25 Ağustos 2007 Cumartesi

FELAK SÜRESİ(MEVDUDİ)

Adı: Kur'an'ın bu son iki suresi, ayrı ayrı iki sure ise de ve Kur'an'da böyle yazılı olmakla birlikte, aralarındaki yakın ilgi ve konularının yakınlığı nedeniyle iki sureye ortak isim konularak "muavezeteyn" denilmiştir. Yani "sığınma" sureleri ismini almışlardır. İmam Beyhakî, Delâilu'l Nübüvve'de şöyle yazar: "Bunlar bir arada nazil olmuşlardır. Onun için isimleri ortaktır ve muavezeteyn'dir." Biz de bu nedenle iki surenin girişini ortak yapıyoruz. Çünkü bu surelerle ilgili konular aynıdır. Fakat meal ve tefsirlerini ilerde ayrı ayrı yapacağız.

Nüzul Zamanı: Hasan Basrî, İkrime, Ata ve Cabir b. Zeyd, bu surelerin Mekkî olduğunu söylemişlerdir. İbni Abbas'tan da aynı kavil nakledilmiştir. Ama İbni Abbas'ın bir diğer kavli olarak bu surelerin Medenî olduğu da rivayet edilmiştir. Aynı kavil İbni Zübeyr ve Katade'den de mervîdir. Bunu destekleyen bir hadisi Müslim, Tirmizî, Neseî, Ahmed b. Hanbel, Ukbe b. Amir'den rivayet etmişlerdir. Bu hadiste Rasulullah Ukbe'ye şöyle buyurmuştur: "Haberin var mı, bana bu gece emsali olmayan ayetler nazil oldu. Bunlar Felak ve Nas'tır." Bu hadise dayanarak bu surelerin Medenî olduğu söylenmiştir. Çünkü Ukbe b. Amir, hicretten sonra Medine'de müslüman olmuştur. Ebu Davud ve Neseî de Ukbe'nin beyanını nakletmişlerdir.

Bu kavli destekleyen ikinci rivayeti İbni Sa'd, Bağavî, Mahî el-Sünne'de, İmam Nesefî, Hafız İbni Hacer, Hafız Bedrettin Aynî, Abd b. Humayd vs. nakletmişlerdir: "Medine'de yahudiler Rasulullah'a sihir yaptılar. Bu nedenle Rasulullah hastalandı. Bunun üzerine Felak ve Nas sureleri nazil oldu." İbn Sa'd Vakıdî'den bu olayın Hicri 7'de vukubulduğunu rivayet etmiştir. Süfyan b. Uyeyne buna dayanarak Felak ve Nas surelerini Medenî olarak kabul etmiştir.

İhlas suresinin girişinde de açıkladığımız gibi, bir sure veya ayetin filan yerde, filan olay üzerine nazil olduğu söylenmişse bunun anlamı, o sure veya ayetin o anda ilk defa nazil olduğu değildir. Bazen daha önce nazil olmuş bir sure veya ayetin, bir olay nedeniyle Rasulullah'a tekrar okuması bildirildiği için muhataplara cevap olarak okunduğundan bu ayet veya surenin o anda yeni nazil oldukları zannedilir. Bize göre Muavezeteyn için de aynı şey geçerlidir. Surelerin muhtevası açıkça Mekke döneminin başlangıcında nazil olduklarını göstermektedir. O zamanlar Rasulullah'a muhalefet şiddetlenmişti. Çok sonra Medine'de Yahudilerin, münafıkların ve müşriklerin muhalefeti şiddetlendiğinde Rasulullah'a aynı sureler işaret edilmiş ve Ukbe'nin de rivayet ettiği gibi bu sureleri okuması telkin edilmiştir.

Rasulullah'a sihir yapılıp hasta edildiği için bir ara, içinde sıkıntı şiddetlendi. O zaman Cebrail (a.s) Allah'ın emriyle gelerek Felak ve Nas surelerini okumasını tavsiye etti. Onun için bize göre bu surelerin Mekkî olduğunu söyleyenlerin sözü daha doğrudur. Bu surelerin sadece sihir hakkında nazil olduğunu düşünmeye, Felak suresinde sadece bir tek ayetin sihirle ilgili olması, diğer ayetlerin ise sihirle ilgili olmaması engeldir. Ayrıca Nas suresinin bütününün de sihirle ilgisi yoktur.

Konusu: Mekke'de bu iki surenin nazil olduğu dönem, İslamî davetin başlarında kafirlerin arılar gibi Rasulullah'ın başına üşüştükleri zamana denk düşer. O dönemde, İslamî davet yayıldıkça Kureyş'in muhalefeti de şiddetleniyordu. Rasulullah ile uzlaşabilme ümidi taşıyorlarken yaptıkları muhalefet o kadar şiddetli değildi. Ama Rasulullah din hakkında uzlaşma olamayacağını açıklayarak kafirlerin ümidini kestiğinde Kafirun suresinde de: "Sizin taptıklarınıza ibadet edenlerden değilim. Benim ibadet ettiğime de sizler ibadet edenlerden değilsiniz. Onun için benim yolum, sizin yolunuzdan ayrıdır." denildikten sonra kafirlerin düşmanlığı zirveye ulaşmıştı. Özellikle, kafir ailelere mensup olup da İslam'ı kabul edenlerin (kadın-erkek, oğlan-kız) durumu, bu kafir aileleri çileden çıkarıyordu.

Her ev Rasulullah'a cephe almıştı. Bu arada Rasulullah'ı öldürmeyi tasarlıyorlar ve Haşimoğulları intikam almasın diye kimin öldürdüğünün bilinemeyeceği gece karanlığında bu işi gerçekleştirmeyi planlıyorlardı. Ayrıca ölsün, hastalansın veya deli olsun diye Rasulullah'a sihir de yapıyorlardı. Cinlerden ve insanlardan şeytanlar, Rasulullah'a düşmanlık etmeleri ve ondan uzak durmaları için halkın kalbine vesvese vermek üzere yayılmışlardı. Pek çoklarının kalbinde haset ateşi yanıyordu. Çünkü kendi kabilelerinden başka bir kabilenin kendilerini geçmesine dayanamıyorlardı. Ebu Cehil, Rasulullah'a olan muhalefetini şöyle açıklamıştı: "Bizimle Abdu Menaf (Rasulullah'ın kabilesi) arasında yarış vardır. Onlar yedirir, biz de yediririz. Onlar binek verir, biz de veririz. Onlar bağışta bulunur, biz de bulunuruz. Biz ve onlar şerefli olma bakımından hep eşit olduk. Şimdi onlar, 'Bize bir peygamber geldi ve gökten vahiy alıyor.' diyorlar. Bu konuda onlarla nasıl yarışabiliriz? Allah'a yemin ederim ki, kesinlikle ona inanmayacak ve onu tasdik etmeyeceğiz." (İbni Hişam, C.1, sh. 337-338)

Yukardaki şartlarda Rasulullah'a şöyle söylemesi emredilmiştir: "Onlara de ki; ben doğmakta olan sabahın Rabbine sığınırım, mahlukların şerrinden, gece karanlığının şerrinden, büyücülerin şerrinden, hased edenlerin şerrinden. Ve onlara de ki; İnsanların Rabbi'ne sığınırım, insanların Meliki'ne, İlahı'na. Vesvesecinin şerrinden. Cinlerden şeytan; veya insanlardan şeytan olsun." Aynı şekilde, Firavun Hz. Musa'yı öldürmek istediğinde Hz. Musa'ya şöyle buyurulmuştur: "....hesap gününe inanmayan her kibirliden, benim de Rabbim, sizin de Rabbinize sığındım." (Mü'min: 26). "Ben, beni taşlamanızdan, benim Rabbim ve sizin Rabbinize sığındım" (Duhan: 20).

Bu iki olaydan da anlışılıyor ki, Allah'ın peygamberleri yoksul durumda iken ve ellerinde imkan yokken, çok kuvvetli kafirlere karşı fiilî mücadeleyi başlatmamışlardır. Yukardaki iki olayda da, düşmanları hakka davet ederek doğru yolu gösterdikleri açıktır. Bu peygamberler, dayanabilecekleri hiçbir maddi imkana sahip olmamalarına rağmen sözkonusu iki olayda da düşmanlarını tehdit etmiş ve korkutmuşlardır. Buna karşılık sadece: "Size karşı kainatın Rabbine sığındık" demişlerdir. Apaçıktır ki böyle bir sebatı, Rabb'in en büyük kuvvet sahibi olduğuna inanan bir kişi gösterebilir. "Ben, hak kelimeden hiçbir taviz veremem, ne yapacağınız umurumda değil" diyebilecek kişi de, işte böyle bir imana sahip olan kişidir. Çünkü o, kendisinin ve bütün kainatın Rabb'ine sığınmaktan başka güvenceye ihtiyaç duymayacak iman seviyesindedir.

Muavezeteyn'in Kur'an'dan olup olmaması meselesi:

Bu iki surenin konusunu ve muhtevasını anlamak için yukardaki bilgiler yeterlidir. Ama hadis ve tefsir kitaplarında, üç konu hakkında bazı münakaşa ve şüphelerin meydana geldiği yazılıdır. Onun için burada o şüpheleri ortadan kaldırmayı gerekli gördük.

Bunlardan birincisi, bu surelerin Kur'an'dan olduğu ve bunun da isbatlandığı; dolayısıyla şüpheye mahal olmadığıdır. Bu meselenin meydana gelmesinin sebebi İbn Mes'ud gibi yüksek seviyeli bir sahabîden menkul müteaddid rivayetlerde onun, bu iki sureyi Kur'an'dan saymadığı ve mushafına da almadığının kayıtlı bulunmasıdır. İmam Ahmed, Bezzar, Taberanî, İbn Merduye, Ebu Ya'la, Abdullah b. Ahmed b. Hanbel, Humeydî, Ebu Nuaym, İbni Mes'ud'dan nakletmişlerdir. Bu rivayetlerde İbni Mes'ud'un bu sureleri Kur'an'dan sadece çıkardığı değil, aynı zamanda şöyle dediği de nakledilir: "Kur'an'dan olmayanı O'na karıştırmayın. Bu iki sure Kur'an'dan değildir. Allah, Rasulullah'a, bu kelimelerle kendisine sığınmasını emretti". Bazı rivayetlerde de bu sureleri namazda okumadığı kayıtlıdır.

Bazı İslam düşmanları bu rivayetlere dayanarak, Allah'ın kitabının korunmuş olması hakkında şüpheler uyandırma fırsatı bulmuşlardır. Onlar şöyle iddia etmişlerdir: "İbn Mes'ud gibi bir sahabi bu surelerin Kur'an'a eklendiğini söylüyorsa, kimbilir daha neler eklenmiş ya da çıkarılmıştır?" Kadı Ebubekir El-Bakıllanî ve Kadı İyaz v.s. bu ithamdan kurtulmak için İbn Mes'ud'dan gelen rivayetleri şöyle tevil etmişlerdir: "İbn Mes'ud, Muavezeteyn'in Kur'an'dan olduğunu inkar etmezdi ama kendi mushafına yazmayı reddetti. Çünkü mushafına sadece Rasulullah'ın izin verdiklerini yazardı. Bu sureler hakkındaki Rasulullah'ın izni kendisine ulaşmadığı için muavezeteyn'i yazmamıştır." Ancak bu tevil doğru değildir. Çünkü sahih senetlerle gelen rivayetlerde İbn Mes'ud'un bu surelerin Kur'an'dan olduğunu inkar ettiği sabittir. Diğer büyüklerden İmam Nevevî, İbn Hazm, Fahruddin Razi ise İbn Mes'ud'un söylediği sözleri yalan kabul etmişlerdir. Fakat tarihi gerçekleri hiçbirşeye istinat etmeden reddetmek ilmî bir tavır değildir.

İbn Mes'ud'dan gelen bu rivayetlerden dolayı Kur'an hakkında oluşan şüphelere doğru cevap nedir? Bu sorunun pekçok cevabı olabilir. Onları aşağıda açıklıyoruz:

1) Hafız Bezzar, kendi Müsnedi'nde İbn Mesud'un bu sözünü naklettikten sonra, bu görüşte yalnız olduğunu ve hiçbir sahabinin bu görüşe katılmadığını belirtmiştir.

2) Sahabe-i Kiram'ın hepsinin ittifakı ile, üçüncü halife Osman'ın (r.a.) hazırlattığı ve İslam ülkelerinin değişik yerlerine gönderilen Kur'an nüshalarında bu iki sure mevcuttur.

3) Rasulullah döneminden bu güne kadar bütün İslam dünyasında, iki sureyi de ihtiva eden bu mushaf üzerinde icma edilmiştir. Sadece İbn Mes'ud'un görüşü farklıdır. Ama ne kadar seviyeli sahabi olursa olsun çoğunluğun görüşü karşısında O'nun görüşü pek değer taşımaz.

4) Rasulullah'tan nakledilen pek çok rivayette Rasulullah'ın bu sureleri namazda okuduğu ve başkalarına da tavsiye ettiği sabittir. Rasulullah bu sureleri, Kur'an'ın sureleri olarak başkalarına da öğretmiştir. Aşağıdaki önrekleri inceleyelim:

Müslim, Ahmed, Tirmizî ve Neseî'nin Ukbe b. Amr'dan naklettiğine göre Rasulullah, Felak ve Nas sureleri hakkında şöyle buyurmuştur: "Bu gece bana bu ayetler nazil oldu." Neseî'nin bir diğer rivayeti yine Ukbe b. Amr'dan mervidir: "Rasulullah bu iki sureyi sabah namazında okumuştur. İbn Hibban da Ukbe'den şöyle nakletmiştir: "Rasulullah, mümkün olduğu kadar bu iki sureyi okumayı terketmeyin buyurdu." Said b. Mansur, Muaz b. Cebel'den şöyle nakletmiştir: "Rasulullah namazda bu sureleri okumuştu." İmam Ahmed, Müsnedi'nde sahih senetlerle diğer bir sahabeden de, aynı şekilde Rasulullah'ın O'na şöyle söylediğini nakletmiştir: "Namaz kıldığında bu iki sureyi oku." Ahmed, Ebu Davud ve Neseî, Rasulullah'ın Ukbe'ye şöyle buyurduğunu naklederler: "Sana iki sure öğreteyim mi? Onlar en iyi surelerdendirler." Ukbe: "Ya Rasulallah, evet" dedi. Bunun üzerine Rasulullah O'na Muavezeteyn'i okudu. Daha sonra namaza kalktıklarında Rasulullah bu iki sureyi namazda da okudu. Namazdan döndükten sonra, geçerken O'na şöyle sordu: "Ya Ukbe, nasıl buldun?" Sonra O'na uyumadan önce ve uykudan kalktıktan sonra bu iki sureyi okumasını söyledi. Müsned-i Ahmed, Ebu Davud, Tirmizî ve Neseî'de Ukbe b. Amr'ın bir rivayeti de şöyledir: "Rasulullah her namazdan sonra Muavazat'ı (yani İhlas ve Muavezeteyn) surelerini okumasını tavsiye etmişti." Neseî, İbn Merduye ve Hakim, Ukbe b. Amr'dan şunu nakletmişlerdir: "Birgün Rasulullah binek üzerinde yol alıyordu. Ben de yanında yürümekteydim. Ben şöyle dedim: "Bana Yunus veya Hud suresini öğretir misiniz?". Rasulullah şöyle buyurdu: "Allah indinde kul için Felak suresinden daha faydalı bir şey yoktur." Neseî, Beyhakî, Bağavî ve İbn Sa'd; Abdullah İbn Abis el-Cüheynî'den Rasulullah'ın şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir: "İbn Abis sana, kendisi ile Allah'a sığınacağın araç nedir söyleyeyim mi?" Ben "Tabi, Ya Rasulallah" dedim. Rasulullah "Felak ve Nas sureleri" buyurdu. İbni Merduye Ümmü Seleme'den, "Allah'ın en sevdiği sureler Felak ve Nas sureleridir" diye nakletmişlerdir.

Burada İbn Mes'ud'un bu iki sureyi Kur'an'dan saymama yanılgısına niçin düştüğü sorulabilir. Bu sorunun cevabı olabilecek iki rivayeti ortaya koyabiliriz. Birincisine göre İbn Mes'ud şöyle demiştir: "Rasulullah'a bu şekilde Allah'a sığın diye emir verilmiştir." Diğer rivayeti çeşitli senetlerle Buhari, Ahmed Müsned'inde, Hafız Ebubekir el-Humeydi Müsned'inde, Ebu Nuaym, El-Müstahreç isimli Müsned'inde ve Neseî, Sünen'inde Zir b. Hubeyş çeşitli kelime değişiklikleri ile, sahabe arasında Kur'an ilimleri bakımından önemli yeri olan Ubey b. Ka'b'tan nakletmiştir. Zir b. Hubeyş şöyle demiştir: "Ben Ubey'e, 'Kardeşiniz İbn Mes'ud şöyle şöyle diyor. Siz bu söz hakkında ne diyorsunuz? dedim. O şöyle cevap verdi: "Rasulullah'a bu konuda sormuştum. Rasulullah bana - Kul(de)- dedi. Ben de -kul- dedim. Onun için biz de Rasulullah'ın dediği gibi diyoruz." İmam Ahmed, Ubey'den şöyle rivayet etmiştir: "Ben şehadet ederim ki Rasulullah bana, Cebrail'in kendisine -kul euzu bi rabbi'l felak- dediğini, onun için bu şekilde söylediğini belirtti. Cebrail, -Kul euzu bi rabbi'n nas- dediğinde Rasulullah da bu şekilde söyledi. Dolayısıyla biz de Rasulullah'ın dediği gibi diyoruz." Bu iki tür rivayet üzerinde düşünürsek, İbn Mes'ud'un bu iki suredeki -kul- kelimesini görerek yanılgıya düştüğünü ve Rasulullah'a -euzu bi rabbi'l felak- ve -euzu bi rabb'in nas- demesinin emredildiğini zannettiği sonucuna varırız. Ayrıca Rasulullah'a bu konuda sormaya da ihtiyaç duymadı. Ubey b. Ka'b'ın aklına bu soru gelip sorunca, Rasulullah ona, Cebrail'in kendisine -Kul- dediği için O da -kul- dediğini açıkladı. Bu şöyle izah edilebilir: Bir kimseye bir şeyi emretmek kastedildiğinde şöyle denir: "De, ben sığınırım." Ama bunu okuyan kişi "De, ben sığınırım" demez. Sadece "sığınırım" der. Bunun tersine, en üst makamdan bir peygambere bu kelime mesaj olarak geldiğinde onu iletirken şöyle der: "De, ben sığınırım." Çünkü bu mesaj peygambere sadece kendisi için değil, başkaları için de geldiğinden, geldiği gibi ve eksiltmeden onlara iletmek durumundadır. Bu iki surenin başında -kul-kelimesinin bulunması bu kelamın vahiy olduğuna ve Rasulullah'a geldiği gibi iletildiğine açık delildir. Bu, sadece Rasulullah'a verilmiş bir emir değildi. Kur'an'ı Kerim'de bu iki surenin yanı sıra 330 ayet de -kul- kelimesi ile başlar. Bu durum, sözkonusu kelamın vahiy olduğuna ve Rasulullah'ın da aynen iletmekle görevli bulunduğuna delildir. Yoksa, -kul- sadece emir olsaydı, o zaman Rasulullah -kul- kelimesini hazfeder ve sadece emredileni iletirdi. Onu ayrıca Kur'an'a da yazdırmazdı. O emri sadece Rasulullah yerine getirmekle yetinirdi.

Burada bir kimse düşünürse, sahabeyi masum zannetmenin ve onların sözleri arasında yanlış birşey bulunduğunda bunu ifade edenleri saygısızlıkla itham etmenin ne kadar yanlış olduğunu açıkça anlar. Bu olayda İbn Mesud gibi ileri gelen sahabelerden birinin Kur'an'ın iki suresi hakkında ne kadar büyük bir yanılgıya düştüğünü görüyoruz. Böyle bir yanlışı İbn Mesud gibi büyük bir sahabe yaparsa, diğer ashabın da yanlışlık yapabileceği öncelikle mümkündür. Biz ilmi bakımdan onların görüşleri hakkında araştırma ve tartışma yapabiliriz. Bir sahabenin sözüne, eğer yanlışsa yanlış da diyebiliriz. Ama bir kimse, onların yanlış sözlerine yanlış demekten öteye giderek, onlara dil uzatırsa o zaman büyük bir zulüm işlemiş olur. Müfessirler ve Muhadissler, İbn Mes'ud'un bu iki sure hakkındaki görüşüne yanlış demişler, ancak hiçbiri, İbni Mesud'un bu iki sureyi Kur'an'dan kabul etmemekle kafir olduğunu söylemeye cesaret edememiştir.

Resulullah'a Sihir Tesiri:

Bu surelerle ilgili ikinci mesele, rivayetlere göre, Rasulullah'a sihir yapılmış olması ve Rasulullah'ın bu sihrin tesiriyle hastalanması olayıdır. Rivayete göre, bu tesiri yok etmek için Cebrail Felak ve Nas surelerini getirmiştir. Eski ve yeni dönemdeki pek çok rasyonalist bu olaya itiraz etmişlerdir. Onlar, bu rivayetler kabul edilirse bütün şeriatın şüpheye düşeceğini söylemişlerdir. Onlara göre, Rasulullah'a sihrin tesiri olduysa ki rivayetlere bakılırsa olmuş; o zaman Rasulullah'ın muhaliflerinin sihir tesiriyle, Rasulullah'a istediklerini söyletip yaptırdıkları reddedilemez. Ayrıca Rasulullah'ın getirdiklerinin ne kadarının Allah'a ait olduğu, ne kadarının sihir tesiriyle söyletene ait olduğu bilinemez. Onlara göre eğer bu rivayetler kabul edilirse Rasulullah'ın kendisini peygamber zannetiği ve kendisine melek geliyor sandığı da söylenmek zorunda kalınır. Yine onlara göre Rasulullah'a sihrin etki yaptığını söyleyenlerin delilleri ile Kur'an'ın beyanları çelişki arzetmektedir. Kur'an'da kafirlerin iddiası olarak Rasulullah'ı sihre uğramakla nitelendirdikleri açıklanmıştır. "...o zalimlerin; 'siz büyülenmiş bir adamdan başkasına uymuyorsunuz' dediklerini gayet iyi biliyoruz." (İsra 47). Eğer bu hadise kabul edilirse Kur'an kafirlerin iddiasını tasdik etmiş olur.

Bu mesele hakkında araştırma yapmak için önce, Rasulullah'a sihir yapılıp yapılmadığını ve bunun tesiri altında kalıp kalmadığını tarihi senetlerle tesbit etmek gerekir. Eğer bu rivayetler doğruysa o zaman olayın mahiyetinin ne olduğuna bakarız. Daha sonra da, bu tarihi senetlere yapılan itirazların ne kadar haklı olduğuna bakmak gerekir.

İlk çağlardaki Müslüman ulema, doğruluk konusundaki aşırı titizliklerinden dolayı hiçbir zaman gerçekleri saklamaya çalışmamışlardır. Tarihi olayları eksiksiz olarak gelecek nesillere ulaştırmışlardır. Sonraki nesillere aktarılan bu gerçeklerin ne gibi ters sonuçlar çıkarılmasına sebep olabileceğine aldırmadan gerçek ne ise olduğu gibi aktarmışlardır. Eğer bu olay senet ile ve pekçok şehadet ile isbatlanmışsa, o zaman dürüst bir ilim adamının bazı kötü neticelere bakarak bu tarihi olayları inkar etmesi doğru değildir. Bunun yanısıra tarihte vuku bulan kadarı ile yetinmeyerek kıyas yoluyla olayları abartmak da doğru bir davranış değildir. Dürüst tavır tarihi olayları tarih olarak kabul ederek yola çıkan gerçekleri ortaya koymaktır.

Tarihi bakımdan, Rasulullah'a sihir yapıldığı ve Rasulullah'ın bundan etkilendiği doğrudur. Bunu, ilmi eleştiriye tabi tutar ve yanlış kabul edersek, hiçbir tarihi olayı vuku bulmuş olarak kabul edemeyiz. Bu olay Hz. Aişe, Zeyd b. Erkam ve İbn Abbas'tan, Buhari, Müslim, Nesei, İbn Mace, İmam Ahmed, Abdurrezzak Humeydi, Beyhaki, Taberani, İbn Sa'd, İbn Merduye, İbn Ebi Şeybe, Hakim, Abd b. Humayd v.s. muhaddisler tarafından bu kadar çeşitli ve müteaddit senetlerle nakledilmiştir ki, olay mütevatir seviyeye ulaşmıştır. Eğer bir rivayet kendi başına bir haberse fakat ayrıntısı diğerrivayetlerde varsa, onları bir araya getirerek bir tek rivayet haline dönüştürebiliriz. Aşağıda bu konudaki örneği zikredeceğiz:

Hudeybiye antlaşmasından sonra Rasulullah (s.a) Medine'ye döndü. Hicri 7'de, Muharrem ayında Hayber yahudilerine Medine'den bir heyet gitti. Heyet oradaki meşhur sihirbaz Lübeyd b. Asım ile görüştü. Bu kişi bir Ensar kabilesi olan Ben-i Züreyk'tendi. Heyet Lübeyd'e şöyle dedi: "Muhammed bize ne yaptı, biliyor musun? Pekçok kere O'na sihir yapmaya çalıştık ama başaramadık. Şimdi sana geldik. Çünkü sen bizden daha büyük sihirbazsın. Şu üç altını kabul et ve Muhammed'e kuvvetli bir sihir yap.!" O dönemde Rasulullah'a yahudi bir çocuk hizmet ediyordu. Onlar bu çocuk aracılığıyla Rasulullah'ın tarağını ve saç tellerini ele geçirdiler. Lübeyd, bu saç tellerini ve tarağı kullanarak Rasulullah'a sihir yaptı.

Bazı rivayetlere göre sihirbaz Lübeyd b. Asım'dı. Bazılarına göre onun kızkardeşleri daha büyük sihirbazdı. Bu nedenle Lübeyd, sihri onlara yaptırmıştı. Her halukarda sihir yapılmış ve hurmadan bir kılıf içine yerleştirilmişti. Lübeyd, bu sihri, Beni Züreyk'a ait olan Zervan veya Zî-ervan isimli kuyunun içine bir taşın altına sıkıştırmıştı. Sihrin Rasulullah'a tesir etmesi bir yıl almıştı. Senenin ikinci yarısında Rasulullah'ın mizacında bir değişiklik görülmeye başlandı. Son kırk gün şiddeti arttı. Son üç gün ise çok şiddetlendi. Ama en büyük tesiri Rasulullah'ın içinde büyük bir sıkıntı hissetmesi şeklinde oluyordu. Bazen yapmadığı bir işi yaptığını zannediyordu. Hanımlarını ziyaret etmeyi düşündüğü halde ziyaret ettiğini sanıyordu. Bazan da gördüğü bir şeyden şüphe ediyordu. Bir şeyi gördüğünü zannediyor, oysa görmemiş olduğunu hatırlamıyordu. Ama bu sihir O'nun sadece zatına mahsustu. Hatta başkaları O'nun bu durumunu farketmemişlerdi bile. Nübüvvet görevini ifa bakımından O'na (a.s) hiçbir halel gelmemiştir. O dönemde Rasulullah'ın bir ayeti unuttuğu ya da yanlış okuduğuna dair hiçbir rivayet gelmemiştir. Sohbet, vaaz ve hutbelerinde aykırı bir talimat verdiğine dair de bir rivayet yoktur. Hakkında vahiy olmayan bir konuda vahiy ileri sürdüğüne rastlanmamıştır. Namaz kılmadığı halde kıldığını zannettiği görülmemiştir. Eğer böyle bir şey olsaydı, bütün Arabistan'da herkesin haberi olur ve sihirin Rasulullah'ı yendiği çabucak yayılırdı. Rasulullah'ın nübüvvet görevi bu sihirden hiç etkilenmedi. Yalnız kendi şahsi hayatında bir miktar etkilenme olmuştur. Bir gün Rasulullah, Hz. Aişe'nin evindeydi. O gün Allah'a tekrar tekrar dua etmişti. Bu sırada uykuya daldı. Uyandığında Hz. Aişe'ye "Ben Allah'a sorduğum sorunun cevabını aldım" dedi. Hz. Aişe "o nedir?" diye sordu. Rasulullah şöyle buyurdu: "İki kişi (yani melekler iki insan şeklinde) bana geldi. Birisi başımın, diğeri ayaklarımın tarafında durdu. Birincisi diğerine sordu. O'na ne oldu? Öbürü cevap verdi: Buna sihir yapılmış. Birincisi sordu:O'na kim sihir yaptı? Öbürü cevap verdi: Lübeyd b. Asım. Birincisi sordu: ne içinde? öbürü cevap verdi: Tarak ve saçlar bir erkek hurma içinde. Birincisi sordu: o nerede? Öbürü cevap verdi: Beni Züreyk'in kuyusu Zervan (veya Zî-ervan) içinde, bir taşın altında. Birincisi sordu: Ne yapmalı? öbürü cevap verdi: Kuyunun suyunu boşaltarak onu taşın altından çıkarmalı." Rasulullah; Hz. Ali, Ammar b. Yasir ve Zübeyr'i gönderdi. Onlarla birlikte Cübeyr b. Iyaz el-Zurkî'yi ve Kays b. Muhsin el-Zurkî'yi de gönderdi. (Yani Beni Züreyk'in iki mensubunu da gönderdi.) Rasulullah daha sonra kendisi de birkaç ashabla oraya geldi. Kuyunun suyu boşaltılarak taşın altındaki kılıf çıkarıldı. Kılıfın içinde tarak ve saçlarla birlikte, bir ip üzerinde onbir düğüm ve mumdan bir putçuk buldular.

Bu putçuğun üzerine de iğneler batırılmıştı. Cebrail gelerek Rasulullah'a "Muavezeteyn'i oku"dedi. Rasulullah'ın her iki ayeti okuyuşunda bir düğüm çözülüyor, putçuk üzerindeki iğnelerden bir tanesi de çıkıyordu. Son ayete gelindiğinde düğümler çözülmüş ve iğneler çıkmıştı. Rasulullah sihrin tesirinden kurtulduğu için, kendisini bağlardan kurtulmuş gibi hissetti. Daha sonra Lübeyd'i çağırarak sorguya çekti. Lübeyd suçunu itiraf etti. Rasululllah da onu serbest bıraktı. Çünkü kendi kişisel meselesi için kimseden intikam almazdı. Ayrıca olayı duyanlar Lübeyd'i öldürmesinler diye çevresindekilere bu olayı yaymamalarını tenbih etti. Rasulullah'a yapılan sihir hakkında rivayet edilen olayın tamamı budur. Bu rivayetten, sihir sonucunda Rasulullah'ın risaletinde eksiklik meydana geldiğinin çıkarılması mümkün değildir. Rasulullah'ın bir insan olarak Uhud savaşında görüldüğü gibi yara alması, bir hadis'te sabit olduğu gibi; attan düşerek yaralanması, yine hadis'te sabit olduğu üzere; akrep tarafından ısırılması O'nun (a.s) nübüvvet görevini etkilemediği gibi Allah'ın O'nu koruma altına almış olması ilkesine de ters düşmez. Çünkü Allah, O'nun Peygamberliğini koruma altına almıştır. Bu nedenle Rasulullah'ın şahsi yönü sihir altında kalmış olarak hastalanabilir. Yani Rasulullah'a sihrin tesir etmesi mümkündür. Bu Kur'an-ı Kerim'le sabittir. Mesela A'raf suresinde Hz. Musa'nın karşısındaki Firavun'un sihirbazlarının oradaki binlerce kişiyi sihirleyebildikleri açıklanmıştır. (A'raf, 116) Taha suresinde ise sihirbazlar iplerini ve sopalarını yere attıklarında bunların sadece diğer insanlara değil, Hz. Musa'ya da yılan gibi göründükleri; sopa ve iplerin kendisine koşarak geldiğini gören Hz. Musa'nın da korktuğu ifade edilmiştir. Hatta Allah (c.c.) O'na "Korkma, sen galip geleceksin, âsânı at!." demiştir (Taha, 66-67). Bu durumda Rasulullah'ın sihirden etkilendiğini söylemekle, Mekkeli müşriklerin iddiasını tasdik etmiş olacağız ithamına cevabımız şöyledir: Kafirler, Rasulullah'ı sihirlenmiş olarak nitelerken, O'nun sihirden etkilenerek hastalanmasını kastetmiyorlardı. Kafirler Rasulullah'ın sihir etkisi altında mecnun olduğunu ve nübüvvet iddiası ile cennet ve cehennem efsaneleri anlattığını söylüyorlardı. Tarihen sabit olduğu üzere, Rasulullah'ın sihirden etkilenmesi sadece şahsi yönüyle sınırlı kalmış, nübüvvet görevi bundan kesinlikle etkilenmemiştir. Zaten kafirler de O'nun sihir etkisi altında kalmasını birinci anlamda anlamıyorlardı.

Bir de şu görüş ileri sürülmektedir. Bazıları sihrin bir evham olduğunu söylemektedirler. Bu görüş, sihirbazların etkisinin bilimsel olarak izah edilmemesine dayanır.

Ancak, bu dünyada o kadar çok müşahade ve tecrübe vardır ki, nasıl meydana geldikleri bilimsel olarak izah edilememektedir. Bir olayı açıklamaya gücümüz yetmiyor diye, onun meydana gelmiş olmasını nasıl inkar edebiliriz? Sihir aslında psikolojik bir haldir. Nefsin etkilenmesinden bedenin etkilenmesine geçer. Mesela korku, psikolojik bir olaydır. Ama korku bedendeki tüylerin dikleşmesine yolaçarak bedene de etki eder. Ayrıca korku sırasında beden titrer. Aslında sihir ile herhangi bir gerçek değişmez. Ama insanın nefsi ve duyguları sihirden etkilendiği için, insan gerçeklerin değiştiğini zanneder. Sihirbazlar, Hz. Musa'nın karşısında sopa ve iplerini attıklarında bunlar gerçekte yılan olmamıştı. Ama oradaki binlerce insan bunları yılan olarak görmüştü. Hz. Musa da sihirden etkilenenlerin dışında kalmamıştı. Kur'an-ı Kerim aynı konuyu (sihir) Bakara 102'de şöyle beyan etmiştir: Babil'de Harut ve Marut halka sihir öğretiyorlardı. Bununla karı ve kocanın birbirinden ayrılmasını sağlıyorlardı. Bu da gösteriyor ki sihrin etkisi psikolojiktir. Halk sihrin etkili olduğunu görünce sihirbazların müşterisi oluyordu. Ancak şu unutulmamalıdır: Tüfekten çıkan bir mermi veya uçaktan atılan bir bomba nasıl ki Allah'ın izni olmadan etki edemezse aynı şekilde sihir de, Allah'ın izni olmadan hiç kimseye etki edemez. Bunun yanısıra insanın binlerce yıldır müşahade ve tecrübe ettiği birşeyi inkar etmek de inatçılıktan başka birşey değildir.

İslam'da üfürükçülük:

Bu sureler ile ilgili üçüncü mesele, İslam'da üfürükçülüğün yerinin ne olduğudur. Ayrıca üfürükçülüğün etkili olup olmadığı da tartışma konusudur. Pek çok sahih hadiste şöyle rivayet edildiği için bu problem ortaya çıkmıştır: Rasulullah her gece uyumadan önce ve özellikle hasta iken 'Muavezeteyn'i, bazı rivayetlerde ise 'Muavazat' yani İhlas ve 'Muavezeteyn' surelerini üç defa okuyarak elleri üzerine üfler, baştan aşağı bedenine sürer ve bütün bedeni üzerinde gezdirirdi. Son hastalığında bunu yapması mümkün olamadığından Hz. Aişe (ya kendi isteği ile ya da Hz. Peygamber'in (s.a.) emriyle) bu sureleri okur ve Rasulullah'ın üzerine üfler, Rasulullah da bedenine sürerdi. Bu hadis sahih senetlerle Buharî, Müslim Neseî, İbn Mace, Ebu Davud ve İmam Malik'in Muvatta'sında Hz. Aişe'nin sözleriyle mervidir. Rasulullah'ın aile hayatını Hz. Aişe'den daha iyi kim bilebilir?

Burada üfürükçülük hakkındaki ilk şer'i açıklama şu rivayettedir: İbn Abbas'tan rivayet edilen uzun bir hadis'in sonunda Rasulullah'ın şu sözleri kayıtlıdır: "Ümmetimden kendini dağlamayan, üfürükçülük yaptırmayan, fal baktırmayan ve yalnız Allah'a tevekkül edenler, kendilerine hiç hesap sorulmadan cennete gireceklerdir (Müslim).

Muğire b. Şube'den şöyle rivayet edilmiştir: Rasulullah buyurdu ki "Bir kimse kendini dağlatarak ya da üfürükçülük ile tedavi olmuşsa, Allah'a tevekkülden ilgisini kesmiştir." (Tirmizi). İbn Mesud'un rivayetine göre Rasulullah on şeyi beğenmemiştir. Bunlardan biri de üfürükçülüktür. Muavezeteyn ve Muavazât bundan müstesnadır (Ebu Davud, Ahmed, Neseî, İbn Hibban, Hakim). Bazı hadislerden Rasulullah'ın üfürükçülüğü kesinlikle menettiği anlaşılmaktadır. Daha sonra ise şirk olmamak kaydıyla buna izin vermiştir. Ancak Allah'ın pâk isimleri ya da kelamı üfürük olarak kullanılmamalıdır. Veya kullanılan kelam kendisinde hiçbir günah olmadığı anlaşılan birşey olmalıdır. Tabii bununla birlikte şifa verenin gerçekte bu kelam olmadığı, ancak Allah'ın şifa verebileceği de unutulmamalıdır. Bu şer'i açıklamadan sonra konu hakkındaki hadislere bakabiliriz:

Taberanî'nin Sağîr'inde Hz. Ali'den şöyle rivayet edilmiştir: Rasulullah bir defasında namaz kılarken akrep tarafından ısırılmıştır. Rasulullah namazdan çıktıktan sonra şöyle buyurdu: "Lanet olsun şu akrebe, namaz kılanı bile bırakmaz". Daha sonra su ve tuz istedi. Akrebin ısırdığı yere tuzlu suyu sürerken Kafirun, İhlas, Felak ve Nas surelerini okudu."

İbn Abbas'tan rivayet edilen bir hadisin bir şekli de şöyledir: Rasulullah Hz. Hasan ve Hüseyin'e şu duayı okudu: "Ben sizi Allah'ın eksiksiz kelimelerine sığındırırım. Şeytandan, zarar veren her şeyden ve kötü gözlülerden" (Buharî, Ahmed, Tirmizî, İbn Mace).

Müslim, Muvatta, Taberanî ve Beyhakî'den bazı lafzi farklılıklar ile, Osman b. Ebu'l As el-Sakafî hakkında şu rivayet nakledilmiştir: Osman, Rasulullah'a şöyle şikayet etmiştir: "Müslüman olduğumdan beri bir sancı beni perişan ediyor." Rasulullah şöyle buyurdu: "Sağ elini sancıyan yerine koy. Sonra üç defa besmele çek ve yedi defa -çektiğim ve korktuğum sancının şerrinden Allah'a sığınıyorum- diyerek elini sür." Muvatta'da bu rivayet biraz daha fazladır. Bu fazlalıkta Osman ayrıca şöyle demiştir. "O dertten kurtuldum ve evdekilere de tavsiye ettim."

Ahmed ve Tahavî de, Talak b. Ali'den şöyle rivayet edilmiştir: Bir defasında Rasulullah'ın yanında iken beni akrep ısırdı. Rasulullah beni okuyarak elini oraya sürdü."

Müslim'de Ebu Said Hudrî'den şöyle rivayet edilmiştir: Rasulullah hastalanmıştı. Cebrail gelerek "Muhammed (s.a) hastalandın mı?" diye sordu. Rasulullah "evet" dedi. Cebrail: "Allah'ın ismiyle sana üflüyorum.

Sana eziyet eden herşeyden ve hased eden her nefesten Allah (c.c.) sana şifa versin." Bunun benzeri bir rivayet Müsned-i Ahmed'de, Ubade b. Samit'den mervidir: Rasulullah hastaydı. O'nu ziyarete gittiğimde çok eziyet içindeydi. Akşam tekrar gittim. Bu kez Rasulullah'ı tamamen iyileşmiş gördüm. O'na bu kadar çabuk iyileşmesinin sebebini sordum. Şöyle dedi: Cebrail bana geldi ve birkaç kelime okudu. Ben de iyileştim." Ubade daha sonra yukardaki hadisin geri kalan kısmını hemen hemen aynı şekilde nakletmiştir. Müslim ve Ahmed de Hz. Aişe'den buna benzer bir rivayet nakletmişlerdir.

İmam Ahmed, Müsned'inde, Hz. Hafsa'dan şu rivayeti nakletmiştir: Bir gün Rasulullah bana geldi. Yanımda Şifa isminde bir kadın vardı. (Bu kadının asıl ismi Leyla idi. Ama Şifa binti Abdullah ismi ile meşhurdu. Hicretten önce müslüman olmuştu. Kureyş'in Adiyy kabilesindendi. Hz. Ömer ile aynı kabileye mensup olduğu için Hz. Hafsa'nın da akrabası oluyordu.) Bu kadın karıncalara okur üflerdi. Rasulullah şöyle buyurdu: "Bunu Hafsa'ya da öğret." Ahmed, Ebu Davud ve Neseî de Şifa binti Abdullah'tan şöyle rivayet etmişlerdir: "Rasulullah bana: -Hafsa'ya okuma-yazma öğrettiğin gibi, karıncalara üflemeyi de öğret- buyurdu."

Müslim'de, Avf b. Malik Aşciî'den şöyle mervidir: Biz cahiliyyede üfürükçülük yapardık. Bunun hakkında Rasulullah'a sorduk. Rasulullah: "Ne ile üflüyorsunuz, söyleyin. Üflediğiniz şeyde bir şirk unsuru yoksa sakıncası yok" buyurdu.

Müslim, Ahmed ve İbn Mace de, Cabir b. Abdullah'tan şöyle rivayet edilmiştir: Rasulullah üfürükçülükten menetmişti. Ondan sonra Ömer b. Hazm'ın ailesine mensup olanlar gelip şöyle dediler: "Ya Rasulallah, bizde bir amel var ki, onunla akrep ve yılan ısırmasına karşı üfleriz. Ama siz menetmişsiniz." Onlar üflerken kullandıkları kelamı Rasulullah'a okudular. Rasulullah "Bunda bir sakınca yok" buyurdu.

"Sizlerden birinin kardeşine bir yararı dokunacaksa yardım etsin" dedi. Cabir b. Abdullah'ın Müslim'deki diğer bir rivayeti de şöyledir: Hazm ailesinin yanında yılan ısırmasına karşı bir amel vardı ve Rasulullah onlara izin vermişti." Bunu teyid eden bir rivayet Müslim ve İbn Mace'de Hz. Aişe'den mervidir: "Rasulullah Ensarın bir ailesine, zehirli hayvanların ısırmasına karşı üfürmeleri için izin vermiştir." Müsned-i Ahmed, Tirmizi, Müslim ve İbn Mace'de de Enes'ten bunun benzeri bir rivayet nakledilmiştir: "Rasulullah, zehirli hayvanların ısırmasına, karınca hastalığına ve kötü nazara karşı üfürmeğe izin vermiştir."

Müsned-i Ahmed, Tirmizî, İbn Mace ve Hakim'de Hz. Umeyr Mevlâ Ebu'l Lehm'den şöyle nakledilmiştir: "Cahiliyye döneminde bende bir amel vardı ve onunla üfürürdüm. Rasulullah'a bunu arzettim. Rasulullah "Bundan filan filan şeyi çıkar, geri kalanını üfür" buyurdu."

Muvatta'daki bir rivayet de şöyledir: Hz. Ebubekir, kızı Hz. Aişe'nin evine gittiğinde onu hasta gördü. Bir yahudi kadın ona üflüyordu. Bunun üzerine Hz. Ebubekir "Allah'ın kitabını okuyarak O'na üfle" dedi." Bundan anlaşılıyor ki Ehli Kitap, Tevrat ve İncil'den ayet okuyarak üflerse caizdir.

Burada üfürükçülükten bir fayda elde edilip edilmediği sorusu ortaya çıkmaktadır. Bunun cevabı şudur: Rasulullah ilaçtan menetmemiş, hatta şöyle buyurmuştur: "Allah her hastalığın ilacını yaratmıştır, ondan yararlanın." Rasulullah kendisi de bazı kimselere ilaç tavsiye etmiştir. Bu konudaki hadisler Kitab'ut Tıb'ta mevcuttur. Dua ancak Allah'ın hükmü ve izni ile yarar sağlayabilir. Yoksa dua, ilaç ve tıbbî tedavi dışında faydalı olsaydı kimse hasta olmazdı. İlaç ve tedavinin yanısıra Allah'ın kelamı ve Esma-i Hüsna'sından da yararlanılabilir. Tıbbi tedavinin çaresiz kaldığı bazı zamanlar Allah'ın kelamı ve Esma-i Hüsnası ile dua etmek, aşırı materyalistler dışında hiçkimsenin aklına ters düşmez. Fakat tedavi ve ilaç mümkün iken ona başvurmamak doğru değildir. Yalnız üfürük ile yetinmek yanlıştır. Hatta bazıları muskacı dükkanları açarak bunu bir de geçim vasıtası haline getirmişlerdir.

Bazıları üfürükçülüğün caiz olmasına delil olarak Ebu Said Hudrînin rivayetini göstermektedirler. (Buhari, Müslim, İbn Mace, Tirmizi, Ebu Davud). Bunu teyid eden bir rivayeti İbn Abbas şöyle nakletmiştir: "Rasulullah ashabtan birkaç kişiyi sefer için göndermişti. Ebu Said Hudrî de gidenler arasındaydi. Ashab yolda, bir Arap kabilesinin yerleşim yerinde mola verdi. Oradaki kabileye kendilerini misafir etmesini rica ettiler. Kabile bunu kabul etmedi. Bu sırada kabilenin reisini akrep ısırdı. Kabiledekiler ashabın yanına gelerek bir ilaçları olup olmadığını sordular. Ebu Said Hudrî "Var, ama bizi misafir etmediğiniz için sizden ücret alacağız" dedi. Onlar bunun karşılığında bir keçi sürüsü (bir rivayette 30 keçi) vermeyi kabul ettiler.

Ebu Said Hudrî reisin üzerine Fatiha suresini okurken, tükürüğünü de akrebin ısırdığı yere sürdü. (Çoğunluk rivayete göre bu işi yapan Ebu Said Hudrî idi. Ama bu rivayetlerde sözkonusu sefere Ebu Said Hudrî'nin katıldığı belirtilmemiştir. Tirmizi'de ise bu ikisi de açıktır.) Sonunda kabilenin reisi iyileşti ve vadettikleri keçileri verdiler. Ama ashab arasında bu gibi işler karşılığında ücret alıp almamanın caiz olup olmadığı konusunda tartışma çıktı. Bu keçilerden yararlanmadan önce Rasulullah'a sormak gerektiği üzerinde anlaşarak yola çıktılar. Rasulullah'ın yanına döndükten sonra bu olayı anlattılar. Rasulullah gülerek "Bu surenin üfürüleceğini nereden bildiniz?" karşılığını verdi ve "keçileri alın ve benim hissemi de ayırın"dedi.

Bu hadisten muskacılık ve üfürükçülük dükkanı açmaya cevaz çıkarmadan önce, Arap toplumunun o zamanki şartlarına göz atalım. Ebu Said Hudrî'nin hangi şartlar altında bunu yaptığı önemlidir. Ayrıca Rasulullah böyle bir amele sadece cevaz vermemiş, kendisi de hisse isteyerek ashabın cevaziyet konusundaki şüphelerini ortadan kaldırmıştır. Arabistan'da durum şöyleydi. Bir yerleşim merkezi diğerinden 50-100 km uzaktaydı. Ve ikisi arasında hiçbir insan yoktu. O dönemde yerleşim merkezleri arasında otel, han ve benzeri şeyler de yoktu. Bu durumda günlerce sürecek yolculukta yiyecek satın alabilmek de sözkonusu değildi. Bunun için Arabistan'da, bir yere misafir gelen kişiyi ağırlamanın ahlakî sorumluluğu vardı. Ağırlamayı inkar etmek misafirin canına mal olabilirdi. Misafir kabul etmemek Arabistan'da çok ayıp sayılırdı. Bu nedenle Rasulullah, ashabını misafir etmeyi reddeden kabilenin reisini tedavi etmenin karşılığı olarak ücret alınmasını caiz saymıştır. Çünkü kabiledekiler bu ücreti, ashabtan birisinin Allah'a güvenerek Fatiha suresini reise okuması sonucu, onun iyileşmesine vesile olduğu için vermişlerdi. Rasulullah da, bu iş karşılığında alınan ücreti temiz ve helal saymıştır. Buharî'de bu olay hakkında İbn Abbas'dan nakledilen rivayette Rasulullah'ın ifadesi şöyledir: "Yerine başka bir şey yapmaktansa Allah'ın kitabını okuyarak ücret almanız daha iyidir." Rasulullah burada, Allah'ın kitabı ile amel etmekten daha iyi ne olabileceğine işaret etmiştir. Bunun yanısıra, bu yolla Arap kabilesine Hakkın tebliği de yapılmış oluyordu. Nitekim onlar Allah'ın kitabının bereketinden de haberdar edilmişlerdi. Bu olay şehirlerde ve yerleşim merkezlerinde oturan, muska ve üfürükçülük dükkanları açarak bunu kazanç aracı edinenlere delil olamaz. Böyle bir amelin benzerine ne Rasulullah, ne ashab, ne tabiin ve ne de eimme-i selef dönemlerinde rastlanamaz.

Fatiha Suresinin Muavezeteyn İle İlişkisi:

Muavezeteyn hakkında dikkat çeken bir nokta da, Kur'an'ın başlangıcı ve sonu arasındaki ilişkiyi sağlamasıdır. Kur'an nüzul sırasına göre düzenlenmemiştir. 23 senede ve çeşitli yerlerde; zamana, şartlara ve ihtaçlara göre nazil olan ayetlerin, surelerin sırası Rasulullah tarafından değil, Kur'an'ı indiren Allah'ın emriyle düzenlenmiştir. Bu sıraya göre Kur'an Fatiha ile açılır, muavezeteyn ile son bulur. Bu iki sureye dikkat edilirse; açılışta: Rahman ve Rahim, din gününün sahibi olan Allah'a hamd-ü senâdan sonra, kul şöyle arzeder: Ey Allahım, ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım dilerim. İhtiyacım olan en büyük yardım olarak bana doğru yolu göster.. Allah (c.c.) da (c.c), doğru yolu göstermek üzere cevap olarak bütün Kur'an'ı ortaya koyar. Sonra Rabb'ul Felak, Rabb'un Nas, Melik'un Nas ve İlah'un Nas olan Allah (c.c.) şöyle seslenmemizi emreder: "Mahlukun her çeşidinin fitne ve şerrinden sana sığınırım. Özellikle cin ve insanlardan vesvese veren şeytanlara karşı. Çünkü doğru yoldan saptıran en büyük engel onlardır." Bu açılış ve kapanış arasındaki uygunluk ve ilişki hiçkimseye kapalı değildir.

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1 De ki:1 Sığınırım ben,2 karanlığı yarıp sabâhı ortaya çıkaran Rabbe,3

2 Yarattığı şeylerin şerrinden,4

3 Karanlığa çöktüğü zaman gecenin şerrinden,5

4 Düğümlere üfüren-kadınların şerrinden,6

5 Ve hased ettiği zaman, hasetçinin şerrinden.7

AÇIKLAMA

1. "Kul(de)" kelimesi, vahiyden bir parçadır. Rasulullah'ın risalet mesajından bir cüzdür. Bunun ilk muhatabı Rasulullah olsa da, her mümin bu kelimenin muhatabıdır.

2. "Sığınma" fiilinde üç unsur vardır. Birincisi, sığınmak isteyen. İkincisi, kendisine sığınılacak kişi. Üçüncüsü, kendisinden sığınılacak şey. "Sığınma"dan murad, korku nedeniyle bir şeyden korunmak için bir başkasına dayanmak, onun himayesine girmek ve ona sarılmaktır. "Sığınan kimse" bir şeyden korktuğu ve ona güç yetiremediği için başkasına sığınma ihtiyacı hisseder. Sığınan kimse, sığındığı kişinin, korktuğu şeye güç yetirdiğine ve kendisini ondan koruyacağına inanır. Sığınmanın bir çeşidi de; tabiat kanunundan, maddi bir şeyden, şahıstan veya kuvvetten meydana gelmiş bir şeye sığınmaktır. Meselâ, düşman saldırısına karşı kaleye sığınmak gibi. Veya kurşuna karşı hendeğe ya da bir duvarın arkasına sığınmak gibi. Veya, güçlü bir zalime karşı bir insana, bir millete ya da bir hükümete sığınmak gibi. Hatta güneşe karşı bir ağaç veya binanın gölgesine sığınmak gibi. Diğer bir sığınma çeşidi de; her tür tehlikeden, maddî, ahlakî veya ruhanî olan zararlardan, fıtrat üstü bir Zât'a sığınmaktır. O Zât tabiat kanunlarının da üstünde hakim olduğu için, insan, his ve idrakı gereği ancak O'na sığınma ihtiyacı duyar.

Bu ikinci tip sığınma, sadece Felak ve Nas surelerinde konu edilmemiş, Kur'an ve Sünnette de nerede kendisinden bahsedilmişse orada kasdedilen de aynı sığınma çeşidi olmuştur. Bu tip sığınmanın Allah'tan başkasına olmaması tevhid akidesinin gereğidir. Müşrikler bu tür sığınmayı Allah'tan başkası için de yapıyorlardı. O dönemde Allah'tan başka, cin, tanrı, ve tanrıçaya da sığınıyorlardı; bugün de sığınmaktadırlar. Maddeperest olanlar da maddi güçlere ve vesilelere sığınırlar. Çünkü onlar fıtrat üstü bir güce inanmazlar. Ama, bir mümin, afet ve belaları defetmeye gücü yetmiyorsa, onlara karşı ancak Allah'a rücu eder ve O'na sığınır. Kur'an müşrikler hakkında şöyle buyurmuştur: "Doğrusu insanlardan bazı erkekler, cinlerden bazı erkeklere sığınırlardı da onların kibir ve azgınlıklarını artırırlardı." (Cin, 6). Bunun açıklamasını an: 7'de İbni Abbas'ın kavlini naklederek şu şekilde yapmıştık: Arap müşrikleri gece bir vadide konaklamaya mecbur kaldıklarında şöyle derlerdi: "Biz bu vadinin Rabb'ine (yani bu vadinin maliki ve hakimi olan cine) sığınırız." Bunun yanısıra Firavun hakkında da şöyle buyurulmuştur: (Hz. Musa'nın büyük ayetlerini görünce) Kendi gücüne dayanarak kibirlendi." (Zariyet, 39). Kur'an Allah'a inananların tutumunu ise şöyle beyan eder: "Bir şeyden korktuğunuzda, ister maddi, ister ahlâkî ve ruhanî olsun, bunların şerrinden Allah'a sığının." Mesela Hz. Meryem hakkında şöyle buyurulmuştur: Yalnızken, Allah'ın meleği bir erkek şeklinde çıkagelince (Meryem bu gelenin melek olduğunu bilmiyordu) Meryem O'na şöyle dedi: "Eğer Allah'tan korkuyorsan, senden, Rahman olan Allah'a sığınırım." (Meryem, 18). Hz. Nuh Allah'a yersiz bir dua ettiğinde Allah (c.c.) O'nu ikaz etmiş ve Hz. Nuh da hemen şöyle demişti: "Allahım, bilmediğim şeyi istemekten Sana sığınırım." (Hud, 47). Hz. Musa İsrailoğullarına bir inek kesmelerini emrettiğinde Musa'ya şöyle demişlerdi: "Bize şaka mı yapıyorsun? Bunun üzerine Hz. Musa şöyle cevap verdi: "Cahillikten Allah'a sığınırım." (Bakara, 67).

Aynı konu sahih hadis kitaplarında nakledilen Rasulullah'ın dualarında da mevcuttur. Şimdi bu dualara bakalım:

Hz. Aişe'den Rasulullah'ın yaptığı dualarda şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Allah'ım işlediğim ve işlemediğim kötülüklerden sana sığınırım. Eğer yapmadığım bir işten, yapmadığım için bir zarar geldiyse ondan da sana sığınırım. Veya yapmamam gerekirken yaptığım bir işten dolayı sana sığınırım." (Müslim).

İbn Ömer'den Rasulullah'ın dualarından birinin de şu olduğu rivayet edilmiştir: "Allah'ım sahip olduğum nimetlerden mahrum olmaktan sana sığınırım. Bana nasip olan bu afiyetin yok olmasından sana sığınırım. Ani gazabından ve hoşnutsuzluğundan sana sığınırım." (Müslim).

Zeyd b. Erkam'dan Rasulullah'ın şöyle dua ettiği rivayet edilmiştir: "Faydasız ilimden, korkusuz kalpten, doymayan nefisten ve kabul olmayan duadan sana sığınırım." (Müslim).

Ebu Hureyre'den, Rasulullah'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Allah'ım geceyi kendisi ile geçirmenin en kötü şey olduğu açlıktan sana sığınırım. Hıyanetten de sana sığınırım, çünkü o çirkin bir şeydir." (Ebu Davud).

Enes'den Rasulullah'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Allah'ım, sedef, delilik, cüzzam ve bu gibi diğer hastalıklardan sana sığınırım. (Ebu Davud).

Kutbe b. Malik'ten Rasulullah'ın şöyle dua ettiği rivayet edilmiştir: "Allah'ım kötü ahlak, kötü amel ve kötü heveslerden sana sığınırım." (Tirmizi).

Hz. Aişe'den, Rasulullah'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Allah'ım, ateşin fitnesinden, zenginlik ve fakirliğin şerrinden sana sığınırım."

Şâkal b. Humeyd, Rasulullah'a şöyle söylemiştir: "Ya Rasulallah bana bir dua öğret." Rasulullah buyurdu: "Şöyle de: Kulağın şerrinden, gözün şerrinden, dilin şerrinden, kalbin şerrinden ve şehvetin şerrinden sana sığınırım." (Tirmizi, Ebu Davud).

Enes, b. Malik Rasulullah'dan şöyle rivayet etmiştir: "Allahım, acizlikten, tembellikten, korkaklıktan, yaşlılıktan, cimrilikten, kabir azabından, hayat ve ölüm fitnesinden (Müslim'in bir rivayetinde şu ilave de vardır.) Borç yükünden ve başkalarının bana galip gelmesinden sana sığınırım." (Buhari ve Müslim).

Havle b. Mukim Es-Sülemî, Rasulullah'tan şöyle rivayet etmiştir: "Bir kimse bir yerde kamp kurarken, -ben mahlukun şerrinden Allah'a eksiksiz kelimeleri ile sığınıyorum- derse, o kampı terkedene kadar hiçbir şey ona zarar veremez." (Müslim).

Rasulullah'ın bazı dualarını örnek olarak naklettik. Bu rivayetlerden açıkça anlaşılıyor ki mümin, her tehlike ve şerre karşı sadece Allah'a sığınmalıdır. Allah'tan müstağni olmak ve gönlünü başkasına bağışlamak mümine yakışmaz.

3. Burada "Rabb'ül Felak" kullanılmıştır. "Felak"ın asıl manası "yırtmak"tır. Çoğunluk müfessirlere göre bundan murad, sabahın karanlıkları yırtarak doğmasıdır. Arapça'da "felak'üs subh" günün doğmasını ifade etmek için kullanılır. Kur'an'da Allah (c.c.) için "Falik'ul Esbah" yani 'gece karanlığını yırtarak sabahı getiren' denilmiştir.(Enam, 96).

"Felak"ın ikinci manası olarak "halak" (doğmak) da söylenmiştir. Çünkü, dünyada herşey meydana gelirken içinde bulunduğu ortamı yırtarak çıkar. Sözgelimi bütün su kaynakları dağları veya toprağı yırtarak açığa çıkar. Gündüz, geceyi yırtarak meydana gelir. Yağmur damlaları bulutları yırtarak yere inerler. Hayvanlar ana rahminden veya yumurtadan aynı şekilde çıkarlar. Hasılı bütün varlıklar bir nevi inşikak ile yokluktan varlığa geçerler. Hatta yeryüzü ve gökler büyük bir patlama sonucu meydana ayrı ayrı gelmişlerdir: "...göklerle yer bitişikti, biz onları ayırdık." (Enbiya, 30) Yani "Felaka" bütün varlıklar için geçerli genel bir kavramdır. Konumuz olan ayeti eğer birinci anlama göre değerlendirirsek anlamı şöyle olur: "Ben, sabahı getirene sığınırım." Eğer diğer anlamı esas alırsak o zaman anlamı şöyle olur: " Bütün canlıların Rabb'ine sağınırım" Burada Allah'ın zat isminin yerine sıfat ismi olan Rabb'in kullanılmasının nedeni; Rabb, yani "terbiye eden", "yetiştiren" sıfatının sığınmak olayına daha çok uygun düşmesidir. "Rabb'ül Felak"tan muradı, "Sabahı meydana getiren Rabb" olarak kabul edersek ayetin anlamı şöyle olur: "Gece karanlığından gündüzün aydınlığına çıkaran Rabb'a sığınırım. O Rabb gece afetinden çıkararak gündüzün afiyetine erdirmiştir." "Rabb'ül Felak"tan muradı, "Rabb'ul Halak" olarak kabul edersek, o zaman ayetin manası şöyle olur: "Bütün varlıkların sahibine sığınırım ki, varlıkların şerrinden korusun."

4. Diğer bir ifadeyle "bütün varlıkların şerrinden O'na sığınırım." Bu cümledeki bazı noktalara dikkat etmelidir:

Birincisi, burada "şerr"in nisbeti Allah'a değil, yarattığı mahlukata yapılmıştır. "Ben Allah'ın yarattığı şerden O'na sığındım" denmemiştir. Şöyle denmiştir: "Yaratıkların şerrinden Allah'a sığınırım." Buradan anlaşılıyor ki Allah (c.c.) hiçbir mahluku şer için yaratmamıştır. Aslında O'nun (c.c) işi hayır ve sulhe dayanır. Fakat mahlukatın içinde bazılarına, yaratılış hikmeti tamamlansın diye bazı özellikler de verilmiştir. Bu nedenle bazı mahlukattan pek çok şer meydana gelir.

İkincisi; aslında ayetteki bu ifadeyle yetinilip, sonraki ayette belli mahlukatın şerri zikredilmeseydi bile, mahlukatın şerri konusunda bu ayet yeterli olurdu. Ama bu genel açıklamadan sonra bazı mahlukun şerri ayrıca zikredilmiştir. Bunun nedeni, zikredilen şeylerden Allah'a sığınmaya, diğer şerlerden sığınmaktan daha çok ihtiyaç olmasıdır.

Üçüncüsü; mahlukatın şerrine karşı sığınmanın en etkili yolu, onları yaratana sığınmaktır. Çünkü Allah, her halükarda mahlukatı üzerinde galiptir ve bizim bilmediğimiz şerleri bilir. Dolayısıyla Allah'a sığınma öyle bir yüce Hakime sığınmaktır ki, O'na karşı hiçbir şeyin gücü yetmez.

O'na (c.c) sığınmakla mahlukunun bildiğimiz ve bilmediğimiz her türlü şerrinden de O'na sığınmış oluruz. Ayrıca, sadece bu dünyanın değil ahiretin şerrinden de O'na sığınmış oluruz.

Dördüncüsü; "şer" kelimesi zarar, noksan, eziyet ve keder için de kullanılır. Bunlara sebep olarak hastalık, açlık, savaşta yara almak, ateşte yanmak, akrebin ısırması veya evladın ölmesinden dolayı üzülmek gibi şerleri birinci kategoride zikredebiliriz. Çünkü bunlar eziyet meydana getirirler. Buna karşılık küfür, şirk, her türlü günah ve zulüm ise ikinci kategoride şerlerdir. Bunlar da aslında zarar ve noksanlık ihtiva ederler, ama birinci kategoridekiler gibi eziyet vermezler. Hatta bazı zamanlar bunlardan lezzet ve fayda bile elde edilebilir. Hâsılı şerre karşı Allah'a sığınmak bu iki tür şerri de kapsar.

5. Genel olarak mahlukatın şerrinden Allah'a sığınmanın zikredilmesinden sonra, bazı özel şeylerden sığınma ayrıca telkin edilmiştir. Ayette "Ğâsıkın iza vekab" ifadesi kullanılmıştır. "Ğâsık"ın lügat manası "karanlık"tır. Mesela Kur'an'ı Kerim'de bir yerde şöyle buyurulmuştur: "Güneşin kaymasından, gecenin kararmasına (gaseke'l leyl..)" (İsra, 78) "Vekab"ın manası ise dahil olmak ve kaplamaktır. Gece karanlığının şerrinden Allah'a sığınmak özellikle telkin edilmiştir. Çünkü suçlar çoğunlukla gece karanlığında işlenir. Eziyet verici ve zehirli hayvanlar da gece ortaya çıkarlar. Bu sure nazil olduğunda Arabistan'da, anarşi ve korku nedeniyle gece karanlığı çok korkunç bir şeydi. Çünkü çeteler karanlıkta ortaya çıkar ve yerleşim merkezlerini talan ederlerdi. Rasulullah'ın hayatına son vermek isteyenler de katilin kim olduğu bilinmesin diye bu cinayeti gece karanlığında yapmayı planlıyorlardı. Onun için, özellikle gece ortaya çıkan bütün afet ve şerlerden Allah'a sığınılması telkin edilmiştir. Burada gece karanlığının şerrinden, fecri getiren Allah'a sığınılmasındaki incelik kimsenin gözünden kaçmaz.

Bu ayetin tefsirinde bir tereddüt vardır. Hz. Aişe'nin rivayet ettiği müteaddit sahih hadislerde şöyle nakledilmiştir: "Gece gökte Ay çıkmıştı. Rasulullah elimi tutarak Ay'ı işaret etti. Buyurdu ki: "Allah'a sığının-"Gâsikın iza vekab- budur." (Ahmed, Tirmizi, Nesei, İbn Cerir, İbn Münzir, Hakim, İbn Merduye.) Bu hadisin tevili bazılarına göre "iza vekab"ın anlamının "iza hasefe" olarak anlaşılması iledir. Yani Ay'ın tutulması olarak anlaşılabilir. Fakat hiçbir rivayette, Rasulullah aya işaret ettiğinde ayın tutulmuş olduğuna dair bir kayıt yoktur. Ayrıca arapçada "iza vekab" yerine hiçbir zaman "iza hasefe" kullanılmaz.

Bana göre bu hadisin sahih tevili şöyledir: Ay ancak gece çıkar. Gündüz de gökte olduğu halde görünmez. Bunun için Rasulullah'ın sözünün anlamı "Onun (Ay'ın) çıktığı zamandan, yani gece karanlığından Allah'a sığının" şeklindedir. Çünkü Ay'ın aydınlığı saldırganlara karşı direnen kimseye çok fazla yararlı olmaz. Suç işlemeyi hedef alanlara daha çok yararlı olur. Rasulullah konu ile ilgili olarak bir hadisinde şöyle buyurmuştur: "Güneş battıktan sonra şeytanlar her tarafa yayılır. Dolayısıyla karanlık bitinceye kadar çocuklarınızı eve toplayın. Hayvanlarınızı kapatın."

6. Burada "neffâsâti fi'l ukad" ifadesi kullanılmıştır. "Ukad" ukdenin çoğuludur. Anlamı düğümdür. Bir ipi düğümlemekte olduğu gibi. "Nefese"nin anlamı üflemektir. Nefese'nin çoğulu "neffâse"dir. Bunu "allâme" kalıbında anlarsak anlamı "çok üfleyen erkek" olur. Eğer bu kelimeyi müennes (dişi) sigada anlarsak o zaman "çok üfleyen kadınlar" olur. Nefese'nin çoğulu "nüfus ve cemaatler" de olabilir. Çünkü Arapça'da nüfus ve cemaat kelimesinin ikisi de müennestir. Düğüme üflemek kelimesi pekçok müfessire göre sihir için kullanılır. Çünkü sihirbazlar, bir iple düğüm atarak ona üflerler. Bu ayetin anlamı "sihirbazların şerrine karşı fecri getiren Rabb'e sığınırım." şeklindedir. Ayetin bu anlamını şu rivayet de teyid eder: Rasulullah'a sihir yapıldığında Cebrail (a.s) gelerek Muavezeteyn'i okumasını tavsiye etmişti. Muavezeteyn'de bir tek bu cümle sihirle ilgilidir. Ebu Müslim, İsfahani ve Zemahşeri "Neffasâti fi'l ukad"ı başka bir anlamda açıklamışlardır. Onlara göre ayetten murad kadınların kurnazlığı ve hileleridir. Onlar erkeklerin azim, irade ve düşüncelerine etki ederler. Bu etki ayette sihire benzetilmiştir. Çünkü kadına aşık olan bir insanın hali büyülenmiş gibidir. Bu tefsir gerçekten ilginçtir. Ama seleften gelen kabul görmüş tefsire ters düşmektedir. Girişte açıkladığımız bu surelerin nazil olduğu şartlarla da mutabakat sağlanmaz.

Sihir hakkında şu bilinmelidir; Birisini sihirle etki altına almak için şeytandan ve yıldızlardan yardım istenir. Kur'an bu nedenle sihiri küfür saymıştır. "Süleyman küfre gitmedi, fakat o şeytanlar küfre gittiler, o insanlar sihir öğretiyorlar.." (Bakara, 102) Yapılan sihirde şirk olmasa ve küfür kelimesi bulunmasa da sihir haramdır. Rasulullah onu, yedi büyük günahtan biri saymıştır. Bu yedi günah insanın ahiretini mahveden günahlardır. Buhari ve Müslim'den, Rasulullah'ın şöyle dediği Ebu Hureyre'den rivayet edilmiştir: "Mahveden yedi şeyden sakının. Ashab sormuş: Ya Rasulallah onlar nedir? Rasulullah şöyle buyurmuştur: "Allah'a şirk koşmak, sihir yapmak, haksız yere adam öldürmek, faiz yemek, yetimin malını yemek, cihadda düşmandan kaçmak, iffetli bir mümin kadına zina iftirası atmak."

7. "Hased"in anlamı bir şahsın Allah'ın verdiği bir nimet ya da faziletin başkasında da bulunmasından hoşlanmamasıdır. Veya o nimetlerin ondan alınıp kendisine verilmesini ve eğer kendisine verilmediyse başkasına da verilmemesini istemesidir. Hased edenin şerrinden Allah'a sığınmanın manası; hased eden kişinin başkalarında bulunan iyiliği, söz ve fiili ile yoketmeye çalışmasından Allah'a sığınmaktır. Hased eden kişi bu tutumu fiile geçirmediği müddetçe, bundan Allah'a sığınmaya ihtiyaç duyulmaz. Çünkü kalbinde ne olduğu bilinemez. Ama hased fiile döküldüğünde ilk iş Allah'a sığınmak olur. Ayrıca hased edenin şerrinden sığınmak için bazı tedbirler de alınır. Bunlardan birisi, insanın Allah'a tevekkül etmesi ve Allah'ın izni olmadan hiçkimsenin zarar veremeyeceğine inanmasıdır. İkincisi, hased edenin yaptığına sabretmesi ve sabırsız davranarak onun seviyesine inmemesidir. Üçüncüsü, hased eden Allah'tan korkmasa, halktan utanmasa ve hatta çok terbiyesiz davranışta bulunsa da, hased edilenin takvayı elden bırakmamasıdır. Dördüncüsü, kalbinde hased edilene pek yer vermemesi ve fazla düşünmemesidir. Onu fazla düşünmek, ona mağlup olmanın başlangıcı olur. Beşincisi, hased edene karşı kötü muamele yapılmamasıdır. İmkan varsa ona iyilik ve ihsanda bulunmalıdır. Hased edenin kendisine ne gibi kötülükler düşündüğüne aldırmamalıdır. Altıncısı, hasede uğrayanın tevhid akidesine sebat göstermesidir. Çünkü bir insanın kalbinde tevhid kökleşmişse, o hiçbir zaman, hiç kimseden korkmaz.

FELAK SÜRESİ(Seyyid KUTUB)

1- De ki; "Sığınırım ben, karanlığı yarıp sabahı ortaya çıkaran Rabbime.

2- Yarattığı şeylerin şerrinden.

3- Karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden.

4- Düğümlere üfleyip tüküren büyücü kadınların şerrinden.

5- ve hased ettiği zaman hasedcinin şerrinden."

Ayette geçen "Felak" kavramının anlamlarından biri sabahtır. Bir anlamı da bütün yaratıklardır. Böylece varlık ve hayatın kendisinden geldiği herşeyin kaynağına işaret edilmiştir. Nitekim En'am suresinde şöyle denmiş:

"Tohumu ve çekirdeği çatlatan Allah'tır. O ölüden diriyi ve diriden ölüyü çıkarır. İşte Allah budur. Nasıl olur da bu gerçeği görmezlikten geliyorsunuz."

"Sabahı açtıran O'dur. O gerçeği dinlenme zamanı, güneş ile aynı zaman ölçme birimi yaptı. Bu, üstün iradeli ve herşeyi bilen Allah'ın düzenlemesidir." (En'am 95-96)

Felak kavramının anlamını sabah olarak kabul ettiğimizde sabahın Rabbine sığınmış oluruz. Yani bizi kapalı ve gizli olan herşeyin şerrinden aydınlıkla koruyan ve güvenceye alan Allah'a.

Felak'ın anlamını yaratına olarak kabul ettiğimizde yaratıkların Rabbine sığınmış oluruz. Yani bizi her tür yaratığın şerrinden koruyan Allah'a. Nitekim bu anlam sonraki ayetle de uyum sağlamaktadır.

"Yarattığı şeylerin şerrinden: '

Yani genel ve özel olarak O'nun tüm yaratıklarının şerrinden. Yaratıkların bazı durumlarda birbirleriyle ilişkilerinde pek çok kötü yönleri vardır. Başka durumda ise pek çok iyilikleri ve yararları vardır. Burada onların kötülüklerinden Allah'a sığınılması, onların iyiliklerine gölge düşürmemek içindir. Bu varlıkları yaratan Allah onların kötülüklerinin değil, iyiliklerinin ortaya çıkacağı ortamları ve durumları oluşturmaya onları bu şekilde yönlendirmeye de kadirdir!

"Karanlığı çöktüğü zaman karanlığın şerrinden." Ayet-i kerimede geçen "ğasık" sözlükte kaynayan, dökülen demektir. "Vekab" ise dağlarda suların kendisinden sızdığı delik demektir. Burada çoğunlukla amaçlanan gece ve içindekilerdir. Gece yayılıp geldiğinde, ortalığı kapladığında evet İşte gecenin kendisi bu durumda korku salmaya başlar. Herşeyde gizli olan, meydana gelebilecek, bilinmeyenlerin oluşturabileceği korku şöyle dursun. Bu karanlık içinde saldıracak yırtıcı bir hayvanın, saldırıya geçecek usta bir hırsızın fırsat kollayan pusu kurmuş bir düşmanın, sokacak zehirli bir sürüngenin; vesveselerin, kuruntuların, endişelerin ve korkuların hepsi gece karanlığında yayılır. Duygular ve vicdan bunalır. Karanlık, şeytanın hareketine ve mesajlarına müsait zeminler oluşturur. Yalnızlık bastığında görülen ve görülmeyen, yürüyen ve sürünen herşey ürpertici bir hal Alır!

"Düğümlere üfleyip tüküren büyücü kadınların şerrinden."

Ayet-i kerimede geçen "düğümlere üfleyenler" duyu organlarını yanıltma, sinir sistemini bozma yoluyla insanın iç alemine mesajları gönderen, psikolojik olarak insanı ve duygularını etkisi altına alan büyücü kadınlardır, cadılardır. Bunlar ip, mendil gibi şeylere düğümler atar ve üfürürler. Bu, büyü ve etkilemenin bir geleneği haline gelmiştir. Büyü eşyanın yapısını değiştirmez ve ona yeni bir gerçeklik kazandırmaz. Sadece insanın duyu organlarını ve hislerini büyücünün istediği tarafa doğru yönlendirir. Zihninde canlandırır. İşte Kur'an'ın Hz. Musa'nın kıssasını verirken tasvir ettiği büyü de budur. Taha suresinde Kur'an şöyle buyurmaktadır: "Büyücüler `Ya Musa, ya sen önce hünerini göster, ya da biz hünerimizi ortaya koyalım' dediler. Musa `Önce siz hünerinizi gösterin' dedi. O sırada adamların yere attıkları ipler ve değnekler büyülerinin etkisi ile Musa'ya yürüyorlarmış gibi göründüler. Bunun üzerine Musa'nın içine korku düştü. Allah ona dedi ki: `Korkma, üstün gelecek olan sensin: Sağ elindeki değneğini yere atıver de onların gösterdikleri marifetleri yutuversin. Onların hünerleri bir büyücü hilesinden ibarettir. Büyücü hiçbir yerde başarılı olamaz." (Taha 65-69)

İşte bu şekilde onların ipleri ve değnekleri gerçek yılanlara dönüşmemişlerdi. Fakat insanlara, onları hareket eden yılanlar halinde göstermişlerdi. Öyle ki Hz. Musa'nın içinde de bir korku meydana gelmişti. Sonra yüreği yatışınca Hz. Musa'nın asası gerçekten yılana dönünce gerçek ortaya çıktı. Büyü ve yanıltma tesiriyle yılan diye gösterilen ipleri ve değnekleri Asa yutuvermişti.

İşte büyünün gerçek mahiyeti budur. Bizde onu bu şekilde kabul etmeliyiz. Ve o bu yapısıyla insanları etkiler, mesajı doğrultusunda insanlarda duygular meydana getirir. Büyücünün istediği tarafa doğru onları yönlendirir, korkutur ve sıkıntıya düşürür. Bu sınırda ve bu ölçüde durmalı. Büyünün yapısını ve düğümlere üfürmeyi böyle anlamalı ve bu şekilde değerlendirmeliyiz. Bu haliyle sihir kendisinden Allah'a sığınılması gereken bir kötülüktür. Ondan Allah'ın konuşmasına sığınmak gerekir.

Bazıları sahih olan fakat mütevatir olmayan birtakım rivayetler de Yahudi olan Lebid ibni Asam'ın Hz. Peygamberi Medine'de büyülediğini kaydetmektedirler. Bazı rivayetlerde bu büyünün süresi birkaç gün bazılarında birkaç ay olarak gösterilmektedir. Öyle ki bu sırada Hz. Peygamber eşleriyle ilişkiye geçtiğini hayal ettiği halde aslında onlara dokunmamıştır. Yapmadığı halde bazı şeyler yaptı gibi kendisine gösterilmiştir. Rivayetlere göre bu ki sure Hz. Peygamberi bu halden kurtarmak için inmiştir. Hz. Peygamber rüyasında kendisine haber verildiği şekilde yapılan büyüyü ortaya çıkarıp bu iki sureyi okuduğunda düğümler çözülmüş ve Peygamberin üzerinde bu kötü hal ortadan kalkmıştır.

Ne var ki bu rivayetler eyleminin ve tebliğinin aslını oluşturan Nebevi ismet sıfatına aykırı düşmektedir. Hz. Peygamberin her sözünün birer sünnet ve yasa olduğu şeklindeki inançla da bağdaşmamaktadır. Sonra Kur'an'ın açıklamasına da terstir. Çünkü Kur'an, Peygamberin büyülenmediğini belirtmektedir. Müşriklerin bu türden iftiralara dayalı iddialarını yalanlamaktadır. Dolayısıyla bu rivayetler gerçeğe uzak görünmektedir. inanç konusunda hadiselere itibar edilmez. Yegane kaynak Kur'an'dır. inancın ana konuları ile ilgili hadisleri esas almak için tevatür şarttır. Sonra bu iki sure tercih edilen görüşe göre Mekke'de inmiştir. Bu da rivayetlerin diğer temelini zayıflatmaktadır.

"Ve hased ettiği zaman hased edenin şerrinden: '

Hased, Allah'ın bazı kullarına verdiği nimete karşı kişinin içten tepki göstermesi ve o nimetin onun elinden alınmasını dilemesidir. İsterse hased eden adam bu iç tepkisinden sonra kin ve öfkenin etkisiyle o nimetin yok edilmesi için bir çaba sarf etsin isterse iç tepkisinin sınırında dursun farketmez. Hased bu türden iki tepkiyi doğurmakta ve onlara zemin hazırlamaktadır.

Biz, bu kainatın sırları, insanın iç aleminin sırları ve insan vücudunun sırları konusunda bilemediğimizi inkar etme noktasında ihtiyatlı hareket etmek zorundayız. Bilemediğimiz bu sırlardan kaynaklanan pek çok olaylar meydana gelebilir ve bu güne kadar da biz onların sırlarını çözememiş, gerçek mahiyetini anlayamamış olabiliriz. Mesela insanın uzaktaki bir insanla telepati yoluyla haberleşmesi, birbirinden uzak olan kişilerin bu vasıta ile iletişim kurmaları, sırrını çözemediğimiz olaylardan biridir. Tevatür haline gelen bunca haberlerin ve onun meydana geldiğini gösteren onca deneyimlerin gerçekliğinde şüpheye yer bırakmadığı ilişkiler ve iletişimlerdir. Fakat biz bu ilişkileri elimizdeki bilgilerle çözme imkanına sahip değiliz. İpnotizma ile uyutma olayı da bunun biridir. Bu olay da sırrı ve keyfiyeti çözülmemesine rağmen artık defalarca tekrarlanmış, deneylerle ispat edilmiş bir konudur. Telepati ve ipnotizma dışında bu evrenin, insan vücudunun ve insan ruhunun daha buna benzer nice sırları vardır.

Buna göre kıskanç adamın hased etmesi ve içinde belli bir tepkiyi, kıskanılan adàma yönelttiği zaman bu yöneltilen eylemin; elimizdeki bilgi ve deneyimlerin bu etkinin sırrına ve keyfiyetine ulaşmadığını ileri sürerek onun tesirini inkar etmemize yol açmaz. Zira biz bu sahadaki gerçeklerin ancak çok az bir kısmını bilebiliriz. Bu bildiklerimizde çoğu zaman tesadüf yolu ile sırrını çözdüğümüz olaylardır. Zamanla bu öğrendiklerimiz somut bir gerçek olarak yerleşmeye başlamaktadır.

Buna göre hasette de, kendisinden Allah'a sığınılmasını ve ondan Allah'ın himayesine girilmesini gerektiren bir kötülük vardır.

Yüce Allah, rahmeti ve lütfu ile bizzat kendisi peygamberini ve O'nu izleyen ümmetini bu kötülüklerden kendisine sığınmaları için yönlendiriyor. Şurası da kesindir ki onlar bu direktife uygun olarak kendisine sığındıklarında Allah

onları korur. Bu kötülüklerin genel ve özel tüm şerlerinden onları muhafaza eder. Buhari; -kendi senediyle- Hz. Aişe'den Hz. Peygamberin şöyle bir halini rivayet etmektedir: "Hz. Peygamber her gece yatağına girdiğinde avuçlarını birleştirir, içlerine üfler ve İhlas, Felak ve Nas surelerini avucunun içine okur, sonra ellerini vücudunun ulaşabildiği her tarafına sürerdi. Önce başından ve yüzünden başlar, vücudunun ön taraflarını sıvazlardı ve bunu üç kere tekrarlardı:' Bu hadisi Sünen yazarları da bu şekilde rivayet etmişlerdir.

FELAK SÜRESİ(Muhammed GAZALİ)

Eûzü billah (Allah'a sığınının), yani Allah'ın himayesine girer ve O'nunla ko­runurum. Allah (c.c), kendisinden isteyene verir ve kendisine sığınanı koru­ması altına alır. Mushaf-ı Şerif(Kur'ân)in son iki sûresi, bir çok serlerden Al­lah'a nasıl sığınacağımızı bize Öğretmek için İnmiştir. Çünkü hayat, kötülük veren şeylerle doludur. Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz sizi sınamak için sene de hayra da müptela kılıyoruz." (Enbiyâ: 35) "Belki dönerler diye onları iyiliklerle de kötülükler­le de sınadık." (A'raf: 168)

"De ki: Sığınırım ben, karanlığı yarıp sabahı ortaya çıkaran Rabbe." (Felak: 1) ve

"De ki; Sığınırım ben, insanların Rabb'ine." (Nâs: 1) sûreleri, Allah'a sığınmak ve O'nun himayesiyle zafer elde etmek isteyenler İçin güçlü sığınaklardır.

Sabah aydınlığı yahut ışığı, karanlığı yarıp parçalar. Şer kaynaklan, mikroplar­dan, sürüngenlerden, yırtıcı hayvanlardan ve insanlardan çoktur!

"Gece karanlığı, çöktüğü zaman"; gece olup karanlığı şiddetlendiği zaman. Ge­ce, hırsızların, fahişelerin, hak ve özgürlükleri çalanların otlağı olmayı sürdürmekte­dir.

"Düğümlere üfürüp tükürenler"; söylendiğine göre, sihirbaz kadınlardır. Bir kı­sım âlimlere göre, sihrin gerçeklik payı vardır. İnsan ve cin şeytanları sihirle uğraş­maktadırlar. Sığınma ise sihri bozmaktadır.

İbni Hazm ve Zahirİyeci âlimler ise, sihrin gerçek olmadığı, ancak bir aldatma ve vehim (hallüsinasyon) olduğu görüşündedirler. Herkesin bu alanda sakınması gere­ken bir hayli vehimler vardır.

Hasetten Allah'a sığınılması gerekir. Haset nimetin yok olması üzerine dayanan bir rezilliktir. Haset, sahiplerini kötü duruma düşürür ve aldatır. Haset, insanlar arasında en yaygın olan günahlardandır.

Haset ettiler gence, çünkü onun koşusuna erişemediler Herkes onun düşmanları ve muhalifleridirler!

Haset, gözü ateşleyebilir! Haset, iyilik olacak yöne zehirli bakıştır. İnsanlar, ger­çekleri ve saçmalıkları etrafında dokur. Sığınma, olan ve olması muhtemel her du­rumda mü'min'i korur ve başkalarının kötülüklerinden sakındırır.

FELAK SÜRESİ(Elmalılı Hamdi YAZIR)

De. Dikkate şâyandır ki, böyle "de", "söyle" diye emrolunduğu zaman bundan açıkça anlaşılan; emredilenin, bu emri değil, bununla söylenmesi emrolunan sözü söylemesi istenir. Onun için Peygamber'in de bu sûreleri okurken demeyip diye başlaması gerekmez miydi? diye bir soru hatıra gelir. Bundan dolayı 'de mutlaka denilmek vâcip, Tebbet'te denilmemek vacip olduğunda ittifak bulunmakla beraber, İhlas'ta ve Muavvizeteyn'de denilmeyerek okunmasını caiz görenler olmuşsa da, yalnız d ua niyetiyle söylendiği zaman bu caiz olsa bile Kur'an olarak okunduğu zaman aynen okunmalıdır. Çünkü Mushaflarda öyle tesbit edilmiş, öyle varid olmuştur. İmam Ebu Mansûr Matürîdî "Te'vîlat"da demiştir ki: "Zira bununla görevlendirilen yalnız muhataptan i baret değil, onun gibi sorumlu olan herkestir." Onun için zamanlar geçtikçe bâki kalmak, bütün Allah'ın kullarına emir ve tavsiye olunmak üzere aynen tesbit edilmiştir. Bir de denilmiştir ki: Bununla görevli olan okuyanın kendisidir. Allah Teâlâ bu şekild e şunu bildirmiştir ki, bu mefhumun yerinde herkes kendisine bunu söylemeyi emretsin, bunu bırakmasın. Hasılı İhlas Sûresi'nin başında da işaret ettiğimiz gibi bu sûreler, diye emir ile emrolunmuş gibi bir telkin ile okunur. Yani kendine ve herkese şöy l e dua etmeyi söyle: Sığınırım. Avz, meaz, ıyaz, istiâze, bir fenalıktan korunmak için başkasına sığınmak, himayesini istemektir ki, sığınana âiz veya müsteiz; sığınılana müsteâzünbih; kaçılan fenalığa münteâzünminh; sığınış tarzına, vesilesine avze; sığındırıp koruyana muîz, korunana muâz denilir. Yani hıfz ve himayesini istiyerek sığınır korunurum. O felâkın Rabbine.

Şafak vezninde "felâk", birçok mânâlara gelen derin mânâlı şaşırtıcı bir kelimedir. Türevine göre en esaslı mânâsı yarmak mefhûmunu içeren bir kelime olması hasebiyle tıpkı fıtrat kelimesini andırır. Aslında lâm'ın sükûnuyla "halk"

vezninde yarmak, birden bire çatlatıp ayırmak veya pörtletmek demek olan felk masdarından meflûk mânâsına sıfat-ı müşebbehe olduğuna göre infilâk ettirilmiş, çatlatılıp yarılarak belirtilmiş demek olacağından ilk bakışta yarık, yahut çatlak diye tercemesi hatıra gelir. Fakat böyle yarık yahut çatlak mânâsına lâm'ın fethiyle değil, tıpkı meşkûk mânâsına şakk gibi mastarında olduğu gibi lâm'ın sükûnuyla fel k kullanılır. Çoğulunda da şukûk gibi fülûk deniliyor. Meselâ ayağında yarık, çatlak var denecek yerde deniliyor ki, bu fark, ferc lâfzı ile ferec lâfzı arasındaki farka benzer. Yani fetha ile felâk sade çatlağın, çatlayışın kendisinden ibaret değil, d a ha çok ondan belirip inkişaf ederek meydana gelen neticenin vasfı demek olur. Mesela bir çekirdeği çatlatmak bir felk, çatlaması bir infilâk, bir infitâr, o çatlayış bir fıtrat, onda iki taraflı meydana gelen durum bir çatlak, bir felk, bir şaktır. Onun b i r tarafı bir filk, bir şıktır. O çatlağın iki şıkkı arasından netice olarak pörtleyip beliren, inkişâf eden ve genişleyen tomurcuk, yaprak veya su veya ışık, parıltı, açıklık veya herhangi bir mahlûk, (fetha ile) felâk demektir. Bu mânâ iledir ki, "Tane y i ve çekirdeği yaran, şüphesiz Allah'tır. (O), ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü çıkarır. İşte Allah budur. O halde nasıl (ona inanmaktan) çeviriliyorsunuz? Karanlığı yarıp sabahı ortaya çıkaran O'dur." (En'âm, 6/95) buyurulmuştur. vasfından da a ç ıkça anlaşılan budur. O felakın fâlikı: yarıp yaratıcısı, ölüden diri, diriden ölü çıkarıcı ve karanlığı yarıp sabahı açıcı ve bu şekilde yokluktan çıkarılarak doğup doğuran halkı, birbirinden üreterek terbiye ede ede, ihtiyaçlarını vere vere kabiliyetler i ne göre yetiştirip sonlarına erdiren ve kendini "tek", "her şey kendine muhtaç", "doğurmamış" "doğurulmamış", "hiçbir şey ona denk değildir" diye ifade edilen yaratıcısı ve terbiyecisi demek olur.

Bir de falk maddesinde yarmak, yarılmak mânâsından başka bir sürat ve şaşmaya değer bir güzellik ve bir baskı ve şiddet mânâsı da bulunur. Onun için hızından insanları şaşırtacak derecede aşırı ve süratle koşmaya tefellük denildiği gibi, şaşırtıcı ve güzel bir şey keşfetmeye iflâk veya iftilâk ve şaşırtıcı mefhumlar, güzel ve nâdir mânâlar bulan yüksek şâire müflik, şaşırtıcı işe filk ve felîk, musîbet ve belâya felîka ve müflika denilir. İşte bu mânâlarla ilgili bulunan bu felk maddesinden felâk lâfzının lügatta isim olarak geleceği üzere birçok m ânâları beyân olunuyor:

1- Adem (yokluk)den yarılıp çıkan halk, yani genelde bütün mahlûkat ve

özellikle dağlardan pınarlar, buluttan yağmurlar, yerden tohumdan bitkiler, sulb (döl)lerden nesiller, rahimlerden evlatlar gibi bir asıldan ayrılıp çıkan yaratıklar, doğanlar, bu mânâda felak mahluk ve meftur anlamdaşı gibi olarak iki mânâsıyla Samed'e karşılık ve onunla mütezâyif olur. Yani Samed'in eksiksizliğine karşılık bu eksikli ve ona muhtaç olur. İzafeti de bunu belirtir.

2- Örfte, özellikle sabaha, yani sütun şeklinde uzamış olan aydınlığa veya sabah yeri ağarıp açılmaktan ibaret olan şafağa denir. Bu bizim Türkçe'de Tan dediğimizin aynı demektir. Tanlamak: Şaşırmak, bir şeyin birdenbire şuura çarpan yumuşaklık veya şiddetinden acı veya tat l ı bir intiba ile belirleyip hayran olmak mânâsına geldiğine göre bunda da felk gibi bir tuhaflık mânâsı vardır ki, şafak atmak deyimiyle ifade olunur. Bu mânâca felak karşılığında karanlık demek olan gasak zikrolunur.

3- İki tepe arasındaki alçak, oturaklı, düz yere denir ve çoğulunda fülkan gelir.

4- Zindanda suçluların ayaklarına vurulan ve miktara da denilen tomruğa denilir ki bizim falaka deyimimiz bunun anlamdaşıdır.

5- Çanak dibinde kalan süt kalıntısına denir.

6- Ekşiyip kesilmiş süte denilir.

7- Cehennemin veya cehennemde bir kuyunun ismi olduğu da nakledilmiştir.

Ragıb der ki: sabahtır; (Neml, 27/61) kavlinde zikrolunan "enhâr" da denildi. Allah' Teâlâ'nın Hz. Mûsa'ya bildirip onunla denizi yardığı kelimedir de denildi.

İbnü Cerir, birincisi cehennemde bir dere veya cehennemde bir kuyu veya cehennem; ikincisi, sabah; üçüncüsü, halk olmak üzere İbnü Abbas ve diğerlerinden üç rivayet kaydettikten sonra der ki: Allah Teâlâ Resulüne demekle emretmiştir. Arap kelâmında felâk ise sabah felâkıdır. denilir. Ve caiz ki cehennemde felâk isminde bir zindan da vardır. Böyle olunca da Allah Teâlâ sözüyle felâk denilenin sade bazısını irâde buyurduğuna bir delâlet koymadığı ve Allah Teâlâ yarattığı her şeyin R a bbi olduğu için bununla felâk ismi alan her şeyin murad olunması vacib olur." Bundan dolayı birçok tefsirci daha genel mânâsı alan halk ile tefsirini tercih

etmişler, İbnü Münzir ile İbnü Ebi Hâtim de bunu İbnü Abbas'tan rivayet etmişlerdir. İbnü Sina da felâk vücud nuruyla yarılmış adem (yokluk) karanlığıdır demekle bu mânâ üzere yürümüştür. Bununla beraber Cabir b. Abdillâh, İbnü Zeyd, Mücahid, Katade ve İbnü Cübeyr'den rivayet olunduğu üzere tefsircilerin pek çoğu örfte en yaygın olan sabah mânâsıyla te f siri, zahir (açık) görmüşlerdir. Buna göre "Rabbi'l-felâk", sabahın Rabbi, yani tanın tanrısı demek gibi olur. Bu şekilde felâk, karanlık arkasında nûr, darlıktan sonra genişlik, kapalılıktan sonra açılış mânâlarına işaret edici olmak dolayısıyla ıyâzın, y ani sığınmanın ona muzaf olan Rab ismine taalluk ettirilmesinde buna sığınanın sakındığı şerden kurtarılıp korunacağına işaret eden bir kerîm vaadi ve parlak bir kudret misalini hatırlatarak ümit ve ricasını kuvvetlendirme ve Rablık hükmüne itaatla ona sığınma ve dahil olmada çok ciddiyet ve özene teşvik vardır. Bir de denilmiştir ki, özellikle felakın zikri, onun kıyamet gününden bir örnek olması dolayısıyladır. O halde evler, kabirler gibi, uykular ölümün kardeşi, sabahleyin evlerinden çıkanların kimi neşe ve sevinç içinde ve kimi borç ve ihtiyaç ile alacaklıların baskısı veyahut kulların başına gelmekte bulunan diğer haller ile gamlar ve neşeler içinde bulunması itibarıyla ba's (öldükten sonra dirilme) ve âhiret halini en çok andıran bir örnek olur.

Kâdî tefsirinde der ki: "Burada ismi, diğer isimlerden, yani felaka izafeti caiz olan diğer Allah isimlerinin hepsinden çok yerindedir. Çünkü zararlardan kurtarmak terbiyedir." Bu açıklama, felâkın genellenmesi mânâsına göre zâhirdir. Çünkü sığınana da, kendisine sığınılana da şamildir. Yani hem sığınan, hem de sakınılan halkın Rabbidir, âlemlerin Rabbidir. Sabah mânâsına tahsis edildiği şekilde de, onun halleri değiştiren, tavırları başkalaştıran ve böylece gamları ve kederleri yok edecek olan kâdir oduğuna işâret eder.

İbnü Sina söylediğimiz gibi felâkı, varlığın nûru ile yarılmış olan yokluk karanlığına hamlederek daha genel mânâyı aldıktan sonra demiştir ki: Burada Rab ismini zikretmede ilmin gerçeklerinden bir lâtif sır vardır. Şöyle ki: Kul, köle, hallerinin hiç bir şeyinde Rab'dan müstağni olamaz. Nitekim küçücük çocuğun köle olduğu müddetçe halinde bu müşahede olunur. Mümkün olan mahiyet bile ilk başlangıcın dağılmasından müstağni olamadığı için buna işaret olmak üzere Rab ismi zikrolunmuş t ur. Burada gizli ilimlerden diğer bir işaret daha vardır ki o da şudur: Avz ve ıyâz lugatte başkasına sığınmaktan ibarettir. Başkasına yalnız sığınma ile emrolunup da ondan Rab ile tabir olununca, bu

delâlet eder ki: Maksad hâsıl olmazsa onun olmaması, o kendisine sığınılan bol bol hayır vericiye ait bir işten dolayı değil, mümkün olana ait bir işten dolayıdır. Zira şu kesindir ki: Olgunluklardan ve başkasından hiç bir şeyde ilk başlangıç (mebde-i evvel) olan Allah tarafından cimrilik yoktur O, Samed'dir, o ndan hepsi meydana gelicidir, yetenekli olanın kabulü cihetini ona sarfetmesine bağlıdır. İşte "Zamanınızın günlerinde Rabbinizin rahmetinden nefhalar: esen hoş esintiler vardır. Uyanın, kendinizi onlara arzedin." hadis-i şerifindeki nebevî işaret ile murad edilen budur. Allah'ın lütuflarının hoş esintilerinin dâimî ve bozukluğun, ancak istidadı olandan olduğunu beyan buyurmuştur."

İbnü Merduye ve Deylemî, Abdullah b. Amr b. Âs'tan şöyle rivayet etmişlerdir. Demiştir ki: İlâhî sözünden Resulullah'a sordum, o buyurdu: "Cehennemde bir zindandır, onda zorbalar, kibirliler hapsolunur ve cehennem ondan Allah'a sığınır." Yine İbnü Merduye Amr b. Anbese'den de şöyle rivayet etmiştir: Resulullah (s.a.v.) bizimle namaz kıldı sûresini okundu, sonra: "Ey İbnü Anbese bilir misin felâk nedir?" buyurdu. "Allah ve Resulü daha iyi bilir", dedim. Buyurdu ki: "Cehennemde bir kuyudur. O kızıştırıldığı zaman cehennem kızışır, Âdem oğlu cehennemden incindiği gibi cehennem de o kuyudan incinir." İbnü Cerir ve İbnü Ebi Hâtim, Kâ'b'dan da şöyle rivayet etmişlerdir: "Felâk, cehennemde bir evdir. O açıldığı zaman ateş ehli onun sıcaklığının şiddetinden bağırırlar." Kelbî'den de: "Felâk, cehennemde bir vâdidir." diye rivayet edilmiş ve cehennemin kendisidir de denilmi ş tir.

Keşşâf'ın beyanına göre bu mânâ, engin arza felâk denilmesinden alınmıştır, bunun çoğulu fülkân gelir, halek ve hulkân gibi. Bu şekilde Rabb kelimesinin buna izafetle zikri, azabın en büyüğüne işaret ile ondan sığınana kurtuluşun vaadini içerir. Sabah mânasına olduğu zaman ümide zafer vaadini ifade ettiği gibi, bunda da en büyük tehlikeden kurtarmayı ve korumayı vaad var demek olur. Bazı Ashab-ı kiramdan rivayet edilmiştir ki: Şam'a gelip de zimmet ehlinin dünya geçimindeki genişlik ve refahlarını gördüğü zaman

"Hiç önem vermem, değil mi ki arkalarında o felâk var?" demiş ve Kâ'b'dan rivâyet edilen mânâya işaret etmiştir. Alûsî der ki: "Felâk'ın bu üç mânâsından bana göre tercihe değer birinci daha genel mânâsıdır ki, îcad nuruyla yarılmış olan bütün mümkün varlıklara ve özellikle dağlardan gözeler, bulutlardan yağmurlar, yerden bitkiler, rahimlerden çocuklar gibi bir asıldan doğup çıkan bütün yaratıkları içine alır." Bu şekilde felâk, Samed'in zıddı ve "Rabbi'l-felâk" (felâkın Rabbi), "Rabbi'l- h alk" (halkın Rabbi), yahut "Rabbi'l-fıtrat" (fıtratın Rabbi) demek gibi olur. Bunun da önceki sûreye münâsebeti, yani doğmaktan, doğurmaktan, değişim ve yok olmaktan, ortak ve benzerden uzak olan yaratıcının karşısında onun yalnız yaratma ve icadıyla yara t ılarak doğup doğuran ve aslında yok olucu ve fâni olan yaratıkların hükmünü ve ona ihtiyacını beyan olduğu da açıktır. Bundan dolayı meâlde "sığınırım Rabbine o fıtratın, şerrinden bütün hilkatin" diye tercüme etmek acizane fikrime lâfzan ve mânen münasip gelmişti. Fakat İbnü Cerir'in dediği gibi lugat bakımından ve şer'an mahluk denilenin hepsinin "Kendisine felâk denilen şeyler." mânâsıyla sarahate dahil olmasında ve aynı lafzın mahfuz tutulmasında zikrolunan faydalarla beraber daha çok ince ve daha f a zla bir şümûl bulunmaması hasebiyle şöyle demek daha tercihe değer göründü: "Sığınırım Rabbine o felâkın."

2. Yarattığının şerrinden.

Yani o Rabb'in yarattığı bütün halkın: herhangisi olursa olsun şer şanından olan yaratıkların hepsinin şerrinden ki, maddî ve manevî, dünya ve ahiretle ilgili, objektif ve subektif, tabiî ve ihtiyarî her türlü şerri içine alır. Şu halde insan ve cin ile bütün şeytanların şerrinden, yırtıcı hayvanlar, böcekler, haşereler ve mikropların şerrine, zehirler ve ateşin şe r rine, günahların ve hevânın şerrine, nefsin şerrine, amelin şerrine varıncaya kadar yaratık denilebilen herhangi bir şeyin, şer ve zarar olabilecek herhangi bir kötülüğünü muhtevası içine alır. Şu kadar ki kastedilenin, genellikle birbirine karşı olan şer l er değil, sığınana karşı olan şerler olduğu açıktır. İbnü Sîna gibi bazıları burada sığınan insana mahsus nefsin kendisine sığınılan olmaması gerekeceğini ve bundan dolayı yarattığı şeylerden kastedilen O'ndan başkası olan cisimler ve varlıklar olması ger e keceğini söylemiş ve insan ruhunun dünyadan olmasından dolayı halk demek olan mâhalak (yaratık)da dahil olmayacağı kanaatine sahip olmuş ise de, doğrusu ruh da mahlûktur, sığınanın kendisi de mâhalak (yaratık)da dahildir. Onun için sığınılan şer ona sade d ışından zorlayıcı olarak gelecek olan objektif

(âfâkî) şerden ibaret olmayıp "Sana gelen her kötülük de kendindendir." (Nisâ, 4/79) hükmünce tabiî veya kasdî veya hata olarak seçme ve benimsemeyle kendi nefsinden gelen objektif (enfüsî) şerri de içine alması gerekir. "Senin en yaman düşmanın iki yanın arasındaki nefsindir." hadis-i şerifinde de buna işaret olunmuştur. Bu yönden bu iki âyet, bu iki sûre toplamının bütün mefhûmunu içine almaktadır. Bundan sonrası ise bunun içine yerleştirilmiş olan kı s ımlar içinde çok vâki olmasından dolayı sığınmaya en çok ihtiyaç duyulan bazı kısımları tayin ederek dıştan içe doğru açıklama ve tafsil olup bu şekilde bu sûrede daha çok âfâkî (objektif, nesnel) olanlar hatırlatılarak buyuruluyor ki:

3. Ve bir ğâsikın şerrinden vukubu sıra, yani girip daldığı, yahut bastığı veya battığı zaman.

Ğâsik kelimesi de bir çok mânâ ile tefsir edilmiş geniş anlamlı bir kelimedir. Bunun masdarı olan "ğasak" veya "ğusuk" veya "ğasekan" lugatta şiddetli karanlık, dolgunluk, akmak, dökülmek, soğukluk ve kokarlık mânâlarıyla ilgilidir. Hepsinin esası da (imtilâ) dolmak veya (seyelân) akmak yahut (insibab) dökülmek mânâlarından birisi olduğu beyan olunuyor. Gecenin karanlığı hücum edip dolarak çok karanlık olmasına masdar o l arak "ğasak" ve "ğasakan" ve "ğusuk" denildiği gibi ilk koyu karanlığa da isim olarak "ğasak" denilir. Bu yönden "gasak", "felâk"a karşılık getirilir de "ğasaktan felâka kadar" denilir ki, gecenin kararmasından sabahın aydınlığına kadar demektir. Buğda y içinde bulunan karacaya da "ğasak" denilir. Gözün dumanlanıp seçimsiz olmasına veya yaşarıp sulanmasına yani iki şekilde de göz kararmasına "ğusuk" ve "ğasakan" denilir. Aynı şekilde yaradan sarı su akmasına ve buluttan yağmur çiselemesine ve memeden süt dökülmesine ve her hangi bir şeyin mutlaka akmak suretiyle dökülmesine de "ğasakan" tabir edilir. İçilemeyecek derecede gayet soğuk ve fena kokulu içki veya suya "ğasak" ve "ğassak" denilir. Nitekim "Yalnız kaynar su ve irin (içerler)." (Nebe', 78/25) bu n dandır. Kamus müterciminin beyanına göre Türkçe'de de soğuk kokmuş veya "gasak" denilirmiş. Bundan dolayı Cevâlikî bunun Türkçe iken Arapça'laştırılmış olduğunu zannetmiş ise de tersi daha açık göründüğünden adı geçen mütercim buna razı olmamış, "garib" d e miştir. Bununla beraber biz Türkçe soğuk kokmuş su mânâsına "ğasak" da bilmiyoruz. Ancak lâfzî bir benzerlikten bahsedecek olursak Arapça "ğasik" lafzının Türkçe'deki "kasık" lafzını ve dolayısıyla şehvet kuvveti mânâsını andırabileceği söylenebilir. Çünk ü şehvet,

şerrinden sakınılması gereken şeylerin başında gelir.

Şimdi bu açıklamadan anlaşılır ki, ğâsık asıl türevine göre "ğasak yapan" veya "ğasakan eden" veya ğasaklı mânâsına ismi fâil olmakla; dolan, kararan, karanlık eden, akan, dökülen, dolmuş, pusarık, soğuk olan mânâlarına vasıf olarak kullanılması lügat bakımından doğru olur. Buradaki maksadın ne olduğu hakkında da çeşitli tefsirler yapılmıştır. Fakat bunları söylemeden önce "vekab"ın mânâsını da izah edelim:

"Vekab"ın masdarı "vakb" ve "vukub" gelir. Bunun aslı "vakbe" gibi çukurdur. Kayalardaki yaratılıştan çukurlara ve bazı yalçın kayalarda bir iki adam boyu derinliğindeki kuyu tarzında oyuklara ve atın gözü üstündeki çukurlara ve insanın bedeninde göz ve omuz çukurları gibi çukurlara, çarkın ve makaranın iğ çeken deliklerine ve alık yani ahmak ve alçak kimseye vakb denildiği gibi, masdar olarak vakb, vukub da çukura girmek olup sonra mutlaka girmek ve kaybolmak, gelmek, dönüp yönelmek ve karanlık girmek yani karanlık basmak, güneş bat m ak, ay tutulmak yani husuf (tutulma)a girmek, yahut mihak (Arabî ayın son üç günü)a girmek mânâlarında kullanılmıştır. Onun için burada da "ğâsık"a verilen mânâya göre düşünülmesi gerekir ki, giriş mânâsı hepsinde yeterli olabileceği için çoğunlukla bunun l a tefsir etmişlerdir. O halde "ğâsık"a verilen mânâlara gelelim:

1- Ğasak, imtilâ (dolmak) ve karanlık mânâsında meşhur olduğu için önce bundan dolgun ve karanlık mânâsı açıktır. Bundan da felâk karşılığında gece mânâsı açık olduğundan dolayı felâka sabah mânâsı veren pek çok tefsirci bunu gece ile, vukubu da gece karanlığının herşeye girip basmasıyla tefsir etmişlerdir ki gibi, "karanlığı bastığı zaman bir gecenin şerrinden" demek olur. Bu şekilde şerrin geceye nisbeti, meydana gelişine zarf olması hasebiyle münâsebeti olan bir şeye isnadı kabilindendir ki, "gündüzü oruçlu" gibi mecazî isnad olup, geceleyin vâki olan şerden demektir. Karanlığının basması zamanıyla kayıtlanması da şerrin o zaman yayılmaya başlaması ve bundan dolayı şer kaplamadan önc e istiaze (sığınma) ile korunmanın temini en lüzumlu şey olması nüktesine dayanmaktadır. Ğâsık'ın böyle gece ile ve vukubun karanlığın girişi ile tefsirini İbnü Cerir ve İbnü Münzir, İbnü Abbas ve Mücahid'den; İbnü Ebi Hâtim, Dahhâk'den rivayet etmişler, a y nı şekilde Hasen'den de rivayet olunmuştur. Zeccâc da buna kâni olmuş, ancak ğâsıkı, soğuk mânâsına olarak

geceyle yorumlamış, gece gündüzden soğuk olduğu için ona ğâsık denildiğini söylemiştir. Ragıb, ğasakın şiddetli karanlık, ğâsıkın gece mânâsına olduğunu söylemiş ve demiştir ki: Ğasıkın şerri, tarık gibi yani gece ansızın gelip çatan arıza veya hayalet gibi geceleyin olan belâ ve musîbetten ibarettir. Zemahşerî de gece gasakının (karanlığının) aslının gözün yaşla, yaranın kanla dolması gibi dolmak m â nâsına gasktan yani karanlığın yoğunlaşmasından olduğunu söylemiştir.

2- Ğasık ayla, vukub da ay tutulma veya ay sonundaki üç gün ile tefsir edilmiş ve buna dair bir hadis-i şerif de rivayet edilmiştir. İmam Ahmed, Tirmizî, Hakim ve daha başkaları Hz. Aişe'den şöyle rivayet etmişlerdir: Demiştir ki: Bir gün Resulullah (s.a.v.) Ay'a baktı da: "Ey Âişe! Bunun şerrinden Allah'a sığın çünkü bu o, karanlığı çöktüğü zaman gecedir." buyurdu. Tirmizî demiştir ki, bu hadis, hasen sahihtir. Alûsî, "Bunun doğruluğunu kabul edenin, diğer bir tefsire dönmemesi gerektir." demiş ise de, buna tahsisin lüzumunu men etmekle cevap verilebilir. Zira Ay'ın ğâsik olmasının doğruluğu kabul olunsa da, lâfzın zâhir olan mutlaklığının tek bir haber ile tahsisi caiz görül m eyip cümlesinde isnad olunanın tarifi tahsisle yorumlanmayarak tevili de diğer deliller ile sahih olur. Ay'a ğâsik denilmesinin sebebine gelince bunda da bir kaç ihtimal vardır:

a- Bedir (dolunay) halinde nûr ile dolgunluğu itibarıyladır. Bu şekilde vukub (karanlığın çökmesi) hüsuf (ay tutulması)a dahil olup kararmasıdır.

b- Seyir ve hareketinde, burçları katetmesinde sür'ati itibariyledir ki ğask seyelân (akma)dan cereyana istiâre edilmiş olur.

c- Güneş'in ışığından istifade edilmiş olup hacmi, haddi zatında karanlık olması itibarıyladır. Bu iki vecihte vukubu ayın sonunda mihak (son üç gün)a girerek kaybolmasıdır. Müneccimler ay tutulması ve ayın son üç gününü uğursuz sayarlar. Büyücüler de hastalık bırakan sihir ile o zaman meşgul olu r lar. Nüzul sebebi sihir olduğuna göre de bu münasiptir denilmiştir. Yani "şerri"nin mânâsı Ay'ın kendisinde bir şerri olmasından değil, o zaman sihir yapanların sihir ile uğraşmaları hasebiyle bu yüzden şerre sebep olması demek olup, şerrin Ay'a nisbeti o n unla ilgili olması mânâsına söylenmiştir. Lakin şerrin bu şekilde tahsis

edilerek tefsiri müneccimlerin, büyücülerin kanaatlarına göre bir çeşit göz yummayı, müsamahayı içereceğinden dolayı münasib olmadığı gibi, bundan sonraki âyetten fazla bir mânâyı da ifade etmiş olmaz. "Güneş ve Ay Allah'ın alâmetlerinden birer alâmettirler. Bunlar kimsenin ne ölümü, ne de hayatı için tutulmaz." hadisi şerifiyle anlatılmış olan şeriat koyucusunun maksadına aykırı ve onunla iptal edilen cahiliyye kanaatlarını bir çeşit kabullenmeyi teşvikten uzak kalmaz. Doğrusu Ay'ın tutulması veya son üç gününde şerrinin mânâsı da ışığın kaybolmasıyla karanlığın basmasındaki şer demek olacağından, bu da birinci mânâya dönmüş olur. Çünkü mehtap gecelerinde gecenin karanlığının yoğun ol u şu, yani karanlığın basması mânâsı tahakkuk etmez. "Onu takip ettiği zaman Ay'a andolsun." (Şems, 91/2) hükmü geçerli olur. Bundan dolayı Ay'ın vukubu, sadece tutulması veya mihak (ayın son üç günü)ından ibaret olmayıp batışını da içerirse de dolunay ha l indeki ayın batışını sabah takip edeceği için bunda gecenin kararma zamanı tahakkuk etmez. Onun için Ay'ın kararması, daha çok tutulma veya ayın son üç gecesiyle tefsir olunmuştur. Şu halde Hz. Aişe hadisinin mânâsı da mehtap gecelerinin ğâsık (karanlık) o lmadığını, gecenin karanlık olmasının, Ay'ın tutulma zamanına tahsis olduğunu izah etmek bakımından ğâsıkın gece veya karanlık mânâsına bir tefsir demek olur ve bu şekilde tahsisin mânâsını da tevile hacet olmaksızın hadis sahih olur.

3- İbnü Ebi Hâtim'in İbnü Şihab'dan rivayetine göre battığı zaman güneştir. Şu halde karanlığının basması, batışı demek olmakla, bundan akşam şafakı kayboluncaya kadar olan tamamıyla batışı düşünülünce gece karanlığının girdiği zaman demek olacağından dolayı, bunun d a yine birinci mânâyı bir izah olduğu anlaşılır.

4- Ğâsık, Süreyya yıldızı ve karanlığa gömülmesidir, diye tefsir edilmiştir. İbnü Cerir'in, İbnü Vehb'den rivayet ettiğine göre İbnü Zeyd demiştir ki: "Araplar, ğâsık Süreyya'nın batmasıdır, derlerdi ve onun batışı sırasında hastalıklar ve tâun çok olur ve doğuşu sırasında kalkardı." İbnü Cerir der ki: "Bu görüşü kabul edenler için Peygamber (s.a.v.)'den rivayet edilmiş bir eserden bir illet de vardır." Ebu Hüreyre'den Hz. Peygamber'e merfûan şöyle rivaye t

edilmiştir: en-Necmi'l-ğâsik "kararmış yıldız" buyurdu, demiştir. Ve bilinmektedir ki en-Necm, Süreyya demektir. Bundan başka Necm Sûresi'nde de geçtiği gibi "Süreyya doğunca, âfet kalkar." diye de bir hadis-i şerif rivayet ediliyor. Rivayetlerin bazısında "Arab yarımadasından" kaydı da vardır. Âlûsî der ki: Câmiu's-Sağir'in Menâvî Şerh-i Kebîr'inde diğer rivayetler de vardır, müracaat edilebilir. Bununla beraber bu şekilde de mânâ, Süreyyâ'nın dahi bulunmadığı karanlık gecelerin şerri mânâ s ına dönüştürülebilir.

5- "Keşşâf" sahibi der ki: Ğâsık ile kara yılan, ve sokması kastedilmiş olması da câizdir.

6- Kâmus sahibinin "vakb" maddesinde bir nakline göre ğâsık, ihtiras ile dolup kabaran kasık; vukubu da saldırışı meâlinde de bir mânâ söylenmiştir. Bu iki mânâ güvenilir görülmezse de, yılan sakınılması lazım gelen en zararlı düşmanlardan olmakta örnek olduğu gibi, şehvet ve hırs da en büyük şerlerin kaynağı olduğu düşünülürse, bunlardan sakınmayı hatırlatmaktaki faydasının önemi de i nkâr olunamaz. Ancak Kamus mütercimi lugat açıklamasına hizmet etmiş olmak için bunun ifadesinde açıkça gitmiş, setr-i avrete uymanın lüzumunu hissetmemiş gibi rahat hareket etmiştir. Bundan dolayı Alûsî der ki: Firuzâbâdî Kâmus'ta "vakb" maddesinde bir g ö rüş zikretmiş ve onu Gazâlî ve daha başkasının İbnü Abbas'dan hikâye ettiğini sanmışlardır. Onun nisbeti sahih olduğunu sanmam. Çünkü görüşler arasında bir avret olduğu açıktır."

7- Razî'nin, "bazı âriflerden işittim" diye naklettiği mânâdır. Bu iki sûrede yaratıkların mertebelerinin açıklandığını ve şerrin cisimler ve cisimler âleminde vâki olduğunu söyleyerek demiştir ki: Cisimler ya esîrî (bütün evreni kaplayan, ağırlığı olmayan, ısı ve ışığı ileten cevher) cisimler veya unsûrî cisimlerdir. Esîrî c i simler "Rahmân'ın yaratmasında bir ayrılık, uygunsuzluk görmezsin. Gözünü döndür de bak, bir bozukluk görüyor musun?" (Mülk, 67/3) buyurulduğu üzere düzensizlik ve bozukluktan uzak, hep hayırlıdırlar. Unsûrî (ağırlığı olan) cisimler ise oluşabilen ve

b ozulup değişebilen cisimlerdir. Ya cansız varlık veya bitki veya hayvandırlar. Cansız varlıklar, nefsânî kuvvetlerin hepsinden uzaktırlar. Onun için bunlarda zulmet sırf karanlık olup, ışıklar tamamen yok olmuştur. "Karanlığı çöktüğü zaman gecenin şer r inden." maksat budur. Bitkiler ise bitkisel gaz gücü ile, uzunluk, genişlik, derinlikte büyüyüp artandır. Onun için bu büyüyen kuvvet sanki bu üç düğüme üfleyen üfürükçüdür. Hayvana gelince: Hayvansal güç, görünen ve görünmeyen duygular, şehvet ve öfkedi r. Bunların hepsi de insan ruhunu gayb âlemine bağlanmaktan ve Allah Teâlâ'nın kudsi celâli ile meşgul olmaktan alıkor. "Hased ettiği zaman hasedcinin şerrinden." âyetinden murad da budur. Bu mertebeden sonra süfliliklerden ancak insanî nefis kalır. Onun için bu sûre kesilip insanî nefsin ilerlemede mertebelerinin dereceleri de bundan sonra Nâs Sûresi'nde zikrolunmuştur. Görülüyor ki bunda ğâsık, karanlık, karaltı mânâsına olarak unsûrî cisimlerden hiç gelişmeyen ve hayvansal kuvveti yani uzvu bulunmaya n herhangi bir cansız cisme yüklenilmiştir ki, halis karanlık dediği bizim sırf durgunluk özelliği ile düşündüğünüz tabiattır. Vukubu da mekândaki vaziyeti veya varolmaktan yokluğa girişidir. İbnü Sina da bu mânâ üzerinde yürümüş, fakat ğâsıkı sırf cansız c isme, madene tahsis etmemiş, hayvansal güç ile tefsir etmiştir ve demiştir ki: Hayvansal güç bir zulmet-i ğâsika-i mütekeddiredir, yani bulanık bir kara kuvvettir ki, sığınmış olan düşünen nefsin tersinedir. Çünkü düşünen nefis cevherinde temiz, saf, bula n ık madde ve ilişkilerinden uzak, bütün suretler ve hakikatleri kabul edici bir fıtratta yaratılmıştır o ancak hayvanlıktan kirlenir.

Bizim fikrimizce âyetlerin daha genelden daha özele doğru gidişine göre bunu ne sadece cansız cisim kısmına, ne de hayvansal güce tahsis etmeyip bitkileri ve hayvanları içine alacak şekilde mutlak unsurî cisim diye almak, sonra bitkisel güç, sonra da hayvansal güç yahut şehvet ve öfkeyi tahsis etmek daha uygun olur. Bu şekilde ğâsıkın şerri, asıl özelliği durgunluk iken ü zerinde Rab'lik hükmü ile var olma ve yok olma cereyan eden ve felâka karşı karaltılar teşkil eden karanlık madde âleminin var olma ve bozulma halindeki bütün şerleri içereceği için, insanın karşısında yer alarak üzerine dalan cismânî her hangi bir kara k u vvetin veya hayaletin âfetine işaret edeceği gibi, vukub çukura girmek demek olması itibarıyla sonunda kabre girmeye mahkum olan fâni bedenin, cismânî tabiatın düşkünlük ve yok olma zamanındaki şerrinden ve kötü sonuçtan sığınmayı da ifade etmiş olur.

8- Zikredilen mânâlardan her birini bir misâl ile izah kabilinden olarak

ğâsık, beşeriyete ârız olan ve muradına engel olan elem ve ıztırabına sebep olabilen her hangi bir kara musîbet demek olduğu da söylenmiştir ki, insanın vicdanına her hangi bir karanlık koyabilen kara şey demek olur. Zira maddî veya manevî şer ve zarar, gam ve keder, karanlık ve karalık ile nitelenir. Bu takdirde vukubu, hücumu demektir. Yukarıda izah ettiğimiz vechile gece ile açıklamanın sonucu da Ragıb'ın "tarık gibi her gelip çat a n musibet" diyerek işaret ettiği üzere bu mânâya dönüştürülebilir. Hakikatte İbnü Cerir de gece, Süreyya, Kamer (Ay) rivayetlerini kaydettikten sonra demiştir ki: "Bence görüşlerin doğruya en yakın olanı şöyle demektir: "Allah Teâlâ Peygamberine ğâsıkın ş e rrinden Allah'a sığınmasını emretmiştir. Ğâsık ise karanlık olandır, gece karardığı zaman denilir. de karanlığın girdiği zaman demektir. Katade nin mânâsında "gitti" derdi. Gece, karanlığa girdiği zaman ğâsiktır. en-Necm (yıldız) battığı zaman ğâsıktır. Ay da vukubunda ğâsıktır. Allah Teâlâ bunların hiç birini tahsis etmemiş, genelleştirmiştir. O halde ğâsık denilebilenin her birinin de vukubu zamanındaki şerrinden sığınma ile emrolunmuştur."

4. Ve o düğümlere üfleyicilerin şerrinden. Yani iplere, ipliklere, düğdükleri düğümlere, yahut gönüllerde düğümlü azimler, inançlar, tutkunluklar içine üfleyen, yahut öyle düğümler içinde anlaşılmaz kapalı bir halde olarak üfürükçülükle afsun yapan büyücü nefislerin, yahut karıların, yahut toplumları n şerrinden. "Nefs etmek", bizim "nefes etmek" dediğimiz üflemektir ki, biraz tükürüklü, veya tükürüksüz olarak üfürür gibi yapmaktır. Keşşaf sahibi tükürükle üflemektir, demiş. Levâmi' sahibi de üfürmeye benzer, tükürüksüz olarak rukyede (okuyup üflemek) y apılır. Tükürükle olursa tefl, yani "tüh tüh" diye tühlemek tabir olunur demiştir.

İbnü Kayyim de: Büyücüler sihir yaptıkları zaman fiillerinin tesirine çirkin nefeslerinin bazı kısımları karışan bir nefesle yardım dilenirler, diye nakletmiş, Alûsî bundan dolayı Keşşâf sahibinin dediğine daha doğru demiştir. Gerçekten Ragıb da der ki: Nefs, tükürük fırlatmaktır ve bu tühlemekten daha azdır. Afsuncunun ve sihirbazın nefsi de düğümler içine üflemesidir. "Düğümlere üfleyicilerin şerrinden." buyurulmuşt u r." Yılan zehir nefseder" denilmesi de bundandır. Üfürüntü, "Göğüs darlığı olan elbette üfüler" diye de bir mesel vardır. Lâkin Nihâye'de, nefhe (üfürmeye) benzer ve tühlemekten daha azdır. Çünkü tefl her halde tükürükten bir şey

karışmadan olmaz. demesinden anlaşılan nefste tükrük şart değildir. Kamus sahibi de: "Böyle nefs (üflemek), nefh (üfürme) gibidir ve tühlemekten daha azdır." demiş ve mütercimi bunu şöyle izah etmiştir: Tefl (tükürmek) mânâsından daha az üfürmektir ki, buna üfle m ek denilir. Üfürükçülerin üflemesi gibi tükürüksüz olur ve tefl azca tükürük ile "tüf tüf" diye üfürmektir ki tüflemek denilir. Yalancılık kısmından olan şiir ve gazellere söylenir. Büyücü kadınlara denilir ki, ipi düğümleyip ona afsunla üfledikler i içindir. Müellifin üfürükçü kadınları ile tefsiri nüfus, yahut nisâ (kadınlar) itibarına dayanır. Zira cadılığın pek çoğu kadınların işidir. Demek olur ki "nefs"in esasında biraz tükürük fırlatmak olsa bile nefh gibi tükürüksüz sade nefes etmekle de olur. Nitekim dilimizde nefes edici, okuyucu, üfürükçü denilen rukyecilerde bilinen tükürüksüz üflemektir. Fakat zarar vermek için sihir yapan kötü büyücülerde yılanın dişinden zehiri fışkırtması gibi tükürük savurtmak da âdet olduğu anlaşılıyor. Bununla berab e r hava, rüzgar, nefes üfürmek demek olan nefh, ruh nefheylemek tâbirinde olduğu üzere can vermek, hayat ve ilim başlangıcı olan ruhu feyizlendirmek mânâsına kullanıldığı gibi "Rûhu'l-kudüs kalbime nefes eyledi." hadis-i şerifinde vârid olduğu üzere ruhu n kalp ve vicdana bir mânâ, bir ilim veya söz, vahiy etmesi mânâsına da istiare yoluyla olsa bile denildiğinde de şüphe yoktur. Demek ki etmenin çirkin kısmına karşı olarak bir de kudsî kısmı vardır. Vaaz ve öğütde, öğretim ve eğitimde, ruhî tedavi l erde olduğu gibi, güzel hikmetli sözler, hayırlı niyetler, kudsî mânâlar ve nefesler sarfıyla yapılan ruhî telkinler bu çeşittendir. Fakat burada bahis konusu, şerrinden sığınılması emrolunan çirkin nefesler olduğu, bunda da bilinen sihirbaz erkek ve kadı n ların zehire benzeyen çirkin tükürüklü üfürükleri ile afsunları bulunduğu için "düğümlere üfleyenler" ifadesi onlar hakkında yaygınlaşmıştır.

Bunu açıklamak için "ukad"in mânâlarını da tahlil etmek lazım gelir. , 'nın zarfı veya zarf-ı müstakar olarak onların halidir.

kelimesi, malûmdur ki, "ukde" nin çoğuludur. Ukde, bir şeyin uçlarını derleyip birbirine sıkı tutturmak, yani düğüm bağlamak, düğmek ve düğümlemek demek olan "akd" maddesinden isim olduğu için esas mânâsı, düğüm demektir.

Fakat akd, hissî ve manevîden daha genel olarak kullanıldığı için, ukde dahi akd gibi sade hissî bir düğümden ibâret olmayarak birçok mânâlara gelir. Ondan dolayı düğüm denilince normal bir ip düğümünden ibaret zannedilmemesi için Kamus'tan, Nihaye'den, Râğıb'dan bazı mühim mânâlarını kaydedelim:

Kamusta:

1- Ukde, düğüm ve düğüm yeri.

2- Beldeler üzerine velâyet. Nitekim Nihâye'de der ki: Hz. Ömer hadisinde: "Şehirler üzerine velâyet sahipleri helâk oldu." demektir. Emîrler için sancak bağlanmasından alınmıştır.

3- Valiler için akt edilen anlaşma ki, Übey hadisinde "Kâbe'nin Rabb'ine yemin ederim ki düğüm ehli helâk oldu." bu mânâdandır, yani akt edilen anlaşma demektir.

4- Sahibinin mülk olarak inandığı akar.

5- Ağacı ç ok ve girift yer.

6- Develer için otları yeterli otlak.

7- Bir kimsenin yeterli derecede geçimi kendisine bağlı bulunan şey.

8- Bolluk arazi.

9- Ağaç yemeye mecbur kalmış hayvanlar.

10- Herhangi bir şeyin kesin vücubu, lüzumu ki, n ikâh bağı ve alış veriş sözleşmesi bundandır. Kalpdeki inanca, şiddetli ilişiğe, azim ve kesin niyete, rey ve görüşe ukde denilmesi de buna dahildir. Nitekim Nihaye'de dua hadisinde "Senin için kalplerimizde nedâmet ukdesi vardır." nedâmete azim akdi, d e mektir ki gerçek tevbedir. Yine bir hadiste "Ve elbette deveme emrederim göç eder, sonra Medine'ye gelinceye kadar onun için bir düğüm çözmem." ona gelinceye kadar azmimi bozmam demektir. Bir hadiste de "Bir

adam alış veriş ediyordu, ukdesinde zayıflık vardı." yani fikrinde ve kendi iyiliklerine bakışında demektir.

11- Kin ve öfkeye de, çoğul sigasıyla, ukad denir. "Düğümleri çözüldü", öfkesi sükûn buldu demektir.

12- Ukde, kamışa da söylenir ve bazı yerlerin de özel ismidir. Hepsi düğüm mânâsıyla ilgili olan nice mânâlar ki, çoğunu ve hepsini belki bu âyette düşünmek mümkün olabilir. Râgıb da Müfredat'da akdin önce ipin bağlanması ve binanın bağlanması gibi katı cisimlerde kullanıldığını, sonra da ticaret akdi, ahid ve diğerleri gibi mânâ cinsinden olan şeylere isâre edildiğini söyledikten sonra der ki: Ukde, Akdolunanın ismidir, nikâhdan, yeminden ve diğerlerinden, "Bekleme süresi dolmadan nikâh bağını bağlamaya kalkmayın." (Bakara, 2/235) ve dil tutulduğunda denir. "Dilinde ukde var." demek, tutukluk, pelteklik var demektir. de "ukde"nin çoğuludur ve bu büyücü kadının bağladığıdır ki, aslı azimettendir. Onun için ona ukde denildiği gibi azimet de denilir. Bundandır ki: Büyücüye muakkid (akt eden) denilir. Ve onun denilir, telkîh (aşılanması)i tutunca kuyruğunu kısan deve; kuyruğu kıvrık teke veya köpektir. Köpeklerin çatışmasına da teâkud denilir.

Demek ki büyücü erkek ve kadının üflediği, akdettiği ukdeler, düğümlediği düğümler bu mânâlarla ilgili bir azim ve azimet düğümüdür ki, asıl uçları onların nefislerinde düğümlenmiş olup onunla diğerleri üzerinde iradelerini şeytanlıkla yürütmek isterler, bir akiddeki el sıkma kabilinden, görünüşteki ip düğümü de onun bir görünümüdür.

O azimet denilen şeyin ne olduğuna gelince: Evvela bilinen şeydir ki azim ve azimet bir işin yapılmasına kalbi bağlamaktır. Yani kalbi kesin olarak bağlamakla kastetmek ve yönelmektir. Ciddiyet ve sabır ile çalışmak ve önem vermektir diye de tarif edilir. Böyle azimle yapılması gereken büy ü k hayırlı işlere ve ruhsat yönü aranmayarak icrası istenilen çok mühim görevlere azimet, azâim ve avâzim denilir. Büyücünün ukdesinde esas olan, şer ve şeytanlığa taalluk eden bir kalbin akdi ile takip olunur bir azimettir ki, Ragıb bunu şöyle tarif etmiş t ir: "O azimet bir sığındırma afsûnudur ki, sanki sen onunla şeytanın üzerine sende iradesini yerine getirmesine bir akid yapmışsın, onu bağlayıp

düğümlemişsin gibi tasavvur olunur."

Bu açıklamalardan sonra şu sonuca gelmiş oluyoruz ki, ukdelere, tükürüklü veya tükürüksüz üflemek ukdenin hissî ve mânevî tasavvur olunabilen her mânâsına göre onun gerek bağlanması, gerek çözülmesi, nokta-i nazarından nefes sarfetmek, ilkâât (atmalar) ve telkinler ile nefisler üzerinde heyecanlandırmalar ve kışkırtmalarda bulunmak gibi bir vechile düşünülebilir. Bahis konusu ise şer olan nefes (üfleme)ler olduğu, bunun sonucu ve en açık misâli de işleri, güçleri küfür ve fitne olan büyücülerin afsun düğümlemeyle şunu bunu bağlamak, sihir yapmak için püf püfleyerek veya tüh tühleyerek azim ve azimetle sarfettikleri şeytanlı üfürükleri ve tükürükleriyle düşünüldüğü için büyücülerin, cadıların ünvanı olmuş ve bundan dolayı çoğunlukla "büyücü kadınlar, cadılar" diye tefsir olunmuştur. Burada dikkati çeken noktalardan biri s i de "neffâsât"ın müennes çoğul olarak getirilmiş olmasıdır. Onun için bunun müennes olan mevsûfunu takdir etmede üç vecih söylenmiştir:

1- Zâhiri üzere "nisâ" (kadınlar) takdir olunarak "üfleyici karılar" demek olmasıdır. Bunda da iki vecih vardır: Birisi, yukarıda işaret olunduğu üzere cadılık çoğunlukla kadınların şiârı olması ve büyü işinde kadının rolünün çok olmasıdır. Birisi de, erkeklerin azim ve kuvvetleri üzerinde kadın hilesinin, kadın tuzaklarının şirreti veya kadın câzibesinin yürekl e re işleyen büyüleyici tesiridir ki, bunu büyünün hakikatine inanmayanlar dahi itiraf ederler. Bununla beraber iki görüşün ikisi de bir mânâya yöneliktir denilebilir.

2- Dişiyi ve erkeği içine almak üzere nüfûs (nefisler) takdiriyle "üfleyici nefisler" demek olmasıdır. Zira Arapça'da "Sin" ile nefis kelimesi müennestir. Bu mânâ, erkeğe ve dişiye, fertlere ve toplumlara sadık olmak itibarıyla daha kapsamlı olduğu ve nüzul sebebi sayılan rivayetlere uygun bulunduğu için genellikle en tercih olunan gör ü ş budur. Onun için meâlde bu mânâ gösterilmiştir.

3- "Üfleyici toplumlar" diye cemaatler takdir edilmesidir. Çünkü büyücülerin toplanmasıyla yapılan büyü daha şiddetlidir. Bu da erkeği ve dişiyi kapsarsa da fertlere şümûlü açık olmaz.

Bu vecihl er de anlaşıldıktan sonra beyân olunan mânâların sonucuna gelelim. Tefsirlerde buna başlıca üç mânâ verilmiştir:

1- Genellikle yaygın olan mânâdır ki, şöyle demişlerdir: İpliklere düğümler

düğüp de onlara üfleyerek rukye ve afsun yapan büyücü karıların veya nefislerin veya toplumların şerrinden. İbnü Cerir bunu: Rukye ederlerken (üflerlerken) iplik düğümlerine üfleyen büyücü kadınların şerrinden diye anlattıktan sonra: "Tevil (yorum) ehli de, yani tefsirciler de dediğimiz gibi söylemiştir, diyerek şun l arı nakleder: Muhammed b. Sa'd tarîkıyla İbnü Abbas'dan: sihir karışan rukyeler. Hasen'den: Büyücü kadınlar ve erkekler. Katade'den: 'yi okumuş ve şu rukyelerin sihir karışanından sakınınız demiştir. Tâvus'tan: "Mecnûnların rukyesi"nden şirke daha yakın bir şey yoktur, demiştir. Mücahid ve İkrime de demiştir ki iplik düğümlerinde rukyelerdir. İkrime demiştir ki iplik düğümlerinde ahzdir (yani bağlama denilen tutukluktur ki Arapça'da ahze denilir). İbnü Zeyd'den ukdelerde büyücü kadınlardır. F a kat bu rivayetlerde "iplik ukdesi" ile tahsisi ancak Mücahid ve İkrime'den vârid olmuştur. Bu açıklamanın ifadesi, sihir karışmayan, yani şer ve şeytanlık için olmayıp da ondan korunmak ve bir hastalık veya âfete Allah'tan şifa niyazı için kendine veya diğerine hulûs-i kalp ve salih niyet ile bir duâ veya âyet okuyup üflemek kabilinden olan nefeslerin caiz olduğuna işarettir. Çünkü bunda kimseye zarar vermek veya sapıtmak veya Allah'tan başkasına sığınma ve iltica mânâsı yoktur. Bu sûrelerde "sığınırım de!" emirleri de her şeyden Allah'a sığınmak gereğini anlatır. Resulullah'ın kendisine ve diğerlerine bu şekilde okuyup üflediği ve böyle hayır için rukye (üfleme)ye müsaade ettiği sabit ve bu sebeple gerek ruhanî ve gerek cismanî nice hastaların şifa bul d uğu da vâki olmuş ve görülmüştür. Ancak okuyuculukla sihirbazlık edenlerin de şerrinden korunmak için bu âyetin hükmü ile sihir karışan rukyelerden (okuyup üflemelerden) sakınılmasının gereği hatırlatılmış, ukdeleri iplik düğümleri diye tahsis edenler de b öyle düğümlere üflemenin büyü kabilinden olduğunu anlatmak istemişlerdir. Bununla beraber mutlaka okuyup üfleme ile koruma ve yardım isteme, yani okumakla tedavi caiz olup olmayacağı hakkında da ihtilaf edilmiştir: Şüphe yok ki bu sûrelerde ve diğer âyetl e rde emrolunduğu üzere herkesin Allah'a sığınarak kendisi ve diğerleri için duâ etmesi, okuması, sadece meşrû değil, dince emredilmiştir. Lâkin bunun

tedâvi için kendine okutmak denilen mânâ ile rukye denilen tarzda yapılmasında, Razî'nin beyan ettiği üzere ihtilaf edilmiştir. Bazıları rukyeyi, yani okuma ile tedâviyi yasaklamışlardır. Bunlar, şu hadis ile istidlâl etmişlerdir. "Allah'ın birtakım kulları vardır ki, kendilerine ne keyy (yarayı dağlama), ne de rukye (okuyarak tedavi) yaptırmazlar, yani d a ğlanmazlar ve başkalarının nefesiyle tedavi istemezler ve ancak Rab'lerine tevekkül ederler." Bir hadiste de "Allah'a tevekkül etmemiştir dağlanan ve okunmak isteyen." buyurulmuştur. Bunun izahı Buhârî'nin ve daha geniş olarak Müslim'in Husayn b. Abdur r ahman'dan senetleriyle rivayet ettikleri şu hadistedir: Demiştir ki: Saîd b. Cübeyr'in yanında idim. Dün gece düşen yıldızı hanginiz gördü? dedi. Ben, dedim. Sonra da, amma, ben bir namazda değildim, böcek sokmuştu, dedim. Ne yaptın? dedi, "Rukye etti rdim, okuttum." dedim. "Seni ona ne sevketti?" dedi. "Şâbî'nin bize haber verdiği bir hadis." dedim. Şâbî size ne haber verdi? dedi. Büreyde b. Husayb Eslemî'den "Gözden veya sokmadan başkasında rukye (okuyup üfleme) yoktur." dediğini bize haber verdi, dedim. Bunun üzerine dedi ki: İşittiğini tutan iyi yapmıştır. Fakat İbnü Abbas bize Hz. Peygamber (s.a.v.)'den şöyle haber verdi: "Peygamber buyurdu ki: 'Bana ümmetler gösterildi, peygamber gördüm yanında bir toplumcuk, peygamber gördüm yanında bir iki a dam, peygamber gördüm yanında kimse yok. Derken bana bir büyük kalabalık gösterildi, zannettim ki benim ümmetim, derken bana denildi ki: Bu Musa ve kavmidir, lâkin ufuğa bak, baktım ki yine bir büyük kalabalık, derken bana denildi ki: Diğer ufuğa bak, baktım ki bir büyük kalabalık. İşte denildi bu senin ümmetin, beraberlerinde hesapsız ve azapsız cennete girecek yetmiş bin vardı. Peygamber bunu söyledi, sonra kalktı evine girdi. İnsanlar bu hesapsız ve azapsız cennete girecekler kimler olduğu hakkında k onuşmaya daldılar. Bazıları: "Bunlar Resulullah'la sohbet edenler olsa gerek." dediler. Bazıları da: "Bunlar İslâm'da doğup da Allah'a hiç şirk koşmamış olanlar olsa gerek" dediler, daha birtakım şeyler söylediler. Derken Resulullah (s.a.v.) çıktı: "Neden bahsediyorsunuz?" dedi, durumu haber verdiler, buyurdu ki:

"Onlar, o kimselerdir ki, rukye yapmazlar, rukye istemezler, tetayyûr yani uğursuz da görmezler ve ancak Rablerine tevekkül ederler." Fakat Buhârî'de, Mesâbih'de ve Meşârık'da yoktur ve hadis şöyledir: "Onlar, o kimselerdir ki, uğursuzluk saymazlar, okunmak istemezler, dağlanmazlar ve ancak Rab'larına tevekkül ederler." Bu, daha sahihtir. Bu hadis İhlâs Sûresi'nde "Samed"in mânâsını izahta geçtiği üzere sebeplere gönül vermeyen, elemler ve musîbetler karşısında sarsılmayarak tevekkül makamının en yüksek mertebesinde bulunan "nefs-i râdıye" sahibi Allah ehli olanların büyükleri hakkında olduğu açıktır. Onun için bunlardan uğursuz sayma ve okunmayı istemenin terkedilmesinin daha iyi olacağına istidlâl olunabilirse de herkes için mutlaka men edilmesi ve yasaklanmasına istidlâl etmek uygun olmaz. Yine Buhârî, Müslim ve diğer sahih hadis kitaplarında okunup üflemeye müsaade eden hadisler de çoktur. Bu cümleden olarak Câbir b. Abdullah hadislerind e demiştir ki: Benim bir dayım vardı, akrep sokmasına okuyup üflerdi. Resulullah (s.a.v.) okuyup üflemeden (rukyeden) yasakladı. Onun üzerine, vardı ey Allah'ın Resulü! Sen okuyup üflemeyi yasakladın, ben ise akrep sokmasına rukye ederim (okuyup üflerim) dedi. Reslullah da: Sizden her kimin kardeşine bir menfaat etmeye gücü yeterse yapsın, buyurdu. Avf b. Mâlik Eşceî hadisinde de demiştir ki: Biz câhiliye zamanında okuyup üflerdik. Dedik ki ey Allah'ın Resulü onun hakkında ne buyurursun? "Rukyelerinizi bana arzediniz, rukyelerde bir sakınca yoktur, onda şirk olmadıkça." buyurdu. Ebu Saîd Hudrî hadisinde Resulullah'ın ashabından birtakım kimseler seferde idiler. Arap obalarından birine uğradılar. Onlara misafir olmak istediler, misafir etmediler. "İçinizde bi r rukye eden (okuyucu) var mı? Zira obanın efendisi ledig (yani yılan veya akrep sokmuş)dir" dediler. Ashab içinden bir adam -ki Ebu Saîd kendisidir evet, dedi. Vardı onu Fatiha Sûresi'yle okudu üfledi, bunun üzerine adam iyi oldu. Ona bir bölük koyun veri l di, o, onu kabul etmek istemedi, "Peygamber (s.a.v.)'e arzetmeden almam." dedi ve Peygamber'e vardı anlattı, "Ey Allah'ın Resulü, vallâhi yalnız Fatiha Sûresi ile okudum", dedi. Resulullah tebessüm etti de: "Sen onun rukye olduğunu ne bildin?" dedi. Sonra da: "Onu onlardan alın, bana da sizinle

beraber bir hisse ayırın, buyurdu." Daha bunlar gibi hadisler delâlet ediyor ki, yasaklanmış olan rukyeler hakikatleri bilinmeyen, sihir ihtimâli ve şirk mânâsı bulunan rukyelerdir.

Bazıları da üflemeyi yasaklamışlardır. İkrime demiştir ki: Rukye eden (okuyan) üflememeli ve sıvazlamamalı ve düğüm yapmamalıdır. İbrahim Nahaî'den de selef; okunmalarda üflemeyi mekruh görürlerdi, diye nakledilmiştir. Bazısı da demiştir ki: Dahhâk'ın yanına gittim ağrısı vardı, san a tâvîz okuyayım mı ey Ebu Muhammed! dedim. "Peki velâkin üfleme." dedi, ben de Muavvizeteyn'i okudum."

Halîmî demiştir ki: "Rukye edenin üflememesi ve sıvazlamaması ve düğüm yapmaması gerekir." diye İkrime'den rivayet olunan söz, sanki bu husustadır. O, şuna kâni olmuştur: Allah Teâlâ düğüme üflemeyi sığınılacak şeylerden kılmıştır. Şu halde yasaklanmış olması vacip olur. Fakat bu istidlâl zayıftır. Çünkü ancak ruhlara ve bedenlere zarar veren büyü olduğu zaman kötülenmiş olur. Ama bu üfleme, ruhları ve bedenleri ıslah için olursa haram olmaması vacip olur. Bununla beraber Nesaî'de Ebu Hüreyre'den şu hadis de rivayet edilmiştir: Resulullah (s.a.v.) buyurdu ki: "Her kim bir düğüm bağlar da sonra ona üflerse sihir yapmıştır, (yani sihir işlerinden b ir iş yapmıştır), sihir yapan da şirk etmiştir. Her kim bir şeye takılırsa (bir menfaati olur veya zararı defeder diye gönül takar, inanırsa veya o itikad ile muska ve nazarlık gibi bir şey takınırsa) ona havale edilir." Yani yalnız Allah'a sığınmayıp da o şeye bağlandığı, ondan umduğu, halbuki Allah'ın izni olmayınca hiçbir şeyin ne faydası, ne zararı olmayacağı için o takıldığı şeyden hiçbir fayda görmez, Allah'ın yardım ve lütfundan mahrum olur.

Âyetin tefsiriyle bu hadisin ilgisi de açıktır. Bu da mutlaka üflemeyi yasaklamamış sihirbazlık tarzında düğümler düğerek şunu bunu bağlamak için okuyup üflemeleri yasaklamış ve son fıkrasıyla da nefsî telkinlerin mutlaka bir hükmü olduğu ve bu şekilde mevhûm (kuruntuya dayanan) şeylere inanmanın ve Allah'da n başkasına sığınmanın zararlarını anlatmış demektir. Bunun sonucu da açıklandığı üzere sihir mânâsı karışan düğümlü, ne olduğu belirsiz, meçhûl ve anlaşılmaz, şüpheli, inanç veya beden üzerinde zararlı olması akla gelen

şeytanî üfürükçülükten ve vehimlere kapılmaktan sakındırmaktır. Onun için tefsircilerin çoğu mânâyı hep sihir (büyü) üzerinde dolaştırmışlar ve mutlaka değil, fakat büyü karışan rukye (okunma)lerden sakınmayı söylemişler, iplik düğümleyerek okumayı da sihir tarzında saymışlar, İkrime gibi b a zıları da üflemeyi ve el sürmeyi bile şüpheli telâkki etmişlerdir ki, maksatları tükürüklü üfürükler ve sinirleri bozacak sıvamalar olması gerekir. Yoksa şeytanî çirkin üflemelere karşılık kudsî, rahmânî üflemeler ve nefesler dahi bulunduğu ve mâneviyyâtı n maddiyyata, maddiyyâtın mâneviyyâta geçmesi için, isterse çok az olsun, bir âdi sebebe teşebbüs dahi lâzım olduğu inkâr olunmuş değildir. "Her şeyin bir devası (ilâcı) vardır." hadisi gereğince rûhî hastalıklara rûhânî, cismanî hastalıklara cismanî s e beplerle tedavi meşrû olduğu gibi, karışık olanlara da karışık tedâvi elbette meşrû olur. Şu şart ile ki, tesir, sebeplerden değil, Allah'tan bilinmeli ve hepsinde de entrikadan, sihirbazlıktan, şarlatanlıktan, aldatma ve zarar vermeden sakınılmalıdır. Bu cihetle bedenî hastalıkların tedâvisinde bile gerek doktorun ve gerek hastanın ahlâk ve inanç itibarıyla ruh hallerinin dahi özel önemi bulunduğundan, ruhanî kıymet, iyi niyet ve itikat selameti hepsinin başında gelir. Yoksa tıp ilmi adına yapılan zararla r, afsunculuk, üfürükçülük adıyla yapılan zararlardan az değildir. Özellikle bunları Allah için insanlara hizmet ve menfaatten çok, sırf mal kazancı için vasıta yapan ve çok fazla ücretler almak üzere alış veriş akidleri yapmadan bir nefes sarfetmek bile i s temeyen doktor taslaklarının, şarlatanların zararları, hiçbir zaman cinciliği, üfürükçülüğü sanat edinenlerden aşağı kalmamıştır. Böylelerinin de de dahil afsunculardan sayılması gerekir. Hatta yalnız tıp ilminde deği, yukarda ukdenin açıklanan mânâlarına göre her meslek ve sanatta hak ve hayır fikrinden ayrılarak insan aldatmak, şer saçmak için nefes sarfedenlerin hepsi de bu mânâda dahil olan, şerlerinden sığınılması gereken üfürükçülerin nefeslerinden olduğunun da unutulmaması gerekir. Bunların böyle o lması ise karşılığında sırf hak ve hayır için ciddiyet ve doğrulukla Allah yolunda nefes sarfedenlerin varlıklarını ve kıymetlerini inkâra sebep teşkil etmez. Bundan dolayı, halis niyet ve temiz nefeslerle Allah'a sığınarak, Allah'tan şifa niyaz ederek ok u yup üflemeyi de mutlaka sihirbazlık gibi kabul etmek doğru olmaz. Onun için rukye (okunma)yi caiz görenler Sıhah'ta rivayet edilen bir hayli hadis ile istidlâl etmişlerdir ki, Razî bunlardan şunları kaydetmiştir:

1- Resulullah (s.a.v.) biraz rahatsız olmuştu. Cibril Aleyhisselâm ona okuyup üfledi de "Bismillâh okur, rukye ederim sana seni inciten her şeyden, Allah da sana şifa verir." dedi, diye rivayet edilmiştir.

2- İbnü Abbas demiştir ki: Resulullah (s.a.v.) bize bütün ağrılardan ve hummadan korunmak için şu duayı öğretirdi: "Kerim olan Allah'ın adıyla, ben her kanı akan damarın şerrinden ve cehennem ateşinin şerrinden ulu Allah'a sığınırım."

3- Peygamber (s.a.v.) buyurmuştur ki: Bir kimse eceli gelmemiş bir hastanın yanına girer de yedi defa "Niyaz ederim o ulu Allah'a, O yüce Arş'ın Rabb'ine ki sana şifa versin." derse şifa bulur.

4- Resulullah (s.a.v.) bir hastanın yanına girdiğinde şöyle derdi: "Gider o sıkıntıyı, insanların Rabb'i, ona şifa ver, sensin şifa veren, senin şifandan başka şifa yok, bir şifa ki dert bırakmaz."

5- Resulullah (s.a.v.), Hz. Hasan ile Hz. Hüseyn'i şöyle sığındırırdı: "İkinizi de Allah'ın tam kelimelerine sığındırırım, her şeytandan, kötü kazadan ve kötü gözden." derdi ve buyururdu ki: "Babam İbrâhim de oğulları İsmail ve İshak'ı böyle sığındırırdı."

6- Osman b. Ebi'l-Âs Sakafî'den, demişir ki: Resulullah'a vardım ve bende ağrı vardı, beni az daha öldürecekti. Resulullah (s.a.v.) buyurdu ki: "Sağ elini onun (ağrıyan yerin) üzerine koy ve yedi kere şöyle de: "Allah'ın adıyla, ben bulduğum şeyin şerrinden Allah'ın izzet ve kudretine sığınırım." ben de yaptım, Allah bana şifa verdi." Bu dikkate şâyandır ki Resulullah ona okumamış, onun kendisine okutmuştur.

7- Peygamber (s.a.v.) s efere çıkıp da bir yere konduğu zaman şöyle derdi: "Ey yer! Benim Rabbim, senin de Rabbin Allah'tır, Allah'a sığınırım senin şerrinden ve sendekinin şerrinden ve senden çıkanın şerrinden ve senin üzerinde debelenenin şerrinden, Allah'a sığınırım arsl a ndan, kara yılandan, zehirli yılandan, akrepten, beldenin sâkinlerinin, doğuranın ve doğurduğunun şerrinden."

Bunlarda üflemeye dair bir işâret yoktur ve bunların meşrû sayılmaları için başka delile ihtiyaç olmaksızın Ku'rân'daki duâ ve sığınma emirleri ve bu sûreler yeterlidir. Bununla beraber Resulullah'ın üflediği ve sıvazladığı da sâbittir.

8- Sûrenin ta başında geçtiği vechile Resulullah (s.a.v.) her gece muavvizâtı (İhlâs, Felâk ve Nâs sûreleri) okur ellerine üfler, yüzüne ve vücuduna meshederdi. Bundan başka yine Hz. Âişe'den Sıhah'ta rivayet edilmiştir ki: "Resulullah (s.a.v.) ailesinden birisi hastalandığı zaman ona Muavvizâtı (İhlâs, Felâk ve Nâs Sûreleri) üflerdi. Vefat ettiği hastalığında da ben okuyup üflüyor ve kendi eliyle kendisini sıvazlıyordum. Çünkü onun mübarek elinin bereketi benim elimden çok büyük idi." Bununla beraber Resulullah'ın kendisine başkalarının okumasını istemediğini anlatan şu rivayet de çok mühimdir. Yine Sahîh-i Müslim'de: Hz. Âişe demiştir ki: Resulullah (s.a.v.) bizden bir insan rahatsız olduğu zaman onu sağ eliyle mesheder (sıvazlar), sonra şöyle derdi: "İnsanların Rabbi olan Allah'ım o sıkıntıyı gider, şifâ ver, sen şifa vericisin, senin şifandan başka şifa yok, senin şifân dert bırakmaz." Ne zaman ki Resu l ullah (s.a.v.) hastalandı ve ağırlaştı, sağ elini tuttum, onun yaptığını yapmak istedim, elini elimden çekti, sonra "Allah'ım, beni affet, beni Refîk-ı alâ ile beraber kıl."

dedi, ben baka kaldım, ne göreyim iş tamam olmuştu (yani vefat etmişti).

B unlardan başka Resulullah'ın harpte ve diğer zamanlarda yaralananlara okuyup dokunmasıyla derhal şifa hasıl olanlar da çoktur. Fakat onlar onun peygamberlik özelliğinden olan mûcizeler kabilinden olduğu için diğerleri hakkında delil olmaz. Bununla berabe r yine Hz. Aişe "Resulullah (s.a.v.), Ensar'dan bir ehl-i beyte humeden, yani akrep gibi zehirli hayvan sokmasından okuyup üflemeye ruhsat verdi." demiştir ki, bu da Câbir hadislerini teyid etmektedir. Bunda emmek tıbben de faydalı olduğuna göre, tükürmen i n de bir yönü düşünülebilir. Bundan başka bir de gözden okuyup üfleme (rukye)ye izin verilmiş olduğu ve bu sebeple "Göz değmesi ve sokmadan başkasına rukye (okuyup üfleme) yoktur." denildiği de zikredilmiştir. Göz değme olayı bir nefsânî durum olması h a sebiyle bunda da ruhanî bir nefes ve telkinin faydası açıktır demektir.

Şimdi bütün bunlardan hasıl olan sonuç da şudur ki: Sihir şâibesi olmamak üzere ruhî ve bedenî kurtuluş için tesirli dualarla rukye (okuyup üflemek) caiz olmakla beraber, istirkâ yani kendini başkasına okutmak, okuyup üfleme talep etmek, Allah'a sığınmak ve dua etmek için başkasının aracılığını dilemek mânâsını içine almış olması itibarıyla dinen hoş görülmüş değildir. O yukarıda zikrolunan hadisler gereğince Allah'ın hesapsız ve a zapsız cennete girecek has kulları ondan sakınırlar. Bundan dolayı Hanefî fıkhında bu mesele şu şekilde yazılmıştır: Şifa veren ancak Allah Teâlâ olduğuna ve şifaya onu sebep kıldığına itikat ettiği takdirde tedavi ile meşgul olmakta bir sakınca yoktur. A m ma şifa veren ilaçtır diye inanırsa değil. (es-Sirâciyye'de böyledir). Şunu bilmelidir ki, zararı yok eden sebepler üç kısma ayrılır: Birincisi maktuunbih (kesinleşmiş, yüzde yüz)tir: Susuzluk zararını gideren su ve açlık zararını gideren ekmek gibi. İkin c isi maznun (zan altında bulunan, şüphe edilen yüzde elliden yukarı)dur. Hacamat etmek, kan almak, ishâl ilacı içmek ve diğerleri gibi tıp konularına ait tedaviler yapmak gibi. Üçüncüsü de mevhûm (kuruntu yüzde elliden aşağı)dur, okuyup üfleme gibi. Şimdi m aktuunbih (kesinleşmiş) olanın terkedilmesi tevekkülden değildir. Hatta ölüm korkusu olduğu takdirde terk

edilmesi haramdır. Fakat mevhum (kuruntu) olana gelince tevekkülün şartı onu terketmektir. Zira Resulullah (s.a.v.) tevekkül edenleri onlarla vasfeylemiştir: "Okunup üflenmek istemezler..." İkisi arasında orta derecede olan maznuna gelince ki, doktorlar katındaki açık sebeplerle tedavi olmak böyledir. Bunu yapmak tevekküle aykırı değildir, mevhûmun zıddınadır, terki de haram değildir, maktuunbihin ( kesinleşmişin) hilâfınadır. Hatta bazı haller ve bazı şahıslar hakkında terkedilmesi yapılmasından daha faziletli olur. Bu, iki derece arasında bir derecedir. nin otuz dördüncü faslında böyledir. Hastaya ve yılan sokmuşa karşı okumak veya bir kağıt pa r çasına yazıp üzerine asmak, yahut bir tasa yazıp yıkayıp içirmek gibi Kur'ân ile afsun yapmasını istemek hakkında ihtilâf edilmiştir. Atâ, Mücahid, ve Ebu Kılâbe mübah olduğuna; Nehaî ve Basrî mekruh olduğuna kani olmuşlardır. Hizânetü'l-Fetâvâ'da böyledi r. Fakat Meşâhir'de inkâr edilmeyerek sabit de olmuştur. Hizânetü'l-Müftîn tâviz, yani muska takınmakta bir sakınca yoktur fakat helâda ve cinsî münasebet esnasında çıkarır (Garâib); bir kadın kocası sevmediği için sevsin diye muska yaptırmak isterse Câmi u 's-Sağîr'de der ki: "Bu haramdır, helâl olmaz." (Fetâvây-ı Hindiyye, Cilt 5, Kitâbü'l-Kerâhiyye, 18. bab, tedâvî ve muâlecât). Görülüyor ki burada okuyup üfleme ile tedavi terkedilmesi daha iyi olan mevhûm kısmından sayılmıştır. Mevhûm denilmekten maksad d a, hiç aslı yok, yalan demek değil, maktûun (kesinleşmiş olan) ve ğalib zan demek olan maznûnun karşıtı yani zannın tercih edilmemiş, zayıf tarafı yüzde elliden aşağı düşen kısmı demektir ki, tıbbî tedavilerin de bir çoğu böyledir. İsabeti yüzde yüz olan m aktû, yüzde elliden yukarı olan maznûn, yüzde elliden aşağı olan da mevhûm kısmındandır. Zamanımızda tıp ilimlerinin ilerlemiş olmasına rağmen hayatın hastalıkların tam bir sınırı çizilmiş olmadığı gibi, fennî tedavi de ampirik (deneysel) olmaktan çıkarıl m ış değildir. Hayat yine mechuller ve esrar ile doludur. Onun için anılan üç kısım hakkındaki hüküm artık değişmiştir veya değişir gibi zannetmemelidir. Bu ayırım her zaman için düstur olacak ilmî bir takvimdir. Bugün de tıpta fennî tedavinin yüzde yüz isa b et iddia ettiği bir ilâç tesbit edilmiştir denemiyor. Kinin gibi en sağlam sayılan ilâçların bile yüzde seksen doksan ihtimâl içinde kabul edildiği bilinmektedir. Allah'ın izniyle yüzde yüz sayılabilecek bir hayli ilâçların bulunduğu farz olunsa bile, bun l ar maktû (kesin) kısmında dahil demek olduğundan dolayı zikrolunan ayırım değişecek

değildir. Birçok masraflara, fedakârlıklara katlanılarak takip edilen tedavilerin birçoğu da nice ukdelerle dolu esrar perdeleri içinde zayıf bir ihtimalin verdiği en küçük bir ümit ile tatbik edilmesi itibarıyla okuyup üflemeden farklı değildir. Aynı zamanda tıp tedavilerinin faydalı olmadığı bazı hastalıklar ve ârızaların bir rukye (okuyup üfleme) ile ortadan kalktığı da öteden beri görülegelmiş olaylardandır.

Karşılığında bir şer ve zarar düşünülmedikçe mümkün olan en zayıf bir fayda ihtimalinden dahi insanları yasaklamak doğru olmaz. Yüzde yüz değil, binde bir, milyonda bir misâle dayanan bir ihtimâl dahi olsa karşılığında bir zarar ihtimali bulunamayan bir fayda mü l âhazası yalnız kuruntu değil, az çok delilden doğan bir şüphe demek olduğundan, ihtiyaç halinde daha kuvvetlisi bulunamayınca onunla amel caiz görülür ve öyle bir tesellinin mutlak şekilde yasaklanması da makûl olmaz. Fakat insanların sihirbazlara, şeytan l ara kapılması da en çok bu gibi şüpheli durumlar içinde meydana gelir ve onun için zarar ihtimâllerinin de iyi düşünülmesi gerekir. Usûl ilmi (Usûl-i Fıkıh) kâidelerine göre ise kesin delil ile itikad ve amel vaciptir. Tersine kuvvetli delil bulunmayan za n na dayanan delil ile itikad vacip olmasa da, ihtiyaç halinde amel vacip olur, vehim ve şüpheye itibar yoktur. Ancak ihtiyat mevkiinde vehim ve şüpheyi kesmek için faydalı olduğu zaman nazar-ı itibara alınabilir. Bu esas üzere Fıkıh'ta da, şifa, Allah'tan b ilinmek şartıyla tedavinin kesin olanıyla amel vacip, korku zamanında terk edilmesi haram; maznun (galip zan) olanıyla amel câiz, durumlara ve şahıslara göre bazan yapılması, bazan da terkedilmesi daha uygun; mevhûm (kuruntu) olanıyla da amel etmek yasakl a nmış değilse de, terk edilmesi daha uygun denilmiş, rukye (okuyup üfleme) de mevhûm (kuruntu) kısmından sayılmıştır. Kuruntu olmasının sebebi de dua olması itibarıyla değil, okuyanın nefesinde sebeplik düşüncesi itibarıyladır.

Şu halde bu açıklamadan anlaşılır ki okuyup üfleme ile tedavi halkın pek çoğunun zannettiği gibi dindarlığın gereği ve dinin emrettiği bir şey değil, nihayet bir izindir. Asıl dindarlığın gereği onu terketmek sûretiyle Allah'a dayanmak ve ancak Allah'a sığınıp O'na kendisi doğru d an doğruya duâ etmek ve duâsına başkalarının aracılığını istememektir. Müminin mümine gerek huzurunda ve gerek arkasından duâsı meşrû ve müstahsen ve hatta dinî görevi bulunduğunda ve "Duâ ibâdetin iliğidir." hadis-i şerifi gereğince duâ ibadetin, dind a rlığın iliği olduğunda şüphe yok ise de, duâ etmek başka, okuyup

üflemek, başkasının nefesinden medet beklemek yine başkadır. Allah Teâlâ duâyı emretmiş "Bana duâ edin, duânızı kabul edeyim." (Mümin, 40/60) buyurmuş; "Ben (o kullara) yakınım. Bana duâ edince duâ edenin duâsına karşılık veririm." (Bakara, 2/186) buyurmuş, "De ki: Duanız olmasaydı Rabbim size ne değer verirdi?" (Furkan, 25/77) Fakat şirkten kendinden başkasına duâ etmekten yasaklamış, "Ben ancak Rabbime yalvarırım ve hiç kimse y i O'na ortak koşmam, de." (Cin, 72/20) buyurmuştur. Aynı şekilde Kur'ân'da ve Resulü'nün diliyle en güzel duaları öğretmiş ve nihayet bu sûrelerde de bütün şerlerden doğrudan doğruya kendisine sığınılmasını emretmiştir. Okuyup üfleyecek olan bunları belle s in, her zaman kendine cankurtaran edinsin. Peygamber (s.a.v.)'den rivayet edildiği üzere her gece ve her ihtiyacında temiz kalp ve itikat ile okusun, kendine üflesin, mümin kardeşlerine de hem dua, hem tavsiye etsin, temiz nefesle dua edenlerin dualarının bereketlerini de inkâr etmesin. Buna söz yok, fakat Allah Teâlâ böyle dua ve icabet (kabul etme) kapısını herkese açtığı, ona genellikle herkesi çağırdığı, herkesin doğrudan doğruya sığınmasını istediği ve şirk ayıbını kabul buyurmadığı halde; ona doğruda n doğruya dua ve ibadet ile sığınma ve ilticayı bırakıp da, "Ben o kapıya gidemem, ne isteyeceğimi de bilemem." diye dua tellalı aramaya ve onun nefesinden meded ummaya kalkışmak dindarlığın gereği değil, câhiliyye adetidir. İnsanlar bundan gafil olup kend i sine okutup üfletmeyi dindarlık gereği sandığı için burada bu genişçe anlatım ile sözü uzatmaya lüzum görüldü. "Muvaffak edici Allah'tır."

2-Bir de "düğümlere üfleyen kadınlar", yani hilebaz kadınlar, yahut erkekleri fitneye düşüren, onlara güzelliklerini arz ederek taarruz edip meftûn eyleyen fitneci kadınların şerrinden, diye tefsir edilmiştir. Razî'nin beyanına göre Ebu Müslim bu sonuncuyu tercih etmiştir ki, erkeklerin azim ve iradelerinde fikir ve bakışlarında tesir etmek suretiyle tas a rruf eden kadınlar, demek olur. Bu şekilde ukde azîmet, yani kalbin bağlanması ve görüş mânâsına, yahut ip düğümünden istiâre edilmiş, nefs de ipin düğümünü yumuşatmak için tükürmekten istiâre edilmiş olup mânâ şu olmuş olur: Kadınlar, erkeklerin gönüller i ne üfler gibi verdikleri heyecanlar ve yumuşatıcı tesirlerle onları görüşten görüşe, azîmetten azîmete çevirir, türlü fitneye düşürürler. Onun için Allah onların şerrinden sığınmayı emretmiştir. Bu mânâ "Muhakkak eşlerinizden ve çocuklarınızdan size d ü şman olanlar vardır, onlardan sakının." (Teğâbün, 64/14) âyetinin mânâsı ile

"Muhakkak sizin tuzağınız büyüktür." (Yusuf, 12/28) âyetinin mânâsına uygundur. Râzî der ki: "Bu görüş güzeldir, fakat tefsircilerin çoğunun görüşü hilâfına olmasa..."

Fak at yukarıda geçtiği üzere sihirbaz (büyücü) düğümünün aslı azîmette olduğu ve onun da mutlaka iplik düğümü mânâsına tahsisi şart olmayıp maksat örfî ve lügavî daha genel mânâsıyla mutlaka büyücü erkekler ve büyücü kadınlar demek olacağına göre, bu görüş d e ondan hariç değil, onun bir şıkkı demek olur.

3- İbnü Sina'nın ve bazı âriflerin tercih ettiği görüştür ki, düğümlere üfleyen nefisler, yahut güçler demek olarak aslî cisimlerin içinde uzvî veya âlî (yüksek) denilen gerek hayvanlar ve gerek bitkiler, bütün canlı cisimlerin gelişmesi, başlangıcı olup, bitkisel nefis ve gelişme gücü ve gaz gücü denilen uzva ait güçlere işaret olmasıdır ki, bütün uzviyyette olduğu gibi, insan bedeninde de gıdalanma ve tenasül görevlerinin meyli demek olan şehvet heyecanının ilk başlangıcı ve şartı bu güç, bu nefis; diğer hayvânî ve hissî güçler de bunun tamamlayıcısı ve olgunlaştırıcısı olduğuna göre bu mânâ önceki mânâların illeti yerinde olan şehvet gücüne de işâret olarak hepsinden daha genel demek olur. Hatta bu itib a rla "şehvânî kuvvet" demek daha açık olur. İbnü Sina ğâsıkı, hayvanî kuvvete yorarak demiştir ki, "hayvânî güç sığınıcı olan insan ruhunun tersine olarak kudretli bir zulmet-i ğâsika, yani bulanık bir kara kuvvettir. Çünkü insan ruhu cevherinde temiz, sâf ve madde bulanıklığından uzak, bütün suret ve hakikatleri kabul edici bir fıtratta yaratılmıştır. O, ancak hayvanlıktan kirlenir, pislenir, de hayvanlık kuvvetinin şartı olan bitkisel kuvvetlere işarettir. Çünkü o, en, boy, yükseklik, bütün yönlerden ha c im ve mikdarı artırması yönüyle üç düğüme üflüyor gibidir. (Hatta nefes alıp verme, bitkisel hayat gereğinden olduğuna göre nefsetmek, üflemek bunda mecâz değil, hakikattir. Bitkilerin boğum yerlerinde de ukde (düğüm) hakikattir, denilebilir.) İnsanî nefis ile bitkisel kuvvetler arasında ilgi, hayvanlık vasıtasıyla olduğu için şüphesiz hayvanî kuvvetin zikri bitkisel kuvvetlerden öne alınmıştır. Bu iki güçten nefsin cevherine lazım gelen şer ise onda beden ilişkilerini güçlendirmek ve ona uygun, cevherine l ayık gıda ile beslenmesine engel olmaktır. Ona layık gıda da göklerin ve yerin melekûtunu saran ebedî nakışlarla süslenmedir." Bazılarının dediği gibi ğâsık, katı cisme, madene işaret olduğuna

göre de ve bizim dediğimiz gibi hayvan, bitki ve madene ve insan bedenini içine alan asıl cisme işaret olduğu takdirde de bu mânâ cereyan eder. Önceki mânâlar da bunun dallarıdır.

Bütün bunlardan sonra burada (el-Ukad) yukarda Nihâye'den naklen zikrolunan Hz. Ömer ve Übey hadislerindeki "Düğümlere üfleyen helâk oldu." ve "Düğüme üfleyen helâk oldu." gibi "velâyet" ve "bîat akdi", diğer deyimle "Ukde-i mülk" mânâsına olması ve hatta o hadislerin bu âyetin bir mefhumu olması da çok muhtemeldir. Bu düğümlere üfleyenlerin üflemeleri ve şerleri ise bir tar a ftan kulların haklarını üzerlerine alan idarecilerin kötü idareleri, mevki hırsları, tahakküm ve düşmanlık duygularıyla o düğümleri sıkıştırmak yolundaki zulüm ve zorbalık hareketleri, bir taraftan da Allah'tan korkmaz azgın âsilerin halkı azdırma ve ifsa t ile Hakk'a olan bağları, çözmek, fitne ve ihtilâl çıkarmak için sarfettikleri nefeslerle yaptıkları tahrikler, çevirdikleri entrikalar demek olup iki yönü içerir ki, bunların ikisi de Allah'a sığınılması lazım gelen en büyük şerlerdendir. Bununla birlikt e bunlar da sihrin "Birşeyi kendi yönünden çevirmek" demek olan genel mânâsında dahil olacağına göre birinci mânâda dahil demektir.

Şu halde özet: "Ukad" (düğümler), hissî, manevî, hakikat, mecâz birçok mânâlara ihtimali olmakla beraber, esas mânâsı "düğüm" demek olduğu için ip düğümünde zâhirdir. Fakat maksadın normal bir ip veya iplik düğümünü bağlamak veya çözmek için üflemek veya tükürmekten ibaret olmadığı da açıktır. Çünkü her iplik düğümünde şer mülâhaza edilemeyeceği de âşikârdır. Bundan dol a yı maksad, tabirin hakikati üzere düğüme üflemekten ibaret değil, sihir (büyü)den kinâyedir. Bu şekilde sihirbaz (büyücü) kimseler mânâsına örf olmuş bulunduğundan mânâ genelde büyücü erkek ve kadınların şerrinden sığınmadır. Sihir fiili de iplik düğüm ü ne hasredilmiş değildir. Onun için bunu sihrin herhangi bir şeyi, yönünden döndürme ve değiştirme mânâsıyla anlamak uygun olur ki, bu da zikredilen mânâların hepsini içine alır.

5. Ve herhangi bir hasedçinin, başkasında gördüğü bir nimeti çekemeyip de ona göz diken, onun mutlaka son bulmasını temenni eden hasedçinin hased ettiği zaman şerrinden.

Yani nefsindeki hasedinin gereğini fiile çıkarmaya kalkıştığı, hased ettiği kişiye karşı sözlü ve fiilî zarar verme başlangıçlarını, şer girişlerini tertip ve icraya başladığı zaman şerrinden. Çünkü hased düşüncede kaldıkça hased edenin kendinden başkasına zararı yok demektir. Diğer bir ifade ile de denilmiştir ki: Hased galeyan edip de hasedlendiğine karşı kin ve öfke, düşmanlık kaydıyle kötü nefsini y ö nlendirdiği zaman ki, "göz değme" denilen durum ve âfet de çoğunlukla o anda olur. Onun için hased ile gözdeğmek birbirinden ayrılmaz gibi düşünülür. O sırada hased edenin nefsi öyle bir çirkin durum alır ki o his ile fırlattığı kötü bakışların kıvılcımla r ı, hased edileni zayıf buluverdiği takdirde bazan onu yıldırım gibi çarpar. Nice hased edenler ve kötü gözlüler vardır ki, hased gözüyle baktıkları zaman bazı yılanların gözleriyle bakışlarındaki ezâ gibi ezâlandırır. Bu his ile harekete geçen kötü nefisl e r ise her hileye başvurur, ellerinden gelen her fenalığı göze alırlar. Onlar için hased edilenin helâkinden başka bir şekilde teselli kabil olmadığından dolayı o yolda içlerini yiye yiye kendilerini de yakar, helâk ederler. Ancak hasedin gereğini icraya k a lkışmayıp da kendi nefsinde sakladığı ve bu yolda nefsi ile mücadele edebildiği takdirde hased edilene bir şerri dokunmaz ve nefsiyle mücahedesinden dolayı sevap bile alırsa da gönlünde o hased hissi devam ettikçe kendi kendini yer, zararı sırf kendine ol u r. "Haset ettiği zaman" diye kayıtlanması bu farka işaret için olduğunu söylemişlerdir. Bundan başka hasedçinin şerrinden maksad, onun günahı ve hasedi zamanında ve eserini açıklama vaktindeki halinin kötülüğü, çirkinliği olmak da câizdir. İşte bütün bu z ikrolunanların şerrinden o felâkın Rabbine sığınırım de. Bu vechile o Samed olan Allah'a sığın, çünkü hepsinin yaratanı ve hepsinin şerrinden koruyacak olan O'dur ve O'na öyle ihlâs ile sığınanlara O'nun koruyuculuğu ve himayesi vaad edilmiştir; "En iyi koruyucu Allah'tır ve O, merhametlilerin merhametlisidir." (Yusuf, 12/64).

Haset nedir? Ragıb'ın beyânına göre Haset, bir nimetin hak sahibinden yok olmasını temennidir. Çoğunlukla o nimetin kaybolmasına çalışmakla da beraber olur. Rivayet olunmuştur ki mümin gıbta eder, münâfık haset eder. Kamus'un ve diğerlerinin beyanına göre de, o nimetin kendisine dönmesini isteyip istememekten daha geneldir. Yani hasedde aslolan mânâ bir nimetin, bir faziletin, bir olgunluğun sahibinden yok olmasını arzu etm e k, kendisine geçmesini, gerek istesin ve gerekse istemesin, başkasında bulunmasını mutlaka çekememektir. Öyle ki, "Onunki onda dursun da sana da verelim." deseler memnun olmaz, keşke onunki mutlaka gitse de kendisine hiçbir şey verilmese bile hoşlanır. Öz e llikle haset olunan nimet, hasedçi tarafından gasbolunmak mümkün olmayan şahsî faziletler ve kendine özgü olgunluklar kabilinden olursa, hased eden o zaman bütün bütün fazilet düşmanı kesilir ve onu kendine döndüremediğinden

dolayı hased ettiği kişiyi haksız yere mutlaka yok etmekle teselli bulmak ister. "Allah korusun."

Özet olarak, hasedçi, kendinin iyiliğini değil, diğerinin kötülüğünü ister. Eğer başkasından kaybolmasını istememekle beraber, kendisine de onun gibisini veya daha iyisini isterse, o haset etmek değil, gıbta etmek, imrenmektir. Bunları Alûsî şöyle anlatmıştır: Bilinmeli ki hased, başkasının nimetinin yok olmasını temenni etmeye denir. Bir de başkasında bulunan fakirlik veya diğer herhangi bir noksanın devamını ve nimet yokluğunun hâ l i üzere devam etmesini temenniye denilir, (ki birincisine dilimizde çekememezlik, ikincisine de iyiliğini istememezlik denilir) yaygın olan öncekidir. Her iki mânâ ile de hased eden Allah katında ve Allah'ın kulları yanında buğzedilendir. Meşhur olduğu ü z ere hased, büyük günahlardan sayılmıştır. Lakin inceleme budur ki fıtrî ve yaratılıştan olan hased, gereği olan ezâ ile mutlaka amel edilmeyip de ona sahip olan kimse nefsiyle mücadele ederek kardeşine Allah'ın seveceği vechile muamele ederse onda günah o l maz. Belki o doğuştan hased sahibi, nefsiyle mücahede edip kardeşine iyi muamele ettiğinden dolayı büyük sevaba nail olur. Çünkü fıtrî olana, karşı koymakta büyük zorluk bulunduğu açıktır. Bunlardan başka gıptaya da mecâzen hased denildiği vardır, hem ilk örfte bu yaygın idi. Gıpta ise kardeşinde bulunan nimetin kaybolmasını temenni etmeyerek onun gibi senin de olmasını temenni etmendir ki, bunda sakınca yoktur. Nitekim şu Nebevî hadis bu mânâdandır: "Şu ikiden başkasında hased yoktur: Bir adam ki Alla h ona mal vermiş ve hak yolda tüketilmesine onu musallat kılmıştır ve bir adam ki Allah ona hikmet vermiştir, onunla amel eder ve onu insanlara öğretir."

Demek ki şer olan hasedin asıl mânâsı başkasında bir nimet görmekten rahatsız olup onun kaybolmasını istemektir ki, bizim "çekememezlik" dediğimizdir. Birtakım kimselerin zannettiği ve bir hayli yaygın olduğu vechile kıskançlık demek değildir. Kıskançlık, bazan hased demek dahi olursa da daha çok Arapça'da "gayret" tabir olunandır. Nitekim Kamus müter c imi Âsım Efendi de şöyle der: "Gayret, gayr, gar, gıyar: Nâm ve namusa eksiklik verecek halden korumak mânâsınadır ki kıskanmak denilir." Mesela erkeğin karısını

başkasından kıskanması, aynı şekilde kadının kocasını başkasından kıskanması hased değil, gayret ve hamiyettir, bu övülmüştür. Fakat birisi diğerinin karısını veya kocasını veya evladını veya malını veya güzelliğini veya herhangi bir nimet ve meziyetini, şerefini çekememek, ona göz dikmek, onun ondan yok olmasını arzu etmek haseddir, kötülenmiştir. Buna kıskanmak denirse de çekememezliği bir gayret ve hamiyet mânâsında mübalağa sûretiyle kullanmak kabilinden mecaz demektir. Yani yerinde olmayan bir kıskanmaktır. Her ne olursa olsun kıskanmak mutlaka haset demek değildir, ondan daha genel olabilir. Ş u halde hasedi sadece kıskanmak diye tercüme etmek doğru değildir. Hased kötülenmişdir, ona bir kıskanmak denirse elin hakkını sahibinden kıskanmak, diye ifade edilmelidir. Halbuki gayret ve hamiyet demek olan kıskanmak övülmüş ve makbul bir haslettir. Fe y izlenme, ilerleme, kemâle erme, iffet, hakkın korunması, nimetin muhafazası onunla hasıl olur. Meğer ki kendi hakkının ilerisine tecavüz etmek sûretiyle ifrat olsun. O zaman gayret, cahiliye hamiyeti ve hased mânâsında olmuş olur. Ragıb'ın hasedi tarifind e nimetin hakkı olandan kaybolmasını temenni diye müstahık (hakkı olan) kaydını koyması da önemlidir. Bundan anlaşılır ki, hasedde zulüm mânâsı da vardır ve o halde bir nimetin hak sahibinin gayrinden yok olmasını istemek hased değil, gayret ve adalet deme k olur. Şu halde bir gasbedicinin gasbettiği nimetin, elinden çıkmasını temenni etmek hased demek olmadığı gibi, onun bâtıl elinin yok edilmesiyle hakkı sahibine teslim etmeye çalışmak da şer değil, gayret edilmesi lazım gelen bir hayır, bir hamiyet görevi demektir. Fakat bir hak sahibinin nail olmuş bulunduğu bir nimetten kalben acı duyup da onu çekememek, yok olmasını temenni etmek hased ve zulümdür. Fakat bu fiile çıkmayıp, içinde kaldıkça hased edene zararı olursa da başkasına dokunmaz. Amma düşünceden f iile çıkarılmak istenip de o nimeti fiil ile yok etmeye çalıştığı zaman fiilen zulüm ve azgınlık olan hased olmuş olur ki, o zaman onun şerrinden Allah'a sığınmak lazım gelir. O artık hiçbir hak ve insaf tanımaz, mümkün olabilen her türlü kötülük ve hiley e baş vurur, her türlü sihirbazlığı göze alır, fırsat bulabildiği kadar düğümlere üfürdükçe üfürür. olanların hepsini de şerrine âlet etmeye çalışır. Bu da kötü kişilerde şehvet kuvveti ile öfkenin ve bilhassa öfke kuvvetinin bir azgınlığı demek olduğu n dan dolayı İbnü Sina burada da şöyle demiştir: "Haset ettiği zaman hasedçinin şerrinden", beden ve kuvvetleri ile ruhu arasında meydana gelen tartışma demektir. Hased eden, hayvansal ve bitkisel kuvveti bakımından bedendir; hased edilen de ruhtur. Bu ş ekilde beden, nefs üzerine bir vebaldir. O halde ondan

uzaklaştığı sûrette o nefsin hâli ne güzeldir! Ve eğer onunla kirlenmiş değilse ondan ayrılmasıyla ne büyük lezzete erecektir." Bu da mânânın bir özü ve istiâze (sığınma)nin ruhunu beyân etmek demektir ki sonucu:

"Ruha dön ve onun isteklerini olgunlaştır,

Çünkü sen cisim ile değil, ruh ile insansın"

ifadesine dikkat nazarını çekmektir. Bunu şöyle özetleyebiliriz: Ey insanî nefis! Bütün yaratıkların, özellikle kevn ü fesat (olma-bozulma) şânından olan maddiyyatın, cismânî güçlerin, hususiyle aldatıcı hayvansal ve bitkisel güçlerin o şehvet ve öfkenin şerrinden o felakın Rabbine sığın. Çünkü onlar seni çekemez, bedende bırakmak, çukura gömmek, helâke götürmek isterler. Onun için sen o f ıtrat nûrunun, insanlık ruhunun kadrini bil de onu yaratan Hak Rabbine sığın.

Görülüyor ki bu sûrede insan ruhuna zararı düşünülen, din ve dünyaca çekinilmesi ve korunulması lazım gelen şerlerin hepsi sayılarak onlardan Allah'a sığınmak emredilmiş ve bu şekilde kurtuluş vaad edilmiş demektir. Bundan dolayı Resulullah bunlar nazil olduğu zaman ferahlamış ve bunlarla sığınmaya devam etmiştir. Çünkü bu, ikincisiyle beraber, sığınmak için her işi içine almaktadır. Evvelâ "Yarattığının şerrinden", sığınıl a cak şerlerin başlangıçlarının hepsini kısaca içerir. Sonra da ğâsık, neffâsât, hâsid (karanlık gece, üfürükçüler, hased eden) üçü onların mertebelerini veya en mühimlerini bir açıklamadır. Gerçi o kısaca anlatımda ve hatta neffâsât (üfürükçüler) ve hâsid ( hased eden)de sığınan nefsin kendisi de dahil olabilir. Fakat karşılaştırma karinesiyle sığınan, kendisine sığınılanda dahil olmamak açık olduğuna göre bu sûre daha çok insana dışından veya bedeninden zarar veren âfakî (objektif) şerlerde zâhirdir. Bu şe k il kelam daha genelden başlayıp bilhassa hased ile insana ait ruhların şerlerinde son bulmuştur. Bunun üzerine bunlardan sığınan nefsin olgunlaşması mertebeleri ile ona içinden gelecek enfüsî (subjektif) şerrini genişçe anlatımına ve bu şekilde, "Düğü m lere üfleyen"in de bir yönden beyan ve tefsirine işaret olmak ve ondan da bilhassa istiâze (sığınma) ile vaad tamamlanmak üzere gelecekte görüleceği üzere Nâs Sûresi ile son verilmiştir. Bir de dikkate şâyandır ki şerlerinden sığınılan 'daki mâ mevsûf e veya mevsûle olabilmek ihtimalinden dolayı marife (belirli) veya nekre (belirsiz) olması muhtemeldir. Ğâsık, hasid kelimeleri, nekre ve müfred (tekil), aradaki ma'rife (belirli) ve çoğul olarak getirilmiştir. Bunun nüktesinde Zemahşerî ve Razî: "Zira her ğâsık, her hased eden şerli değildir.

Hatta bazan hayırda gıbta mânâsına hased, hayır bile olur fakat her üfürükçü (neffâse)nün şer olduğuna işarettir." demişlerse de, bu pek açık değildir. Zira dağınık fert halinde genel olarak her bir ğâsıkın vukubu (karanlığın yayılması) ve her bir hased edenin hasedi zamanında şerrinden tamamen sığınma talep edildiği daha açıktır. Lâkin ğâsık ile hased edenin şerri çoğunlukla karanlıkta ve bilinmezlik içinde, tanınmayarak geriden geriye cereyan eder. Neffâse (üfürü k çü) ler, sihirbaz (büyücü)lar ise çoğunlukla tanındıkları, bilindikleri halde yüzlere güle güle, gönüllere üfleye üfleye şirretliklerini yaparlar. Ğâsık (karanlık) bir eşkiya gibi ansızın basar, hasetçi de bir kundakçı gibi saklı yapar, sâhir (büyücü)ler, cadılar ise dost kılığında yankesici gibi göz göre göre çarparlar. Böyle olması onların hilelerinin ince ve gizli olmasına engel de olmaz. İşte bunlar içinde en çok bile bile şerlerine düşülenler üfürükçüler olduğu ve umûmi örfte de en çok şirretle bilin e nler bunlar bulunduğu için kelimesinin lâmının ahd veya istiğrak ile marife (belirli) ve çoğul olarak irâd edilmiş olması bizce daha doğru ve daha açık görünmektedir. Nâs Sûresi'nde in marife (belirli) olması da "neffâsât" gibidir. Bu yönden de o bunun tamamlayıcısı olan bir beyânı demektir.