğunda ihtilaf görülmüyor. Fakat Umare'nin durumu ihtilaflıdır. Bu dördün dışında kalanlar hakkında ise bir bilgimiz yok.

14. Ona büyük imkânlar verdim, mal ve oğullardan başka, birçok sebep ortaya çıkararak mevki, saygınlık ve şans açıklığı verdim. Velid, Kureyş içinde ileri gelen saygın kişilerden sayılırdı. "Vahîd" ve "Reyhâ-netü'l-Kureyş" takma adlarıyle anılırdı.

15. Sonra daha çok vereyim diye açgözlülük eder. İşte o, öyle açgözlü birisi. Hatta demiş ki: "Eğer Muhammed doğru söylüyorsa cennet benim için yaratılmış demektir."

16. Hayır, öyle şey yok

KELLÂ, reddetme edatıdır. Bir sözü, bir iddiayı veya bir ümit ve isteği reddeder. Biz bunun yerinde, "hayır öyle değil, öyle şey yok, yağma yok" gibi deyimler kullanıyoruz. "Hayır" ifadesini yerine göre, kelimeleri yerinde de kullandığımızdan tam karşılığı denemese de yakınıdır. Burada onun aşırı istek ve ümidini kesme mânâsını ifade eder. Sebebi, Çünkü o, bizim âyetlerimize inatçı kesildi. O nimetle r i veren şahsın birliğini gösteren delillere veya Kur'ân âyetlerine karşı inada kalkıştı. Bu ise nankörlüktür. Verilen nimeti inkâr etmek onun artmasına değil, kesilmesine sebeptir.

17. Ben onu sarp yokuşa, dikine azaba sardıracağım.

Tirmizî, Hakim ve daha başkalarının rivayet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.v): "Sa'ud, ateşten bir dağdır ki kâfir ona yetmiş yıl çıkar, sonra içine düşer." buyurmuştur. Yine Hz. Peygamber (s.a.v)'in, "Cehennemde bir yokuşa çıkması teklif olunur ki, ona elini k oydukça erir, kaldırınca yerine gelir. Ayağını koyunca erir, kaldırınca yerine gelir." buyurduğu rivayet edilmiştir. Yine rivayet olunuyor ki, âyetin inmesinden sonra Velid'in malı günden güne eksilmiş, nihayet yok olmuştur.

18. Tehdidin niçin yap ıldığı veya o kâfirin nasıl inat ettiği açıklanmak üzere buyruluyor ki: Çünkü o düşündü ve bir takdir yaptı, kafasında ölçtü biçti, bir tahmin yaptı.

19. Kahrolası, nasıl da ölçtü biçti Arapça'da bu yahut tabirleri, "kahrolası, Allah canını alası" gibi asıl itibarıyla beddua olmakla beraber, nazardan esirgemek şeklinde "yahu ne yaman şey, anası ağlayası" gibi bir değere işaret olarak övgü yerinde ve bazan da bu mânâda alay etmek ve dalga geçmek için kullanılır ki, burada, onun

düşüncesini beğenenlerin bu yoldaki övgülerini anlatarak hakaret ve küçümseme mânâsında kullanılmıştır. Yani dedikleri gibi "kahrolası nasıl da takdir etti ya!..."

20. Sonra kahrolası, nasıl da takdir etti ya!.. Bu tekrar, hem hakareti vurgulamaya, hem de her iki âyette geçen takdirin farklı olduğuna işarettir.

21. Sonra baktı etrafındakilere bir bakındı.

22. Sonra kaşını çattı ve ekşidi, surat astı.

BESR, vaktinden evvel acele olmasını istemek, hamlık yapmaktır. Nitekim meyvenin hamına, hurmanın koruğuna "büsür" denilir. Rağıb, burada bu mânâdan olduğunu söyler. Yani, vakti gelmeden kopmuş ham koruk gibi ekşidi, surat astı.

23. Sonra ardını döndü ve büyüklendi. Anlamış olduğu haktan yüz çevirdi, imana arkasını, küfre yüzünü döndürdü ve Allah'tan korkmayıp gururlanarak büyüklük tasladı, hakkı kabul etmeyi kibrine yediremedi de her şeyi bilen bir kişi edasıyla

24. hemen dedi ki: Bu Kur'ân, öteden beri öğretilegelen bir sihirden başka bir şey değil.

Bu âyette geçen t abirinde iki mânâ vardır:

BİRİNCİSİ; me'sur, yani öteden beri öğretilip rivayet olunagelen; sihirbazdan sihirbaza öğrenile geldiği söylenen bir sihir demektir.

İKİNCİSİ; yü'ser, yani diğer sihirlere tercih edilecek, beğenilecek bir sihir demek olur. Bu, "parlak sihir" mânâsına "sihr-i mübin" demelerine benzer.

25. "Bundan aldatıcı bir albeni var" demiş oluyor ve nihayet kararını şöyle veriyordu: Bu, insan sözünden başka bir şey değil. Böyle deyip kararı bastı. Peygamberliği ve Kur'ân'ın Allah sözü olmasını inkâr ediverdi ki, işte inatçı kâfirlerin Kur'ân ve Peygamber hakkında söyledikleri nihayet budur. Bu, Allah'ın indirdiği kelâmı değil, Muhammed'in kendi söylediği kitabıdır derler. Olay tefsirlerde şöyle anlatılır:

Velid b. Muğire Peygamber (s.a.v)'in yanına gelmiş, Kur'ân dinlemiş ve etkilenmişti. Kalkıp Mahzum Oğulları'na varmış; "Vallahi, Muhammed'den az önce bir söz dinledim; ne insan sözü, ne de cin sözü. Onun bir tatlılığı, bir hoşluğu var. Yukarısı meyveli, aşağısı bolluk, ze m ini bol sulu. O kesinlikle üste çıkar, onun üstüne çıkılmaz." demiş; buna karşı Kureyş: "Velid saptı. Vallahi, bütün Kureyş sapacaktır." demişler, bunu işiten Ebu Cehil, "ben size onun

hakkından gelirim." deyip kederli kederli yanına varmış; "Ey amca demiş, kavmin sana vermek için bir mal topluyor. Çünkü sen Muhammed'den bir şey elde etmek için onun yanına gidiyormuşsun." Velid: "Kureyş bilir ki, ben onların malca en zenginleriyim." diye cevap vermiş. Ebu Cehil demiş ki: "O halde onun hakkında bir söz söyl e de kavmin işitsin, senin onu sevmediğini, inkâr ettiğini anlasınlar." Velid: "Ne diyeyim, içinizde şiiri, mısraları kafiyeli kısa vezinli nazmı, kasideyi ve cin şiirlerini benden iyi bileniniz yoktur. Onun söylediği bunların hiçbirine benzemiyor ki." de m iş. Ebu Cehil, "yok mutlaka bir şey söylemelisin." deyince kalkıp kavminin toplandıkları yere varmış, "siz, demiş, "Muhammed mecnun" diyorsunuz. Hiç kimseyi boğarken gördünüz mü? Kâhin diyorsunuz. Hiç kâhinlik yaparken gördünüz mü? Şair diyorsunuz. Hiç şi i r ile uğraşırken, şiir söylerken gördünüz mü? Yalancı diyorsunuz. Hiç yalanını yakaladınız mı? Bunlara cevap olarak, "hayır, ama peki o nedir?" demişler; "durun düşüneyim" demiş düşünmüş, düşünmüş "Bu, öğretilegelen bir sihirdir; bu sadece bir insan söz ü dür." demiş, onun bu sözleri Kureyşlilerin hoşuna gitmiş, salonlarında bir alkıştır kopmuş ve onun sözlerini alkışlayarak dağılmışlar.

Yukarıda geçtiği üzere bazılarının sözlerine göre bu olay Müzzemmil ve Müddessir sûrelerinin iniş sebebi gibi nakledilmiş ise de Velid'in dinlediği âyetlerin lerden olduğuna dair gelen rivayetlerden anlaşıldığına göre bu, bu sûrenin başının değil, bu âyetlerin iniş sebebi olmuştur.

26. Buyuruluyor ki: ben onu Sekar'a yaslıyacağım. Bu âyet "Ben onu sarp bir yokuşa sardıracağım." âyetinden bedel-i iştimâldir ve onun kapsadığı mânâyı açıklamaktadır.

SEKAR, cehennemin isimlerindendir. Bazıları bunun Arapça bir kelime olmadığı görüşünü savunmuşlar ise de güneşin, yüzü çalıp kavurması mânâsına gelen "sakr" kelimesinden türetilerek "yakıcı" mânâsından alındığını söylemişlerdir.

27. Bilir misin, nedir o Sekar? Yani o öyle bir Sekar'dır ki, sen aklınla onun mahiyetini ve özünü kavrayamazsın.

28. Ne geriye bir şey bırakır, ne yakasını bırakır. Yani o öyle sırnaşık bir Sekar'dır ki, bir kere çattığı bir şeyi hiçbir zerresi kalmayacak şekilde yok edip tüketir, sonra da yakasını yine bırakmaz. O yok olan yeni bir

yaratılışa çevrilir. O yine evvelki gibi azap ile çatmaya devam eder.

29. "Durmadan derileri kavurucudur"

BEŞER, insan demek olduğu gibi, "beşere" nin çoğulu olarak derinin, özellikle insan derisinin dış yüzleri mânâsına da gelir. İnsana beşer denilmesi de bu yüzdendir.

LEVVÂHA, "levh" kökünden aşırılık ifade eden bir siğa (kip)dır. Levh; susamak veya güneşin ısısı, yahut susuzluğun bir adamın çehresini bozması, yani yakıp kavurarak karartmak veya ortaya çıkmak, şimşek çakmak, gözle görmek mânâlarına gelir ki, Levvâha kelimesinin bütün bu mânâlara ihtimali vardır. Deriye susamış, yahut hiç durmadan derileri kavuran, yüzler karartan, yahut hep beşer gözeten beşere saldıran mânâlarını ifade eder. İbnü Abbas'tan; "Sürekli olarak deriler kavuran, yüzler karartan" mânâsı rivayet edilmiştir. Daha başka mânâlar da söylenmiştir. Buna şöy l e diyebileceğiz: Kanmak bilmez bir susuz, sürekli beşersûz (deri yakan).

30. Üzerinde ondokuz var.

Bu "ondokuz"un ne olduğunu açıklayan kelime zikredilmiyor. Ancak bundan sonraki âyetten bunun, o cehennemin korucuları olan melekler yani zebaniler olduğu anlaşılıyor. İnsanoğlunun ruhî ve ahlâkî kuvvetlerinin analizini yapıp sınıflandırarak bu sayının sır ve hikmetini açıklamaya çalışmak isteyenler olmuşsa da, doğrusu bunun akılla bilinebilecek bir ilim işi değil, mutlak bir iman işi olmak üzere b i r sınama için olduğu ikinci âyette özellikle anlatılmıştır. Onun için bunun, kayıtsız şartsız bir iman ile inanılması istenen mutlak bir ilâhî haber olduğunu tasdik edip "yorumunu ve mânâsını Allah bilir" demek gerekir. Özet olarak şöyle diyebiliriz: Yüc e Allah'ın şimdi sizin tam olarak bilip anlayamayacağınız ve ilerde ortaya çıkacak öyle kuvvet ve güçleri vardır ki onların hakikatini ancak kendisi bilir ve sizin ona mutlak surette inanmanız gerekir. İşte size onlardan bir örnek haber veriyor. Bu, şu and a imanı olmayan ve kalplerinde bir çürüklük bulunanlar için şaşırtıcı bir sır, bilinmez bir şey gibi gelir, "böyle kapalı Allah sözü, Peygamber duyurusu mu olur?" diye alay ve inkâra sapmalarına sebep olabilirse de, kitap ve peygamberin ne demek olduğunu ve gelecek işinin bugünkü işlere kıyas edilerek bilinemeyeceğini bilenlerin kuşkularını kesecek ve iman yeteneği olanların imanlarını artırarak onları başarı ve kurtuluşa götürecek en önemli sebeplerden, hatırlatma ve haber verme cümlesinden olduğu için b u nların yorumuna çalışmayarak mutlak bir iman ile inanılması gerekir.

31. Bunun böyle olduğunu açıklamak için devamında şöyle buyruluyor: "Biz o ateşin muhafızlarını

hep melekler yaptık. Sayılarını da ancak kâfirler için bir imtihan kıldık." Bu âyette geçen "ashab-ı nâr" sonsuza kadar o ateşin içinde kalıp yanacak olanlar mânâsına değil, o ateşe sahip olup koruyacak bekçiler, muhafızlar mânâsına olduğu açıktır ki maksat, kendilerine "cehennem bekçileri" denilen ve Tahrim sûresinde "Onun başında öyle m elekler vardır ki iri mi iri, çetin mi çetin.. Allah kendilerine ne emrettiyse isyan etmezler ve kendilerine ne emredilmişse onu yaparlar." (Tahrim, 66/6) diye nitelenen ve başkanları malik olan zebani meleklerdir. Bu âyette geçen "onların sayısı" sözünde n maksat da, zikredilen "ondokuz" sayısı olduğu açıktır. Yani bunların sayılarının ondokuz yapılması veya şahısları mı, türleri mi ne olduğu belirtilmeyerek sade ondokuz sayısıyla bir muamma, bir sır halinde ifade edilerek haber verilmesi sadece kâfirlere b ir bela ve imtihan içindir. Bunun faydası da diye başlayan bölümde anlatılanlardır. Bu âyetin iniş sebebi hakkında iki rivayet anlatıyor:

BİRİNCİSİ, âyeti indiği zaman Ebu Cehil Kureyş'e şöyle demişti: "Analarınız ağlasın, İbnü Ebi Kebşe'nin oğlunu işitiyorum, size cehennem bekçilerinin ondokuz adet olduğunu haber veriyor. Sizler ise demir pehlivanlarsınız. Sizin her onunuz onlardan bir adamı yakalamaktan aciz mi?" Ebu'l-eşedd b. Üseyd b. Kelede el-Cümehi, Pençesi pek kuvvetli yırtıcı bir adamdı. "Ben size onyedisinin hakkından geliveririm, siz de bana ikisinin hakkından geliverin." demişti. Bunun üzerine "Biz ateşin bekçilerini hep melekler kıldık." âyeti indi. Onlar sizin güç yetireceğiniz adamlar değil, meleklerdir, diye haber verildi. Ebu C ehil hakkında da Kıyame sûresindeki "Gerektir sana o bela gerek! Evet, gerektir o bela sana gerek."(Kıyamet, 75/34-35) âyetleri indi.

İKİNCİSİ, Tirmizî ve İbnü Merduye'nin Hz. Cabir'den ettikleri bir rivayete göre, yahudilerden bazı kimseler Peygamber (s.a.v)'in ashabından bazılarına "Sizin Peygamberiniz cehennem bekçilerinin adedini biliyor mu?" diye sormuşlar, onlar da Hz. Peygamber (s.a.v)'e bunu haber vermişlerdi. Resulullah (s.a.v), şöyle ve şöyle deyip elleri ile bir kere on, bir kere de dokuz i şareti yapmışlardı. Yahudilerin Medine'de bulunmasından dolayı bundan bazıları bu âyetin Medine'de indiğini anlamak istemişlerse de Ashab-ı Kiram'dan bazılarının Medine'ye veya yahudilerden bazılarının Mekke'ye gitmiş olmaları düşünülebileceğinden bunu d e lil göstererek bir neticeye varmanın zayıf olduğu

açıktır ve hatta âyetin iniş sebebinden ziyade bir tefsir mânâsındadır.

"Rabbının ordularını ancak kendisi bilir." İşte o muammanın asıl sırrı ve faydası bu hakikata kayıtsız şartsız bir imanla iman etmeyi sağlamaktır.

CÜNUD, "cünd" kelimesinin çoğuludur. Asker, bir adamın yardımcıları, alay ve ordu mânâlarına gelir. Kuvvet ve sertliği itibariyle daha çok asker için kullanılır olmuştur. Aslı kalıbında kelimesinden alınmıştır ki taşlık , sert araziye denir. Ve o (yani Sekar veya bu âyetler) başka bir şey değil ancak insanlık için, insanın yararı için bir öğüt, bir hatırlatıcıdır.

Bunu hafife alanları reddederek korkutmayı hem desteklemek hem de olumlu bir gayeye yöneltmek suretiyle aydınlatma maksadıyla buyruluyor ki.

Meâl-i Şerifi

32- Hayır, andolsun aya,

33- Döndüğü an o geceye,

34- Ve açtığı sıra o sabaha.

35- Kuşkusuz o Sekar, büyük belalardan biridir.

36- Uyarmak için insanları..

37- İçinizden i leri gitmek veya geri kalmak isteyen kimseleri..

38- Her nefis kendi kazancına bağlıdır.

39- Ancak amel defterleri sağından verilenler hariç.

40- Onlar cennettedirler, sorup dururlar.

41- Suçluların durumunu.

42- "Nedir sizi Sekar'a sokan?" diye.

43- Suçlular der ki: "Biz namaz kılanlardan değildik."

44- "Yoksula da yedirmezdik."

45- "Boş şeylere dalanlarla dalar giderdik."

46- "Ceza gününü yalanlardık."

47- "Nihayet bize ölüm gelip çattı."

48- Artık onlara şefaatçilerin şefaatı fayda vermez.

49- Şimdi o Kur'ân'dan yüz çevirirlerken ne mazeretleri var?

50- Sanki onlar ürkmüş yaban eşekleri.

51- Arslandan kaçmaktalar.

52- Hayır, onlardan her kişi kendisine açılmış sayfalar verilmesin i istiyor.

53- Yok, yok onlar ahiretten korkmuyorlar.

54- Hayır, hayır, O kur'ân kuşkusuz bir öğüttür.

55. Dileyen onu düşünür.

56. Bununla beraber Allah dilemedikçe onlar öğüt alamazlar. Koruyacak da O'dur, bağışlayacak da.

32. "Hayır hayır, andolsun o aya." Burada ve sonraki âyetlerde geçen kamer, gece ve sabah kelimelerinin kendi mânâlarında ve ilâhî orduların görüldüğü parıltılara işaret olmaları yanında dünyanın karanlıklara boğulduğu cahiliyye devri içinde Peygamberlik n u runun doğuşu ve o gecenin yok olmaya yüz tutuşu ve parlamak üzere bulunan hayır ve hakikat sabahının yaklaşışı anlarıyla İslâm güneşinin doğuşu anına da dolaylı yoldan işaret vardır. Hatta asıl ifade edilmek istenen budur.

33. "Hayır hayır, andolsun o aya." Burada ve sonraki âyetlerde geçen kamer, gece ve sabah kelimelerinin kendi mânâlarında ve ilâhî orduların görüldüğü parıltılara işaret olmaları yanında dünyanın karanlıklara boğulduğu cahiliyye devri içinde Peygamberlik nurunun doğuşu ve o gec e nin yok olmaya yüz tutuşu ve parlamak üzere bulunan hayır ve hakikat sabahının yaklaşışı anlarıyla İslâm güneşinin doğuşu anına da dolaylı yoldan işaret vardır. Hatta asıl ifade edilmek istenen budur.

34. "Hayır hayır, andolsun o aya." Burada ve sonraki âyetlerde geçen kamer, gece ve sabah kelimelerinin kendi mânâlarında ve ilâhî orduların görüldüğü parıltılara işaret olmaları yanında dünyanın karanlıklara boğulduğu cahiliyye devri içinde Peygamberlik nurunun doğuşu ve o gecenin yok olmaya yüz tu t uşu ve parlamak üzere bulunan hayır ve hakikat sabahının yaklaşışı anlarıyla İslâm güneşinin doğuşu anına da dolaylı yoldan işaret vardır. Hatta asıl ifade edilmek istenen budur.

35. Kuşkusuz o Sekar herhalde büyük olaylardan biridir yani en büyük felaketlerden biridir.

36. İnsanı korkutmak, gocundurmak için, yahut insanı korkutucu olarak. Bazıları bunun, sûrenin evveline bağlı olduğunu söylemişlerdir ki, "korkutucu olarak kalk" demektir.

37. İnsanı korkutmak, gocundurmak için, yahut insanı korkutucu olarak. Bazıları bunun, sûrenin evveline bağlı olduğunu söylemişlerdir ki, "korkutucu olarak kalk" demektir.

38. Her nefis kazancına bağlıdır. Yani Allah katında borçlu olarak kazancına rehindir. Mutluluğu ve felaketi kazancına uygun düşer. Çalışır güzel işler yapar, Allah'a borçlarını öderse kendisini kurtarır. (Geniş bilgi için Tûr sûresindeki "Herkes kendi kazancına bağlıdır."(Tur, 52/21) âyetinin tefsirine bkz.)

39. Ancak amel defterleri sağdan verilenler bunun dışındadır. Zira bunlar sadece kendi kazançlarına bağlı kalmayarak ezeli takdirde yüce Allah'ın sırf lütuf ve ihsanından nasipleri, kısmetleri fazla takdir edilmiş olan mutlu kişilerdir. Çünkü adalet ve hikmet sahibi olan yüce Allah herkese kazancına uygun bir m ü kâfat verir, kimsenin hakkını kaybetmez. Hukuk açısından hepsini eşit kılmış, kazancına bağlamış olmakla beraber (Allah) yaptıklarından sorumlu tutulacak bir varlık olmadığı için sırf lütuf ve

ihsan açısından hepsinin takdirlerini, mazhar olacakları şeyleri eşit kılmamış; kimine az, kimine çok vermiş, kimini de fazla olarak verdiği ihsanından yoksun kılarak onu sadece kazancına bırakmıştır. İnsanları diğer canlılardan seçkin olarak yaratması nasıl onların kazancına bağlı değil, sırf bir lütuf eseri ise, i n sanları çeşitli mertebelerde yaratması, nebileri ve velileri yüksek derecelere nail olmakla seçkin kılması, nebilerin bir kısmını bir kısmına üstün tutması ve Hz. Muhammed (s.a.v)'in derecesini hepsinden üstün kılması da bu türdendir. Bu şekilde yüksek me r tebelerin bir çoğu çalışıp kazanılmakla elde edilmez. Bu ise "Doğrusu insan için çalıştığından başkası yoktur."(Necm, 53/39) mânâsı ile çelişkili olmaz.

Zira çalışıp kazandığından başkası insanın kendi hakkı değil, sadece bir lütuftur. Bununla beraber âyette "illâ" edatı ile yapılan istisnanın muttasıl olmasına göre, "ashab-ı yemin" bunun da bir istisnası sayılmalıdır. Şu halde bu âyette geçen ashab-ı yemin Vâkıa Sûresi'nde geçen ashâb-ı yeminden daha özel, sabikun yani imanda en ileri gelenler gibi s eçkin bir mânâda demektir. Bunun tefsirini yaparken ashab-ı yeminden maksat melekler, ihlaslı müminler, müslümanların küçük çocukları, yaratılış sözleşmesinde, sağ tarafta bulunanlar, yani "Şunları cennet için yarattım, önem vermem, şunları da cehennem için yarattım, yine önem vermem." kudsi hadisinde cennet için yaratılmış olanlardır şeklinde çeşitli rivayetler vardır. Bunların, müslümanların küçük çocukları olduğuna dair rivayetin Hz. Ali'den geldiği söyleniyor. Bunlar kendi çalışma ve gayretleri olma d an atalarıyla beraber cennete girecekleri için istisna edilmiş oluyorlar. Bu rivayet de gösteriyor ki bu istisna, çalışıp kazananlar içinde cennete girecek yok demek değil, fakat bazılarının kazançlarına bağlı olmadan veya kazançlarının değerinden fazla o l arak sadece bir lütuf eseri ve müstesna bir şekilde cennete gireceklerini anlatmış oluyor. Gerçi bunda, cennete girmenin sadece bir lütuf eseri olduğunu gösteren bir mânâ varsa da bu mânâ "Kazandığı hayır kendine"(Bakara, 2/286) düsturunu bozmaz.

Ka zançta iyi amele muvaffak kılma da esas itibarıyla yüce Allah'ın bir lütfu ve başarı ihsan etmesi demek olacağı için hepsinin de ilâhî lütfun bir eseri olduğunu söylemek doğru olmakla beraber burada maksat, çalışıp kazanmanın önemini düşürmek değil, "K u şkusuz, haklarında bizden en güzel müjdeler geçmiş olanlara gelince..."(Enbiya, 21/101) âyetinin

mânâsınca kaderleri kendilerine yardımcı olan ve çalışmakla elde edilemiyecek mertebeler kendilerine sırf bir lütuf olarak verilmiş bulunan seçkin özel kişiler istisna edilmek şartıyla diğer bütün insanların kurtuluş ve felaketlerinin kendi çalışma ve kazançlarına bağlı bulunduğunu beyan ederek çalışma ve kazancın değerini göstermektir. Korkutmanın, öğüt vermenin asıl faydası da budur. Dolayısıyla bu âyette "ye m in" kelimesi iki mânâda düşünülebilir:

BİRİNCİSİ, kaderde sağ tarafta bulunmuş, hiç çalışma ve gayretleri olmadan kaderleri iyi kılınmış kimseler demektir. Mesela, Hz. Peygamber (s.a.v)'in nebilik ve resullüğü, "Rabbinin rahmetini onlar mı taksim ediyor?"(Zuhruf, 43/32) âyetinden de anlaşıldığı üzere çalışmasının hiçbir etkisi olmayan bir bağış, bir ilâhî rahmettir.

İKİNCİSİ, "yemin" kelimesinin ahit ve sözleşme mânâsına olmasıdır. Çünkü yaratılış sözleşmesi ile ilâhî ahde dahil olmuş ve yeminlerini tutmuş olan kimseler kendi kazançlarından sorumlu ve bundan istifade etmiş olmakla beraber sonuç itibariyle yalnız kazançlarına bağlı kalmayıp kazandıklarından çok fazla nimet ve mutluluklara ererler ki bunun misali, bir şahsın tek başına çalışmasıy l a sosyal bir sözleşmeye bağlı olarak toplum halinde çalışması arasındaki farktır. Zira toplumla yaşayanlar yalnız kendi kazançlarından değil, toplumlarının değerine ve sözleşmelerine bağlılıklarına göre birbirlerinin ortak ve karşılıklı mesailerinden yüks e k bir biçimde yararlanır. Dağınık çalışmaların zahmeti çok, verimi az olduğu halde bir ahit ve sözleşmeye bağlı olarak çeşitli çalışmalarını samimi bir şekilde birleştirmiş ve çalışmalarının dağınık ve ortak noktalarına hep bir ruh ile sarılarak toplum ha l inde yürümüş olanlar herbiri kendi çalışmasından yararlanmakla beraber birbirlerinin çalışmalarından da gittikçe artan bir şekilde pay alırlar. İşte Allah'a, Peygamberine ve ahiret gününe iman edip de Sekar'dan korunarak hak yolunda ruhlarını ve çalışmala r ını birleştirmiş olan ve aynı kıbleye yönelerek yürüyen samimi iman sahipleri kendi kazançlarına bağlanmakla kalmayıp ilâhî lütuftan benzerlerinden ayrı bir şekilde nasip alan "ashab-ı yemin"dirler.

40. Amel defterleri solundan verilenler, çalışmayanlar, yahut tek başına çalışan, kendi keyfince uğraşan yeminsizler kendi çalışma ve gayretleriyle boğuşurken, amel defterleri sağından verilen bu ashab-ı yemin cennetlerdedirler suçluları soruştururlar, suçluların hallerinden kendi aralarında konuşur, ba h seder, birbirlerine sorar yahut sordururlar. "Bu soru kınama ve hasret çektirme içindir." denilmiş ise de, herşeyden önce hakkı ortaya çıkararak suçlarının mahiyetine göre şefaat

imkânını araştırmak için görüşüp dertleşme veya bir sorguya çekme olmak, ardından "Artık şefaatçilerin şefaati onlara fayda vermez."(Müddessir, 74/48) ifadesinin gelmesine daha uygun görünür.

Bu soruşturmanın bu şekilde anlatılıp açıklanması da suçluların hallerini ve hüküm giymelerinin sebeplerini sorup araştırarak hakkı ortaya çıkarmanın ve ona göre hayır ve iyi hal için çalışmanın ashab-ı yeminin özelliği olduğunu anlatmak, bununla beraber sayılacak olan suçların sahibi suçluların ahirette şefaat ile de kurtulmalarına ihtimal olmadığını dünyadakilere hatırlatarak öğüt ve rmek içindir.

41. Amel defterleri solundan verilenler, çalışmayanlar, yahut tek başına çalışan, kendi keyfince uğraşan yeminsizler kendi çalışma ve gayretleriyle boğuşurken, amel defterleri sağından verilen bu ashab-ı yemin cennetlerdedirler suçluları soruştururlar, suçluların hallerinden kendi aralarında konuşur, bahseder, birbirlerine sorar yahut sordururlar. "Bu soru kınama ve hasret çektirme içindir." denilmiş ise de, herşeyden önce hakkı ortaya çıkararak suçlarının mahiyetine göre şefaat

i mkânını araştırmak için görüşüp dertleşme veya bir sorguya çekme olmak, ardından "Artık şefaatçilerin şefaati onlara fayda vermez."(Müddessir, 74/48) ifadesinin gelmesine daha uygun görünür.

Bu soruşturmanın bu şekilde anlatılıp açıklanması da suçluların hallerini ve hüküm giymelerinin sebeplerini sorup araştırarak hakkı ortaya çıkarmanın ve ona göre hayır ve iyi hal için çalışmanın ashab-ı yeminin özelliği olduğunu anlatmak, bununla beraber sayılacak olan suçların sahibi suçluların ahirette şefaat ile de kurtulmalarına ihtimal olmadığını dünyadakilere hatırlatarak öğüt vermek içindir.

42. Sizi Sekar'a sokan nedir? Yani bu cehenneme girmenize sebep olan suçunuz nedir? Bu soru, ashab-ı yeminin birbirlerine değil de suçlulara doğrudan veya dolaylı olarak sordukları sorudur. Zemahşerî şöyle der: Bu, ashab-ı yeminin birbirlerine sorduğu soruyu açıklamak değildir. Öyle olsaydı "Onları Sekar'a sokan nedir?" denilmesi gerekirdi. Bu, onların sordukları kişilerin verdiği cevabı hikâye etmektir. Y a ni, sorulanlar şöyle anlatırlar: "O suçlulara sizi Sekar'a sokan nedir?" dedik.

43. dediler ki: biz namaz kılanlardan değildik,

44. ve düşküne yedirmezdik, fakire yemek vermez, karnını doyurma çaresini aramazdık. Yani Allah'ın emrini tanımaz, kullarına acımazdık.

45. Ve dalanlarla beraber dalar dururduk, boş lakırdılar, boşuna işler, şunun bunun aleyhinde lehinde gereksiz sözlerle vakit öldüren, keyif ve zevkle ilgili boş şeylere dalan gafillerle beraber kendimizden geçer, dalar giderdik.

46. Din gününe, (yani ceza gününe) yalan derdik, inanmazdık dediler. Namaz kılmamanın, fakirlere bakmamanın, dalanlarla beraber dalıp gitmenin asıl sebebi de bu imansızlık, bu küfürdür.

47. Ta bize o yakın (yani ölüm) gelene kadar bu halde devam ettik ancak ölüm gelince ceza gününün hak olduğunu iyice anladık dediler. İşte kendilerini cehenneme sokan suçlarını böyle haber verirler.

48. Onun için de onlara şefaatçilerin şefaatı fayda vermez. Zira imansız gitmişlerdir. Demek ki o gün müminlere şefaat olacak, bunlar da yalanlamasalar, inkâra sapmasalardı belki ashab-ı yeminin onlara şefaatı da mümkün olabilecekti. Fakat bu suçları işlemiş, inkâr ile gitmiş oldukları ortaya çıkan suçlular kendilerini kurtaracak iş yapmamış oldukları gibi şefaatçil e rin hepsi de şefaat edecek olsa fayda vermez, gerçek değiştirilmez. Onlar işledikleri suçların cezası olarak o Sekar'a dalar giderler.

49. Şimdi o

öğütten yüz çevirmekte kendilerine ne fayda var? Bu Kur'ân'dan yüz çevirmekte, o ölüm hatırlatılarak yapılan öğütten kaçınmalarında kendileri için bir fayda mı var? Öğütten yüz çevirmekle o kötü sondan kurtulacaklarını mı zannediyorlar?

50. O Kur'ân'dan öyle yüz çeviriyorlar ki sanki onlar ürkmüş yabani eşekler,

51. aslandan kaçmaktalar.

KAS VERE, "kasr" kökünden türetilmiş bir kelime olarak zorlu, zorba demek gibi olup "zorlu avcı alayı" veya "arslan" mânâlarına geldiği açıklanıyor. Lugatçıların çoğu kasvere'nin arslan mânâsına olduğunu söylemişlerdir. Bunun Habeş lügati olduğu da rivayet e d ilmiştir. İşte Kur'ân ile verilen Allah öğüdünden kaçan, onu dinlemek istemeyen budalalar öyle ürküp kaçıyorlar. Oysa o zavallı vahşi eşeklerin kaçmaları bir çaresizlik olmakla beraber yine de tehlikeden kaçmaktır. Onda belki bir kurtuluş, bir fayda düşün ü lebilir. Öğütten kaçan bu budalalar ise tehlikeden değil, kurtuluştan, kurtarıcıdan kaçıyor, faydalarını bırakıp yok oluşa koşuyorlar.

52. Hayır o kadar da değil, aksine onlardan her kişi kendisine ayrı ayrı dağıtılmış sahifeler halinde öğüt getirilmesini istiyor. Genel bir öğüt ile yetinmek istemiyor. Herbiri ziyafete çağrılır gibi özel davetiye ile ayrıca davet edilmesini istiyor. Görevine, çıkarına koşmak için kibirleniyor da herbiri "yarın ecelin geldi, şu, şu görevleri yapıp hazırlanarak gelmeni z duyrulur" diye ayrı bir uyarı ve çağrı bekliyor veya her biri için bir Peygamber olmasını arzu ediyor ki bu budalalık öncekinden çok fazladır.

53. Hayır, yok öyle şey herkes için ayrı bir öğüt, ayrı bir kitap gelmesine ihtimal yok. Bununla beraber öyle de olsa yine gelmezler. Doğrusu onlar ahiretten korkmuyorlar. Bu çağrı ve öğütü kabul etmeyenlere sonunda ceza verileceğine inanmıyor, sonunu saymıyorlar.

54. hayır, iş zannettikleri gibi değil korkunç bir ahiret var.

İşte o bir öğüttür bir uyarı, bir hatırlatmadır.

55. "Artık her kim isterse düşünsün" içeriğini anlasın, gereğine göre hareket etsin.

56. Bununla beraber Allah dilemeyince düşünmezler. Korkulacak olan da, bağışlayacak olan da odur. Azabından korkulup korunulacak olan da o, bağışlayacak da odur. Ondan korkmayan ne ahirette ne dünyada hiçbir şeyden korkmaz, korunmaz; ondan başkası da ne günahları bağışlayabilir, ne koruyabilir. Onun için her hikmetin başı Allah korkusu, Allah sevgisidir. İmam Ahmed, Tirmizî, Nesaî, İbn Mâce, Hakim ve daha başkaları Hz. Enes'ten şöyle rivayet etmişlerdir: Hz. Peygamber (s.a.v) bu âyeti yani âyetini okudu da dedi ki: Rabbiniz şöyle buyurdu

"Ben korkulacak, korkulup himayesine sığınılacak olanım. Benimle beraber başka bir ilâh yapılmasın. Her kim benden korkar da benimle bareber başka bir ilâh tutmazsa onu bağışlayacak olan benim."

Hakim-i Tirmizî "Nevâdiru'l-Usûl"de Hz. Hasen'den rivayet ettiği bir hadiste şöyle der: Resulullah (s.a.v) şöyle buyurdu: Yüce Allah buyuruyor ki, kulum bana iki elini kaldırır dua ederse ben o elleri bağışlamadan geri çevirmekten utanırım. Melekler: "Ey bizim ilâhımız! O, bağışlanacak kişilerden değil dediler. Yüce Allah, "fakat korkulacak olan da, bağışlayacak olan da benim. Şahit olun, ben onu bağışladım." buyurdu.

Ey Rabbim! Bu kulunu da o koruduğun, bağışlamana erdirdiğin kulların arasına kat. Sensin koruyacak, sensin bağışlayacak.