23 Temmuz 2007 Pazartesi

ABESE SÜRESİ(Seyyid KUTUB)

1-Surat astı ve döndü.

2- Yanına âma geldi diye.

3- Ne bileceksin sen belki o arınacak?

4- Yahut öğüt alacak da bu öğüt, kendisine fayda verecek.

5- Kendisini yeterli görüp tenezzül etmeyene gelince.

6- Sen onunla ilgileniyorsun!

7- Onun arınmamasından sana ne?

8- Fakat koşarak sana gelene;

9- Allah'tan sakınarak gelmişken.

10- Sen onunla ilgilenmiyorsun!

11- Asla olmaz böyle şey! Kur'an ayetleri birer hatırlatmadır öğüttür.

12- Dileyen onu düşünüp öğüt Alır.

13- Sahifeler içindedirler, değerli, şanslı.

14- Yükseltilen ve tertemiz tutulan (sahifeler)

15- Taşıyıcıların ellerindedirler.

16- (Allah'a göre) değerli ve çok iyi (yazıcı ve taşıyıcıların).

Bu olayla ilgili olarak inen bu yönlendirme gerçekten büyük bir olaydır. ilk bakışta ortaya çıkanın çok ötesinde bir büyüklüğe sahiptir. Bu ve onun yeryüzünde yerleştirmeyi hedeflediği gerçek bir mucizedir. Onun insanlığın hayatına bilfiil kazandırılması ve bunun meydana getirdiği etkiler gerçekten bir mucizedir. Belki de bu islamın ilk mucizesi ve aynı zamanda en büyük mucizesidir. Fakat bu yönlendirme Kur'an'ın ilahi metoduna bağlı olarak ferdi bir olaydan sonra bu şekilde verilmektedir. Kur'an bu ilahi metodu gereği bireysel olayları ve sınırlı ilgileri, sınırsız gerçeği ve şaşmaz sistemi yerleştirmek için bir fırsat bir araç olarak kullanmaktadır.

Yoksa bu yönlendirmenin burada yerleştirmeyi hedeflediği gerçek ve bu gerçeğin Müslüman ümmetin hayatına yerleştirilmesinden kaynaklanan gerçek etkiler özde, islamın kendisidir. Bu islamın ve ondan önceki tüm semavi dinlerin mesajların yeryüzünde ekmeye dikmeye çalıştığı gerçeğin kendisidir. Bu gerçek bir insana nasıl davranılacağını, insanların bir kesimine nasıl muamele edileceğini göstermekten ibaret değildir. Olayın ve ona getirilen yorumun ilk çağrıştırdığı olgu bu olsa da bu gerçeğin gerçekten çok boyutlu olduğu ve bundan daha çok önemli olduğu bir realitedir. Bu gerçek insanların hayattaki tüm işleri nasıl düzenleyecekleri, nasıl değerlendirecekleri ile ilgilidir. Ölçme ve değerlendirmenin kriterlerini nereden almaları gerektiği ile ilgilidir.

Bu yönlendirmenin yerleştirmeyi hedeflediği gerçek şudur: "Yeryüzünde yaşayan insanlar değerlerini ve ölçülerini, yalın, semavi, ilahi kriterlerden almalıdırlar. Bu kriterler onlara gökten gelmelidir. Üzerinde yaşadıkları hayatın şartları ile sınırlı olmamalıdır. Hayatlarının düzenleri ile bağımlı olmamalıdır. Bu düzenler ve şartlarla sınırlı olan düşüncelerinden kaynaklanmamalıdır.

Bu gerçekten büyük bir iştir. Aynı zamanda gerçekten zor bir iştir. insanların yeryüzünde gökten gelen değerlerle yaşamaları, yeryüzünün değerlerine karşı bağımsız ve bu değerlerden kaynaklanan baskılara karşı özgür yaşamaları gerçekten zor bir iştir.

İnsanlığın geniş çaplı gerçekliğini ve bu gerçekliğin duygular üzerindeki ağırlığını gönüller üzerindeki baskısını kavradığımızda bu işin büyüklüğünü ve zorluğunu daha rahat anlayabiliriz. insanların pratik hayatlarından kaynaklanan şartların ve baskıların hepsinden sıyrılmanın zorluğunu düşündüğümüzde bu işi daha rahat anlayabiliriz. insanın karşılaştığı zorluklar, yaşam şartlarından, hayatlarının bağlarından, çevrelerinin geleneklerinden, tarihlerin tortularından ve insanı sağlam bir şekilde yere bağlayan yeryüzünün ölçülerini, değerlerini ve düşüncelerini gönüllere ağır biçimde yerleştiren diğer şartları hesaba kattığımızda onlarla baş etmenin ne kadar zor olduğunu daha iyi anlarız.

Hz. Peygamber Rabbinden böyle bir direktif almaya ulaşması için bu konuda uyarılmaya ihtiyaç duymasını kavradığımızda bu işin önemini ve zorluğunu daha iyi anlayabiliriz ki yüce Allah O'nu sadece uyarmakla kalmamış O'nu sert bir şekilde azarlamıştır. Bu da O'nun yaptığı işin gerçekten Hayret edilecek, akılalmaz bir iş olduğunu ortaya koymaktadır.

Bu işin veya herhangi bir işin önemini tasvir etmek için şöyle denmesi yeterlidir. Bizzat Hz. Peygamberin kendiside bu noktaya ulaşması için uyarıya ve yönlendirmeye ihtiyaç duymuştur.

Evet böyle bir uyarı dahi yeterlidir. Zira Hz. Muhammed'in üstün kişiliği, büyüklüğü ve yüceliği yanında yine de bu konuda uyarıya ve direktife ihtiyaç duyuyorsa bu onun çok daha önemli, çok daha büyük bir mesele olduğunu ortaya koyar. İşte ilahi yönlendirmenin bu bireysel olay nedeniyle yeryüzüne yerleştirmeyi hedeflediği ilkenin gerçek mahiyeti budur. insanların değerlerini ve ölçülerini yeryüzünün sosyal realitelerinden kaynaklanan, değerlerinden ve ölçülerinden bağımsız bir şekilde gökten almalarıdır. İşte en büyük mesele budur.

Yüce Allah'ın peygamberler aracılığı ile insanlara gönderip tüm değerleri kendisi ile ölçmeyi istediği kriter budur. "Sizin Allah katında en değerliniz, en çok takva sahibi olanınızdır." (Hucurat 13) İşte insanın ağırlığını artıran veya düşüren yegane değer budur. Bu yalın semavi bir değerdir.

Yeryüzünün şartları ve durumları ile hiçbir ilgisi yoktur, hiçbir ilgisi.

Ne var ki insanlar yeryüzünde yaşamaktadırlar ve birbirlerine birçok bağlarla bağlı bulunmaktadırlar ve bu bağların kendi hayatlarında yerine göre bir ağırlığı bir değeri ve bir çekiciliği bulunmaktadır. Sonra insanlar soy gibi, güç gibi, mal gibi başka değerlere de yer vermekte, günlük hayatlarında bunlarla düşüp kalkmaktadırlar. Sonra bu değerlerin dağılımından kaynaklanan birtakım pratik ilişkiler de doğmaktadır. Bu ilişkilerin bir kısmı ekonomiktir, bir kısmı ekonomik değildir. İşte bu değerlerden insanların birbirlerine karşı konumları farklılaşmakta ve yeryüzünün değerlerine göre bazıları bazılarına üstün gelmekte öne çıkmaktadır.

Sonra islam geliyor. Onlara diyor ki: "Sizin Allah katında en hayırlınız, en değerliniz en çok takva sahibi olanlarınızdır." Böylece insanların hayatında büyük değeri olan, duyguların üzerinde ağır baskılar oluşturan ve onu etkileyici bir cazibe ile yere bağlayan tüm değerleri elinin tersi ile itiyor. Bunların hepsinin yerine doğrudan gökten Alınan ve göğün ölçüsünde kabul edilen tek ölçü olan yeni değerlere onları bağlıyor.

Sonra bu olay geliyor. Sınırlı şartlarda meydana gelen bu hadise sözkonusu değerin yerleştirilmesi için bir fırsat kabul ediliyor. Bu vesile ile temel ilke belirleniyor. Ölçü göğün ölçüsüdür. Değer göğün değeridir. İslam ümmetinin insanların bildiği alıştığı herşeyden elini çekmesi, yeryüzünden kaynaklanan ilişkilerden, değerlerden, düşüncelerden ölçülerden ve kriterlerden kurtulması gerekir ki değerlerini yalnız gökten alabilsin. Yalnız göğün tartısı ile tartabilsin!

Fakir ve âma bir adam olan ibni Ümmü Mektum Hz. Peygambere geliyor. Bu arada Peygamber Kureyş'in ileri gelenlerinden bir toplulukla meşguldür. Onları islama çağırmaktadır. Onların Müslüman olması ile islamın Mekke'de karşılaştığı zorluk ve sıkıntının hafifleyeceğini bunların islama yararlı olacaklarını ummaktadır. Çünkü Rebia'nın iki oğlu olan Utbe ve Şeybe başka bir adı Ebu Cehil olan Amr ibni Hişam, Ummeye ibni Halef ve Velid ibni Muğire'den oluşan bu büyükler ile peygamberin yolunda duruyor. insanları ondan uzaklaştırıyor ve ona birtakım çetin tuzaklar kurarak açıkça onu Mekke'de dondurmak istiyorlardı. Bu toplulukla beraber Abdülmuttalib'in oğlu Abbas da Peygamberi dinlemeye gelmişti. Kabileye herşeyin üstünde bir değer ve saygınlık kazandıran ve kabileye dayalı cahili bir ortamda, bir insana kendisine en yakın çevresi ve ona en çok bağlı olanları saygı göstermez çağrısını kabul etmezse dışındaki insanların bu davayı kabul etmeleri daha da zorlaşacaktı.

Hz. Peygamber İşte bu kadar önemli olan bu toplulukla uğraşırken fakir ve âma adam geliyor. Burada peygamber kendisi ve çıkarı için değil, islam ve islamın çıkarı için uğraşıyor. Eğer bu topluluk Müslüman olursa Mekke'deki davanın önündeki, yolundaki zorlu engeller, sivri dikenler temizlenmiş olacak ve bundan sonra islam Mekke çevresine yayılacaktı. Ama bu ileri gelen büyüklerin Müslüman olmasından sonra tabi.

İşte bu adanı geliyor ve Hz. Peygambere diyor ki: "Ey Allah'ın elçisi, bana da oku, bana da öğret, Allah'ın sana öğrettiklerinden." Rasulullah'ın içinde bulunduğu şartları ve kiminle uğraştığını bile bile bu sözlerini tekrar ediyor. Hz. Peygamber ikide bir sözünün ve çabasının kesilmesinden rahatsız oluyor ve adamın görmediği yüzünde hoşnutsuzluk ifadeleri beliriyor. Yüzünü ekşitiyor ve onunla ilgilenmiyor. Fakir ve kimsesiz olan ve kendisini bu büyük işten alıkoyan adama aldırmıyor. Çünkü uğraştığı şeyin ardında davası ve dini için büyük umutlar besliyor. Aslında o bunlarla uğraşırken dininin zafere ulaşmasını arzu etmektedir. Çağrısına karşı samimiyetini, islamın çıkarına bağlılığını ve onun yayılması için aşırı isteğini ortaya koyuyor.

İşte tam bu sırada gök meseleye el koyuyor. Meseleye el koyuyor ki bu konudaki kesin hükmünü belirlesin. Yolun tüm işaretlerini ortaya koysun. Değerlerin kendisi ile ölçüldüğü kriterleri belirlesin. Şartları ve değerlerin tümünü bir kenara itsin. isterse bu şartlar ve değerlendirmeler insanların ölçüleri ile belirlenen ve davanın çıkarını gözeten ölçüler olsun. isterse bu ölçüler; insanlığın efendisi Hz. Muhammed belirlemiş olsun.

Bu arada yücelerin yücesi Allah'tan onurlandırılmış eşsiz bir ahlak sahibi olan Peygamberine sert bir üslup içinde azarlama geliyor. Bu bütün bir Kur'an içinde yakın ve sevgili dost peygambere karşı "kella-hayır!" kelimesinin kullanıldığı tek yerdir. "Kella" kavramı hitapta azarlama ve sitem anlamına gelir. Çünkü bu bütün bir dinin kendisine dayandığı çok önemli bir meseledir.

Kur'an-ı Kerim'in bu ilahi azarı ortaya koyuş üslubu da eşsiz bir üslubtur. Bunu beşeri yazım diliyle dile getirmek mümkün değildir. Zira yazım dilinin kendisine has ilkeleri, gelenekleri ve disiplinleri vardır. Bu da bu mesajların doğrudan ve bütün diriliği ile bütün sıcaklığı ile ortaya konmalarını engellemektedir. Bu konuda sadece kullanılan üslubu, onları bu şekilde sergileme gücüne sahiptir. Kur'an hızlı dokunuşlar, kısa ifadeleri ile ortaya koymaktadır. Sanki bu ifadeler birer tepkidir, hayat kokan çizgiler, parıltılar ve hatlardır.

"Surat astı ve döndü, yanına âma geldi diye." Sanki burada muhataptan başka üçüncü bir şahıstan söz edilmektedir. Bu üslupta şöyle bir incelik sezilmektedir. Burada sözkonusu olan konu yani Allah'ın hoşnutsuzluğu direk olarak yüce Allah peygamberine ve sevgilisine yöneltmek istememektedir, O'na şefkatinden ve merhametinden dolayı. Böyle hoş olmayan bir ifadeyi O'na yöneltmeyi ikramından dolayı uygun bulmamaktadır.

Ardından azarlamanın kendisinden kaynaklandığı işe işaret edildikten sonra ifade yön değiştiriyor. Hitap şeklinde bir azara dönüşüyor. Bir ölçüde yumuşak bir ifade ile başlıyor. "Ne bileceksin belki o arınacak. Yahut öğüt alacak da bu öğüt kendisine fayda verecek." Nereden bileceksin o büyük iyiliğin gerçekleşeceğini? Senin elindeki iyiliğe istekli olarak gelen bu fakir ve âma adamın arınmak istediğini. Kalbinin uyanarak öğüt alacağını ve bu öğütün kendisine yarayacağını. Bu kalbin Allah'ın nuru ile aydınlanacağını, göğün aydınlığını karşılayacak yeryüzündeki bir aydınlık kulesine dönüşeceğini. Sen nerden bileceksin? Bu hidayete açılan her kalbin içinde iman gerçeği yerleştiğinde meydana gelen bir olgudur ve Allah'ın terazisinde ağır basan, büyük önemi olan da budur.

Sonra azarın ibresi yükseliyor. Üslup ağırlaşıyor. Azarlamaya yol açan işin gerçekten Hayret verici bir iş olduğu dile getiriliyor. "Kendisini yeterli görüp tenezzül etmeyene gelince sen ona yöneliyorsun. Onun arınmamasından sana ne? Fakat koşarak sana gelene Allah'tan korkarak gelmişken sen onunla ilgilenmiyorsun." Sana ve dinine karşı üstünlük taslayan getirdiğin hidayete, iyiliğe, aydınlığa ve temizliğe ilgi duymayan adama gelince, sen ona ilgi gösterip kendisine önem veriyorsun. Hidayete gelmesi için uğraşıyorsun. Senden yüz çevirdiği halde sen habire ona mesajını takdim ediyorsun! Onun arınmamasından sana ne? Eğer o pisliği ve kiri içinde kalmak istiyorsa bu seni ne ilgilendirir? Sen onun günahından hesaba çekilmeyeceksin, onunla üstün gelmeyeceksin, onun desteğiyle ayakta değilsin. "Fakat koşarak sana gelene" seni seçerek ve sana itaat ederek "Allah'tan sakınarak" ve günahlardan sakınarak gelene "sen onunla ilgilenmiyorsun!" iyiliği ve takvayı dileyerek gelen inanmış adamla ilgilenmemek boş işle uğraşmak diye adlandırılıyor. Bu ise ağır bir nitelemedir.

Ardından azarın ibresi biraz daha yükseliyor. Kesin red ve sert tepki sınırına ulaşıyor. "Asla olamaz." Bu ifade bu ortamda gerçekten dikkatle üzerinde durulması gereken bir hitap şeklidir.

Sonra bu davanın gerçekliği, yüceliği, büyüklüğü ve üstünlüğü açıklanıyor. Hiç kimseye, hiçbir desteğe ihtiyacı olmadığı belirtiliyor. Bu dava bizzat kendisine yönelenlere sadece kendisini isteyenlere yönelmelidir. Bu istekli insanın dünya ölçülerindeki değeri ve konumu ne olursa olsun. "Kur'an ayetleri birer hatırlatmadır, öğüttür. Dileyen O'nu düşünüp öğüt Alır. O sahifeler içindedir. Değerli ve şanlı, yükseltilen ve temiz tutulan sahifeler de. Bunlarda taşıyıcıların ellerindedir. Allah katında değeri olan çok iyi yazıcı ve taşıyıcıların." O her yönü ile değerli, şereflidir. Sahifelerinde şereflidir, bu tertemiz sahifeleri melekler yüceler aleminden alıp yeryüzündeki seçilmiş insanlara ulaştırmak için taşıyıp getirmektedir. Onu getiren meleklerde onurlu ve arınmıştırlar. Dolayısıyla o her yönüyle, kendisi ile ilgili her açıdan şanlı tertemizdir. Uzaktan yakından bununla ilgili olan herşeyde öyle. Ve o gerçekten çok değerlidir. Kendisine ihtiyaç duymadıklarını açıkça söyleyen ondan yüz çeviren kimselere takdim edilmez. O sadece değerini bilenler ve O'nunla arınmak isteyenler içindir.

İşte ölçü budur. Allah'ın ölçüsü, değerlerin ve ölçülerin kendisi ile ölçüldüğü insanların ve konumların kendisi ile takdir edildiği kriter budur. İşte söz budur, Allah'ın sözü. Her sözün, her hükmün ve her ölçünün gelip kendisine dayandığı söz.

Peki bu ilke nerede ve ne zaman belirleniyor? Mekke'de. islamın mesajının itildiği ve Müslümanların azınlıkta olduğu Mekke'de. Sonra bu büyüklerle ilgilenme kişisel bir çıkardan kaynaklanmıyor. Fakir bir âma ile ilgilenmekte kişisel bir değerlendirmeden gelmiyor. Herşeyin başı da sonu da davadır burada. Eni sonu davadır bunun. Fakat İşte davanın kendisi de bu ölçünün kendisidir. Bu değerlerin kendileridir. Dava bu ölçüyü ve bu değerleri insanlığın hayatına yerleştirmek için gelmiştir. Bu nedenle bu ölçünün ve bu değerlerin belirlediklerinin dışında hiçbir şeyle onurlandırılamaz, güçlendirilemez, zafere götürülemez.

Daha öncede belirttiğimiz gibi bu tespit az önce sözü edilen kişisel olaydan ve onu ilgilendiren konusundan çok kapsamlı ve çok önemlidir. Burada belirlenen ilke insanların değerlerini ve ölçülerini yerden değil, gökten almalarıdır. Yeryüzünün kriterlerinden değil, göğün kriterlerinden almalarıdır. "Sizin Allah katında en değerliniz takvası en ileri olanınızdır." Allah katında en değerli olan ebetteki korunmaya, önem verilmeye ve ilgi duyulmaya en çok uygun olan kimsedir. isterse bu insan insanların yeryüzündeki hayatlarının baskısı altında oluşan ve dünyadaki konumlarına göre farklılık gösteren insanların Alışageldikleri soy, güç ve mal gibi değerlerinden, ölçülerinden ve daha akla gelen başka değerlerden tamamen soyutlanmış olsun. Zira bu değerler imandan ve takvadan soyutlandığı zaman hiçbir anlam ifade etmezler. Bunlar iman ve takva uğrunda harcandıkları takdirde ancak bir değer ve anlam ifade edebilirler.

İşte bu olay münasebeti ile ilahi direktifin yerleştirmeyi amaçladığı büyük gerçek budur. Zaten Kur'an-ı Kerim metodu gereği bireysel olayları ve dar kapsamlı uygun zeminleri sınırsız gerçeği ve değişmez sistemi ortaya koymak için birer araç olarak kullanır.

Hz. Peygamberin gönlü bu direktif ve azar karşısında üzüntüye boğulmuştur. Bütün gücü ve bütün sıcaklığıyla ona teslim olmuştur. İslam'ın en temel gerçeklerinden biri olması nedeniyle bu hakikatı bütün hayatı boyunca canlı bir şekilde yerleştirmeyi hedeflediği gibi Müslüman cemaatin hayatına yerleştirmeyi de amaçlamıştır.

Hz. Peygamberin bu konudaki ilk hareketi bu olay nedeni ile kendisine gelen direktifi ve azarı açıklaması olmuştur. Bu açıklama gerçekten büyük ve gerçekten takdire şayandır. Peygamberin yaşadığı şartlarda hangi açıdan bakarsak bakalım bir peygamberden başkası bu açıklamayı yapma cesaretini ve samimiyetini kendinde bulamaz.

Evet insanlara işlediği bir hata yüzünden böyle eşsiz bir şekilde ve acı ifadelerle azarlandığını açıklamak ancak bir peygamberin güç yetirebileceği bir iştir. Peygamberden başka bir büyük için bu yanlışı kabul etmesi ve gelecekte onu telafi etmesi bile yeterli olurdu. Fakat peygamberlik başkadır. Onun yasası başka, ilkeleri başkadır.

Bu açıklamayı islam davetinin içinde yaşadığı bu zor şartlar içinde Kureyş'in büyüklerine karşı bomba tesiri yapabilecek böyle bir açıklamayı ancak bir peygamber yapabilir. Zira bu çevre, bu ortam insanların soyları, malları, makamları ve kuvvetleri ile övündükleri ve piyasada bunların dışındaki hiçbir değerin önemsenmediği bir karaktere sahiptiler. Haşimoğlu Abdülmuttalib oğlu Abdullah oğlu Muhammed'e bu ortamda şöyle denmişti: "Bu Kur'an iki şehir halkından büyük bir adama indirilmeli değil miydi?"(Zuhruf 31) Muhammed'in soyu belli idi. Fakat onlar Hz. Muhammed'in peygamberlikten önce bir başkanlığı, kişisel bir liderliği olmaması nedeniyle onun peygamberliğini red edebilecek kadar yanlış değerlere saplanmışlardı! Sonra böyle bir eylemin bu tür bir ortamda göğün vahyinden başka bir yerden kaynaklanması da mümkün değildi. Bunun yerden kaynaklanması özellikle bu zamanda bu yerden fışkırması olacak şey değildi.

İşte bu, bu kadar önemli bir ilkeyi yoluna koyan göğün gücüdür. Bu ilke Hz. Peygamberin gönlü aracılığıyla onun etrafındaki çevreye yayılmıştır. Güçlü, köklü ve sağlam bir şekilde olaya yerleşmiştir. Müslüman ümmetin hayatında uzun devirler boyunca varlığını sürdürmüştür.

Bu insanlığın bütün karakterleri ile doğuşu gibi yeniden doğması kadar önemli idi. Değer bakımından ondan çok daha yüce ve büyük bir anlam ifade ediyordu. İnsanın teorik ve pratik olarak gerçekten yeryüzünden kaynaklanan her türlü değerlerden kurtulması, onlara karşı özgür hale gelmesi, gökten inen başka değerlere bağlanması, yeryüzünün tüm değerlerinden, ölçülerinden, kriterlerinden, pratik şartlarından baskısı ve ağırlığı bulunan gerçeğe dayalı bağlarından ete, damara, kana ve duygulara karışan tüm yeryüzü ilkelerinden, bağlarından koparılması ve ayrılması sonra bu yeni değerlerin herkes tarafından anlaşılması kabul görüp uygulanması gerçek bir yeniden doğuşu ifade ediyordu. Hz. Peygamberin bizzat kendi gönlünün dahi bu noktada olgunlaşması için uyarıya ve direktife ihtiyaç duyması, onca büyük gerçeğe ulaşması. Ve bu büyük gerçeğin Müslümanlığın vicdanında apaçık bir gerçeğe Müslüman toplumun hukukunda temel bir ilkeye dönüşmesi ve uzun asırlar boyunca Müslümanların hayatında yankısını bulan islam toplumundaki hayatın temel gerçeklerinden biri haline gelmesi elbette ki bir yeniden doğuş demekti.

Biz dahi bugün bu yeni doğuşun gerçekliğini yeteri kadar kavrayabilmiş değiliz. Zira biz gönüllerimizde ve vicdanlarımızda bu özgürlük gerçeğini somut biçimde şekillendiremiyoruz. Yeryüzünden kaynaklanan konumların ve bağlılıkların oluşturduğu değerler, ölçüler ve kriterler öyle ezici bir ağırlıktadır ki "ilericilik!" iddiasında bulunan bazı felsefi ekoller yeryüzünün bu değerlerini veya bunlardan birini, yani ekonomik düzenlemeyi insanın bütün bir gidişatını inançlarını, sanatlarını, edebiyatını, yasalarını, geleneklerini ve hayata ilişkin düşüncelerinin tümünü belirlediğini sanmışlardır. Nitekim insanın iç dünyasının gereklerinden ve hayatın gerçeklerinden haberi olmayan azgın bir cahillik içinde ve dar bir açıdan olayları değerlendiren tarihi maddecilik ekolünün tarih iddialarında olduğu gibi!

Değerlerin bu şekilde düzenlenmesi gerçekten bir mucizedir. O zamanda ve o şartlarda islamın eli ile gerçekleşen insanın yeniden doğuşu mucizesidir.

Bu doğuştan itibaren evrensel çaptaki bu büyük olayla beraber gelen değerler egemen olmuştur. Fakat mesele Arap toplumunda ve Müslümanların kendi işlerinde bile o kadar kolay ve basit değildi. Fakat Hz. Peygamber Allah'ın iradesi ile ve kendisinin Kur'an'ın değişmez direktifleri karşısındaki ataklığından ve sıcaklığından kaynaklanan uygulamaları ve yönlendirmeleri ile bu gerçeği gönüllere ve hayata ekip yerleştirmeyi iyice kökleşip dal budak salması ve uzun asırlar boyunca işi tersine çevirme girişiminde bulunan etkenlerin ve faktörlerin tümüne rağmen Müslüman cemaatin hayatı şenlendirmesi için başında beklemiş ve onu titizlikle koruyabilmiştir.

Hz. Peygamber bu olaydan sonra ibni Ümmü Mektub'a iltifat eder ve onu korurdu. Gördüğü her yerde ona şöyle derdi: "Hakkında Rabbimin beni azarladığı adam. Hoş geldin, merhaba:' Hz. Peygamber ayrıca onu hicretten sonra iki kere Medine'ye kendisinin vekili tayin etmiştir.

Yeryüzü kaynaklı dünya değerlerinden ve şartlarından kaynaklanan toplumsal çevrenin ölçülerini ve değerlerini ayak altına Alıp çiğnemek için Hz. Peygamber halasının kızı Zeynep binti Cahş Esedi'yi azadlısı Zeyd bin Harise ile evlendirmiştir. Evlilik ve hısımlık gerçekten önemli ölçüde hassas bir konudur. Özellikle de Arap toplumunda bu mesele daha da hassasiyet taşıyordu.

Bundan önce hicretin ilk yıllarında Müslümanları kardeş yaparken amcası Hamza ile azadlısı Zeyd'i Halid bin Ruveyha Has'ami ile Bilal İbni Rebah'ı kardeş yapmıştır. Mute savaşında Zeyd'i komutan tayin etmiştir. O'nu başkomutan yapmıştır. ikinci komutan Cafer ibni Ebu Talip'tir. Üçüncü komutan Abdullah bin Revaha Ensari'dir. Zeyd, Halid ibni Velid'in de içinde bulunduğu ensar ve muhacirlerden oluşan üç bin kişilik bir ordunun başına tayin edilmiştir.

Hz. Peygamber bizzat kendisi bu orduyu yolcu etmiştir. Bu savaşta her üç komutan da şehid olmuştur. (Allah hepsinden razı olsun.)

Hz. Peygamberin yaptığı son işlerden biri de Üsame ibni Zeyd'i Bizans'a karşı savaşacak bir orduya komutan tayin etmesidir. Bu orduda ensar ve muhacirlerden büyük bir kesim yer almıştır. iki özel dostu, iki veziri ve Müslümanların görüş birliği ile ondan sonraki iki halifesi Ebu Bekir ve Ömer'de bu ordunun içindedir. Onların içinde Kureyş'in en erken islamı kabul eden ve Hz. Peygamberin yakın dostu Saad İbni Ebi Vakkas da vardı.

Genç yaşta ordu komutanı tayin edilen Üsame hakkında bazı insanlar ileri geri konuşmuştu. ibni Ömer (Allah ikisinden de razı olsun) bu konuda der ki: Hz. Peygamber bir ordu hazırladı ve başına Üsame ibni Zeyd'i komutan tayin etti. Bazı insanlar onun komutan tayin edilmesini eleştirdiler. Hz. Peygamber buyurdu ki: "Eğer siz onun komutanlığına dil uzatırsanız garipsemem. Çünkü siz daha önce onun babasının da komutan tayin edilmesini eleştirmiştiniz. Allah'a yemin ederim ki bu adam komutanlık için yaratılmıştır. Ona en layık olan kimsedir. O insanlar içinde en çok sevdiğim kimselerden biridir, buyurmuştur."(Buhari, Müslim, tirmizi)

Selmani Farisi hakkında birtakım sözlerin ortaya çıkması ve insanların Farsçılık ve Arapçılıktan söz etmeleri dar kapsamlı, ulusçu telkinlerin ortaya çıkması üzerine Hz. Peygamber bu konuda kesin tavrını ortaya koyarak bu anlayışı bir çırpıda kesip attı ve şöyle buyurdu: "Selman bizdendir. Bizim ailedendir." (Taberani, Hakim) Böylece göğün değerlerini ve ölçüsünü onların kendileri ile övündükleri soy ufuklarının önüne geçirdi. Duyarlılıkla bağlı bulundukları dar soyculuğun sınırlarını aştı ve onu doğrudan kendi ailesinden saydı.

Ebuzer Gifari ile Bilal ibni Rebah arasında Ebuzer'in dilinin sürçmesi neticesinde "Ey kara kadının oğlu" cümlesi ile bir soğukluk meydana geldiğinde Hz. Peygamber buna çok öfkelenmiş ve bu öfkesini ağır ve korkunç bir ifade ile Ebuzer'in yüzüne vurmuştur: "Ey Ebuzer! Bardağı taşırdın. Beyaz kadının oğlunun, siyah kadının oğluna hiçbir üstünlüğü yoktur." (İbni Mübarek Elbir Vessela`da az bir değişiklikle rivayet etmiştir.) Böylece peygamber işi kökünden halletmiştir. Ya islam, ya cahiliyye islam göğün değerleri göğün ölçüleridir. Cahiliye ise yeryüzü kaynaklı değerler ve yeryüzü kaynaklı ölçülerdir.

Hz. Peygamberin bu güzel sözü bütün sıcaklığı ile Ebuzer'in hassas kalbine ulaştı. Ebuzer son derece etkilendi ve üzüldü. Alnını yere koydu ve Bilal alnına basmadığı müddetçe kafasını yerden kaldırmayacağına yemin etti. Böylece söylediği büyük sözün günahını temizlemek istiyordu. Bilal'in kendisi ile yükseldiği değer kazandığı ölçü göğün ölçüsü idi. Ebu Hureyre'den gelen rivayette deniyor ki: Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Ey Bilal! islamda kendi kendine yaptığın işin en üstününden, en güzelinden söz et bana. Çünkü ben bu gece cennette senin ayak seslerini işittim:' Bilal de şöyle dedi: "islamda en çok yararını umduğum iş gece olsun, gündüz olsun tam bir abdest aldığımda, temizlendiğimde bu abdestle Allah'ın bana verdiği İmkan ölçüsünde mutlaka bir kaç rekat namaz kılmamdır." (Buhari, Müslim)

Hz. Peygamber yanına gelmek için izin isteyen Ammar ibni Yasir'e şöyle dedi: "Ona izin verin gelsin. Temiz ve arındırılmış insan hoş geldin." (Tirmizi) Yine onun hakkında "Ammar iliklerine kadar imanla doludur" buyurmuştur. (Nesei) Huzeyfe'den (Allah ondan razı olsun) gelen rivayette Peygamberin şöyle dediği ifade ediliyor: Sizin aranızda daha ne kadar kalacağımı bilemiyorum. Ebu Bekir ve Ömer'e işaret ederek benden sonraki iki kişiye uyunuz. Ammar'ın izinden gidiniz. ibni Mesud'un size söylediklerini tasdik ediniz. (Tirmizi)

Medine'li olmayan insanların ibni Mesud'u Hz. Peygamberin ailesinden sanırlardı. Ebu Musa (Allah ondan razı olsun) der ki: Ben ve kardeşim Yemen'den geldik. Bir süre Medine'de kaldık. ibni Mesud ve annesini Hz. Peygamberin aile fertlerinden görüyorduk. Çünkü onlar Hz. Peygamberin yanına o kadar çok girip çıkıyorlardı ki, O'na o kadar bağlılardı ki biz onları akraba sandık. (Buhari, Müslim, Tirmizi)

Azadlı kölelerden biri olan Cüleybib için Hz. Peygamberin bizzat kendisi onu Ensar'dan bir kadınla evlendirmek için uğraşmış, kendisi ona kız istemeye gitmiştir. Kızın anne-babası kabul etmeyince kız şöyle demiştir: "Siz Hz. Peygamberin emrini geri mi çevirmek istiyorsunuz? Eğer o buna razı olmuşsa dediğini yapın. Beni ona verin." Bunun üzerine anne-babası da razı olmuş ve Cüleybib'i kızları ile evlendirmişlerdir. (İmam ahmed`in Müsned`inde Enes`ten gelen bir hadis)

Evliliğinden kısa bir dönem sonra şehid edildi Cüleybib. Şehid edildiği bu savaşta Hz. Peygamber onu bizzat kendisi aramıştır. Ebu Berze Eslemi'den (Allah ondan razı olsun) gelen rivayette deniyor ki: Hz. Peygamber bir savaştaydı. Yüce Allah ona savaşmadan zafer bağışladı. Bundan sonra Hz. Peygamber: "Aranızda göremediğimiz kimse var mı?" diye sordu. Evet; falanı, falanı ve falanı göremiyoruz dediler. Hz. Peygamber tekrar: "Aranızda göremediğiniz kimse var mı?"diye sordu. Evet; falanı, falanı ve falanı göremiyoruz, dediler. Hz. Peygamber üçüncü olarak "Aranızda göremediğiniz kimse var mı?" diye sordu. Hayır, dediler. Hz. Peygamber bunun üzerine "Ama ben Cüleybib'i göremiyorum" buyurdu. O'nu aramaya koyuldular. Öldürdüğü kişinin yanında onu da ölü buldular. Hz. Peygamber gelip başında durdu: "Yedi kişiyi öldürmüş, sonra O'nu öldürmüşler. Bu adam bendendir ben de O'ndanım" buyurdu. Sonra O'nun ölüsünü kucakladı. Rasulullah'ın iki elinden başka bu adamın bir tabutu olmadı. Mezarını kazdılar ve Resulallah O'nu bizzat kendisi kabrine koydu. Bu rivayette yıkandığından söz edilmemiştir.(Müslim)

Bu ilahi yönlendirme ve peygamberin sergilediği bu uygulama ile insanlık böyle eşsiz bir şekilde yeniden doğuyordu. Yeryüzünde yaşadığı halde dünyanın bağlarından sıyrılmış, özgürleşmiş bir halde değerlerini ve ölçülerini gökten alan Rabbani toplum yeşermeye başladı. İşte bu islamın en büyük mucizesi idi. Ancak Allah'ın iradesi ile ve peygamberin çalışması ile gerçekleşebilecek bir mucize. O mucizenin kendisi dahi bu dinin Allah katından geldiğini ve onu insanlara getiren kişinin peygamber olduğunu açık bir şekilde belgelemektedir.

İslamın Allah tarafından belirlenen bir güzelliğinde bir planın gereği olarak Hz. Peygamberden sonra en yakın dostu Ebu Bekir'i ve ikinci derecedeki en yakını Ömer'i O'nun yerine halife getirmesi idi. Çünkü bu dinin karakterini en iyi kavrayan Hz. Peygamberin yoluna, izine en fazla bağlı olan, O'na uyum sağlayan bu seçkin şahsiyetlerdi. Peygamberin sevgisine yol açacak işleri ve attığı adımları en iyi takib edecek kimselerdi.

Hz. Ebu Bekir dostu olan Hz. Peygamberin Üsame'nin komutan tayin edilmesi yolundaki isteğini yerine getirmiştir. Seçildikten hemen sonra yaptığı ilk iş Hz. Peygamberin hazırladığı ordunun başına Üsame'nin getirilişini onaylayarak bu konudaki peygamberin emrini yerine getirmesidir. Medine'nin dışına kadar bizzat kendisi O'nu uğurladı. Üsame binek üzerinde Hz. Ebu Bekir ise yaya yürüyordu. Genç yaşta olan Üsame kendisinin binek üzerinde bulunmasından utanç duyuyor ve diyordu ki: Ey Allah elçisinin halifesi! Ya sen de bineğe binersin, ya da bende inerim. Halife de şöyle yemin ediyordu: Allah'a yemin ederim ki sen inmeyeceksin ve yine Allah'a yemin ederim ki ben de binmeyeceğim. Bir süre Allah yolunda ayaklarımın tozlanmasında ne sakınca var ki?

Sonra Ebu Bekir halifeliğin ağır yükünü omuzladığından Hz. Ömer'e ihtiyacı olduğunu hissetti. Fakat Ömer Üsame ordusunda bir askerdi. Komutan ise Üsame idi. Dolayısı ile komutandan Hz. Ömer'i Medine'de bırakmak için izin almak gerekiyordu. Halife başkomutana düşüncesini şu tatlı ifade ile dile getirdi: "Eğer Ömer'i vererek bana yardımcı olmayı uygun görürsen yardımcı ol:' Aman Allah'ım! Eğer bana yardım etmeyi uygun görürsen yardım et... Bunlar gerçekten yüce, çok yüce ufuklardır. İnsanlar ancak Allah'ın iradesi ile Allah tarafından gönderilen bir peygamberin eğitimi ile ancak bu ufuklara yükselebilirler. Ardından zamanın çarkı dönüyor. Ömer ibni Hattab halife oluyor. Ammar İbni Yasir'i Kufe'ye vali tayin ediyor. Ömer'in önünde Süheyl İbni Amr, ibni Haris, İbni Hişam, Ebu Süfyan İbni Harb ve Mekke'nin fethi sırasında kendisine ilişilmeden serbest bırakılan Kureyşin büyüklerinden bir topluluk kapısında duruyor. Ömer, onlardan önce Süheyl'i ve Bilal'i içeri Alıyor. Çünkü bunlar islama ilk sarılanlar ve Bedir savaşına katılanlardandır. Burada Ebu Süfyan'ın burnu şişiyor. Cahiliye öfkesi ve tepkisi ile diyor ki: "Bugün gibisini hiç görmedim. Bu köleleri içeri Alıyor da bizi kapısında bekletiyor" Gönlüne islamın hakikatı yerleşmiş olan arkadaşı ona diyor ki: "Efendiler Allah'a yemin ederim ki ben sizin yüzünüzdeki hiddeti ve öfkeyi görüyorum. Eğer ille de öfkelenecekseniz kendi kendinize öfkeleniniz. Onlar da islama çağrıldılar, siz de. Ama onlar hemen kabul ettiler, siz ise geç kaldınız. Eğer kıyamet gününde onlar çağrılıp siz çağrılmazsanız haliniz nice olur."

Hz. Ömer Üsame ibni Zeyd'e Abdullah İbni Ömer'den daha fazla bir maaş ayırmıştır. Oğlu Abdullah kendisine bunun hikmetini sorduğunda O'na şöyle demiştir: "Evladım! dedi. Zeyd Hz. Peygamberin katında senin babandan daha sevimli idi. Üsame'de Hz. Peygamberin katında senden daha sevimli idi. Bu nedenle ben Hz. Peygamberin sevgisini kendi sevgime tercih ettim." (Tirmizi)

Hz. Ömer, bu sözü söylerken Hz. Peygamberin sevgisini göğün kriteriyle ölçüldüğünü çok iyi biliyordu.

Hz. Ömer Ammar'ı soylu bir aileden olan ve muzaffer bir komutan olan Halid bin Velid'i teftişe gönderiyor. Ammar O'nu babası ile, başka bir rivayete göre ise sarığının bezi ile Halid'i bağlıyor. Soruşturma sona erip suçsuzluğu ortaya çıkıncaya kadar böyle kalıyor. Sonra kalkıyor. Kendi elleriyle bağlarını çözüyor ve sarığını başına sarıyor. Ve Halid herşeye rağmen bunda hiçbir sakınca görmüyor. Çünkü Ammar Rasulullah'ın en yakın dostu, islamın ilk fedailerindendi ve Resulallah O'nun hakkında övücü sözler söylemişti.

Hz. Ömer, Hz. Ebu Bekir'den söz ederken diyor ki: "O bizim efendimizdir. Efendimizi azad etmiştir." Azad edilen efendi ile Bilal'i kastediyor. Bilal Ümeyye İbni Halefin kölesi idi. Ümeyye O'na çok işkence ediyordu. Hz. Ebu Bekir Bilal'i ondan satın alarak azad etti. İşte bu nedenle Ömer İbni Hattab Bilal'den söz ederken efendimiz diyor!

Aynı Ömer şunları da söylüyor: "Eğer bugün Ebu Huzeyfe'nin azadlı kölesi Salim sağ olsaydı onu halife adayı olarak gösterirdim" demektedir. Halbuki aynı Ömer o zaman sağ olan Hz. Osman'ı, Hz. Ali'yi, Talha ve Zübeyr'i halife adayı olarak gösteremiyor. Kendisinden sonra işi altı kişilik şûra'ya bırakıyor. Belli bir kişiyi bizzat kendi eliyle halife adayı gösteremiyor!

Ali İbni Ebu Talib (Allah onun yüzünü ağartsın) Ammar'ı ve oğlu Hasan'ı Küfelilere gönderiyor. Kendisi ile Hz. Aişe arasında çıkan anlaşmazlık nedeni ile onları savaşa çağırıyor. Bu arada diyor ki: Ben şüphesiz biliyorum ki Hz. Aişe Peygamberimizin dünya ve ahiretteki hanımıdır. Fakat yüce Allah Peygambere mi yoksa O'nun eşine mi uyacağınız konusunda sizi sınamaktadır.(Buhari) Bunun üzerine müminlerin annesi ve Ebu Bekir Sıddık'ın kızı Hz. Aişe konusunda insanlar Hz. Ali'nin sözüne uyuyorlar.

Bilal ibni Rebaha islamdaki kardeşi Ebu Ruveyha Has'amiye Yemenli bir kadınla evlenmek için kardeşinin aracılık yapmasını rica ediyor. Bilal Yemenlilere der ki; ben Bilal ibni Rebah'ım. Bu da kardeşim Ebu Ruveyha'dır. Ahlaki ve dini duyarlılığı pek iyi değildir. Eğer kızınızı O'na vermek isterseniz veriniz. Yok vermek istemezseniz siz bilirsiniz. Bilal onları aldatmıyor, kardeşinin hiçbir şeyini gizlemiyor. Bu arada kendisinin aracı olduğu, söylediği şeyler hususunda Allah katında sorumlu olduğunu unutmuyor. Yemenliler bu dürüstlük karşısında gönül huzuruna kavuşuyorlar ve kardeşini evlendiriyorlar. Soylu bir aileden olan bu Araba Habeşistan'lı azadlı köle Bilal'in aracılık yapmasını yeterli buluyorlar!

İşte bu büyük gerçek islam toplumunda yerleşmiştir ve pek çok engelleyici, olumsuz etkenlere rağmen uzun dönemler boyunca varlığını sürdürmüştür. Abdullah İbni Abbas'tan söz edildiğinde O'nunla birlikte azadlı kölesi İkrime'den de söz edilirdi. Abdullah ibni Ömer'den söz edildiğinde azadlı kölesi Nafi'den de söz edilirdi. Enes ibni Malik'ten bahsedildiğinde azadlı kölesi ibni Sirin'den de söz edilirdi. Ebu Hureyre'den laf açıldığında azadlı kölesi Abdullah ibni Hürmüz'den de bahsedilirdi. Basra'da Hasan-ı Basri, Mekke'de Mücahid İbni Cebr, Ata İbni Rebah ve Tavus ibni Keysan fakihleri oluşturuyorlardı. Ömer ibni Abdülaziz döneminde Mısır'da Denkal'dan siyah bir azadlı köle olan Yezid İbni Ebi Hadib fetva makamına tayin edilmişti.

Göğün terazisi takva ehlini her zaman öne çıkarmıştır. İsterse onlar yeryüzünün tüm değerlerinden soyutlanmış olsunlar. Kendilerinin gözünde ve etraftaki insanların gözünde onlar en üstün kimselerdir. Bu terazi yeryüzünden gerçekten çok yakın bir dönemde kaldırıldı. Cahiliyenin bütün yeryüzünü kuşatan kapsamlı egemenliğinden sonra bu kriter değerini yitirdi. Ve insan batılı devletlerin lideri konumundaki Amerika'da bankada biriken dolarları ile değerlendirilmeye başlandı. Doğu devletlerinin lideri olan Rusya'da egemen materyalist felsefede ise insanın bir makine kadar değeri yoktu. Müslümanların yurduna gelince, burada da islamın söküp atmak için geldiği eski cahiliye egemenliği oluştu. İslamın kökünü kazıdığı sloganlar, düşünceler yayılmıştı. Bu ilahi ölçü çiğnenmiş, iman ve takva ile ilgisi olmayan ve basit, yalın cahili değerlere dönülmüştü.

Bugün bütün bir insanlığı bir kere daha cahiliyeden kurtarmak için islam davasına sarılmaktan başka bir ümit ışığı yoktur. insanlık islamın çağrısı ile yeniden doğmalı. Tıpkı birinci yeni doğuşunda olduğu gibi. Nitekim surenin girişinde anlatılan bu olay bu yeniden doğuşu açıklıyordu. Hem de kısa kesin ve derin çizgileri ortaya koyan ayetlerle bu yeniden doğuş dile getiriliyordu.

Surenin bu ilk bölümünde anlatılan olayın hemen ardında gelen yorumda bu gerçek kesin biçimde yerleştirildikten sonra ikinci bölümde surenin akışı insana yönelmektedir. Doğru yoldan yüz çeviren, imana ihtiyaç duymayan, Rabbine yapılan çağrıya üstten bakan insanın bu tutumuna Hayret ediliyor. Tutumuna ve inkarına Hayretle bakılıyor. Çünkü o varlığın kaynağını ve yetişmesinin aslını hatırlamıyor. Dünya ve ahiretteki yaradılışında ve gelişmesinin her aşamasında Allah'ın kendi üzerindeki ihsanı, lütfunu ve hakimiyetini görmüyor. Kendini yaratan, koruyan ve hesaba çekecek olan Allah'a karşı görevini yerine getirmiyor:

17- Kahrolası insan ne kadar da nankördür.

18- Allah onu hangi şeyden yarattı.

19- Nutfe (sperm) den. Onu yarattı ve ona biçim verdi.

20- Sonra ona yolu kolaylaştırmıştır.

21- Sonra onu öldürdü, kabre koydurdu.

22- Sonra dilediği zaman onu yeniden diriltti.

23- Hayır, insan hala Allah'ın kendisine emrettiğini yapmadı.

"Kahrolası insan!" Çünkü o Hayret verici işleriyle kahrolmayı hak etmektedir. Bu ifade biçimi onun yaptığı işin dehşetini, çirkinliğini ve kötülüğünü ifade etmektedir. Ayrıca onun çirkinliği ve kötülüğü yüzünden ölümü gerektirecek cinayetler işlediği dile getirilmektedir.

"Ne kadar inkarcıdır o!" Kafirliği ve inkarcılığı ne de katıdır. Yaradılışının ve gelişmesinin gereklerini ne de çok reddetmektedir, tanımamaktadır. Eğer bu gereklere riayet etseydi yaratıcısına şükreder, dünyada alçak gönüllü olur, ahiretini hatırlardı.

Yoksa o neye dayanarak büyükleniyor, yüz çeviriyor ve ihtiyaç duymuyor. Onun aslı nedir ki, kaynağı nedir ki?

"Allah onu hangi şeyden yarattı?"

Onun aslı yalın, alçak gönüllü bir köktendir. Bütün değerini Allah'ın lütfundan ve nimetinden, takdirinden ve planından almaktadır.

"Nutfe (sperm)den. Onu yarattı ve ona biçim verdi."

Hiçbir değeri olmayan bu şeyden ve hiçbir ağırlığı bulunmayan, dayanağı olmayan bu asıldan yarattı. Fakat onun yaratıcısı ona biçim verdi. Güzelce herşeyini düzenledi. Sağlam bir yapı olarak onu takdir buyurdu. Kendi bağışından ona bir değer, bir kıymet kazandırdı. Böylece o eli ayağı düzgün bir yaratık oldu. Şerefli bir varlık konumuna geldi. Bu alçak aslından onu yüksek makama çıkardı. Yeryüzünü içindeki tüm varlıklarla onun emrine verdi.

"Sonra ona yolu kolaylaştırmıştır."

Hayat yolunun veya hidayet yolunun imkanlarını önüne serdi. Bünyesine yerleştirdiği özellikler ve yeteneklerle yaşamını kolaylaştırdı. Hem hayat sürecini hem de hidayet yolunu önüne yaydı.

Yolculuk sona erene kadar. Her canlının ister istemez ve çaresiz olarak gelip dayanacağı, varacağı sona yetişene kadar.

"Sonra onu öldürdü ve kabre koydurdu."

Demek ki onun en sondaki durumu, en baştaki durumu gibidir. Dilediğinde onu hayata çıkaran ve dilediğinde hayatını sona erdirenin elindedir her şey. İşte bu kudret eli onun son sığınağını yeryüzünün bağrında hazırlamıştır. Bunun için bir ikram ve bir korumadır. Çünkü onun kendi halinde çürümesini ve kırılıp un ufak olmasını yasa haline getirmemiştir. Onun fıtratını ölüsünü saklamayı ve kabre koyma arzusunu yerleştirmiştir. İşte bu da yüce Allah'ın ona yönelik planı ve takdirinin bir parçası idi.

İnsan Allah'ın dilediği zaman gelip çatıncaya kadar toprağın bağrında kalacaktır. Allah'ın emri gelince tekrar onu hayata döndürecek ve yapmak istediğini yapacaktır.

"Sonra dilediği zaman onu yeniden diriltir."

Yani o başı boş bırakılmamıştır. Hesaba çekilmede n yaptıklarının karşılığını almadan çekip gidecek te değildir. Bu iş için hazırlandığını, bu yetenekte yaratıldığını görmüyor mu?

"Hayır insan hala Allah'ın kendisine emrettiğini yapmadı."

İnsan bütün bireyleri ile bütün nesilleri ile insan genel olarak hayatının son demine kadar Allah'ın emrini hakkıyla yerine getiremeyecektir. İşte Lemma edatı ile cümlenin verdiği mesaj budur. Hayır o kusurludur, eksiktir. Görevini hakkı ile yapmamıştır. Aslını ve yetişmesini gerçek anlamda hatırlayıp üzerinde düşünmemiştir. Kendisini yaratana doğru yolu gösterene, koruyana karşı hakkı ile şükür görevini yerine getirmemiştir. Hesap ve ceza gününe hazırlık niteliğindeki bu dünya üzerindeki göçü sona ermemiştir. İşte insan bütünü ile bundan ibarettir. Buna rağmen çoğunluk yüz çevirip burun kıvırır. Doğru yola karşı üstünlük kompleksine kapılır. Kendini ona muhtaç hissetmez!

Yeni bir bölümde surenin akışı başka bir dokunuşa geçmektedir. Bu yeni dokunuş insanın yaradılışı ve yetişmesi gerçeğidir. insan bu yolculuğu boyunca yemeğine, kendi yiyeceklerine ve hayvanlarının yiyeceklerine bakmaz mı? Bunlar yüce yaratıcı olan Allah'ın kendi hizmetine verdiği nimetlerden sadece bazılarıdır.

24- İnsan yiyeceğine bir baksın.

25-O suyu döktükçe döktük.

26- Sonra toprağı güzelce yardık.

27- Orada bitirdik, taneleri.

28- Üzümler, goncalar,

29- Zeytinler, hurmalar.

30- İri ve sık ağaçlı bahçeler.

31- Meyveler ve çayırlar.

32- Sizin ve hayvanlarınızın yararına.

İşte insanın yiyeceklerinin aşama aşama detaylı hikayesi budur. insan İşte bu nimetlere baksın. Bunlarda kendisinin herhangi bir fonksiyonu var mı? Onların düzenlenmesinde bir yetkisi, bulunuyor mu? Kendisine hayatı kazandıran ve onu en güzel şekilde dile getiren el, yiyeceklerini meydana getiren ve onları harika bir şekilde dile getiren elin kendisidir.

İnsan yiyeceğine bir baksın. Bunlar insana en yakın, yapışık, en vazgeçilmez nimetlerdir. Sürekli olarak gözleri önünde tekrarlanan ve kolayca kendisine sunulan bu vazgeçilmez nimetlere insan bir baksın. Hayret verici bir kolaylıkla meydana gelen bu nimetlerin meydana geliş sürecine baksın. Zira bunların kolayca meydana gelmeleri onlardaki Hayret verici gerçekliği unutturmaktadır. Halbuki bu da insanın yaradılışı ve gelişip yetişmesi gibi bir mucizedir. Attığı her adım onu yaratan kudretin elindedir.

"Biz suyu döktükçe döktük."

Suyun yağmur şeklinde dökülmesi hangi çevrede yaşarsa yaşasın, hangi derecede bilgi deneyimi olursa olsun her insanın bilip tanıdığı bir hakikattır. Bu bir gerçektir. Her insan onunla muhataptır, onunla yüz yüzedir. insanlık bilimde ilerledikçe bu ayetin anlamını daha geniş boyutlarda kavramakta ve eski dönemlerde bilinenin ötesinde bilgiler elde etmektedir. Böylece her insanın gördüğü ve hergün tekrarlanan bu yağmur hakkında insanın bilgisi derinleşmektedir.

Büyük okyanusların meydana gelişine ilişkin şu anki teorilerin doğruya en yakını, bu okyanusların önce gökte üstümüzde oluştukları, sonra yeryüzüne boşandıklarını söyleyen teoridir. Bugün ise okyanuslardan buharlaşan su, yağmur şeklinde yere inmektédir.

Çağdaş bilginlerden biri bu konuda diyor ki; "Eğer yer küresinin güneşten ayrıldığı sıradaki sıcaklığı on iki bin derece civarında idi. Veya yeryüzünün sıcaklık derecesi bu kadardı şeklindeki görüş doğru ise bu demektir ki orada tüm elementler özgür ve bağımsızdır. Bu nedenle önemli kimyasal herhangi bir oluşumun meydana gelmesi mümkün değildi. Yerküresi ya da onu oluşturan parçalar yavaş yavaş soğumaya başlayınca oluşumlar meydana geldi ve tanıdığımız gibi dünyanın hücresi oluştu, darlık oksijen ve hidrojenin birleşebilmesi için sıcaklık derecesinin dört bin dereceye düşmesi gerekiyordu. Bu noktaya gelindiğinde elementler birleştiler. Şimdi bildiğimiz su meydana geldi. Ve yerkürenin semasını kuşattı. Bu sıradan olay gerçekten korkunç büyüklükte meydana gelmiş olmalıdır. Bütün okyanuslar gökte bulunuyordu. Birbiriyle birleşmeyen elementlerin tamamı havada gaz halinde bulunuyorlardı. Atmosferin dış yüzeyinde oluştuktan sonra yere doğru inmeye başladı. Fakat ona ulaşması henüz mümkün değildi. Zira sıcaklık derecesi binlerce mil uzaklıktaki mesafeye oranla yere yaklaştıkça artıyordu. Doğal olarak suyun yeryüzüne ulaştığı tufan zamanı geldi. Ulaşıp buhar şeklinde tekrar yükseliyordu. Okyanusların havada olduğu sıralarda soğumanın ilerlemesi ile meydana gelen taşmalar gerçekten her türlü tahminin üstünde beklenenin çok ilerisinde meydana gelmiştir. Ve bu coşku patlamalarla birlikte devam edip gitmiştir:

Biz Kur'an ayetlerini bu teoriye bağlamasak ta bu teori bizim bu ayetlere ve işaret edilen tarihe ilişkin düşüncelerimizin sınırlarını genişletmektedir. Suyun bardaktan boşanırcasına dökülmesi tarihine bir boyut kazandırmaktadır. Bu teori doğru da olabilir. Yeryüzündeki suyun aslına ilişkin başka teoriler de söz konusu olabilir. Fakat Kur'an'ın hükmü her çevrede ve her nesilde yetişen tüm insanlara hükmedecek niteliğini her zaman korur.

İşte yiyeceğin ilk kıssası budur: "Biz suyu döktükçe döktük." Hiç kimse herhangi bir şekilde bu suyu meydana getirdiğini iddia edemez. Meydana geliş tarihinde veya onun yeryüzüne gönderilmesinde etkisi olduğunu, fonksiyonu olduğunu söyleyemez. Yiyeceğin kıssası bu yolda kendi yasasına göre sürüp gider. Müdahale kabul etmez.

"Sonra toprağı güzelce yardık."

Bu suyun dökülmesinden sonraki aşamadır. İşte bu aşama kendi kudretinden başka bir kudretle, kendi planlamasından başka bir planlama ile suyun gökten yere indiğini, yeri yardığını, toprağının arasına sızdığını seyreden veya yaratıcısının kudreti ile yerin toprağını yaran ve yeryüzünde havaya doğru yükselen bitkinin acizliğine ve cılızlığına rağmen üzerindeki kat kat ağırlığı yararak çıktığını seyreden, idare eden elin ona yeri yardıkça yardığını, yumuşak, nazik ve körpe olan filizlerin toprağa hakim olmasını sağlayan rahmanın elini gören, her ilkel insana bununla hitab edilmesi uygundur. Çünkü bu herkesin gözleri önünde meydana gelen bir mucizedir. Tohumun topraktan çimlenip, filizlenmesini düşünen herkes bu mucizeyi görür. Yumuşacık filizin içinde gizli olan gücün bağımsızlığını, özgürlüğünü hisseder.

İnsanlık bilim alanında ilerlediğinde ise Kur'an'ın bu hükmüne ilişkin düşüncesinde yeni yeni boyutlara erişebilir. Yerin bitkiler için yarılması olayında bizim düşündüklerimizin çok ilerisinde düşüncelere ulaşabilirler. Az önce değindiğimiz bilimsel teorinin işaret ettiği korkunç taşmalar sebebi ile yeryüzünün kabuk kısmındaki kayaların ufalanmaları bugünkü bilginlerin yeryüzünü kaplayan ve kabuğunu oluşturan sert kayaların ufalanmalarına yardımcı olduğunu varsaydıkları pekçok atmosferde etkili faktörleri zamanla yeryüzünde etkine elverişli bir toprak tabakasını oluşturduğu ifade edilmektedir. İşte bu da suyun döküldükçe dökülmesi tarihinde meydana getirdiği suyun yan etkilerinden biridir ve bu Kur'an ayetlerinin değindiği birbirini izleyen olaylarla daha çok uyum sağlamıştır.

İşte bu, ister şu, isterse bunlardan başka birşey olsun, meydana gelen önceki iki ayetin işaret ettiği bu olay sürecin üçüncü aşamasıdır. Bu aşama bütün çeşitleri ve türleri ile bitkilerdir. Burada bu bitkilerin muhataba en yakınlarından insan ve hayvanin en güzel ihtiyaçlarından bazıları zikredilmiştir.

"Orada taneler bitirdik." Bu bütün taneleri kapsamaktadır. İnsanların herhangi bir şekilde yediği taneleri ve hayvanların herhangi bir halde kendisiyle beslendikleri bütün taneleri ile beslenmektedir.

"Üzümler, goncalar."

Üzüm herkesçe bilinen üzümdür. Sebzeler ise taze ve yaş olarak yenen ve peşpeşe koparılan yeşil bitkilerdir.

"Zeytinler, hurmalar, iri ve sık ağaçlı bahçeler, meyveler ve çayırlar."

Zeytin ve hurma her Arabın bildiği meyvelerdir. Tüm bahçeleri kapsamaktadır. Bunlar meyve ağaçlarından oluşan ve etrafı duvarlarla çevrilen bahçelerdir. Ayet-i kerimede geçen "gulben" kelimesi gulebanın çoğuludur. Yani dalları birbirine girmiş büyük ve iri ağaçlar. Meyve ise bahçelerin ürünüdür. Eb kavramı ise hakim kanaata göre hayvanların yiyecekleridir. Hz. Ömer bu kelimenin anlamını sormuş, sonra bu konuda kendi kendini kınamıştır. Nitekim Naziat suresinde bununla ilgili hadisi aktarmıştık. Biz bu konuda başka birşey ilave etmiyoruz.

İşte yiyeceklerin hikayesi budur. Onların hepsi insanı yaratan el tarafından yaratılmışlardır. Herhangi bir aşamada insanlar üzerinde bir etkisi ve gücü olduğunu iddia edemez. Yere ektiği tohumları ve taneleri o yaratmamış ve icad etmemiştir. Başta bunların yaratılması insan düşüncesinin ve kavrayışının çok ötesindedir. Elinin altındaki toprak aynıdır. Fakat taneler ve tohumlar çok çeşitlidir. Her biri yanyana bakınan tarlalarda meyvesini vermektedir. Hepsi aynı su ile sulanmaktadır. Fakat yaratıcı el bitkileri ve meyveleri çeşit çeşit ortaya çıkarmaktadır. Küçücük tohumda kendisini meydana getiren ağacın tüm özelliğini korumakta ve bunları doğurduğu yavrusuna aktarmaktadır. Bunların hepsi insanlardan habersiz olarak meydana gelmektedir. İnsanlar onların sırrını bilmez. işlerine müdahale edemez ve onların işlerinin düzenlenmesinde insanlara danışılmaz.

İşte kudret elinin meydana getirdiği yiyeceklerin hikayesi budur.

"Sizin ve hayvanlarınızın geçimi için."

Belli bir süreye kadar. Bu geçim süresi bir gün sona erecektir. Yüce Allah bu sona erişi hayatı belirlediği günde belirlemiştir. Bu yararlanma döneminden sonra başka bir şey meydana gelecektir. insanlar onu gelmeden önce düşünmelidirler.

33- Kulakları sağır edercesine yüksek o gürültü geldiği zaman.

34- İşte o gün kişi kaçar, kardeşinden,

35- Anasından, babasından,

36- Eşinden ve oğullarından.

37- O gün herkesin başından aşkın işi vardır.

38- Bazı yüzler o gün parıl parıldır.

39- Güleç ve sevinçli.

40- Bazı yüzler o gün tozlanmış.

41- Karanlıklar bürümüştür onları.

42- İşte onlar hayasız pis kafirlerdir.

İşte dünyadaki nimetlerin sonu budur ve uzun takdire kapsamlı tedbire ve insanın yaratılmasında ve yetişmesinde atılan her adıma ve her aşamaya en uygun düşen de budur. Bu sahnede surenin girişi ile uyum sağlayan bir sonuç yer almaktadır. Nitekim girişte bir adam Allah korkusu ile geliyordu. Bir adamda ihtiyaç hissetmiyor ve doğru yoldan yüz çeviriyordu. İşte burada bu her iki adamın Allah'ın terazisindeki değeri ortaya konmaktadır.

Ayet-i kerimede geçen "saahha" sözcüğü etkili ve sert bir musiki tonuna sahiptir. insanın kulak zarını patlatırcasına bir ağırlığı vardır. Ağızdan çıkıp kulağa ulaşıncaya kadar şiddetli bir gürültü ile havayı yara yara yetişmektedir.

Bu sert ve rahatsız edici melodi ile peşinde gelen sahneye zemin hazırlanmaktadır. Bu sahne kişinin kendisine en yakın olan insanlardan bile kaçıp kurtulmaya çalıştığı sahnedir. "O gün kişi kaçar; kardeşinden, anasından, babasından, eşinden ve oğullarından". Kopmayan bağlarla ve sağlam ilişkilerle bağlandığı insanlardan kaçar. Çünkü bu kıyamet ve gürültü bütün bağları ezip geçmekte ve onları birden koparıp atmaktadır.

Bu sahnedeki korku tamamen psikolojik bir korkudur. İnsanı psikolojik olarak ürkütmekte ve onu kaynağından kopardıktan sonra egemenliği altına almaktadır. Şimdi herkes ne hali varsa görmek durumundadır. Herkesin işi başından aşkındır. Herkesin derdi kendisine yeter. Herkes öyle bir uğraş vermektedir ki çaba ve gayretinin bir zerresini dahi geride bırakmamaktadır. "O gün herkesin başından aşkın işi vardır."

Bu ifadelerin ardında gizli olan mesajlar ve bunların arasına yerleştirilen sinyaller gerçekten derindir ve ezip geçmektedir. İnsanın vicdanını ve duygularını meşgul eden bu üzüntü ve kederi tasvir etmek için bu ifadeden daha özlü ve daha kapsamlı bir ifade düşünülemez. "O gün herkesin kendine yeter derdi vardır."

O günde tüm insanların hali endişedir. Korku içindedir herkes. Çünkü kıyamet gelmiştir artık. Sonra müminlerin durumları ile Kafirlerin durumlarını tasvir etmektedir. Cenabı Allah kendi terazisi ile onların değerini ve ağırlığını belirledikten sonraki hallerini gözlerimizin önüne getirmektedir.

"Bazı yüzler o gün parıl parıldır; güleç, sevinçli."

Bunlar, nurlanmış, aydınlanmış, sevinçli, güleç Allah'a yönelmiş yüzlerdir. Rabblerine ümitlerini bağlamışlardır. O'nun rızasını elde ettiklerini hissettiklerinden huzur içindedirler. Bunlar korkunç gürültünün korkusundan ve endişesinden kurtulmuşlar. Bu nedenle ferahlamış, benzi açılmış, güleç ve sevinç dolu hale gelmişlerdir. Veya varacakları yeri öğrenmiş ve gidecekleri yer belli olmuş. Bu nedenle akılları durduran korkudan sonra içleri açılmış ve sevinmişlerdir.

"Bazı yüzler o gün tozlanmış, karanlıklar bürümüştür, onları. İşte onlar günaha batmış kafirlerdir."

Bunlara gelince bunların üzerini de üzüntü ve hüsran tozları kaplamıştır. Zilletin ve büzülmenin karanlığı kendilerini kapatmıştır. Çünkü önceden ne yaptığını bilmektedir ve kendisini bekleyen cezanın ne olduğunu iyiden iyiye anlamıştır. "İşte onlar günaha batmış kafirlerdir:' Yani Allah'a ve peygamberlerine inanmayanlardır. Onun sınırları dışına çıkanlar, yasaklarını çiğneyenlerdir.

Onlar ile onların yüzleri her iki kesimin gideceği yeri tasvir edip çizmektedir. Sözcükler ve ifadelerle tüm özellikleri ve çehreleri gün yüzüne çıkarılmıştır. Kur'an ifadesinin gücü ve ince dikkatli dokunuşları ile bu yüzler sanki somut hale getirilmiştir.

Böylece surenin başı ile sonu uyum içine girmektedir. Giriş ölçü gerçeğini yerleştirmekte sonuç ölçünün neticesini dikte etmektedir. Ve bu kısa sure onca büyük gerçekleri sahneleri ve manzaraları vurguları ve mesajları ile özel bir kişiliğe ulaşmaktadır. Bütün bu özellikleri ile sure bu güzel ince yapısıyla kendisine has kimliğini kazanmaktadır.

ABESE SÜRESİ(MEVDUDİ)

Adı: Surenin ilk kelimesi (Abese) bu sûrenin adı olmuştur.

Nüzul zamanı: Bu sûrenin esbab-ı nüzulu hakkında görüş bildiren müfessir ve muhaddisler, aşağıda zikredilen hâdisenin bu sûrenin nüzuluna neden olduğu konusunda ittifak etmişlerdir.

Birgün Rasûlullah (s.a) Mekke'nin ileri gelenlerine İslâm'ı tebliğ ediyor ve onları ikna edebilmek için oldukça gayret sarfediyordu.. Bu sırada bir âmâ olan Hz. İbn Ummu Mektum (r.a) çıkagelerek, Rasûlullah'tan (s.a.) İslâm hakkında bilgi vermesini istedi. Rasûlullah (s.a) ise, Ummu Mektum'un araya girmesinden hoşlanmayarak yüzünü çevirdi ve bu olay üzerine de Abese Sûresi nazil oldu. Şu nedenlerden ötürü, bu sûrenin nüzul zamanını tespit etmek bizim için kolay olmuştur.

Birincisi, İbni Kesir bu konuyu izah ederken, Ummu Mektum (r.a) için 'Mekke'de İslâm'ı ilk kabul edenlerdendi'; İbn Hacer de, 'Hz. Ummu Mektum (r.a) ilk Müslümanlardandır' demektedirler.

İkincisi, bazı hadîslere göre, o vakitlerde Ummu Mektum (r.a) hâlâ müslüman olmamıştı ama Hakk'a susamış biri olarak İslâm'a sempati duyuyordu. Zaten Rasûlullah'a (s.a) gelişinin nedeni de buydu. Hz. Aişe'nin (r.a) açıklamasına göre Ummu Mektum (r.a), "Ya Rasûlullah, (s.a.) bana doğru yolu göster" demiştir. (Tirmizi, Hakim, İbni Hibban, İbn Cerir, Ebu Yâlâ) Hz. Abdullah İbn Abbas'tan (r.a) rivayet edildiğine göre ise, Ummu Mektum (r.a) Kur'an'ın bir ayetinin anlamını sormak istediğinde, "Ya Rasûlallah! Allah'ın (c.c.) sana öğrettiklerinden bana da öğret" demiştir. (İbni Cerir, İbn Ebî Hatim)

Bu açıklamalar Hz. Ummu Mektum'un (r.a) Hz. Muhammed'i (s.a) Allah'ın (c.c.) Rasûlü olarak kabul ettiğini göstermektedir. Başka bir görüşü temsil eden İbni Zeyd Surenin 3. ayetini (Ne bilirsin belki de o arınacak?) "Ne bilirsin belki de o İslâm'ı kabul edecek?" şeklinde anlıyordu. Nitekim Allah (c.c), 'Ne bilirsin belki de o arınacak? Yahut öğüt alacak ta öğüt kendisine yarayacak' ve 'Fakat koşarak sana gelen, korkarak gelmişken sen onunla ilgilenmiyorsun.' ayetlerini inzal etmiştir. Bu ayetler Ummu Mektum (r.a)'ın içinde şiddetli bir isteğin olduğuna işaret etmektedir. Yine Hz. Muhammed'in (s.a) hidayetin kaynağı olduğuna ve kendisinin de hidayeti ancak onun yardımıyla bulabileceğine inanmış olduğu aşikârdır. Onun bu hâli kendisine tebliğ yapıldığı takdirde, bu tebliğden istifade edeceğine delâlet etmektedir.

Üçüncüsü, Rasûlullah'ın (s.a) yanında o zaman Utbe, Şeybe, Ebu Cehil, Ümeyye bin Halef, Ubbi bin Halef gibi İslâm'ın en şiddetli düşmanları vardı. Bunlar bize Rasûlullah'ın (s.a) kâfirlerle ilişkisinin tamamen kesilmediğini ve onlarla hâlâ görüştüğünü göstermektedir. Böylece Abese Suresi'nin İslâm'ın ilk devirlerinde nâzil olduğunu anlıyoruz.

Konu: Surenin ilk ayetlerinden, Allah Teâlâ'nın, Hz. Muhammed'i (s.a) bir âmâya önem vermeyip, Mekke'nin ileri gelenlerine yöneldiği için azarladığı anlaşılmaktadır. Ancak sûrenin tümü birlikte müteâlâ edildiğinde, bu azarlamanın hedefinin Mekke'nin ileri gelen kâfirlerinin olduğu anlaşılır. Bu kâfirler Rasûlullah'ın (s.a) tebliğ ettiği Hakk'ı nefretle reddediyorlar ve büyüklenerek, inatla Hak'tan yüzçeviriyorlar. Ayrıca sûrede Rasûlullah'ın (s.a) tebliğinde eksik bıraktığı yönlere değiniliyor. Çünkü Rasûlullah (s.a) tebliğinin başlangıcında her ihlâslı davetçi gibi, "Eğer Mekkeli ileri gelenler İslâm'ı kabul edecek olurlarsa İslâm daha çabuk yayılma imkânı bulur, fakat özürlü bir insanın topluma pek tesiri olamayacağından dolayı, İslâm'ın yayılışına fazla katkısı olmaz" şeklinde düşünüyordu. İşte bu nedenlerden ötürü Rasûlullah (s.a) Mekke'nin ileri gelenlerini ikna edebilmek için daha çok gayret gösteriyordu. Ancak bu, hâşâ Rasûlullah'ın (s.a) zenginlere daha fazla hürmet ve tazimde bulunduğu, fakir ve özürlü kimseleri ise hor gördüğü anlamına gelmez. Allah (c.c) daha vahyin ilk nazil olduğu dönemlerde, Rasûlü'nü bu tür bir tebliğ tarzının yanlış olduğu konusunda uyarmıştır.

Dolayısıyla İslâm için önemli olan o kimselerin Hakk'a susamışlığıdır, fakir ya da özürlü olmaları değil. Hak'tan yüzçeviren bir kimse ne kadar değerli, tahsilli olursa olsun ve topluma tesiri ne kadar çok olursa olsun onun İslâm nazarında hiçbir değeri yoktur. İşte bundan ötürü, fark gözetmeksizin herkese İslâm'ı tebliğ et ve o kimselerin Hakk'ı kabul etmelerinin daha önemli olduğunu aslâ unutma! Senin gibi yüce bir makamda bulunan bir davetçiye böyle bir tavır yakışmaz. Sen o kafirlere bu kadar çok önem verirsen, büyüklenirler ve onlar sana değil sen onlara muhtaçsın zannederler.

Surenin 10. ayetine kadar bu konu üzerinde durulmuştur. 17. ayetle birlikte ise, Rasûlullah'ın (s.a) davetine karşı koyan Mekkeli müşriklere doğrudan doğruya hitap edilmektedir. Ayetler onları, kendilerini yaratan ve rızk veren Allah'a (c.c) karşı geldikleri ve O'nun elçisini yalanladıkları için kınıyor. Surenin sonunda da, bu davranışlarından ötürü kıyamet gününde dehşetli bir sonla karşılaşacakları hatırlatılarak tehdit ediliyor.

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1 Surat astı ve yüz çevirdi;

2 Kendisine o kör geldi diye.1

3 Nerden biliyorsun; belki o, temizlenip-arınacak?

4 Ya da öğüt alacak; böylelikle bu öğüt kendisine yarar sağlayacak.2

5 Fakat kendini müstağni (hiç bir şeye ihtiyacı olmayan) gören ise,

6 İşte sen, onda 'yankı uyandırmaya çalışıyorsun.

7 Oysa, onun temizlenip-arınmasından sana ne?

8 Ama koşarak sana gelen ise,

9 Ki o, 'içi titreyerek korkar' bir durumdadır;

10 Sen ona aldırış etmeden oyalanıyorsun.

AÇIKLAMA

1. Bu sûrenin giriş cümlesi çok ilginç bir incelik taşımaktadır. Daha sonra gelen ayetlerden, "Surat astı ve döndü" ayetinin asıl muhatabının Rasûlullah (s.a) olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Fakat ilk bakışta bu davranış Rasûlullah (s.a)'dan değil de, sanki başka bir kimseden sadır olmuş gibidir. Allah (c.c) böylesine incelik taşıyan bir ifadeyle, bu yaptığı hareketin Rasûlullah'a (s.a) yakışmadığını anlatmış ve "şayet senin üstün ahlak sahibi olduğunu bilen bir kimse, bu şekilde davrandığını görseydi, bunu sana yakıştırmazdı" demek istemiştir.

Burada sözü geçen âmâ, meşhur sahabî Ummu Mektum'dur (r.a). İbni Abdullah Berr'in El-İstiyab'ta ve İbni Hacer'in de El-İsabe'de yaptıkları açıklamalara göre, Ummu Mektum (r.a) Hz. Hatice'nin (r.a) halazadesidir, yani Ummu Mektum'un (r.a) annesi ile Hz. Hatice'nin (r.a) babası kardeştirler.

Bu ifadelerden açıkça anlaşılmaktadır ki, Rasûlullah'ın (s.a) Ummu Mektum'dan (r.a) yüz çevirmesinin nedeni, onu hor gördüğünden dolayı değildi. Yine onu hakir gördüğünden Mekkeli ileri gelenlere yöneliyor da değildi. Çünkü Ummu Mektum (r.a) Rasulullah'ın (s.a) hanımının kuzeni idi ve akrabalarındandı. Ayrıca Ummu Mektum (r.a) garip bir kimse de değildi. Allah (c.c)'nın buyurduğu gibi asıl neden, Ummu Mektum'un (r.a) âmâ olmasıydı. Rasûlullah (s.a) çok çaba sarfederek, Mekke'nin ileri gelenlerinden birisinin bile Müslüman olmasını sağladığı takdirde, İslâm hareketinin güçleneceğini, Ummu Mektum'un (r.a) ise, özürlü olmasından dolayı İslâm hareketine bir faydası olamayacağını düşünüyordu. İşte bu nedenlerden ötürü, Mekke'nin ileri gelenleri ile tam konuştuğu bir sırada Ummu Mektum'un (r.a) müdahale etmesini hoş görmemiştir. Ayrıca Rasûlullah (s.a) Ummu Mektum'un (r.a) istediği bir zamanda soru sorabileceğini de biliyordu, çünkü akrabaydılar.

2. Rasûlullah'ın (s.a) tebliğ sırasında gözden kaçırdığı önemli bir nokta olması hasebiyle Allah (c.c) Ummu Mektum (r.a) konusunda O'nu uyarmıştır. Bir davetçi açısından hangi muhatap daha önemlidir? Bir kısım insanlar doğru yolu bulmak çabasındadırlar ve dalâlete düşmemek için Allah'tan korkarlar, dolayısıyla hidayeti bulmak için koşa koşa sana gelirler. Bir kısım insanlar ise, sanki hidayetten müstağnidirler ve onların hidayete ihtiyaçları yokmuş gibi, apaçık inatçı bir tavır alırlar. Yani onlar doğru yolu bulmak konusunda bir istek taşımazlar. Bunun için, insanları Hakk'a davet edenler, en fazla ilgiyi, iman etmek için hazır ve istekli bulunan kimselere göstermelidirler. Ayrıca toplumda tesir sahibi olan insanların daveti kabul ettikleri takdirde, İslâm daha çabuk yayılır gibi düşünmemelidirler. Çünkü Allah'tan korkan kimseler, bir davetçi için daha önemlidir. Bu kimseler fakir olabilirler, toplumda tesir sahibi değillerdir ve görünüşte Hak davetin yayılmasına pek yararlı olamayacakları sanılabilir, fakat herşeye rağmen Hak'kın davetçileri için, en önemli kimseler bunlardır. Zaten İslâm'ın gayesi insanları ıslah ederek, onları kurtarmak değil midir? İşte bu insanlar kendilerine tebliğ yapıldığında, hemen tebliği kabullenirler. Diğer kısım insanlar ise, her ne kadar toplum içinde bir ağırlıkları varsa da, İslâm davetçisinin onların peşinden koşmaya ihtiyacı yoktur. Çünkü apaçık bellidir ki, onlar hidayete talip değillerdir. Bundan dolayı onların peşinden koşarak bir İslâm davetçisinin vakit kaybetmesine gerek yoktur. İslâm'ı kabul etmedikleri takdirde, zararda olanlar onlardır ve siz böyle kimselerden sorumlu değilsiniz.

11 Hayır;3 çünkü o (Kur'an), bir öğüttür.4

12 Artık dileyen, onu 'düşünüp-öğüt alsın.'

13 O (Kur'an), 'şerefli-üstün' sahifelerdedir.

14 Yüceltilmiş, tertemiz (mutahhar) kılınmış.5

15 Kâtiplerin6 ellerinde,7

16 (Ki onlar,) Üstün değerli, 'iyilik ve dürüstlük sembolü.'

17 Kahrolası8 insan,9 ne kadar da nankördür.10

18 (Allah,) Onu hangi şeyden yarattı?

19 Bir damla sudan11 yarattı da onu 'bir ölçüyle biçime soktu.12

AÇIKLAMA

3. Yani kesinlikle bu şekilde davranma ve Rabbini unutarak bu dünyada gururlanıp dolaşanları o kadar fazla umursama. İslâm dini gibi, değerli bir nimetten yüz çevirenlere, İslâm'ı bu şekilde takdim etme ve ayrıca kendini de fazlaca yıpratma. Çünkü onlar İslâm'ın yayılışının kendilerine bağlı olduğunu sanabilirler. Onlar her ne kadar kendilerini Hak'tan müstağni sayıyorlarsa da, asıl Hak onlardan müstağnidir.

4. Bu kelime ile Kur'an-ı Kerim kastedilmiştir.

5. Yani hâlis ve paktır. Bu kitabın içine ifsad edici ve bâtıl düşünceler karışamaz. Çünkü Kur'an diğer dinî kitablar gibi değildir ve bu kitap insanî ve şeytanî vesvese ve düşüncelerden münezzehtir.

6. Burada melekler kastolunuyor. Yani bu sayfalar Allah'ın (c.c.) emriyle doğrudan doğruya melekler tarafından yazılıyorlar ve onların emin elleri vahyi Rasûlullah'a (s.a) ulaştırıyor. Melekler için burada iki farklı kelime kullanılmıştır. Şerefli ve çok iyi. Birinci kelimenin anlamı, onlar şereflidirler ve hiyanet etme ihtimalleri olmadığı gibi, emanete de layıktırlar, demektir. İkinci kelimenin anlamı ise, onlar sayfalara yazmak ve vahyi Rasûlullah'a ulaştırmak konusundaki sorumluluklarını hakkı vechile yerine getiriyorlar, demektir.

7. Burada iyice düşünülecek olursa, bu ayetlerin amacının sadece Kur'an'ın azametini ikrar etmek olmadığı anlaşılır. Rasûlullah (s.a) getirdiği mesajı inkâr eden mütekebbirlere 'bu kitap o kadar yücedir ki, sizlere muhtaç değildir, yani sizlerin kendisini kabullenmesine ihtiyaç hissetmiyecek derecede yüce bir kitaptır' denilmek isteniyor. Sizler hidayete ermek istiyorsanız, bu kitabın içindekilere teslim olmanız gerekir. Aksi takdirde sizlerin büyüklenmesi bu yüce kitabın azametini azaltmaz. Bilakis bu kitap sizlerin gururunu yerlebir eder.

8. Bu ayetler ile birlikte davetten yüz çeviren Mekkeli müşrikler hedef alınmıştır. Sûrenin başlangıcından 16. ayete kadar görünüşte Rasûlullah (s.a) muhatap alınıyor ve fakat dolaylı yoldan kâfirler tehdit ediliyordu. Allah, Rasûlü'nü şöyle uyardı: Ey Nebi! Hakk'a talib olanı bırakarak, onlara yöneliyor, ilgi gösteriyorsun. Oysa onlar Hak'kın kıymetini bilmezler. Hakk'ın kıymetini bilmeyen o insanlara Kitab'ı bu şekilde tebliğ etmek, senin gibi yüce bir peygambere yakışmaz.

9. Kur'an-ı Kerim'de bu tür ifadeler ile her zaman tüm insanlar kastedilmezler. Burada sadece Allah'a karşı gelen olumsuz tipler kötülenmiştir. Bazı yerlerde Kur'an, eğer toplumun çoğunluğu bozulmuşsa, 'insan' kavramını genel anlamda kullanmıştır. Bir şahsın kişisel bir hatasına dikkat çekmek, nasihatın tesirini arttırabilmek ve o şahısta karşıt duygular oluşmaması için, yine 'insan' kavramını genel anlamda kullanarak uyarıda bulunur. (Bkz. Secde; an: 65, Şûra; an: 75)

10. Bu ayetin diğer bir anlamı, "onlar hangi nedenlerden ötürü küfre sarılıyorlar, yani neye güveniyorlar?" demektir. Küfr kelimesi, Hakk'ı inkâr etmek, kendisine ihsanda bulunana nankörlük etmek, anlamında kullanılmıştır. Ayrıca insanın yaratıcısına ve rızk vericisine isyan etmesi anlamına da gelir.

11. Yani iyice düşünün, neden meydana geldiniz, nerede oluştunuz ve hangi yolla dünyaya geldiniz? Dünyaya geldiğiniz zaman ne kadar çaresizdir. Oysa şimdi insanoğlu tüm bunları unutarak, yaratıcısına karşı gelmektedir. Kendisinden başkasını önemsemeyen ve hatta Allah'a bile karşı gelen bir kimse, acaba hangi sebeplerden ötürü böyle davranabilmektedir? (Bu husus Yâsin-77-78'de zikredilmiştir)

12. İnsan hakkındaki takdir, daha annesinin karnında iken yazılmıştır. Onun cinsiyeti, rengi, uzunluğu, fiziği, azalarının sağlamlığı ya da sakatlığı, sesi, zekâsı doğmadan kararlaştırılmıştır. Ayrıca hangi ülkede ve hatta hangi ailede dünyaya geleceği, nasıl bir terbiye alacağı, kişiliğine ailesinin ne derece tesir edeceği ve ne kadar irade sahibi olacağı dahi, daha önce kararlaştırılmıştır. Yine hayat içinde rolünün ne olacağı ve bu dünyada ne kadar kalacağı da bellidir ve o bu sınırların dışına çıkamaz. Ne acaiptir ki, insan tüm bunlara rağmen yaratıcısına karşı gelebilmektedir!

20 Sonra ona yolu kolaylaştırdı.13

21 Sonra da onu öldürdü, böylece kabre gömdürdü.14

22 Sonra dilediği zaman onu diriltir.15

23 Hayır; ona (Allah'ın) emrettiğini16 yerine getirmedi.

24 Bir de insan, yediğine bir bakıversin;17

25 Hiç şüphe yok biz, suyu akıttıkça akıttık,18

26 Sonra yeri de yardıkça yardık;19

27 Böylece onda bitirdik; taneler,

28 Üzümler, yoncalar,

29 Zeytinler, hurmalar,

30 Boyları iri ve birbiri içine girmiş ağaçlı bahçeler.

AÇIKLAMA

13. Bu dünyada insan için her türlü imkân sağlanmıştır. Şayet Allah (c.c.) bu imkânları sağlamamış olsaydı, insanların harcadıkları tüm enerji ve çabaları faydasız olurdu. Ayrıca Hâlik Teâlâ insanlara özgür bir irade de bağışlamıştır. İnsan ister hayrı seçer, ister şerre sarılır. Allah'a şükreder ya da O'nu inkâr eder. İsterse Allah'a teslim olur ve O'na itaat eder, isterse O'na isyan ederek âsî olur. İki yol da kendisine açık bırakılmıştır. Hangi yolu takib edeceği, artık kendisinin bileceği bir iştir.

14. Doğum gibi ölüm de insanın elinde değildir. İnsan Allah'ın (c.c.) takdirinden bir saniye önce ya da bir saniye sonra ölemez. Ancak Allah'ın (c.c.) takdir ettiği bir zaman ve mekânda ölecektir. İnsanın ölüm hâli bile tayin edilmiştir.

Kabri yeraltında mı olacak, yoksa denizin derinliklerinde mi kalacak, ateşte mi yanacak, yoksa yırtıcı bir hayvanın midesine mi girecektir? Bu sonucu değiştirmeye sadece kendisi değil, tüm dünya çalışsa bile yine de Allah'ın (c.c.) takdiri değişmez.

15. Yani kıyamet günü Allah Teâlâ 'kalk' emrini verdiği zaman insan kalkmak zorundadır ve 'hayır' diyebilme gücü yoktur. Allah (c.c) yaratırken ona sormadığı gibi, tekrar diriltirken de sormayacaktır. Nasıl insan dünyaya gelmek, yani doğmak zorunda kalmıştır, kıyamet gününde de kalkmak zorundadır.

16. Emir kelimesiyle, insanın içine fıtratın yerleştirilmiş olduğu anlatılmak isteniyor. İnsanın bizzat kendi vücudu, hatta yeryüzünden gökyüzüne kadar kainattaki her zerre Allah'ın (c.c.) emri altında olduklarını göstermektedir. Ayrıca Allah (c.c) her dönemde kitaplar indirmiş, elçiler göndermiş ve salih insanlara emirlerini tebliğ etmeleri için dünyada görev vermiştir. (Bkz. İnsan. an: 5) Yukarıdaki ayetlerden ve sırasıyla yapılan açıklamalardan açıkça anlaşılmaktadır ki, insanoğlu hakikatleri müşahede ederek, Allah'a itaat etmesi gerekirken, Allah'ın (c.c.) emirlerini ve kulluk görevlerini yerine getirmemektedir.

17. Yani ey insan! Yiyeceğini bile Allah'ın (c.c.) nasıl yarattığını bir düşün. Şayet Allah Teâlâ gerekli şartları hazırlamamış olsaydı, insanoğlu yiyeceğini elde edebilir miydi?

18. Bu ayetle yağmur kastolunmaktadır. Güneşin ısısıyla denizlerden su buharlaşır ve bulutlar oluşur. Rüzgarlar onları dünyanın çeşitli bölgelerine götürür ve yükseklerde soğuk havanın etkisiyle tekrardan su haline gelirler. Yağmurun yağmasıyla birlikte, bu su yeryüzünde kuyulardan, çeşmelerden, nehir ve derelerden akar-gider. Dağlarda kar halinde kalır ve yağmur mevsimleri dışında, bu kar eriyerek nehirlerden suların akmasını sağlar. Tüm bu düzeni insan mı yaratmıştır? Herşeyi yaratan Allah, insanoğlunun rızkını elde edebilmesi için bu şartları hazırlamamış olsaydı eğer, insanoğlu hayatını nasıl idame ettirecekti?

19. "Sonra toprağı güzelce yardık" ayeti ile tohumun açarken toprağı yararak yer yüzüne çıkması anlatılmaktadır. İnsanoğlunun yaptığı sadece tohumu toprağa atmaktır. Tohum toprağın altında kalır ve insanoğlu bunun dışında herhangi bir fonksiyon icra edemez. Tohumun olgunlaşması ve hangi cinsten ise, o cinsten bitki ve ağaçların oluşması, Allah (c.c)'ın işidir. O Allah ki, su ve toprağa bu özellikleri vererek, o tohumlardan çeşit çeşit bitkiler, meyveler ve diğer yiyecekler çıkarmaktadır. Şayet Allah (c.c.) tohumlara bu hususiyetleri vermeyip, insanların faydasına sunmasaydı, insanoğlu hayatını nasıl devam ettirecekti?

31 Meyveler ve otlaklıklar.

32 Size ve hayvanlarınıza bir yarar (meta) olmak üzere.20

33 Fakat 'kulakları patlatırcasına olan o gürleme21 geldiği zaman,

34 Kişi o gün, kendi kardeşinden kaçar;

35 Annesinden ve babasından,

36 Eşinden ve çocuklarından.22

37 O gün, onlardan her birisinin kendine yetecek bir işi vardır.23

38 O gün, öyle yüzler vardır ki apaydınlıktır:

39 Güler ve sevinç içindedir.

40 Ve o gün, öyle yüzler de vardır ki üzerini toz bürümüştür,

41 Onu da bir karartı sarıp-kaplamıştır.

42 İşte onlar da, kâfir, facir olanlardır.

AÇIKLAMA

20. Sadece insanlar değil, hayvanlar da bu gıdalarla beslenirler ve sizler bu hayvanlardan yararlanırsınız. Onlardan et, süt, yağ ve bu gibi ürünler elde ederek beslenmekte ve Allah'ın (c.c.) verdiği bu rızk ile yaşamaktasınız. Tüm bunlara rağmen yine de Allah'ı inkâr ediyorsunuz.

21. Bu ayet Sûr'a son kez üfürüldüğü anı tasvir etmektedir. Sûr'a son kez üfürüldüğünde tüm insanlar dirilecektir.

22. Bunun benzeri bir konu Mearic 10-15'de geçmektedir. "Kaçmak" fiili, o gün kimsenin birbirine yardım edemiyeceğini ve kişinin kendisinden yardım isteyecekler diye, dünyadaki en yakınlarından bile kaçacağına işaret etmektedir. Ayrıca bu ayet dünyada Allah'tan hiç korkmadan ve ahiretten gafil olarak birlikte günah işlediklerinden ötürü, birbirlerine şahit olmasınlar ve sorumlu tutmasınlar diye, bugün birbirlerinden kaçmaktadırlar şeklinde de anlaşılabilir. Öyle ki, o gün kardeş kardeşten, evlat ana ve babasından, koca kendi karısından ve ebeveyn evladından kaçacaktır. Çünkü birbirlerine suçlamada bulunarak şahitlik yapmalarından korkacaklardır.

23. Muhtelif senetlerle, Rasûlullah'ın (s.a) "Kıyamet günü herkes çıplak olacaktır" diye buyurduğu rivayet edilmiştir. Rasûlullah'ın (s.a) eşlerinden biri (bazılarına göre Hz. Aişe, bazılarına göre Hz. Sevde, diğerlerine göreyse bir başka hanımı) dehşet içinde, 'o gün bizim örtülerimiz de açılacak mı?' diye sordu. Rasûlullah (s.a) "Evet! O gün bütün örtüler açılacak" diye cevap verdi ve şu ayeti okudu: "O gün onlardan her kişinin kendisine yeter derecede bir derdi vardır."

ABESE SÜRESİ(Muhammed GAZALİ)

Peygamber (s.a.v), Kureyş'in ileri gelenlerinden bir grubu İslâm'a davet etmek­le meşguldü. Bunlar hidâyete ererlerse ardından kitlelerin bu dine katılmaları söz konusuydu. Tam bu sırada kör olan Abdullah b. Mektûm (r.a) çıkageldi. Peygamber (s.a.v) ile konuşmak istedi. O'ndan kendisine doğru yolu göstermesi tale­binde bulundu. Peygamber (s.a.v) ise bu duruma sıkıldı, kaşlarını çattı ve müşriklerin önde gelenleriyle konuşmaya devam etti. İşte bu olay üzerine bu sûre indi.

"Surat astı ve yüz çevirdi, yanına kör bir kimse geldi diye. Nereden biliyorsun; belki de o temizlenip arınacak? Yahut öğüt dinleyecek de bu öğüt kendisine fay­da verecek?" (Abese: 1-4)

Soylu Peygamber (s.a.v) bu uyarıya kulak verdi. Bundan sonra Abdullah'ı çok kibar karşıladı. Onu her görüşünde; "Rabbimin kendisi için beni azarladığı kimse, merhaba!" derdi. Peygamber (s.a.v) -hicretten sonra- Medine'den (savaş vs. için) ay­rıldığı zaman geri dönünceye kadar yerine O'nu (Abdullah'ı) vekil bırakırdı.

Sonra sûre, ilâhî tebliğin doğasını açıklamayı sürdürüyor. Bu ise değerli, dürüst­lük sembolü üstün sayfalarda yazılan vahiy ve korunan Kur'ân olarak okuduğun say­falar ve işittiğin âyetlerdir. Tebliğ kime ulaşırsa o kişinin onu düşünmesi, iyice kav­raması, Allah'a koşması ve O'nunla buluşmaya hazırlanması gerekir. Ama ne gezer, insanların geneli öyle mi?

Yeryüzünde gezip dolaşan ve dünyaya niçin geldiğini bilmeyen zihni kapalı bir nice insan görürsün. Halbuki kendileri bir damla su(meni)dan yaratılmış, büyüyüp gelişmiş, insan olmuştur. Ardından bu oluşumu ve kendisine bu şekli vereni unutmuş­tur. Bu insan Rabbini nasıl unutabilir, emrinden ve nimetinden yüz çevirebilir?

"Allah onu hangi şeyden yarattı? Onu nutfe (sperm)den yarattı, ona şekil verdi; sonra, yolu ona kolaylaştırdı, soigfa onu öldürdü, böylece kabre gömdürdü, son­ra, dilediği zaman onu tekrar diriltir." (Abese: 18-22)

İşte insanoğlu bütün bunlardan gafil olur. Amacına ulaşınca ve gayesine erişine* nankörlük eder. Şâirin dediği gibi:

Bu ölüm erişince hiçbir şeyle ünsiyet peyda etmedim

Kendim için ancak onu yerine getirdim.

Durum böyle iken insanoğlu yaptığını Allah için mi yapmıştır?

"Hayır; (insan) Allah'ın kendisine buyurduğunu hâlâ yerine getirmemiştir.' (Abese: 23)

Müşrik ve kâfirlerle yeniden dirilme ve ceza hususunda her asırda tartışma süre gelmiştir. Çünkü bunlar sadece dünya hayatına inanmaktadırlar. Bu yüzden Kur'âi Rablerini tanısınlar ve âhirete önem versinler diye yeniden dirilme delillerinden biri ni sunmuştur.

"Bîr de insan, yiyeceğine bir bakıversin; doğrusu suyu akıttıkça akıttık. Sonr; yeryüzünü de yardıkça yardık; böylece orada bitirdik; taneler, üzümler, sebze ler, zeytinler, hurmalar, iri ve sık ağaçlı bahçeler.." (Abese: 24-30)

Bu verimli başaklar ve göz kamaştırıcı salkımlar nasıl yaratılmış, onlara nasıl ta ve koku verilmiştir? İşte bunları yoktan var eden, yetiştirip bezeyen bedenleri yeni den diriltecek, sonra herkese kendi yaptıklarını soracaktır.

"O muazzam gürültü, kıyamet kopup geldiği zaman; o gün, kişi kaçar kardeşin den, annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından. O gün, herkesin kendi ne yeter bir işi/derdi vardır." (Abese: 33-37)

İnsanlar, dünya ile meşgul olmaları ve cennet-cehennem, sevap-ıkab (ceza)ı he saba katmamaları sebebiyle mahcub olacaklardır.

"O gün öyle yüzler vardır ki, parıl parıl, güleç, sevinçli, öyle yüzler de var k tozlanmış ve onları karanlık bürümüştür." (Abese: 38-41)

Günümüzde kederli olacak olan; konumunu salt bilimsel ilerleme ile değerlendi ren, bunun ötesinde bir şey Öğrenmek istemeyen, bu yüzden âhiretten uzaklaşan v< kendine doğru bir yer hazırlamayan kimsedir

ABESE SÜRESİ(Elmalılı Hamdi YAZIR)

"yüzünü ekşitti" ve "döndü" fiillerindeki zamirlerin Resulullah (s.a.v)'ın yerini tuttuğunu anlatır. Bu nazar-ı itibara alınmadığında da bunun evvelki sûrenin sonundaki korkutma mânâsıyla mutlak şekilde ilgilendirecek bir mânâ irtibatı vardır. Orada ikinci şahıs zamiri olan "sen"den burada üçüncü şahıs zamirine geçilmesinde de iltifat sanatı vardır. Yani ikinci şahıstan üçüncü şahsa dönülmüştür. Bu şekilde korkutma ve öğüdün kimlere fayda vereceği anlatılırken her şeyden önce korkutucu ve uy a rıcının ise kendisinden başlaması gerektiğine de dikkat çekilmiştir.

Meâl-i Şerifi

1- (Peygamber) Yüzünü ekşitti ve döndü.

2- Kendisine âmâ geldi, diye.

3- Ne bilirsin, belki o temizlenecek?

4- Veya öğüt belleyecek de öğüt ona fayd a verecek.

5- Ama buna ihtiyaç hissetmeyene gelince,

6- Sen ona yöneliyorsun.

7- Onun temizlenmemesinden sana ne?

8- Ama sana can atarak gelen,

9- Allah'tan korkarak gelmişken,

10- Sen onunla ilgilenmiyorsun.

11- Hayır hayır, sakın. Çünkü o Kur'ân bir öğüttür.

12- Artık dileyen onu düşünür.

13- O, değerli sahifelerdedir.

14- Yüksek tutulan tertemiz sahifelerde.

15- Yazıcıların ellerindedir,

16- Değerli, iyi yazıcıların.

17- O kahrolası insan, ne nankör şey.

18- O yaratan onu hangi şeyden yarattı?

19- Bir damla sudan, onu yarattı da biçime koydu.

20- Sonra ona yolunu kolaylaştırdı.

21- Sonra onu öldürdü de kabre koydurdu.

22- Sonra dilediği vakit onu tekrar diriltir.

23- Hayır hayır, doğrusu o, hiç Allah'ın emrini tam yerine getirmedi,

24- Bir de o insan yiyeceğine baksın.

25- Biz o suyu bol bol döktük.

26- Sonra toprağı nasıl da yardık.

27- Bu suretle orada ekinler bitirdik.

28- Üzümler, yoncalar,

29- Zeytinlikler, hurmalıklar,

30- İri ve sık ağaçlı bahçeler,

31- Meyveler, çayırlar bitirdik.

32- Siz ve hayvanlarınız faydalansın diye.

33- Kulakları sağır eden o gürültü geldiğinde,

34- O gün kişi kaçar, kardeşinden...

35- Anasından , babasından..

36- Eşinden ve oğullarından.

37- Onlardan her birinin o gün başından aşan işi vardır.

38- Yüzler var ki, o gün parıl parıl,

39- Güler, sevinir.

40- Yüzler de var ki, o gün tozlanmış,

41- O nları karanlık bürümüş,

42- İşte onlardır kâfirler, haktan sapanlar.

"yüzünü ekşitti".

ABS ve UBUS, huzursuzluktan yüz burkulmak mânâsınadır ki, yüz ekşimek, burun civrilmek, çehre dürülmek, turşu olma tabir edilir. Kâmus Şârihi'nin açıklamasına göre müteaddî (geçişli) olarak da kullanılır ki, yüz ekşitmek, surat etmek, surat asmak, çehreyi dürmek, kaşını çatmak, alnını buruşturmak deyimleri ile ifade edilir. Lâzım (geçişsiz) olarak denilir, "yüzü ekşidi" demek olur. Geçişli olarak da " v ech" kelimesinin nasbı ile, "yüzünü ekşitti" demek olur. Bizim buna ekşime ve ekşitme dememiz, pek ekşi veya buruk bir şey yenildiği zaman yüzü bu halde buruşturması münasebetiyle olmalıdır. Çoğu zaman "yüzü ekşidi" denilirse de yerine göre sadece "ekş i di" denilmekle de aynı mânâ ifade edilir. "Falanca gelince falan kimse ekşidi." denilirse yüzü ekşidi, onun gelmesinden hoşlanmadı demek olduğu bellidir. Burada da böyle yüz zikredilmeden buyrulmuştur. Yani, hoşlanmadı, ekşidi.

2. Ve döndü, yüzünü çevirdi, öteye yöneldi,

Çünkü ona âmâ geldi. Âmâ'nın gelmesinden hoşlanmadığı için böyle yaptı.

Özellikle âmâ sıfatıyla ifade, âmânın mazeretini ve kendisinden yüz çevrilmeye değil, aksine kendisine yönelmeye ve onu irşat etmeye çağıran zahiri ihtiyacını göstermek ve hükmü, kişisel olacak şekilde bırakmayıp mânâyı genel olarak yol göstermeye muhtaç özürlü ve ihtiyaç sahibi olanları içine alacak şekilde genelleştirmek içindir.

Bu gibilere yüz ekşitmek ve onlardan yüz çevirmenin doğru olmadığını açıklamak için üçüncü şahısa yapılan sitemden ikinci şahsa ve zahiri mânâdan içe geçilerek buyruluyor ki:

3. Yani âmâyı, sadece âmâ olması nedeniyle gözetmek daha uygun ve doğru iken ondan hoşlanmayıp yüz çevirmek iyi olmadığı gibi, ey ondan yüz çeviren! Hem sen ne bilirsin, belki o arınacak, günah kirlerinden temizlenecek,

4. yahut öğüt alacak, ders alıp öğüt belleyecek de o öğüt, (o senin belleteceğin Kur'ân, edeceğin vaaz ve nasihat) ona fayda verecektir. Yani hemen temizlenemese bile öğüt ala ala belleyecek, iyiyi kötüyü öğrenecek ve yerine göre hatırlayıp gereğince amel etmeye çalışarak bundan sonra olsun o sayede günahtan korunup sevap işlemek suretiyle faydalanacaktır. Onun o kör haliyle gelerek, "Ey Allah'ın Resulü! Beni irşat et. Bana Kur'ân oku." demesinde bu iki ihtimalden biri düşünülebilir ve umulabilirdi. Ya günah izlerinden bir şey kalmayacak şekilde tam anlamıyla temizlenip feyiz almak veya öğüt ala ala ilerde faydasını görmek. Bunlardan birincisi kemâl (olgunluk); ikincisi olgunluğa giden yola girmektir. Fakat sen bunu bilemedin de öyle yaptın.

5. Ama ihtiyaç hisetmeyene gelince: İnanmak, öğüt almak, zikir etmek ve temizlenmek ihtiyacını duymayan, kendisini ihtiyaçsız sayıp da senden ders almak istemeyen veya zengin, servet sahibi olan kimseye gelince öyle yapmıyorsun da sen onun üzerine düşüyorsun.

Ebu Hayyan'ın "Bahr"de açıklamasına göre, TESADDÂ, "saded"den yahut "sadâ" dan türetilmiş olabilir. Birincisine göre mânâsı, sen onun sadedinde oluyorsun, ona yönelip dönerek irşat etmeye ve durumunu düzeltmeye uğraşıyorsun, demek olur. İkincisine göre ise, sen ondan ses ve seda bekliyor, uzaktan uzağa, dağdan taştan sesin yankı yapmasını beklemek gibi sesinin ondan yankı yapmasını gözetiyor, ona özeniyorsun demek olur.

6. Ama ihtiyaç hisetmeyene gelince: İnanmak, öğüt almak, zikir etmek ve temizlenmek ihtiyacını duymayan, kendisini ihtiyaçsız sayıp da senden ders almak istemeyen veya zengin, servet sahibi olan kimseye gelince öyle yapmıyorsun da sen onun üzerine düşüyorsun.

Ebu Hayyan'ın "Bahr"de açıklamasına göre, TESADDÂ, "saded"den yahut "sadâ" dan türetilmiş olabilir. Birincisine göre mânâsı, sen onun sadedinde oluyorsun, ona yönelip dönerek irşat etmeye ve durumunu düzeltmeye uğraşıyorsun, demek olur. İkincisine göre ise, sen ondan ses ve seda bekliyor, uzaktan uzağa, dağdan taştan sesin yankı yapmasını beklemek gibi sesinin ondan yankı yapmasını gözetiyor, ona özeniyorsun demek olur.

7. Oysa onun temizl enmemesinden sana ne? Senden ve Kur'ân'dan yararlanmak istemeyen o kendini ihtiyaçsız sayan kişinin temizlenmesinden, İslâm'a girmemesinden sana bir sorumluluk gelmez. Fakat ihtiyacı olduğunu söyleyen, öğrenmek isteyen bir müslümandan yüz çevirmekte soru m luluk vardır. Yani inanmayanların, ihtiyacı olmadığını söyleyenlerin irşat edilmesi ve hallerinin düzeltilmesiyle de uğraşmak asıl itibariyle yasaklanmış değil,

fakat ihtiyacı olduğunu söyleyip duran bir müslümana aldırmayıp da ihtiyaç hissetmeyenlere yönelip özenmek yasak. Onun için işin bu yönü daha çok açıklığa kavuşturularak buyruluyor ki:

8. Âmâ sana koşarak yani sende bulunan ilmi ve irfanı, senden irşat alıp doğru yolu bulmayı isteme ve arama uğrunda sana can atarak, gayret ederek

9. ve korkarak, yani bir kusur eder sürçerim, bir günaha girerim diye Allah korkusu, Hak saygısı ile gelen kimse ki o âmâ fakir böyle bir şevk ve saygı içinde bunları istemek üzere gelmişti.

10. Sen onunla ilgilenmiyorsun, anlamamazlıktan geliyor, aldırmıyor, ihtiyaç hissetmeyenle uğraşmak gibi, buna göre boş ve yararsız demek olan bir işe dalıyorsun. Yani bu, gözleri görmese de kulağı ve kalp gözü açık, hidayet aşığı bir istekliyi bırakıyorsun da bakıldığı zaman gözü var görünen, fakat kalp gözü kö r, hak sözü dinlemek gibi bir derdi olmayan o kendini ihtiyaçsız hisseden kimselerle, boşuna uğraşıyorsun.

ve fiileri, mâzi (geçmiş zaman) değil, muzari (geniş zaman)nin ikinci tekil şahsıdır. Asılları ve olup başlarındaki "tâ"lar hafiflik için düşürülmüştür.

11. Hayır hayır. Sakın öyle yapma, koşup saygıyla gelen istekliyi anlamamazlıktan gelip de o ihtiyaç hissetmeyenin üzerine düşme. Çünkü o, birinin isteyip öbürünün ihtiyaç duymadığı o öğüt, yani o nasihatları kapsayan bu Kur'ân bir hatırlatmadır. Yüce Allah'ı andırmak, hak ve vazifeyi düşündürmek, hayrı ve yararı belletmek için bir öğüttür.

12. Artık onu dileyen düşünsün, dileyen bellesin, çünkü yararı ve zararı asıl kendine aittir. Bu cümle, bir önceki cümlenin dallandırılması mahiyetinde bir ara cümlesidir. Bu şekilde "kim dilerse" demek, dileme işinde kişiyi serbest bırakmak için değil, Türkçe'de de mesela, "canı isteyen dinlesin" derken kastettiğimiz mânâ gibi bir korkutma ve tehdit mahiyetindedir.

TEZKİRE, esasen hatırlatmak, yani bir şeyi ana ana belletmek ve hatıra getirmek mânâsına mastar olmakla beraber unutturmayıp hatırlatmaya vesile olan "anımlık" mânâsına hatırlatıcı, hatıra getirici gibi isim olarak kullanılır. Mesela, parmağa bağlanan bir iplik, unu t ulmayıp kulakta küpe olacak ibretli bir söz, bir hatıra defteri hep birer tezkire olduğu gibi, bu şekilde verilen öğüt, edilen vaaz ve nasihat, yazılan bir eser, bir mektup ve kitaplar hep birer tezkiredir. Bunda esas itibariyle bilinen bir şeyi dalgınlık anında hatıra getirip düşündürmek mânâsı asıl olmakla beraber, o şekilde yeniden bir şey haber vermek ve bildirmek, akla ve hatıra koyup belletmek mânâsı da yok değildir. İşte Kur'ân,

âyetleri, sahifeleri, sûreleri ve bütün görünüşü ile de Allah tarafından bir tezkiredir.

13. Onun için bu tezkire ve öğüdün sıfatı olmak üzere buyruluyor ki: "O, kıymetli sahifelerdedir."

SUHUF, "Sahife"nin çoğuludur. Sahife, yazılı veya yazılacak kağıttan, kağıt tabakasından bir parçadır ki bizim Türkçe'de sahife dediğimiz "safha" dan daha genel mânâda yaprak ve varak dediğimiz parçadan ibarettir. "Sahife"nin çoğulu "sahâif" ve bir de kütüb (kitaplar) kalıbında "suhuf" gelir. Bu şekilde sahife ve suhuf; mektuba, risâle ve kitaba da denilir. Nitekim peygamberlere inmiş olan kitaplara suhuf denilir.

Mukaddimede geçtiği üzere Kur'ân sahifelerinin bir arada toplanıp şirazelenerek ciltlenmiş olduğu kitaba da "Mushaf" denildiğini biliyoruz. Kur'ân'ın böyle bir Mushaf'ta toplanması ilk önce Hz. Ebu Bekir (r.a) zamanında olmuştu. Ondan önce ise Kur'ân ta Mekke'de inişinden itibaren hem ezberlenmeye, hem yazılmaya başlanmış olmakla beraber her biri ağaçtan, deriden, taştan, kemikten yapraktan birer sayfa ve yassı, düz nesneler halinde yapılmış ve düzeltilmiş ayrı ayrı yüzle r e, sahifelere yazılmış, özenle zaptedilip korunmuştu. Bunlara Mushaf gibi hepsi bir ciltte olmak mânâsına suhuf denilemese de her biri bir sahife demek olacağından "dağınık bir halde sahifeler" mânâsına suhuf sözü bunları da kapsar.

Burada ilk akla ge len, suhuf'tan maksadın Kur'ân sahifeleri olmasıdır ki bu sahifelerin, "Nûn, Kalem'e ve yazdıklarına andolsun."(Kalem, 68/1) âyetinde açıklandığı üzere yüce Kalem'in Levh-i Mahfuz'a yazdığı sahifeleri, meleklerin Levh-i Mahfuz'dan yazıp alarak vahiy ile getirdikleri sahifeleri ve sonra Mushaf sahifelerini teşkil eden genel mânâda Kur'ân sahifelerini ifade etmiş olması doğru ve sahihtir. Bunun bazan Levh-i Mahfuz, bazan Levh-i Mahfuz'dan yazılıp alınan sahifelere ve bazan da müslümanların sahifeleri olduğuna dair gelen rivayetler, sadece öyle olduğu şeklinde yorumlanmayıp, konunun çeşitli€yönlerini açıklamak için gelmiş olsa gerektir. Bu şekild€ şu zikrolunan niteliklerde Kur'ân yazılan bu sahifelerde tanınması gereken vasıfları ve hükümleri açıklamaktadı r. Öyle sahifeler ki,

14. Değerli, yüce Allah katında şeref ve ikram ile seçkin kılınmış, hürmet ve saygı ile kabul edilip alınması gereken, saygı değer, hürmet edilen yüksek tutulmuş, kıymeti yüce, yukarı, el üstünde tutulması gerekli. Bu nedenle mushaflar yüksek, hürmetli yerlere konmalı ve okunur€en belden yukarı tutulmalıdır. Tertemiz. Maddî ve manevî kir bulaştırılmaz, son derece temiz

tut€lmasına özen gösterilir, kirli, taharetsiz eller sürülmez, tertemiz.

15. Kâtiplerin elleriyle veya ellerinde. Kelimesi, zarf-ı müstakar olarak "kâtiplerin el€erindeki sahi€eler" mânâsın€ suhuf'un bir başka sıfatı olabileceği gibi, "mutahhere" kelimesiyle alakalı bir zarf olarak "kâtiplerin elleriyle tertemiz yapılmış" mânâsında olması da düşünülebi lir.

SEFERE, "Sfir"in çoğuludur. Kâtib'in çoğulu ketebe geldiği gibi.

Sfir, ketb (yazmak) kalıbında ve aynı mânâda yani, yazı yazmak demek olan sefr'den türemiş olup kâtip, kitap yazıcı, hattat mânâlarına gelir. Nitekim bu kökten sifr'in kitap demek olduğu "Kitapları taşıyan"(Cum'a, 62/5) âyetinin tefsirinde geçmiştir.

Bu maddenin aslı örtülü şeyi açmak mânâsına konulmuş bulunduğu ve yazı yazmak da mânâ ve maksadı bir nevi açıklamak ve izah etmek demek olduğu için yazmaya sefr, yazana sfir, yazılan şeye de sifr denilmiştir. Sefr yine bu münasebetle süpürmek mânâsına da gelmesi açısından bundan, sfir, süpürüp temizleyici demek de olabilir.

Bir yerden bir yere gitmek mânâsına bildiğimiz sefrden€sâfir, yolcu veya seferber mânâsına da gelirse de bunun çoğulunda "sefere" denilmeyip "esfr" veya "süffr" denilir. Sfir bir de "sefir" mânâsına gelir ki iki topluluk arasındaki soğukluğun sebeplerini ortaya çıkarıp düzelten "elçi" demektir. Bunun mastarında sefer'den çok sifâret ve sefâret kullanı l ır.

Şu halde sahife'lere göre sefere; yazan kâtipler veya getiren elçiler veya süpürüp temizleyen kitap bekçileri, kitapçılar demek olabilir. Çoğunlukla yazıcı veya elçi olan melekler mânâsına tefsir edilmiştir.

Buharî'de rivayet olunan tefsirler şöyledir: Mutahhere, "Ona tertemiz olanlardan başkası el süremez."(Vâkıa, 56/79) demektir. Ona ancak tertemiz olanlar dokunabilir ve onlar meleklerdir. Bu, "İş çevirenlere andolsun." (Nâziât, 79/5) gibidir. Hem melekleri, hem sahifeleri tertemiz kılmıştır. Çünkü sahifeler tertemiz yapılır. Bu nedenle sahifeleri taşıyanlar da tertemiz kılınmışır: Sefere, meleklerdir. Tekili Sfir'dir "aralarını düzelttim" demektir. Melekler Allah'ın vahyi ile indiklerinde ve onu eda etme hususunda toplumun arasını düzelten elçi gibi kılınmıştır. İbnü Abbas da: "Sefere, kitapları yazan kâtiplerdir." demiştir.

Görülüyor ki burada üç önemli mânâya değinilmiştir:

ÖNCE, "Mutahher" kelimesi. Bu "ancak tertemiz melekler dokunabilir" demek olarak sahifeleri taşıyanların da temiz kılındığına işaret edilmesi onun mef'ûlü (tümleci) olan "kâtiplerin elleriyle"nin de onların taşıyıcıları olan meleklerin elleri demek olacağına bir dikkat çekme mânâsı taşır ki, bunda sefere'nin, temizliği korumak için daima süpürüp te m izleyen taşıyıcılar, koruyucular mânâsına bir işaret vardır.

İKİNCİ OLARAK, Sefere kelimesi. Sefere, elçiler mânâsına olarak vahyi getiren melekler diye tefsir olunmuş ve vahyi taşıyanlar bu şekilde izah edilmiştir ki bunda önceki mânâ da dahildir. Ancak özel bir mânâ ifade etme durumu vardır.

SON OLARAK da, İbnü Abbas'tan nakledildiğine göre Sefere, "kitapları yazanlar" mânâsınadır ki bu da taşıyıcıları diğer bir mânâ ile tahsis olmakla beraber, bir başka açıdan da genelleştirmektir.

Bu kât iplerden maksat nedir? Bundan ilk önce "Nûn, Kalem'e ve onların yazdıklarına andolsun."(Kalem, 68/1) âyetinde geçen kalem ile yazanlar akla gelir ki, bunlar Levh-i Mahfuz'u yazan Melekler ile Levh'ten ilâhî kitapları emrolunan yerlere teslim etmek üzere h ak yazılarıyla yazan melekleri, aynı şekilde kulların amel defterlerini yazan melekleri kapsadığı gibi bu kalemin, insanların kullandıkları kalemi kapsaması halinde de Mushaf yazan hattatları kapsayarak onların vazife ve niteliklerini de bildirmiş olur. B u nedenle genellikle tefsirciler sefere'nin sefr (yazmak) ve sefâret (elçilik yapmak)'ten olmak üzere iki mânâsı üzerinde yürümüşler, çokları bunların sadece melekler olduğunu, bazıları da peygamberler olduğunu söylemişlerdir. Katade'den gelen bir rivayet t e de "Kur'ân ehli" diye genelleştirilmiştir. Gerçi "elçilik" mânâsında; melekler, yüce Allah'tan peygamberlere vahiy getirmek itibariyle elçi durumunda oldukları gibi, Peygamberler de ümmetlerine göre elçi demek iseler de burada özellikle Kur'ân sahifeler i anlatılırken gerek elçilik gerek yazıcılık açısından genel olarak bundan peygamberler mânâsını çıkarmak uzak olur. Bundan özellikle Kur'ân'ın inişinde ve korunmasında, ilk ve son yazılışında ve anlaşılmasında hizmeti olan Kur'ân taşıyıcılarının kastedilm i ş olması gerekir.

16. Sefere maddesi esasen "açmak" mânâsına konulmuş olması itibarıyla sahifeleri getiren elçilerin, yazan kâtiplerin ve yazılarını tertemiz muhafaza eden veya anlatan ve okuyanların hepsinin ellerini ihtimal üzere değil, karşılıklı alıp verme suretiyle kapsayan bir mânâ da anlaşılabilir. Ancak unutulmamak

gerekir ki bu sefere Onlar değerli ve takva sahibi sıfatlarıyla nitelenmiştir.

KİRÂM, keramet veya kerem kökünden türetilen "kerim"in çoğuludur. Değer vermek ve saygı göstermek mânâsına gelen keramet'ten olduğuna göre, yüce Allah katında değer verilen ve saygı duyulanlar demek olur. Lütuf ve bağış mânâsına gelen kerem'den türemiş olduğuna göre de, müminlere karşı iyiliksever ve şefkatli, onlara söyler ve onlar için mağ firet talep ederler demek olur.

BERARA, de ebrâr gibi berr'in veya bârr'in çoğuludur. Berr'in çoğulu olduğuna göre, çok hayır sahibi, bârr'in çoğulu olduğuna göre de söz ve fiillerinde doğru demek olur ki, ikisini de kapsamak üzere "takva sahibi kişiler" diye tefsir edilmiştir. Bazıları demiştir ki: Kur'ân'da ebrâr, Âdem oğullarından olanlar hakkında; berara da melekler hakkında kullanılmıştır. Zira ebrâr, azlık bildiren bir çoğuldur. İnsanoğulları içinde takva sahipleri de azdır. Berara ise, çokluk b i ldiren bir çoğuldur. Melekler de insanoğlundan çok olduğu gibi takvalıları da çoktur ve hatta hepsi takvalıdır, "Allah kendilerine ne emrettiyse karşı koymazlar ve her neye memur iseler yaparlar."(Tahrim, 66/6). Bunun için şeriat dilinde "sefere-i kir a m-ı berara" (değerli ve takva sahibi elçiler), melekler olarak şöhret bulmuştur. Çünkü Sefir ve Resul kelimelerinin taşıdığı elçi mânâsı, melaike kelimesinin de mânâsıdır. Şu halde bu vasıf, ibaresinin taşıdığı mânâ dolayısıyla melekler hakkında doğruda n doğruya nass, insanlardan bu nitelikleri taşıyanlar hakkında da dolaylı yoldan işarettir. Buna işaret içindir ki, Buharî'de bunun yukarıdaki gibi tefsiri yapıldıktan sonra Hz. Aişe'den şu hadis rivayet edilmiştir:

Hz. Peygamber (s.a.v) buyurdu ki: " Kur'ân'ı ezberleyerek okuyanın misali, sıfat ve şanı değerli ve takva sahibi elçilerle beraberdir. Kendisine zor geldiği halde teahhüd edip çalışarak okuyanın misali ise, ona iki ecir vardır."

İşte bu Kur'ân, böyle değerli ve takvalı elçiler ellerinde öyle tertemiz, yükseltilmiş, saygı değer sahifeler içinde bir öğüttür. Onun için bunu dileyen öğüt alsın, dileyen düşünsün, bellesin, amel etsin.

Tezkire ve tezkir kelimelerinde yeni bir şey telkin etme mânâsı da bulunmakla

beraber az çok duyulmuş bir şeyi hatırlatmakla düşünme ve uyanıklığı harekete geçirmek ve bilinenden bilinmeyene doğru hareket ve geçişi hızlandırmak mânâsı esas olduğu için bu hatırlatmadan sonra insana Allah'ın yaratma gücüyle ahiretin korku ve dehşetini duyurmak ve ona karşı g örev ve kulluk duygusunu harekete geçirerek iman ve İslâm ile temizlenme ve yücelme şevkini uyandırmak ve bunların şahitlerinin, insanın kendi yaratılış ve tabiatında toplanmış olup başkaca anlaşılması zor, uzun uzadıya kanıtlamalara gerek olmaksızın sad e ce uyarı ve hatırlatma ile duyulabilecek hakikatlar olduğunu anlatmak için insan yaratılışının gelişme şeklinde herkesin duyabileceği en belirgin noktaları hatırlatarak kendini ve yaratıcıyı; başlangıcını ve sonunu düşündürmek üzere buyruluyor ki:

17. O kahrolası insan ne nankör şey!, Müddessir'de de geçtiği gibi Arapça'da "kutile", Türkçe'de "kahrolası" tabiri gibi öfke ve yermeyi gösteren beddua suretinde kınama ve ayıplamadan kinayedir. "Öyle fena bir durumda bulunuyor ki, hayata hakkı kalmayacak derecede" demektir. nankörlük mânâsına gelen "küfran" kökünden türetilmiş hayret ifade eden bir fiil olup o bedduanın sebep ve kaynağını beyandır. Yani o öfke ve ayıplamanın sebebi, insanın şükredecek yerde hayret edilecek derecede nankörlükte ileri g itmiş olmasıdır. Çünkü nankörlük etmek ahlâksızlığın en adisi olduğu gibi vücudunun başlangıcından son anına kadar nail olduğu nimeti unutmak, nimeti verenden ve onun gücünden gafil olmak, hem de hatırlatıldığı halde nazar-ı itibara almamak kuşkusuz ki n a nkörlüğün en hayret edilecek biçimidir.

18. Zira o yaratan, kendisine bu nimetleri veren onu hangi şeyden yarattı,

19. bir nutfeden yarattı da embriyon halinden doğumuna kadar nice aşamalardan geçirerek en güzel biçime koydu.

20. Sonra yo lunu kolaylattı ki bu da doğumundan akıl ve fikrinin olgunlaşmasına kadar geçirdiği aşamaları kapsar.

21. Sonra öldürdü de kabre gömdürdü. Ölüsünün açıkta bırakılmayıp kabre gömülmesini de emretti. İnsanın dirisini de, ölüsünü de saygıya değer kıldı ki, bu da bir nimettir. O halde insan olan böyle kendisine verilen nimete nankörlük ederse, kendisiyle aynı cinsten olanların hepsine kötülük etmiş olmaz mı? Halbuki o yaratıcı bununla da kalmadı.

22. Sonra yaratan onu dilediği zaman yeni bir hayata da sevketti.

İNŞAR, daha önceleri geçtiği üzere diriltmektir. Yani ölümünden sonra da o kabirde öyle bırakacak değildir. Dilediği zaman onu öldükten sonra diriltip yeniden hayat verecektir. Fakat bunun vakti belli değildir, dilediği zaman diriltecektir.

23. "Hayır hayır". Tefsircilerin çoğu burada "kellâ"nın, "gerçekten" mânâsına olduğunu söylemişlerdir. Yani, doğrusu insan cinsi Allah'ın emrettiğini hiç tam olarak yapmadı, şükrünü, kulluğunu tam yerine getirmedi.

Mücahid ve Katâde'den nakledildiğine göre tefsirciler şöyle der: Burada 'dan maksat, Allah'ın bütün emrettikleridir. Yani yükümlülüğün başlangıcından kabre gömülünceye kadar, yahut Âdem'in yaratılışından bu zamana kadar bunca seneler, asırlar geçmiş olduğu halde insan cins i yaratılışından beklenen ve istenen olgunluğa ermedi. Allah'ın emirlerini tamamıyla yerine getirmedi. Çünkü şükredici kullar pek az "Kullarım içinde şükreden pek az." (Sebe', 34/13) olduğu gibi bir tür kusuru olmayan fert de yok gibidir. Kazada "tamamla m a" mânâsı bulunduğu ve bir işin henüz vuku bulmadığını ifade ettiği için buradaki olumsuzluğun, tam olumsuzlukla henüz tamamlanmadığı mânâsında olduğu açıktır. Ancak fiilinde gizli olan "o" zamiri, her ferdin değil de insan cinsinin yahut kendisini ihtiyaçsız gören insanın yerini tutması itibariyle "kaziyye-i mühmele" alarak ref' edilmesi "tam olumluluk" mahiyetinde demektir. Onun için bu, ihlaslı kullar gibi bazı fertlerin görevlerini yerine getirmiş olmalarına engel olmazsa da, insan cinsinin, vaz i fesini tam olarak hiç de yapmamış olduğunu ifade etmede nasstır. Onun için genel olarak insanlık daha çok büyük ilerleme ve olgunlaşmaya muhtaçtır ki, bu mânâ İnsan sûresinde "Onu imtihan ederiz." (İnsan, 76/2) kaydıyla ifade edilmişti ve onun için Hz. Ebubekir "Ah ne olurdu o tamam olaydı." demişti.

İnsan, Allah'ın iyi bir dirilmeye erdirmek için olan emirlerini tam yerine getirmemiş olduğunu önce kendi yaratılışının nasıl cereyan etmekte bulunduğunu düşünerek anlasın.

24. Bir de insan, yiyeceğine baksın. Yediği nimetlerin de nasıl bir kudret ve hikmet ile yavaş yavaş yükselerek yetiştirildiğine baksın. Böylece hem kendi içinde hem de dışında olmak üzere ne kadar nimet içinde bulunduğunu ve onların hakkını ödeyerek yararlanmak için nasıl çalışmak gerektiğini düşünsün.

25. Evvela: O suyu biz bol bol dökmekteyiz, yani yerkürede maddi hayat için, gerekli olan yiyecekleri yetiştirmek için ilk sebep "Canlı olan her şeyi sudan yarattık."(Enbiya, 21/30) âyetinin gösterdiği gibi sudur. Bu ise her şeyden önce Allah'ın bir lütfudur.

Suyu yaratıp o yağmurları şarıl şarıl döken, yağdıran Allah'tır.

26. Sonra da toprağı güzelce biz yarmaktayız. Hacc sûresinde "Yeryüzünü sönmüş kül halinde görürsün. Fakat biz ona suyu indirdiğimizde harekete geçer, kabarır." (Hacc, 22/5) buyrulduğu gibi bu yarma, o sönük kupkuru yerküre, yağmurların inmesiyle harekete geçip kabarmaya, sonra çatlayıp bitkiler çıkarmaya başladığı bir yarmadır ki bunu da yapan Allah'tır.

27. Bu suretle o yerkürede bitir mekteyiz: hububat, ve (bildiğiniz) üzüm ki yerkürenin sürülüşünde, hububat ve bağların bakımında insanların çalışmalarının da bir kıymeti olmakla beraber o kara toprakta böyle daneler, üzümler yetiştirecek derecede kabarma ve olgunlaşma uyandıran h e p yüce Allah'tır, taze yonca veya sebze, zeytin ve hurma ağaçları, bahçeleri, girift ağaçlı. Bu kelime "galbâ" kelimesinin çoğuludur. Hadika-i galbâ, ağaçları iri boylu ve birbirine girift bahçe demektir. Bu kelimenin aslı "boyun"a sıfat olmaktır. Boynu kalın adama ağleb denilir.

28. Bu suretle o yerkürede bitirmekteyiz: hububat, ve (bildiğiniz) üzüm ki yerkürenin sürülüşünde, hububat ve bağların bakımında insanların çalışmalarının da bir kıymeti olmakla beraber o kara toprakta böyle daneler, üzümler yetiştirecek derecede kabarma ve olgunlaşma uyandıran hep yüce Allah'tır, taze yonca veya sebze, zeytin ve hurma ağaçları, bahçeleri, girift ağaçlı. Bu kelime "galbâ" kelimesinin çoğuludur. Hadika-i galbâ, ağaçları iri boy l u ve birbirine girift bahçe demektir. Bu kelimenin aslı "boyun"a sıfat olmaktır. Boynu kalın adama ağleb denilir.

29. Bu suretle o yerkürede bitirmekteyiz: hububat, ve (bildiğiniz) üzüm ki yerkürenin sürülüşünde, hububat ve bağların bakımında insanların çalışmalarının da bir kıymeti olmakla beraber o kara toprakta böyle daneler, üzümler yetiştirecek derecede kabarma ve olgunlaşma uyandıran hep yüce Allah'tır, taze yonca veya sebze, zeytin ve hurma ağaçları, bahçeleri, girift ağa ç lı. Bu kelime "galbâ" kelimesinin çoğuludur. Hadika-i galbâ, ağaçları iri boylu ve birbirine girift bahçe demektir. Bu kelimenin aslı "boyun"a sıfat olmaktır. Boynu kalın adama ağleb denilir.

30. Bu suretle o yerkürede bitirmekteyiz: hububat, ve (bildiğiniz) üzüm ki yerkürenin sürülüşünde, hububat ve bağların bakımında insanların çalışmalarının da bir kıymeti olmakla beraber o kara toprakta böyle daneler, üzümler yetiştirecek derecede kabarma ve olgunlaşma uyandıran hep yüce Allah'tır, t aze yonca veya sebze, zeytin ve hurma ağaçları, bahçeleri, girift ağaçlı. Bu kelime "galbâ" kelimesinin çoğuludur. Hadika-i galbâ, ağaçları iri boylu ve birbirine girift bahçe demektir. Bu kelimenin aslı "boyun"a sıfat olmaktır. Boynu kalın adama a ğleb denilir.

31. Meyve (genellikle yaş ve kuru meyvelere fakihe denir.) ve çayırlar. Bu kelimenin çayır ve otlak, sebze, hayvan yemi, çerez mânâlarına geldiği söylenmiştir.

"Misbah" yazarının ve Rağıb'ın açıklanmasına göre, bu kelime esasen hazırlanmak, hazırlıkta bulunmak mânâsına konulmuş olup yaz ve kış için biçmeğe ve hayvan gütmeye elverişli olması itibariyle ot ve otlak mânâsına kullanılması bu kökle ilgilidir. Saman ve kuru yemiş için kullanıldığı da söylenmiştir. Bununla beraber Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer'den bunun hakkında şöyle iki rivayet vardır:

Ebu Ubeyde "Fezail"inde ve Abd b.Humeyd İbrahim et-Teymi'den rivayet etmişlerdir ki, Ebubekir es-Sıddık'a, "ebb nedir?" diye sorulduğunda: Allah'ın kitabında bilmediğim bir şey hakkında konuşacak olursam beni hangi gök gölgelendirir ve hangi yer barındırır?" demiştir.

İbnü Sa'd, Saîd b. Mansur, Abd b. Humeyd, İbnü Cerir, İbnü Münzir, Hâkim ve daha bazıları Hz. Enes'ten rivayet etmişlerdir ki: Hz. Ömer minberde dan 'e kadar okumuş, "bunların hepsini biliyoruz, fakat ebb nedir?" demiş ve sonra elindeki âsâyı kırıp atarak demiştir ki: İlâhî hayata yemin ederim ki bunu anlamaya çalışmak bir zorlanma ve külfettir. Ey Ömer'in anasının oğlu! Ebben'in ne olduğunu bilmesen ne var? Bu k i taptan açıklananları arayın ve onunla amel edin. Bilemediklerinizi de Rabbına havale edin."

Zemahşerî de şöyle der: Hz. Ömer'in bu sözünde Kur'ân'ın mânâlarını araştırmayı ve müşküllerini incelemeyi yasaklama var gibi görünürse de o bu kanaate varmış değildir. Fakat onların en büyük gayretleri amele yönelik idi. Amel edilmeyecek bir şeyi bilmeye uğraşmak onlarca bir zorlanma ve külfet idi. Onun için Hz. Ömer şunu anlatmak istemiştir ki: Âyetin akışı, Allah'ın insanlara verdiği yiyecekleri sayması ve ş ü krüne davet esası üzerinedir. Âyetin mânâsından ise "ebb"in, insana veya hayvanlarına, istifade etmesi için yüce Allah'ın bitirdiği bitkilerden bir şey olduğu özet olarak anlaşılıyor. Şu halde burada müminin asıl önemli görevi, özel ismi "ebb" olan otları n ne olduğunu öğreneceğim diye zorlanarak vakit geçirmeyip, nimetlerden açık olarak anladıklarının şükrünü yerine getirmeğe girişmek ve onun ne olduğu başka bir zaman aydınlanıncaya kadar özet olarak anlamakla yetinmektir.

Biz bu rivayetlerden bu kelim ede dikkate değer üç nükte anlıyoruz:

BİRİNCİSİ, Kur'ân'da herkesin her zaman mânâsını kavrayamayacağı ve ancak kısa ve özet bir mânâ ile yetinilerek inanılması gereken ve zamanı geldikçe detayları ve yorumu açıklık kazanacak olan müşkil ve mücmel kelime ve mânâlar bulunduğu.

İKİNCİSİ, kelimesinin önceki sûredeki "Mer'âhâ" (otlağı) (Nâziât, 79/31) mânâsına olmakla beraber "daha neler neler" gibi insan ve hayvanların yararlanabileceği yaş ve kuru birçok bitkiyi kapsayan ve detaylandırılması uzun uzun araştırmalara bağlı özet bir mânâ ifade ettiği.

ÜÇÜNCÜSÜ, bu kelimenin asıl ortaya çıkışında hazırlık ve hazırlanma mânâsı bulunması itibariyle âyetlerin akışına göre ahiret hayatı içinde böyle yapılması gerekli birçok hazırlığa ihtiyaç bulunduğuna bir işaret olabilmesidir.

32. Meyve (genellikle yaş ve kuru meyvelere fakihe denir.) ve çayırlar. Bu kelimenin çayır ve otlak, sebze, hayvan yemi, çerez mânâlarına geldiği söylenmiştir.

"Misbah" yazarının ve Rağıb'ın açıklanmasına göre, bu kelime esasen hazırlanmak, hazırlıkta bulunmak mânâsına konulmuş olup yaz ve kış için biçmeğe ve hayvan gütmeye elverişli olması itibariyle ot ve otlak mânâsına kullanılması bu kökle ilgilidir. Saman ve kuru yemiş için kullanıldığı da söylenmiştir. Bun u nla beraber Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer'den bunun hakkında şöyle iki rivayet vardır:

Ebu Ubeyde "Fezail"inde ve Abd b.Humeyd İbrahim et-Teymi'den rivayet etmişlerdir ki, Ebubekir es-Sıddık'a, "ebb nedir?" diye sorulduğunda: Allah'ın kitabında bilmediğim bir şey hakkında konuşacak olursam beni hangi gök gölgelendirir ve hangi yer barındırır?" demiştir.

İbnü Sa'd, Saîd b. Mansur, Abd b. Humeyd, İbnü Cerir, İbnü Münzir, Hâkim ve daha bazıları Hz. Enes'ten rivayet etmişlerdir ki: Hz. Ömer minberde dan 'e kadar okumuş, "bunların hepsini biliyoruz, fakat ebb nedir?" demiş ve sonra elindeki âsâyı kırıp atarak demiştir ki: İlâhî hayata yemin ederim ki bunu anlamaya çalışmak bir zorlanma ve külfettir. Ey Ömer'in anasının oğlu! Ebben'in ne olduğunu bilmes e n ne var? Bu kitaptan açıklananları arayın ve onunla amel edin. Bilemediklerinizi de Rabbına havale edin."

Zemahşerî de şöyle der: Hz. Ömer'in bu sözünde Kur'ân'ın mânâlarını araştırmayı ve müşküllerini incelemeyi yasaklama var gibi görünürse de o bu kanaate varmış değildir. Fakat onların en büyük gayretleri amele yönelik idi. Amel edilmeyecek bir şeyi bilmeye uğraşmak onlarca bir zorlanma ve külfet idi. Onun için Hz. Ömer şunu anlatmak istemiştir ki: Âyetin akışı, Allah'ın insanlara verdiği yiyecekle r i sayması ve şükrüne davet esası üzerinedir. Âyetin mânâsından ise "ebb"in, insana veya hayvanlarına, istifade etmesi için yüce Allah'ın bitirdiği bitkilerden bir şey olduğu özet olarak anlaşılıyor. Şu halde burada müminin asıl önemli görevi, özel ismi "e b b" olan otların ne olduğunu öğreneceğim diye zorlanarak vakit geçirmeyip, nimetlerden açık olarak anladıklarının şükrünü yerine getirmeğe girişmek ve onun ne olduğu başka bir zaman aydınlanıncaya kadar özet olarak anlamakla yetinmektir.

Biz bu rivayet lerden bu kelimede dikkate değer üç nükte anlıyoruz:

BİRİNCİSİ, Kur'ân'da herkesin her zaman mânâsını kavrayamayacağı ve ancak kısa ve özet bir mânâ ile yetinilerek inanılması gereken ve zamanı geldikçe detayları ve yorumu açıklık kazanacak olan müşkil ve mücmel kelime ve mânâlar bulunduğu.

İKİNCİSİ, kelimesinin önceki sûredeki "Mer'âhâ" (otlağı) (Nâziât, 79/31) mânâsına olmakla beraber "daha neler neler" gibi insan ve hayvanların yararlanabileceği yaş ve kuru birçok bitkiyi kapsayan ve detaylandırılması uzun uzun araştırmalara bağlı özet bir mânâ ifade ettiği.

ÜÇÜNCÜSÜ, bu kelimenin asıl ortaya çıkışında hazırlık ve hazırlanma mânâsı bulunması itibariyle âyetlerin akışına göre ahiret hayatı içinde böyle yapılması gerekli birçok hazırlığa ihtiyaç bulunduğuna bir işaret olabilmesidir.

33. Çünkü "kulakları sağır eden gürültü geldiğinde".

SÂHHA, tâmme gibi büyük bela ve musibet mânâsına olup ikinci üfürme veya son üfürme denilen Kıyamet seslenişinin ismidir.

Bu kelimenin as lı "sahh"tan türetilmiş olup bu şekilde isimlendirilmesinde birkaç yön zikredilmiştir:

Sahh, demir ve taş gibi katı ve pek bir şeyi, içi boş olmayan yine öyle dolgun

bir şeye çarpmaktır. Bundan sâhha şiddetle çarpan demek olur. Böyle şiddetle çarpılan kayanın çarpıldığı sırada ses çıkarmasına da sahh ve o sese sâhha denilir. Bundan da sâhha, kuvvetli ses çıkaran, haykıran demek olur. Bundan mecazi isnad suretiyle sâhha, çarpınca kulağı sağır eden şiddetli sese de denir ki, kulağa çarpıp sağır etmek mâ n âsına sahh'tan alınmıştır. denilir ki, "onlara kulakları çatlatacak bir sesle haykırdı" demektir. Şiddetli bela ve musibete sâhha denilmesi de bundandır. Çünkü kulağı sağır edecek derecede çarpan şiddetli haykırmanın iki özelliği vardır:

BİRİNCİSİ, her şeyden önce şiddetle çarpıp kendisini işittirme özelliğidir.

İKİNCİSİ de şiddetinden dolayı kendisinden başkasını işittirmeyecek şekilde kulağı sağır etmesidir. İşte büyük, şiddetli bela ve musibetler de böyle yalnız kendisini işittirip başka şeyleri duymayacak bir halde kulakları sağır gibi ettiği için sâhha denilmiş; kıyamet haykırışı da dünyadan sağır edip ahiret işlerini dinleten en şiddetli bir bela olması nedeniyle bu isim ile isimlendirilmiştir ki etkisinin şiddetini ifade eden eşsiz bir b elagattır. Bu mânâ, çarpmak ve sağır etmek mânâsının gereği olan bir mecazdır. Zemahşerî de şöyle demiştir: Sahh, iyice kulak verip dinlemek mânâsına gelir. İsrafil'in üfürmesine sâhha denilmesi de insanların onu dinleyip kulak vermeleri sebebiyle mecazdır. Yani, dinleyen insanlar iken, aşırılık ifade etmesi için kendisine "dinleyen" denilmiştir. Bu şekilde izahta sâhha'nın dinlenilmesi özelliğine, öbüründe ise başkasını duyurmayacak şekilde kendini dinletmesi özelliğine fazlaca dikkat çekilmektedir. İkisi de şiddetle beraber bulunurlar.

34. Bunun şu şekilde izahı evvelki yoruma daha yakındır: "O gün kişi kaçar". Bu, sâhha'dan bedel olarak onun şiddetini izah etmektedir.

"Kardeşinden, anasından, babasından, eşinden ve oğullarından". Burada kardeşten başlıyarak yakınlık ve sevginin derecelerine göre kaçışta bir gelişme üslubu vardır. Yani akraba ve yakınlar içerisinde kardeş en yararlıklı, en yakın ve en sevgili; ana-baba daha yakın daha sevgili; arkadaş, yani eş olan zevce ve çocuklar daha y a kın ve daha sevgili olduğuna işaret ile beraber o gün derece derece bunların hepsinden kaçılacağı anlatılmıştır ki şöyle denilmek gibidir: O gün kişi, başkaları şöyle dursun kardeşinden, hatta anasından babasından, hatta yâri olan eşinden ve çocuklarından kaçar.

35. Bunun şu şekilde izahı evvelki yoruma daha yakındır: "O gün kişi kaçar". Bu, sâhha'dan bedel olarak onun şiddetini izah etmektedir.

"Kardeşinden, anasından, babasından, eşinden ve oğullarından". Burada kardeşten başlıyarak yakınlık ve sevginin derecelerine göre kaçışta bir gelişme üslubu vardır. Yani akraba ve yakınlar içerisinde kardeş en yararlıklı, en yakın ve en sevgili; ana-baba daha yakın daha sevgili; arkadaş, yani eş olan zevce ve çocuklar daha yakın ve daha sevgili olduğuna işaret ile beraber o gün derece derece bunların hepsinden kaçılacağı anlatılmıştır ki şöyle denilmek gibidir: O gün kişi, başkaları şöyle dursun kardeşinden, hatta anasından babasından, hatta yâri olan eşinden ve çocuklarından kaçar.

36. Bunun şu şekilde izahı evvelki yoruma daha yakındır: "O gün kişi kaçar". Bu, sâhha'dan bedel olarak onun şiddetini izah etmektedir.

"Kardeşinden, anasından, babasından, eşinden ve oğullarından". Burada kardeşten başlıyarak yakınlık ve sevginin derecelerine göre kaçışta bir gelişme üslubu vardır. Yani akraba ve yakınlar içerisinde kardeş en yararlıklı, en yakın ve en sevgili; ana-baba daha yakın daha sevgili; arkadaş, yani eş olan zevce ve çocuklar daha yakın ve daha sevgili olduğuna işaret ile beraber o gün derece d erece bunların hepsinden kaçılacağı anlatılmıştır ki şöyle denilmek gibidir: O gün kişi, başkaları şöyle dursun kardeşinden, hatta anasından babasından, hatta yâri olan eşinden ve çocuklarından kaçar.

37. Çünkü onlardan her kişinin o gün kendisine yeter bir işi

vardır. Yani kendisini meşgul eden öyle önemli bir işi, bir meşgalesi vardır ki başından aşar. Onun önemi başkalarını düşünmeğe, yardıma koşmaya meydan vermediği gibi ayrıca onlardan kaçırır, hepsini feda ettirir, kimisi kendi başının derdiyle onlara yardımdan kaçar, kimisi de sorguya çekilmekten kaçar. Çünkü kardeş, "sen bana dünyada yardım etmedin" diye; ana baba, "sen bize iyilikte kusur ettin" diye; karısı, "sen bana haram yedirdin" diye; çocukları, "sen bize dinimizi belletip öğreterek bi z i irşat etmedin" diye yakasına sarılırlar.

Taberânî, İbnü Merduye, Beyhakî ve Hâkim müminlerin anası Sevde binti Zem'a'dan şöyle rivayet etmişlerdir: Hz. Peygamber (s.a.v); "İnsanlar Kıyamet günü yalınayak, çırılçıplak, sörpük va sarkık, ter, gem gibi boğazlarına takılmış ve kulak tozlarına çıkmış bir halde haşr olunurlar" buyurdu.

"Ey Allah'ın Resulü! Eyvah o ne sefillik, birbirinin ayıbına bakacaklar" dedim. İnsanlar bundan meşguldür" buyurdu ve şu âyeti okudu: "Onlardan her kişinin o gün kendisine yeter bir işi vardır."

Ebu Ubeyde ve İbnü Münzir'in Katade'den rivayetlerinde de şöyle denilmiştir: "Kıyamet günü insan tanıdığı bir kimseyi görmekten sıkıldığı kadar hiçbir şeyden sıkılmaz. Çünkü yaptığı bir haksızlık nedeniyle peşine dü şülmesinden korkar."

38. Ama "bu dehşetli, belalı gün böyle olacak olunca bunun hükmü, hikmeti, bu konuda uyarılıp bundan haberdar edilmenin faydası nedir? Bu durumda hayatın sonu herkes için bir kötümserlikten ibaret olmaz mı?" denecek olursa, bunun hüküm ve hikmetini beyan ile neticesinin herkes için böyle olmadığı anlatılmak üzere buyruluyor ki: nice yüzler o gün sabah aydınlığı gibi açılarak ışıldar, pırıldar ki bu sûrenin akışından ve buradaki âyetlerin önceki âyetlere karşılık olmasından a nlaşıldığına göre bu, Allah saygısı ve iman ve İslâm ile Allah'ın emirlerini yerine getirerek temizlenmenin eseridir. İbnü Abbas'tan gelen rivayette; "bu, geceyi ibadetle geçirmedendir" denilmiş, çünkü bir hadiste; "Gece namazı çok olan kişinin gündüz ü n yüzü güzel olur." diye rivayet edilmiştir. Dahhâk'ten gelen rivayette; "abdestin eserlerindendir" denilmiştir.

Bu da abdest hakkında bilinen ve abdest alanların yüzleri nurlu ve abdest azalarının da abdestin eserinden bembeyaz olduğunu bildiren hadis ile ilgilidir. Bir de, "Allah yolunda uzun müddet toz toprak içinde cihat yapmaya katlanmaktandır." denilmiştir ki bu hepsinden daha kapsamlı bir ifadedir. Razî de şöyle der: "Bence bu, dünyadan kurtulup mukaddes âleme, rahmet ve rıza makamlarına kavuşma seb e biyledir." Doğru, fakat asıl mesele o kurtuluş ve vuslatın dünyadaki sebeplerini bilmektir.

39. Güler, çünkü hesaptan kurtulmuştur; Müjdelenir, sevinir, çünkü Allah'ın rahmet rızasını elde ederek Hakk'ın cemaline kavuşmaktadır.

40. Nice yü zler de vardır, o gün üzerlerinde bir toz, tor toz istilâ etmiş,

41 o tozu da is gibi bir karalık sarmıştır. Yüzlerde böyle tor toz ile karanın bir araya gelmesi ise, korku ve zelillik ile elem ve azabın en ürkütücü bir şekilde ortaya çıkışıdı r.

42. İşte onlar, öyle tozlu kara yüzlüler, kâfirler ve günahkârlardan ibarettirler. Onlar hem küfür edip hem de günah işleyerek küfür ve günahı bir arada toplamışlar, yüce Allah da bunu onlara tor toz içinde yüzkarası etmiştir. Onun için insan o gün gelmeden kendi dileme ve iradesiyle bütün bunları düşünüp Allah'tan korkarak, küfür ve günahtan sakınarak Allah'ın emirlerini tutup iman ve İslâm ile temizlenmeye çalışmalı ve o gün yüz aklığıyla güle güle, sevine sevine o son murada ermelidir. Z i ra bu dünya böyle kalacak değildir. Bundan sonraki sûrede geleceği gibi güneş dürülüp yıldızlar sönecek, insana yalnız yaptığı amel kalacak; Hakk'ın huzurunda ya yüz aklığı, ya da yüz karası olacaktır.