5 Haziran 2007 Salı

SECDE SÜRESİ(MEVDUDİ)

Adı: Sure, 15. ayette ifadesini bulan secde (teslimiyet ve acziyet ifadesi olarak yere kapanmak) teması münasebetiyle bu ismi almıştır.

Nüzul Zamanı: Sure'nin üslûbundan, onun Mekke döneminin ortalarında, daha da tahsis edilirse, bu dönemin başlangıç safhasında nazil olduğu açıkça anlaşılmaktadır; zira okuyucu sonraki safhalarda nazil olan surelerde ifadesini bulan şiddetli baskı ve zulme bu surenin arka plânında rastlamamaktadır.

Konu: Surenin ana fikri insanların tevhid, ahiret ve risaletle ilgili şüphelerini gidermek ve onları bu üç hakikate davet etmektir. Mekke müşrikleri Rasûlullah'la (s.a.) özel olarak görüştükten sonra birbirlerine şöyle diyorlardı: "Bu adam acaip şeyler uyduruyor. Bazen ölümden sonrasına ait haberler veriyor ve şöyle diyor: "Toprak olduktan sonra hesab vermeye çağrılacaksınız, Cennet olacak, cehennem olacak..." Bazen şöyle diyor: "Yalnızca bir olan Allah ilahtır." Bazen de şunları söylüyor: "Size okuduğum bu sözler kendi sözlerim değil. Allah'ın kelamıdır. İşte ortaya attığı hep böyle acaip şeyler." Bu şüphe ve endişelere verilen cevap Sure'nin ana fikir ve temel konusunu oluşturmaktadır.

Bu bağlamda müşriklere şu söylenmektedir: "Kesinlikle bu Allah kelâmıdır; risaletin rahmet ve bereketinden mahrum kalmış gaflet içine gömülmüş insanları uyandırmak için inzal edilmiştir. Allah'tan geldiği apaçık ve âşikar iken ona nasıl uydurma diyebiliyorsunuz?"

Sonra onlara şöyle sorulmaktadır: "Akl-ı seliminizi kullanın, Kur'an'la gelen şeylerin acaip, işitilmedik şeyler olup olmadığına kendiniz karar verin. Göklerin ve yerin yönetimine bakın, kendi bünye ve hilkatiniz üzerine düşünün. Bu şeyler Rasûl'ün Kur'an'da size sunduğu öğretiye tanıklık etmiyor mu? Kâinattaki nizam tevhid'e mi, yoksa şirke mi delâlet ediyor? Tüm bu nizamı ve kendi yaradılışınızı düşündüğünüzde, size şimdi varoluşu bahşeden bir varlığın sizi tekrar yaratamayacağına aklınız hükmediyor mu?"

Sonra ahiretten bir sahne tasvir ediliyor, imanın semeresi ve küfrün kötü sonuçları sergileniyor ve insanlar azap günleriyle karşılaşmadan önce küfürden vazgeçmeye, ahirette kendilerinin yararına olacak Kur'an öğretisini kabule teşvik ediliyorlar.

Sonra kendilerine şunlar söyleniyor: "Sonsuz rahmetinden ötürü Allah, insanları hatalarından dolayı tek ve nihaî bir kararla hemen cezalandırmaz; onları ufak tefek problem, zorluk, felaket, kayıp ve ters durumlara maruz bırakarak belki kendilerine gelip öğüt dinlerler diye, önceden uyarır."

Daha sonra şu söylenir: "Bu, Allah'tan insana gönderilen, kendi türünde ilk kez görülüp duyulmuş bir kitap değildir. Hepinizin bildiği gibi, önce Musa'ya da kitap gönderilmişti. Bunda garipsenecek hiçbir şey yok. Emin olun ki, bu kitap Allah'tan nazil olmuştur ve iyi bilin ki, bir zamanlar Musa zamanında olanlar şimdi de vuku bulacaktır. Liderlik şimdi de İlahi Kitab'ı kabullenenlere bahşedilecek, reddenlerse helâk olacaktır."

Akâbinde Mekke müşriklerine şu tavsiyede bulunulmaktadır: "Ticarî seyahatleriniz esnasında harabelerinin yanından geçip durduğunuz helâk olmuş eski kavimlerin akibetlerine bakın. Siz de aynı akibete uğramak ister misiniz? Dış görünüşe ve yüzeyde olana bakıp aldanmayın. Bugün hiçkimsenin birkaç genç adam, bazı köleler ve zavallılar dışında Muhammed'i (s.a) dinlemediğini ve O'nun her taraftan kendisine yönelen çirkin davranışların ve sövgülerin hedefi olduğunu görmektesiniz. Sonra bundan, O'nun risaletinin yürümeyeceği gibi yanlış bir izlenime kapılıyorsunuz. Fakat bu, gözlerinizin bir yanıltmacası sadece. Oysa günlük hayatınızda yaşadığınız şeydir! Önce çıplak olan toprak, bir yağmur çiselemesiyle üzeri bitki örtüsüyle yeşermeye başlayıverir.

Daha önce toprağın altında bulunan şeylerin böyle bir yeşillik ve bitki zenginliğini gizlediği hiç kimsenin aklından bile geçmiyordu."

Sonuç bölümünde, Rasûlulah'ın şuna dikkati çekiliyor! "Bu insanlar söylediğin şeyleri, bu kesin zafere ulaşacağın haberini alaya alıyorlar. Onlara de ki: "Sizin ve bizim hakkımızda son hüküm geldiğinde, artık size hiç yararı olmayacak. İnanacaksanız, şimdi inanın, yok eğer son hükmü bekleyecekseniz, bekleyin bakalım dilediğiniz gibi!.."

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1 Elif, Lâm Mîm.1

2 Kendisinde şüphe olmayan bu Kitabın indirilişi alemlerin Rabbi tarafındandır.2

AÇIKLAMA

1. Kur'an'ın bazı sureleri, konuşmanın yayınlandığı yeri bildiren bu ve benzeri bir giriş cümlesiyle başlar. Bu, tıpkı spikerin radyo programına başlarken hangi radyo istasyonundan konuştuğunu bildiren giriş cümlesi gibidir. Fakat bir radyo istasyonundan yapılan sıradan bir anonsun hilafına, sure başlarındaki olağanüstü duyuru, bu mesajın Alemin Hakimi tarafından yayınlandığını vurgular; bu duyuru sadece yayının kaynağını belirtmekle kalmaz, büyük bir iddiayı, dehşetli bir meydan okumayı ve şiddetli bir uyarıyı da beraberinde ortaya koyar. Çünkü henüz yayının başında o büyük haberi verir: Bu insan sözü değil, Alemlerin Rabbi'nin sözüdür. Bu duyuru insanı o müthiş soruyla yüzyüze getirir: "Bu iddiayı kabul etmeli miyim, etmemeli miyim? Eğer kabul edersem, onun önünde daima teslimiyet içinde başımı eğmek zorunda kalacağım. Artık bana onunla ilgili hiçbir özgürlük bırakılmayacak. Eğer kabul etmezsem ve eğer o gerçekten Alemlerin Rabbi'nin kelâmıysa büyük bir riski göze almak zorunda kalacağım: Onu reddetmemin sonucu olarak ebedî bir sefalet ve bedbahtlıkla yüzyüze kalacağım." İşte bu yüzden bütün haşmetiyle bu giriş cümlesi insanı tüm dikkat ve ciddiyetiyle Kelâm'ı dinlemeye ve onun ilahî kelam olup olmadığına karar vermeye sevketmektedir.

2. Burada zikredilen yalnızca bu kitabın Alemlerin Rabbi tarafından inzal edildiği değildir: En güçlü vurguyla şu da söylenir: "Şeksiz şüphesiz o Allah'ın kitabıdır: Onun Allah tarafından vahyedildiği konusunda hiçbir şüpheye yer yoktur." Eğer bu tez cümlesi hakiki bağlamında incelenirse görülür ki, cümle bir tezle birlikte bir delili de ihtiva etmektedir; ayrıca bu delil, hitab ettiği Mekke halkına da gizli değildi.

Bu delili kendilerine sunan kişi, tüm hayatını onların gözü önünde geçirmişti. Kitabı tebliğ ettikten sonra nasıl tanıyorlarsa önce de öyle tanıyorlardı onu. Ayrıca biliyorlardı ki, böyle bir tezle kitabı sunan kişi toplumlarının en dürüst, en müttakî ve en erdemli üyesiydi. Bildikleri bir şey daha vardı. Peygamberlik iddiasından bir gün öncesine kadar hiçkimse kendisinden, birdenbire tebliğ etmeye başladığı türden şeyler işitmemişti. Hz. Muhammed'in (s.a) günlük hayatında kullandığıyla Kitap'ta kullanılan üslûb ve belâğatın apayrı şeyler olduğunu farketmişler ve tabiatıyla bir ve aynı şahsın birbirinden bu denli farklı iki üslûba sahip olmasının imkânsızlığını hissetmişlerdi. Kitap'ta dile gelen mucizevî bir edebiyatla karşı karşıyaydılar ve Arapça konuşan bir toplum olmaları hasebiyle, bütün edip ve şairleri onun bir benzerini üretmede nasıl çaresiz kaldıklarını gayet iyi görmüşlerdi. Kendilerine tilâvet olunan Kur'an ve edebî ürünler, şair, kâhin ve hatip sözleri arasında mevcut olan apayrı dünyaların, kendilerine sunulan temalardaki latif değişikliğin de farkındaydılar. Kitap ve mesajda birinin onu kendi çıkarları doğrultusunda sunduğuna ve onun sahte bir peygamberlik iddiası taşıdığına dair herhangi bir emareye de rastlamadılar. Hz. Muhammed'in (s.a) peygamberlik iddiasıyla kendisinin, ailesinin, yahut aşiret ve kabilesinin belirli bir çıkarını gözetmeye çalıştığına, veya verdiği mesajda bir kâr amacı gütttüğüne dair hiçbir ipucu bulamadılar; oysa bulsalardı hiç kaçırmazlardı. Dahası, onlar bu mesaja toplumda hangi kesimin çağrıldığı ve bu kesimin çağrıya koşması durumunda içlerinde ne büyük bir inkılabın meydana geleceğini de anlamışlardı. Tüm bu şeyler, hep birlikte tez ve iddiayı desteklemekteydi. İşte böyle bir arka plânın varlığı yüzünden Kitab'ın şeksiz şüphesiz Alemlerin Rabbi tarafından gönderildiğini söylemek yeterli olmuştu. İddiayı temellendirmek için başka bir delile ihtiyaç yoktu.

Giriş mahiyetindeki bu ibareden sonra Mekke müşriklerinin Resûlullah'ın (s.a) risaletiyle ilgili olarak ortaya attıkları ilk itiraz ele alınmaktadır.

3 Yoksa onlar: "Bunu uydurdu"3mu diyorlar? Hayır, o, Rabbinden4 olan bir haktır; senden önce kendilerine bir uyarıcı-korkutucu gelmemiş olan bir kavmi uyarıp-korkutman için5 (onu sana indirdik). Umulur ki hidayet bulurlar.

4 Allah;6 gökleri, yeri ve ikisi arasında olanları altı günde yarattı, sonra da arşa istiva etti.7 Sizin O'nun dışında bir yardımcınız ve şefaatçi olanınız yoktur. Yine de öğüt alıp-düşünmeyecek misiniz?8

AÇIKLAMA

3. Bu, yalnızca bir soru değil, aynı zamanda sürpriz bir durumla karşılaşmanın ifadesidir. Kastedilen şudur: Kitab'ın şeksiz şüphesiz Allah'tan gelen bir vahiy olduğu hakkında bunca delile rağmen bu insanlar inatla Hz. Muhammed'in (s.a) onu uydurduğunu ve onu haksız şekilde Allah'a isnad ettiğini mi söylüyorlar hâlâ? Böyle saçma ve temelsiz bir suçlamayı yaparken hiç mi utanmıyorlar? Hz. Muhammed'in (s.a), yaptıklarını, söylediklerini anlayan ve Kitab'ı kavrayan kimselerin, bu saçma iftirayı işittiklerinde ne düşüneceklerini kestiremiyorlar mı?

4. Tıpkı ilk ayette, "Hiç şüphe yok, bu Kitap, Alemlerin Rabbi'nden indirilmiştir" demekle yetinildiği ve Kur'an'ın İlâhî Kelâm olduğunu ispat için başka delile gerek duyulmadığı gibi bu ayette de, kâfirlerin, Kur'an'ın uydurulduğuna dair ithamlarını reddetmek üzere yalnızca şu sözle yetinilmiştir: "Aksine o Rabbi'nden bir Hakk'tır." Bunun sebebi 1 Nolu açıklama notunda belirtilenle aynıdır. Dinleyenler Kur'an'ı sunan şahsı, sunulduğu çevreyi, Rasûl'ün onu sunarken ki, lütufkârlık ve güvenliğini yakinen biliyorlardı. Kitabı, onun lügavî ve edebî mükemmelliğini, muhtevasını biliyorlardı; etki ve nüfuzunun çağdaş Mekke toplumunu sarmakta olduğunu da hissetmişlerdi. Bu şartlar altında Kitab'ın Alemlerin Rabbi'nden indirilmiş bir Hakk oluşu öylesine apaçık bir delil teşkil etmekteydi ki, yalnızca açık seçik terimler içinde zikredilmesi bile kâfirlerin suçlamalarını reddetmeye yeterdi. Bu iddiayı birtakım delillerle takviye etme girişimi, tezi güçlendirecek yerde zayıflatabilirdi. Durum şuna benzerdi o zaman: Farzedin ki apaydınlık bir gündüz vakti; güneş pırıl pırıl parlamakta ve inatçı bir adam şimdi gecedir diye tutturmuş, çekişmede. Onu cevaplamak için şunu söylemek tabii yeterli olacaktır: "Her yer gün ışığıyla aydınlık iken sen buna gece mi diyorsun?.." İşte bundan sonra bir kimsenin vaktin gündüz olduğunu ispatlamak üzere mantıkî deliller sıralamaya kalkışması anlamsız olacak; gündüz olduğu tezini kuvvetlendireceği yerde, kafada soru işaretleri bırakacaktır.

5. Yani, "Onun Allah'tan gelen bir vahiy ve hakikat olduğu nasıl kesin ise, hikmet üzere, Allah'ın size olan rahmeti üzere temellenmiş olması da öyle apaçıktır. Bizzat kendiniz bilmektesiniz; asırlardır aranızdan hiç peygamber çıkmıyor ve yine bilmektesiniz ki, Arap kavmi cehalet içinde, ahlâki çöküntü ve tam bir geri kalmışlık içinde yüzmektedir. Böyle bir durumda aranızdan bir peygamberin çıkıp sizi uyarması, size doğru yolu göstermesine şaşırmamanız gerekirdi. Bu, sizin iyilik ve refahınız için Allah'ın karşıladığı büyük bir ihtiyaçtır aslında... Şunun belirtilmesi gerekir ki, Arabistan'da hakiki inancın ışığı tümüyle ilk kez, tarih öncesi dönemde yaşamış olan Hud ve Salih Peygamberler tarafından yayılmıştı. Onları Rasûlullah'tan (s.a) 2500 yıl önce yaşamış olan İbrahim ve İsmail Aleyhisselâmlar izledi. Onlardan sonra ve Rasûlullah'tan 2000 yıl önce Arabistan'a gönderilmiş olan son peygamber Şuayb Aleyhisselâm'dı. Görülüyor ki, bu oldukça uzun bir zaman dilimidir. İşte, bu kavme hiç uyarıcının gelmediği bu yüzden zikredilmektedir ve vakıa da budur. Bu, onlara hiç peygamber gönderilmediği anlamına değil, bu kavmin uzun süredir bir uyarıcıya ihtiyaç duyduğu anlamına gelir.

Burada hemen cevaplandırılması gereken bir soru akla gelebilir. Şöyle ki: Rasûllullah'tan önceki yüzlerce yıl Arap toplumuna hiç peygamber gelmediğine göre, cahiliye çağları boyunca sapıklık içinde yaşamış insanlar hangi gerekçeyle hesaba çekileceklerdir? Onlar, kendilerini hata ve sapıklıktan koruyacak bir kılavuza sahip değildirler. Öyleyse, sapmış olmaları durumunda, bu sapıklıkarından ötürü nasıl mesul tutulacaklardı. Cevap şudur: Onlar hakikî inanca dair ayrıntılı bilgiden yoksun olabilirlerdi belki; fakat cahiliye dönemlerinde bu insanlar tevhîd inancından habersiz değildiler; çünkü hiçbir peygamber, takipçilerine putperestliği talim etmemişti. Bu hakikat Arapların kendi beldelerinde doğmuş olan peygamberlerden gelen rivayetlerde de ihtiva edilmekteydi; ayrıca kendi beldelerinin hemen bitişiğinde doğmuş bulunan Musa, Davud, Süleyman ve İsa'nın (Aleyhimüsselâm) öğretilerini de bilmekteydiler. Arap geleneklerinde de çok iyi bilinmekteydi ki, Arapların kadim dönemlerinde izlenen gerçek din, İbrahim'in diniydi ve puta tapmayı onlar arasında başlatan ilk Adam Amr bin Luhayy idi. Şirk ve putperestliğin tüm yaygınlığına rağmen Arabistan'ın birtakım kesimlerinde Şirk'i reddedip, tevhid'i benimseyen ve putlara kurban sunmayı açıkça lânetleyen çok sayıda insan bulunuyordu. Bizzat Rasûlullah'ın (s.a.) zuhuruna yakın dönemde "Hunefa" (hanifler) olarak bilinen çok sayıda insan yaşamıştı ki, bunlardan bazıları şunlardı: Kuss bin Saidet-ül- İyadi, Ümeyye bin Ebi es-Salt, Suveyd bin Amr el-Mustalikî, Vaki bin Selame bin Züheyr el-İyadî, Amr bin Cündüb el-Cühenî, Ebu Kays Serme bin Ebi Enes, Zeyd bin Amr bin Nüfeyl, Varak bin Nevfel, Osman bin el-Huvaris, Ubeyde bin Cahş, Amir bin ez-Zerb el-Advanî, Allaâf bin Şehab et-Temimî, El-Mütelemmis bin Ümeyye el-Kinanî, Zühehyr bin Ebû Selmâ, Halid bin Sinan bin Gays el-Absî, Abdullah b. Kudâî... vd.

Bu insanlar açıkça itikadın temeli olarak tevhidi'i tebliğ ediyor ve müşriklerin dininden ayrı olduklarını söylüyorlardı. Apaçık ki, onlar bu kavrama, peygamberlerin talimatından geriye kalanlar aracılığıyla ulaşmışlardı. Dahası, Yemen'de modern arkeolojik araştırmaların sonucu olarak keşfedilmiş olan M.Ö. 4. ve 5. yüzyıllara ait metinler, o dönemlerde buralarda tek tanrıcı dinin varolduğunu ortaya sermektedir.

Bu dinin salikleri er-Rahman'ı ve Rabbü's-Semavati ve'l-Ard'ı (Göklerin ve yerin Rabbi) tek ilâh olarak kabul etmekteydiler. Bir mabedin harabeleri arasında M.Ö. 378 tarihli bir metin bulunmuş ve üzerinde o mabedin yalnızca "Göklerin İlâhı" ve "Göklerin Rabbi"ne ibadet için inşa edildiği kaydı tesbit edilmiştir. M.Ö. 465 tarihli bir diğerinde de tevhid doktrinine açıkça işaret eden kelimeler yer almaktadır. Aynı şekilde Kuzey Arabistan'da Fırat Nehri ile Kınnesrin arasındaki Zebed bölgesinde "Bism-ilâhu la izza illâ lehu, la şukra illâlehu" kelimelerini ihtiva eden M.Ö. 512 tarihli bir metin keşfedilmiştir. Tüm bunlar Rasûlullah'ın (s.a.) (s.a) gelişinden önce, geçmiş peygamberlerin getirdiği mesajın tümüyle unutulmadığını ve insana hiç değilse şu hakikatı hatırlatacak birçok vesilenin hâlâ mevcut bulunduğunu göstermektedir: "Sizin ilâhınız tek bir ilâhtır" Daha fazla açıklama için bkz. an: 84 Furkan)

6. Şimdi Rasûl'ün "tevhid" mesajına karşı çıkan müşrikler'in ikinci itirazı ele alınmaktadır. Ona açıktan cephe almışlardı, çünkü ilahlarını, azizlerini reddediyor ve insanları, Allah'tan başka hiçbir yardımcının, hiçbir ihtiyaç görenin bulunmadığı, O'ndan gayri ne dualara karşılık verenin, ne hastalıklara şifa bahşedenin, ne de mutlak hakimin olmadığı inancına davet ediyordu.

7. Açıklama için bkz. A'raf an: 41, Yunus an: 4, Râd an: 3

8. Yani, "Sizin gerçek ilâhınız göklerin ve yerin Halikı'dır. Fakat aptallarınız yüzünden, bu geniş kainat mülkünde O'ndan başka velîler, yardımcı ve destekçiler ediniyorsunuz. Bütün kainatın ve içinde olanların yaratıcısı Allah'tır. Burada Allah dışında istisnasız her şey yaratılmıştır ve Allah alemi yaratıp var ettikten sonra uyumaya çekilmemiştir. Aksine O, bizzat kendi mülkünün hakimi, yöneticisi ve rızıklandırıcısıdır. Şu halde, O'nun yaratıklarından bir kaçını tutup kaderlerinize hükmeden ilahlar edinmeniz ne kadar saçma bir tutum; eğer Allah size yardım etmezse o ilâh edindiklerinizin hiçbiri size yardıma muktedir olamaz. Eğer Allah sizi kuşatırsa onlardan hiçbiri sizleri kurtaramaz. Eğer Allah izin vermezse, onlardan hiçbiri, size O'nun önünde şefaat edemez."

5 Gökten yere her işi O evirip-düzene koyar. Sonra (işler,) sizin saymakta olduğunuz bin yıl9 süreli bir günde yine O'na yükselir.

6 İşte gaybı da,10 müşahede edilebileni de bilen, üstün ve güçlü olan,11 esirgeyen O'dur.12

7 Ki O, yarattığı her şeyi13 en güzel yapan ve insanı yaratmaya da bir çamurdan başlayandır.

AÇIKLAMA

9. Yani, "Sizin tarihiniz içinde 1000 yıl zaman alan olaylar Allah'a göre bir günlük iştir. O, iş programını "Kaza ve Kader Melekleri"ne havale eder. Onlar da o günün çalışma raporunu kendisine sunarlar ve ertesi güne (ki hesabı sizin hesabınıza göre bin yıl tutar) ait emirleri alırlar. Bu husus Kur'an'ın iki yerinde daha zikredilmiştir. Onların araştırılması bu ayetin daha iyi anlaşılmasına yardım edebilir. Arabistan kafirleri şöyle dediler: "Muhammed kaç yıldır peygamber olduğunu iddia ediyor. Eğer mesajını kabul etmez de davetini reddedersek Allah'ın azabıyla kuşatılacağımız şeklinde bizi tekrar tekrar uyardı ve bu tehdidini de yıllardır sürdürüyor. Fakat onu kaç kez red ve inkar etmemize rağmen üzerimize azap filan geldiği yok. Eğer söylediklerinde bir gerçeklik payı bulunsaydı bizim binlerce kez azaba uğratılmamız gerekirdi." Allah bu meyanda Hacc Suresi'nde şunları söylüyor: "Bu insanlar senden azabı erkene almanı istiyor. Allah asla va'dini yerine getiremez değildir; ancak Rabbinizin indinde bir gün sizin hesap ettiklerinizle bin yıla müsavidir." (Ayet 47). Mearic Suresi'nde (ayet 1-7) şöyle denmektedir:

"Birisi, kâfirlerin uğrayacağı azabı soruyor. Onu hiç kimse savamayacak. O, yücelik basamaklarının sahibi olan Allah'tan gelecek. Melekler ve Ruh, O'nun huzuruna, ellibin yıl tutan bir günde yükselir. Öyleyse ey Muhammed! Güzel bir şekilde sabret. Onlar azabın uzak olduğunu düşünüyor, ama bize göre ne kadar yakın!"

Bu ayetlerde kastedilen mânâ şudur: Allah'ın emirleri tarih içinde yeryüzü saati ve takvimine göre yerine gelmez. Bir kavim şöyle şöyle davranması durumunda kendisini şöyle şöyle bir akıbet beklediği hususunda uyarılırsa bundan, " kötü amelleri kötü sonuçlar hemen izleyecektir", şeklinde bir hüküm çıkarmak aptallık olacaktır.

10.Yani, "Başkalarına bir şey açık yahut malum olabilir, fakat sayısız şey kendilerine gizli kalır. Melekler yahut cinler olsun, peygamberler ya da veliler olsun veyahut da diğer salih kişiler olsun; bunlardan hiçbiri herşeyin bilgisine sahip değildir; geçmişte vuku bulmuş, halde vuku bulmakta olan ve gelecekte vuku bulacak her şeyi (gaybı) bilir."

11. "El-Aziz": Herşey üzerine egemen olan tek varlık; kainatta hiç bir güç, tasavvur ve iradesinde Allah'a engel olamaz, emrinin icrasına müdahale edemez. Herşey O'na boyun eğmiştir ve hiçbir şey O'na direnemez.

12. Yani, O, mahlukatına bir zorba gibi davranmaz; aksine O, lütûfkâr ve merhametlidir; tüm güç ve iktidara sahip ve tümüyle egemen olmasına rağmen.

13. Yani, " Bu sonsuz kainatta, Allah, sayısız şeyler yaratmıştır, fakat hiç biri çirkin ve bozuk biçimli değildir. Herşeyin kendine özgü güzelliği vardır; herşey kendi yaradılış tarzı ile mütenasibtir. Belli bir hikmete mebni olarak yarattığı herşeye en uygun biçimi vermiştir ve onu, kendisine en uygun keyfiyetlerle donatmıştır. Sözgelimi görmek ve işitmek için yaratılmış olan göz ve kulağın daha iyi, daha uygun bir yapıda düşünülmesi mümkün değildir. Hava, yaratıldığı gayeye uygun özelliklere, su, yaradılmış olduğu hikmete en uygun keyfiyetlere sahip olarak yaratılmıştır. Hiç kimse Allah tarafından yaratılmış her hangi bir şeyin biçiminde ne bir kusur, ne de bir çatlak gösterebilir ve ne de o biçimde herhangi bir değişiklik öngörebilir."

8 Sonra onun soyunu bir özden (sülale'den), basbayağı bir sudan yapmıştır.14

9 Sonra da onu 'düzeltip bir biçime soktu' ve15 ona ruhundan üfledi.16 Sizin için de kulak, gözler ve gönüller17 var etti. Ne kadar az şükrediyorsunuz?18

10 Dediler ki:19 "Biz yer (toprağın için)de yok olup gittikten sonra, gerçekten biz mi yeni bir yaratılışta bulacakmışız?" Hayır, onlar Rablerine kavuşmayı inkâr edenlerdir.20

AÇIKLAMA

14. Yani, "Başlangıçta insanı doğrudan "halk" fiiliyle yarattı, sonra döl suyu aracılığıyla kendi türünü devam ettirebilsin diye insana bir üreme kabiliyeti verdi. Kusursuz bir halketmeyle yaratıcı emrini vererek toprağa ait unsurların bir terkibine hayat, şuur ve akıl bahşetti ki, insan gibi harika bir yaratık varlık kazansın. Başka bir kusursuz halketmeyle de, kendi türünü gelecekte sürdürebilmesi için, donanımı akıllara durgunluk veren harikulâde bir mekanizmayı insanın bünyesine yerleştirdi.

Bu ayet, Kur'an'ın, insanın doğrudan yaradılmasına işaret eden ayetlerinden biridir. Bilim adamları Darwin'den beri bu kavram hakkında şüpheler beslemiş ve onu, bilimsel olmadığı gerekçesiyle reddetmişlerdir. Fakat onların, isterse bir insan değil de ilk hayvan türlerine ait olsun, ilk tohumun doğrudan yaradılışı kavramını problem dışı bırakamadıkları da bir gerçektir.

Eğer yaradılış kabul edilmezse bu durumda insan hayatı yalnızca tesadüf eseri meydana geldiği şeklinde tamamen saçma bir fikri kabul etmek zorunda kalacaktır. Oysa bir tek hücreli organizmada varolan en basit hayat biçimi bile öylesine karmaşık ve inceliklerle doludur ki, onu bir tesadüf eseri saymak, evrimcilerin yaradılışı saydıklarından milyon kere daha fazla gayri ilmî bir fikir olurdu. Ve ilk tohumun doğrudan yaradılış eseri olarak meydana geldiği kabul edilirse canlılar ailesinin her türüne ait ilk üyenin Allah'ın yaratmasıyla varolduğunu ve soy sürmenin çeşitli üreme şekilleriyle başladığını kabul etmesi artık zor olmaktan çıkacaktır. Kabul etmesi durumunda da, Darwinizm yanlıları tarafından geliştirilen tüm bilimsel görüşlere rağmen evrim teorisinde çözülmeden kalmış problem ve karmaşıklıklar çözülüverecektir. (Daha fazla açıklama için bkz. Al-i İmran an: 53, Nisa an: 1, En'am an: 63, A'raf an: 10 ve 145, Hicr an: 17, Hacc an: 5, müminun an: 12-13.)

15." Onu biçime soktu": Onu mikroskopik bir organizmadan, tam teşekküllü bir insan haline getirdi; çeşitli organlarla mükemmelleştirip geliştirdi.

16. " Ruh" yalnızca, yaşayan bir şeyin hareket etmesi yüzünden hayat anlamını içermez; insanı diğer yeryüzü yaratıklarından ayıran, onu bir şahsiyet sahibi haline getiren ve ona Allah'ın halifesi liyakatını kazandıran, onu şuur ve düşünce, yetki ve hüküm, tefrik ve temyiz ile muttasıf kılan aslî özelliği yüzünden bu anlama sahiptir.

Allah bu "Ruh"u bizzat kendisine nisbet etmiştir; bunun sebebi ya onun yalnızca Allah'a ait olması ve tıpkı herhangi bir şeyin O'nun Rabb (sahip)liğine nisbeti gibi, Allah'ın zatına nisbet edilmesidir, yahut da insanın kendileriyle karakterize edildiği bilgi, düşünce, şuur, irade, hüküm, yetki... vs. sıfatlarının Allah'ın sıfatlarının bir yansıması olmasıdır. Bu sıfatlar maddenin o veya bu terkibinden değil, bizzat Allah'tan gelmedir. İnsan bilgiyi Allah'ın ilminden, hikmeti Allah'ın hikmetinden ve yetkiyi Allah'ın otoritesinden almaktadır. O, bunları ilimsiz, hikmetsiz ve yetkisiz bir kaynaktan almamaktadır. (Daha fazla açıklama için bkz. Hicr. an: 17-19)

17. Maksadın en iyi şekilde dile getirilme yoludur bu. "Ona Ruh'undan üfleyen" ibaresine kadar insan, üçüncü şahıs zamiriyle zikredilmektedir. Şöyle ki: "Onu yaratan.. neslini sürdürmesini sağlayan... ona şekil veren.. ona ruhundan üfüren..." Bunun nedeni insanın ruhun üfürülmesine kadar pek kayda değer bir yaratık olmadığıdır. Sonra, yani kendisine ruh üfürüldüğünde hitaba şâyân, şerefli bir varlık haline gelmiş ve şöyle denmiştir: " O, size kulaklar, gözler ve kalpler vermiştir. " Zira insan Ruh ile şereflenince (ikinci şahıs muhatab zamiriyle) zikredilmeye lâyık hale gelmiştir.

Kulak ve gözler insanın kendileriyle bilgi elde ettiği vasıtaları tazammun eder. Her ne kadar tatma, dokunma ve koklama duyuları da bilgi vasıtaları iseler de, işitme ve görme en önde gelen ve önemli duyulardır. Bu yüzden Kur'an-ı Kerim çeşitli yerlerde yanlızca bu iki duyuyu Allah'ın insana en önemli bağışı olarak zikretmektedir. " Kalp" duyular aracılığıyla sağlanan bilgiyi düzenleyip, ondan çıkarımlarda bulunan, muhtemel eylem biçimlerinden birini seçip onu izlemeye karar veren akla delâlet eder.

18. Yani, " Böylesi mükemmel nitelikleri ile bu harika insan ruhu, "dünyada hayvanlar gibi yaşayın" yahut "hayatı hayvanlar gibi orman yasalarına göre düzenleyin. " diye bahşedilmedi size. Gözler verildi sizlere ki nesneleri apaçık göresiniz, körler gibi yaşamayasınız. Kulaklar verildi sizlere ki, nesneleri dikkatle işitesiniz, sağırlar gibi yaşamayasınız! Kalbler verildi sizlere ki hakikati anlayasınız, düşünce ve eylemde doğru yolu bulasınız, hayvanî yanınızı besleyip azdıracak şeyleri biriktirmek için tüm kabiliyetlerinizi seferber etmek yahut yaradanınıza karşı isyan proğramları, isyan felsefeleri hazırlamak için bahşedilmedi size bu kalpler... Bütün bu değeri takdir edilemez nimetlere mazhar olduktan sonra şirk ve ilhadı benimsediğinizde, kendinizde ilâhlık vehmetteğinizde, yahut düzmece tanrıların kulu haline geldiğinizde,şehvetinizin esiri olduğunuzda, aslında Allah'a şunu demiş olursunuz: " Biz bu nimetlere layık değiliz. Sen bizi insan yerine bir maymun yahut bir kurt, veya bir timsah veyahut da bir karga olarak yaratsaydın yeriydi."

19. Kâfirlerin "risalet" ve "tevhid" hakkındaki itirazlarının cevaplandırılmasından sonra şimdi onların İslâm'ın üçüncü temel inancı olan "ahiret" hakkındaki itirazları ele alınmaktadır. Ayetin başlangıcındaki vav (ve) bağlacı bu paragrafı bir önceki konuya âdeta şu şekilde bağlamaktadır: Onlar, "Muhammed Allah'ın Rasûlü değildir" diyor; onlar "Allah bir ve tek tanrı değil, " diyor; 've' onlar, "Biz öldükten sonra tekrar hayata döndürülmeyeceğiz." demekteler.

20. Bu cümle ile öncesi arasında, dinleyenin doldurması gerektiği bir boşluk bırakılmıştır. Kafirlerin ilk cümlede yeralan itirazı o kadar saçmadır ki, onu reddetmeye gerek bile yoktur. Bu yüzden sadece saçmalığını göstermek üzere zikredip geçilmiştir. Zira itirazı oluşturan cümlenin her iki parçası da saçmadır.

Şöyle ki, onların "Biz toz toprak haline geldiğimiz zaman" sözleri saçmadır. Çünkü "biz" hiçbir zaman "toz toprak" haline gelmeyeceğiz. Toz haline gelmek, "biz" halinden çıktıktan sonra bedenin başına gelecek bir akibettir. Beden bizzat "biz" değildir. Canlı iken bedenin organları ve diğer parçaları birer birer kesilebilir, fakat "biz" yine biz olarak kalırız. Organların kesilmesiyle "biz" denen varlığın hiçbir tarafı kesilmiş olmaz. Buna mukabil "biz" denen varlık bedeni terkettiğinde bedenden hâlâ hiçbir şey eksilmemiş olmasına rağmen en uzak anlamda bile onunla bir tatbik noktası kalmaz. İşte bu yüzdendir ki, bir kimse çok sevdiği birinin cesedini gidip toprağa gömer, çünkü sevdiği kimse artık o cesette değildir. O sevdiği insanı değil, bir zamanlar sevdiğine yuvalık eden cesedi gömer. Dolayısıyla kafirlerin itirazının ilk bölümü temelsizdir. İkinci bölüme gelince: "Biz yeniden yaratılacağız, öyle mi?" Bu hayret ve inkâr yüklü soru eğer itirazcılar "biz"in ve yaradılışının anlamı üzerinde düşünselerdi, aslında hiç sorulmazdı. Bu "biz" dediğimiz şeyin hali hazır varlığı biraz kömür, biraz demir, biraz kireç ve diğer toprakgil maddelerin, bir cesed meydana getirmek üzere oradan buradan gelip bir terkib oluşturmalarından başka bir şey değildir ki bu beden aslında "biz"in içinde varlığını sürdürdüğü bir evdir. Peki insan ölünce ne olur? "Biz" denen varlık bedeni terkettiği zaman toprağın çeşitli kısımlarından bir araya toplanarak terkibe uğrayan teşkil edici maddeler tekrar ayrışarak toprağa geri döner. Soru şudur: Bu evi "biz"ler için yaratan varlık, aynı evi aynı maddelerden tekrar yapıp "biz"i içine yerleştiremez mi? Bu bir kez mümkün oldu mu ve fiilen varlık kazandı mı, bunun fili bir vakıa olarak tekrarını kim engelleyebilir? Bunlar, akl-ı selimin birazcık kullanılmasıyla hemen anlaşılabilecek türden şeylerdir. Fakat insan niye böyle şeylere bir türlü aklını yormaz? Niye ahiret ve oradaki hayatla ilgili saçma itirazlar yükseltir? İşte Allah tüm bu teferruata yer vermeksizin sözkonusu soruyu ikinci cümlede şu şekilde cevaplandırır: "Gerçek şu ki, onlar Rabbleriyle karşılaşmayı inkâr etmektedir." Yani, asıl mesele bir türlü anlayamadıkları insanın yeniden yaradılışının imkân dahilinde olup olmadığı değildir; aslında onları bunu anlamaktan alıkoyan temel şey şudur: Onlar bu dünyada serazâd, başıboş bir özgürlük içinde yaşamak, diledikleri aşırılığı ve cürmü işlemek, sonra da buradan hiçbir şey olmamış gibi kurtulmak istemektedirler. Hiçbir şey yüzünden hesaba çekilmesinler, herhangi bir kötü amel sebebiyle mesul tutulmasınlar. Mesele budur.

11 De ki: "Size vekil kılınan ölüm meleği, sizin hayatınıza son verecek, sonra da Rabbinize döndürülmüş olacaksınız."21

12 Suçlu-günahkârları, Rableri huzurunda başları öne eğilmiş olarak: "Rabbimiz, gördük ve işittik; şimdi bizi (bir kere daha dünyaya) geri çevir, salih bir amelde bulunalım, artık biz gerçekten kesin bilgiyle inananlarız" (diye yalvaracakları zamanı) bir görsen.22

13 Eğer biz dilemiş olsaydık, her bir nefse kendi hidayetini verirdik.23 Fakat benden çıkan şu söz gerçekleşecektir: "Andolsun, cehennemi cinlerden ve insanlardan (küfre sapanlarla) tamamiyle dolduracağım".24

14 Öyleyse bu (azab gününüzle karşılaşmayı) unutmanıza25 karşılık olarak azab tadın. Biz de sizi gerçekten unuttuk; yapmakta olduklarınıza karşılık ebedi azabı tadın.

15 Bizim ayetlerimize, ancak onlarla kendilerine hatırlatıldığı zaman, hemen secdeye kapananlar, Rablerini hamd ile tesbih edenler ve büyüklük taslamayan26 (müstekbir olmayan)lar iman eder.

AÇIKLAMA

21. Yani, sizin 'ben'iniz toz toprak olmayacak, fakat vadesi dolar dolmaz Allah'ın ölüm meleği gelecek ve onu bedenden çıkararak ona tamamen vaziyet edip vekil olacak. Tevkif edilerek öylece Rabbinin huzuruna çıkarılacak.

Şimdi bu kısa ayette ortaya konan gerçekleri biraz teferruatıyla mütalaa edelim:

1) Ayetten anlaşıldığına göre ölüm yeniden kurulması gerekli bir saatin aniden duruvermesi gibi vuku bulmaz. Aksine Allah bu amaçla, tıpkı resmî bir mutemedin bir şeyi vekâleten uhdesine alması tarzında canı almaya gelen özel bir melek tayin etmiştir. Kur'an'ın başka yerlerinde zikredilen teferruattan açıkça anlaşıldığına göre baş ölüm meleği maiyeti altında ölüme sebebiyet vermek, canı almak ve teminat altında tutmak gibi çeşitli görevleri icra eden bir memur melekleri kadrosu bulundurmaktadır. Dahası onların günahkâr nefislere yaptığı muamele, mümin ve muttaki nefislere yaptığı muameleden çok farklıdır. (Ayrıntı için bkz. Nisa: 97, En'am: 93, Nahl: 28, Vakıa: 83-94)

2) Ayet şunu da göstermektedir ki, insanın varlığına ölümden sonra halel gelmez. Nefs yaşamaya devam eder. Kur'an'ın kelimeleri aynı gerçeğe delâlet eder: "Ölüm meleği size bütünüyle vekil olacak." Çünkü bir şey yoksa vekâleten uhdeye alınamaz. Bir şeyin vekâleten uhdeye alınabilmiş olması için, müvekkilin elinde bir varlık arzetmesi gerekir.

3) Ayet aynı zamanda şunu da işaret etmektedir ki, ölüm meleğinin vekâleten aldığı şey insanın biyolojik hayatı değil, canı "ben", "biz" ve "siz" gibi kelimelerle ifade edilen egosudur. Bu ego dünyadaki hayati faaliyeti esnasında ne tür bir şahsiyet geliştirmiş olursa olsun, bu özelliğinden hiçbir şey eksiltmeksizin ya da ona bir şey katmaksızın öylece alınıp Rabbine döndürülür. Aynı şahsiyete ahirette yeni bir doğuş, yeni bir cesed verilir. Mahkemeye çıkarılacak, hesaba çekilecek, ceza ve mükâfat alacak olan aynı şahsiyettir.

22. Bu, Rabbine döndükten sonra O'nun huzurunda hesap verecek olan insan "ego"sunun, nefsin manzarasıdır.

23. Yani, "Eğer, kendilerine hakikat gösterildikten sonra insanlara hidayet vermeyi murad etseydik, sizleri dünyadaki bu sıkı imtihana tabi tuttuktan sonra buraya getirmemiz gereksiz olurdu. Zira size böyle bir hidayeti peşin peşin verirdik. Fakat biz sizler için başından beri farklı bir tasavvura sahiptik. Bizim muradımız, hakikati göz ve duyularınızdan gizleyip onun enfüs ve âfaktaki göstergelerini müşahede ettikten sonra aklınızla hakikati anlayıp anlamayacağınızı; size rasûller ve kitaplarımızla hakikatı anlamanız için sağladığımız desteği değerlendirip değerlendirmeyeceğinizi; hakikatı öğrendikten sonra nefsinize hâkim olup olamayacağınızı ve kendinizi şehvet ve arzularınızın esiri olmaktan kurtarıp da hakikata iman ederek ona uygun biçimde davranıp davranmayacağınızı sınamaktı. Siz bu sınavı kaybettiniz. Şimdi aynı sınava tabi tutulmanız yararsız olacaktır. Eğer ikinci bir sınava, burada görüp işittiğiniz herşeyi hatırladığınız şartlarda tabi tutulursanız bu gerçek bir sınav olmaz. Ve eğer, bundan önceki gibi size dünyada yeni bir hayat bahşedilse ve siz hiçbir şey hatırlamasanız da hakikat size yeniden gizli tutulsa ve bu şartlarda yeniden sınava tabi tutulsanız, sonuç öncekinden hiç de farklı olmayacaktır." (Daha fazla açıklama için bkz. Bakara: 210, En'am: 7-8, 27-28, 158, Yunus: 19, Muminun: 99-100)

24.Buradaki telmih, Adem'in yaradılışında Allah'ın şeytan'a hitaben verdiği sözedir. Sâd Suresi'nin 69-88. ayetlerinde bu olayın nasıl cereyan ettiği bütünüyle hikaye edilmektedir. Şeytan Adem'in önünde secde etmeyi reddettiği ve insanlığı yoldan çıkarmak üzere kıyamete kadar mühlet istediği zaman Allah şu cevabı vermişti: "İşte bu doğru ve ben doğruyu söylüyorum ki, cehennemi topyekün sen ve sana uyanlarla dolduracağım." (Sad: 84-85)

Bu ayette geçen "ecmaîn" (topyekün) kelimesi "bütün" insan ve cinlerin cehenneme tıkılacaklarına değil, şeytanlar ve ona uyan insanların "hep birden" cehenneme atılacaklarına delalet eder.

25. Yani; "siz dünya hayatında o kadar zevk ve sefaya daldınız ki, bu günde Rabbinizle karşılaşacağınızı tamamen unuttunuz."

26. Diğer deyimle onlar bâtıl inançlardan vazgeçmeye gururlarını zedeleyici bir şey gözüyle bakmazlar. Allah'ın vahiylerine inanıp ona kulluk ve itaatı benimserler. Gururları onları hakikati kabul edip Rablerine itaat etmekten alıkoymaz.

16 Onların yanları (gece namazına kalkmak için) yataklarından uzaklaşır. Rablerine korku ve umutla dua ederler27 ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler.28

17 Artık hiç bir nefis, yapmakta olduklarına karşılık olmak üzere, kendileri için gözler aydınlığı olarak nelerin (sayısız nimetlerin) saklandığını bilmez.29

18 Öyleyse, iman eden kimse, fasık30 olan gibi olur mu?31 Bunlar eşit olmazlar.

19 İman eden ve salih amellerde bulunanlar ise, artık onlar için yaptıklarınıza karşılık olmak üzere, bir ağırlanma konağı olarak barınma cennetleri vardır.32

20 Fasık olanlar içinse, artık onların da barınma yeri ateştir. Oradan her çıkmak istediklerinde, oraya geri çevrilirler ve onlara: "Kendisini yalanlamakta olduğunuz ateş azabını tadın" denir.

21 Andolsun, biz onlara belki (küfürden İslam'a) dönerler diye o büyük (uhrevi) azabtan önce,33 yakın (dünyevi) azabtan da taddıracağız.

AÇIKLAMA

27. Yani, Onlar geceleri zevk ve sefa alemleri ile işret etmek yerine Rabb'lerine itaat ederler. Dünyaperestler gibi günün yorgunluk, iş ve zahmetini üzerlerinden atmak için geceleri müzik ve dans partileri, içki ve işret meclisleri peşinde koşmazlar. Bunun yerine günlerini, iş ve görevlerinden fâriğ oldukları zaman kendilerini Rabblerine ibadete vakfederek, gecelerini O'nu anarak, O'nun korkusuyla ürpererek ve tüm umutlarını O'na hasrederek geçirirler."

"Yataklarını terkedenler" ifadesi onların bütün gece uyumadığı anlamına değil, gecenin bir kısmını Allah'a ibadetle geçirdikleri anlamınadır.

28. Kök anlamı itibariyle "rızk", şer'i ve helâl emtiadır. Şer'i olmayan haram emtia Allah tarafından hiçbir yerde "rızk" olarak anılmaz, şu halde ayetin anlamı şöyledir: "Onlar az ya da çok kendilerine verdiğimiz temiz emtiadan harcarlar; israf etmezler ve kendi aşırı harcamalarını karşılamak için helâl olmayan servete el uzatmazlar."

29.Buhari, Müslim, Tirmizi ve İmam Ahmed'in Ebu Hüreyre'den farklı kanallarla rivayet ettikleri hadise göre Rasûlullah şöyle buyurmuştur: "Allah şöyle diyor: "Ben muttaki kullarım için hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir kimsenin şahid olmadığı şeyler hazırlamışımdır." Aynı sözler küçük bir farkla Hz. Ebu Said el-Hudri, Muğire bin Şu'be ve Sa'da es-Sâidi tarafından Rasûlululah'tan rivayet edilmiş ve Müslim, Ahmed, İbn Cerir ve Tirmizi tarafından senedi sahih addedilmiştir.

30. Burada "mümin" (inanmak) ve "fasık" (günahkâr) iki zıt terim olarak kullanılmaktadır. Mümin Allah'a: Rabbi, Bir ve Tek İlâh'ı olarak inanan ve Allah'ın peygamberleri aracılığıyla gönderdiği yasaya itaat eden kimsedir. Buna mukabil fasık, fısk (itaatsizlik, isyan, başıbozukluk ve Allah'tan başkalarına itaat) tavrını benimseyenlerdir.

31. Yani, "Onlar ne bu dünyada aynı düşünce ve yaşayış tarzına sahip olabilirler, ne de ahirette Allah tarafından aynı muameleyi görürler."

32. Yani, "Cennetler, onlar için yalnızca zevk vasıtası olmakla kalmayacak, içinde daima yaşayacakları menzilleri de olacaktır."

33. "Daha büyük azab" ahiret azabıdır; küfür ve isyanlarının sonucu olarak mücrimlerin tadacağı azap..." Daha hafif -dozda- azap" ise, insanın bu dünya hayatında yakınların ve sevgililerin ölümü, ciddi kazalar, kayıplar, başarısızlıklar... türünden ferdin uğradığı musibetler ile fırtına, deprem, sel, salgın hastalık, kıtlık, anarşi, savaşlar türünden yüzbinlerce insanın aynı anda maruz kaldığı benzer birçok felâketlerdir. Bu felâketlerin gönderilmesiyle ilgili olarak zikredilen hikmet, insanların "azab-ı ekber" denen felakete karşı duyarlı olması ve sonuçta bu büyük azabı çağıran hayat tarzından vazgeçmesidir. Diğer deyişle maksat şudur: Allah insanı tam bir sükûnet içinde yaşasın da, kendisi üzerinde, kendisine zarar verebilecek hiçbir gücün bulunmadığı vehimine kapılmasın diye, tam bir emniyet hissi içinde yaşatmaz. Fakat Allah gerek ferdler, gerekse toplumlar üzerine gönderdiği hafif dozajlı azapların zamanlamasını öylesine ayarlar ki, bu, insanın çaresiz olduğu, kendi üzerinde kendi mülkünü yöneten bir Kadir-i Mutlak'ın bulunduğu hissini sürekli canlı tutar. Bu felâketler her ferde, topluluk ve topluma, kendi üzerlerinde kaderlerine hükmeden başka bir kudretin olduğunu hatırlatır. Herşey insanın koyduğu yerde bırakılmaz. Gerçek kudret, Kadir-i Mutlak'ın elindedir. O'ndan insana bir musibet indiğinde ne sun'i bir yolla önüne geçebilirsin onun, ne de bir cinni, ruhu, tanrıyı, tanrıçayı, peygamberleri ya da veliyi seni kurtarması için yardıma çağırabilirsin; faydasızdır. Bu açıdan değerlendirildiğinde bu musibetler yalnızca birer felaket değil, insanı hakikat karşısında şuurlu kılmak ve onu vehimlerinden uzaklaştırmak için Allah'ın gönderdiği uyarılardır. Eğer insan bunlardan ibret alıp da iman ve amelini bu dünyada düzeltirse Allah'ın ahiretteki daha büyük azabına düçar olmayacaktır.

22 Kendisine Rabbinin ayetleri hatırlatıldıktan sonra, onlardan yüz çevirenden34 zalim kimdir? Gerçekten biz, suçlu-günahkârlardan intikam alıcılarız.

23 Andolsun, biz Musa'ya kitabı vermiştik; böylece sen ona kavuşmaktan kuşku içinde olma.35 Biz onu İsrailoğullarına bir yol gösterici kılmıştık.36

AÇIKLAMA

34. "Rabbinin Ayetleri"; tüm ayet çeşitlerini içine alır. Kur'an bu açıdan incelenirse bu ayetlerin aşağıda zikredildiği şekilde beş çeşit olduğu görülür.

1) Yer ve göklerdeki her şeyde bulunan, bir bütün olarak kainat nizamında görülen ayetler.

2) İnsanın kendi yaradılışında, fizyolojik yapı ve teşekkülünde görülen ayetler.

3) İnsanın sezgisinde, bilinçdışı ve bilinçaltında ve de manevî kavrayış biçimlerinde bulunan ayetler.

4) İnsanlık tarihinin sürekli tecrübesinde kendini gösteren ayetler.

5) Ve tüm bunların ötesi ve üzerinde insanın yukarıda zikredilen ayetlerce işaret edilen hakikatleri akılla kavrayabilmesi için peygamberleri aracılığıyla ilettiği vahiyleri.

Tüm bu ayetler ısrar ve açıklıkla şunu vurgulamaktadır: "Ey insan, Allah yalnızca Bir-Tek İlâhtır. O'na kulluk ve itaat dışındaki hayat tarzları sizler için bâtıldır. Siz bu dünyada başıboş, başıbozuk ve sorumsuzca yaşayasınız diye bırakılıvermiş değilsiniz, aksine buradaki hayatî faaliyetiniz sona erdikten sonra Rabbinizin huzuruna çıkmak ve hesap vermeniz, görülecek hesap uyarınca da mükafat ve ceza görmeniz gerekiyor.

Dolayısıyla sizleri başına buyruk bir hayat tarzından kurtarıp eğitmek için rasûl ve kitapları aracılığıyla gönderdiği hidayeti (Kılavuzu) izlemeniz kendi menfaatiniz icabıdır." İmdi, apaçıktır ki, sayısız ayetin ihtarıyla bu denli farklı kanallardan uyarılan; kendisine görmek için göz, işitmek için kulak, düşünmek için akıl verilen, fakat hâlâ tüm bu ayetlere gözünü, kendisine hakkı tavsiye edene kulağını kapayan, aklını yalnızca aptalca ve kör felsefeler üretmeye harcayan bir insan sadece lânetli ve zalim olabilir. Onun hakettiği yegâne şey, bu dünya imtihan döneminde son nefesini vermesinden sonra Allah'ın huzuruna çıkarak isyanına karşılık olarak alacağı cezadır.

35. Hitap, açık şekilde Rasûlulllah'a (s.a)dır. Ancak asıl muhataplar onun risaletinden ve kendisine ilahî kitabın vahyedildiğinden kuşku duyanlardır. Buradan itibaren konu, surenin başlangıcından sözkonusu edilen aynı temaya dönmektedir. (bkz. 2. 3. ayetler) Mekke kâfirleri şöyle diyorlardı: "Muhammed'e Allah'tan kitap falan gelmedi. Kendisi uydurdu onu. Fakat o, Allah tarafından indirildiğini söylüyor." Buna verilen cevabın ilki başlangıç ayetlerinde geçmişti. Bu ise ikinci cevaptır. Bu maksatla ilkin şu söylenmektedir: "Ey Rasûl! Bu cahiller sana bir kitabın indirilmiş olmasını imkânsız sayıyorlar ve başka herkesin de tümüyle reddetmese bile, hiç değilse hakkında şüphe beslemesini istiyorlar. Şu var ki, Allah'tan bir kula bir kitap vahyedilmesi ne bir kurgu, ne de insanlık tarihinde ilk defa bugün vuku bulmuş, yepyeni bir olaydır. Bundan önce nice peygamberlere bu kitaplardan indirdik. Musa Aleyhisselam'a gönderilen kitap bunlar içinde en çok bilineni. Dolayısıyla bunda tuhaf, garipsenecek bir şey yoktur ki insanların aklında şüphe uyandırsın!"

36. Yani, "Bu kitap İsrailoğulları için bir hidayet kılınmıştı ve aynı şekilde bu kitap da sizlere hidayet etsin diye gönderilmektedir." 3. ayette açıklığa kavuştuğu gibi, bu ayetin tam anlamı tarihi arka plân gözönüne alınmaksızın anlaşılamaz. Tarih şahittir ve Mekke kâfirleri de biliyordu ki, İsrailoğulları Mısır'da asırlarca sefil bir hayat yaşamıştı. Böyle bir durumda Allah, kendi aralarından Musa Aleyhisselâm'ı çıkardı ve onları kölelikten kurtardı. Sonra onlara kitap gönderdi ki, bu baskı görmüş, sömürge olmuş halk bir kılavuz edinsin ve dünyanın önde gelen kavmi olsun. Bu tarihi arka plânı hatırlatırcasına Araplar'a şu söylenmektedir: "Tıpkı İsrailoğulları'na hidayet için sözkonusu kitabın gönderilmesi gibi, sizin hidayetiniz için de bu kitap gönderilmektedir."

24 Ve onların içinden, sabrettikleri zaman emrimizle doğru yola iletip-yönelten önderler kıldık;37 onlar bizim ayetlerimize kesin-bilgiyle inanıyorlardı.

25 Hiç şüphe yok, senin Rabbin, ihtilafa düştükleri şeyler38 konusunda kıyamet günü aralarında 'hükmünü verip ayıracaktır'.

26 Yurtlarında gezip dolaşmakta oldukları nice kuşakları kendilerinden evvel, yıkıma uğratmış olmamız, hâlâ onları doğru yola iletip-yöneltmedi mi?39 Hiç şüphe yok, bunda ayetler vardır; yine de işitmiyorlar mı?

27 Görmüyorlar mı; biz, suyu çorak toprağa sürüyoruz da onunla ekin bitiriyoruz; ondan hayvanları da, kendileri de yemektedir? Yine de görmüyorlar mı?40

28 Derler ki: "Eğer doğru söyleyenler iseniz,41 şu fetih ne zamanmış?"

29 De ki: "Fetih günü, küfre sapmakta olanlara (o gün) inanmaları bir yarar sağlamaz ve onlara bir süre de tanınmaz."42

30 Öyleyse, sen onlardan yüz çevir ve bekleyedur; gerçekten onlar da beklemektedirler.

AÇIKLAMA

37. Yani, "İsrailoğulları'nın bu Kitab ile katettiği terakki ve ulaştığı yücelik basit anlamda kendilerine bir kitabın gönderilmesiyle ilgili değildi sadece. Kitap, boyunlarına asabilecekleri ve böylece onun uğurlu ve koruyucu etkisi altında izzet basamaklarını çıkmaya başlayabilecekleri bir tılsım değildi. Elde ettikleri izzet ve şeref Allah'ın vahiylerine olan sarsılmaz inançlarının ve ilâhi emirleri izlemekte gösterdikleri sabır ve kararlılığın bir sonucu idi. İsrailoğulları'nın kendi aralarında dahi önderlik, yalnızca, Allah'ın Kitabı'na gerçekten inananlara, dünyevî kazanç ve zevklerin iştihasıyla akılları çelinmeyenlere nasib olmuştu. Hakikata bağlılık duygularıyla her tehlikeye göğüs gerdiklerinde, her türlü kayıp ve eziyete tahammül gösterdiklerinde ve bizzat kendi şehvetlerinden, hak inanca muhalif düşmanlara kadar bütün şer güçlere karşı sonuna kadar direndiklerinde, evet yalnızca böyle davrandıkları zaman dünyanın önderleri oldular. Maksat, Arabistan kâfirlerini, nasıl Allah'ın Kitabı'nın gelişi İsrailoğulları'nın kaderini belirlediyse, bu kitabın da onların kaderlerini aynı şekilde belirleyeceği yolunda uyarmaktır. İmdi, sadece bu kitaba inanan ve bu kitapta ortaya konan gerçeği sabır ve kararlılıkla izleyen kimseler önder olacaktır. Ondan yüz çevirenlerin akibeti helâk olmak ve gazaba uğramaktır.

38. Buradaki telmih, İsrailoğuları'nın itikad ve inançtan yoksun kalıp, muttaki liderlerine itaatten vazgeçmeleri ve dünyaya tapmaya başlamalarından sonra içine düştükleri ayrılık ve ihtilaflarıdır. Bunun bir sonucu apaçık ortadadır ve cümle alemin gözü önündedir. İşte durmadan zillet, rezalet ve bedbahtlığa maruz kalmaktalar. Diğer sonucu bu dünya sakinlerine malum değil henüz. Bu sonuç ceza günü ortaya çıkacak çünkü...

39. Yani, "Onlar şu durmadan vuku bulan olaylardan hiç ders almıyorlar mı da, peygamber gönderilmiş bir kavmin, o peygambere karşı aldıkları tavırla doğrudan alâkalı olduğunu kavramıyorlar? Peygamberini reddeden kavmin helâki kaçınılmaz oldu hep! Yalnızca onlara inananlar kurtuldu. İnanmayanlar daima ikaz edilegeldiler."

40. Ayetin bağlamına dikkat edildiğinde bunun Kur'an'da genellikle zikredildiği gibi ölümden sonraki dirilişe bir delil olsun diye ileri sürülmediği açıkça görülür. Burada vurgulanmak istenen şey farklıdır ve aslında şu temaya ince bir telmih sözkonusudur. Tıpkı çorak araziye bakan birinin buranın hiçbir zaman çiçeklenip canlanacağına ihtimal vermemesi ve fakat Allah'ın gönderdiği tek bir sağnak yağmurun arazinin rengini tamamen değiştirivermesi gibi, İslâm'ın mesajı da aynı şekildedir. İnsanlar sanır ki o kendine hiç yer edinemeyecek, fakat Allah'ın kudreti ve lütfunun tek bir tecellisi öylesine fetihlere yolaçacaktır ki, insanlar bu terakki karşısında afallayıp kalacaklardır.

41. Yani, "Sen diyorsun ki Allah'ın fethi eninde sonunda sizi kuşatacak ve seni inkâr edenler Allah'ın gazabına uğrayacaklar. Peki söyle o halde, ne zaman olacak bu iş? Seninle bizim aramızda verilecek hüküm ne zaman?"

42. Yani, "Bu konuda sabırsızlık göstermeniz ve huzursuzluk hissetmeniz için bir neden yok. Allah'ın azabı üzerinize geldiğinde engellemek için hiç vaktiniz olmayacak nasılsa. Siz en iyisi azap gelmeden önce vaktinizi değerlendirmeye bakın. Eğer azaba, sadece burun buruna geldiğinizde inanacaksanız, evet sizin için çok geç olacak."