31 Temmuz 2007 Salı

GAŞİYE SÜRESİ(MEVDUDİ)

Adı: Sure adını ilk ayette geçen Gaşiye kelimesinden almıştır.

Nüzul zamanı: Muhtevasından da anlaşılacağı gibi bu sure, Mekke'nin ilk dönemlerinde nazil olmuştur. Bu Rasulullah'ın (s.a.) Mekke'de tebliğe başladığında, müşriklerin daha pek hassas davranmadıkları bir dönemdir.

Konu: Bu surenin konusunu anlayabilmek için, Rasulullah'ın, şu iki hususu, Mekkeliler'in zihinlerine yerleştirmek için çalıştığını hatırlamak gerekir. Birincisi Tevhid, ikincisi Ahiret. Mekke halkı kesinlikle bu iki esasa karşı çıkıyordu. Bu hususu ifade ettikten hemen sonra, şimdi de bu surenin uslûbu ve muhtevası üzerinde duralım.

'O gün tüm kainatın büyük bir felâkete uğrayacağını bilmiyor musunuz? denilerek, gaflete dalan insanlara aniden bir soru yöneltilip, bundan hemen sonra açıklamalar yapılmaya başlanmıştır. O gün insanlar iki grup halinde bulunacaklar ve her iki grup da farklı akibetler ile karşılaşacaklardır. Bir grup cehennem ateşine ve azabına çarptırılırken, diğeri de cennette yüce bir makama ulaşacak ve orada kendisini çeşit çeşit nimetlerin beklediğini görecektir.

Böyle bir uyarıdan sonra, aniden uslûb değişir, Tevhid ve Ahiret hakkında birşey duyar duymaz öfkelenen kimselere sorular yöneltilir. Çevrenizde sürekli bulunan şeylerin nasıl uygun özellikler ile bezenmiş olduğunu görmüyor musunuz?

Devenin nasıl yaratılmış olduğunu düşünmüyor musunuz? Çevresine uygun özellikler taşımaktadır, çünkü çöl hayatına ancak bu vasıflara sahip bir hayvan dayanabilir. Zaten develer de bu vasıflara sahip değil midirler? Açık bir yolda seyahat ederken, gökyüzünü nasıl tepenize astığımızı, dağları nasıl diktiğimizi ve yeryüzünü nasıl döşediğimizi görmüyor musunuz? Kâdir-i Mutlak'ın hikmeti ve kudreti olmaksızın, tüm bunların yaratılması mümkün müdür? Şayet bir varlık, 'herşeyi yaratan' kabul ediliyorsa, insanı öldürmeye, onu tekrar diriltmeye, cenneti ve cehennemi yaratmaya niçin kâdir olmasın?

Bu kısa ve etkileyici ifadelerden sonra, kafirler devreden çıkarılır ve artık Rasulullah'a hitap edilmeye başlanarak şöyle buyurulur: Bunlar İslâm'ı kabul etmeyebilirler. Biz seni onları zorlaman için göndermedik. Senin görevin sadece tebliğdir ve sen tebliğ etmeye devam et. Sonunda bize döndürüleceklerdir. İşte biz o zaman onlara yaptıklarından hesap sorar ve onları ağır bir şekilde cezalandırırız.

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1 (Her yanı yaygın olarak kuşatacak olan)-Kıyametin haberi sana geldi mi?1

2 O gün, öyle yüzler vardır ki, 2'zillet içinde aşağılanmıştır.'

3 Çalışmış, boşuna yorulmuştur.

4 Kızgın bir ateşe yollanırlar.

5 Kaynar bir kaynaktan içirilirler.

6 Onlar için (öldürücü ve zehirli olan) dan dikeninden başka bir yiyecek yoktur.3

AÇIKLAMA

1. Bu ifade ile kıyamet kastedilmektedir. Yani o afetler kainatı tamamen kaplayacaklardır. Burada ahiret toplu bir şekilde ifade edilmiştir. Bu safha, dünyanın alt-üst olarak ortadan kalkmasından sonra başlayacağı ve insanlar diriltildikten sonra, Allah'ın huzurunda bulunacakları, ceza ve mükâfatın verileceği şeklinde tüm merhaleleri ile açıklanmıştır.

2. Vech ifadesi ile insanın kendisi kastedilmektedir. Çünkü insanların en önemli azalarından biri yüzleridir. İnsanlar yüzlerinden tanındığı gibi, ayrıca iyi ya da kötü bir durumda oldukları da yüzlerinden anlaşılır. Bu nedenden ötürü bazı insanlar yerine, bazı yüzler ifadesi kullanılmıştır.

3. Kur'an'ın bazı yerlerinde, cehennemliklerin zakkum ve irin'den başka yiyeceklerinin olmadığı ifade edilirken, burada kuru bir diken'den başka yiyeceklerinin olmadığı anlatılmaktadır. Bu iki farklı ifade arasında bir çelişki yoktur, çünkü cehennemde farklı farklı dereceler vardır. Cehennemliklerin suçlarına göre, yani her suç için, ayrı bir azabın verilmesi sözkonusudur. Şu şekilde de anlaşılması mümkündür. Onlar zakkum yemekten kaçınacaklar ve onlara irin verilecektir. Ondan da kaçınacaklar ve bu kez onlara yemeleri için kuru diken verilecektir. Kısaca onlara sevdikleri bir yiyecek verilmeyecektir.

7 Ne doyurup-semirtir, ne de açlıktan korur.

8 O gün, öyle yüzler de vardır ki, nimette (engin bir mutluluk içinde)dirler.

9 Harcadığı-çabadan dolayı hoşnuttur.4

10 Yüksek bir cennettedir.

11 Orda 'anlamsız ve saçma olan' bir söz işitmez.5

12 Orda 'durmaksızın akan' bir kaynak vardır.

13 Orda "yükseklerde kurulmuş, tahtlar da vardır;

14 Konulmuş (içecek dolu) kaplar,6

15 Dizi dizi yastıklar,

16 Ve serilmiş yaygılar.

17 Bakmıyorlar mı o deveye; nasıl yaratıldı?

18 Göğe; nasıl yükseltildi?

19 Dağlara; nasıl oturtulup-kuruldu?

20 Yere; nasıl yayılıp-döşendi?7

21 Artık sen, öğüt verip-hatırlat. Sen, yalnızca bir öğüt verici-bir hatırlatıcısın.

22 Onlara 'zor ve baskı' kullanacak değilsin.8

23 Ancak kim yüz çevirir ve küfre saparsa,

24 Allah, onu en büyük azab ile azablandırır.

25 Hiç şüphesiz onların dönüşleri bizedir.

26 Sonra onları hesaba çekmek de elbette bize aittir.

AÇIKLAMA

4. Yani onlar, çektikleri meşakkatlerden ve işledikleri salih amellerden sonra, ahirette tüm bunların karşılığını görecekler ve memnun olacaklardır. Ayrıca kesinlikle emin olacaklardır ki, dünyada salih ameller işlemeleri takva üzerine hayatlarını sürdürmeleri, heva ve heveslerini terk ederek, Allah'ın emirlerini yerine getirmek için dünyadaki musibet ve zahmetlere katlanmaları, ahiret için zararı göze almaları ve dünyadaki lezzet ve nimetlerden vazgeçmeleri, tüm bu nimetler karşısında gerçekten değermiş!

5. Bu, Kur'an'ın bir çok yerinde 'büyük nimet'ten sayılmıştır. Bkz. Meryem. an: 38, Tur. an: 18, Vakıa. an: 13, Nebe, an: 21

6. Yani dolu kadehler onların sürekli önlerinde bulunacak ve isteme ihtiyacı bile hissetmiyeceklerdir.

7. Yani bunlar, ahiret hakkında bir şey duyunca 'bu nasıl mümkün olabilir?' diye sorarlar. Bu kimseler çevrelerinde sürekli bulunan deve gibi bir hayvanı nasıl yaratmış olduğumuzu, gökyüzünü tepelerine nasıl astığımızı, dağları nasıl diktiğimizi ve yeryüzünü nasıl döşediğimizi görmüyorlar mı? Şayet tüm bunların hepsini yaratmak mümkün oluyor ve bu harikalar sürekli gözlerinin önünde bulunabiliyorsa, kıyametin vuku bulması ve kıyametten sonra cennet ve cehennemin yaratılması niçin mümkün olmasın? Eğer bu kimselerde biraz akıl varsa, kainattaki bunca şeyin nasıl yaratılmış olduğunu düşünmelidirler. Bunların yaratıldıklarını kabul ediyorlar, çünkü varolduklarını bizzat görüyorlar. Ancak müşahede ve tecrübeye dayanmayan hususları hiç düşünmeden, sırf göremediklerinden ötürü 'bu mümkün değildir' diyorlar. Oysa deveyi nasıl yarattığımızı ve onu nasıl çevresine uygun vasıflarla donattığımızı görmüyorlar mı? Öyle ki, çölde Araplara ancak bu özelliklere sahip olan bir hayvan yararlı olabilir. Gökyüzünü ve feza içerisindeki havayı nasıl yarattık? Ayrıca bulutlardan yağmur yağmakta, güneş ısı ve ışık saçmakta, onun vasıtasıyla da ay ve yıldızlar parlamaktadır. Yeryüzünü insanın üzerinde hayatını sürdürebileceği bir şekilde düzenledik. İhtiyaçlarını temin etmeleri için çeşmeler, kuyular varettik. Çünkü hayatın kaynağı sudur. Dağları yeryüzünde nasıl rengarenk kıldık ve toprak, taş ve madenlerle donattık.

Tüm bunların bir yaratıcısının olmadığını mı sanıyorsunuz? Akıl sahibi bir insan bu soruya elbette olumsuz cevap vermez. Ayrıca inatçı olmayan bir kimse de bunların hepsini yaratan bir kudret ve hikmet sahibinin varlığını kabul etmek zorundadır. Şayet böylesine herşeye kâdir bir varlık için, tüm bunları yaratmak mümkün ise, o halde hakkında haber verilen kıyamet ve ahirete de inanmamanın hiç bir makul nedeni yoktur. Çünkü müşahade edemediğiniz bir takım hususlar hakkında size haber verilmektedir ve onları da aynı kudret sahibi yaratacaktır.

8. Yani eğer bir kimse bunca makul delile rağmen inanmamakta ısrar ediyorsa onları zorlayarak inandırmak senin vazifen değildir. Senin vazifen onlara doğru ya da yanlış yolları göstermek ve yanlış yolun sonucu hakkında onlara haber vermektir. Sen anlatmaya devam etmelisin!

GAŞİYE SÜRESİ(Seyyid KUTUB)

1- Ey insanoğlu! Herşeyi kaplayacak kıyametin haberi sana gelmedi mi?

Gönülleri yüce Allah'a yöneltmeyi hedefleyen, varlık aleminde O'nun varlığını gösteren delilleri hatırlatmayı ve Allah'ın ahirette herkesi hesaba çekeceğini; yapılanlara kesin karşılık vereceğini belirtmeyi amaç edinen bu sure yukardaki ayetle, ve ayetin başındaki "Kıyametin büyük bir olay olduğu"nu ilham eden dinleyeni bunu itiraf etmeye zorlama amaçlı şu soru ile başlıyor. Bu soru Aynı zamanda, ahiret olgusunun daha önce açıklanan ve hatırlatılan olgulardan birisi olduğunu da göstermektedir. Burada kıyamete "Ğaşiye" diye yeni bir isim verilmektedir. Gaşiye, insanları çepeçevre kuşatan, felaketleri tüm yaratıkları kaplayan bela musibet demektir. Bu isim Kur'an-ı Kerim'in bu son cüzünde yeralan, "Tamme", "saahha", "ğaşiye", "karia" gibi bu cüzün havasına uygun düşen insana ilham veren yeni isimlerden birisidir.

Şu "Sana gelmedi mi?" seslenişi üzerinde bir nebze duralım. Resulallah Efendimiz bu sureyi her duyduğunda yüce Allah'ın bu soruyu kendine yöneltmesinden etkisini benliğinde hissederdi. Ve kalbinin yüce Allah'ın seslenişine aşırı duyarlı olmasından, bunun özünü benliğinde canlandırmış olmasından, kulağına her geldiğinde bu ifadenin aracısız olarak kendisine yöneldiğini hissettiğinde, sanki doğrudan doğruya Rabbinden ilk kez Alıyormuş gibi olurdu. İbn Ebi Hatim anlatır: Meymun oğlu Ömer, bize kadar ulaşan Tanafesli Muhammed oğlu Ali, Abbas oğlu Ebu Bekir, Ebu İshak rivayet zinciri ile şöyle der: Rasulullah herşeyi kapsayacak (Kıyàmetin haberi sana gelmedi mi?) ayetini okuyan bir kadına rastlar ve bu ayeti duyunca ayağa kalkar ve: "Evet bana geldi" der...

Ancak yukardaki hadise rağmen bu ayetteki sesleniş şu Kur'an'ı dinleyen herkese yöneltilmiş genel anlamlı bir ifadedir. Kıyamet haberi, bu Kur'an'da tekrar tekrar sözü edilen bir olgudur. Kur'an-ı Kerim kıyameti hatırlatır, insanları uyarır, müjdeler verir, kıyamet öğesi ile gönüllerde duyarlılığı, korkuyu, takvayı, ürpermeyi harekete geçirir, öte yandan yine bununla gönüllere ümit ışığı, bekleme ve arzu etme duygusu verir. Bundan dolayı bu gönüller canlanır da artık ölmez ve dikkatsizliğe düşmez.

KIYAMETTE ZİLLET HAYATI

"Herşeyi kaplayacak olan kıyametin haberi sana gelmedi mi?" ayetinden sonra yüce Allah, kıyametin haberlerinden birtakım manzaralar sergilemektedir:



2- O gün birtakım yüzler zillete bürünmüştür.

3- Zor işler altında bitkin düşmüştür.

4- Yakıcı ateşe yaslanırlar.

5- Kızgın bir kaynaktan içirirler.

6- Onlar için kuru dikenden başka yiyecek de yoktur.

7- Ne semirtir, ne de açlığı giderir.

Nimete erenlerin sahnesinden önce, hemen azaba uğrayanların sahneleri sunulmuştur. Çünkü bu "Gaşiye: Kıyamet"in atmosferine ve çağrışımlarına daha yakındır ve daha uygundur. O gün ortada korkan, küçümsenen, yorgun ve bitkin yüzler (kimseler) vardır. Çalışıp yorulan ancak yaptığına sevinemeyen sonuçtan hoşnut olmayan, yaptığına karşılık olarak bula bula ancak sorumluluğu, zararı, bulan ve bunun sonucu hoşnutsuzluğu, bitkinliği ve sorumluluğu kat kat artan kimseler vardır. Bu kimseler "zor işler altında bitkin düşmüşlerdir." Bunlar Allah için çalışmamışlardır, (amel etmemişlerdir) Allah'ın yolundan başka yol, uğruna yorulmuşlardır. Bu kimseler kendileri ve çocukları için çalışmışlardır. Kendi dünyaları ve dünya arzusu uğruna yorulmuşlar sonra da bu çalışma ve yorulmanın sonucunu bulmuşlardır. Dünyada ahiret sermayesi olan yorgunluk ve sıkıntı olarak, ahirette de azaba götüren bir karaltı şeklinde... Bu kimseler, artık önemsenmezler, sorumludurlar, yüzükoyun düşmüşlerdir, arzularına ulaşamamışlar, korku içinde kendi sonları ile yüz yüzedirler.

Bu önemsizlik ve sorumluluk ile birlikte bir de azap ve elem vardır. "Yakıcı ateşe yaslanırlar." Bunlar o kızgın ateşi tadacaklar ve o ateşten azap göreceklerdir. "Kızgın bir kaynaktan içirilirler". Yani bu kaynak son derece sıcak olacaktır. "Onlar için kuru dikenden başka bir yiyecek yoktur. Ki o ne semirtir ne de açlığı giderir." Kafirlerin yiyecek olduğu "Dari", cehennemin ortasında biten Zakkum ağacı ile ilgili haberlere dayanılarak, cehennemde ateşten bir ağaçtır diye açıklanmıştır. Bazıları ise, develerin yeşil iken yediği ve adına "Şibrık" denilen yere yapışık bir çeşit dikendir demişlerdir. Bu diken kökünden koparılıp kuruduğunda adına "Dari" denilir ki develer onun acılığına dayanamazlar çünkü artık zehirlidir. İster "Dari" olsun ister ikinci olsun, o gün "Gıslin": Cehennemliklerin vücutlarından akan cerahat, "Gassak": cehennemliklerin vücutlarından akan kan ve irin ve semirtmeyip açlığı gidermeyen öteki yiyecek çeşitleri ile birlikte cehennemliklerin yiyecekleri gıdalardan bir çeşittir.

Bizlerin ahirette yapılacak bu azabın içyüzünü bu dünyada kavrayamayacağımız açıktır. Azabın bu niteliklerle sunulması bu manzaranın bizim insani duyularımıza dokunup da önemsiz hale gelmekten, zayıflıktan, arzusuna ulaşamayıp mahrum kalmaktan, kızgın ateşin yakıp kavurmasından ve kızgın su ile serinlemekten ve susuzluğunu gidermekten oluşan, develerin bile acılığına dayanamadığı hiçbir yararı ve faydası olmayan diken ile gıdalaşmanın da eklendiği "elem olgusu"nu kafamızda canlandırabildiğimiz kadar canlandırabilmemiz içindir. İşte bu algıların toplamından, duyularımızda elemin en son derecesi hakkında bir fikir ve kavram oluşur. Ahiret azabı ise bundan da öte daha da şiddetlidir. Nasıl olduğunu da -Allah korusun- ancak onu tadanlar anlarlar.



KIYAMETTE KURTULUŞA ERENLER

8- İnanmış olanların yüzleri, o gün, pırıl pırıldır.

9- Yaptıklarından hoşnutturlar.

10- Yüksek bir bahçededirler.

11- Orada boş söz işitmezler.

12- Orada akan bir kaynak vardır.

13- Orada yükseltilmiş tahtlar vardır.

14- Konulmuş kadehler.

15- Dizilmiş yastıklar.

16- Serilmiş halılar vardır.

Diğer yanda, rahatlığın üzerinde belli olduğu, hoşnutluk fışkıran yüzler vardır. Bu yakada buldukları ile rahatlık içinde yüzen, yaptıklarından sevinen ve karşılığını hayır olarak bulan, bu yüce ve manevi haz ve duygu ile, yaptıklarından Allah'ın hoşnut olduğunu görünce bunlardan hoşnut olma duygusu ile tatmin olan yüzler vardır. Bir kalp için hayırdan huzur bulmak ve onun sonuçlarından hoşnut olmak, arkasından da bu sonucu yüce Allah'ı şerefli hoşnutluğunda ve nimetinde simgelenmiş olarak görmekten daha doyurucu ve daha sevinç veren birşey yoktur. Kur'an-ı Kerim buradan hareketle, bu çeşit mutluluğu, cennetteki bolluktan ve yararlanmaktan elde edilen mutluluktan daha üstün tutmaktadır. Bundan sonra yüce Allah, cenneti anlatmakta ve bu bahtiyar insanlara verilecek olan nimetleri belirtmektedir.

"Yüksek bir bahçededir". Cennet olarak yüksek, yüce ve şerefli cennettedirler onlar. Sonra bu cennetin dereceleri ve makamları da yüksektir. "Yükseklik" sözcüğü insanın duyusuna özel bir etki bırakmaktadır. "Orada boş bir söz işitmezler." Bu ifade, sükunet, sessizlik, esenlik, gönül huzuru, sevgi, hoşnutluk,

sevenler ve sevgililer arası fısıldaşma ve sohbet havası, içinde hiçbir hayır ve yarar olmayan boş ve yararsız sözden uzaklık ve kaçınma olan bir atmosfer canlandırmaktadır. Sadece bu bile bir başına nimettir. Yalnız bu bile tek başına bir mutluluktur. İnsan şu dünya hayatını ve bu hayatta rastlanan boş ve yararsız sözleri, münakaşaları, çekişmeleri, itişip kakışmaları, gürültüleri, düşmanlıkları, anlamsız karmakarışık sesleri, gürültüleri, bağırıp çağırmaları, gevezelikleri ve terbiyesizce konuşulan sözleri hatırladıkça kafasında canlandırdıkça ortaya çıkan ve değeri anlaşılan bir mutluluktur. Bunun arkasından insan, "Orada boş bir söz işitmezler" ifadesinin ilham ettiği, güvenli sükunete, sakin olan esenliğe, hoşnutluk veren sevgiye ve ılık bir çağrışım düşüncesinin kucağına kendisini teslim eder. "Orada boş bir söz işitmezler." ifadesinin sözcükleri bile, ılık bir sevinç havası estirir, sözcükler yumuşakça ve kolayca, gür ve ılık müzikal bir etki bırakarak kayar gibi dökülür. Bu dokunuş, mü'minlerin münakaşadan ve boş sözlerden uzak olarak yeryüzünde sürdükleri hayatlarının cennet hayatından bir parça olduğunu ve onların bu hayatları ile Şerefli nimete hazırlandıkları havasını ve ilhamını verir.

Yüce Allah İşte böylece, cennetin niteliklerinden olan şu yüce, şerefli ve parlak anlamı bizlere sunmaktadır. Arkasından duyuları ve hisleri doyuran nimetler gelmektedir. Hem de insanoğlunun kafasında canlandırabileceği biçimi ile yer almaktadır. Ancak bu nimetler cennete, -tadına varanlardan başka hiçbir kimsenin bilemeyeceği biçimde- ve cennetliklerin ruhlarının eriştikleri dereceye göre ayarlanmış olarak sunulacaktır.

"Orada akan bir kaynak vardır." Bu ifadede yer alan "aynun cariye" deyimi, fışkırıp duran su kaynağı demektir. Bu ifade cennetlikleri suya kandırmanın yanına güzellik öğesini de hareket güzelliğini de, fışkırıp kaynama ve akma güzelliğini de katıyor. Akan su, insanın hissine canlılık, titreyen ve çağlayıp akan bir rahatlık verir ve İşte insanın duygularının derinliklerine işleyen bu gizli açıdan ruhlara ve gözlere tatmin sağlayan bir olgudur. "Orada yükseltilmiş tahtlar vardır." "Yükseklik" sözcüğü, temizlik çağrışımı vermesinin yanında pis şeylerden arınmış olma havası da vermektedir.

"Önlerine konulmuş kadehler". Önlerine dizilmiş içilmeye hazır kadehler vardır. Ne istemeye gerek vardır ne de hazırlamaya:.. (Nemarık): Rahatça yaslanmak için yastıklar ve koltuk minderleri vardır orada. "Serilmiş halılar vardır" (Zerabiy) saçaklı... Burada yer alan (zerabiy) saçaklı yaygılar demektir. Yaygılar oraya buraya süs ve rahat sağlamak için dizilip serpiştirilmişlerdir. Bütün bunlar insanların yeryüzünde benzerlerini gördükleri nimetlerdir. Cennet nimetlerinin yeryüzündeki benzerleri gibi nitelenmesi insanların kavrayabilmeleri içindir. Bu nimetlerin asıllarına ve onlardan yararlanmanın şekli ise cennetteki tat alma duyusuna, yüce Allah'ın tat alma duyusunu kendilerine bahşetmiş olduğu bahtiyar insanlara, bırakılmıştır.

Nimetin veya azabın şeklini araştırmaya kalkışmak ve bu uğurda karşılaştırmalarda ve değerlendirmelerde bulunmak boş sözlere dalmak demektir. Herhangi bir şeyin nasıl olduğunu kavramak kavrama duygusunun çeşidine bağlıdır. Yeryüzündekiler bir şeyi yeryüzünün şartları, ortamı ve orada sürdürülen hayatın şekline bağımlı olan bir his yapısı ile kavrarlar. Oraya, ahirete geçtiklerin-de ise, perdeler kalkar, engeller kaldırılır, ruhlar ve akıllar bağımsız hale gelir. Hatta sözlerin anlamları bile, tatlarının değişmesinden dolayı değişmiş ve nasıl olacaksa o anlamı taşır hale gelmiştir. Tabi bizler şu an, onların nasıl olacaklarını kavramaktan aciziz.

Biz bu niteliklerden algılama yeteneğimiz gücünün yettiği en son sınıra vararak lezzet duyma, tat alma ve nimetten yararlanma biçimlerini canlandırsın diye söz ediyoruz. Çünkü bu dünyada bulunduğumuz sürece tadına varabileceğimiz budur, gerçek yüzünü ise orada ahirette yüce Allah bizlere ihsanı ve hoşnutluğu ile ikramda bulunduğu zaman, bizleri ağırladığı zaman anlayabileceğiz.

EY İNSAN GÖRMÜYOR MUSUN?

Öbür dünyada yapılan bu gezinti sona ermektedir. Arkasından yüce Allah, gözler önünde durmakta olan ve şu herşeye gücü yeten yaratıcının idaresini, sanatının eşsizliğini, yaratıcı olarak benzersizliğini ilham eden ve şu yönetimin ve planlamanın gerisinde, bu dünya hayatından sonra, önemli başka şeylerin olacağını, yeryüzü uğraşısından başka bir uğraşının bulunacağını, ölümün bir son olmayıp ondan sonra başka şeylerin olacağını gösteren şu varlık alemine dönüyor.



17- Bu insanlar bakmıyorlar mı, develerin nasıl yaratıldığına?

18- Göğün nasıl yükseltildiğine?

19- Dağların nasıl dikildiğine?

20- Yerin nasıl yayıldığına?

Şu dört kısacık ayet, bu Kur'an-ı Kerim ile yüzyüze gelenlerin ilki olan arap toplumunun içinde yaşadığı çevreyi ortaya koymaktadır. Nitekim bu ayetler gök-yüzünden, yeryüzünden, dağlardan ve develerden söz ettiği için kainat çapında belli-başlı yaratıkları da ortaya koymaktadır. Burada deve, hem genel olarak yaratılışından gelen üstünlükten dolayı ve hem de özel olarak arap insanı için taşıdığı değer nedeni ile tüm hayvanları temsilen gündeme getirilmiştir.

İnsan nerede olursa olsun bu tablolar gözünün önünde sergilenmektedir. Gökyüzü, yeryüzü, dağlar ve hayvanlar... İnsan hangi ilim ve medeniyet seviyesinde olursa olsun, bu tablolar onun dünyasına ve bilincine girip yer eder. Bakışlarını ve kalbini bunların anlamlarına fısıldadıkları gerçeğe verirse, bu tablolar arkalarında gizli olan gerçekleri insana ilham ederler.

Bunların herbirinde bir mucize gizlidir. Yaratıcının eşsiz benzersiz bir sanat harikası vardır bunlarda. Yalnızca bu sanat bile inanç sisteminin ilk gerçeğini insana fısıldamaya ve ilham etmeye yeterlidir. Bundan dolayı Kur'an-ı Kerim bütün insanların dikkatlerini bu sanat harikaları üstüne çevirmektedir. "Bu insanlar bakmıyorlar mı develerin nasıl yaratıldığına?" Deve arap insanının ilk başta gelen hayvanı idi. Onun üzerinde yolculuğa çıkar, onun üzerinde yüklerini taşırlardı. Sütünü içerler, etini yerlerdi. Yününü örüp, derisini yaygı olarak kullanırlardı. Yani deve onların ilk hayat kaynağı idi. Sonra devenin öteki hayvanlardan ayrı özellikleri de vardı. Bunca kuvvetine, cüssesine ve güçlü yapısına rağmen deve boyun eğen bir hayvandır, bir küçücük çocuk çeker götürür onu, o da boyun eğer. Çok büyük yarar sağlaması ve iş görmesine rağmen az masraflı bir hayvandır. Beslenmesi kolaydır, yetiştirilmesi için harcanan emek yok denecek kadar azdır. Evcil hayvanlar içerisinde açlığa, susuzluğa, yorgunluğa ve kötü hayat şartlarına en çok dayanabilen hayvandır. Bir de az ilerde belirtileceği gibi, devenin şeklinin gözler önündeki doğal tablo ile uyum sağlaması bakımından da bir farklılığı vardır.

Bunun için Kur'an-ı Kerim, dinleyenlerin dikkatini, önlerinde bulunan ve yeni bir bilgiyi ve haberi gerektirmeyen devenin yaratılıyı düşünmeye çekiyor. "Bu insanlar bakmıyorlar mı develerin nasıl yaratıldığına?" Devenin yaratılışına ve vücut yapısına bakmazlar mı onlar? Sonra da üşenmezler mi? Deve görevini yerine getirmeye uygun olan şu biçimi ile nasıl yaratılmıştır? Yaratılış gayesini yerine getiren, yaşadığı çevre ile ve görevi ile uyumlu olarak bu biçimi ile nasıl biçimlendirilmiştir. Onu yaratan kendileri değildir. Kendi kendini de yaratmış olmayacağına göre, geriye kala kala eşsiz sanatı olan bir yoktan var edicinin yaratması sonucu var olmaları kalıyor. Ki o yaratıcının sanatı kendi varlığına delil olup varlığını kesin olarak göstermektedir ve O'nun herşeyi yönettiğini ve planladığını göstermektedir.

"Göğün nasıl yükseltildiğine?"

Gönüllerin gökyüzüne çevrilmesi Kur'an-ı Kerim'de sürekli tekrarlanır durur. Gözünü gökyüzüne çevirmeye en elverişli insanlar ise çöl insanlarıdır. Çünkü çölde gökyüzünün ayrı bir tadı ve zevki vardır. Sanki gökyüzü sadece orada çölde varmış gibi insana bambaşka ilhamlar verir ve üzerinde bambaşka etkiler bırakır.

Apaçık göz alıcı ve kamaştırıcı bir gündeki sema... İnsanı kendinden geçiren hoş ve büyüleyici bir akşam-üstü zamanı gökyüzü... O eşi bulunmaz güzelliğe sahip olan ve insanı duygulandıran güneş batımının göğü... Uçsuz bucaksız gecesi, parıl parıl parlayan yıldızı, fısıldaşan gök cisimleri ile birlikte gök kubbe. Ve güzel, canlı, parlak şafak vakti ile birlikte gökyüzü...

İşte çölün gökyüzü... Bakmazlar mı ona? Göz atmazlar mı göğün nasıl yükseltildiğine? Onu direksiz olarak yükselten kimdir? İçine sayısız yıldızları serpiştiren kimdir? Gökyüzüne bu güzelliği, bu alımı ve bu duygu verme yeteneğini bahşeden kimdir? Göğü yükselten onlar değildir. Kendiliğinden yükseltilmediğine göre, mutlaka onu bir yükselten, bir yoktan var eden vardır. Bu konu bilgiye, kafa yormaya gerek kalmayacak kadar açıktır. Bilinçli bir bakış bunun anlaşılması için yeterlidir.

"Dağların nasıl dikildiğine?"

Dağlar -özel olarak- arap insanı için sığınak, barınaktır. Bir dost ve bir arkadaştır. Göstermiş olduğu manzara -genel olarak- insan ruhuna ürperti ve heybet verir. Çünkü insan dağların görkemi karşısında kendi küçüklüğünü ve cılızlığını görür, hiçliğini anlar. Yüce ve vakur ululuk karşısında boyun eğer. Dağların kucağında insan ruhu bütün benliği ile yüce Allah'a yönelir, orada kendisini Allah'a daha yakın hisseder, yeryüzünün karmaşasından, gürültüsünden, küçüklüğünden ve önemsizliğinden uzaklaşır. Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- Sevr dağındaki hira mağarasında ibadete çekilmesi ve uzun bir süre içinde bulundukları toplumun kirlerinden ruhen uzaklaşmak isteyenlerin dağlara çekilmesi bir tesadüf veya boşuna yapılmış bir hareket değildir.

Burada dağların en büyük özelliği "Nasıl dikildiği"dir. Çünkü bu nokta canlandırma açısından -ilerde geleceği gibi- sahnenin karakterine uyum göstermektedir.

"Yerin nasıl yayıldığına?"

Yeryüzü gözler önüne serilmiştir. Üzerinde yaşamaya, gezip dolaşmaya ve çalışmaya elverişli şekilde hazırlanmıştır. Yeryüzünü böyle yayıp seren insanlar değildir. Orası insanlar yaratılmadan önce de yayılmış bir biçimde idi. O halde insanlar yeryüzüne neden bakmazlar? Onun gerisindeki gizli gerçeği düşünüp de bunu kim yaydı ve hayata elverişli hale kim getirdi? diye neden sormazlar?

Bu tablolar, sadece bilinçli bir bakışla ve uyanık bir düşünce ile insan kalbine birçok şeyler anlatır. Bu kadarı vicdanların harekete geçirilmesi, kalplerin diriltilmesi ve ruhun şu yaratıkların eşsiz bir şekilde yoktan var edicisine doğru yönelmesi için yeterlidir.

Biz burada, kainat tablolarının canlandırılmasındaki ahenk üzerinde kısaca durmak ve Kur'an'ın dinî duyguya sanatsal güzelliğin dili ile nasıl seslendiğini ve bu ikilemin varlığın güzelliğini hisseden mü'minin duyusunda nasıl kucaklaştığını görmek istiyoruz.

Toplu sahnede yükseltilen gökyüzü serilen yeryüzü tablosu bulunmaktadır. Ve uzayıp giden bu boyutta dağlar atılmış ve sabit olarak değil zirvelerinden aşağıya doğru dikilmiş olarak göze batmaktadır. Develerin hörgücü de toplu dağlar gibi dikilmiş olarak görülmektedir. Alabildiğine engin alanda baş döndürücü tabloda iki yatay iki de düşey çizgi vardır. Fakat bu tablonun yönü ile boyutları, Kur'an'ın sahneleri sunma metodu ile, kısaca canlandırarak ifade etme yöntemine uygun olarak tam bir ahenk içindedir.

EY MUHAMMED! SEN ÖGÜT VER

Şimdi, ahiret alemindeki ilk gezintiden, kainatın gözler önündeki sahnelerinde yapılan ikinci yolculuktan sonra, yüce Allah Rasulullah Efendimize dönüyor ve O'na görevinin sınırlarını belirliyor ve niteliğini açıklıyor. Sonra da son ve uyarıcı dokunuşla kafirlerin kalplerine dokunuyor.



21- Ey Muhammed! Sen öğüt ver. Çünkü sen ancak öğüt verensin.

22- Onların üzerinde zorlayıcı değilsin.

23- Ancak kim yüz çevirir, inkar ederse,

24- Allah onu en büyük azaba uğratır.

25- Dönüşleri bizedir.

26- Sonra onların hesabını görmek bize düşer.

Sen bununla ve onunla öğüt ver kendilerine. Ahireti hatırlat, ahirette olacakları söyle. Onlara kainatı ve kainatta olanları hatırlat. Sen ancak bir öğütçüsün. Tamı tamına senin görevin budur. Bu çağrıda senin rolün budur. Bunun ötesinde senin lehinde ve aleyhinde hiçbir şey yoktur. Senin görevin sadece öğüt vermektir. Sen bu görev için hazırlanmış ve yükümlü kılınmışsın.

"Sen onların üzerinde zorlayıcı değilsin: '

Sen onların kalplerini etkileyecek hiçbir otoriteye sahip değilsin ki zorla ve baskı ile kalplerini imana yöneltesin. Kalpler Rahman'ın parmakları arasındadır. Onlara hiçbir insanın sözü geçmez.

Bundan sonra farz kılınmış cihad ise, insanları zorla imana sokmak için değil, islam davası insanlara ulaşsın diye, davanın önünde dikilen engelleri kaldırmak içindir. İnsanlar davayı duymaktan engellenmesinler, çağrıyı işittikleri ve kabul ettikleri zaman, dinlerinden döndürülmesinler diyedir. Cihad, Rasulullah'ın yapabileceği biricik rol olan öğüt verme yolunun önüne dikilen engelleri ortadan kaldırmak içindir.

Peygamberin bu davada ancak bir öğütçü ve bir açıklayıcı olduğunun belirtilmesi Kur'an-ı Kerim'de birçok nedenden dolayı tekrarlanır. Bu nedenlerin başında, görevini yerine getirdikten sonra, Rasulullah'ın sinirlerini davanın tasasından kurtarmak ve işi dilediğini yapmak üzere Allah'ın kaderine bırakmaktır. İslam davasının başarıya ulaşması ve insanların bunu kabullenmeleri için aşırı düşkünlük göstermek ve bu duygunun insana yaptığı baskı (stres) son derece ağır, dayanılmaz bir baskıdır. Dolayısı ile bu baskı dava adamının kendisini ve arzularını dava alanının dışına çekip çıkarmak için böylesine ard arda telkinleri gerekli kılmaktadır. Davaya katılım nasıl olursa olsun, sonuç ne olursa olsun dava adamı ancak böylece görevine koşabilir. Ve kaç kişi iman etti, kaç kişi kafir oldu diye endişe etmekten kendini yiyip bitirmez. İman ettiği davayı çevreleyen şartlar (ortam) kötüleşince davaya katılma oranı azalıp, yüz çevirenler ve düşmanlar çoğalınca kafasını bu ağır tasalarla meşgul etmez.

Peygamberin Allah davasının başarıya ulaşmasını ve insanların bu davadaki Hayrı ve rahmeti tatmaları için, aşırı düşkünlük gösterdiğini, insani arzularının ağır. bastığını gösteren şeylerden birisi de kendisine ard arda yapılan şu yönlendirmelerdir. Halbuki o Allah'ın hoşnut olduğu terbiye ile eğitilen, kendi kapasitesini ve Allah'ın kaderini bilen birisi idi. Bundan dolayı, arzularının kendisini baskısı altına alması çeşitli zamanlarda tekrar tekrar yapılan bu uzun vadeli tedaviyi gerektirmiştir.

Fakat Peygamberin kapasitesinin sınırı bu olduğuna göre, problem bu sınıra gelip dayanmakla iş bitmez. Yalancılar kurtulup gidecek, sağ-salim geri dönecek değillerdir. İşin sonunda Allah vardır. Bütün problemler en sonunda O'na döndürülür.

"Ancak kim yüz çevirir, inkar ederse, Allah onu en büyük azaba uğratır."

Onlar kesinlikle bir olan Allah'a döneceklerdir. Ve kuşkusuz yalnızca Allah onları cezalandıracaktır. İşte surede kesinlik ve pekiştirme ifade eden üslup ile verilen en son vurgulama budur.

"Dönüşleri bizedir. Sonra onların hesabını görmek bize düşer."

Rasulullah'ın bu davadaki rolü ve kendisinden sonra islam davetçilerinin yapacakları bu ifade ile belirleniyor. Sen ancak bir öğütçüsün. Öğüdü verdikten sonra onların hesabını görmek Allah'a aittir. Allah'a dönmekten kurtulacak, hesabından ve cezasından sıyrılacak durumları yoktur. Ancak şurası iyice anlaşılmalıdır ki dava insanlara ulaşsın ve öğüt bütünü ile gerçekleşsin diye onun önüne dikilen engelleri kaldırmak da öğüt vermek sayılır. İşte gerek Kur'an'dan gerekse Peygamberin hayatından çıkarılıp anlaşılan cihat görevi ne bir fazla ne bir eksik bundan ibarettir.

GAŞİYE SÜRESİ(Muhammed GAZALİ)

"(Resulüm) Dehşeti her şeyi kaplayan gâşiye (kıyâmet)nin haberi sana geldi mi?"(Gâşiye: 1)

Gâşiye, kıyamet gününün isimlerindendir. Çünkü bu fikirleri kaplamış ve in­sanlara korku salmıştır. Sûre, insanların gönüllerine korku salmak için va'd ve tehditle başlamış, sonra putlara tapmaktan kaçınıp sadece Allah'a ibâdet etmek için o günkü çevre şartlarında yaygın olan deve, dağ vs. gibi nesneleri zikre­derek aklı düşünmeye sevketmiştir.

Bu sûre, İslâm ümmetinin risâtinin insanlar arasında Öğüt verme ve hatırlatmadan ibaret olduğunu belirterek son bulmuştur. Şayet bütün insanlık yaratılış gayesini id­râk edememiş olsaydı, Müslümanlar bu yükü kaldırabilirler. İlhad, münker ve Al­lah'tan gafil kalma ile savaşabilirler.

Bu yolda Müslümanların yardımına kendisiyle şerefyâb oldukları ebedî kitapları yetişir. Bu kurak yıllarda O'nu sığmak edinirler.

Sûrenin ortaya koymuş olduğu tehdit, deprasyon geçiren suçluları nitelemektedir: "Yüzler var ki o gün yere eğilmiştir, zelildir." (Gâşiye: 2) "Solgun ve ümitsizdir. Yorgun, bitkin mi bitkindir." (Gâşiye: 3)

Onun içeceği bunaltıcı olan kaynar sudur. Yiyeceği ise faydasız şeylerdir. Mutta-kilere gelince onların yerleri farklıdır:

"Yüzler de var ki o gün nimet içinde mutlu. (Dünyada) çalışmasından memnun. Yüksek bir cennettedir." (Gâşiye: 8-10)

Boş şeylerin cennette olmayışı cennetin vasıflarındandır. Çünkü boş şeyler, akıl sahiplerine lâyık olmayan saçmalıktır.

"Akıl sahiplerine yakışan, bilinmeyenin ötesinde iyice algılayıp görene dek akılları kullanmaktır. Bakmıyorlar mı develere, nasıl yaratıldı? Göğe, nasıl yük­seltildi?" (Gâşiye: 17-18)

Âyette geçen "keyfe (nasıl)" sorusu, insan aklını araştırma ve kâinattaki bitkileri ve cansız varlıkları keşfetme için kullanmaya davettir.

Ben, tasavvur ve önyargıları araştıran Yunan felsefesiyle uğraşan ve materyaliz­mi inceleyen; Kur'ân felsefesini bırakan bizden öncekileri kınıyorum. Her ne kadar babalarımız bu ihtiyacı giderseler de maalesef onlar da yetersiz kalmışlardır.

Allah'ın şu buyruğu karşısında biraz durmamız gerekir:

"(Ey Muhammed), sen öğüt ver, çünkü sen ancak öğüt verensin. Onların üze­rinde zorlayıcı değilsin." (Gâşiye: 21-22)

Müslümanlar, malları araklayan ve boyunları zillet altına düşüren/insanları köle-leştiren sömürge devleti kurmakla yükümlü değiller. Müslümanlar, akılları bağımsız kılan ve insanları olgunluğa eriştiren büyük devleti kurmakla görevliler. Bu devletin kuruluşu, her hangi bir cins imtiyazı ve soy üstünlüğü değildir. Bu devlet, Allah yo­lunda cihadın üstün bir rengidir. Bu bir ayıp mı?

Hevâ ve heveslerini korumak ve zulümlerini yaymak uğruna küfür otoritelerinin gücü, erdemlilerin can alıcı yerlerine isabet etmiştir. Mü'min otoritenin, iman ve ıs­lah için usanmadan davet ve adaleti yerine getirmesi ve temizliği koruması gerekir. Ne olursa olsun, ömürler uzasa da veya kısalsa da sonunda dönüş âdil olan Allah'adır.

"Muhakkak dönüşleri bizedir. Sonra onların hesabını görmek bize düşer." (Gâ­şiye: 25-26)

GAŞİYE SÜRESİ(Elmalılı Hamdi YAZIR)

"Sana geldi mi?". Bu soru önemle dinlemeye teşvik ve olayın olduğunu haber vererek anlatmak içindir. "Ğâşiye haberi"

ĞÂŞİYE, aslında gayş = örtmek, sarmak kökünden ism-i fâil olarak bir şeyi her taraftan sarıp bürüyen salgın, sargın, kaplayan şey demektir ki sonundaki "tâ", niteliği isme göre dişilik alâmeti veya aşırılık ifade etmek veya bazı durumlarda

sıfatlıktan isimliğe nakil içindir. At eyerinin örtüsüne ve kalp zarına, insanı veya hayvanı içinden saran derde ve kâbus gibi her taraftan saran salgın, kuşatıcı belaya da "gâşiye" denir ki "Yoksa onlar Allah'ın azabından hepsini sarıverecek bir felaket gelivermesinden emin mi oldular."(Yusuf, 12/107) âyetinde bu mânâdandır.

Bu mânâdan "lâm" ile de kıyametin isimlerindendir. Çünkü birden bire şiddetiyle halkı saracak ve ondaki dehşet verici olaylar herkesi bürüyecektir. Bazıları demişlerdir ki: Ğâşiye, "Yüzlerini ateş kaplar." (İbrahim, 14/50) buyrulduğu üzere kâfirlerin, cehennemliklerin yüzlerini saracak olan ateştir. " Saran ateş" mânâsınadır. Bazıları da, o cehennem ateşinin içine düşüp onu saracak olan cehennemliklerdir demişler. Çoğunluk birincisini sûrenin akışına uygun görmüşlerdir.

HADÎS, herkes tarafından birbirlerine aktarılıp rivayet edilerek söylenmeğe, hikaye edilmeğe ve her söylenişinde taze gibi dinlenmeye layık söz ve haber demektir ki bu Ğâşiye haberi de daima böyle önemle dinlenilmesi gereken bir haberdir.

2. Birtakım yüzler, yani nice kimseler o gün, yani o Ğâşiye sardığı gün eğilmiştir, daha önce hakkı saymazken o gün korku ve saygıyla boynunu bükmüş, zillete düşmüştür.

3. İş yapıcıdır, yani vaktiyle gereği gibi çalışmazlarken bugün hepsi ezici işlerde çalışmakta zahmet çekmektedirler, yahut, vaktiyle çalışmamış, amel etmemiş değiller; çalışmışlar, amel etmişler fakat boşuna zahmet çekmiş, sıkıntıya düşmüşlerdir. Yani bugün işe yarayacak şekilde Allah için hak, doğru yolda iyi amellere çalışmamışlar; batıl din, bozuk fikir ve inanç ile küfre saparak çalışmışlar, boşuna zahmet ve sıkıntı çekmişler, şimdi de onun cezasını çekiyorlar.

"Amiletün, nasıbetün" ikinci ve üçüncü haberdir. Yahut "nasıbetün" sıfattır. Bunların "hâşia" gibi "yevmeizin" ile kayıtlı olup olmadığına göre birkaç şekilde tefsiri rivayet edilmiştir.

BİRİNCİSİ, hepsinin de "yevmeizin=bugün" ile kayıtlı olmasıdır ki, daha önce eğilmez, hak yolunda çalışmazlarken bugün boynunu eğmiş, zilletler içinde dayanılmaz ezici amellerle işçilik etmekte, yorgunluk ve bitkinlikle sıkıntılar çekmektedirler, demek olur. Bug ü n bu amel ve sıkıntı, bundan sonra açıklanacağı gibi cehennem ateşi içinde esirlik zincirlerini, tomruklarını sürükleyerek aşağı-yukarı bata çıka boğuşup durmalarıdır. Bu mânâ İbnü Abbas'tan nakledilmiştir.

İKİNCİSİ, "âmiletün nâsıbetün", "yevmeizin" ile kayıtlı olmayıp mutlak olarak geçmişe ait olmasıdır. Bu şekilde, bunlar vaktiyle dünyada çalışmışlar, iş yapmışlar, ibadet etmişler, fakat iyi yapıyoruz zannederek kâfir olup batıl yolda çalışmış bulunduklarından bütün amelleri boşa çıkmış, gayretle r i yok yere gitmiş, boşuna zahmet ve sıkıntı çekmekle kalmışlar, bugün zillete düşmüşlerdir, demek olur ki, Kehf Sûresi'nin sonundaki "De ki: Amelleri en çok boşa gidenleri size haber verelim mi? Bunlar dünya hayatında, kendilerini gerçekten iyi iş yapıy o r zannettikleri halde çalışmaları boşa gidenlerdir. İşte onlar Rab'lerinin âyetlerini ve ona kavuşmayı inkâr etmişler de bütün amelleri boşa gitmiştir. Artık kıyamet günü onlar için hiçbir terazi tutmayız. İşte böyle, onların cezaları cehennemdir. Çünkü i nkar etmişler, benim âyetlerimi ve peygamberlerimi alaya almışlardır."(Kehf, 18/103-106) ve Furkân Sûresi'ndeki "Yaptıkları her işi ele alır, onu saçılmış zerre haline getiririz."(Furkan, 25/23) âyetlerinin mânâsını özetlemektedir. Zeyd b. Eslem'den riv a yet edilen bu mânâ, İbnü Abbas'tan da diğer bir rivayettir. Ahiret, amel yurdu olmayıp, amellerin karşılığının verileceği bir yer olmak itibariyle, amelin dünyada olması daha açık olduğundan, birçokları bu mânâyı tercih etmişler ve bununla kiliselerde, ma n astırlarda rahipler gibi şiddet ve taşkınlığı kendileri için gerekli sayarak sapıklık üzere çalışan sapıkların amellerinin batıl olduğuna işaret edildiğini söylemişlerdir. Nitekim Buhârî'de İbnü Abbas'ın, "Çalışıp boşa yorulanlar hıristiyanlardır." ded i ği rivayet edilmiştir. Bu durumda 'nin, kelimesine sıfat olması gerektir.

ÜÇÜNCÜSÜ, İkrime'den rivayet edilendir ki, "âmile" dünyada, "nâsıbe" ahirette demektir. Bunun mânâsı, zannedildiği gibi ayrı ayrı zarflar takdir etmek değil, "âmile" ism-i fâilinin geçmiş zamanlı fiil mânâsına, "nâsıbe" ism-i fâilinin de hal veya devam mânâsına geldiğini söylemektir ki, amel dünyaya, amelin karşılığı da ahirete ait olmak düşüncesiyle bu mânâ da uzak değildir. Bu şekilde de "nâsıbe" üçüncü haberdir. Bu şu n unla beyan edilmiştir:

4. "Kızgın ateşe girerler" Hâmiyeye, yani ısı derecesi yüksek, şiddetli kızgın bir ateşe gerilip yaslanırlar.

5. Kaynar bir pınardan su içirilirler. "Ayn" burada da "içirmek" karinesiyle çeşme, pınar, menba, kaynak gibi su gözü mânâsına olduğu açıktır. Fakat bu göz, bir soğuk su gözü değil,

âniye "kızgın su" (Rahmân, 55/44) denilen son derece sıcak, kaynar, gayet kızgın ateş gibi bir pınardır.

6. "Zehirli ve dikenli bir bitkiden başka yiyecekleri yoktur". Ta yukarılarda zakkum, Hâkka Sûresi'nde de "sadece" kaydı ile "Bir irinden başka yiyecek de yok."(Hâkka, 69/36) diye geçmiş idi. Onun için burada da "Darî" kelimesini "irin" veya "zakkum" ile aynı şey olmak üzere "ateşten bir ağaç" diye tefsir edenler varsa d a, sadece bu yiyeceğin olduğu başka başka sınıflar için söylenmiş olması göz önüne alınarak herbirinin başka bir mânâda olması da mümkündür. Bu konuyla ilgili birkaç mânâ açıklamışlardır.

Râzî Tefsiri'nde Hasen'den gelen bir rivayette şöyle denilmekted ir: "Elim" kelimesi mü'lim, yani elem verici; semiun kelimesi müsniun, yani işittirici; bediün kelimesi mübdiün, yani eşsiz yaratıcı mânâsına olduğu gibi, dariun da, mudarriun, mânâsına olur ki, yenilmesindeki sertliği, acılığı, yakıcılığı ile onları zill e te ve alçalmaya mecbur eden bir şeyden başka bir yiyecek yok demektir.

İkinci olarak, tefsircilerin çoğu demişlerdir ki: Darî', "şibrık"ın kurusudur. Şibrık bir tür dikendir ki yaş iken onu deve yer, kuruyunca kaçınır. Zehiri öldürücüdür. İbnü Cerir der ki: Araplar arasında dari, şibrık denilen bir bitkidir ki kuruduğu zaman Hicazlılar buna dari'derler. Diğer Araplar ise şibrık ismini verirler. Bir zehirdir. İkrime'den rivayetinde: Yere yapışık dikenli bir ağaçtır ki baharın Kureyş ona şibrık derler, k uruyup çöp olduğu zaman da dari' derler. Ebu Hayyân'ın nakillerine göre, dari' şibrıktır ki kötü bir otlaktır. Üzerinde yayılan hayvan ne yağ bağlar, ne et. İbnü Azzare-i Hüzeli'nin şu beyti ondandır:

"O develer dari' çukurlarında hapsolunmuşlar da hepsi

Kambur, elleri kanamış, süt veremez olmuştu."

Ebu Züeyb de şöyle demiştir:

"Seyrab, taze şibrıkı otladı, nihayet solup da

Dari' olunca o semiz kısır develer ondan uzaklaştı."

Bazı lugatçiler bunun, arfec kurusunun kırıntısı olduğunu söylemiş; Zeccâc: Avsec gibi bir ot demiş; Halil de, "yeşil ve gayet fena kokulu bir ottur ki, deniz atar" demiştir. Kamus'ta bu mânâlardan başka hurma ağacının dikenine ve bulanık kokmuş sularda ve kökleri arza ulaşmayıp su içinde olan b ir ota da denildiğini yazmıştır. Ki bu ot, "Â'lâ" Sûresi'nde "Sonra onu kapkara bir su köpüğü yaptı."(A'lâ, 87/5) âyetinde açıklandığı üzere türbün ve maden kömürlerinin kaynağı olan yosun türü bitkilerden demek olur.

Demek ki Arapça'da darî', insa nın değil hayvanın bile yemesi mümkün olmayan dikenli, sert veya yumuşak olsa da gayet fena kokulu, zehir zenberek birkaç türlü dikene ve bitkiye denirmiş. Şu halde burada bunlardan herhangi birinin özelliği değil, yenilip yutulma ihtimali olmayan elem ve r ici bir şey olma niteliği kastedilmiş olmalıdır.

7. Bu mânâ, denildiği gibi, bir alçalma ve zillet ile sızlandırmak mânâsını ima eden "darî'" kelimesiyle ifade edilmiş, "ne besler, ne de açlıktan kurtarır" niteliğiyle izah edilmiş demektir. Yine bundan dolayı Said'den rivayet olunduğu üzere bazı tefsirciler bunu "taş" diye tefsir etmiştir. İbnü Zeyd'den de şöyle rivayet edilmiştir: Dünyada darî', Araplar'ın bu isimle andıkları yapraksız kuru dikendir. Ahirette ise dari' ateşten bir dikendir. İbnü Abbas' t an gelen bir rivayette, ateşten bir ağaçtır. "Kamus" da, bir görüşe göre: Cehennemde acı sabırdan daha acı, leşten daha kötü kokulu ve ateşten daha yakıcı bir şeydir demekle de bunu anlatmıştır. Maksat, böyle yenip yutulma ihtimali olmayan bir şey yemek m e cburiyetine düşmek, azabının elem ve acılığındaki şiddetini hissettirip anlatmak olduğuna göre zakkum, irin, dikenli bitki hepsi Müzzemmil Sûresi'ndeki "Ve boğaza duran, yutulmaz yemek."(Müzzemmil, 73/13)i bu şekilde açıklamak demek olur ki, bunlar me c bur kalınıp da yenseler bile "beslemez ve açlığı gidermez" niteliktedir. Bunlar ne besler, ne de açlığa faydaları olur. Sade inletir de inletir, sızlatır da sızlatır.

Bunlar ızdırap içindeki insanlığın dünyada büyük açlık, felâket ve esaret zamanlarında gördükleri elem ve sıkıntıların yardımıyla anlaşılabilecek birer mânâ ile ahiret azabının akıllara sığmaz acılıklarını düşündürmektedir.

8. İşte o Ğâşiye, bir kısım yüzler için böyle sargın bir büyük beladır. Bunlara

karşılık birtakım yüzle r de o gün hoş, nimet içinde mutlu.

NÂİME, hoşluk ve yumuşaklık mânâsına "nüûmet"ten türetilmiş olup hoş yani "Yüzlerinde nimetin neşesini tanırsın." (Mutaffifin, 83/24) mânâsınca, nimet ve mutluluk eseri olan neşe, hoşluk açık; yahut "nimet"ten türetilmiş olup nimete konmuş, nimet içinde mânâlarında iki şekilde tefsir olunmuştur ki, birisi netice, birisi sebep, ikisi de mutluluğu ifade eder.

9. Yaptıkları gayretlerden razı, çalıştıklarından dolayı hoşnutturlar. Zira boşuna çalışmamışlar, amelleri Allah'ın emir ve rızasına uygun yolda yapılmış, kabul görmüş, gayret ve çabaları o dehşetli günde meyvesini vermiş, nimet ve mutluluğa ermişler ve bu başarı onlarda tembellik duygusu değil, daha çok çalışma neşesi uyandırmıştır.

10. Yüksek bir cennettedirler. Hem yer olarak, hem de sağlamlık bakımından yüksek.

11. Öyle ki orada boş şey (veya boş bir kelime, yahut boş şeyler)le meşgul olan bir topluluk işitmezler yahut "sen işitmezsin" ey muhatap!

LÂĞIYE, "boş söz" veya "boş şeyle meşgul olan topuluk" yahut lüzumsuzluk mânâsına "akibet" gibi mastar olmak üzere üç görüş vardır. "Lağiv" de, lâğıye mânâsına olarak geçersiz kılınması ve düşürülmesi gerek olan, önem verilecek bir faydası olmayan boş, mânâsız, saçma, boşa giden, faydasız şeylere d e nir ki, leğviyat ve lağveyat tabir olunan sözler ve fiillerden daha geneldir. "Lâğiye söz" diye özellikle hata ve sövme gibi fâhiş söze denir. Cennette bunlar işitilmez. "Orada ne boş bir laf işitirler, ne de bir yalan."(Nebe', 78/35).

Cennetin yük sekliği izah edilirken ilk önce bu vasıf ile nitelenmesi, her şeyden önce cennet nimetlerinin ve cennet ehlinin temiz olduğunu göstermekle müminleri erdemli ahlâka teşviktir. Zira cennet, nimet, hoşnutluk, mutluluk denilince bir takım zihinler dünyada ref a h ve servet kısmet olmuş, şehvetine ve hevesine düşkün birçoklarının hallerinde görüldüğü üzere vakit geçirmek için oyunlar, eğlenceler, hakiki bir fayda içermeyen lüzumsuz şeylerle ilgili boş sözler, fiiller, neticesi hiçten ibaret olan şeyler için dedi k odular, entrikalar, edep kaydına bağlı kalmadan gevezelikler, şımarıklıklar yüksek bir zevk ve maharetmiş ve bu gibi haller ile keyif çatmak nimet ve mutluluğun tamamlayıcılarından olan gayelermiş gibi ve dolayısıyla cennetteki mutluluk da böyle boş eğlen c elerden ibaret olacakmış gibi bir kuruntu ve hayale kapılabileceğinden böyle bir ihtimali savmak için önce cennetin yüksekliği anlatılırken orada boş şeylere yer olmadığı ve cennet ehlinin öyle boş ve faydasız şeylerle meşgul olması

şöyle dursun onları işitmekten bile uzak bulundukları anlatılmış ve bu suretle müminlere layık olan da Müminun Sûresi'nde "Boş ve faydasız şeylerden yüz çevirenler."(Mü'minûn, 23/3) diye açıklandığı üzere bu ahlâk ile ahlâklanmak, hem yalnız darlık ve ihtiyaç zamanlarında değil, nimetleri artıp durumlarında bir rahatlık meydana geldiği oranda da boş şeylerle meşgul olmaktan uzaklaşmakta ileri gitmek ve hatta yalnız yükümlülük yurdu olan dünyada değil, kendilerinden yükümlülüklerin kalktığı ve hiç öfke ve cezanın bulunmadığı r a hmet sahasına ulaştıkları zaman bile ondan uzak tutulmak ve dolayısıyla nimetleri, nimetin kıymetini bilmeyen cahil ve beyinsizlerin felaketlerine sebep olan nimetler türünden olmayıp sonsuz mutluluğa erişen faziletli ve ciddi kişilerin nimetleri türünden olmasını istemektir. Yine şu da dikkate değer bir şeydir ki, cennetin ve nimetin yüksek nitelikleri anlatılırken önce daha çok yüce nefislerin ve irfan ve vicdanî olgunluklarda büyük makam sahibi olanların şanlarına layık olan ruhanî ve manevî özellik öne alınmış, yapılan çalışmalardan hoşnut olmak, sonra da boş şeylerden uzak durmak anlatılmıştır. Herhangi bir hususta hoşnutluk mertebesine ermek büyük zevk ise de yapılan çalışmadan hoşnut olmak, insanı hamd makamına erdiren lezzetlerin en yükseğidir. Çün k ü "İnsan için çalıştığından başkası yoktur."(Necm, 53/39) ve "Kazandığı hayır kendi faydasına, yaptığı kötülük de zararınadır."(Bakara, 2/286) Hayat aslında çalışmak demek olduğu için, gerçekte hayatın zevki, gayesine yönelik olarak çalışma zevkind e n ibarettir. Çalışmanın zevki de gayesine isabet etmesindedir. Onun için, yaptığı çalışmanın güzel meyvesini gören ruhun duyacağı haz, her lezzetin üstünde ve bu suretle çalışmadan duyulan hoşnutluk, her hoşnutluğun başında bir ruhi hazdır. Gayesini bulamıyan çalışma ve amel, sonunda "çalışmıştır, fakat boşuna yorulmuştur" hükmünce yorgunluk, bitkinlik ve hayal kırıklığıyla elem ve beklenilenin elde edilememesinden duyulan açıdan ibaret kalacağı gibi, gayesiz yapılan veya gayesi bir önem taşımayan çalışma l ar da boş ve faydasız olmak itibariyle ona katılmıştır. Onun için, Çalışmasından hoşnutluk ruhun en yüksek hazlarından olduğu gibi boş şeylerden uzak durmak da onun tamamlanmasının şartlarından bulunmak nedeniyle yüksek cennetin sıfatlarında önce bu iki m utluluk öne alınmış, sonra da dünya hayatında tanınmakta olan maddi lezzetlere benzer hazlar zikredilmiştir.

12. Şöyle ki: Onda, (o cennette) akan bir pınar vardır, istenilen yere akan bir kaynak ki her tarafa hayat maya ve neşesi dağıtır. Defalarca geçtiği üzere, cennetteki pınarlar birkaç tanedir. Burada müfred (tekil) getirilmesi, cinsi dikkat nazarına

alındığı için demek olur. Yahut en genel olan birine işaret edilmiştir. Herhalde sonundaki tenvin müfred (tek)lik için değil, onun ululuğunu göstermek içindir. Belirsiz getirilmesi de, bilinen pınarlardan olmayıp "Hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği, hiçbir insanın aklına gelmeyen şeyler." cümlesinden olduğuna işarettir ki, bundan sonrakiler de böyledir.

13. O cennette, o akan pınar civarında yükseltilmiş tahtlar vardır.

SERÎR, üzerinde sevinç ve neşe ile oturulan taht, sandalye veya yatılan karyola ve köşk kabilinden şeylere denir. Yükseltilmiş denilmesinin sebebi de zeminden yüksekliği veya şerefi itibarıyladır.

14. Ve küpler vardır. Kulpu olmayan küp, sürahi, bardak gibi içecek kapları yakınlarına konmuş istedikleri zaman "Kuşkusuz iyiler öyle dolgun bir kadehten içerler ki katkısı kâfurdur. Bir çeşme ki ondan Allah'ın kulları içerler."(İnsan, 76/5-6) âyetlerin i n ifade ettiği gibi içmelerine hazır, yine o cennette

15. sıra sıra dizilmiş yastıklar, nunun zammesi ve kesresi ile dayanmak için konulan koltuk yastığı demektir.

16. Serilmiş (yahut yer yer yayılmış) döşemeler vardır. "Zâ"nın zammesi veya kesresi ile zürbiye, nefis ve kıymetli döşemeler demektir. "Kâmus"ta zikredildiği üzere zerabiyy, sararmış ve kızarmış olmakla beraber yeşilliği de bulunan otlara da denilir ve fiilinde, "bitki, içinde yeşillik bulunduğu halde sarardı ve kızardı" d enilir. Döşemelere zerabiyy denilmesi buna benzetme suretiyle olduğu da söylenmiştir. Lakin Ragıb demiştir ki: "Zerabiyy, aslında bir yere mensup benekli dokumalardır. Sonra istiare olarak döşemeler için kullanılmıştır." Ferrâ'nın yazdığına göre ince tüyl ü halılardır. İnce püskülü ve kadifesi bulunan halılar (tanâfis), koltuk yastıkları (nemarik) ve nefis döşemeler (zerabi) birbirlerinin yerine de kullanıldığından Cevheri "Sıhah"ında bunların arasını ayırmıştır. Nitekim Hind'in;

"Biz Târık'ın kızlarıyız.

Nefis döşemeler üzerinde yürürüz."

recezinde "nemârık", "zarâbi" mânâsında kullanılmıştır. Çünkü âdet itibariyle yastık üzerinde yürünmez. Bununla beraber diğerleri farklarını göstermiş oldukları gibi âyette de bu açıktır.

17. Bakmıyorlar mı develere? Yukarının bir şubelendirilmesi olan bu cümlenin "fâ" ile bağlanmasındaki mânâ, kıyamet haberini ve onun içerdiği hayret verici niteliklerle, öldükten sonra dirilme meselesini inkar edenlere karşı yaratılışın en fazla göz önünde bu l unan şeylerinde bile görülüp duran enteresan durumlara dikkatleri çekmek suretiyle yaratıcının gücünü hatırlatmak ve boşuna yorgunluk olan yolsuz çalışmalardan ve boş şeylerden kurtulmak ve çalışmasından hoşnut olacağı işler yapmak için yerden göğe, gök t en yere, en yakınlarından en uzaklarına kadar eşyanın yaratılış şekillerini araştırıp inceleyerek onun kanunlarını ve kudretinin hayret verici neticelerini ve onun nasıl tasarrufta bulunduğunu ve ona göre emir ve hükümlerini anlayıp ortaya çıkararak kıyam e t gününün sıkıntılarından korunacak ve mutluluğuna erdirecek güzel ve yararlı işlere sevk ve teşvik etmektir ki önceki sûrede "ilk sahifeler"de olduğu anlatılan temizlenme mânâsının, "son sahifeler"de tamamlayıcısı ve kemale erdiricisi demek olan bir ha t ırlatma olmak hasebiyle sonunda "hatırlat, öğüt ver" emriyle takip edilmiştir.

Bu hatırlatma için kıyamet haberinden sonra yer ve göğün yaratılış nicelği ile yaratıcının kudretine dikkat çekilirken ilk önce devenin ileri sürülmesi birdenbire insana acayip gelirse de bu acayiplikte kastedilen mânâya isabet açısından "bera'at-i istihlal" gibi bir bediî sanat vardır. Zira maksat, bakılmaya alışılmış ve pek olağan gibi görünen şeylerin bile yaratılış niceliğinin enteresan şeylerle dolu bulunduğunu d uyurmak olduğu ve deve yaratılışının gerçekten enteresanlığı ile beraber Araplar'ın en yakından gözlerine çarpması gerektiği düşünülürse, bunun yaratılışının âlemi seyretmek için ilk bakılacak yer edinilmesi en uygun hareket olduktan başka, serilmiş döşe k lerden bir anda deveye atlatarak ondan göğe, ondan dağlara, onlardan yer tarafına bir inceleme yolculuğu yaptıran geçişte bir enteresanlık ve aynı zamanda âyet sonlarında kıvrık "hâ" yani (tâ-i merbuta) den şiddetli uzun "tâ" ya geçen bir genişleme ile i fadeye başkaca bir değişiklik verilmesinin yaratılıştaki enteresanlıkları göstermek maksadına her bakımdan uyan bediî sanatları kapsadığı anlaşılır. Bu sayılan şeylere bakmak da, bütün âleme bakma mânâsını taşır. "Fâ" bağlacı, kendinden sonra gelen kısmı â yetin akışından anlaşılması gereken mukadder bir mânâ üzerine

bağlayan bir bağ olarak mânânın özeti şöyle olur: Kıyamet olayı böyle haber verildiği, dünyanın sonu ya boşuna işlenmiş ameller yüzünden yorgun ve bitkin olarak zillet ve sefillikle ateşe yaslanmak veya yolunda yapılan güzel ve meyveli amellerle nimet ve mutluluğa ererek çalışmasından sonsuza kadar hoşnut olmaktan ibaret olduğu anlatıldığı halde, bulunduğu âlemi ve yaratanın hükmünü ve kudretini düşünmeyip de dünyayı ahirete tercih eden gafill e r hâlâ önünü sonunu görmek ve sonunda hoşnut olacağı faydalı ameller yolunu aramak ve gereği gibi faydalanmak için bakmazlar mı o her gün gözleri önünde kullanıp durdukları, etinden, sütünden, yününden, derisinden, işinden gücünden, türlü yararlarından is t ifade etmek için birçok sıkıntıya soktukları deveye? Nasıl yaratılmış? Ne ilgi çekici bir yaratılışı var? Birçok hayvanın yaratılışına benzemeyen iri cüssesi, son derece kuvvetli olması, ilgi çekici şekli, başka hayvanların yetinmediği çok az yem ve di k enli mikenli otlaklarla yetinerek ağır yüklerle uzun uzun yolculuklara ve günlerce susuzluğa dayanan sabır ve sağlamlığı ve oturup kalmaktaki durumu ve o kuvvet ve iriliğiyle beraber en zayıf bir hayvandan, bir koyundan, bir eşekten daha ziyade ve hatta b ir çocukla bile yedilip güdülebilecek derecede itaat ve boyun eğme ile insanların emrine verilerek hizmet ettirilmesi ve gittiği bir yolu birçok insandan daha sağlam bir hafıza ile belleyip çıkarması ve kalınlığına rağmen güzel sesle seslenildiğinde etki l enerek şevk ve neşe ile coşması gibi halleri ne hayret verici şeylerdir. İnsan kendi zekasıyla bu şaşırtıcı yaratılış arasındaki fark ve ilgiyi düşünür, o iri ilgi çekici hayvana karşı kendi maddi kuvvetinin küçüklüğünü mukayese eder ve bununla beraber ke n dinin onu hizmetinde kullanabilecek şekilde üstün olmasının sırlarını ve bundan daha güzel istifade yollarını araştırırsa kuşku yok ki herşeyden önce yüce yaratıcının yaratmasındaki hayret verici durumları, kudretinin enginliğini ve her şeye bir özellik l ü tfeden iradesindeki bu özelliği ve hepsini özel ilgi ve münasebetlerine göre bir düzen ile yöneten emir ve hükmünü ve dolayısıyla insanların da ona göre acı veya tatlı bir sona doğru yürümekte olduklarını

anlaması ve o yolda iman ve irfan ile ilerisi için şevkle çalışması gerekir. Allah tarafından her varlığa ayrı ayrı verilen bu özelliklerin önemini ve ilim ve irfan gibi manevî kuvvetlerin maddî kuvvetlere üstünlük ve hakimiyetini açık bir misal ile anlatmak için insanların emrine verilen devenin yaratılış niceliğini ilk bakış yeri edinmek herkes için en açık ve en faydalı bir misal olduğunda şüphe yoktur. Gerçi fil daha büyüktür ve onun yaratılışında da açık bir hayret verici durum vardır. Fakat o, deve gibi temiz bir hayvan olmadıktan başka onun kadar g ö z önünde de değil ve özellikle Arab'ın gözünden uzaktır. Deve ise Arab'ın başlıca mallarındandır. Hele "dikenli ot"un zikredilmesinden sonra deveye bir nazar (bakış) atmanın da başkaca bir münasebet ve hoşluğu vardır. Sonra dolaşmak ve yolculuk etmek içi n deveye binen kimse boyundan çok yukarda bir yüksekliğe çıkmış olur. Yukarı baktığı zaman üstünde göğü, sağa sola baktığı zaman dağları, aşağıya baktığı zaman da yerkürenin yüzeyini görür. Bu bakışlar ne kadar genişler, ne kadar derinleşirse insanın, bulu n duğu âlemi tanıması ve yüce Allah'ın yaratmasının, gücünün ve nimetlerinin enginliği, geleceğin önemi ve yolunda ve doğru yapılan çalışma ve gayretin kıymeti hakkındaki bilgisi de öyle genişler ve derinleşir.

Ebu'l-Abbas Müberred gibi bazıları da burada deveye bakıştan göğe bakışa geçmeği uzak görerek birbirlerine bağlanan konular arasında daha uygun bir ilgi düşünmek üzere "gök" karinesinden yararlanarak "ibil"den maksadın bulut olduğu görüşüne varmıştır. "Keşşaf" yazarı der ki: Bunun maksadı "ibil" k elimesinin ğamâm, müzn, rebâb, ğaym, ğayn ve benzeri bulut isimlerinden olduğunu söylemek değil, birçok Arap şiirinde bulutun deveye benzetilmiş olduğunu görerek burada da teşbih (benzetme) ve mecaz yoluyla "ibil"den bulut kastedilmiş olmasını câiz görmek olmalıdır. Fakat mecaza gerek yoktur. Deveye bakıştan göğe bakışa geçirmek, özellikle vadilerinde, çöllerinde, uzak gezi ve yolculuklarında özel olarak deveyi kullandıkları bilinen Araplar'ın irşat edilmesi bakımından son derece doğal ve güzeldir. Deve e n faydalı malı olup da ona bakmamak, hayret verici yaratılışını düşünmemek nasıl büyük gaflet ise deveye binip deha göğe bakmamak, yaratıcının kudret ve ululuğunu düşünmeye dalmamak daha büyük gaflettir. Onun için buyruluyor ki:

18. Ve o göğe (gece gündüz görüp durdukları hayret verici göğe) bakmazlar mı nasıl yükseltilmiş? Yukarı doğru yükselen hava boşluğu üstünde derin bir şekilde uzayıp giden boyut içinde her biri bir yörüngede direksiz

dayanaksız yüzüp duran sayısız cisim ve yıldızlarıyla, o süsü ve genişliğiyle bütün bakışları kaplayan o aşılmaz okyanusa nasıl bir yükseklik verilmiş.

19. Ve o dağlara yerden o göğe doğru başlarını kaldırarak dikilip bakışları sınırlayan ve türlü faydalarından yararlanılıp durulan dağlara bakmazlar mı nasıl dikilmiş? Nasıl yerlere konulup yerleştirilmiş?

20. Ve o yerküreye ve üzerinde yaşadıkları, altlarında kendilerine boyun eğmiş ve zelil buldukları ve yarın içine gömülecekleri toprağa bakmazlar mı nasıl düzlenmiş? O dağlar, vadilerle beraber ovalar, denizler gibi düzlüklerden nasıl bir yüzey ile kaplanıp üzerinde yaşanabilecek, gezi ve yolculuk yapılabilecek şekilde düzlenmiş, döşenmiş; bu yüzey oluşuncaya kadar nasıl başkalaşım ve dönüşümler vukua getirilmiş? Neler yıkılmış, neler yapılmış? Ne yaratışlar, ne düzgün bir biçime koyuşlar, ne işler olmuş? Bugün ne duruma gelmiş? Yarın neler olma ihtimali var? Kısacası nasıl ve ne gibi bir âlemde bulunuyorlar? Ne olmuş, ne olacaklar? Bütün bunlara, düşünme ve ibret gözüyle bakıp da yaratanın gücünü, Kıyamet haberinin ifade ettiği öldükten sonra dirilme ve toplanmanın, ceza ve mükâfatın hak olduğunu, gösterdiği gayretten hoşnut olmak için hak yolunda çalışmanın gerekliliğini düşünmezler mi?

Görülüyor ki bu bakış, âlemin yeri ve göğü ile hepsine bakmak demektir. Bununla beraber yerin bir parçasından başlayıp gökten ve dağlardan dolaşarak neticede yerküre yüzeyinin nasıl olduğunu tetkike getirilmiştir. Zira "Size belli bir zamana kadar yeryüzünde yerleşme ve oradan faydalanma vardır. Orad a yaşayacak, orada ölecek ve tekrar oradan çıkarılacaksınız, dedi."(A'râf, 7/24-25) buyrulduğu üzere yeryüzü insanlar için bir zamana kadar hayattan nasip alınacak bir yurttur. Onda yaşanacak, onda ölünecek, ondan çıkarılıp mahşerde toplanarak ahirete gidi l ecektir. Onun için bulunduğu yurdu ileri geri sınırlarıyla ve niteliğiyle tanıyıp "Şimdi yeryüzünde bir gezin de peygamberleri yalanlayanların sonu ne olmuş, görün."(Nahl, 16/36) âyetinin mânâsınca sonucu anlamak ve ona göre hayatını cahilce ve boş şeyle r le geçirmeyip iman ve irfan ile güzel amellere çalışmak gerektiğine dikkat çekilmiştir. Şu da çok dikkate değer bir husustur ki burada bu nasıllıkların detayına girilmemiş, sadece yaratma, yükseltme, dikme ve düzleme niteliklerine topluca bir tetkik bakı ş ı atılmıştır. Demek ki bunlar şu görünen âlemde bizzat var olan şeyler olduğu için ayrıntısı insanların soyut araştırma ve inceleme bakışlarıyla bilinebilecek ilimler ve akli bilgilerin konusuna giren şeylerdendir. Demek ki bunlara güzel bir bakış atmak, y üce Allah tarafından istenen bir şeydir. Bu bakış ve

tecrübe ile edinebileceğimiz bilgilerin, Allah'ı bilebilmek için özel bir önemi vardır. Kur'ân'ın birçok yerinde özellikle hatırlatılan bu gibi oluşumla ilgili maddi deliller yaratılışta bizzat mevcut bulunduğu için böyle topluca yapılan ilâhî işaretlere "hatırlatma" adı verilmiştir. Çünkü bunlar aklî ve tecrübeye dayanan inceleme ve araştırmalarla bilinebilecek şeyler olduğu için bilgi sebepleri aslında akıllarda yaratılıştan vardır. Bu suretle burada z ooloji, astronomi, coğrafya, jeoloji ve tabii tarih denilen aklî ve deneysel ilimlerin faydalarına ve müslümanların bunlarla da meşgul olmaları gerektiğine ve ancak bunları bilgi gayesi saymayıp yaratıcının nasıl tasarrufta bulunduğuna bakarak onun âyet v e kanunlarının gücünü tanımak ve kâfirlerin batıl ve yanlış inançlarını reddederek ahiret hayatı için dünya hayatından nasip almak üzere vazife yollarını anlayıp ortaya çıkarmaya vasıta gibi kabul etmek hususlarına bir işaret vardır. Gerçekte yerküreyi, ye r kürenin hallerini ve onun üzerinde yaşama kaidelerini en iyi bilenler ve bilgileri oranında iyi çalışan milletler diğerlerine üstünlük sağlayagelmişler; içinde bulundukları dünya hayatını ve dünyanın boş ve aldatıcı lezzetlerini en son gaye edinip de onun l a kalmak isteyen tembel, boş ve değersiz şeylerle uğraşan uluslar veya nereye gittiğini bilmeyerek cahilce bir hırs ve çılgınlıkla etrafına saldıran hırçın kavimler yenilmiş ve perişan olagelmişlerdir. Dünya hayatını tercih edenler de etmeyenler de nasıl olsa bu hayattan çıkıp gitmişler ve ancak iman, irfan, ihlas ve kesin inançla ahiret için çalışan ve güzel amellerle hakka kavuşanlar sonsuz mutluluk ve bahtiyarlığı kazanmışlardır. Kuşku yok ki bu bakış toptan da, ayrıntılı da olabilir. Toplu bakış bu ây e tlerle anlatılmış, ayrıntısı da bakışlarımızın gözlem yoluyla keşif ve tetkikine havale edilmiş, hala bakmayanlar "hâlâ bakmazlar mı?" diye kınanmıştır.

21. Bunun üzerine buyruluyor ki: o halde hatırlat, yani hâlâ bakmıyorlar, bunlara bakıp düşünmüyorlarsa sen onlara vaaz ve öğüt vererek hatırlat, bakmalarının gereğini veya o bakışın neticelerini duyur ve bildir. Hatırlatma ile yetin de daha fazla zorlama, zorla düşündüreceğim diye uğraşma çünkü sen ancak bir hatırlatıcısın. Sadece durumu on l ara iletmeye ve hatırlatmaya memur bir nasihatçı, bir öğütçüsün.

22. Üzerlerine bela olmuş bir zorba değilsin, zorla baktırıp düşündürecek, her istediğin şeyi yaptıracak, kalplerine hükmedip dilediğin gibi iman etmelerini sağlayacak değilsin. "Doğrusu sen sevdiğine hidayet veremezsin."(Kasas, 28/56).

23. Ancak her kim aksine gidip inkâr ederse, yani öğüt ve hatırlatmayı dinlemez ve bu irşada karşı nankörlük ederek küfürde israr ederse.

24. Bundan dolayı Allah onu en büyük azap ile cezalandıracaktır ki, en

büyük azap ahiret azabıdır. "Ahiret azabı, elbette daha büyüktür." (Zümer, 39/26) Ona bazan dünya azabı dahi katılırsa da o, ahiret azabına oranla küçük kalır.

25. Herhalde onların dönüşleri nihayet bizedir, ne kadar yüz çevirseler, ne kadar kaçmaya çalışsalar neticede dönüp bize geleceklerdir.

26. Sonra da hesaplarını görmek muhakkak bize aittir. Yani hesaplarını başkası değil, Allah görecek, Allah'a hesap vereceklerdir. Dolayısıyla o en büyük azaptan kurtulmalarına imkan ve iht imal yoktur.

Şimdi bu sûrede zikredilen inceleme bakışlarının ibret özetini biraz açmak suretiyle Allah'a dönüş akibetinin bir izahı, akışı içinde zaman değişikliklerine dikkati çekerek başlayan "Ve'l-Fecr" Sûresi gelecektir.

GAŞİYE SÜRESİ(Muhammed ESED)

Büyük bir ihtimalle Mekke döneminin ortalarında nazil olan bu sure, başlığını, birinci ayetinde geçen ğâşiye isim-fiilinden almaktadır.
1 KÂBUS Gibi Çöken'den1 haberin var mı?
2 Bazı yüzler o Gün yere bakacak, 3 [günahın yükü altında] bitkin düşmüş, [korku ile] sarsılmış, 4 kızgın bir ateşe girmek 5 ve kaynar bir pınardan tatmak üzere.
6 Hiçbir yiyecekleri yok kuru dikenlerin acılığından başka, 7 ne bir güç veren ne de açlığı gideren (dikenlerin).2
8 Bazı yüzler (de) o Gün mutlulukla parıldayacak, 9 çabaları[nın meyvesini tatmak]tan memnun, 10 harika bir bahçede, 11 boş lakırdı işitmeyecekleri (bir bahçede).
12 Sayısız pınarlar3 akacak orada, 13 [ve] yükseltilmiş [mutluluk] tahtları,4 14 doldurulmuş kadehler, 15 dizilmiş yastıklar, 16 ve serilmiş halılar...
17 PEKİ, [o yeniden dirilmeyi inkar edenler] bakmazlar mı yağmur yüklü bulutlara, [ve görmezler mi] nasıl yaratılmış onlar?5
18 Ve (bakmazlar mı) göğe, nasıl yükseltilmiş?
19 Ve dağlara, nasıl sağlamca dikilmiş?
20 Ve toprağa, nasıl yayılmış?
21 İşte böyle, [ey Peygamber,] onlara öğüt ver; senin görevin yalnız öğüt vermektir: 22 sen onları [inanmaya] zorlayamazsın.6
23 Ancak, kim hakikati inkara şartlanmış olarak yüz çevirip uzaklaşırsa, 24 Allah ona [öteki dünyada] en büyük azabı tattıracaktır: 25 Bizedir onların dönüşleri, 26 ve Bize düşer onları hesaba çekmek.

DİPNOTLAR
1 Yani, Kıyamet Günü'nden.
2 Kiffâl'e göre, (Râzî'nin naklettiği üzere,) bu tür cehennem yiyecek ve içecekleri, tam bir ümitsizliğin ve alçalmanın simgesidir. Kurumuş haliyle acı ve dikenli bir bitkiyi ifade eden (Cevherî) darî‘ ismi, “o, küçüldü/aşağılandı” veya “gururu kırıldı” anlamlarına gelen dara‘a veya dari‘a fiilinden türetilmiştir: açıkça mecazî anlamda kullanılan bu ifadeyi “kuru dikenlerin acılığı” olarak çevirmemin sebebi budur. Benzer mecazî bir anlam, Kur’an'da çok sık zikredilen hamîm terimini hatırlatan, 5. ayetteki “kaynar bir pınar” ifadesine de yüklenebilir (bkz. 6:70'in son cümlesi ile ilgili not 62).
3 Lafzen, “bir pınar” -ama, Zemahşerî ve İbni Kesîr'in işaret ettiği gibi, tekil biçimdeki kullanılış, burada “pınarların çokluğu”na işaret eden bir cins ismi anlamı taşımaktadır. Bu hayat veren nesne mecazı, Kur’an'daki cennet tasvirlerinde sıkça kullanılan “ırmaklar” (enhâr) ifadesi ile benzerdir.
4 Bkz. 15:47, not 34.
5 Yeniden dirilmeyi ve öteki dünyadaki hayatı inkar etmenin bilinçli Yaratıcı kavramını tamamiyle anlamsız hale getireceğine işaret; ayetin birinci bölümünde “yeniden dirilmeyi inkar edenler” sözlerini eklememin sebebi budur -İbil ismi ise, öncelikle, “develer” anlamına gelir, ki tekil şekli olmayan ve sadece çoğul şekilde kullanılan bir cins ismidir (generic plural). Ama bu isim, aynı zamanda “yağmur taşıyan bulutlar” için de kullanılmaktadır (Lisânu'l-‘Arab, Kâmûs, Tâcu'l-‘Arûs): ki bu karşılık, yukarıdaki anlam örgüsü içinde daha tercihe şayan olan bir karşılıktır.
Eğer bu terim “develer” anlamında kullanılmış olsaydı, yukarıdaki ayette ona yapılan atıf, sadece, Hz. Peygamber'in çağdaşı olan Araplara hitab etmiş olurdu. Çünkü dikkat çekici dayanıklılığı, çok çeşitli işlerde (binme, yük taşıma, süt ve et verme, yün kaynağı olma gibi) kullanılabilmesi ve çöl ortasında yaşayan insanlar için adeta vazgeçilmez bir değer taşıması gibi sebeplerden dolayı deve, Araplar arasında daima hayranlık ve bağlılık duyulan bir hayvan olmuştu.
Ayrıca, “develer”in kasdedilmiş olması, anlamı belirli bir çevrenin ve belirli bir zamanın insanları ile (geçmiş olaylara tarihî atıfların faydasından bile yoksun şekilde) sınırlamış olacağından, burada hiç dikkate alınmamalıdır. Çünkü Kur’an'da, Allah'ın yarattığı evrenin olağanüstülüklerini gözlemlemek için yapılan çağrı, bütün zamanların ve bütün toplumların insanlarına yöneliktir. Bu nedenle, İbil teriminin burada “develer” için değil, ama “yağmur yüklü bulutlar” için kullanıldığını varsaymak için birçok neden vardır: Ayrıca, burada suyun buharlaşması, buharın göğe yükselmesi, yoğunlaşması ve sonunda yere düşmesi şeklindeki olağanüstü dönüşümlü sürece yapılan işaret, ne kadar hayranlık verici ve faydalı olsalar da “develer”e yapılan atıftan çok, sonraki ayetlerde (18-20. ayetler) gökyüzüne, dağlara ve yeryüzüne yapılan atıf ile daha uyumlu görünmektedir.
6 Lafzen, “sen onlar üzerinde bir güç sahibi değilsin”.