5 Haziran 2007 Salı

SECDE SÜRESİ(MEVDUDİ)

Adı: Sure, 15. ayette ifadesini bulan secde (teslimiyet ve acziyet ifadesi olarak yere kapanmak) teması münasebetiyle bu ismi almıştır.

Nüzul Zamanı: Sure'nin üslûbundan, onun Mekke döneminin ortalarında, daha da tahsis edilirse, bu dönemin başlangıç safhasında nazil olduğu açıkça anlaşılmaktadır; zira okuyucu sonraki safhalarda nazil olan surelerde ifadesini bulan şiddetli baskı ve zulme bu surenin arka plânında rastlamamaktadır.

Konu: Surenin ana fikri insanların tevhid, ahiret ve risaletle ilgili şüphelerini gidermek ve onları bu üç hakikate davet etmektir. Mekke müşrikleri Rasûlullah'la (s.a.) özel olarak görüştükten sonra birbirlerine şöyle diyorlardı: "Bu adam acaip şeyler uyduruyor. Bazen ölümden sonrasına ait haberler veriyor ve şöyle diyor: "Toprak olduktan sonra hesab vermeye çağrılacaksınız, Cennet olacak, cehennem olacak..." Bazen şöyle diyor: "Yalnızca bir olan Allah ilahtır." Bazen de şunları söylüyor: "Size okuduğum bu sözler kendi sözlerim değil. Allah'ın kelamıdır. İşte ortaya attığı hep böyle acaip şeyler." Bu şüphe ve endişelere verilen cevap Sure'nin ana fikir ve temel konusunu oluşturmaktadır.

Bu bağlamda müşriklere şu söylenmektedir: "Kesinlikle bu Allah kelâmıdır; risaletin rahmet ve bereketinden mahrum kalmış gaflet içine gömülmüş insanları uyandırmak için inzal edilmiştir. Allah'tan geldiği apaçık ve âşikar iken ona nasıl uydurma diyebiliyorsunuz?"

Sonra onlara şöyle sorulmaktadır: "Akl-ı seliminizi kullanın, Kur'an'la gelen şeylerin acaip, işitilmedik şeyler olup olmadığına kendiniz karar verin. Göklerin ve yerin yönetimine bakın, kendi bünye ve hilkatiniz üzerine düşünün. Bu şeyler Rasûl'ün Kur'an'da size sunduğu öğretiye tanıklık etmiyor mu? Kâinattaki nizam tevhid'e mi, yoksa şirke mi delâlet ediyor? Tüm bu nizamı ve kendi yaradılışınızı düşündüğünüzde, size şimdi varoluşu bahşeden bir varlığın sizi tekrar yaratamayacağına aklınız hükmediyor mu?"

Sonra ahiretten bir sahne tasvir ediliyor, imanın semeresi ve küfrün kötü sonuçları sergileniyor ve insanlar azap günleriyle karşılaşmadan önce küfürden vazgeçmeye, ahirette kendilerinin yararına olacak Kur'an öğretisini kabule teşvik ediliyorlar.

Sonra kendilerine şunlar söyleniyor: "Sonsuz rahmetinden ötürü Allah, insanları hatalarından dolayı tek ve nihaî bir kararla hemen cezalandırmaz; onları ufak tefek problem, zorluk, felaket, kayıp ve ters durumlara maruz bırakarak belki kendilerine gelip öğüt dinlerler diye, önceden uyarır."

Daha sonra şu söylenir: "Bu, Allah'tan insana gönderilen, kendi türünde ilk kez görülüp duyulmuş bir kitap değildir. Hepinizin bildiği gibi, önce Musa'ya da kitap gönderilmişti. Bunda garipsenecek hiçbir şey yok. Emin olun ki, bu kitap Allah'tan nazil olmuştur ve iyi bilin ki, bir zamanlar Musa zamanında olanlar şimdi de vuku bulacaktır. Liderlik şimdi de İlahi Kitab'ı kabullenenlere bahşedilecek, reddenlerse helâk olacaktır."

Akâbinde Mekke müşriklerine şu tavsiyede bulunulmaktadır: "Ticarî seyahatleriniz esnasında harabelerinin yanından geçip durduğunuz helâk olmuş eski kavimlerin akibetlerine bakın. Siz de aynı akibete uğramak ister misiniz? Dış görünüşe ve yüzeyde olana bakıp aldanmayın. Bugün hiçkimsenin birkaç genç adam, bazı köleler ve zavallılar dışında Muhammed'i (s.a) dinlemediğini ve O'nun her taraftan kendisine yönelen çirkin davranışların ve sövgülerin hedefi olduğunu görmektesiniz. Sonra bundan, O'nun risaletinin yürümeyeceği gibi yanlış bir izlenime kapılıyorsunuz. Fakat bu, gözlerinizin bir yanıltmacası sadece. Oysa günlük hayatınızda yaşadığınız şeydir! Önce çıplak olan toprak, bir yağmur çiselemesiyle üzeri bitki örtüsüyle yeşermeye başlayıverir.

Daha önce toprağın altında bulunan şeylerin böyle bir yeşillik ve bitki zenginliğini gizlediği hiç kimsenin aklından bile geçmiyordu."

Sonuç bölümünde, Rasûlulah'ın şuna dikkati çekiliyor! "Bu insanlar söylediğin şeyleri, bu kesin zafere ulaşacağın haberini alaya alıyorlar. Onlara de ki: "Sizin ve bizim hakkımızda son hüküm geldiğinde, artık size hiç yararı olmayacak. İnanacaksanız, şimdi inanın, yok eğer son hükmü bekleyecekseniz, bekleyin bakalım dilediğiniz gibi!.."

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1 Elif, Lâm Mîm.1

2 Kendisinde şüphe olmayan bu Kitabın indirilişi alemlerin Rabbi tarafındandır.2

AÇIKLAMA

1. Kur'an'ın bazı sureleri, konuşmanın yayınlandığı yeri bildiren bu ve benzeri bir giriş cümlesiyle başlar. Bu, tıpkı spikerin radyo programına başlarken hangi radyo istasyonundan konuştuğunu bildiren giriş cümlesi gibidir. Fakat bir radyo istasyonundan yapılan sıradan bir anonsun hilafına, sure başlarındaki olağanüstü duyuru, bu mesajın Alemin Hakimi tarafından yayınlandığını vurgular; bu duyuru sadece yayının kaynağını belirtmekle kalmaz, büyük bir iddiayı, dehşetli bir meydan okumayı ve şiddetli bir uyarıyı da beraberinde ortaya koyar. Çünkü henüz yayının başında o büyük haberi verir: Bu insan sözü değil, Alemlerin Rabbi'nin sözüdür. Bu duyuru insanı o müthiş soruyla yüzyüze getirir: "Bu iddiayı kabul etmeli miyim, etmemeli miyim? Eğer kabul edersem, onun önünde daima teslimiyet içinde başımı eğmek zorunda kalacağım. Artık bana onunla ilgili hiçbir özgürlük bırakılmayacak. Eğer kabul etmezsem ve eğer o gerçekten Alemlerin Rabbi'nin kelâmıysa büyük bir riski göze almak zorunda kalacağım: Onu reddetmemin sonucu olarak ebedî bir sefalet ve bedbahtlıkla yüzyüze kalacağım." İşte bu yüzden bütün haşmetiyle bu giriş cümlesi insanı tüm dikkat ve ciddiyetiyle Kelâm'ı dinlemeye ve onun ilahî kelam olup olmadığına karar vermeye sevketmektedir.

2. Burada zikredilen yalnızca bu kitabın Alemlerin Rabbi tarafından inzal edildiği değildir: En güçlü vurguyla şu da söylenir: "Şeksiz şüphesiz o Allah'ın kitabıdır: Onun Allah tarafından vahyedildiği konusunda hiçbir şüpheye yer yoktur." Eğer bu tez cümlesi hakiki bağlamında incelenirse görülür ki, cümle bir tezle birlikte bir delili de ihtiva etmektedir; ayrıca bu delil, hitab ettiği Mekke halkına da gizli değildi.

Bu delili kendilerine sunan kişi, tüm hayatını onların gözü önünde geçirmişti. Kitabı tebliğ ettikten sonra nasıl tanıyorlarsa önce de öyle tanıyorlardı onu. Ayrıca biliyorlardı ki, böyle bir tezle kitabı sunan kişi toplumlarının en dürüst, en müttakî ve en erdemli üyesiydi. Bildikleri bir şey daha vardı. Peygamberlik iddiasından bir gün öncesine kadar hiçkimse kendisinden, birdenbire tebliğ etmeye başladığı türden şeyler işitmemişti. Hz. Muhammed'in (s.a) günlük hayatında kullandığıyla Kitap'ta kullanılan üslûb ve belâğatın apayrı şeyler olduğunu farketmişler ve tabiatıyla bir ve aynı şahsın birbirinden bu denli farklı iki üslûba sahip olmasının imkânsızlığını hissetmişlerdi. Kitap'ta dile gelen mucizevî bir edebiyatla karşı karşıyaydılar ve Arapça konuşan bir toplum olmaları hasebiyle, bütün edip ve şairleri onun bir benzerini üretmede nasıl çaresiz kaldıklarını gayet iyi görmüşlerdi. Kendilerine tilâvet olunan Kur'an ve edebî ürünler, şair, kâhin ve hatip sözleri arasında mevcut olan apayrı dünyaların, kendilerine sunulan temalardaki latif değişikliğin de farkındaydılar. Kitap ve mesajda birinin onu kendi çıkarları doğrultusunda sunduğuna ve onun sahte bir peygamberlik iddiası taşıdığına dair herhangi bir emareye de rastlamadılar. Hz. Muhammed'in (s.a) peygamberlik iddiasıyla kendisinin, ailesinin, yahut aşiret ve kabilesinin belirli bir çıkarını gözetmeye çalıştığına, veya verdiği mesajda bir kâr amacı gütttüğüne dair hiçbir ipucu bulamadılar; oysa bulsalardı hiç kaçırmazlardı. Dahası, onlar bu mesaja toplumda hangi kesimin çağrıldığı ve bu kesimin çağrıya koşması durumunda içlerinde ne büyük bir inkılabın meydana geleceğini de anlamışlardı. Tüm bu şeyler, hep birlikte tez ve iddiayı desteklemekteydi. İşte böyle bir arka plânın varlığı yüzünden Kitab'ın şeksiz şüphesiz Alemlerin Rabbi tarafından gönderildiğini söylemek yeterli olmuştu. İddiayı temellendirmek için başka bir delile ihtiyaç yoktu.

Giriş mahiyetindeki bu ibareden sonra Mekke müşriklerinin Resûlullah'ın (s.a) risaletiyle ilgili olarak ortaya attıkları ilk itiraz ele alınmaktadır.

3 Yoksa onlar: "Bunu uydurdu"3mu diyorlar? Hayır, o, Rabbinden4 olan bir haktır; senden önce kendilerine bir uyarıcı-korkutucu gelmemiş olan bir kavmi uyarıp-korkutman için5 (onu sana indirdik). Umulur ki hidayet bulurlar.

4 Allah;6 gökleri, yeri ve ikisi arasında olanları altı günde yarattı, sonra da arşa istiva etti.7 Sizin O'nun dışında bir yardımcınız ve şefaatçi olanınız yoktur. Yine de öğüt alıp-düşünmeyecek misiniz?8

AÇIKLAMA

3. Bu, yalnızca bir soru değil, aynı zamanda sürpriz bir durumla karşılaşmanın ifadesidir. Kastedilen şudur: Kitab'ın şeksiz şüphesiz Allah'tan gelen bir vahiy olduğu hakkında bunca delile rağmen bu insanlar inatla Hz. Muhammed'in (s.a) onu uydurduğunu ve onu haksız şekilde Allah'a isnad ettiğini mi söylüyorlar hâlâ? Böyle saçma ve temelsiz bir suçlamayı yaparken hiç mi utanmıyorlar? Hz. Muhammed'in (s.a), yaptıklarını, söylediklerini anlayan ve Kitab'ı kavrayan kimselerin, bu saçma iftirayı işittiklerinde ne düşüneceklerini kestiremiyorlar mı?

4. Tıpkı ilk ayette, "Hiç şüphe yok, bu Kitap, Alemlerin Rabbi'nden indirilmiştir" demekle yetinildiği ve Kur'an'ın İlâhî Kelâm olduğunu ispat için başka delile gerek duyulmadığı gibi bu ayette de, kâfirlerin, Kur'an'ın uydurulduğuna dair ithamlarını reddetmek üzere yalnızca şu sözle yetinilmiştir: "Aksine o Rabbi'nden bir Hakk'tır." Bunun sebebi 1 Nolu açıklama notunda belirtilenle aynıdır. Dinleyenler Kur'an'ı sunan şahsı, sunulduğu çevreyi, Rasûl'ün onu sunarken ki, lütufkârlık ve güvenliğini yakinen biliyorlardı. Kitabı, onun lügavî ve edebî mükemmelliğini, muhtevasını biliyorlardı; etki ve nüfuzunun çağdaş Mekke toplumunu sarmakta olduğunu da hissetmişlerdi. Bu şartlar altında Kitab'ın Alemlerin Rabbi'nden indirilmiş bir Hakk oluşu öylesine apaçık bir delil teşkil etmekteydi ki, yalnızca açık seçik terimler içinde zikredilmesi bile kâfirlerin suçlamalarını reddetmeye yeterdi. Bu iddiayı birtakım delillerle takviye etme girişimi, tezi güçlendirecek yerde zayıflatabilirdi. Durum şuna benzerdi o zaman: Farzedin ki apaydınlık bir gündüz vakti; güneş pırıl pırıl parlamakta ve inatçı bir adam şimdi gecedir diye tutturmuş, çekişmede. Onu cevaplamak için şunu söylemek tabii yeterli olacaktır: "Her yer gün ışığıyla aydınlık iken sen buna gece mi diyorsun?.." İşte bundan sonra bir kimsenin vaktin gündüz olduğunu ispatlamak üzere mantıkî deliller sıralamaya kalkışması anlamsız olacak; gündüz olduğu tezini kuvvetlendireceği yerde, kafada soru işaretleri bırakacaktır.

5. Yani, "Onun Allah'tan gelen bir vahiy ve hakikat olduğu nasıl kesin ise, hikmet üzere, Allah'ın size olan rahmeti üzere temellenmiş olması da öyle apaçıktır. Bizzat kendiniz bilmektesiniz; asırlardır aranızdan hiç peygamber çıkmıyor ve yine bilmektesiniz ki, Arap kavmi cehalet içinde, ahlâki çöküntü ve tam bir geri kalmışlık içinde yüzmektedir. Böyle bir durumda aranızdan bir peygamberin çıkıp sizi uyarması, size doğru yolu göstermesine şaşırmamanız gerekirdi. Bu, sizin iyilik ve refahınız için Allah'ın karşıladığı büyük bir ihtiyaçtır aslında... Şunun belirtilmesi gerekir ki, Arabistan'da hakiki inancın ışığı tümüyle ilk kez, tarih öncesi dönemde yaşamış olan Hud ve Salih Peygamberler tarafından yayılmıştı. Onları Rasûlullah'tan (s.a) 2500 yıl önce yaşamış olan İbrahim ve İsmail Aleyhisselâmlar izledi. Onlardan sonra ve Rasûlullah'tan 2000 yıl önce Arabistan'a gönderilmiş olan son peygamber Şuayb Aleyhisselâm'dı. Görülüyor ki, bu oldukça uzun bir zaman dilimidir. İşte, bu kavme hiç uyarıcının gelmediği bu yüzden zikredilmektedir ve vakıa da budur. Bu, onlara hiç peygamber gönderilmediği anlamına değil, bu kavmin uzun süredir bir uyarıcıya ihtiyaç duyduğu anlamına gelir.

Burada hemen cevaplandırılması gereken bir soru akla gelebilir. Şöyle ki: Rasûllullah'tan önceki yüzlerce yıl Arap toplumuna hiç peygamber gelmediğine göre, cahiliye çağları boyunca sapıklık içinde yaşamış insanlar hangi gerekçeyle hesaba çekileceklerdir? Onlar, kendilerini hata ve sapıklıktan koruyacak bir kılavuza sahip değildirler. Öyleyse, sapmış olmaları durumunda, bu sapıklıkarından ötürü nasıl mesul tutulacaklardı. Cevap şudur: Onlar hakikî inanca dair ayrıntılı bilgiden yoksun olabilirlerdi belki; fakat cahiliye dönemlerinde bu insanlar tevhîd inancından habersiz değildiler; çünkü hiçbir peygamber, takipçilerine putperestliği talim etmemişti. Bu hakikat Arapların kendi beldelerinde doğmuş olan peygamberlerden gelen rivayetlerde de ihtiva edilmekteydi; ayrıca kendi beldelerinin hemen bitişiğinde doğmuş bulunan Musa, Davud, Süleyman ve İsa'nın (Aleyhimüsselâm) öğretilerini de bilmekteydiler. Arap geleneklerinde de çok iyi bilinmekteydi ki, Arapların kadim dönemlerinde izlenen gerçek din, İbrahim'in diniydi ve puta tapmayı onlar arasında başlatan ilk Adam Amr bin Luhayy idi. Şirk ve putperestliğin tüm yaygınlığına rağmen Arabistan'ın birtakım kesimlerinde Şirk'i reddedip, tevhid'i benimseyen ve putlara kurban sunmayı açıkça lânetleyen çok sayıda insan bulunuyordu. Bizzat Rasûlullah'ın (s.a.) zuhuruna yakın dönemde "Hunefa" (hanifler) olarak bilinen çok sayıda insan yaşamıştı ki, bunlardan bazıları şunlardı: Kuss bin Saidet-ül- İyadi, Ümeyye bin Ebi es-Salt, Suveyd bin Amr el-Mustalikî, Vaki bin Selame bin Züheyr el-İyadî, Amr bin Cündüb el-Cühenî, Ebu Kays Serme bin Ebi Enes, Zeyd bin Amr bin Nüfeyl, Varak bin Nevfel, Osman bin el-Huvaris, Ubeyde bin Cahş, Amir bin ez-Zerb el-Advanî, Allaâf bin Şehab et-Temimî, El-Mütelemmis bin Ümeyye el-Kinanî, Zühehyr bin Ebû Selmâ, Halid bin Sinan bin Gays el-Absî, Abdullah b. Kudâî... vd.

Bu insanlar açıkça itikadın temeli olarak tevhidi'i tebliğ ediyor ve müşriklerin dininden ayrı olduklarını söylüyorlardı. Apaçık ki, onlar bu kavrama, peygamberlerin talimatından geriye kalanlar aracılığıyla ulaşmışlardı. Dahası, Yemen'de modern arkeolojik araştırmaların sonucu olarak keşfedilmiş olan M.Ö. 4. ve 5. yüzyıllara ait metinler, o dönemlerde buralarda tek tanrıcı dinin varolduğunu ortaya sermektedir.

Bu dinin salikleri er-Rahman'ı ve Rabbü's-Semavati ve'l-Ard'ı (Göklerin ve yerin Rabbi) tek ilâh olarak kabul etmekteydiler. Bir mabedin harabeleri arasında M.Ö. 378 tarihli bir metin bulunmuş ve üzerinde o mabedin yalnızca "Göklerin İlâhı" ve "Göklerin Rabbi"ne ibadet için inşa edildiği kaydı tesbit edilmiştir. M.Ö. 465 tarihli bir diğerinde de tevhid doktrinine açıkça işaret eden kelimeler yer almaktadır. Aynı şekilde Kuzey Arabistan'da Fırat Nehri ile Kınnesrin arasındaki Zebed bölgesinde "Bism-ilâhu la izza illâ lehu, la şukra illâlehu" kelimelerini ihtiva eden M.Ö. 512 tarihli bir metin keşfedilmiştir. Tüm bunlar Rasûlullah'ın (s.a.) (s.a) gelişinden önce, geçmiş peygamberlerin getirdiği mesajın tümüyle unutulmadığını ve insana hiç değilse şu hakikatı hatırlatacak birçok vesilenin hâlâ mevcut bulunduğunu göstermektedir: "Sizin ilâhınız tek bir ilâhtır" Daha fazla açıklama için bkz. an: 84 Furkan)

6. Şimdi Rasûl'ün "tevhid" mesajına karşı çıkan müşrikler'in ikinci itirazı ele alınmaktadır. Ona açıktan cephe almışlardı, çünkü ilahlarını, azizlerini reddediyor ve insanları, Allah'tan başka hiçbir yardımcının, hiçbir ihtiyaç görenin bulunmadığı, O'ndan gayri ne dualara karşılık verenin, ne hastalıklara şifa bahşedenin, ne de mutlak hakimin olmadığı inancına davet ediyordu.

7. Açıklama için bkz. A'raf an: 41, Yunus an: 4, Râd an: 3

8. Yani, "Sizin gerçek ilâhınız göklerin ve yerin Halikı'dır. Fakat aptallarınız yüzünden, bu geniş kainat mülkünde O'ndan başka velîler, yardımcı ve destekçiler ediniyorsunuz. Bütün kainatın ve içinde olanların yaratıcısı Allah'tır. Burada Allah dışında istisnasız her şey yaratılmıştır ve Allah alemi yaratıp var ettikten sonra uyumaya çekilmemiştir. Aksine O, bizzat kendi mülkünün hakimi, yöneticisi ve rızıklandırıcısıdır. Şu halde, O'nun yaratıklarından bir kaçını tutup kaderlerinize hükmeden ilahlar edinmeniz ne kadar saçma bir tutum; eğer Allah size yardım etmezse o ilâh edindiklerinizin hiçbiri size yardıma muktedir olamaz. Eğer Allah sizi kuşatırsa onlardan hiçbiri sizleri kurtaramaz. Eğer Allah izin vermezse, onlardan hiçbiri, size O'nun önünde şefaat edemez."

5 Gökten yere her işi O evirip-düzene koyar. Sonra (işler,) sizin saymakta olduğunuz bin yıl9 süreli bir günde yine O'na yükselir.

6 İşte gaybı da,10 müşahede edilebileni de bilen, üstün ve güçlü olan,11 esirgeyen O'dur.12

7 Ki O, yarattığı her şeyi13 en güzel yapan ve insanı yaratmaya da bir çamurdan başlayandır.

AÇIKLAMA

9. Yani, "Sizin tarihiniz içinde 1000 yıl zaman alan olaylar Allah'a göre bir günlük iştir. O, iş programını "Kaza ve Kader Melekleri"ne havale eder. Onlar da o günün çalışma raporunu kendisine sunarlar ve ertesi güne (ki hesabı sizin hesabınıza göre bin yıl tutar) ait emirleri alırlar. Bu husus Kur'an'ın iki yerinde daha zikredilmiştir. Onların araştırılması bu ayetin daha iyi anlaşılmasına yardım edebilir. Arabistan kafirleri şöyle dediler: "Muhammed kaç yıldır peygamber olduğunu iddia ediyor. Eğer mesajını kabul etmez de davetini reddedersek Allah'ın azabıyla kuşatılacağımız şeklinde bizi tekrar tekrar uyardı ve bu tehdidini de yıllardır sürdürüyor. Fakat onu kaç kez red ve inkar etmemize rağmen üzerimize azap filan geldiği yok. Eğer söylediklerinde bir gerçeklik payı bulunsaydı bizim binlerce kez azaba uğratılmamız gerekirdi." Allah bu meyanda Hacc Suresi'nde şunları söylüyor: "Bu insanlar senden azabı erkene almanı istiyor. Allah asla va'dini yerine getiremez değildir; ancak Rabbinizin indinde bir gün sizin hesap ettiklerinizle bin yıla müsavidir." (Ayet 47). Mearic Suresi'nde (ayet 1-7) şöyle denmektedir:

"Birisi, kâfirlerin uğrayacağı azabı soruyor. Onu hiç kimse savamayacak. O, yücelik basamaklarının sahibi olan Allah'tan gelecek. Melekler ve Ruh, O'nun huzuruna, ellibin yıl tutan bir günde yükselir. Öyleyse ey Muhammed! Güzel bir şekilde sabret. Onlar azabın uzak olduğunu düşünüyor, ama bize göre ne kadar yakın!"

Bu ayetlerde kastedilen mânâ şudur: Allah'ın emirleri tarih içinde yeryüzü saati ve takvimine göre yerine gelmez. Bir kavim şöyle şöyle davranması durumunda kendisini şöyle şöyle bir akıbet beklediği hususunda uyarılırsa bundan, " kötü amelleri kötü sonuçlar hemen izleyecektir", şeklinde bir hüküm çıkarmak aptallık olacaktır.

10.Yani, "Başkalarına bir şey açık yahut malum olabilir, fakat sayısız şey kendilerine gizli kalır. Melekler yahut cinler olsun, peygamberler ya da veliler olsun veyahut da diğer salih kişiler olsun; bunlardan hiçbiri herşeyin bilgisine sahip değildir; geçmişte vuku bulmuş, halde vuku bulmakta olan ve gelecekte vuku bulacak her şeyi (gaybı) bilir."

11. "El-Aziz": Herşey üzerine egemen olan tek varlık; kainatta hiç bir güç, tasavvur ve iradesinde Allah'a engel olamaz, emrinin icrasına müdahale edemez. Herşey O'na boyun eğmiştir ve hiçbir şey O'na direnemez.

12. Yani, O, mahlukatına bir zorba gibi davranmaz; aksine O, lütûfkâr ve merhametlidir; tüm güç ve iktidara sahip ve tümüyle egemen olmasına rağmen.

13. Yani, " Bu sonsuz kainatta, Allah, sayısız şeyler yaratmıştır, fakat hiç biri çirkin ve bozuk biçimli değildir. Herşeyin kendine özgü güzelliği vardır; herşey kendi yaradılış tarzı ile mütenasibtir. Belli bir hikmete mebni olarak yarattığı herşeye en uygun biçimi vermiştir ve onu, kendisine en uygun keyfiyetlerle donatmıştır. Sözgelimi görmek ve işitmek için yaratılmış olan göz ve kulağın daha iyi, daha uygun bir yapıda düşünülmesi mümkün değildir. Hava, yaratıldığı gayeye uygun özelliklere, su, yaradılmış olduğu hikmete en uygun keyfiyetlere sahip olarak yaratılmıştır. Hiç kimse Allah tarafından yaratılmış her hangi bir şeyin biçiminde ne bir kusur, ne de bir çatlak gösterebilir ve ne de o biçimde herhangi bir değişiklik öngörebilir."

8 Sonra onun soyunu bir özden (sülale'den), basbayağı bir sudan yapmıştır.14

9 Sonra da onu 'düzeltip bir biçime soktu' ve15 ona ruhundan üfledi.16 Sizin için de kulak, gözler ve gönüller17 var etti. Ne kadar az şükrediyorsunuz?18

10 Dediler ki:19 "Biz yer (toprağın için)de yok olup gittikten sonra, gerçekten biz mi yeni bir yaratılışta bulacakmışız?" Hayır, onlar Rablerine kavuşmayı inkâr edenlerdir.20

AÇIKLAMA

14. Yani, "Başlangıçta insanı doğrudan "halk" fiiliyle yarattı, sonra döl suyu aracılığıyla kendi türünü devam ettirebilsin diye insana bir üreme kabiliyeti verdi. Kusursuz bir halketmeyle yaratıcı emrini vererek toprağa ait unsurların bir terkibine hayat, şuur ve akıl bahşetti ki, insan gibi harika bir yaratık varlık kazansın. Başka bir kusursuz halketmeyle de, kendi türünü gelecekte sürdürebilmesi için, donanımı akıllara durgunluk veren harikulâde bir mekanizmayı insanın bünyesine yerleştirdi.

Bu ayet, Kur'an'ın, insanın doğrudan yaradılmasına işaret eden ayetlerinden biridir. Bilim adamları Darwin'den beri bu kavram hakkında şüpheler beslemiş ve onu, bilimsel olmadığı gerekçesiyle reddetmişlerdir. Fakat onların, isterse bir insan değil de ilk hayvan türlerine ait olsun, ilk tohumun doğrudan yaradılışı kavramını problem dışı bırakamadıkları da bir gerçektir.

Eğer yaradılış kabul edilmezse bu durumda insan hayatı yalnızca tesadüf eseri meydana geldiği şeklinde tamamen saçma bir fikri kabul etmek zorunda kalacaktır. Oysa bir tek hücreli organizmada varolan en basit hayat biçimi bile öylesine karmaşık ve inceliklerle doludur ki, onu bir tesadüf eseri saymak, evrimcilerin yaradılışı saydıklarından milyon kere daha fazla gayri ilmî bir fikir olurdu. Ve ilk tohumun doğrudan yaradılış eseri olarak meydana geldiği kabul edilirse canlılar ailesinin her türüne ait ilk üyenin Allah'ın yaratmasıyla varolduğunu ve soy sürmenin çeşitli üreme şekilleriyle başladığını kabul etmesi artık zor olmaktan çıkacaktır. Kabul etmesi durumunda da, Darwinizm yanlıları tarafından geliştirilen tüm bilimsel görüşlere rağmen evrim teorisinde çözülmeden kalmış problem ve karmaşıklıklar çözülüverecektir. (Daha fazla açıklama için bkz. Al-i İmran an: 53, Nisa an: 1, En'am an: 63, A'raf an: 10 ve 145, Hicr an: 17, Hacc an: 5, müminun an: 12-13.)

15." Onu biçime soktu": Onu mikroskopik bir organizmadan, tam teşekküllü bir insan haline getirdi; çeşitli organlarla mükemmelleştirip geliştirdi.

16. " Ruh" yalnızca, yaşayan bir şeyin hareket etmesi yüzünden hayat anlamını içermez; insanı diğer yeryüzü yaratıklarından ayıran, onu bir şahsiyet sahibi haline getiren ve ona Allah'ın halifesi liyakatını kazandıran, onu şuur ve düşünce, yetki ve hüküm, tefrik ve temyiz ile muttasıf kılan aslî özelliği yüzünden bu anlama sahiptir.

Allah bu "Ruh"u bizzat kendisine nisbet etmiştir; bunun sebebi ya onun yalnızca Allah'a ait olması ve tıpkı herhangi bir şeyin O'nun Rabb (sahip)liğine nisbeti gibi, Allah'ın zatına nisbet edilmesidir, yahut da insanın kendileriyle karakterize edildiği bilgi, düşünce, şuur, irade, hüküm, yetki... vs. sıfatlarının Allah'ın sıfatlarının bir yansıması olmasıdır. Bu sıfatlar maddenin o veya bu terkibinden değil, bizzat Allah'tan gelmedir. İnsan bilgiyi Allah'ın ilminden, hikmeti Allah'ın hikmetinden ve yetkiyi Allah'ın otoritesinden almaktadır. O, bunları ilimsiz, hikmetsiz ve yetkisiz bir kaynaktan almamaktadır. (Daha fazla açıklama için bkz. Hicr. an: 17-19)

17. Maksadın en iyi şekilde dile getirilme yoludur bu. "Ona Ruh'undan üfleyen" ibaresine kadar insan, üçüncü şahıs zamiriyle zikredilmektedir. Şöyle ki: "Onu yaratan.. neslini sürdürmesini sağlayan... ona şekil veren.. ona ruhundan üfüren..." Bunun nedeni insanın ruhun üfürülmesine kadar pek kayda değer bir yaratık olmadığıdır. Sonra, yani kendisine ruh üfürüldüğünde hitaba şâyân, şerefli bir varlık haline gelmiş ve şöyle denmiştir: " O, size kulaklar, gözler ve kalpler vermiştir. " Zira insan Ruh ile şereflenince (ikinci şahıs muhatab zamiriyle) zikredilmeye lâyık hale gelmiştir.

Kulak ve gözler insanın kendileriyle bilgi elde ettiği vasıtaları tazammun eder. Her ne kadar tatma, dokunma ve koklama duyuları da bilgi vasıtaları iseler de, işitme ve görme en önde gelen ve önemli duyulardır. Bu yüzden Kur'an-ı Kerim çeşitli yerlerde yanlızca bu iki duyuyu Allah'ın insana en önemli bağışı olarak zikretmektedir. " Kalp" duyular aracılığıyla sağlanan bilgiyi düzenleyip, ondan çıkarımlarda bulunan, muhtemel eylem biçimlerinden birini seçip onu izlemeye karar veren akla delâlet eder.

18. Yani, " Böylesi mükemmel nitelikleri ile bu harika insan ruhu, "dünyada hayvanlar gibi yaşayın" yahut "hayatı hayvanlar gibi orman yasalarına göre düzenleyin. " diye bahşedilmedi size. Gözler verildi sizlere ki nesneleri apaçık göresiniz, körler gibi yaşamayasınız. Kulaklar verildi sizlere ki, nesneleri dikkatle işitesiniz, sağırlar gibi yaşamayasınız! Kalbler verildi sizlere ki hakikati anlayasınız, düşünce ve eylemde doğru yolu bulasınız, hayvanî yanınızı besleyip azdıracak şeyleri biriktirmek için tüm kabiliyetlerinizi seferber etmek yahut yaradanınıza karşı isyan proğramları, isyan felsefeleri hazırlamak için bahşedilmedi size bu kalpler... Bütün bu değeri takdir edilemez nimetlere mazhar olduktan sonra şirk ve ilhadı benimsediğinizde, kendinizde ilâhlık vehmetteğinizde, yahut düzmece tanrıların kulu haline geldiğinizde,şehvetinizin esiri olduğunuzda, aslında Allah'a şunu demiş olursunuz: " Biz bu nimetlere layık değiliz. Sen bizi insan yerine bir maymun yahut bir kurt, veya bir timsah veyahut da bir karga olarak yaratsaydın yeriydi."

19. Kâfirlerin "risalet" ve "tevhid" hakkındaki itirazlarının cevaplandırılmasından sonra şimdi onların İslâm'ın üçüncü temel inancı olan "ahiret" hakkındaki itirazları ele alınmaktadır. Ayetin başlangıcındaki vav (ve) bağlacı bu paragrafı bir önceki konuya âdeta şu şekilde bağlamaktadır: Onlar, "Muhammed Allah'ın Rasûlü değildir" diyor; onlar "Allah bir ve tek tanrı değil, " diyor; 've' onlar, "Biz öldükten sonra tekrar hayata döndürülmeyeceğiz." demekteler.

20. Bu cümle ile öncesi arasında, dinleyenin doldurması gerektiği bir boşluk bırakılmıştır. Kafirlerin ilk cümlede yeralan itirazı o kadar saçmadır ki, onu reddetmeye gerek bile yoktur. Bu yüzden sadece saçmalığını göstermek üzere zikredip geçilmiştir. Zira itirazı oluşturan cümlenin her iki parçası da saçmadır.

Şöyle ki, onların "Biz toz toprak haline geldiğimiz zaman" sözleri saçmadır. Çünkü "biz" hiçbir zaman "toz toprak" haline gelmeyeceğiz. Toz haline gelmek, "biz" halinden çıktıktan sonra bedenin başına gelecek bir akibettir. Beden bizzat "biz" değildir. Canlı iken bedenin organları ve diğer parçaları birer birer kesilebilir, fakat "biz" yine biz olarak kalırız. Organların kesilmesiyle "biz" denen varlığın hiçbir tarafı kesilmiş olmaz. Buna mukabil "biz" denen varlık bedeni terkettiğinde bedenden hâlâ hiçbir şey eksilmemiş olmasına rağmen en uzak anlamda bile onunla bir tatbik noktası kalmaz. İşte bu yüzdendir ki, bir kimse çok sevdiği birinin cesedini gidip toprağa gömer, çünkü sevdiği kimse artık o cesette değildir. O sevdiği insanı değil, bir zamanlar sevdiğine yuvalık eden cesedi gömer. Dolayısıyla kafirlerin itirazının ilk bölümü temelsizdir. İkinci bölüme gelince: "Biz yeniden yaratılacağız, öyle mi?" Bu hayret ve inkâr yüklü soru eğer itirazcılar "biz"in ve yaradılışının anlamı üzerinde düşünselerdi, aslında hiç sorulmazdı. Bu "biz" dediğimiz şeyin hali hazır varlığı biraz kömür, biraz demir, biraz kireç ve diğer toprakgil maddelerin, bir cesed meydana getirmek üzere oradan buradan gelip bir terkib oluşturmalarından başka bir şey değildir ki bu beden aslında "biz"in içinde varlığını sürdürdüğü bir evdir. Peki insan ölünce ne olur? "Biz" denen varlık bedeni terkettiği zaman toprağın çeşitli kısımlarından bir araya toplanarak terkibe uğrayan teşkil edici maddeler tekrar ayrışarak toprağa geri döner. Soru şudur: Bu evi "biz"ler için yaratan varlık, aynı evi aynı maddelerden tekrar yapıp "biz"i içine yerleştiremez mi? Bu bir kez mümkün oldu mu ve fiilen varlık kazandı mı, bunun fili bir vakıa olarak tekrarını kim engelleyebilir? Bunlar, akl-ı selimin birazcık kullanılmasıyla hemen anlaşılabilecek türden şeylerdir. Fakat insan niye böyle şeylere bir türlü aklını yormaz? Niye ahiret ve oradaki hayatla ilgili saçma itirazlar yükseltir? İşte Allah tüm bu teferruata yer vermeksizin sözkonusu soruyu ikinci cümlede şu şekilde cevaplandırır: "Gerçek şu ki, onlar Rabbleriyle karşılaşmayı inkâr etmektedir." Yani, asıl mesele bir türlü anlayamadıkları insanın yeniden yaradılışının imkân dahilinde olup olmadığı değildir; aslında onları bunu anlamaktan alıkoyan temel şey şudur: Onlar bu dünyada serazâd, başıboş bir özgürlük içinde yaşamak, diledikleri aşırılığı ve cürmü işlemek, sonra da buradan hiçbir şey olmamış gibi kurtulmak istemektedirler. Hiçbir şey yüzünden hesaba çekilmesinler, herhangi bir kötü amel sebebiyle mesul tutulmasınlar. Mesele budur.

11 De ki: "Size vekil kılınan ölüm meleği, sizin hayatınıza son verecek, sonra da Rabbinize döndürülmüş olacaksınız."21

12 Suçlu-günahkârları, Rableri huzurunda başları öne eğilmiş olarak: "Rabbimiz, gördük ve işittik; şimdi bizi (bir kere daha dünyaya) geri çevir, salih bir amelde bulunalım, artık biz gerçekten kesin bilgiyle inananlarız" (diye yalvaracakları zamanı) bir görsen.22

13 Eğer biz dilemiş olsaydık, her bir nefse kendi hidayetini verirdik.23 Fakat benden çıkan şu söz gerçekleşecektir: "Andolsun, cehennemi cinlerden ve insanlardan (küfre sapanlarla) tamamiyle dolduracağım".24

14 Öyleyse bu (azab gününüzle karşılaşmayı) unutmanıza25 karşılık olarak azab tadın. Biz de sizi gerçekten unuttuk; yapmakta olduklarınıza karşılık ebedi azabı tadın.

15 Bizim ayetlerimize, ancak onlarla kendilerine hatırlatıldığı zaman, hemen secdeye kapananlar, Rablerini hamd ile tesbih edenler ve büyüklük taslamayan26 (müstekbir olmayan)lar iman eder.

AÇIKLAMA

21. Yani, sizin 'ben'iniz toz toprak olmayacak, fakat vadesi dolar dolmaz Allah'ın ölüm meleği gelecek ve onu bedenden çıkararak ona tamamen vaziyet edip vekil olacak. Tevkif edilerek öylece Rabbinin huzuruna çıkarılacak.

Şimdi bu kısa ayette ortaya konan gerçekleri biraz teferruatıyla mütalaa edelim:

1) Ayetten anlaşıldığına göre ölüm yeniden kurulması gerekli bir saatin aniden duruvermesi gibi vuku bulmaz. Aksine Allah bu amaçla, tıpkı resmî bir mutemedin bir şeyi vekâleten uhdesine alması tarzında canı almaya gelen özel bir melek tayin etmiştir. Kur'an'ın başka yerlerinde zikredilen teferruattan açıkça anlaşıldığına göre baş ölüm meleği maiyeti altında ölüme sebebiyet vermek, canı almak ve teminat altında tutmak gibi çeşitli görevleri icra eden bir memur melekleri kadrosu bulundurmaktadır. Dahası onların günahkâr nefislere yaptığı muamele, mümin ve muttaki nefislere yaptığı muameleden çok farklıdır. (Ayrıntı için bkz. Nisa: 97, En'am: 93, Nahl: 28, Vakıa: 83-94)

2) Ayet şunu da göstermektedir ki, insanın varlığına ölümden sonra halel gelmez. Nefs yaşamaya devam eder. Kur'an'ın kelimeleri aynı gerçeğe delâlet eder: "Ölüm meleği size bütünüyle vekil olacak." Çünkü bir şey yoksa vekâleten uhdeye alınamaz. Bir şeyin vekâleten uhdeye alınabilmiş olması için, müvekkilin elinde bir varlık arzetmesi gerekir.

3) Ayet aynı zamanda şunu da işaret etmektedir ki, ölüm meleğinin vekâleten aldığı şey insanın biyolojik hayatı değil, canı "ben", "biz" ve "siz" gibi kelimelerle ifade edilen egosudur. Bu ego dünyadaki hayati faaliyeti esnasında ne tür bir şahsiyet geliştirmiş olursa olsun, bu özelliğinden hiçbir şey eksiltmeksizin ya da ona bir şey katmaksızın öylece alınıp Rabbine döndürülür. Aynı şahsiyete ahirette yeni bir doğuş, yeni bir cesed verilir. Mahkemeye çıkarılacak, hesaba çekilecek, ceza ve mükâfat alacak olan aynı şahsiyettir.

22. Bu, Rabbine döndükten sonra O'nun huzurunda hesap verecek olan insan "ego"sunun, nefsin manzarasıdır.

23. Yani, "Eğer, kendilerine hakikat gösterildikten sonra insanlara hidayet vermeyi murad etseydik, sizleri dünyadaki bu sıkı imtihana tabi tuttuktan sonra buraya getirmemiz gereksiz olurdu. Zira size böyle bir hidayeti peşin peşin verirdik. Fakat biz sizler için başından beri farklı bir tasavvura sahiptik. Bizim muradımız, hakikati göz ve duyularınızdan gizleyip onun enfüs ve âfaktaki göstergelerini müşahede ettikten sonra aklınızla hakikati anlayıp anlamayacağınızı; size rasûller ve kitaplarımızla hakikatı anlamanız için sağladığımız desteği değerlendirip değerlendirmeyeceğinizi; hakikatı öğrendikten sonra nefsinize hâkim olup olamayacağınızı ve kendinizi şehvet ve arzularınızın esiri olmaktan kurtarıp da hakikata iman ederek ona uygun biçimde davranıp davranmayacağınızı sınamaktı. Siz bu sınavı kaybettiniz. Şimdi aynı sınava tabi tutulmanız yararsız olacaktır. Eğer ikinci bir sınava, burada görüp işittiğiniz herşeyi hatırladığınız şartlarda tabi tutulursanız bu gerçek bir sınav olmaz. Ve eğer, bundan önceki gibi size dünyada yeni bir hayat bahşedilse ve siz hiçbir şey hatırlamasanız da hakikat size yeniden gizli tutulsa ve bu şartlarda yeniden sınava tabi tutulsanız, sonuç öncekinden hiç de farklı olmayacaktır." (Daha fazla açıklama için bkz. Bakara: 210, En'am: 7-8, 27-28, 158, Yunus: 19, Muminun: 99-100)

24.Buradaki telmih, Adem'in yaradılışında Allah'ın şeytan'a hitaben verdiği sözedir. Sâd Suresi'nin 69-88. ayetlerinde bu olayın nasıl cereyan ettiği bütünüyle hikaye edilmektedir. Şeytan Adem'in önünde secde etmeyi reddettiği ve insanlığı yoldan çıkarmak üzere kıyamete kadar mühlet istediği zaman Allah şu cevabı vermişti: "İşte bu doğru ve ben doğruyu söylüyorum ki, cehennemi topyekün sen ve sana uyanlarla dolduracağım." (Sad: 84-85)

Bu ayette geçen "ecmaîn" (topyekün) kelimesi "bütün" insan ve cinlerin cehenneme tıkılacaklarına değil, şeytanlar ve ona uyan insanların "hep birden" cehenneme atılacaklarına delalet eder.

25. Yani; "siz dünya hayatında o kadar zevk ve sefaya daldınız ki, bu günde Rabbinizle karşılaşacağınızı tamamen unuttunuz."

26. Diğer deyimle onlar bâtıl inançlardan vazgeçmeye gururlarını zedeleyici bir şey gözüyle bakmazlar. Allah'ın vahiylerine inanıp ona kulluk ve itaatı benimserler. Gururları onları hakikati kabul edip Rablerine itaat etmekten alıkoymaz.

16 Onların yanları (gece namazına kalkmak için) yataklarından uzaklaşır. Rablerine korku ve umutla dua ederler27 ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler.28

17 Artık hiç bir nefis, yapmakta olduklarına karşılık olmak üzere, kendileri için gözler aydınlığı olarak nelerin (sayısız nimetlerin) saklandığını bilmez.29

18 Öyleyse, iman eden kimse, fasık30 olan gibi olur mu?31 Bunlar eşit olmazlar.

19 İman eden ve salih amellerde bulunanlar ise, artık onlar için yaptıklarınıza karşılık olmak üzere, bir ağırlanma konağı olarak barınma cennetleri vardır.32

20 Fasık olanlar içinse, artık onların da barınma yeri ateştir. Oradan her çıkmak istediklerinde, oraya geri çevrilirler ve onlara: "Kendisini yalanlamakta olduğunuz ateş azabını tadın" denir.

21 Andolsun, biz onlara belki (küfürden İslam'a) dönerler diye o büyük (uhrevi) azabtan önce,33 yakın (dünyevi) azabtan da taddıracağız.

AÇIKLAMA

27. Yani, Onlar geceleri zevk ve sefa alemleri ile işret etmek yerine Rabb'lerine itaat ederler. Dünyaperestler gibi günün yorgunluk, iş ve zahmetini üzerlerinden atmak için geceleri müzik ve dans partileri, içki ve işret meclisleri peşinde koşmazlar. Bunun yerine günlerini, iş ve görevlerinden fâriğ oldukları zaman kendilerini Rabblerine ibadete vakfederek, gecelerini O'nu anarak, O'nun korkusuyla ürpererek ve tüm umutlarını O'na hasrederek geçirirler."

"Yataklarını terkedenler" ifadesi onların bütün gece uyumadığı anlamına değil, gecenin bir kısmını Allah'a ibadetle geçirdikleri anlamınadır.

28. Kök anlamı itibariyle "rızk", şer'i ve helâl emtiadır. Şer'i olmayan haram emtia Allah tarafından hiçbir yerde "rızk" olarak anılmaz, şu halde ayetin anlamı şöyledir: "Onlar az ya da çok kendilerine verdiğimiz temiz emtiadan harcarlar; israf etmezler ve kendi aşırı harcamalarını karşılamak için helâl olmayan servete el uzatmazlar."

29.Buhari, Müslim, Tirmizi ve İmam Ahmed'in Ebu Hüreyre'den farklı kanallarla rivayet ettikleri hadise göre Rasûlullah şöyle buyurmuştur: "Allah şöyle diyor: "Ben muttaki kullarım için hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir kimsenin şahid olmadığı şeyler hazırlamışımdır." Aynı sözler küçük bir farkla Hz. Ebu Said el-Hudri, Muğire bin Şu'be ve Sa'da es-Sâidi tarafından Rasûlululah'tan rivayet edilmiş ve Müslim, Ahmed, İbn Cerir ve Tirmizi tarafından senedi sahih addedilmiştir.

30. Burada "mümin" (inanmak) ve "fasık" (günahkâr) iki zıt terim olarak kullanılmaktadır. Mümin Allah'a: Rabbi, Bir ve Tek İlâh'ı olarak inanan ve Allah'ın peygamberleri aracılığıyla gönderdiği yasaya itaat eden kimsedir. Buna mukabil fasık, fısk (itaatsizlik, isyan, başıbozukluk ve Allah'tan başkalarına itaat) tavrını benimseyenlerdir.

31. Yani, "Onlar ne bu dünyada aynı düşünce ve yaşayış tarzına sahip olabilirler, ne de ahirette Allah tarafından aynı muameleyi görürler."

32. Yani, "Cennetler, onlar için yalnızca zevk vasıtası olmakla kalmayacak, içinde daima yaşayacakları menzilleri de olacaktır."

33. "Daha büyük azab" ahiret azabıdır; küfür ve isyanlarının sonucu olarak mücrimlerin tadacağı azap..." Daha hafif -dozda- azap" ise, insanın bu dünya hayatında yakınların ve sevgililerin ölümü, ciddi kazalar, kayıplar, başarısızlıklar... türünden ferdin uğradığı musibetler ile fırtına, deprem, sel, salgın hastalık, kıtlık, anarşi, savaşlar türünden yüzbinlerce insanın aynı anda maruz kaldığı benzer birçok felâketlerdir. Bu felâketlerin gönderilmesiyle ilgili olarak zikredilen hikmet, insanların "azab-ı ekber" denen felakete karşı duyarlı olması ve sonuçta bu büyük azabı çağıran hayat tarzından vazgeçmesidir. Diğer deyişle maksat şudur: Allah insanı tam bir sükûnet içinde yaşasın da, kendisi üzerinde, kendisine zarar verebilecek hiçbir gücün bulunmadığı vehimine kapılmasın diye, tam bir emniyet hissi içinde yaşatmaz. Fakat Allah gerek ferdler, gerekse toplumlar üzerine gönderdiği hafif dozajlı azapların zamanlamasını öylesine ayarlar ki, bu, insanın çaresiz olduğu, kendi üzerinde kendi mülkünü yöneten bir Kadir-i Mutlak'ın bulunduğu hissini sürekli canlı tutar. Bu felâketler her ferde, topluluk ve topluma, kendi üzerlerinde kaderlerine hükmeden başka bir kudretin olduğunu hatırlatır. Herşey insanın koyduğu yerde bırakılmaz. Gerçek kudret, Kadir-i Mutlak'ın elindedir. O'ndan insana bir musibet indiğinde ne sun'i bir yolla önüne geçebilirsin onun, ne de bir cinni, ruhu, tanrıyı, tanrıçayı, peygamberleri ya da veliyi seni kurtarması için yardıma çağırabilirsin; faydasızdır. Bu açıdan değerlendirildiğinde bu musibetler yalnızca birer felaket değil, insanı hakikat karşısında şuurlu kılmak ve onu vehimlerinden uzaklaştırmak için Allah'ın gönderdiği uyarılardır. Eğer insan bunlardan ibret alıp da iman ve amelini bu dünyada düzeltirse Allah'ın ahiretteki daha büyük azabına düçar olmayacaktır.

22 Kendisine Rabbinin ayetleri hatırlatıldıktan sonra, onlardan yüz çevirenden34 zalim kimdir? Gerçekten biz, suçlu-günahkârlardan intikam alıcılarız.

23 Andolsun, biz Musa'ya kitabı vermiştik; böylece sen ona kavuşmaktan kuşku içinde olma.35 Biz onu İsrailoğullarına bir yol gösterici kılmıştık.36

AÇIKLAMA

34. "Rabbinin Ayetleri"; tüm ayet çeşitlerini içine alır. Kur'an bu açıdan incelenirse bu ayetlerin aşağıda zikredildiği şekilde beş çeşit olduğu görülür.

1) Yer ve göklerdeki her şeyde bulunan, bir bütün olarak kainat nizamında görülen ayetler.

2) İnsanın kendi yaradılışında, fizyolojik yapı ve teşekkülünde görülen ayetler.

3) İnsanın sezgisinde, bilinçdışı ve bilinçaltında ve de manevî kavrayış biçimlerinde bulunan ayetler.

4) İnsanlık tarihinin sürekli tecrübesinde kendini gösteren ayetler.

5) Ve tüm bunların ötesi ve üzerinde insanın yukarıda zikredilen ayetlerce işaret edilen hakikatleri akılla kavrayabilmesi için peygamberleri aracılığıyla ilettiği vahiyleri.

Tüm bu ayetler ısrar ve açıklıkla şunu vurgulamaktadır: "Ey insan, Allah yalnızca Bir-Tek İlâhtır. O'na kulluk ve itaat dışındaki hayat tarzları sizler için bâtıldır. Siz bu dünyada başıboş, başıbozuk ve sorumsuzca yaşayasınız diye bırakılıvermiş değilsiniz, aksine buradaki hayatî faaliyetiniz sona erdikten sonra Rabbinizin huzuruna çıkmak ve hesap vermeniz, görülecek hesap uyarınca da mükafat ve ceza görmeniz gerekiyor.

Dolayısıyla sizleri başına buyruk bir hayat tarzından kurtarıp eğitmek için rasûl ve kitapları aracılığıyla gönderdiği hidayeti (Kılavuzu) izlemeniz kendi menfaatiniz icabıdır." İmdi, apaçıktır ki, sayısız ayetin ihtarıyla bu denli farklı kanallardan uyarılan; kendisine görmek için göz, işitmek için kulak, düşünmek için akıl verilen, fakat hâlâ tüm bu ayetlere gözünü, kendisine hakkı tavsiye edene kulağını kapayan, aklını yalnızca aptalca ve kör felsefeler üretmeye harcayan bir insan sadece lânetli ve zalim olabilir. Onun hakettiği yegâne şey, bu dünya imtihan döneminde son nefesini vermesinden sonra Allah'ın huzuruna çıkarak isyanına karşılık olarak alacağı cezadır.

35. Hitap, açık şekilde Rasûlulllah'a (s.a)dır. Ancak asıl muhataplar onun risaletinden ve kendisine ilahî kitabın vahyedildiğinden kuşku duyanlardır. Buradan itibaren konu, surenin başlangıcından sözkonusu edilen aynı temaya dönmektedir. (bkz. 2. 3. ayetler) Mekke kâfirleri şöyle diyorlardı: "Muhammed'e Allah'tan kitap falan gelmedi. Kendisi uydurdu onu. Fakat o, Allah tarafından indirildiğini söylüyor." Buna verilen cevabın ilki başlangıç ayetlerinde geçmişti. Bu ise ikinci cevaptır. Bu maksatla ilkin şu söylenmektedir: "Ey Rasûl! Bu cahiller sana bir kitabın indirilmiş olmasını imkânsız sayıyorlar ve başka herkesin de tümüyle reddetmese bile, hiç değilse hakkında şüphe beslemesini istiyorlar. Şu var ki, Allah'tan bir kula bir kitap vahyedilmesi ne bir kurgu, ne de insanlık tarihinde ilk defa bugün vuku bulmuş, yepyeni bir olaydır. Bundan önce nice peygamberlere bu kitaplardan indirdik. Musa Aleyhisselam'a gönderilen kitap bunlar içinde en çok bilineni. Dolayısıyla bunda tuhaf, garipsenecek bir şey yoktur ki insanların aklında şüphe uyandırsın!"

36. Yani, "Bu kitap İsrailoğulları için bir hidayet kılınmıştı ve aynı şekilde bu kitap da sizlere hidayet etsin diye gönderilmektedir." 3. ayette açıklığa kavuştuğu gibi, bu ayetin tam anlamı tarihi arka plân gözönüne alınmaksızın anlaşılamaz. Tarih şahittir ve Mekke kâfirleri de biliyordu ki, İsrailoğulları Mısır'da asırlarca sefil bir hayat yaşamıştı. Böyle bir durumda Allah, kendi aralarından Musa Aleyhisselâm'ı çıkardı ve onları kölelikten kurtardı. Sonra onlara kitap gönderdi ki, bu baskı görmüş, sömürge olmuş halk bir kılavuz edinsin ve dünyanın önde gelen kavmi olsun. Bu tarihi arka plânı hatırlatırcasına Araplar'a şu söylenmektedir: "Tıpkı İsrailoğulları'na hidayet için sözkonusu kitabın gönderilmesi gibi, sizin hidayetiniz için de bu kitap gönderilmektedir."

24 Ve onların içinden, sabrettikleri zaman emrimizle doğru yola iletip-yönelten önderler kıldık;37 onlar bizim ayetlerimize kesin-bilgiyle inanıyorlardı.

25 Hiç şüphe yok, senin Rabbin, ihtilafa düştükleri şeyler38 konusunda kıyamet günü aralarında 'hükmünü verip ayıracaktır'.

26 Yurtlarında gezip dolaşmakta oldukları nice kuşakları kendilerinden evvel, yıkıma uğratmış olmamız, hâlâ onları doğru yola iletip-yöneltmedi mi?39 Hiç şüphe yok, bunda ayetler vardır; yine de işitmiyorlar mı?

27 Görmüyorlar mı; biz, suyu çorak toprağa sürüyoruz da onunla ekin bitiriyoruz; ondan hayvanları da, kendileri de yemektedir? Yine de görmüyorlar mı?40

28 Derler ki: "Eğer doğru söyleyenler iseniz,41 şu fetih ne zamanmış?"

29 De ki: "Fetih günü, küfre sapmakta olanlara (o gün) inanmaları bir yarar sağlamaz ve onlara bir süre de tanınmaz."42

30 Öyleyse, sen onlardan yüz çevir ve bekleyedur; gerçekten onlar da beklemektedirler.

AÇIKLAMA

37. Yani, "İsrailoğulları'nın bu Kitab ile katettiği terakki ve ulaştığı yücelik basit anlamda kendilerine bir kitabın gönderilmesiyle ilgili değildi sadece. Kitap, boyunlarına asabilecekleri ve böylece onun uğurlu ve koruyucu etkisi altında izzet basamaklarını çıkmaya başlayabilecekleri bir tılsım değildi. Elde ettikleri izzet ve şeref Allah'ın vahiylerine olan sarsılmaz inançlarının ve ilâhi emirleri izlemekte gösterdikleri sabır ve kararlılığın bir sonucu idi. İsrailoğulları'nın kendi aralarında dahi önderlik, yalnızca, Allah'ın Kitabı'na gerçekten inananlara, dünyevî kazanç ve zevklerin iştihasıyla akılları çelinmeyenlere nasib olmuştu. Hakikata bağlılık duygularıyla her tehlikeye göğüs gerdiklerinde, her türlü kayıp ve eziyete tahammül gösterdiklerinde ve bizzat kendi şehvetlerinden, hak inanca muhalif düşmanlara kadar bütün şer güçlere karşı sonuna kadar direndiklerinde, evet yalnızca böyle davrandıkları zaman dünyanın önderleri oldular. Maksat, Arabistan kâfirlerini, nasıl Allah'ın Kitabı'nın gelişi İsrailoğulları'nın kaderini belirlediyse, bu kitabın da onların kaderlerini aynı şekilde belirleyeceği yolunda uyarmaktır. İmdi, sadece bu kitaba inanan ve bu kitapta ortaya konan gerçeği sabır ve kararlılıkla izleyen kimseler önder olacaktır. Ondan yüz çevirenlerin akibeti helâk olmak ve gazaba uğramaktır.

38. Buradaki telmih, İsrailoğuları'nın itikad ve inançtan yoksun kalıp, muttaki liderlerine itaatten vazgeçmeleri ve dünyaya tapmaya başlamalarından sonra içine düştükleri ayrılık ve ihtilaflarıdır. Bunun bir sonucu apaçık ortadadır ve cümle alemin gözü önündedir. İşte durmadan zillet, rezalet ve bedbahtlığa maruz kalmaktalar. Diğer sonucu bu dünya sakinlerine malum değil henüz. Bu sonuç ceza günü ortaya çıkacak çünkü...

39. Yani, "Onlar şu durmadan vuku bulan olaylardan hiç ders almıyorlar mı da, peygamber gönderilmiş bir kavmin, o peygambere karşı aldıkları tavırla doğrudan alâkalı olduğunu kavramıyorlar? Peygamberini reddeden kavmin helâki kaçınılmaz oldu hep! Yalnızca onlara inananlar kurtuldu. İnanmayanlar daima ikaz edilegeldiler."

40. Ayetin bağlamına dikkat edildiğinde bunun Kur'an'da genellikle zikredildiği gibi ölümden sonraki dirilişe bir delil olsun diye ileri sürülmediği açıkça görülür. Burada vurgulanmak istenen şey farklıdır ve aslında şu temaya ince bir telmih sözkonusudur. Tıpkı çorak araziye bakan birinin buranın hiçbir zaman çiçeklenip canlanacağına ihtimal vermemesi ve fakat Allah'ın gönderdiği tek bir sağnak yağmurun arazinin rengini tamamen değiştirivermesi gibi, İslâm'ın mesajı da aynı şekildedir. İnsanlar sanır ki o kendine hiç yer edinemeyecek, fakat Allah'ın kudreti ve lütfunun tek bir tecellisi öylesine fetihlere yolaçacaktır ki, insanlar bu terakki karşısında afallayıp kalacaklardır.

41. Yani, "Sen diyorsun ki Allah'ın fethi eninde sonunda sizi kuşatacak ve seni inkâr edenler Allah'ın gazabına uğrayacaklar. Peki söyle o halde, ne zaman olacak bu iş? Seninle bizim aramızda verilecek hüküm ne zaman?"

42. Yani, "Bu konuda sabırsızlık göstermeniz ve huzursuzluk hissetmeniz için bir neden yok. Allah'ın azabı üzerinize geldiğinde engellemek için hiç vaktiniz olmayacak nasılsa. Siz en iyisi azap gelmeden önce vaktinizi değerlendirmeye bakın. Eğer azaba, sadece burun buruna geldiğinizde inanacaksanız, evet sizin için çok geç olacak."

SECDE SÜRESİ(Seyyid KUTUB)

1- Elif Lam Mim.

2- Şüphe yok ki, Kitab'ın indirilişi, alemlerin Rabb'i tarafındandır.

3- Yoksa "onu peygamber uydurdu mu " diyorlar? Hayır, O senden önce bir peygamber gönderilmemiş olan kavmi uyarması için sana Rabb'inden gelen bir gerçektir. Umulur ki, doğru yolu bulurlar. "Elif Lam Mim"

Kur'an-ı Kerim'le muhatab olan Araplar bu harfleri biliyorlardı. Bu ve benzeri harflerden anlamlı kelimeler oluşturmayı da beceriyorlardı. Aynı şekilde kendi sözleri ile Kur'an-ı Kerim arasındaki korkunç farkı da kavrıyorlardı. Sözden anlayan, kelimeler aracılığı ile anlam ve fikirleri ifade etmenin incelikleri ile uğraşanlar bu farkı hemen görürler. Kur'an ayetlerinde gizli bir güç bulunduğunu, her zaman varlığını hissettiren eşsiz bir cevher bulunduğunu, bunların kalp ve duygular üzerinde büyük bir etkiye ve otoriteye sahip olduğunu fark ederler. Yüzyıllardan beri insanların kullana geldikleri dillerdeki bilinen harfler için böyle bir etkileyicilik söz konusu değildir. Bu, tartışma götürmez apaçık bir gerçektir. Onu dinleyen biri daha önce bunların Kur'an-ı Kerim'den ayetler olduğunu bilmese de hemen bu sözlerin farklılığını kavrar, onları diğer sözlerden ayırır ve onlar karşısında heyecanlanır. Değişik insan toplulukları arasında yaşanan birçok olaylar bu gerçeği pekiştirmektedir.

Kur'an-ı Kerim ile bu tür harflerden oluşan insan sözleri arasındaki fark diğer eşyalardaki Allah'ın sanatı ile insan sanatı arasındaki fark gibidir. Allah'ın sanatı açık ve belirgindir. En ufak bir eşyada bile insan sanatı onun düzeyine erişemez. Örneğin, bir tek çiçekteki olağanüstü renk dağılımı yüzyıllardan beri gelmiş-geçmiş en usta ressamları bile dehşete düşüren, çaresiz bırakan bir mucizedir. Kur'an-ı Kerim'de somutlaşan Allah'ın sanatı ile bu tür harflerden oluşan insan sözlerindeki beşeri sanat arasındaki ilişki de tıpkı bunun gibidir.

"Elif Lam Mim."

Şüphe yok ki, Kitab'ın indirilişi, Alemlerin Rabb'i tarafındandır. Kitab'ın Alemlerin Rabb'i tarafından indirilmesi, şüphe götürmeyen kesin bir meseledir. Ayet-i Kerim'e bu konudaki kuşkuları giderme işinde acele ediyor ve cümlenin öznesi ve yüklemi arasında bu ifadeye yer veriyor. Çünkü meselenin özü 've ayette gözetilen hedef nokta budur. Bu hususa hazırlık oluşturmaları için surenin başında yer verilen birbirinden kopuk harfler Kur'an'ın Allah tarafından indirildiğinden kuşku duyanları tartışma götürmez pratik bir gerçekle yüzyüze getiriyor. Çünkü bu Kitap kendilerinin de kullandığı bu tür harflerden meydana gelmiştir. Kitab'ın ifade tarzı ise, pratik deneyimlerin ve herkesin kabul ettiği söz sanatı ölçülerinin karşısında olağanüstülüğü kuşku götürmeyen bu mucizevi ifade tarzıdır.

Kur'an-ı Kerim'in her ayeti ve her suresi Kur'an'da gizli bulunan olağanüstü ve şaşırtıcı gizli unsurun özelliklerini taşır. Kitab'ın özüne yerleştirilmiş bulunan gizli gücü yansıtır. İnsan kalbi tamamen açık olduğu, duygular bütünüyle berraklaştığı, üstün bir kavrayışa, yüksek bir algılama ve olumlu tepki gösterme özelliğine sahip olduğu zaman, insanın bedenini derin bir ürperme alır, titrer, sarsılır ve bu Kur'an karşısında kendinden geçer. İnsanın kültürü ve içindeki canlı-cansız varlıklarla birlikte evrene ilişkin bilgisi arttıkça bu etkilenme daha da belirginleşir. Hiç kuşkusuz, bu sırf anlaşılmaz vicdani bir etkilenmenin neden olduğu ilk sarsıntı değildir. Tam tersine, bu durum Kur'an'ın insan kalbine dolaysız hitap ettiği her seferinde gerçekleşir. Aynı şekilde deneyimli bir kalbe, kültürlü bir akla, bilgi ve birikim dolu bir zihne hitab etmesi durumunda da bu derin sarsıntı ve etkilenme meydana gelir. İlmin, kültürün ve birikimin düzeyi yükseldikçe Kur'an ayetlerinin anlamlarının, işaretlerinin ve mesajlarının boyutları da aynı oranda artar. Ancak fıtratın sağlam olması, doğal çizgisinden sapmamış olması, beşeri arzu ve ihtiraslara yenik düşmemiş olması şarttır.(Daha geniş bilgi için Furkan suresi 2. ayetin tefsirine bakabilirsiniz) Çünkü sağlam bir fıtrat bu Kur'an'ın insan sanatı olmadığını, kuşku götürmez bir şekilde alemlerin Rabb'i tarafından indirildiğini kesinlikle kabul eder.

"Yoksa onu peygamber uydurdu mu? diyorlar"

Nitekim inatçılıkları yüzünden böyle söylüyorlardı. Ama surenin akışı böyle bir sözün söylenmiş olduğunu bilmezlikten gelerek: "Yoksa `onu peygamber uydurdu mu? diyorlar" şeklinde yadırgayıcı bir ifade kullanıyor... Böylece, böylesine asılsız bir söylentiyi ağza almanın yersizliğini vurgulamış oluyor. Çünkü bir yandan Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- aralarında geçen hayatı, öte yandan bu Kitab'ın özelliği bu haksız suçlamayı temelden reddediyor, şüpheye yer bırakmıyor!

"Hayır O senden önce bir peygamber gönderilmemiş olan kavmi uyarması için sana Rabb'inden gelen bir gerçektir."

Gerçektir... İçeriği doğrudur. Fıtrattaki ezeli gerçeğe uygundur, evrenin yapısının dayanağı olan değişmez gerçekle ahenk oluşturur. Bu gerçek evrenin oluşumunun temel dayanağıdır. Evrenin hareket tarzındaki ahenkte, düzenin belli bir sistem içerisinde değişmeden işlemesinde, büyük-küçük her olayda ve her harekette kendini göstermesinde, yapısında yer alan parçaların çatışmamasında ya da dağılmamasında, bu parçaların birbiriyle kaynaşıp uyuşmasında hep bu gerçeğin damgası vardır.

Evet, Kur'an gerçektir... Çünkü Kur'an bu büyük varlık alemine egemen olan evrensel yasalar sisteminin eksiksiz ve doğru bir tercümesidir. Bu Kitap adeta, varlık aleminde yürürlükte olan, doğal ve pratik yasaların sözlü ve manevi bir görüntüsüdür.

Bu Kitap gerçektir. Çünkü kendisinin öngördüğü hayat sistemini seçen insanlarla, içinde yaşadıkları evreni ve evrenin genel yasalarını birbirine bağlar. Bu insanlarla evrendeki güçler arasında barış; çevrelerindeki büyük evrende yer alan her şeyle dostluk içinde yaşayıp giderler..

Bu Kur'an gerçektir... Çünkü mesajı ulaşır ulaşmaz insan fıtratı hiçbir zorluk çıkarmadan, inat etmeden, son derece rahat ve kolay bir şekilde kendisine olumlu karşılık verir. Çünkü Kur'an, fıtratın özünde motiflenmiş ezeli ve köklü gerçekle hemen kaynaşır.

Gerçektir... Çünkü insanlık hayatı için kapsamlı bir sistem belirlerken ayrılığa düşmez, kendi kendisi ile çelişmez. Bu sistemi çizerken insanlığın sahip olduğu bütün güçleri ve enerjileri, insanlığın bütün isteklerini ve ihtiyaçlarını, ruhlara bulaşan, kalpleri dejenere eden hastalık, zaaf, eksiklik veya musibetler gibi insanların karşı karşıya kaldığı bütün gelişmeleri göz önünde bulundurur.

Evet, gerçektir Kur'an... Dünya ve ahirette hiç kimseye haksızlık etmez. Kişinin sahip bulunduğu hiçbir güce, hiçbir enerjiye zulmetmez. Kalpte yer eden hiçbir düşünceye ya da hayat içindeki hiçbir yönelişe zulmetmez. Varlık alemindeki sarsılmaz büyük gerçekle uyuştukları sürece hepsine varolma ve hareket etme hakkını tanır.

"Hayır, O senden önce bir peygamber gönderilmemiş olan kavmi uyarması için sana Rabb'inden gelen bir gerçektir. Umulur ki, doğru yolu bulurlar." Çünkü Kur'an senin tarafından uydurulmuş bir Kitap değildir. Rabb'inin katından indirilmiştir. Önceki ayette de, ifade edildiği gibi O alemlerin "senin Rabb'in" anlamındaki tamlama ise onurlandırma amacına yöneliktir. Kur'anı kendiliğinden uydurmakla suçlanan Hz. Peygamberi -salât ve selâm üzerine olsun onurlandırmak, onunla Rabbi ki, aynı zamanda alemlerin de Rabb'idir arasındaki ilişkiye yakınlık havası vermek, bu asılsız ve ağır suçlamaya cevap vermek amacına yöneliktir. Aynı zamanda onurlandırma anlamının yanı sıra, lütfedici kaynağın güvenirliği, alıcının sağlamlığı, mesajı aktarma ve açıkça duyurma emanetini yerine getirdiği gibi anlamları da içermekte, ilişkinin sağlamlığını vurgulamayı da hedeflemektedir.

"O senden önce bir peygamber gönderilmemiş olan kavmi uyarması için sana Rabb'inden gelen bir gerçektir. Umulur ki, doğru yolu bulurlar."

Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- peygamber olarak gönderildiği Arap toplumuna bundan önce bir peygamber gönderilmiş değildi. Tarih, Araplar'ın ilk atası İsmail peygamberle -selâm üzerine olsun- Hz. Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun- arasında Arap toplumuna gönderilmiş herhangi bir peygamberden söz etmiyor. Yüce Allah Hz. Peygambere -salât ve selâm üzerine olsun- bu hak içerikli Kitabı göndermiş ki, onun aracılığı ile Arapları uyarsın. ( Ve tüm insanları) "Umulur ki, doğru yolu bulurlar."

Çünkü fıtratlara ve kalplere hitab eden gerçeği içermesi bakımından bu Kitap aracılığı ile doğru yolu bulmaları beklenir.

YÜCE SIFATLARIN SAHİBİ

İşte yüce Allah'ın, kendilerine bu Kitap indirdiği ve peygamberine bu Kitap aracılığı ile uyarmasını istediği bu Arap toplumu, yüce Allah'a bir takım düzmece ilahlar ortak koşuyordu. Bu yüzden burada onların bu konudaki ilahlığı bütünüyle O'na özgü kıldıkları yüce Allah'ın bazı sıfatları açıklanıyor. Araplar bu noktada bu yüce sıfatla nitelendirilmeyi hakkeden yüce "Allah" ile bu tür bir nitelendirilmeyi hakketmeyen ve Alemlerin Rabb'i olan Allah'ın yüce makamına yakıştırılmaları doğru olmayan düzmece ilahları birbirinden ayırmıyorlardı!



4- Gökleri-yeri ve ikisinin arasında bulunanları altı günde yaratan, sonra arşa hükmeden (istiva eden) Allah'tır. O'ndan başka bir dostunuz ve şefaatcınız yoktur. Düşünüp öğüt almıyor musunuz?

5-Allah, gökten yere kadar olan bütün işleri düzenleyip yönetir. Sonra işler, sizin hesabınızla bin yıl kadar tutan bir gün içinde O'na çıkar.

6- O görüleni de görülmeyeni de bilendir üstün ve merhametli olandır.

7- O Allah ki, her şeyin yaratılışını güzel yaptı ve insanı yaratmaya çamurdan başladı.

8- Sonra onun soyunu nutfeden, hakir bir suyun özünden çoğalttı.

9- Sonra ona biçim verdi, ona kendi ruhundan üfledi ve sizin için kulaklar, gözler ve gönüller yarattı. Ne kadar az şükrediyorsunuz?

İşte yüce Allah... Ve işte O'nun ilahlığının eserleri ve kanıtlar... İşle gözlemlenebilen evrenin sayfalarında ve insanın sınırlı kavrama yeteneğini aşan gizli gayb aleminin kapsamında insanların bildiği şekliyle ve yüce Allah'ın hak içerikli apaçık Kitabında öğrettiği gibi insanın yaratılışında ve gelişmesinde kendini gösteren ilahlığın nitelikleri...

"Gökleri-yeri ve ikisinin arasında bulunanları altı günde yaratan, sonra Arş'a hükmeden (istiva eden) Allah'tır."

Gökler, yeryüzü ve her ikisi arasında yer alıp da hakkında çok az şey bildiğimiz, buna karşın çok şeyden de habersiz olduğumuz bu dehşet verici varlıklar... Bu, uzadıkça uzayan, göz alabildiğine geniş, uçsuz bucaksız, insanı ürküten bir büyüklüğe sahip varlıklar alemi. İnsanın; titiz ve güzel sanatı, ahenkli ve duyarlı düzeni karşısında adeta büyülendiği, dehşete kapıldığı, hayran kaldığı görkemli evren... Göz kamaştırıcı bir uyum, çekici bir güzelliğe sahip yaratıklar... Hiçbir gözün, hiçbir duygunun, hiçbir kalbin kusur bulamadığı, ne kadar uzun böyle irdelese de hiçbir düşünürün bütünüyle kavrayamadığı, tekrarın ve alışkanlığın çekiciliğinden, hiçbir şey kaybettiremediği ve her zaman tazeliğini koruyan, gerçek güzelliğe sahip varlık bütünü. Renkleri, cinsleri, hacim ve şekilleri, özellik ve görünümleri, yetenek ve görevleri birbirinden farklı, ama hepsi de tekbir yasaya boyun eğen, hareketlerinde aynı ahenge sahip olan, tekbir kaynağa yönelik olan, sadece o kaynaktan direktif ve komut alan, itaat ve teslimiyetle O'na yönelen şu çeşit çeşit varlıklar... Evet bütün bunları Allah yaratmıştır.

Allah... Gökleri, yeri ve her ikisi arasında yer alan canlı-cansız bütün varlıkları yaratan O'dur. Bu büyük niteliği hakkeden O'dur.

"Gökleri-yeri ve ikisinin arasında bulunanları altı günde yaratan, sonra Arş'a hükmeden (istiva eden) Allah'dır."

Söz konusu olan kesinlikle bizim bildiğimiz dünyadaki günler değildir. Çünkü günler, dünyanın kendi ekseni etrafında dönmesinden kaynaklanan zaman birimleridir. Bu bir kerelik dönüş sonucunda şu küçük, önemsiz ve uçsuz bucaksız evrenin uzay boşluğunda yüzen ufacık bir noktada, yeryüzünde gece ve gündüzden oluşan bir gün meydana gelir. Kuşkusuz bu zaman ölçüsü dünya ve güneşin varolmasından sonra meydana gelmiştir. Bu ölçü şu küçücük ve basit yeryüzünün bir parçası sayılan biz insanlar için geçerlidir.

Fakat Kur'an-ı Kerim'de söz konusu edilen bu altı günün gerçek mahiyetine gelince bunlara ilişkin kesin bilgi Allah'ın katındadır. Bunları açıklamamız, sürelerini belirlememiz mümkün değildir. Çünkü bunlar, Allah'ın günleridir. Onlar hakkında da yüce Allah şöyle buyurmaktadır!

"Ve Rabb'inin katındaki her gün, sizin saydıklarınızdan bir yıl gibidir." (Hacc Suresi, 47)

Söz konusu altı günü gökler, yer ve her ikisinin arasındaki varlıkların bugünkü duruma gelene kadar geçirdikleri altı evre veya yaratılış ve oluşum sırasındaki altı aşama ya da aralarındaki mesafeyi Allah'dan başka hiç kimsenin bilemediği altı zaman dilimi olabilir. Her ne olursa bunlar, insanların alışageldikleri yeryüzündeki günlerden farklı şeylerdir. Şu halde bunları kesin şekilde tanımlanması mümkün olmayan, Allah'a özgü gaybın kapsamındaki nitelikleriyle kabul edelim. Zaten ifadenin amacı yaratılışta yüce Allah'ın hikmeti ve bilgisi doğrultusunda gözetilen plan ve ön tasarımını vurgulamaktır. Bu olağanüstü varlık alemi için tasarlanan zaman, aşama ve evrelerde yüce Allah'ın yarattığı tüm varlıklara yönelik lütfunu, iyiliğini gündeme getirmektir.

"Sonra Arş'a hükmeden"

Arş'a çıkmak tüm yaratıklardan üstün olmayı, onlara egemen olmayı sembolize eden bir ifadedir. Arş'ın kendisine gelince, ona ilişkin herhangi bir şey söylemek mümkün değildir. Ve adını söylemekle yetinmekten başka seçenek yoktur. Ayetin orjinalinde geçen "istiva" kelimesi için de aynı şeyler geçerlidir. Öyle anlaşılıyor ki, bununla üstünlük kastedilmiştir. Ayrıca burada kullanılan "sonra" kelimesinin zaman sıralamasını ifade etmesi de kesinlikle mümkün değildir. Yüce Allah'ın, bir durumda, bir konumda olması sonra bir başka duruma ve konuma geçmesi mümkün değildir. Bu sadece manevi sıralamayı, ifade etmek için kullanılan bir sözcüktür. Çünkü bu ayette ifadesini bulan üstünlük, tüm varlıkların üzerinde, onları aşan bir derecededir.

Bu sonsuz üstünlüğün gölgesinde, insanların kalpleri kendilerini ilgilendiren bir gerçekle karşı karşıya getiriliyor!

"Sizin O'ndan başka bir dostunuz ve şefaatçiniz yoktur"

Nerede ve kim vardır? Yüce Allah Arş'a, göklere, yeryüzüne ve aralarındaki varlıklara egemen iken gökleri, yeri ve ikisinin arasındaki canlı-cansız tüm varlıkların yaratıcısı O iken, O'nun dışında edinilecek dost ve yardımcı nerededir? O'nun otoritesinden sıyrılıp aracılık yapacak kimdir?

"Düşünüp öğüt almıyor musunuz?"

Bu gerçeği düşünmek kalbi yüce Allah'ın ilahlığını kabul etmeye, başkasına değil, sadece O'na yönelmeye zorlar. Yaratma ve yaratıklardan üstün olma, dünya ve ahirette her şeyi dileyip yaratmanın yanı sıra, göklerde, yeryüzünde ve ikisinin arasında O'nun dileyip yönlendirdiği her şey kıyamet günü O'nun katına yükselecektir. Bu uzun günde her şey dönüp O'nun yanında toplanacaktır.

"Allah, gökten yere kadar olan bütün işleri düzenleyip yönetir. Sonra işler, sizin hesabınızla bin yıl kadar tutan bir gün içinde O'na çıkar."

Ayet-i Kerime yüce Allah'ın bütün gelişmeleri yaratıp yürütmesinin alanını görülebilecek şekilde geniş ve kapsamlı olarak çiziyor. "Gökten yere kadar." Amaç insan duygusunun kaldırabileceği, boyutlarını düşünebileceği, sonuçta etkilenip ürpereceği bir atmosfere sokmaktır. Yoksa yüce Allah'ın yaratma ve yönlendirmesinin alanı gökten yere kadar olan mesafeden daha geniş ve daha kapsamlıdır. Ama bu geniş alan karşısında durup düşünmek, açıklanan boyutların rakamlarını bile bilmediği bu korkunç mesafeyi kapsayan ilahi yaratma ve yönlendirmeyi gözlemlemek insan duygusu ve düşüncesi için yeterlidir.

Sonra bütün takdir ve sonuçları ile, akibetleri ile, neticeleri ile yükseliyorlar. Yüce Allah hareketlerin, sözlerin, eşya ve canlıların akıbetlerini sergilemek için dilediği günde bunları yüce katına yükseltiyor.

"Sizin hesabınızla bin yıl kadar tutan bir günde"

Çünkü bunların hiçbiri başıboş bırakılmadığı gibi boşuna da yaratılmamıştır. Bütün bunlar belirlenmiş bir süreye kadar yüce Allah'ın emri ile yönlendirilmektedirler. Sonra yükseltilirler. Çünkü her şey, her iş, her eylem ve her sonuç yüce Allah'ın yüce makamının altındadırlar. Bu yüzden günü gelince O'nun katına yükseltilirler ya da dilediği zaman kendiliğinden yükselirler.

"O görüleni de görülmeyeni de bilendir, üstün ve merhametli olandır." O'dur... Gökleri ve yeri yaratan... O'dur Arş'a çıkan, gökten yere kadar her şeyi yaratıp yöneten. "O görüleni de görülmeyeni de bilendir." O'dur gizli ve aşikâr olanı bilen. Yaratan, yarattığına egemen olan, iradesi dahilinde onları yönlendiren O'dur. Ve O "üstün ve merhametli olandır." Güçlüdür O. Dilerse gücü yeter. Her şeye yaratıklara merhamet eder.

YARATILIŞA İŞLENEN GÜZELLİK MOTİFİ

"O Allah ki, her şeyin yaratılışını güzel yaptı."

Allah'ım. Bu kesinlikle, fıtratın, gözün, kalbin ve aklın gördüğü bir gerçektir. Bu gerçek, varlıkların şekillerinde ve görevlerinde, birbirlerinden ayrılan özelliklerinde ve birbirleriyle oluşturdukları ahenkte, biçimlerinde, durumlarında, davranış ve hareketlerinde, kısacası az veya çok güzellik niteliği her şeyde somutlaşmaktadır.

Allah bütün eksikliklerden uzaktır, O yücedir. İşte her şeyde kendini gösteren O'nun sanatı. İşte O'nun elinin eserleri, bütün yaratıklarda açıkça gözlemlenebilir. İşte O'nun yarattığı bütün varlıklar. Hepsinde bir güzellik, bir uyumluluk gözlenmektedir. Hiçbirinde hacim, şekil, yapısal özellik ve görev bakımından ne bir aşırılık, ne de bir kusur var. Her biri normal ve yeterli bir güzelliğe sahiptir. Bu sınırı aşmaları ya da daha düşük düzeyde kalmaları söz konusu değildir. Ne ifrat ne tefrit... Her şey bir ölçüye göre yaratılmıştır. Hiçbiri ince ve titiz ahengin sınırını geçmez. Bu ahenge uymayacak kadar eksik de olmaz. Kendileri için belirlenen süreyi öne alamadıkları gibi, geciktiremezler de. Bu süreyi uzatamazlar, kısaltamazlar. Küçücük atomdan, en büyük cisme kadar... Basit bir hücreden en karmaşık varlıklara kadar... Hepsinde bir güzellik, bir sağlamlık göze çarpar. Varlıkların davranışları, tavırları, hareketleri ve neden oldukları olaylar da öyle. Hepsini de Allah yaratır. Bütün bunlar Allah'ın şaşmaz düzenlemesi ile birlikte, varlıkların ezelden ebede kadar ki, hareketleri için belirlenen evrensel strateji uyarınca yerine ve zamanına göre son derece ince bir planla belirlenmişlerdir.

Her şey her yaratık, varlık senaryosunda kendisi için belirlenen rolü oynamak için özenle hazırlanmış, burada en güzel şekilde oynaması için gerekli olan tüm yetenekler ve özelliklerle donatılmıştır. Şu sürünen kurtçuk, ayakları var, kılçıkları var. Sürgünlerle, yeteneklerle ve güçle donatılmıştır. Bu sayede en güzel şekilde yolunu çizebiliyor. Şu balık, şu kuş, şu sürüngen, şu hayvan, sonra şu insan... Şu aynı yörüngede dolaşan gezegen... Şu yerinden ayrılmayan yıldız. Şu galaksiler ve şu alemler... Şu kesintisiz olarak süren ve hareketleri belirlenmiş olağanüstü ahenge sahip, en ince noktasına kadar düzenlenmiş dönüşler ve hareketler. Her şey, her şey. Gözün uzanabildiği her yerde özenli ve titiz bir sanata, harika bir yapıya sahip her şey... Evet, her şeyde ilahi sanatın güzelliği ve titizliği son derece belirgindir.

Açık bir göz, taze bir duygu ve basiretli bir kalp top yekün bu varlık alemindeki güzelliği, cazibeyi görür. Bu güzellik ve cazibeyi, varlık bütününün her bir parçasında her bir zerresinde gözlemler. Göz, kalp ya da zihin ile yüce Allah'ın yaratıklarını etraflıca düşünmek, insana güzellik ve alımlılığı, ahenk ve mükemmelliği içeren mesajlardan oluşmuş büyük bir hazine bahşeder. Her yandan en tatlı meyveler tarafından bir mutluluk çemberine alınır. İnsanoğlu bu güzel, bu harika ve göz alıcı ilahi şenlikte yaşarken, kalbini mutluluk ve coşkunluk duyguları kuşatır. Bu gezegendeki yolculuğu esnasında gördüğü, işittiği ve algıladığı her şeyde beliren ilahi sanatın güzellik ve titizliğinin kanıtlarını düşünür. Bu fani alemdeki görüntülerin ötesinde asıl ilahi sanatın güzelliğinden kaynaklanan kalıcı güzelliğe bağlanır.

İnsan kalbi geleneğin uyuşukluğundan, alışkanlığın neden olduğu bıkkınlıktan uyanmadıkça, çevresindeki evrenden yükselen melodilere kulak vermedikçe, mesajlarını düşünmedikçe, Allah'ın harikalar yaratan elinden çıktığı şekliyle varlıkların cevherini ortaya koyacak Allah'ın nuru ile bakmadıkça, gözü ya da duygusu bir olağanüstülük sezdiği zaman hemen Allah'ı anmadıkça, sanat ile sanatkâr arasındaki bağı sezmedikçe, bu sırada her şeyin ötesinde Allah'ın güzelliğini ve ululuğunu görerek hissettiği ve gördüğü şeylerdeki güzelliklere ilişkin bilinci artmadıkça şu yeryüzündeki yolculuğu esnasında kendisine bahşedilen nimetleri kavrayamaz.

Kuşkusuz varlık alemi güzeldir. Ve bu güzellik hiçbir zaman tükenmez. İnsanoğlu şu varlık aleminin yaratıcısının iradesi doğrultusunda, istediği sürece hiçbir sınırlandırma ile karşılaşmadan bu güzellikleri algılamada ve onlardan yararlanmada çok üstün bir düzeye ulaşabilir.

Varlık aleminde güzellik unsurunun ön plana çıkması, özellikle göz önünde bulundurulmuştur. Çünkü sanattaki titizlik, her şeyde kendini gösteren görevi eksiksiz yerine getirme özelliğini güzellik sınırına vardırır. Her yaratık ve her varlıktaki yaratılışın eşsizliği son derece güzel bir şekilde belirgindir. Bak... Şu arıya. Şu çiçeğe. Şu geceye. Şu sabaha. Şu gölgeye. Şu buluta. Varlık aleminde yankılanan şu musikiye. Hiçbir eksikliği, hiçbir çarpıklığı bulunmayan şu ahenge bak.

Hiç kuşkusuz, bu mükemmel estetiğe ve olağanüstü yapıya sahip varlık aleminde çıkılan bu değerli yolculukta Kur'an-ı Kerim'i düşünelim ve ondan faydalanalım diye dikkatimizi bu güzelliğe çekiyor ve bu amaçla şöyle diyor: "Ki, her şeyin yaratılışını güzel yaptı." Böylece şu büyük varlık alemindeki güzel ve alımlı noktaları araştırıp ortaya çıkarması için insan kalbini uyarıp, bu yönde teşvik ediyor.

"Ki, her şeyin yaratılışını güzel yaptı ve insanı yaratmaya çamurdan başladı." Yüce Allah'ın insanı çamurdan yaratmaya başlaması, O'nun yaratmadaki güzelliğinin bir belirtisidir. Bu ifadeden çamurun başlangıç olduğunu ve bunun yaratılışın ilk aşaması olduğunu anlamak mümkündür. Ancak çamur aşamasından sonra gelen aşamaların sayısı, süre ve zamanlarına ilişkin bir açıklama yer almıyor. Dolayısıyla bu alanda yapılacak bir araştırma için kapı her zaman açıktır. Özellikle bu ayet "İnsan, süzme çamurdan yaratılmıştır" (Mü'minun Suresi, 1-2) anlamındaki ayete eklendiği zaman, insanın çamurdan yaratılışına ve bu yaratılış aşamasına işaret edildiği anlamını çıkarmak mümkündür. Bu çamur, yüce Allah'ın insanın içine hayat üflenmesinden önceki aşama olabilir. Hiç kuşkusuz bu, hiç kimsenin çözemediği bir sırdır. İçeriği nedir, nasıl meydana gelmiştir, kimse bilmiyor. Bu canlı hücreden insan meydana gelmiştir. Ama Kur'an-ı Kerim bunun nasıl gerçekleştiğini, ne kadar sürede ve kaç aşamada tamamlandığını belirtmiyor. Bu aşamaların incelenmesi meselesi doğru ve sağlıklı bir araştırmaya bırakılmıştır. Bu araştırmanın, Kur'an-ı Kerim'in insanın ilk yaratılışının çamurdan başladığına ilişkin kesin hükmü ile çelişen bir yönü yoktur. Burası Kur'an-ı Kerim'in içerdiği kesin gerçeğe dayanmakla, sağlıklı bir araştırmanın ortaya çıkardığı gerçekleri kabul etmenin arasındaki güvenli bölgedir.

Yeri gelmişken şunu da söyleyelim ki, türlerin bir dizi evrimle tek hücreden insana doğru birtakım evreler geçirdiğini, bu oluşum sırasında ardarda birtakım varoluş ve gelişme halkalarının olduğunu böylece insanın aslını maymundan üstün, ama insandan aşağı bir hayvana indirgeyen Darwin'in evrim teorisi, bu noktada yanlış bir teori olarak beliriyor. Darwin teorisinin başladığı sıralarda bilinmeyen genlerin soy taşıyıcıları-ortaya çıkarılması, türden türe evrimleşme teorisini çürütmüştür. Çünkü her türün hücresinde yer alan genler vardır. Bunlar o türün özelliklerini belirleyip korurlar. Bunlar bir canlının, doğduğu türün çerçevesinde gelişme göstermesini, kesinlikle türünün dışına çıkmamasını, yeni bir tür olarak evrimleşmemesini zorunlu kılarlar. Örneğin; kedinin asli kedidir ve asırlar boyunca hep kedi kalacaktır. Köpek de öyle. At, maymun ve insan için de geçerlidir bu zorunluluk. Soya çekim teorilerine göre en fazla olabilecek şey bir türün başka bir türe geçiş yapmadan kendi türünün sınırları içinde gelişmesidir. Bu ise, bazı aldanmış insanların hiçbir zaman çürütülemeyecek bilimsel bir gerçek olduğunu sandıkları Darwin teorisinin, önemli bir kısmını geçersiz kılmaktadır.

Şimdi tekrar `Kur'an'ın gölgesine' dönüyoruz.

"Sonra onun soyunu nutfeden, hakir bir suyun özünden çoğalttı."

Ceninin gelişmesinin ilk aşaması olan bir damla sudan... Basit bir damla sudan başlayan hayat zinciri içinde, ceninin gelişmesi şu şekilde gerçekleşir: Bir damla sudan kan pıhtısına, oradan bir çiğnem ete, oradan ceninin gelişmesinin tamamlanış noktası olan kemiğe... Bu bayağı suyun, bir damlacığını olağanüstü ve komplike bir yapıya sahip insan haline gelene kadar geçtiği evrelerin özelliklerine bakıldığında, ortada dehşet verici bir varoluş süreci görülecektir. Hiç kuşkusuz bu oluşumun ilk evresi ile son evresi arasında son derece uzak ve akıl almaz mesafe vardır.

İşte Kur'an-ı Kerim bu uzun yolculuğu tasvir eden tek bir ayet ile bize korkunç mesafeleri anlatmaktadır:

"Sonra ona biçim verdi, ona kendi ruhundan üfledi ve sizin için kulaklar, gözler ve gönüller yarattı. Ne kadar az şükrediyorsunuz?"

Aman Allah'ım!.. Ne büyük bir yolculuk... Ne korkunç mesafeler... İnsanların farkında olmadıkları ne müthiş mucizeler!

O basit ve küçücük hücre nerede, en sonunda dönüştüğü insan denen varlık nerede? Hiç kuşkusuz bu mucizeyi gerçekleştiren, yüce Allah'ın kudret sahibi elidir. Gelişmesinde, oluşumunda, basit yapısından bu birleşik, komplike ve akıl almaz yapıya dönüşmesinde, küçücük ve güçsüz noktada yol gösteren O'dur.

Tek hücrede baş gösteren bu bölünme ve çoğalma... Sonra farklı özelliklere ve görevlere sahip değişik hücre gruplarındaki çeşitlilik... Her bir grubun, kendine özgü görevi bulunan özel bir organ oluşturmaya ilişkin rollerini yerine getirmek üzere çoğalmaları... Özel bir türden belli hücrelerin oluşturdukları bu organ, rolü itibariyle kendilerine özgü görevleri ve özellikleri bulunan bölmeler içeriyor. Bu bölmeler de tek bir organın içinde yer alan en öz hücrelerce oluşturulurlar. Bu çeşitlilikle birlikte bu bölünme ve çoğalma yalnız başına varolan ilk hücrede nasıl gerçekleşmiştir? Bu ilk hücreden meydana gelen ve her birinin kendine özgü nitelikleri bulunan tüm hücre gruplarında daha sonra ortaya çıkan bunca özellik nerede gizlenmişti? Sonra insan genini diğer genlerden ayıran özellikler nerede saklıydı? Ayrıca teker teker her bir insanın genini diğer insanların genlerinden ayıran özellikler nerede gizliydi? Sonra ceninin hayatı boyunca ortaya çıkan özel yetenekleri, belli görevleri, karakteristik özellikleri ve belirgin nitelikleri nerede korunmuştu?

Eğer bu olay, fiilen meydana gelmeseydi ve her an yaşanmasaydı, böylesine dehşet verici, akıl almaz bir mucizenin olabileceğini kim tasavvur edebilirdi?

Bu insana şekil veren Allah'ın elidir. Bu bedende Allah'ın ruhundan bir soluk vardır. İşte her an tekrarlanan, ama insanların farkında olmadıkları bu akıl almaz mucizenin yorumu budur. Bu organik yapıdan kulak, göz ve insanı diğer hayvansal organizmalardan ayıran en belirgin özellikler olan kavrama yeteneğini meydana getiren Allah'ın ruhundan bir soluktur! "Sizin için kulaklar, gözler ve gönüller yarattı." Bunun dışındaki bütün yorumlar, insan aklının büyük bir şaşkınlıkla karşıladığı bu olağanüstü mucizeyi açıklamaktan uzaktırlar. Başka türlü bunun içinden çıkmak mümkün değildir.

Allah'ın lütfunun uzantısı olan bunca iyiliğe rağmen... Basit bir sudan, onurlu ve yüce bir insan meydana getiren, küçük ve zayıf hücreye çoğalma, gelişme, dönüşme, genelleşip özelleşme yeteneklerini bahşeden, ayrıca insanı insan yapan bütün üstün özellikleri, yetenekleri ve görevleri içine yerleştiren ilahi lütufa rağmen... Evet bunca iyiliğe rağmen insanlar çok az şükrediyorlar!

"Ne kadar az şükrediyorsunuz."



10- Puta tapanlar: "Biz yerde toprağa karışıp yok olduktan sonra yeniden mi yaratılacağız?" derler. Doğrusu onlar Rabb'ine kavuşmayı inkâr edenlerdir.

11- De ki; "Sizin üzerinize vekil edilen ölüm meleği, canınızı alacak, sonra Rabb'inize döndürüleceksiniz.

İnsanın ilk varoluşunun her an yenilenmesine, gözlerin ve kulakların algılayabileceği şekilde meydana gelmesine rağmen, sürekli tekrarlandığı halde, olağanüstülüğünden hiçbir şey yitirmeyen bu varoluşun evrelerini, gözler önüne seren bu sahnenin ışığında... Evet -onlar ölüp gömüldükten, bedenleri çürüyüp toprağa karıştıktan, zerreleri dağılıp tamamen kaybolduktan sonra yüce Allah'ın kendilerini yeniden yaratacağına akıl erdiremiyorlardı. Oysa ilk yaratılışa göre bunda garipsenecek ne vardır? Nitekim yüce Allah insanın yaratılışına çamurdan, yani bedenlerinin içinde çürüyüp zerrelerine karışacağını söyledikleri bu yerden yaratmıştır. Şu halde ahirette gerçekleşecek yaratılış ilk yaratılışın benzeridir. Bu da garipsenecek yeni bir şey değildir. "Evet onlar Rabb'lerine kavuşmayı inkâr edenlerdir"... İşte bu tür laflar etmelerinin nedeni budur. Çünkü Allah'ın huzuruna çıkmayı inkâr etmeleri, bir defa meydana gelmiş ve her an benzeri meydana gelen apaçık bir olaydan kuşku duymalarına, karşı çıkmalarına neden olmuştur.

Bu yüzden onların itirazlarına, ölecekleri ve Allah'ın huzuruna dönecekleri belirtilerek karşılık veriliyor. Bu konu da kendilerinin ilk yaratılışlarında somutlaşan canlı kanıtla yetiniliyor ve başka da bir şey eklenmiyor.

AHİRETTEN BİR SAHNE

Müşriklerin itiraz ettikleri dirilişten ve kuşku duydukları Allah'ın huzurunda toplanmadan söz edilmişken surenin akışı onları bir kıyamet sahnesi ile karşı karşıya getiriyor. Son derece canlı ve elle dokunulabilecek kadar somut bir sahnedir bu. Şu anda göz önünde yaşanıyormuş gibi hareketli ve etkileyici mesajlar ile karşılıklı söz düellolarını içeren bir sahne!



12- Suçluları Rabb'lerinin huzurunda utançtan başlarını öne eğmiş olarak "Rabb'imiz! Gördük, dinledik, artık bizi dünyaya geri gönder de iyi iş yapalım; artık kesin olarak inandık" derken bir görsen.

13- Dileseydik herkese hidayeti verirdik. Fakat benden "mutlaka cehennemi, insanlardan ve cinlerden bir kısmıyla tamamen dolduracağım " sözü çıkmıştır.

14- Bugüne kavuşmayı unutmanızın cezasını şimdi tadın bakalım! Doğrusu biz de sizi unuttuk. Yaptıklarınıza karşılık ebedi azabı tadın.

Bu, aşağılanmanın, suçu itiraf etmenin, daha önce inkâr ettikleri gerçeği kabul etmenin, kuşkulandıkları gerçeği açıkça duyurmanın, birinci hayatta kaçırdıkları yeryüzünü ıslah etme görevini yerine getirmek için yeniden dünyaya dönme isteğinin dile getirildiği bir sahnedir. Bu sahnede onlar, dünyadayken ahirette karşılaşacaklarını inkâr ettikleri "Rab'lerinin huzurunda" utançlarından başlarını öne eğmiş bir haldedirler. Ne var ki, bütün bunlar fırsatın kaçmasından sonra, suçu itiraf etmenin, gerçeği açıkça ifade etmenin hiçbir işe yaramadığı bir sırada gerçekleşiyor.

Surenin akışı onların küçük düşürücü, aşağılayıcı isteklerine cevap vermeden önce, meseleye bütünüyle egemen olan, bundan önce de insanların hayatlarına ve akıbetlerine hükmeden gerçeği açıklıyor.

"Dileseydik herkese hidayeti verirdik. Fakat benden `mutlaka cehennemi, insanlardan ve cinlerden bir kısmıyla tamamen dolduracağım' sözü çıkmıştır."

Şayet yüce Allah dileseydi, bütün insanlar için tek bir yol belirlerdi ve o da doğru yol olurdu. Nitekim yüce Allah fıtratlarında gizli bulunan içgüdü, ilham ile yollarını bulan yaratıklar için tek bir yol belirlemiştir. Böcekler, kuşkular ve hayvanlar hayatları boyunca tek bir yol izlerler. Melekler gibi bazı yaratıklar da itaatten başka bir şey bilmezler. Ne var ki, yüce Allah'ın iradesi, insan denen bu yaratığın özel bir tabiata sahip olmasını, hem doğru yolu hem de sapıklığı seçebilme yeteneğine sahip olmasını, isterse hidayeti seçmesini, isterse ona yanaşmamasını dilemiştir. Yüce Allah varlık bütününün projesine yerleştirdiği amaç ve bir hikmet doğrultusunda fıtrata bahşettiği bu özel tabiat sayesinde, insanın evrende üstlendiği rolü yerine getirmesini öngörmüştür. Bu yüzden yüce Allah, cehennemi sapıklığı seçen ve cehenneme götüren yolu izleyen cin ve insanlarla doldurmayı, değişmez bir hüküm olarak belirlediği kaderde yazmıştır.

Şu suçlular. Başları önlerine eğilmiş durumda Rabb'lerinin huzuruna çıkartılan bu kâfirler. Evet bunlar azabı hakeden kimselerdir. Bu yüzden onlara şöyle denilmektedir.

"Bugüne kavuşmayı unutmanızın cezasını şimdi tadın bakalım."

İçinde bulunduğunuz şu günü unuttuğunuz için... Çünkü biz bu anda, ahiret gününde gerçekleşen bir sahnedeyiz... Bugünle karşılaşmayı unuttuğunuz için tadın azabı. Tadın "Doğrusu biz de sizi unuttuk." Aslında yüce Allah hiç kimseyi unutmaz. Ama onlar gözden çıkarılmış, ihmal edilmiş, unutulmuş kimselerin muamelelerini görürler. Bu muamele ile aşağılandıkları, ihmal edildikleri, gözden çıkarıldıkları vurgulanmak isteniyor.

"Yaptıklarınıza karşılık ebedi azabı tadın."

Böylece bu sahnenin üzerine perde iniyor. Çünkü sahnede söylenmesi gereken her şeyi söyledi. Ve suçlular onur kırıcı akıbetleriyle başbaşa bırakıldılar. Kur'an okuyan biri bu ayetleri bitirirken, onları orada azap içinde bıraktığını hisseder, Onları terk ederken adeta gözlerinin önünde canlanırlar. Bu da Kur'an-ı Kerim'in kalplere yönelik mesajlar içeren sahneleri canlı bir şekilde tasvir edişinin özelliklerinden biridir.

İMAN VE AYDINLIK SAHNESİ

Bu sahnenin perdesi iniyor ve bambaşka bir ortamda, bambaşka bir atmosferde geçen; ruhları dinlendiren, kalpleri heyecanlandıran bambaşka bir koku yayan değişik bir sahne açılıyor. Mü'minlerin sahnesi... Bu sahnede onlar Allah'ın huzurunda içten ürperiyorlar, büyük bir iç huzuru ile ibadet ediyorlar. Kalpleri Allah korkusu ile titreyerek, O'nun lütfunu umarak Rabb'lerine dua ediyorlar. Hiç kuşkusuz Rabb'leri onlar için hayal edemeyecekleri nimetler hazırlamıştır.



15- Bizim ayetlerimize inanan kimselere, ayetlerimiz hatırlatıldığı zaman hemen secdeye kapanırlar. Rabb'lerini överek tesbih ederler, büyüklük taslamazlar.

16- Gece teheccüd namazı kılmak için yanlarını yataklardan ayırıp kalkarlar, korkarak ve ümit ederek Rabb'lerine dua ederler ve kendilerine verdiğimiz rızıktan hayır için harcarlar.

17- Yaptıklarına karşılık olarak, onlar için nice sevindirici ve göz kamaştırıcı nimetlerin saklı olduğunu hiç kimse bilmez.

Bu latif, berrak, duyarlı, takvadan ve Allah'ın korkusundan titreyen, üstünlük kompleksine kapılmadan, büyüklük taslamadan boyun eğerek Rabb'ine yönelen, umutla O'nun bağışını bekleyen mü'min ruhların aydınlık bir tablosudur. İşte Allah'ın ayetlerine inanan, canlı bir duygu ile, uyanık bir kalp ile, aydınlık bir vicdan ile bu ayetleri algılayan böyle ruhlardır.

Böylelerine Allah'ın ayetleri hatırlatıldığı zaman "secdeye kapanırlar." Ayetlerin içerdiği anlamdan etkilenerek ve yüce Allah'a yönelik bir saygı belirtisi olarak, O'nun yüceliği önünde bilinçli olarak secdeye kapanırlar. Secde ancak alınların toprağa bulaşması ile anlatılabilen bir duyarlılığın ifadesidir. Bedenin secdeye varması ile birlikte "Rabb'lerini överek tesbih ederler, büyüklük taslamazlar." Büyük ve yüce Allah'ın kudretinin bilincinde olan, samimi olarak O'na boyun eğen, gönülden ürperen, Allah'dan bağışlama dileyerek tövbe eden mü'minin, Allah'ın ayetleri aracılığıyla sunduğu mesaja vereceği karşılık budur.

Sonra,yalnız bir bölümle hem bedensel durumlarını, hem de kalbi duygularını tasvir eden sahne yer alıyor. Bu da, bedenlerin ve kalplerin hareketlerini adeta somutlaştıran şaşırtıcı bir ifade ile gerçekleştiriliyor.

Gece teheccüd namazı kılmak için yanlarını yataklardan ayırıp kalkarlar, korkarak ve ümit ederek Rabb'lerine dua ederler."

Onların geceleyin namaz kılmalarını değişik bir üslupla ifade ediyor! "Gece teheccüd namazı kılmak için yanlarını yataklardan ayırıp kalkarlar." Bu tablo ile geceleyin üzerinde uyudukları yataklar, vücutları dinlenmeye, rahata, uykunun doyumsuz lezzetine davet eder bir şekilde tasvir ediliyor. Çekici ve rahat yatakların çağrılarına karşı koymak için büyük bir çaba sarf ediyor olsalar bile, yumuşak, rahat ve sıcak yataklardan daha önemli uğraşıları vardır. Rabb'leri ile meşguldürler. Onun huzurunda durmakla, derin bir ürperti ile, korku ve ümit karışımı bir beklenti ile Rabb'lerine yönelerek anlamlı bir uğraşı içindedirler. Hem Allah'ın azabından korkarlar, hem de rahmetini umarlar. Kızgınlığından korkar, hoşnutluğunu ümit ederler. Ona karşı gelmekten çekinirler, O'nun buyruklarına uymayı arzu ederler. Kur'an'ın ifade tarzı, vicdanlarda yer eden bu titrek ve içiçe duyguları bir tek fırça darbesi ile adeta elle tutulacak şekilde somutlaştırarak çiziyor. "Korkarak ve ümit ederek Rabb'lerine dua ederler." Onlar bu pürüzsüz samimiyetin, gönülden kıldıkları namazların, sıcak duaların yanı sıra, Allah'a ve O'nun zekat vermeye ilişkin emrine uyarak müslüman topluma karşı olan yükümlülüklerini de yerine getirirler. "Kendilerine verdiğimiz rızıktan hayır için harcarlar."

Bu parlak, aydınlık, duyarlı ve sıcak tabloya, mü'minlerin ödüllerinin sergilendiği son derece üstün, özel ve eşsiz bir tablo eşlik ediyor. Bu ödülde özel gözetimin, kişisel onurlandırmanın, ilahi bağışın, bu ruhlara yönelik Rabbani ikramın izleri belirginleşmektedir!

"Yaptıklarına karşılık olarak, onlar için nice sevindirici ve göz kamaştırıcı nimetlerin saklı olduğunu hiç kimse bilmez."

Yüce Allah'ın mü'min topluma yönelik bağışını, gözleri kamaştıran sayısız nimetleri ve olağanüstü bağışları katında saklı tuttuğunu belirten hayret verici bir ifade. Katında biriktirdiği bu nimetleri O'ndan başka kimse bilmez. Kıyamet günü Allah'ın huzurunda bu ödüller, sahiplerine gösterilmediği sürece hep O'nun katında saklı tutulacaktır. Hiç kuşkusuz bu, yüce Allah'ın huzurunda gerçekleşen sevimli ve onurlandırıcı buluşmanın son derece aydınlık bir tablosudur.

Allah'ın lütfuna bakın! Bu Allah'ın kullarına verdiği ne büyük bağıştır. Yüce Allah onları lütfuyla nasıl da çepeçevre kuşatıyor! Kimdir bunlar? Amelleri, ibadetleri, itaatleri ve niyetleri ne olacak ki, yüce Allah bizzat gözeterek, koruyarak, sevgiyle ve özenle onlar için ödül hazırlamayı üstleniyor. Tüm bunlar, kullarına sonsuz iyiliklerde bulunan Kerim Allah'ın lütfundan başka ne olabilir ki?

İKİ ZIT KUTUP ARASINDA KARŞILAŞTIRMA

Aşağılık ve rezil suçların yeraldığı sahne ile mü'minlerin nimetlerle dolu onurlandırıcı sahneleri önünde değerlendirme amacı ile adilce karşılık verme ilkesi vurgulanıyor. Bu ilke uyarınca dünya ve ahirette kötülerle iyiler birbirinden ayrı değerlendirilir. Son derece hassas bir adalet temeline dayalı olarak ceza ya da ödül, yapılan işler doğrultusunda belirlenir:



18- Hiç inanan kimse yoldan çıkan kimse gibi olur mu? Elbette bunlar bir olmaz.

19- İnanıp yararlı iş işleyenlere gelince, yaptıklarına karşılık varacakları cennet konakları vardır.

20- Yoldan çıkanların barınacakları yer de ateştir. Ne zaman oradan çıkmak isterlerse, yine oraya geri çevrilirler ve onlara "yalanlamakta olduğunuz ateşin azabını tadın " denir.

21- Belki dönüp yola gelirler diye onlara büyük azapdan önce mutlaka daha yakın azabı da tattıracağız.

22- Kendisine Rabb'inin ayetleri hatırlatıldıktan sonra onlardan yüz çevirenden daha zalim kim vardır? Muhakkak ki biz, suçlulardan öç alıcıyız.

Mü'minlerle fasıkların karakterleri, düşünce ve davranışları bir değildir. Bu yüzden dünya ve ahirette görecekleri karşılık da bir olmaz. Mü'minler bozulmamış ve Allah'ın yarattığı şekliyle temel özelliğini koruyan fıtratları ile Allah'a yönelirler, O'nun gerçek hayat sistemine göre hareket ederler. Fasıklar ise, gerçekten sapmış, yollarını yitirmiş ve yeryüzünde bozgunculuk çıkaran kimselerdir. Allah'ın hayat sistemine temel yasası ile uyuşan ve insanı amacına ulaştıran doğru yola uymazlar. Şu halde ahirette mü'minlerle fasıkların yollarının farklı olmasının ve her birinin kendi yaptıklarına, elleri ile biriktirdiklerine uygun bir karşılık görmesinin şaşılacak bir yönü yoktur.

"İnanıp yararlı iş işleyenlere gelince, onlar için cennet konakları vardır." Bu cennetler onlar için barınak ve sığınaktır. "Yaptıkları amellere" karşılık olarak bu cennetlere konar, orada sürekli kalırlar.

"Yoldan çıkanların barınacakları yer de ateştir." Oraya girer ve sığınırlar. Bu ne kötü bir sığınaktır. Ki oradan kaçmak daha hayırlı olsun! "Ne zaman oradan çıkmak isterlerse yine oraya geri çevrilirler." Bu sahnede kaçmaya yeltenmek, ardından tekrar ateşe atılma hareketleri gözleniyor. "Yararlanmakta olduğunuz ateşin azabını tadın" denir. Böylece ateşe atılıp azap edilmenin yanında yeriliyor ve kınanıyorlar.

İşte fasıkların ahiretteki sonları. Bunun yanında onlar, o güne kadar kendi hallerine bırakılmıyor. Çünkü yüce Allah ahiretteki azaptan önce onları bu dünyadaki azapla da tehdit ediyor.

Ancak fasıkların dünyada görecekleri bu yakın azabın arka planında Allah'ın rahmetinin gölgesi sarkıyor. Çünkü, davranışları ile azap görmeyi hakketmedikçe, azabı zorunlu kılan eylemleri ısrarla sergilemedikçe yüce Allah kullarına azap etmeyi istemez. Bu yüzden yüce Allah onları bu dünyada azap görmekle tehdit ederken, bunun gerisindeki amacı şu şekilde açıklıyor: "Belki dönüp yola gelirler." Fıtratları uyanır, az önceki sahnede gördüğümüz fasıkların acı akibetine uğramayı gerektiren bir davranış sergilemiş olsalar bile azabın verdiği acı onları doğruya yöneltir belki. Ancak kendilerine Allah'ın ayetleri anlatılır, onlar da yüz çevirirlerse, en yakın azabı tatmalarına rağmen tutumlarından vazgeçmezlerse, ibret almazlarsa, o zaman onlar zalimdirler: "Kendisine Rabb'inin ayetleri hatırlatıldıktan sonra onlardan yüz çevirenden daha zalim kim vardır? Muhakkak ki biz, suçlulardan öç alıcıyız." Şu halde onlar dünya ve ahirette kendilerinden intikam alınması gereken kimselerdir. "Muhakkak ki, biz suçlulardan öç alıcıyız." Ne korkunç tehdit! İradesini zorla gerçekleştiren caydırıcı güce sahip yüce Allah, şu zavallı ve güçsüz kulları korkunç bir intikamla tehdit ediyor!"

Suçlularla iyilerin varacağı yerleri, mü'minlerle fasıkların sonları, her iki grubun kıyamet günündeki durumlarını -ki fasıklar, suçlular bu konuda kuşku içindeydiler- tasvir eden sahneleri teker teker ele alan bu gezinti son buluyor. Ardından surenin akışı Hz. Musa ile, onun kavmi ile ve peygamberliği ile ilgili, yeni bir gezinti başlatıyor. Fazla derine inmeyen yüzeysel bir gezintidir bu. Yüce Allah'ın İsrailoğulları için kılavuz kıldığı Musa'nın, indirilen Kur'an'ı, Peygamber efendimizin ve kendisine Tevrat indirilen Musa peygamberin aynı temel noktada ve aynı değişmez inanç sisteminde buluştuklarına işaret ediliyor. Bunun yanı sıra Musa'nın kavmi arasında kesin inanca sahip olan ve zorluklara karşı sabredenlerin, toplumun önderleri olarak seçildiklerine değiniliyor. Bununla o zamanki müslümanlara sabretmeleri ve sarsılmaz bir inanca sahip olmaları mesajı veriliyor. Böylece yeryüzünde önder olmanın, kalıcı egemenliğe sahip bulunmanın ön koşulu açıklanıyor.



23- Andolsun biz Musa'ya kitabı verdik. Ey Muhammed! Sakın sen ona kavuşacağından şüphe etme. Ona İsrailoğullarını yol gösterici yaptık.

24- Sabrettikleri ve ayetlerimize kesinlikle inandıkları zaman, onların içinden, buyruğumuzla doğru yola götüren önderler yaptık.

"Ey Muhammed! Sakın sen ona kavuşacağından şüphe etme." Ara cümleciğinin yorumu, Hz. Peygamberin getirdiği gerçek üzerinde kararlı olması bu gerçeğin Hz. Musa'nın da kendi kitabında getirdiği değişmez gerçeğin aynısı olduğunu, her iki peygamberin ve her iki kitabın aynı gerçek etrafında birleştikleri şeklindedir. Bu yorum, bana göre bazı müfessirlerin, bunun Hz. Peygamberin İsra ve Mirac gecesinde Hz. Musa ile buluşmasına yönelik bir işaret olduğu şeklindeki açıklamadan daha doğrudur. Çünkü değişmeyen bir gerçek ve aynı inanç sistemi etrafında birleşmek, ancak söz konusu edilmeye değerdir. Peygamber efendimize, karşılaştığı yalanlama ve karalama hareketleri karşısında; müslümanlara, yüzyüze geldikleri baskı ve işkenceler karşısında kararlı olma mesajını veren bir konu içinde, bu açıklama daha gerçekçi olur. Ayrıca bu açıklama bundan sonra gelen ayetin anlamı ile de uyuşmaktadır. "Sabrettikleri ve ayetlerimize kesinlikle inandıkları zaman, onların içinden, buyruğumuzla doğru yola götüren önderler yaptık." Burada amaç o sıralarda Mekke'deki müslüman azınlığa, İsrailoğulları arasındaki seçkinler gibi sabretmeleri, tıpkı onlar gibi Allah'ın ayetlerine kesin şekilde iman etmeleri, böylece onlar İsrailoğullarına yol gösterici önderler oldukları gibi, kendilerinin de müslüman kitleye önderler olmaları mesajını vermek, bunun yanı sıra önderlik ve kılavuzluğun yolunun sabır ve kesin inanç olduğunu vurgulamaktır.

Bundan sonra İsrailoğulları'nın arasında görüş ayrılıklarının baş göstermesi meselesine gelince, bunun çözümü Allah'a kalmıştır:



25-Şüphesiz Rabb'in kıyamet günü, ayrılığa düştükleri konularda onların aralarında hükmedecektir.

Bu anlatımdan sonra surenin akışı Allah'ın ayetlerini yalanlayanları, geçmiş milletlerin yok edildikleri harap olmuş yerlerde bir gezintiye çıkarıyor.



26- Bugün yurtlarında dolaştıkları nice kuşakları daha önce helâk etmiş olmamız, halâ onları yola getirmedi mi? Şüphesiz bunda ibretler vardır. Halâ dinlemeyecekler mi?

Geçmiş milletlerin yerle bir olmuş yurtları yüce Allah'ın mesajını yalanlayanlara ilişkin yasasının somut bir ifadesidir. Allah'ın yasası ise her zaman geçerlidir. Kesinlikle değişmez ve hiçbir suçluyu kayırmaz. İnsanlık, ortaya çıkışı ve yok olup gidişi, zayıflığı ve güçlülüğü bakımından değişmez yasalara boyun eğmektedir. İşte Kur'an-ı Kerim bu yasaların değişmezliğine ve sürekli yürürlükte olduklarına dikkat çekiyor. Kur'an-ı Kerim asırların geride bıraktıklarını, geçmiş milletlerin eserlerini; harap olmuş izlerini, geçmişte yok edilen beldelerde yaşayan insanların ürkütücü kalıntılarını bir ibret sahnesi, kalplere yönelik bir uyarı, duyarlılığı artırıcı bir etken, Allah'ın azabının baskınından, zorbaları suçüstü yakalamasından korkutma amaçlı bir mesaj olarak kullanır. Ayrıca bunları yüce Allah'ın belirlediği yasaların, evrensel düzenin değişmezliğinin bir kanıtı olarak gözler önüne serer. Böylece insanların kavrayışlarının, ölçme ve değerlendirme kriterlerinin düzeyini yükseltir. Artık hiçbir nesil ya da kuşak insan hayatına egemen olan ve yüzyıllar boyu sürekli yürürlükte olan evrensel ve değişmez hayat düzenini unutarak herhangi bir zaman veya mekânın dar sınırları içinde kalmaz, Ne yazık ki, birçokları aynı akıbetle yüzyüze gelmedikçe bu gerçeği hep unuturlar!

Kuşku yok ki, geçmiş milletlerin harap ve ıssız yurtları, duyabilen bir-kalbe, uyanık bir duyguya yönelik çok etkili ve ürpertici bir mesajı vardır. İnsanı derinden sarsan, vicdanını ürperten, kalpleri titreten bir dili vardır bu yerlerin. İlk önce bu ayetlerle muhatap olan Araplar Ad ve Semudoğulları'nın yaşamış oldukları bölgelerde dolaşıyor; Lût kavminin yaşadığı kentlerden geriye kalan kalıntıları görüyorlardı. Kur'an-ı Kerim, geçmiş yüzyılların izleri gözlerinin önünde olmasına rağmen, Allah'ın ayetlerini yalanladıkları için cezalandırılan toplumların harap olmuş yurtları karşılarında duruyor olmasına rağmen, buralara uğrayıp aralarında dolaşmalarına rağmen, kalplerinin heyecanlanmamasının, duygularının ürperip sarsılmamasını, Allah'dan korkmaya ve benzeri bir akıbete uğramaktan sakınmaya ilişkin duyarlılıklarının artmamış olmasını, bu sayede doğru yolu görmemiş olmalarını, kendilerini yüce Allah'ın suçüstü yakalayıp yerle bir etmeye ilişkin vaadinden kurtaracak olumlu bir tutuma yöneltmemiş olmalarını tuhaf karşılıyor.

"Şüphesiz bunda ibretler vardır. Halâ dinlemeyecekler mi?"

İçinde dolaştıkları bu harap yurtlarda yaşamış geçmiş milletlere ilişkin kıssaları, uyarıldıkları azap başlarına gelmeden, hoşlanmadıkları akıbete uğramadan önce bu uyarıyı dinlemezler mi?

Vicdanlarına musibet ve yerle bir olma haberleri ile dokunulduktan sonra, bunların duygularında oluşturduğu dehşet ve korku havasından, kalplerde meydana getirdiği sarsıntı ve ürpertiden sonra surenin akışı ölülerde kıpırdayan hayat fırçasıyla dokunuyor. Bu amaçla onları, içinde hayat unsurunun kıpırdadığı toprakta bir gezintiye çıkarıyor. Bundan önce de canlı fakat ölüm ve felâkete uğramış bir yerde dolaştırıyor.



27- Kuru yerlere suyu gönderip, onunla hayvanlarının ve kendilerinin yedikleri ekinleri çıkardığımızı görmezler mi? Görmüyorlar mı?

Şu çorak ve verimsiz toprak... Yüce Allah'ın oraya diriltici suyu gönderdiğini, birdenbire hayat fışkıran ekinler yeşerdiğini görüyorlar. Az önceki ölü toprakta yeşeren bu ekinleri hem hayvanları hem de kendileri yerler. Kupkuru bir toprağa yağmurun yağması ve birdenbire yeşermesi sahnesi:... Evet bu sahne kalbin kapanmış gözeneklerini açar. Böylece gelişen hayatı coşkuyla, hayranlıkla karşılamasını, hayatın tadını ve tazeliğini duymasını, sevgi, yakınlık ve coşku gibi duygularla bu güzel ve alımlı hayatı bahşedeni hissetmesini sağlar. Aynı zamanda varlık aleminin safhalarına hayat ve güzelliği yayan, harikalar yaratan kudreti, sanatkâr eli görmesini de sağlar.

İşte Kur'an-ı Kerim insan kalbini musibet ve yok oluş alanlarında dolaştırdıktan sonra hayat ve gelişme alanlarında bu şekilde dolaştırıyor. Amaç her iki alanda dolaştırarak bilincini arttırmak, duygularını alışkanlığın donukluğundan, geleneğin uyuşukluğundan uyandırmaktır. Onunla varlık sahneleri, hayatın sırları, olaylardan çıkan ibret dersleri ve tarihin kaydettiği somut kanıtlar arasındaki engelleri ortadan kaldırmaktır.

FETİH GÜNÜ VE İNANMAYANLAR

Bu uzun gezintiden sonra surenin son bölümü yer alıyor.' Burada kâfirlerin tehdit edildikleri azabın bir an önce gelmesini istemeleri, uyarı ve sakındırmanın doğruluğundan kuşku duymaları anlatılıyor. Bu amaçla bir an önce gelmesini istedikleri azabın gerçekleştiğini gözler önüne seren korkunç ve caydırıcı bir sahne sunuluyor. Ama inanmanın kendilerine bir yarar sağlamadığı ve kaçırdıkları şeyleri yeniden düzeltmek için kendilerine sürenin tanınmayacağı bir günde. Sure onlardan yüz çevirmesine, onları kaçınılmaz akıbetleriyle başbaşa bırakmasına ilişkin Peygamber efendimize yönelik bir direktifle sona eriyor.



28- "Doğru söylüyorsanız bu fetih ne zaman?" diyorlar.

29- De ki; "Fetih günü gelince inkâr edenlere, o zaman inanmaları fayda vermez ve kendilerine mühlet de verilmez. "

30- Sen onlardan yüz çevir ve bekle, zaten onlar da beklemektedirler.

Ayetin orijinalinde geçen "fetih" iki grup arasındaki görüş ve inanç ayrılığını bir çözüme bağlama, yüce Allah'ın azabı bir süre erteleme hususunda önceden tasarladığı hikmetten habersiz olarak yakın bir zamanda gerçekleşmemesine aldandıkları tehdidin, gerçekleşmesi anlamındadır. Yüce Allah'ın bir hikmete göre belirlediği bu süre onların istediği ile ertelenmez, öne alınmaz. Ayrıca onlar bu azabı başlarından savamazlar ve kesinlikle ondan kurtulamazlar.

"De ki; Fetih günü gelince inkâr edenlere, o zaman inanmaları fayda vermez ve kendilerine mühlet de verilmez."

Bugünün, yüce Allah'ın kâfirliklerini sürdürürlerken onları suçüstü yakaladığı, bundan sonra kendilerine mühlet tanımadığı ve bundan sonra inanmalarının fayda vermediği dünya hayatındaki bir gün olması ile mühlet isteyip de isteklerinin yerine getirilmediği ahiretteki gün olması fark etmez.

Bu cevap eklemleri birbirinden koparacak kadar etkiliyor, kalpleri tiril-tiril titretiyor... Bunun ardından surenin son mesajı geliyor.

"Sen onlardan yüz çevir ve bekle, zaten onlar da beklemektedirler." Bu ifadenin geri planında peygamberin onların işinden elini çekmesinden, onları kaçınılmaz akibetleri ile başbaşa bırakmasından sonra beklemenin akibetine ilişkin gizli bir tehdit vardır.

Bu gezintilerden, işaretlerden, sahne ve etkenlerden, insan kalbini her yönden saran, tüm yolları kapatan çeşitli mesajlardan sonra bu sure işte bu derin etkili mesajla sona eriyor.