25 Ağustos 2007 Cumartesi

FELAK SÜRESİ(MEVDUDİ)

Adı: Kur'an'ın bu son iki suresi, ayrı ayrı iki sure ise de ve Kur'an'da böyle yazılı olmakla birlikte, aralarındaki yakın ilgi ve konularının yakınlığı nedeniyle iki sureye ortak isim konularak "muavezeteyn" denilmiştir. Yani "sığınma" sureleri ismini almışlardır. İmam Beyhakî, Delâilu'l Nübüvve'de şöyle yazar: "Bunlar bir arada nazil olmuşlardır. Onun için isimleri ortaktır ve muavezeteyn'dir." Biz de bu nedenle iki surenin girişini ortak yapıyoruz. Çünkü bu surelerle ilgili konular aynıdır. Fakat meal ve tefsirlerini ilerde ayrı ayrı yapacağız.

Nüzul Zamanı: Hasan Basrî, İkrime, Ata ve Cabir b. Zeyd, bu surelerin Mekkî olduğunu söylemişlerdir. İbni Abbas'tan da aynı kavil nakledilmiştir. Ama İbni Abbas'ın bir diğer kavli olarak bu surelerin Medenî olduğu da rivayet edilmiştir. Aynı kavil İbni Zübeyr ve Katade'den de mervîdir. Bunu destekleyen bir hadisi Müslim, Tirmizî, Neseî, Ahmed b. Hanbel, Ukbe b. Amir'den rivayet etmişlerdir. Bu hadiste Rasulullah Ukbe'ye şöyle buyurmuştur: "Haberin var mı, bana bu gece emsali olmayan ayetler nazil oldu. Bunlar Felak ve Nas'tır." Bu hadise dayanarak bu surelerin Medenî olduğu söylenmiştir. Çünkü Ukbe b. Amir, hicretten sonra Medine'de müslüman olmuştur. Ebu Davud ve Neseî de Ukbe'nin beyanını nakletmişlerdir.

Bu kavli destekleyen ikinci rivayeti İbni Sa'd, Bağavî, Mahî el-Sünne'de, İmam Nesefî, Hafız İbni Hacer, Hafız Bedrettin Aynî, Abd b. Humayd vs. nakletmişlerdir: "Medine'de yahudiler Rasulullah'a sihir yaptılar. Bu nedenle Rasulullah hastalandı. Bunun üzerine Felak ve Nas sureleri nazil oldu." İbn Sa'd Vakıdî'den bu olayın Hicri 7'de vukubulduğunu rivayet etmiştir. Süfyan b. Uyeyne buna dayanarak Felak ve Nas surelerini Medenî olarak kabul etmiştir.

İhlas suresinin girişinde de açıkladığımız gibi, bir sure veya ayetin filan yerde, filan olay üzerine nazil olduğu söylenmişse bunun anlamı, o sure veya ayetin o anda ilk defa nazil olduğu değildir. Bazen daha önce nazil olmuş bir sure veya ayetin, bir olay nedeniyle Rasulullah'a tekrar okuması bildirildiği için muhataplara cevap olarak okunduğundan bu ayet veya surenin o anda yeni nazil oldukları zannedilir. Bize göre Muavezeteyn için de aynı şey geçerlidir. Surelerin muhtevası açıkça Mekke döneminin başlangıcında nazil olduklarını göstermektedir. O zamanlar Rasulullah'a muhalefet şiddetlenmişti. Çok sonra Medine'de Yahudilerin, münafıkların ve müşriklerin muhalefeti şiddetlendiğinde Rasulullah'a aynı sureler işaret edilmiş ve Ukbe'nin de rivayet ettiği gibi bu sureleri okuması telkin edilmiştir.

Rasulullah'a sihir yapılıp hasta edildiği için bir ara, içinde sıkıntı şiddetlendi. O zaman Cebrail (a.s) Allah'ın emriyle gelerek Felak ve Nas surelerini okumasını tavsiye etti. Onun için bize göre bu surelerin Mekkî olduğunu söyleyenlerin sözü daha doğrudur. Bu surelerin sadece sihir hakkında nazil olduğunu düşünmeye, Felak suresinde sadece bir tek ayetin sihirle ilgili olması, diğer ayetlerin ise sihirle ilgili olmaması engeldir. Ayrıca Nas suresinin bütününün de sihirle ilgisi yoktur.

Konusu: Mekke'de bu iki surenin nazil olduğu dönem, İslamî davetin başlarında kafirlerin arılar gibi Rasulullah'ın başına üşüştükleri zamana denk düşer. O dönemde, İslamî davet yayıldıkça Kureyş'in muhalefeti de şiddetleniyordu. Rasulullah ile uzlaşabilme ümidi taşıyorlarken yaptıkları muhalefet o kadar şiddetli değildi. Ama Rasulullah din hakkında uzlaşma olamayacağını açıklayarak kafirlerin ümidini kestiğinde Kafirun suresinde de: "Sizin taptıklarınıza ibadet edenlerden değilim. Benim ibadet ettiğime de sizler ibadet edenlerden değilsiniz. Onun için benim yolum, sizin yolunuzdan ayrıdır." denildikten sonra kafirlerin düşmanlığı zirveye ulaşmıştı. Özellikle, kafir ailelere mensup olup da İslam'ı kabul edenlerin (kadın-erkek, oğlan-kız) durumu, bu kafir aileleri çileden çıkarıyordu.

Her ev Rasulullah'a cephe almıştı. Bu arada Rasulullah'ı öldürmeyi tasarlıyorlar ve Haşimoğulları intikam almasın diye kimin öldürdüğünün bilinemeyeceği gece karanlığında bu işi gerçekleştirmeyi planlıyorlardı. Ayrıca ölsün, hastalansın veya deli olsun diye Rasulullah'a sihir de yapıyorlardı. Cinlerden ve insanlardan şeytanlar, Rasulullah'a düşmanlık etmeleri ve ondan uzak durmaları için halkın kalbine vesvese vermek üzere yayılmışlardı. Pek çoklarının kalbinde haset ateşi yanıyordu. Çünkü kendi kabilelerinden başka bir kabilenin kendilerini geçmesine dayanamıyorlardı. Ebu Cehil, Rasulullah'a olan muhalefetini şöyle açıklamıştı: "Bizimle Abdu Menaf (Rasulullah'ın kabilesi) arasında yarış vardır. Onlar yedirir, biz de yediririz. Onlar binek verir, biz de veririz. Onlar bağışta bulunur, biz de bulunuruz. Biz ve onlar şerefli olma bakımından hep eşit olduk. Şimdi onlar, 'Bize bir peygamber geldi ve gökten vahiy alıyor.' diyorlar. Bu konuda onlarla nasıl yarışabiliriz? Allah'a yemin ederim ki, kesinlikle ona inanmayacak ve onu tasdik etmeyeceğiz." (İbni Hişam, C.1, sh. 337-338)

Yukardaki şartlarda Rasulullah'a şöyle söylemesi emredilmiştir: "Onlara de ki; ben doğmakta olan sabahın Rabbine sığınırım, mahlukların şerrinden, gece karanlığının şerrinden, büyücülerin şerrinden, hased edenlerin şerrinden. Ve onlara de ki; İnsanların Rabbi'ne sığınırım, insanların Meliki'ne, İlahı'na. Vesvesecinin şerrinden. Cinlerden şeytan; veya insanlardan şeytan olsun." Aynı şekilde, Firavun Hz. Musa'yı öldürmek istediğinde Hz. Musa'ya şöyle buyurulmuştur: "....hesap gününe inanmayan her kibirliden, benim de Rabbim, sizin de Rabbinize sığındım." (Mü'min: 26). "Ben, beni taşlamanızdan, benim Rabbim ve sizin Rabbinize sığındım" (Duhan: 20).

Bu iki olaydan da anlışılıyor ki, Allah'ın peygamberleri yoksul durumda iken ve ellerinde imkan yokken, çok kuvvetli kafirlere karşı fiilî mücadeleyi başlatmamışlardır. Yukardaki iki olayda da, düşmanları hakka davet ederek doğru yolu gösterdikleri açıktır. Bu peygamberler, dayanabilecekleri hiçbir maddi imkana sahip olmamalarına rağmen sözkonusu iki olayda da düşmanlarını tehdit etmiş ve korkutmuşlardır. Buna karşılık sadece: "Size karşı kainatın Rabbine sığındık" demişlerdir. Apaçıktır ki böyle bir sebatı, Rabb'in en büyük kuvvet sahibi olduğuna inanan bir kişi gösterebilir. "Ben, hak kelimeden hiçbir taviz veremem, ne yapacağınız umurumda değil" diyebilecek kişi de, işte böyle bir imana sahip olan kişidir. Çünkü o, kendisinin ve bütün kainatın Rabb'ine sığınmaktan başka güvenceye ihtiyaç duymayacak iman seviyesindedir.

Muavezeteyn'in Kur'an'dan olup olmaması meselesi:

Bu iki surenin konusunu ve muhtevasını anlamak için yukardaki bilgiler yeterlidir. Ama hadis ve tefsir kitaplarında, üç konu hakkında bazı münakaşa ve şüphelerin meydana geldiği yazılıdır. Onun için burada o şüpheleri ortadan kaldırmayı gerekli gördük.

Bunlardan birincisi, bu surelerin Kur'an'dan olduğu ve bunun da isbatlandığı; dolayısıyla şüpheye mahal olmadığıdır. Bu meselenin meydana gelmesinin sebebi İbn Mes'ud gibi yüksek seviyeli bir sahabîden menkul müteaddid rivayetlerde onun, bu iki sureyi Kur'an'dan saymadığı ve mushafına da almadığının kayıtlı bulunmasıdır. İmam Ahmed, Bezzar, Taberanî, İbn Merduye, Ebu Ya'la, Abdullah b. Ahmed b. Hanbel, Humeydî, Ebu Nuaym, İbni Mes'ud'dan nakletmişlerdir. Bu rivayetlerde İbni Mes'ud'un bu sureleri Kur'an'dan sadece çıkardığı değil, aynı zamanda şöyle dediği de nakledilir: "Kur'an'dan olmayanı O'na karıştırmayın. Bu iki sure Kur'an'dan değildir. Allah, Rasulullah'a, bu kelimelerle kendisine sığınmasını emretti". Bazı rivayetlerde de bu sureleri namazda okumadığı kayıtlıdır.

Bazı İslam düşmanları bu rivayetlere dayanarak, Allah'ın kitabının korunmuş olması hakkında şüpheler uyandırma fırsatı bulmuşlardır. Onlar şöyle iddia etmişlerdir: "İbn Mes'ud gibi bir sahabi bu surelerin Kur'an'a eklendiğini söylüyorsa, kimbilir daha neler eklenmiş ya da çıkarılmıştır?" Kadı Ebubekir El-Bakıllanî ve Kadı İyaz v.s. bu ithamdan kurtulmak için İbn Mes'ud'dan gelen rivayetleri şöyle tevil etmişlerdir: "İbn Mes'ud, Muavezeteyn'in Kur'an'dan olduğunu inkar etmezdi ama kendi mushafına yazmayı reddetti. Çünkü mushafına sadece Rasulullah'ın izin verdiklerini yazardı. Bu sureler hakkındaki Rasulullah'ın izni kendisine ulaşmadığı için muavezeteyn'i yazmamıştır." Ancak bu tevil doğru değildir. Çünkü sahih senetlerle gelen rivayetlerde İbn Mes'ud'un bu surelerin Kur'an'dan olduğunu inkar ettiği sabittir. Diğer büyüklerden İmam Nevevî, İbn Hazm, Fahruddin Razi ise İbn Mes'ud'un söylediği sözleri yalan kabul etmişlerdir. Fakat tarihi gerçekleri hiçbirşeye istinat etmeden reddetmek ilmî bir tavır değildir.

İbn Mes'ud'dan gelen bu rivayetlerden dolayı Kur'an hakkında oluşan şüphelere doğru cevap nedir? Bu sorunun pekçok cevabı olabilir. Onları aşağıda açıklıyoruz:

1) Hafız Bezzar, kendi Müsnedi'nde İbn Mesud'un bu sözünü naklettikten sonra, bu görüşte yalnız olduğunu ve hiçbir sahabinin bu görüşe katılmadığını belirtmiştir.

2) Sahabe-i Kiram'ın hepsinin ittifakı ile, üçüncü halife Osman'ın (r.a.) hazırlattığı ve İslam ülkelerinin değişik yerlerine gönderilen Kur'an nüshalarında bu iki sure mevcuttur.

3) Rasulullah döneminden bu güne kadar bütün İslam dünyasında, iki sureyi de ihtiva eden bu mushaf üzerinde icma edilmiştir. Sadece İbn Mes'ud'un görüşü farklıdır. Ama ne kadar seviyeli sahabi olursa olsun çoğunluğun görüşü karşısında O'nun görüşü pek değer taşımaz.

4) Rasulullah'tan nakledilen pek çok rivayette Rasulullah'ın bu sureleri namazda okuduğu ve başkalarına da tavsiye ettiği sabittir. Rasulullah bu sureleri, Kur'an'ın sureleri olarak başkalarına da öğretmiştir. Aşağıdaki önrekleri inceleyelim:

Müslim, Ahmed, Tirmizî ve Neseî'nin Ukbe b. Amr'dan naklettiğine göre Rasulullah, Felak ve Nas sureleri hakkında şöyle buyurmuştur: "Bu gece bana bu ayetler nazil oldu." Neseî'nin bir diğer rivayeti yine Ukbe b. Amr'dan mervidir: "Rasulullah bu iki sureyi sabah namazında okumuştur. İbn Hibban da Ukbe'den şöyle nakletmiştir: "Rasulullah, mümkün olduğu kadar bu iki sureyi okumayı terketmeyin buyurdu." Said b. Mansur, Muaz b. Cebel'den şöyle nakletmiştir: "Rasulullah namazda bu sureleri okumuştu." İmam Ahmed, Müsnedi'nde sahih senetlerle diğer bir sahabeden de, aynı şekilde Rasulullah'ın O'na şöyle söylediğini nakletmiştir: "Namaz kıldığında bu iki sureyi oku." Ahmed, Ebu Davud ve Neseî, Rasulullah'ın Ukbe'ye şöyle buyurduğunu naklederler: "Sana iki sure öğreteyim mi? Onlar en iyi surelerdendirler." Ukbe: "Ya Rasulallah, evet" dedi. Bunun üzerine Rasulullah O'na Muavezeteyn'i okudu. Daha sonra namaza kalktıklarında Rasulullah bu iki sureyi namazda da okudu. Namazdan döndükten sonra, geçerken O'na şöyle sordu: "Ya Ukbe, nasıl buldun?" Sonra O'na uyumadan önce ve uykudan kalktıktan sonra bu iki sureyi okumasını söyledi. Müsned-i Ahmed, Ebu Davud, Tirmizî ve Neseî'de Ukbe b. Amr'ın bir rivayeti de şöyledir: "Rasulullah her namazdan sonra Muavazat'ı (yani İhlas ve Muavezeteyn) surelerini okumasını tavsiye etmişti." Neseî, İbn Merduye ve Hakim, Ukbe b. Amr'dan şunu nakletmişlerdir: "Birgün Rasulullah binek üzerinde yol alıyordu. Ben de yanında yürümekteydim. Ben şöyle dedim: "Bana Yunus veya Hud suresini öğretir misiniz?". Rasulullah şöyle buyurdu: "Allah indinde kul için Felak suresinden daha faydalı bir şey yoktur." Neseî, Beyhakî, Bağavî ve İbn Sa'd; Abdullah İbn Abis el-Cüheynî'den Rasulullah'ın şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir: "İbn Abis sana, kendisi ile Allah'a sığınacağın araç nedir söyleyeyim mi?" Ben "Tabi, Ya Rasulallah" dedim. Rasulullah "Felak ve Nas sureleri" buyurdu. İbni Merduye Ümmü Seleme'den, "Allah'ın en sevdiği sureler Felak ve Nas sureleridir" diye nakletmişlerdir.

Burada İbn Mes'ud'un bu iki sureyi Kur'an'dan saymama yanılgısına niçin düştüğü sorulabilir. Bu sorunun cevabı olabilecek iki rivayeti ortaya koyabiliriz. Birincisine göre İbn Mes'ud şöyle demiştir: "Rasulullah'a bu şekilde Allah'a sığın diye emir verilmiştir." Diğer rivayeti çeşitli senetlerle Buhari, Ahmed Müsned'inde, Hafız Ebubekir el-Humeydi Müsned'inde, Ebu Nuaym, El-Müstahreç isimli Müsned'inde ve Neseî, Sünen'inde Zir b. Hubeyş çeşitli kelime değişiklikleri ile, sahabe arasında Kur'an ilimleri bakımından önemli yeri olan Ubey b. Ka'b'tan nakletmiştir. Zir b. Hubeyş şöyle demiştir: "Ben Ubey'e, 'Kardeşiniz İbn Mes'ud şöyle şöyle diyor. Siz bu söz hakkında ne diyorsunuz? dedim. O şöyle cevap verdi: "Rasulullah'a bu konuda sormuştum. Rasulullah bana - Kul(de)- dedi. Ben de -kul- dedim. Onun için biz de Rasulullah'ın dediği gibi diyoruz." İmam Ahmed, Ubey'den şöyle rivayet etmiştir: "Ben şehadet ederim ki Rasulullah bana, Cebrail'in kendisine -kul euzu bi rabbi'l felak- dediğini, onun için bu şekilde söylediğini belirtti. Cebrail, -Kul euzu bi rabbi'n nas- dediğinde Rasulullah da bu şekilde söyledi. Dolayısıyla biz de Rasulullah'ın dediği gibi diyoruz." Bu iki tür rivayet üzerinde düşünürsek, İbn Mes'ud'un bu iki suredeki -kul- kelimesini görerek yanılgıya düştüğünü ve Rasulullah'a -euzu bi rabbi'l felak- ve -euzu bi rabb'in nas- demesinin emredildiğini zannettiği sonucuna varırız. Ayrıca Rasulullah'a bu konuda sormaya da ihtiyaç duymadı. Ubey b. Ka'b'ın aklına bu soru gelip sorunca, Rasulullah ona, Cebrail'in kendisine -Kul- dediği için O da -kul- dediğini açıkladı. Bu şöyle izah edilebilir: Bir kimseye bir şeyi emretmek kastedildiğinde şöyle denir: "De, ben sığınırım." Ama bunu okuyan kişi "De, ben sığınırım" demez. Sadece "sığınırım" der. Bunun tersine, en üst makamdan bir peygambere bu kelime mesaj olarak geldiğinde onu iletirken şöyle der: "De, ben sığınırım." Çünkü bu mesaj peygambere sadece kendisi için değil, başkaları için de geldiğinden, geldiği gibi ve eksiltmeden onlara iletmek durumundadır. Bu iki surenin başında -kul-kelimesinin bulunması bu kelamın vahiy olduğuna ve Rasulullah'a geldiği gibi iletildiğine açık delildir. Bu, sadece Rasulullah'a verilmiş bir emir değildi. Kur'an'ı Kerim'de bu iki surenin yanı sıra 330 ayet de -kul- kelimesi ile başlar. Bu durum, sözkonusu kelamın vahiy olduğuna ve Rasulullah'ın da aynen iletmekle görevli bulunduğuna delildir. Yoksa, -kul- sadece emir olsaydı, o zaman Rasulullah -kul- kelimesini hazfeder ve sadece emredileni iletirdi. Onu ayrıca Kur'an'a da yazdırmazdı. O emri sadece Rasulullah yerine getirmekle yetinirdi.

Burada bir kimse düşünürse, sahabeyi masum zannetmenin ve onların sözleri arasında yanlış birşey bulunduğunda bunu ifade edenleri saygısızlıkla itham etmenin ne kadar yanlış olduğunu açıkça anlar. Bu olayda İbn Mesud gibi ileri gelen sahabelerden birinin Kur'an'ın iki suresi hakkında ne kadar büyük bir yanılgıya düştüğünü görüyoruz. Böyle bir yanlışı İbn Mesud gibi büyük bir sahabe yaparsa, diğer ashabın da yanlışlık yapabileceği öncelikle mümkündür. Biz ilmi bakımdan onların görüşleri hakkında araştırma ve tartışma yapabiliriz. Bir sahabenin sözüne, eğer yanlışsa yanlış da diyebiliriz. Ama bir kimse, onların yanlış sözlerine yanlış demekten öteye giderek, onlara dil uzatırsa o zaman büyük bir zulüm işlemiş olur. Müfessirler ve Muhadissler, İbn Mes'ud'un bu iki sure hakkındaki görüşüne yanlış demişler, ancak hiçbiri, İbni Mesud'un bu iki sureyi Kur'an'dan kabul etmemekle kafir olduğunu söylemeye cesaret edememiştir.

Resulullah'a Sihir Tesiri:

Bu surelerle ilgili ikinci mesele, rivayetlere göre, Rasulullah'a sihir yapılmış olması ve Rasulullah'ın bu sihrin tesiriyle hastalanması olayıdır. Rivayete göre, bu tesiri yok etmek için Cebrail Felak ve Nas surelerini getirmiştir. Eski ve yeni dönemdeki pek çok rasyonalist bu olaya itiraz etmişlerdir. Onlar, bu rivayetler kabul edilirse bütün şeriatın şüpheye düşeceğini söylemişlerdir. Onlara göre, Rasulullah'a sihrin tesiri olduysa ki rivayetlere bakılırsa olmuş; o zaman Rasulullah'ın muhaliflerinin sihir tesiriyle, Rasulullah'a istediklerini söyletip yaptırdıkları reddedilemez. Ayrıca Rasulullah'ın getirdiklerinin ne kadarının Allah'a ait olduğu, ne kadarının sihir tesiriyle söyletene ait olduğu bilinemez. Onlara göre eğer bu rivayetler kabul edilirse Rasulullah'ın kendisini peygamber zannetiği ve kendisine melek geliyor sandığı da söylenmek zorunda kalınır. Yine onlara göre Rasulullah'a sihrin etki yaptığını söyleyenlerin delilleri ile Kur'an'ın beyanları çelişki arzetmektedir. Kur'an'da kafirlerin iddiası olarak Rasulullah'ı sihre uğramakla nitelendirdikleri açıklanmıştır. "...o zalimlerin; 'siz büyülenmiş bir adamdan başkasına uymuyorsunuz' dediklerini gayet iyi biliyoruz." (İsra 47). Eğer bu hadise kabul edilirse Kur'an kafirlerin iddiasını tasdik etmiş olur.

Bu mesele hakkında araştırma yapmak için önce, Rasulullah'a sihir yapılıp yapılmadığını ve bunun tesiri altında kalıp kalmadığını tarihi senetlerle tesbit etmek gerekir. Eğer bu rivayetler doğruysa o zaman olayın mahiyetinin ne olduğuna bakarız. Daha sonra da, bu tarihi senetlere yapılan itirazların ne kadar haklı olduğuna bakmak gerekir.

İlk çağlardaki Müslüman ulema, doğruluk konusundaki aşırı titizliklerinden dolayı hiçbir zaman gerçekleri saklamaya çalışmamışlardır. Tarihi olayları eksiksiz olarak gelecek nesillere ulaştırmışlardır. Sonraki nesillere aktarılan bu gerçeklerin ne gibi ters sonuçlar çıkarılmasına sebep olabileceğine aldırmadan gerçek ne ise olduğu gibi aktarmışlardır. Eğer bu olay senet ile ve pekçok şehadet ile isbatlanmışsa, o zaman dürüst bir ilim adamının bazı kötü neticelere bakarak bu tarihi olayları inkar etmesi doğru değildir. Bunun yanısıra tarihte vuku bulan kadarı ile yetinmeyerek kıyas yoluyla olayları abartmak da doğru bir davranış değildir. Dürüst tavır tarihi olayları tarih olarak kabul ederek yola çıkan gerçekleri ortaya koymaktır.

Tarihi bakımdan, Rasulullah'a sihir yapıldığı ve Rasulullah'ın bundan etkilendiği doğrudur. Bunu, ilmi eleştiriye tabi tutar ve yanlış kabul edersek, hiçbir tarihi olayı vuku bulmuş olarak kabul edemeyiz. Bu olay Hz. Aişe, Zeyd b. Erkam ve İbn Abbas'tan, Buhari, Müslim, Nesei, İbn Mace, İmam Ahmed, Abdurrezzak Humeydi, Beyhaki, Taberani, İbn Sa'd, İbn Merduye, İbn Ebi Şeybe, Hakim, Abd b. Humayd v.s. muhaddisler tarafından bu kadar çeşitli ve müteaddit senetlerle nakledilmiştir ki, olay mütevatir seviyeye ulaşmıştır. Eğer bir rivayet kendi başına bir haberse fakat ayrıntısı diğerrivayetlerde varsa, onları bir araya getirerek bir tek rivayet haline dönüştürebiliriz. Aşağıda bu konudaki örneği zikredeceğiz:

Hudeybiye antlaşmasından sonra Rasulullah (s.a) Medine'ye döndü. Hicri 7'de, Muharrem ayında Hayber yahudilerine Medine'den bir heyet gitti. Heyet oradaki meşhur sihirbaz Lübeyd b. Asım ile görüştü. Bu kişi bir Ensar kabilesi olan Ben-i Züreyk'tendi. Heyet Lübeyd'e şöyle dedi: "Muhammed bize ne yaptı, biliyor musun? Pekçok kere O'na sihir yapmaya çalıştık ama başaramadık. Şimdi sana geldik. Çünkü sen bizden daha büyük sihirbazsın. Şu üç altını kabul et ve Muhammed'e kuvvetli bir sihir yap.!" O dönemde Rasulullah'a yahudi bir çocuk hizmet ediyordu. Onlar bu çocuk aracılığıyla Rasulullah'ın tarağını ve saç tellerini ele geçirdiler. Lübeyd, bu saç tellerini ve tarağı kullanarak Rasulullah'a sihir yaptı.

Bazı rivayetlere göre sihirbaz Lübeyd b. Asım'dı. Bazılarına göre onun kızkardeşleri daha büyük sihirbazdı. Bu nedenle Lübeyd, sihri onlara yaptırmıştı. Her halukarda sihir yapılmış ve hurmadan bir kılıf içine yerleştirilmişti. Lübeyd, bu sihri, Beni Züreyk'a ait olan Zervan veya Zî-ervan isimli kuyunun içine bir taşın altına sıkıştırmıştı. Sihrin Rasulullah'a tesir etmesi bir yıl almıştı. Senenin ikinci yarısında Rasulullah'ın mizacında bir değişiklik görülmeye başlandı. Son kırk gün şiddeti arttı. Son üç gün ise çok şiddetlendi. Ama en büyük tesiri Rasulullah'ın içinde büyük bir sıkıntı hissetmesi şeklinde oluyordu. Bazen yapmadığı bir işi yaptığını zannediyordu. Hanımlarını ziyaret etmeyi düşündüğü halde ziyaret ettiğini sanıyordu. Bazan da gördüğü bir şeyden şüphe ediyordu. Bir şeyi gördüğünü zannediyor, oysa görmemiş olduğunu hatırlamıyordu. Ama bu sihir O'nun sadece zatına mahsustu. Hatta başkaları O'nun bu durumunu farketmemişlerdi bile. Nübüvvet görevini ifa bakımından O'na (a.s) hiçbir halel gelmemiştir. O dönemde Rasulullah'ın bir ayeti unuttuğu ya da yanlış okuduğuna dair hiçbir rivayet gelmemiştir. Sohbet, vaaz ve hutbelerinde aykırı bir talimat verdiğine dair de bir rivayet yoktur. Hakkında vahiy olmayan bir konuda vahiy ileri sürdüğüne rastlanmamıştır. Namaz kılmadığı halde kıldığını zannettiği görülmemiştir. Eğer böyle bir şey olsaydı, bütün Arabistan'da herkesin haberi olur ve sihirin Rasulullah'ı yendiği çabucak yayılırdı. Rasulullah'ın nübüvvet görevi bu sihirden hiç etkilenmedi. Yalnız kendi şahsi hayatında bir miktar etkilenme olmuştur. Bir gün Rasulullah, Hz. Aişe'nin evindeydi. O gün Allah'a tekrar tekrar dua etmişti. Bu sırada uykuya daldı. Uyandığında Hz. Aişe'ye "Ben Allah'a sorduğum sorunun cevabını aldım" dedi. Hz. Aişe "o nedir?" diye sordu. Rasulullah şöyle buyurdu: "İki kişi (yani melekler iki insan şeklinde) bana geldi. Birisi başımın, diğeri ayaklarımın tarafında durdu. Birincisi diğerine sordu. O'na ne oldu? Öbürü cevap verdi: Buna sihir yapılmış. Birincisi sordu:O'na kim sihir yaptı? Öbürü cevap verdi: Lübeyd b. Asım. Birincisi sordu: ne içinde? öbürü cevap verdi: Tarak ve saçlar bir erkek hurma içinde. Birincisi sordu: o nerede? Öbürü cevap verdi: Beni Züreyk'in kuyusu Zervan (veya Zî-ervan) içinde, bir taşın altında. Birincisi sordu: Ne yapmalı? öbürü cevap verdi: Kuyunun suyunu boşaltarak onu taşın altından çıkarmalı." Rasulullah; Hz. Ali, Ammar b. Yasir ve Zübeyr'i gönderdi. Onlarla birlikte Cübeyr b. Iyaz el-Zurkî'yi ve Kays b. Muhsin el-Zurkî'yi de gönderdi. (Yani Beni Züreyk'in iki mensubunu da gönderdi.) Rasulullah daha sonra kendisi de birkaç ashabla oraya geldi. Kuyunun suyu boşaltılarak taşın altındaki kılıf çıkarıldı. Kılıfın içinde tarak ve saçlarla birlikte, bir ip üzerinde onbir düğüm ve mumdan bir putçuk buldular.

Bu putçuğun üzerine de iğneler batırılmıştı. Cebrail gelerek Rasulullah'a "Muavezeteyn'i oku"dedi. Rasulullah'ın her iki ayeti okuyuşunda bir düğüm çözülüyor, putçuk üzerindeki iğnelerden bir tanesi de çıkıyordu. Son ayete gelindiğinde düğümler çözülmüş ve iğneler çıkmıştı. Rasulullah sihrin tesirinden kurtulduğu için, kendisini bağlardan kurtulmuş gibi hissetti. Daha sonra Lübeyd'i çağırarak sorguya çekti. Lübeyd suçunu itiraf etti. Rasululllah da onu serbest bıraktı. Çünkü kendi kişisel meselesi için kimseden intikam almazdı. Ayrıca olayı duyanlar Lübeyd'i öldürmesinler diye çevresindekilere bu olayı yaymamalarını tenbih etti. Rasulullah'a yapılan sihir hakkında rivayet edilen olayın tamamı budur. Bu rivayetten, sihir sonucunda Rasulullah'ın risaletinde eksiklik meydana geldiğinin çıkarılması mümkün değildir. Rasulullah'ın bir insan olarak Uhud savaşında görüldüğü gibi yara alması, bir hadis'te sabit olduğu gibi; attan düşerek yaralanması, yine hadis'te sabit olduğu üzere; akrep tarafından ısırılması O'nun (a.s) nübüvvet görevini etkilemediği gibi Allah'ın O'nu koruma altına almış olması ilkesine de ters düşmez. Çünkü Allah, O'nun Peygamberliğini koruma altına almıştır. Bu nedenle Rasulullah'ın şahsi yönü sihir altında kalmış olarak hastalanabilir. Yani Rasulullah'a sihrin tesir etmesi mümkündür. Bu Kur'an-ı Kerim'le sabittir. Mesela A'raf suresinde Hz. Musa'nın karşısındaki Firavun'un sihirbazlarının oradaki binlerce kişiyi sihirleyebildikleri açıklanmıştır. (A'raf, 116) Taha suresinde ise sihirbazlar iplerini ve sopalarını yere attıklarında bunların sadece diğer insanlara değil, Hz. Musa'ya da yılan gibi göründükleri; sopa ve iplerin kendisine koşarak geldiğini gören Hz. Musa'nın da korktuğu ifade edilmiştir. Hatta Allah (c.c.) O'na "Korkma, sen galip geleceksin, âsânı at!." demiştir (Taha, 66-67). Bu durumda Rasulullah'ın sihirden etkilendiğini söylemekle, Mekkeli müşriklerin iddiasını tasdik etmiş olacağız ithamına cevabımız şöyledir: Kafirler, Rasulullah'ı sihirlenmiş olarak nitelerken, O'nun sihirden etkilenerek hastalanmasını kastetmiyorlardı. Kafirler Rasulullah'ın sihir etkisi altında mecnun olduğunu ve nübüvvet iddiası ile cennet ve cehennem efsaneleri anlattığını söylüyorlardı. Tarihen sabit olduğu üzere, Rasulullah'ın sihirden etkilenmesi sadece şahsi yönüyle sınırlı kalmış, nübüvvet görevi bundan kesinlikle etkilenmemiştir. Zaten kafirler de O'nun sihir etkisi altında kalmasını birinci anlamda anlamıyorlardı.

Bir de şu görüş ileri sürülmektedir. Bazıları sihrin bir evham olduğunu söylemektedirler. Bu görüş, sihirbazların etkisinin bilimsel olarak izah edilmemesine dayanır.

Ancak, bu dünyada o kadar çok müşahade ve tecrübe vardır ki, nasıl meydana geldikleri bilimsel olarak izah edilememektedir. Bir olayı açıklamaya gücümüz yetmiyor diye, onun meydana gelmiş olmasını nasıl inkar edebiliriz? Sihir aslında psikolojik bir haldir. Nefsin etkilenmesinden bedenin etkilenmesine geçer. Mesela korku, psikolojik bir olaydır. Ama korku bedendeki tüylerin dikleşmesine yolaçarak bedene de etki eder. Ayrıca korku sırasında beden titrer. Aslında sihir ile herhangi bir gerçek değişmez. Ama insanın nefsi ve duyguları sihirden etkilendiği için, insan gerçeklerin değiştiğini zanneder. Sihirbazlar, Hz. Musa'nın karşısında sopa ve iplerini attıklarında bunlar gerçekte yılan olmamıştı. Ama oradaki binlerce insan bunları yılan olarak görmüştü. Hz. Musa da sihirden etkilenenlerin dışında kalmamıştı. Kur'an-ı Kerim aynı konuyu (sihir) Bakara 102'de şöyle beyan etmiştir: Babil'de Harut ve Marut halka sihir öğretiyorlardı. Bununla karı ve kocanın birbirinden ayrılmasını sağlıyorlardı. Bu da gösteriyor ki sihrin etkisi psikolojiktir. Halk sihrin etkili olduğunu görünce sihirbazların müşterisi oluyordu. Ancak şu unutulmamalıdır: Tüfekten çıkan bir mermi veya uçaktan atılan bir bomba nasıl ki Allah'ın izni olmadan etki edemezse aynı şekilde sihir de, Allah'ın izni olmadan hiç kimseye etki edemez. Bunun yanısıra insanın binlerce yıldır müşahade ve tecrübe ettiği birşeyi inkar etmek de inatçılıktan başka birşey değildir.

İslam'da üfürükçülük:

Bu sureler ile ilgili üçüncü mesele, İslam'da üfürükçülüğün yerinin ne olduğudur. Ayrıca üfürükçülüğün etkili olup olmadığı da tartışma konusudur. Pek çok sahih hadiste şöyle rivayet edildiği için bu problem ortaya çıkmıştır: Rasulullah her gece uyumadan önce ve özellikle hasta iken 'Muavezeteyn'i, bazı rivayetlerde ise 'Muavazat' yani İhlas ve 'Muavezeteyn' surelerini üç defa okuyarak elleri üzerine üfler, baştan aşağı bedenine sürer ve bütün bedeni üzerinde gezdirirdi. Son hastalığında bunu yapması mümkün olamadığından Hz. Aişe (ya kendi isteği ile ya da Hz. Peygamber'in (s.a.) emriyle) bu sureleri okur ve Rasulullah'ın üzerine üfler, Rasulullah da bedenine sürerdi. Bu hadis sahih senetlerle Buharî, Müslim Neseî, İbn Mace, Ebu Davud ve İmam Malik'in Muvatta'sında Hz. Aişe'nin sözleriyle mervidir. Rasulullah'ın aile hayatını Hz. Aişe'den daha iyi kim bilebilir?

Burada üfürükçülük hakkındaki ilk şer'i açıklama şu rivayettedir: İbn Abbas'tan rivayet edilen uzun bir hadis'in sonunda Rasulullah'ın şu sözleri kayıtlıdır: "Ümmetimden kendini dağlamayan, üfürükçülük yaptırmayan, fal baktırmayan ve yalnız Allah'a tevekkül edenler, kendilerine hiç hesap sorulmadan cennete gireceklerdir (Müslim).

Muğire b. Şube'den şöyle rivayet edilmiştir: Rasulullah buyurdu ki "Bir kimse kendini dağlatarak ya da üfürükçülük ile tedavi olmuşsa, Allah'a tevekkülden ilgisini kesmiştir." (Tirmizi). İbn Mesud'un rivayetine göre Rasulullah on şeyi beğenmemiştir. Bunlardan biri de üfürükçülüktür. Muavezeteyn ve Muavazât bundan müstesnadır (Ebu Davud, Ahmed, Neseî, İbn Hibban, Hakim). Bazı hadislerden Rasulullah'ın üfürükçülüğü kesinlikle menettiği anlaşılmaktadır. Daha sonra ise şirk olmamak kaydıyla buna izin vermiştir. Ancak Allah'ın pâk isimleri ya da kelamı üfürük olarak kullanılmamalıdır. Veya kullanılan kelam kendisinde hiçbir günah olmadığı anlaşılan birşey olmalıdır. Tabii bununla birlikte şifa verenin gerçekte bu kelam olmadığı, ancak Allah'ın şifa verebileceği de unutulmamalıdır. Bu şer'i açıklamadan sonra konu hakkındaki hadislere bakabiliriz:

Taberanî'nin Sağîr'inde Hz. Ali'den şöyle rivayet edilmiştir: Rasulullah bir defasında namaz kılarken akrep tarafından ısırılmıştır. Rasulullah namazdan çıktıktan sonra şöyle buyurdu: "Lanet olsun şu akrebe, namaz kılanı bile bırakmaz". Daha sonra su ve tuz istedi. Akrebin ısırdığı yere tuzlu suyu sürerken Kafirun, İhlas, Felak ve Nas surelerini okudu."

İbn Abbas'tan rivayet edilen bir hadisin bir şekli de şöyledir: Rasulullah Hz. Hasan ve Hüseyin'e şu duayı okudu: "Ben sizi Allah'ın eksiksiz kelimelerine sığındırırım. Şeytandan, zarar veren her şeyden ve kötü gözlülerden" (Buharî, Ahmed, Tirmizî, İbn Mace).

Müslim, Muvatta, Taberanî ve Beyhakî'den bazı lafzi farklılıklar ile, Osman b. Ebu'l As el-Sakafî hakkında şu rivayet nakledilmiştir: Osman, Rasulullah'a şöyle şikayet etmiştir: "Müslüman olduğumdan beri bir sancı beni perişan ediyor." Rasulullah şöyle buyurdu: "Sağ elini sancıyan yerine koy. Sonra üç defa besmele çek ve yedi defa -çektiğim ve korktuğum sancının şerrinden Allah'a sığınıyorum- diyerek elini sür." Muvatta'da bu rivayet biraz daha fazladır. Bu fazlalıkta Osman ayrıca şöyle demiştir. "O dertten kurtuldum ve evdekilere de tavsiye ettim."

Ahmed ve Tahavî de, Talak b. Ali'den şöyle rivayet edilmiştir: Bir defasında Rasulullah'ın yanında iken beni akrep ısırdı. Rasulullah beni okuyarak elini oraya sürdü."

Müslim'de Ebu Said Hudrî'den şöyle rivayet edilmiştir: Rasulullah hastalanmıştı. Cebrail gelerek "Muhammed (s.a) hastalandın mı?" diye sordu. Rasulullah "evet" dedi. Cebrail: "Allah'ın ismiyle sana üflüyorum.

Sana eziyet eden herşeyden ve hased eden her nefesten Allah (c.c.) sana şifa versin." Bunun benzeri bir rivayet Müsned-i Ahmed'de, Ubade b. Samit'den mervidir: Rasulullah hastaydı. O'nu ziyarete gittiğimde çok eziyet içindeydi. Akşam tekrar gittim. Bu kez Rasulullah'ı tamamen iyileşmiş gördüm. O'na bu kadar çabuk iyileşmesinin sebebini sordum. Şöyle dedi: Cebrail bana geldi ve birkaç kelime okudu. Ben de iyileştim." Ubade daha sonra yukardaki hadisin geri kalan kısmını hemen hemen aynı şekilde nakletmiştir. Müslim ve Ahmed de Hz. Aişe'den buna benzer bir rivayet nakletmişlerdir.

İmam Ahmed, Müsned'inde, Hz. Hafsa'dan şu rivayeti nakletmiştir: Bir gün Rasulullah bana geldi. Yanımda Şifa isminde bir kadın vardı. (Bu kadının asıl ismi Leyla idi. Ama Şifa binti Abdullah ismi ile meşhurdu. Hicretten önce müslüman olmuştu. Kureyş'in Adiyy kabilesindendi. Hz. Ömer ile aynı kabileye mensup olduğu için Hz. Hafsa'nın da akrabası oluyordu.) Bu kadın karıncalara okur üflerdi. Rasulullah şöyle buyurdu: "Bunu Hafsa'ya da öğret." Ahmed, Ebu Davud ve Neseî de Şifa binti Abdullah'tan şöyle rivayet etmişlerdir: "Rasulullah bana: -Hafsa'ya okuma-yazma öğrettiğin gibi, karıncalara üflemeyi de öğret- buyurdu."

Müslim'de, Avf b. Malik Aşciî'den şöyle mervidir: Biz cahiliyyede üfürükçülük yapardık. Bunun hakkında Rasulullah'a sorduk. Rasulullah: "Ne ile üflüyorsunuz, söyleyin. Üflediğiniz şeyde bir şirk unsuru yoksa sakıncası yok" buyurdu.

Müslim, Ahmed ve İbn Mace de, Cabir b. Abdullah'tan şöyle rivayet edilmiştir: Rasulullah üfürükçülükten menetmişti. Ondan sonra Ömer b. Hazm'ın ailesine mensup olanlar gelip şöyle dediler: "Ya Rasulallah, bizde bir amel var ki, onunla akrep ve yılan ısırmasına karşı üfleriz. Ama siz menetmişsiniz." Onlar üflerken kullandıkları kelamı Rasulullah'a okudular. Rasulullah "Bunda bir sakınca yok" buyurdu.

"Sizlerden birinin kardeşine bir yararı dokunacaksa yardım etsin" dedi. Cabir b. Abdullah'ın Müslim'deki diğer bir rivayeti de şöyledir: Hazm ailesinin yanında yılan ısırmasına karşı bir amel vardı ve Rasulullah onlara izin vermişti." Bunu teyid eden bir rivayet Müslim ve İbn Mace'de Hz. Aişe'den mervidir: "Rasulullah Ensarın bir ailesine, zehirli hayvanların ısırmasına karşı üfürmeleri için izin vermiştir." Müsned-i Ahmed, Tirmizi, Müslim ve İbn Mace'de de Enes'ten bunun benzeri bir rivayet nakledilmiştir: "Rasulullah, zehirli hayvanların ısırmasına, karınca hastalığına ve kötü nazara karşı üfürmeğe izin vermiştir."

Müsned-i Ahmed, Tirmizî, İbn Mace ve Hakim'de Hz. Umeyr Mevlâ Ebu'l Lehm'den şöyle nakledilmiştir: "Cahiliyye döneminde bende bir amel vardı ve onunla üfürürdüm. Rasulullah'a bunu arzettim. Rasulullah "Bundan filan filan şeyi çıkar, geri kalanını üfür" buyurdu."

Muvatta'daki bir rivayet de şöyledir: Hz. Ebubekir, kızı Hz. Aişe'nin evine gittiğinde onu hasta gördü. Bir yahudi kadın ona üflüyordu. Bunun üzerine Hz. Ebubekir "Allah'ın kitabını okuyarak O'na üfle" dedi." Bundan anlaşılıyor ki Ehli Kitap, Tevrat ve İncil'den ayet okuyarak üflerse caizdir.

Burada üfürükçülükten bir fayda elde edilip edilmediği sorusu ortaya çıkmaktadır. Bunun cevabı şudur: Rasulullah ilaçtan menetmemiş, hatta şöyle buyurmuştur: "Allah her hastalığın ilacını yaratmıştır, ondan yararlanın." Rasulullah kendisi de bazı kimselere ilaç tavsiye etmiştir. Bu konudaki hadisler Kitab'ut Tıb'ta mevcuttur. Dua ancak Allah'ın hükmü ve izni ile yarar sağlayabilir. Yoksa dua, ilaç ve tıbbî tedavi dışında faydalı olsaydı kimse hasta olmazdı. İlaç ve tedavinin yanısıra Allah'ın kelamı ve Esma-i Hüsna'sından da yararlanılabilir. Tıbbi tedavinin çaresiz kaldığı bazı zamanlar Allah'ın kelamı ve Esma-i Hüsnası ile dua etmek, aşırı materyalistler dışında hiçkimsenin aklına ters düşmez. Fakat tedavi ve ilaç mümkün iken ona başvurmamak doğru değildir. Yalnız üfürük ile yetinmek yanlıştır. Hatta bazıları muskacı dükkanları açarak bunu bir de geçim vasıtası haline getirmişlerdir.

Bazıları üfürükçülüğün caiz olmasına delil olarak Ebu Said Hudrînin rivayetini göstermektedirler. (Buhari, Müslim, İbn Mace, Tirmizi, Ebu Davud). Bunu teyid eden bir rivayeti İbn Abbas şöyle nakletmiştir: "Rasulullah ashabtan birkaç kişiyi sefer için göndermişti. Ebu Said Hudrî de gidenler arasındaydi. Ashab yolda, bir Arap kabilesinin yerleşim yerinde mola verdi. Oradaki kabileye kendilerini misafir etmesini rica ettiler. Kabile bunu kabul etmedi. Bu sırada kabilenin reisini akrep ısırdı. Kabiledekiler ashabın yanına gelerek bir ilaçları olup olmadığını sordular. Ebu Said Hudrî "Var, ama bizi misafir etmediğiniz için sizden ücret alacağız" dedi. Onlar bunun karşılığında bir keçi sürüsü (bir rivayette 30 keçi) vermeyi kabul ettiler.

Ebu Said Hudrî reisin üzerine Fatiha suresini okurken, tükürüğünü de akrebin ısırdığı yere sürdü. (Çoğunluk rivayete göre bu işi yapan Ebu Said Hudrî idi. Ama bu rivayetlerde sözkonusu sefere Ebu Said Hudrî'nin katıldığı belirtilmemiştir. Tirmizi'de ise bu ikisi de açıktır.) Sonunda kabilenin reisi iyileşti ve vadettikleri keçileri verdiler. Ama ashab arasında bu gibi işler karşılığında ücret alıp almamanın caiz olup olmadığı konusunda tartışma çıktı. Bu keçilerden yararlanmadan önce Rasulullah'a sormak gerektiği üzerinde anlaşarak yola çıktılar. Rasulullah'ın yanına döndükten sonra bu olayı anlattılar. Rasulullah gülerek "Bu surenin üfürüleceğini nereden bildiniz?" karşılığını verdi ve "keçileri alın ve benim hissemi de ayırın"dedi.

Bu hadisten muskacılık ve üfürükçülük dükkanı açmaya cevaz çıkarmadan önce, Arap toplumunun o zamanki şartlarına göz atalım. Ebu Said Hudrî'nin hangi şartlar altında bunu yaptığı önemlidir. Ayrıca Rasulullah böyle bir amele sadece cevaz vermemiş, kendisi de hisse isteyerek ashabın cevaziyet konusundaki şüphelerini ortadan kaldırmıştır. Arabistan'da durum şöyleydi. Bir yerleşim merkezi diğerinden 50-100 km uzaktaydı. Ve ikisi arasında hiçbir insan yoktu. O dönemde yerleşim merkezleri arasında otel, han ve benzeri şeyler de yoktu. Bu durumda günlerce sürecek yolculukta yiyecek satın alabilmek de sözkonusu değildi. Bunun için Arabistan'da, bir yere misafir gelen kişiyi ağırlamanın ahlakî sorumluluğu vardı. Ağırlamayı inkar etmek misafirin canına mal olabilirdi. Misafir kabul etmemek Arabistan'da çok ayıp sayılırdı. Bu nedenle Rasulullah, ashabını misafir etmeyi reddeden kabilenin reisini tedavi etmenin karşılığı olarak ücret alınmasını caiz saymıştır. Çünkü kabiledekiler bu ücreti, ashabtan birisinin Allah'a güvenerek Fatiha suresini reise okuması sonucu, onun iyileşmesine vesile olduğu için vermişlerdi. Rasulullah da, bu iş karşılığında alınan ücreti temiz ve helal saymıştır. Buharî'de bu olay hakkında İbn Abbas'dan nakledilen rivayette Rasulullah'ın ifadesi şöyledir: "Yerine başka bir şey yapmaktansa Allah'ın kitabını okuyarak ücret almanız daha iyidir." Rasulullah burada, Allah'ın kitabı ile amel etmekten daha iyi ne olabileceğine işaret etmiştir. Bunun yanısıra, bu yolla Arap kabilesine Hakkın tebliği de yapılmış oluyordu. Nitekim onlar Allah'ın kitabının bereketinden de haberdar edilmişlerdi. Bu olay şehirlerde ve yerleşim merkezlerinde oturan, muska ve üfürükçülük dükkanları açarak bunu kazanç aracı edinenlere delil olamaz. Böyle bir amelin benzerine ne Rasulullah, ne ashab, ne tabiin ve ne de eimme-i selef dönemlerinde rastlanamaz.

Fatiha Suresinin Muavezeteyn İle İlişkisi:

Muavezeteyn hakkında dikkat çeken bir nokta da, Kur'an'ın başlangıcı ve sonu arasındaki ilişkiyi sağlamasıdır. Kur'an nüzul sırasına göre düzenlenmemiştir. 23 senede ve çeşitli yerlerde; zamana, şartlara ve ihtaçlara göre nazil olan ayetlerin, surelerin sırası Rasulullah tarafından değil, Kur'an'ı indiren Allah'ın emriyle düzenlenmiştir. Bu sıraya göre Kur'an Fatiha ile açılır, muavezeteyn ile son bulur. Bu iki sureye dikkat edilirse; açılışta: Rahman ve Rahim, din gününün sahibi olan Allah'a hamd-ü senâdan sonra, kul şöyle arzeder: Ey Allahım, ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım dilerim. İhtiyacım olan en büyük yardım olarak bana doğru yolu göster.. Allah (c.c.) da (c.c), doğru yolu göstermek üzere cevap olarak bütün Kur'an'ı ortaya koyar. Sonra Rabb'ul Felak, Rabb'un Nas, Melik'un Nas ve İlah'un Nas olan Allah (c.c.) şöyle seslenmemizi emreder: "Mahlukun her çeşidinin fitne ve şerrinden sana sığınırım. Özellikle cin ve insanlardan vesvese veren şeytanlara karşı. Çünkü doğru yoldan saptıran en büyük engel onlardır." Bu açılış ve kapanış arasındaki uygunluk ve ilişki hiçkimseye kapalı değildir.

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1 De ki:1 Sığınırım ben,2 karanlığı yarıp sabâhı ortaya çıkaran Rabbe,3

2 Yarattığı şeylerin şerrinden,4

3 Karanlığa çöktüğü zaman gecenin şerrinden,5

4 Düğümlere üfüren-kadınların şerrinden,6

5 Ve hased ettiği zaman, hasetçinin şerrinden.7

AÇIKLAMA

1. "Kul(de)" kelimesi, vahiyden bir parçadır. Rasulullah'ın risalet mesajından bir cüzdür. Bunun ilk muhatabı Rasulullah olsa da, her mümin bu kelimenin muhatabıdır.

2. "Sığınma" fiilinde üç unsur vardır. Birincisi, sığınmak isteyen. İkincisi, kendisine sığınılacak kişi. Üçüncüsü, kendisinden sığınılacak şey. "Sığınma"dan murad, korku nedeniyle bir şeyden korunmak için bir başkasına dayanmak, onun himayesine girmek ve ona sarılmaktır. "Sığınan kimse" bir şeyden korktuğu ve ona güç yetiremediği için başkasına sığınma ihtiyacı hisseder. Sığınan kimse, sığındığı kişinin, korktuğu şeye güç yetirdiğine ve kendisini ondan koruyacağına inanır. Sığınmanın bir çeşidi de; tabiat kanunundan, maddi bir şeyden, şahıstan veya kuvvetten meydana gelmiş bir şeye sığınmaktır. Meselâ, düşman saldırısına karşı kaleye sığınmak gibi. Veya kurşuna karşı hendeğe ya da bir duvarın arkasına sığınmak gibi. Veya, güçlü bir zalime karşı bir insana, bir millete ya da bir hükümete sığınmak gibi. Hatta güneşe karşı bir ağaç veya binanın gölgesine sığınmak gibi. Diğer bir sığınma çeşidi de; her tür tehlikeden, maddî, ahlakî veya ruhanî olan zararlardan, fıtrat üstü bir Zât'a sığınmaktır. O Zât tabiat kanunlarının da üstünde hakim olduğu için, insan, his ve idrakı gereği ancak O'na sığınma ihtiyacı duyar.

Bu ikinci tip sığınma, sadece Felak ve Nas surelerinde konu edilmemiş, Kur'an ve Sünnette de nerede kendisinden bahsedilmişse orada kasdedilen de aynı sığınma çeşidi olmuştur. Bu tip sığınmanın Allah'tan başkasına olmaması tevhid akidesinin gereğidir. Müşrikler bu tür sığınmayı Allah'tan başkası için de yapıyorlardı. O dönemde Allah'tan başka, cin, tanrı, ve tanrıçaya da sığınıyorlardı; bugün de sığınmaktadırlar. Maddeperest olanlar da maddi güçlere ve vesilelere sığınırlar. Çünkü onlar fıtrat üstü bir güce inanmazlar. Ama, bir mümin, afet ve belaları defetmeye gücü yetmiyorsa, onlara karşı ancak Allah'a rücu eder ve O'na sığınır. Kur'an müşrikler hakkında şöyle buyurmuştur: "Doğrusu insanlardan bazı erkekler, cinlerden bazı erkeklere sığınırlardı da onların kibir ve azgınlıklarını artırırlardı." (Cin, 6). Bunun açıklamasını an: 7'de İbni Abbas'ın kavlini naklederek şu şekilde yapmıştık: Arap müşrikleri gece bir vadide konaklamaya mecbur kaldıklarında şöyle derlerdi: "Biz bu vadinin Rabb'ine (yani bu vadinin maliki ve hakimi olan cine) sığınırız." Bunun yanısıra Firavun hakkında da şöyle buyurulmuştur: (Hz. Musa'nın büyük ayetlerini görünce) Kendi gücüne dayanarak kibirlendi." (Zariyet, 39). Kur'an Allah'a inananların tutumunu ise şöyle beyan eder: "Bir şeyden korktuğunuzda, ister maddi, ister ahlâkî ve ruhanî olsun, bunların şerrinden Allah'a sığının." Mesela Hz. Meryem hakkında şöyle buyurulmuştur: Yalnızken, Allah'ın meleği bir erkek şeklinde çıkagelince (Meryem bu gelenin melek olduğunu bilmiyordu) Meryem O'na şöyle dedi: "Eğer Allah'tan korkuyorsan, senden, Rahman olan Allah'a sığınırım." (Meryem, 18). Hz. Nuh Allah'a yersiz bir dua ettiğinde Allah (c.c.) O'nu ikaz etmiş ve Hz. Nuh da hemen şöyle demişti: "Allahım, bilmediğim şeyi istemekten Sana sığınırım." (Hud, 47). Hz. Musa İsrailoğullarına bir inek kesmelerini emrettiğinde Musa'ya şöyle demişlerdi: "Bize şaka mı yapıyorsun? Bunun üzerine Hz. Musa şöyle cevap verdi: "Cahillikten Allah'a sığınırım." (Bakara, 67).

Aynı konu sahih hadis kitaplarında nakledilen Rasulullah'ın dualarında da mevcuttur. Şimdi bu dualara bakalım:

Hz. Aişe'den Rasulullah'ın yaptığı dualarda şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Allah'ım işlediğim ve işlemediğim kötülüklerden sana sığınırım. Eğer yapmadığım bir işten, yapmadığım için bir zarar geldiyse ondan da sana sığınırım. Veya yapmamam gerekirken yaptığım bir işten dolayı sana sığınırım." (Müslim).

İbn Ömer'den Rasulullah'ın dualarından birinin de şu olduğu rivayet edilmiştir: "Allah'ım sahip olduğum nimetlerden mahrum olmaktan sana sığınırım. Bana nasip olan bu afiyetin yok olmasından sana sığınırım. Ani gazabından ve hoşnutsuzluğundan sana sığınırım." (Müslim).

Zeyd b. Erkam'dan Rasulullah'ın şöyle dua ettiği rivayet edilmiştir: "Faydasız ilimden, korkusuz kalpten, doymayan nefisten ve kabul olmayan duadan sana sığınırım." (Müslim).

Ebu Hureyre'den, Rasulullah'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Allah'ım geceyi kendisi ile geçirmenin en kötü şey olduğu açlıktan sana sığınırım. Hıyanetten de sana sığınırım, çünkü o çirkin bir şeydir." (Ebu Davud).

Enes'den Rasulullah'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Allah'ım, sedef, delilik, cüzzam ve bu gibi diğer hastalıklardan sana sığınırım. (Ebu Davud).

Kutbe b. Malik'ten Rasulullah'ın şöyle dua ettiği rivayet edilmiştir: "Allah'ım kötü ahlak, kötü amel ve kötü heveslerden sana sığınırım." (Tirmizi).

Hz. Aişe'den, Rasulullah'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Allah'ım, ateşin fitnesinden, zenginlik ve fakirliğin şerrinden sana sığınırım."

Şâkal b. Humeyd, Rasulullah'a şöyle söylemiştir: "Ya Rasulallah bana bir dua öğret." Rasulullah buyurdu: "Şöyle de: Kulağın şerrinden, gözün şerrinden, dilin şerrinden, kalbin şerrinden ve şehvetin şerrinden sana sığınırım." (Tirmizi, Ebu Davud).

Enes, b. Malik Rasulullah'dan şöyle rivayet etmiştir: "Allahım, acizlikten, tembellikten, korkaklıktan, yaşlılıktan, cimrilikten, kabir azabından, hayat ve ölüm fitnesinden (Müslim'in bir rivayetinde şu ilave de vardır.) Borç yükünden ve başkalarının bana galip gelmesinden sana sığınırım." (Buhari ve Müslim).

Havle b. Mukim Es-Sülemî, Rasulullah'tan şöyle rivayet etmiştir: "Bir kimse bir yerde kamp kurarken, -ben mahlukun şerrinden Allah'a eksiksiz kelimeleri ile sığınıyorum- derse, o kampı terkedene kadar hiçbir şey ona zarar veremez." (Müslim).

Rasulullah'ın bazı dualarını örnek olarak naklettik. Bu rivayetlerden açıkça anlaşılıyor ki mümin, her tehlike ve şerre karşı sadece Allah'a sığınmalıdır. Allah'tan müstağni olmak ve gönlünü başkasına bağışlamak mümine yakışmaz.

3. Burada "Rabb'ül Felak" kullanılmıştır. "Felak"ın asıl manası "yırtmak"tır. Çoğunluk müfessirlere göre bundan murad, sabahın karanlıkları yırtarak doğmasıdır. Arapça'da "felak'üs subh" günün doğmasını ifade etmek için kullanılır. Kur'an'da Allah (c.c.) için "Falik'ul Esbah" yani 'gece karanlığını yırtarak sabahı getiren' denilmiştir.(Enam, 96).

"Felak"ın ikinci manası olarak "halak" (doğmak) da söylenmiştir. Çünkü, dünyada herşey meydana gelirken içinde bulunduğu ortamı yırtarak çıkar. Sözgelimi bütün su kaynakları dağları veya toprağı yırtarak açığa çıkar. Gündüz, geceyi yırtarak meydana gelir. Yağmur damlaları bulutları yırtarak yere inerler. Hayvanlar ana rahminden veya yumurtadan aynı şekilde çıkarlar. Hasılı bütün varlıklar bir nevi inşikak ile yokluktan varlığa geçerler. Hatta yeryüzü ve gökler büyük bir patlama sonucu meydana ayrı ayrı gelmişlerdir: "...göklerle yer bitişikti, biz onları ayırdık." (Enbiya, 30) Yani "Felaka" bütün varlıklar için geçerli genel bir kavramdır. Konumuz olan ayeti eğer birinci anlama göre değerlendirirsek anlamı şöyle olur: "Ben, sabahı getirene sığınırım." Eğer diğer anlamı esas alırsak o zaman anlamı şöyle olur: " Bütün canlıların Rabb'ine sağınırım" Burada Allah'ın zat isminin yerine sıfat ismi olan Rabb'in kullanılmasının nedeni; Rabb, yani "terbiye eden", "yetiştiren" sıfatının sığınmak olayına daha çok uygun düşmesidir. "Rabb'ül Felak"tan muradı, "Sabahı meydana getiren Rabb" olarak kabul edersek ayetin anlamı şöyle olur: "Gece karanlığından gündüzün aydınlığına çıkaran Rabb'a sığınırım. O Rabb gece afetinden çıkararak gündüzün afiyetine erdirmiştir." "Rabb'ül Felak"tan muradı, "Rabb'ul Halak" olarak kabul edersek, o zaman ayetin manası şöyle olur: "Bütün varlıkların sahibine sığınırım ki, varlıkların şerrinden korusun."

4. Diğer bir ifadeyle "bütün varlıkların şerrinden O'na sığınırım." Bu cümledeki bazı noktalara dikkat etmelidir:

Birincisi, burada "şerr"in nisbeti Allah'a değil, yarattığı mahlukata yapılmıştır. "Ben Allah'ın yarattığı şerden O'na sığındım" denmemiştir. Şöyle denmiştir: "Yaratıkların şerrinden Allah'a sığınırım." Buradan anlaşılıyor ki Allah (c.c.) hiçbir mahluku şer için yaratmamıştır. Aslında O'nun (c.c) işi hayır ve sulhe dayanır. Fakat mahlukatın içinde bazılarına, yaratılış hikmeti tamamlansın diye bazı özellikler de verilmiştir. Bu nedenle bazı mahlukattan pek çok şer meydana gelir.

İkincisi; aslında ayetteki bu ifadeyle yetinilip, sonraki ayette belli mahlukatın şerri zikredilmeseydi bile, mahlukatın şerri konusunda bu ayet yeterli olurdu. Ama bu genel açıklamadan sonra bazı mahlukun şerri ayrıca zikredilmiştir. Bunun nedeni, zikredilen şeylerden Allah'a sığınmaya, diğer şerlerden sığınmaktan daha çok ihtiyaç olmasıdır.

Üçüncüsü; mahlukatın şerrine karşı sığınmanın en etkili yolu, onları yaratana sığınmaktır. Çünkü Allah, her halükarda mahlukatı üzerinde galiptir ve bizim bilmediğimiz şerleri bilir. Dolayısıyla Allah'a sığınma öyle bir yüce Hakime sığınmaktır ki, O'na karşı hiçbir şeyin gücü yetmez.

O'na (c.c) sığınmakla mahlukunun bildiğimiz ve bilmediğimiz her türlü şerrinden de O'na sığınmış oluruz. Ayrıca, sadece bu dünyanın değil ahiretin şerrinden de O'na sığınmış oluruz.

Dördüncüsü; "şer" kelimesi zarar, noksan, eziyet ve keder için de kullanılır. Bunlara sebep olarak hastalık, açlık, savaşta yara almak, ateşte yanmak, akrebin ısırması veya evladın ölmesinden dolayı üzülmek gibi şerleri birinci kategoride zikredebiliriz. Çünkü bunlar eziyet meydana getirirler. Buna karşılık küfür, şirk, her türlü günah ve zulüm ise ikinci kategoride şerlerdir. Bunlar da aslında zarar ve noksanlık ihtiva ederler, ama birinci kategoridekiler gibi eziyet vermezler. Hatta bazı zamanlar bunlardan lezzet ve fayda bile elde edilebilir. Hâsılı şerre karşı Allah'a sığınmak bu iki tür şerri de kapsar.

5. Genel olarak mahlukatın şerrinden Allah'a sığınmanın zikredilmesinden sonra, bazı özel şeylerden sığınma ayrıca telkin edilmiştir. Ayette "Ğâsıkın iza vekab" ifadesi kullanılmıştır. "Ğâsık"ın lügat manası "karanlık"tır. Mesela Kur'an'ı Kerim'de bir yerde şöyle buyurulmuştur: "Güneşin kaymasından, gecenin kararmasına (gaseke'l leyl..)" (İsra, 78) "Vekab"ın manası ise dahil olmak ve kaplamaktır. Gece karanlığının şerrinden Allah'a sığınmak özellikle telkin edilmiştir. Çünkü suçlar çoğunlukla gece karanlığında işlenir. Eziyet verici ve zehirli hayvanlar da gece ortaya çıkarlar. Bu sure nazil olduğunda Arabistan'da, anarşi ve korku nedeniyle gece karanlığı çok korkunç bir şeydi. Çünkü çeteler karanlıkta ortaya çıkar ve yerleşim merkezlerini talan ederlerdi. Rasulullah'ın hayatına son vermek isteyenler de katilin kim olduğu bilinmesin diye bu cinayeti gece karanlığında yapmayı planlıyorlardı. Onun için, özellikle gece ortaya çıkan bütün afet ve şerlerden Allah'a sığınılması telkin edilmiştir. Burada gece karanlığının şerrinden, fecri getiren Allah'a sığınılmasındaki incelik kimsenin gözünden kaçmaz.

Bu ayetin tefsirinde bir tereddüt vardır. Hz. Aişe'nin rivayet ettiği müteaddit sahih hadislerde şöyle nakledilmiştir: "Gece gökte Ay çıkmıştı. Rasulullah elimi tutarak Ay'ı işaret etti. Buyurdu ki: "Allah'a sığının-"Gâsikın iza vekab- budur." (Ahmed, Tirmizi, Nesei, İbn Cerir, İbn Münzir, Hakim, İbn Merduye.) Bu hadisin tevili bazılarına göre "iza vekab"ın anlamının "iza hasefe" olarak anlaşılması iledir. Yani Ay'ın tutulması olarak anlaşılabilir. Fakat hiçbir rivayette, Rasulullah aya işaret ettiğinde ayın tutulmuş olduğuna dair bir kayıt yoktur. Ayrıca arapçada "iza vekab" yerine hiçbir zaman "iza hasefe" kullanılmaz.

Bana göre bu hadisin sahih tevili şöyledir: Ay ancak gece çıkar. Gündüz de gökte olduğu halde görünmez. Bunun için Rasulullah'ın sözünün anlamı "Onun (Ay'ın) çıktığı zamandan, yani gece karanlığından Allah'a sığının" şeklindedir. Çünkü Ay'ın aydınlığı saldırganlara karşı direnen kimseye çok fazla yararlı olmaz. Suç işlemeyi hedef alanlara daha çok yararlı olur. Rasulullah konu ile ilgili olarak bir hadisinde şöyle buyurmuştur: "Güneş battıktan sonra şeytanlar her tarafa yayılır. Dolayısıyla karanlık bitinceye kadar çocuklarınızı eve toplayın. Hayvanlarınızı kapatın."

6. Burada "neffâsâti fi'l ukad" ifadesi kullanılmıştır. "Ukad" ukdenin çoğuludur. Anlamı düğümdür. Bir ipi düğümlemekte olduğu gibi. "Nefese"nin anlamı üflemektir. Nefese'nin çoğulu "neffâse"dir. Bunu "allâme" kalıbında anlarsak anlamı "çok üfleyen erkek" olur. Eğer bu kelimeyi müennes (dişi) sigada anlarsak o zaman "çok üfleyen kadınlar" olur. Nefese'nin çoğulu "nüfus ve cemaatler" de olabilir. Çünkü Arapça'da nüfus ve cemaat kelimesinin ikisi de müennestir. Düğüme üflemek kelimesi pekçok müfessire göre sihir için kullanılır. Çünkü sihirbazlar, bir iple düğüm atarak ona üflerler. Bu ayetin anlamı "sihirbazların şerrine karşı fecri getiren Rabb'e sığınırım." şeklindedir. Ayetin bu anlamını şu rivayet de teyid eder: Rasulullah'a sihir yapıldığında Cebrail (a.s) gelerek Muavezeteyn'i okumasını tavsiye etmişti. Muavezeteyn'de bir tek bu cümle sihirle ilgilidir. Ebu Müslim, İsfahani ve Zemahşeri "Neffasâti fi'l ukad"ı başka bir anlamda açıklamışlardır. Onlara göre ayetten murad kadınların kurnazlığı ve hileleridir. Onlar erkeklerin azim, irade ve düşüncelerine etki ederler. Bu etki ayette sihire benzetilmiştir. Çünkü kadına aşık olan bir insanın hali büyülenmiş gibidir. Bu tefsir gerçekten ilginçtir. Ama seleften gelen kabul görmüş tefsire ters düşmektedir. Girişte açıkladığımız bu surelerin nazil olduğu şartlarla da mutabakat sağlanmaz.

Sihir hakkında şu bilinmelidir; Birisini sihirle etki altına almak için şeytandan ve yıldızlardan yardım istenir. Kur'an bu nedenle sihiri küfür saymıştır. "Süleyman küfre gitmedi, fakat o şeytanlar küfre gittiler, o insanlar sihir öğretiyorlar.." (Bakara, 102) Yapılan sihirde şirk olmasa ve küfür kelimesi bulunmasa da sihir haramdır. Rasulullah onu, yedi büyük günahtan biri saymıştır. Bu yedi günah insanın ahiretini mahveden günahlardır. Buhari ve Müslim'den, Rasulullah'ın şöyle dediği Ebu Hureyre'den rivayet edilmiştir: "Mahveden yedi şeyden sakının. Ashab sormuş: Ya Rasulallah onlar nedir? Rasulullah şöyle buyurmuştur: "Allah'a şirk koşmak, sihir yapmak, haksız yere adam öldürmek, faiz yemek, yetimin malını yemek, cihadda düşmandan kaçmak, iffetli bir mümin kadına zina iftirası atmak."

7. "Hased"in anlamı bir şahsın Allah'ın verdiği bir nimet ya da faziletin başkasında da bulunmasından hoşlanmamasıdır. Veya o nimetlerin ondan alınıp kendisine verilmesini ve eğer kendisine verilmediyse başkasına da verilmemesini istemesidir. Hased edenin şerrinden Allah'a sığınmanın manası; hased eden kişinin başkalarında bulunan iyiliği, söz ve fiili ile yoketmeye çalışmasından Allah'a sığınmaktır. Hased eden kişi bu tutumu fiile geçirmediği müddetçe, bundan Allah'a sığınmaya ihtiyaç duyulmaz. Çünkü kalbinde ne olduğu bilinemez. Ama hased fiile döküldüğünde ilk iş Allah'a sığınmak olur. Ayrıca hased edenin şerrinden sığınmak için bazı tedbirler de alınır. Bunlardan birisi, insanın Allah'a tevekkül etmesi ve Allah'ın izni olmadan hiçkimsenin zarar veremeyeceğine inanmasıdır. İkincisi, hased edenin yaptığına sabretmesi ve sabırsız davranarak onun seviyesine inmemesidir. Üçüncüsü, hased eden Allah'tan korkmasa, halktan utanmasa ve hatta çok terbiyesiz davranışta bulunsa da, hased edilenin takvayı elden bırakmamasıdır. Dördüncüsü, kalbinde hased edilene pek yer vermemesi ve fazla düşünmemesidir. Onu fazla düşünmek, ona mağlup olmanın başlangıcı olur. Beşincisi, hased edene karşı kötü muamele yapılmamasıdır. İmkan varsa ona iyilik ve ihsanda bulunmalıdır. Hased edenin kendisine ne gibi kötülükler düşündüğüne aldırmamalıdır. Altıncısı, hasede uğrayanın tevhid akidesine sebat göstermesidir. Çünkü bir insanın kalbinde tevhid kökleşmişse, o hiçbir zaman, hiç kimseden korkmaz.