21 Haziran 2007 Perşembe

FETİH SÜRESİ(MEVDUDİ)

Adı: Surenin adı, ilk ayeti olan "Ey Peygamber biz sana apaçık bir fetih kapısı açtık," ayetinden alınmıştır.

Fetih, sadece bu surenin adı değil, içeriği yönünden bir bakıma ünvanıdır da. Çünkü, Allah Teala'nın Hz. Peygamber'e ve müslümanlara lütfettiği Hudeybiye Antlaşması şeklinde tezahür eden o büyük fetihten (zafer) bahsetmektedir.

Nüzul Zamanı: H. 6. yılının Zilka'de ayında Hz. Peygamber (s.a.) Mekke kafirleriyle Hudeybiye'de antlaşma yaptıktan sonra Medine'ye geri dönerken nazil olduğunda ittifak edilmiştir.

Tarihsel Arka-Plan: Bu surenin nazil oluşunu anlatan olaylar dizisinin başlangıcı şöyle olmuştur. Bir gün Hz. Peygamber (s.a) rüyasında sahabeyle birlikte Mekke'ye gittiklerini ve orada Umre ziyareti yaptıklarını görüyor. Peygamber rüyasının sadece hayali ve asılsız bir rüya olamayacağı apaçık bir gerçektir. Rüya da bir vahiy çeşididir. Daha ilerki bölümlerde 28. ayette bizzat Allah, Hz. Peygamber'e gösterdiği bu rüyayı açıklamış ve tevsik etmiştir (sağlamlaştırmış, belgelemiştir). Bu bakımdan gerçekte bu sadece bir rüya değil, bilakis Hz. Peygamber'in (s.a) uyması gereken ilahi bir işarettir.

O günlerde, görünüşte bu ilahi buyruğun yerine getirilmesi ve ona göre hareket edilmesi imkan dahilinde gözükmüyordu. Uygulanması imkansız gibiydi. Kureyş kafirleri 6 seneden beri müslümanlara Kabe yolunu kapatmışlardı.

Bütün bu zaman zarfında bir tek müslümanı dahi, Hac ve Umre için de olsa Kabe'nin sınırlarına yaklaştırmadılar. Durum böyleyken onların Hz. Peygamber'in (s.a) ve Sahabe'nin toplu halde Mekke'ye girişlerine müsamaha göstermeleri nasıl umulurdu? Silahsız gitmekse kendinin ve arkadaşlarının hayatlarını tehlikeye atmak demekti. İşte bu şartlar altında Allah Teala'nın bu emrinin nasıl uygulanacağını hiç kimse bilmiyordu.

Fakat Peygamber'in (s.a) mevkii ve Allah karşısındaki durumu gereği Rabbinin kendisine verdiği emir ne olursa olsun hiç tereddüt etmeden onu uygulaması gerekir. İşte bu yüzden Hz. Peygamber (s.a) hiç tereddüt etmeden rüyasını Sahabe-i Kiram'a anlatarak sefer hazırlıklarına başladı. Civardaki kabilelere de "Umre'ye gidiyoruz, bize katılmak isteyenler gelsin" diye haber gönderdi. Olayın görünüşüne bakanlar: "Bu insanlar ölüme gidiyorlar" diyerek Peygamber'e (s.a) katılmaya onunla gitmeye yanaşmadılar. Fakat Allah'a ve Peygamber'e imanı sağlam olanlar bu işin sonu nereye varır diye hiç tereddüde kapılmadılar. Onların bu sefere katılması için Allah Teala'nın bir işareti olması ve Peygamberi'nin emri yerine getirmek için ayağa kalkması yeterli idi. Bundan sonra artık hiçbir şey onları Peygamber'le beraber olmaktan alıkoyamazdı. 1400 Sahabe, Hz. Peygamber'in (s.a.) önderliğinde bu son derece tehlikeli sefere çıkmak üzere hazırlandılar.

Hicretin 6. yılının Zilkade ayının başlarında bu mübarek kafile Medine'den hareket etti. Zül-Huleyfe'ye ulaşınca hepsi Umre için ihrama girdi. Kurban için 70 deve aldılar. Boyunlarına, Kabe'ye kurban kesilmek üzere adak olduklarını belirten gerdanlıklar taktılar. Silah torbalarına sadece bir tek kılıç koydular. Arapların meşhur adetlerine uygun olarak Kabe'nin bütün ziyaretçilerine tek bir kılıç taşıma izni veriliyordu. Bunun dışında hiçbir savaş aleti alınmadı. Böylece Kafile Lebbeyk! Lebbeyk! nidalarıyla Kabe'ye (Mekke'ye) doğru yürümeye başladı.

O günlerde Mekke ve Medinelilerin ilişkilerinin ne durumda olduğunu çocuklara varıncaya kadar bütün Araplar biliyordu. Daha evvelki sene H.5 yılın Şevval ayında Kureyş, diğer Arap kabilelerinden de katılan kuvvetlerle Medine'ye saldırmış ve meşhur Ahzab Gazvesi (Hendek Savaşı) yapılmıştı. Bu sebeble Hz. Peygamber (s.a.) böyle büyük bir toplulukla kanlarına susamış düşmanlarının yurduna doğru yola çıkınca bütün Arapların gözleri bu ilginç sefere yönelmişti.

Herkes bu kafilenin savaş için değil, savaşın haram sayıldığı aylar içinde ihram giyerek, Kabe'de kurban edilmek üzere adanmış develeri alarak Beytullah'a doğru silahsız olarak gittiklerini görüyordu.

Hz. Peygamber'in (s.a.) bu hareketi Kureyşlileri son derece müşkil durumda bıraktı. Çünkü yüzlerce seneden beri Araplar arasında Kabe'yi ziyaret ve Hac için mübarek kabul edilen haram aylardan Zi'lka'de ayında bulunuluyordu. Bu ayda ihram giyip Hac veya Umre için gelen bir topluluğu engellemek hiçkimsenin hakkı değildi. Düşman kabul ettikleri bir kabile dahi olsa, kesinkes uydukları kanunlar nedeniyle onların kendi bölgelerinden geçmesini engelleyemezlerdi. Kureyşliler: "Eğer biz Medine'nin bu topluluğuna saldırarak Mekke'ye girmelerini engellersek, bütün Arabistan'da kıyamet kopacak; her Arab "Bu tam bir zulümdür, haddi aşmadır" diye feryat edecek, bütün Arap kabileleri Kabe'yi mülkiyetimize geçirip, tekelimize aldığımızı zannedecek," diye endişeye düştüler. Hatta bu tavrımız sonucu bazı kabilelerde gelecekte bir kimsenin Umre veya Hac yapması veya yapmamasının bizim arzumuza bağlı olacağı, kızdığımız kimseyi Kabe'yi ziyaretten, Medinelileri engellediğimiz gibi engelleyeceğimiz endişesini uyandıracaktır diye düşünmeye başladılar. Eğer böyle bir hata yaparsak bütün Arablar bize karşı gelir düşüncesine kapıldılar. Buna karşılık Muhammed (s.a)'in beraberindeki büyük kalabalığı huzur içinde şehrimize sokarsak, bütün Arap diyarında itibarımız zedelenecek, şöhretimiz sönecek ve halk Muhammed'den (s.a) korktuğumuzu söyleyecek diye düşünüyorlardı. Sonunda korku ve şaşkınlık içinde konuyu tartıştıktan sonra Cahiliye devri gururları ağır bastı, şeref ve haysiyetleri uğruna, ne pahasına olursa olsun bu kafileyi şehirlerine sokmamak kararı aldılar.

Peygamber (s.a) Kâboğullarından birini, Kureyş'in ne yapmak istediğini, Kureyşlilerin nasıl hareket ettiklerini öğrenmek ve zamanında haber vermek üzere önceden Mekke'ye göndermişti. Kafile Usfan'a ulaştığında haberci gelerek Peygamber'e Kureyşlilerin tüm hazırlıklarını tamamlayarak Zi Tuva denen yere ulaştıklarını ve ayrıca Halid b. Velid'i de ikiyüz süvarisiyle birlikte Peygamber'in yolunu kesmek üzere Kûra'el-¶amim'e doğru yolladıklarını haber verdi. Kureyş'in niyeti, ne pahasına olursa olsun Peygamber'in ashabına sataşıp tahrik etmek ve daha sonra savaş çıkarsa, bu insanların gerçekte savaşmak için geldiklerini, Umre'yi perde olarak kullandıklarını ve ihramı sadece aldatmak için giydiklerini, iddia ederek etrafa yaymaktı. Peygamber (s.a) bunu öğrenir öğrenmez derhal yolunu değiştirdi, son derece sarp ve ücra yollardan büyük meşakkat ve zorluklarla geçerek Hudeybiye denen yere ulaştı.

Hudeybiye tam Harem sınırı üzerinde bir yerdir. Burada Huzaa oğullarının başkanı Hudeyl b. Verka, kabilesinden birkaç kişiyle Peygamberimizin yanına gelerek ne niyetle geldiklerini sordu: Peygamber de (s.a) hiçkimseyle savaşmak için gelmediklerini, sadece Beytullah'ı ziyaret ve tavaf etmek niyetinde olduklarını söyledi. Bunun üzerine heyettekiler geri dönerek Kureyş'in liderlerine durumu anlattılar, konuşmayı naklettiler ve Kureyşlilere bu Kabe ziyaretine engel olmamalarını tavsiye ettiler. Fakat onlar inatlarında ısrar ettiler ve Ehabis kabilesinin lideri Huleys b. Alkame'yi Peygamber'in (s.a) yanına, onu geri dönmeye ikna etmesi için gönderdiler. Kureyş liderlerinin ümidi, Hz. Peygamber (s.a) Huleys b. Alkame'nin arzusunu kabul etmediği takdirde Huleys'in Peygamber'e kızacağı ve öfkeli olarak dönüp, tüm Ehabis'in kuvvetiyle Kureyş'in yanında yer alması idi. Fakat o kafilenin yanına vardığında kendi gözüyle bütün kafilenin ihramlı olduğunu, Kabe'ye adanmış develerin ön tarafta boyunlarında adak olduklarını belirten gerdanlıklar asılı olarak ayakta durduklarını görür, bu insanların savaşmak için değil, aksine Beytullah'ı tavaf için geldiklerine kanaat getirince, Peygamberimize hiçbir şey söylemeden geri döndü. Kureyşlilerin yanına gitti; açık ve kesin olarak bu insanların Beytullah'ın azametini kabul ederek onu ziyarete geldiklerini söyledi ve sözlerine şöyle devam etti: "Eğer siz ona engel olursanız Ehabis kabilesi bu konuda asla sizin yanınızda olmayacaktır. Biz sizinle bütün haramları çiğneyesiniz ve kutsal adetleri ayak altına alasınız, buna karşılık biz de bu davranışınızda sizi destekleyelim diye anlaşma yapmadık."

Daha sonra Kureyş tarafından Urve b. Mesud Sekafi gönderildi. O kâh alttan kâh üstten alıp bütün maharetini kullanarak Peygamberimizi geri dönmeye ikna etmek ve Mekke'ye girme kararından vazgeçirmek istedi. Fakat Hz. Peygamber (s.a), ona da, Huzaa oğullarına verdiği cevabı verdi. "Biz savaşmak için gelmedik, Kabe'yi ziyaret ve dini bir vecibeyi yerine getirmek için geldik" dedi.

Urve geri dönerek Kureyşlilere şöyle dedi: "Ben, İran, Bizans, Habeşistan krallarının huzuruna girdim, yanlarında bulundum. Yemin ederim, ben Muhammed'in adamlarının, ona karşı gösterdikleri fedakarlık ve saygıyı hiçbir kralın huzurunda görmedim.

Bu adamların tutumları şöyle: "Muhammed abdest alırken ashabı, suyun bir damlasını dahi yere düşürmüyorlar hepsini beden ve elbiselerine sürüyorlar. Artık siz, kimlerin karşısında bulunuyorsunuz bir düşünün!"

Elçilerin geliş, gidiş ve görüşmeleri böyle sürüp giderken, Kureyşliler defalarca gizlice Peygamber'in kampına hücum edip sahabeyi tahrik ederek, ne pahasına olursa olsun savaşı başlatmaları için bahane olabilecek bir olay çıkarmaya çalışıyorlardı. Fakat her seferinde sahabenin sabır ve disiplini, Hz. Peygamber'in (s.a.) ince düşüncesi ve hikmetli davranışı onların bütün oyunlarını boşa çıkardı. Bir keresinde 40-50 Kureyşli geceleyin gelip müslümanların kampına taş ve ok yağdırmaya başladılar. Sahabe-i Kiram hepsini yakalayıp Hz. Peygamber'in (s.a.) huzuruna getirdiler. Ama Peygamber hepsini serbest bıraktı. Bir diğer olayda, Ten'im tarafından 80 kişi, tam sabah namazı vakti gelerek ani bir hucum yaptılar. Bu adamlar da yakalandılar ama Peygamber (s.a) bunları da serbest bıraktı. Böylece Kureyş'in oyunları ve hileleri boşa çıktı. Nihayet Peygamber (s.a), Hz. Osman'ı Mekke'ye elçi olarak gönderdi. Onun vasıtasıyla, Kureyş liderlerine harb etmek için gelmediklerini, aksine ziyaret için adaklarla birlikte geldiklerini, Kabe'yi tavaf edip kurban keserek geri döneceklerini haber verdi. Ama onlar inanmadılar ve Hz. Osman'ı Mekke'de alıkoydular. Bu sırada Hz. Osman'ın katledildiği haberi yayıldı. Hz. Osman'ın geri dönmemesi de müslümanların haberin doğru olduğuna inanmalarına neden oldu. Artık daha fazla tahammül göstermek yersizdi. Mekke'ye girmek bir yana bunun için kuvvet kullanmak bile asla düşünülmemişti. Ama sıra elçinin öldürülmesine kadar gelip dayanınca müslümanların savaşa hazırlanmaktan başka çareleri kalmamıştı. Nitekim Peygamber (s.a) bütün ashabını topladı ve onlardan artık buradan son nefesimizi verinceye kadar bir adım geri çekilmeyeceğiz diye söz aldı. Durumun nezaketi göz önüne alınırsa bunun basit bir biat olmadığını herkes anlar. Müslümanlar sadece 1400 kişiydiler, yanlarına hiçbir savaş malzemesi almadan gelmişlerdi. Merkezlerinden (Medine'den) 250 mil uzakta tam Mekke sınırında konaklamışlardı. Burada düşman bütün gücüyle onlara hücum edebilirdi. Kureyş, etrafındaki anlaşmalı kabileleri de toplayıp, onları çepeçevre sarabilirdi. Buna rağmen birtek kişi bile hariç olmamak üzere bütün kafile Peygamber'in (s.a) eli üzerine ya öleceklerine ya da öldüreceklerine biat etmek için düşünmeden sıraya girdiler.

Bu insanların imanlarındaki samimiyeti ve Allah yolundaki fedakarlıklarını bundan başka ne ispat edebilir? Bu biat, İslâm tarihinde Biat-ı Rıdvan (gönül rızası ile verilen söz) adıyla meşhur olmuştur. Daha sonra Hz. Osman'ın öldürüldüğü haberinin asılsız olduğu anlaşıldı. Hz. Osman da bu sırada geri geldi. Suheyl önderliğinde bir heyet de barış müzakeresi yapmak için Peygamberimizin kampına ulaştılar. Artık Kureyşliler, Peygamber ve Ashabını istisnasız Mekke'ye sokmayacaklarına dair aldıkları inatçı karardan vazgeçmişlerdi.

Kendi itibarlarını kurtarmak için Hz. Peygamber'in (s.a.) bu sene geri dönerek, gelecek sene Umre için gelmesinde ısrar ediyorlardı. Uzun görüşmelerden sonra barış anlaşmasının maddeleri şöyle belirlendi:

1) 10 sene süreyle iki taraf arasında savaş durdurulacak. Bir taraf diğerine karşı, gizli veya açık hiçbir harekette bulunmayacak.

2) Bu süre içinde Kureyş'ten biri kendi hamisinin izni olmadan kaçarak Muhammed'in yanına gelirse, o kişi Mekke'ye geri gönderilecek. Peygamberimizin adamlarından bir kişi Kureyş'e dönerse onlar onu iade etmeyecek.

3) Arab kabilelerinden her biri bu anlaşmaya katılarak taraflardan birini seçmekte serbest olacak.

4) Muhammed bu sene geri dönecek; gelecek sene Umre için üç gün Mekke'de kalabilecek. Yanlarına birtek kılıçtan başka hiçbir aleti almayacaklar. Bu üç gün süresince Mekkeliler, herhangi bir çatışmaya meydan vermemek için Mekke'yi üç gün süreyle terkedecekler. Ama müslümanlar geri dönerken Mekke halkından hiç kimseyi götürmelerine izin verilmeyecektir.

Bu anlaşma şartları hazırlanırken müslümanlar aşırı derecede huzursuzdu. Hz. Peygamber'in (s.a.) bu şartları hangi niyetle kabul ettiğini kimse anlayamıyordu. Hiç kimsenin basireti bu barış anlaşmasının getireceği büyük hayırları görebilecek kuvvette değildi. Kureyş müşrikleri, bunu kendi zaferleri zannediyorlardı. Müslümanlar ise, niçin biz altta kalarak bu küçük düşürücü şartları kabul edelim diyerek hoşnutsuzluklarını dile getiriyorlardı. Hz. Ömer gibi uzak görüşlü bir kimse bile: "Müslüman oluşumdan bu yana, gönlümde hiçbir zaman şüphe ve tereddüd meydana gelmedi, bu olayda ben de bu duygudan kurtulamadım." diyordu. Hz. Ömer son derece huzursuz bir halde Hz. Ebu Bekir'e gitti ve: "Peygamber Allah'ın elçisi değil midir? Biz müslüman değil miyiz? Şu karşımızdaki insanlar müşrik değil midirler? Buna rağmen biz dinimiz uğruna bu zilleti niçin kabul ediyoruz?" diye sordu.

O da cevap olarak: "Ey Ömer! O Allah'ın Peygamberidir ve Allah onu asla mahzun ve mağlup etmeyecektir" dedi. Fakat Hz. Ömer kendine hakim olamadı ve Hz. Peygamber'e (s.a) bizzat giderek bu soruları tekrarladı. Hz. Peygamber de (s.a) Hz. Ebu Bekir'in verdiği cevabı verdi. Daha sonra Hz. Ömer, Hz. Peygamber'e karşı söylediği sözlere çok pişman oldu, nafile ibadetler yaparak, sadakalar vererek Allah Teala'dan kendisini bağışlamasını istedi.

Anlaşmada en çok şu iki madde müslümanların gücüne gidiyordu: Birincisi, ikinci madde idi ki bununla ilgili olarak herkes, adaletsizliği açıkca belli bir şarttır, diyorlardı. Mekke'den kaçarak gelenleri biz geri vereceksek Medine'den kaçıp gidenleri onlar niçin geri göndermesinler? diye itiraz ediyorlardı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdu: "Bizden kaçarak onlara giden kişi bizim ne işimize yarar, Allah onu bizden uzaklaştırmıştır, ama onlardan kaçarak bizim yanımıza gelenleri iade edersek Allah onları kurtarmanın bir başka yolunu gösterecektir."

Müslümanların kalbini inciten ikinci konu ise, 4. maddenin hükmü idi. Müslümanlar, bunu kabul etmemiz, bütün Araplar önünde başarısız ve mağlup olarak geri dönüşümüzü kabul etmemiz manasına gelir diyorlardı. Ayrıca gönüllerde huzursuzluk meydana getiren diğer bir düşünce de "Hz. Peygamber (s.a) rüyasında Mekke'de tavaf ettiğimizi görmüştü, halbuki biz şimdi tavaf yapmadan dönme şartını kabul ediyoruz" fikriydi.

Hz. Peygamber (s.a.) bunun üzerine halka şu ince noktayı anlattı: "Rüyada açıkca bu sene tavaf yapılacağı belirtilmemiştir, barış şartlarına uygun olarak bu sene değil inşallah gelecek sene tavaf yapılacak" Bunun üzerine anlaşma şartlarını görüşmek üzere gelen Kureyş temsilcisi Suheyl b. Amr'ın oğlu Ebu Cendel'in tam barış anlaşmasının maddelerinin yazıldığı sırada çıka-gelmesi huzursuzluğu iyice körükledi. Ebu Cendel müslüman olmuştu, Mekke kafirleri de onu hapsetmişti. Bir yolunu bularak kaçıp Peygamber'in kampına ulaştı. Ayaklarında zincirler, vücudunda işkence izleri vardı. O bu halde Peygamber'den kendisini bu zülumden kurtarmasını istedi. Bu durumu gördükten sonra Sahabe-i Kiram'ı zaptetmek zorlaştı. Süheyl b. Amr: "Sulh şartlarının yazılışı tamamlanmamış olsa bile sizin ve bizim aramızdaki şartlar belirlenmiştir. Bu bakımdan bu çocuğu bana iade etmelisiniz" dedi. Hz. Peygamber (s.a) onun bu isteğini kabul etti. Ebu Cendel'i zalimlere geri verdi.

Barış yapıldıktan sonra Hz. Peygamber (s.a) Ashaba: "Artık kurbanlarınızı burada kesiniz, başlarınızı traş ediniz, ihramlarınızı çıkarınız," dedi. Ama hiç kimse yerinden kıpırdamadı. Hz. Peygamber (s.a) bu emri üç defa tekrarladı.

Ama Sahabe-i Kiram o derece üzüntülü, kalbi kırık ve kederli idi ki hiçbiri herhangi bir hareket için istek göstermiyordu. Hz. Peygamber'in (s.a.) bütün peygamberliği süresince, ashabına emir verdiği halde onların bu emri yerine getirmek için koşuşturmadıkları böyle bir olay hiçbir zaman meydana gelmemiştir. Bu davranışlar karşısında Hz. Peygamber (s.a) çok üzüldü, çadırına dönerek mü'minlerin annesi Ümmü Seleme'ye ne kadar üzüldüğünü söyledi. O da: "Siz sessizce giderek kendi devenizi kesiniz, berberi çağırarak traş olunuz daha sonra herkes kendiliğinden sizi takip edecektir, yaptıklarınızı yapacaktır ve alınan kararların artık değiştirilemeyeceğini anlayacaklardır", diyerek görüşünü açıkladı. Nitekim öyle oldu. Peygamber (s.a)'in yaptıklarını görerek müslümanlar da kurbanlarını kestiler, saçlarını traş ettiler ve ihramdan çıktılar. Ama buna rağmen kalpleri kederle doluydu.

Bu kafile, Hudeybiye Antlaşması'nı kendilerinin yenilgi ve aşağılanması kabul ederek Medine'ye doğru geri dönerken Dacnan denen yere (Bazılarının ifadesine göre Kura el-Gamim) gelince bu sure nazil olmuştur. Bu sure müslümanlara, yenilgi zannettikleri bu barışın gerçekte büyük bir fetih (zafer) olduğunu bildirmektedir. Bu sure nazil olduktan sonra Peygamber (s.a) müslümanları toplayarak onlara şöyle buyurdu: "Bugün bana dünyadan ve dünyadaki herşeyden daha kıymetli birşey nazil olmuştur." Daha sonra bu sureyi okudu ve özellikle Hz. Ömer'i çağırarak ona dinletti. Çünkü o herkesten daha çok üzüntülüydü.

Allah Teala'nın bu buyruğunu işitince müslümanların kalbleri yatışmış, çok geçmeden de bu sulhun faydaları teker teker ortaya çıkmaya başlamıştı. Artık hiç kimsenin bu sulhun muşteşem bir fetih ve zafer olduğuna şüphesi kalmamıştı. Bu faydaları şöyle sıralayabiliriz:

1) Bu barış antlaşmasıyla Arabistan'da İslami bir idarenin varlığı tam olarak ilk defa kabul edilmiş oluyordu. Bu olaya kadar Arablar, Hz. Peygamber'e (s.a) ve Ashabına, Kureyş ve Arab kabilelerine karşı isyan etmiş bir zümre olarak bakıyorlardı. Dolayısıyla müslümanları kanun dışı (illegal) kabul ediyorlardı. Artık Kureyş'in kendisi Peygamber (s.a) ile antlaşma yaparak İslam idaresinin sınırları içinde, Hz. Peygamber'in (s.a) iktidarını kabul ediyor ve Arab kabileleri içinde bu iki siyasi güçten istedikleri biriyle, çekinmeden dostluk kurma kapısı açılmış oluyordu.

2) Müslümanların Kabe'yi ziyaret etme hakkını kabul etmekle Kureyş, kendiliğinden şimdiye kadar iddia ettikleri gibi İslam'ın bir dinsizlik değil, bilakis Arablar için de mevcut dinlerden biri olduğunu kabul etmiş oluyorlardı. Diğer Arablar gibi bu dinde olanlar da Hac ve Umre ibadetlerini yerine getirme hakkına sahip oluyorlardı. Bu anlaşma sayesinde, Kureyş'in propagandası yüzünden Arabların gönlünde İslam aleyhinde yerleşmiş olan nefret azalmıştır.

3) On sene müddetle savaşın durdurulmasının karar altına alınmasından dolayı müslümanların güvenliği sağlanmış ve bütün Arabistan'ın en uzak noktalarına dağılarak süratle İslam'ı yaymışlardır. Hudeybiye sulhundan önceki 19 yıllık süre içerisinde müslüman olanların sayısı kadar insan, bundan sonraki iki sene içerisinde müslüman olmuştur. Hatta iki yıl sonra Mekke'lilerin anlaşmayı bozması üzerine Hz. Peygamber (s.a) Mekke'yi fethetmek için yola çıktığı zaman beraberinde 10.000 kişilik bir ordu vardı.

4) Kureyş tarafından savaşın durdurulmasından sonra Hz. Peygamber (s.a) kendi bölgesi içinde İslam Devleti'ni sağlam bir şekilde oturtmak ve İslam kanunlarını tam olarak uygulayarak İslam toplumunu üstün bir medeniyet ve ahlak örneği yapma fırsatı bulmuştur. Bu öyle büyük bir nimettir ki; Allah Te'ala bununla ilgili olarak Maide Suresi'nin 3. ayetinde şöyle buyuruyor: "Bugün ben dininizi sizin için kemale erdirdim ve nimetimi üzerinize tamamladım. Sizin için İslam'ı din olarak seçip beğendim. (Daha geniş bilgi için bkz. Maide, giriş bölümü ve an: 15)

5) Kureyş'le anlaşma yapılarak güney sınırlarının emniyete alınmasıyla müslümanlar Kuzey ve Orta Arabistan'ın bütün muhtelif güçlerini kolaylıkla yenmişlerdir. Hudeybiye Antlaşması'nın imzalanması üzerinden henüz 3 ay geçmişti ki yahudilerin en büyük yerleşim merkezi Hayber fethedildi. Daha sonra Fedek, Vadi-el Kura, Teyma ve Tebük'ün yahudi köyleri İslam idaresi altına girdi. Bundan sonra, Orta Arabistan'ın yahudi ve Kureyşlilerle gizli ilişkiler kuran bütün kabileleri de Hz. Peygamber'in (s.a) emrine girmişlerdir. Böylece Hudeybiye barışı iki sene içerisinde Arabistan'da güç dengesini öyle değiştirmiştir ki, Kureyş ve müşriklerin gücü altedilmiş ve İslam'ın galibiyeti kesinleşmiştir. Görüldüğü üzere bu barışı müslümanlar kendileri için bir başarısızlık, Kureyş de bir başarı olarak telakki etmekteyken, müslümanlara nasip olan hayırlar böylesine çoktu.

Bu anlaşma şartları içinde müslümanlara en ağır gelen şey: Mekke'den kaçarak Medine'ye gelenlerin iade edilmesi, buna karşılık Medine'den kaçıp Mekke'ye gidenlerin iade edilmemesini öngören madde idi. Fakat çok az bir zaman geçmişti ki bu madde de Kureyş'in aleyhine çalışmaya başladı.

Hz. Peygamber'in (s.a) uzak görüşüyle anlaşmanın yararlı sonuçlarını görerek anlaşmayı imzalamasının uygunluğu bu tecrübeler sonunda iyice anlaşıldı.

Anlaşmanın yapılmasından birkaç gün sonra, Ebu Basir isimli bir müslüman Kureyş'in elinden kurtulup Medine'ye ulaştı. Kureyş onun geri gönderilmesini istedi. Hz. Peygamber (s.a) anlaşma gereği, onu geri verdi. Fakat Ebu Basir Mekke'ye götürülürken Kureyş heyetinin elinden kurtulup kaçtı ve Kızıl Deniz sahilinde Kureyş'in ticaret kervanlarının geçtiği yol üzerinde yerleşti. Bu olaydan sonra Kureyş'in elinden kurtulan her müslüman kaçarak Medine'ye gitmiyor, bunun yerine Ebu Basir'in yanına gidiyordu. Nihayet sayıları 70'i buldu. Ve bunlar Kureyş kervanlarına saldırarak nefes aldırmaz ettiler. Sonunda Kureyşliler kendiliğinden (Medine'ye) Peygamber'e (s.a) gelerek bu adamları Medine'ye çağırmasını rica ettiler. Böylece Hudeybiye Antlaşması'nın o şartı hükmen düşmüş oldu.

Bu tarihi olaylar dizisi göz önüne alınarak bu sure okunursa daha rahat anlaşılması mümkün olur.

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1 Şüphesiz, biz sana apaçık bir fetih verdik.1

2 Öyle ki Allah, senin geçmiş ve gelecek (her) günahını bağışlasın,2 üzerindeki nimetini tamamlasın 3ve seni dosdoğru bir yola yöneltip-iletsin.4

3 Ve Allah, sana 'üstün ve onurlu' bir zaferle yardım etsin.5

4 Mü'minlerin kalplerine sükünet indirdi6 ki imanlarına iman katsınlar.7 Göklerin ve yerin orduları O'nundur. O Allah her şeyi bilendir. Ve hikmet sahibidir.8

AÇIKLAMA

1. Hudeybiye barışından sonra Allah tarafından zafer müjdesi bildirilince, müslümanlar bu barışın nasıl bir fetih (zafer) olabileceği konusunda hayrete düşmüşlerdi. İmanlarından dolayı Allah Teala'nın buyruğuna inanmalarına rağmen, onun bir fetih olması fikri kimsenin idrakine sığmıyordu.

Hz. Ömer (r.a) bu ayeti dinleyince şöyle sordu: "Ey Allah'ın elçisi! Bu bir zafer midir?" Hz. Peygamber de (s.a) "Evet" dedi. (İbn Cerir.)

Başka bir Sahabi gelerek o da aynı soruyu sordu. Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdu: "Muhammed'in varlığı elinde olan Allah'a yemin olsun ki, şüphesiz bu bir fetihtir." (Müsned-i Ahmed, Ebu Davud)

Medine'ye ulaştıktan sonra bir başka Sahabi de arkadaşlarına: "Bu nasıl bir fetihtir? Kabe'yi ziyaret etmemiz yasaklandı; kurbanlık develerimiz daha ileri gidemedi, Allah'ın Rasulü Hudeybiye'de durmak zorunda kaldı ve bu barış yüzünden iki mazlum kardeşimiz (Ebu Cendel ve Ebu Basir) zalimlerin eline terk edildi." diye serzenişte bulundu. Bu sözler Peygamber'e (s.a) ulaşınca şöyle buyurdu: "Çok yanlış söz söylenmiştir. Bu, gerçekte çok büyük bir zafer ve fetihtir, siz müşriklerin yurtlarına kadar ilerlediniz, onlar da gelecek yıl Umre yapmanız konusunda söz vererek sizi geri dönmeye razı ettiler. Onlar savaşa son vermeyi ve barış yapmayı kendiliklerinden istediler. Halbuki onların kalplerinin size karşı ne kadar kinle dolu olduğunu biliyorsunuz. Allah sizi onlara üstün kılmıştır ve galibiyet lutfetmiştir. Siz Uhud Savaşı'ndan kaçarken ben de arkanızdan bağırıyordum. O günü unuttunuz mu? Hendek Savaşı'nda her taraftan düşmanın korkunç bir manzara ile saldırıya geçtiği günü unuttunuz mu?" (Beyhaki-Urve b. Zübeyr'in rivayetiyle)

Fakat uzun zaman geçmeden bu barışın bir fetih ve zafer olduğu tamamen açığa çıktı. Herkes açıkça anladı ki, gerçekten Hudeybiye Anlaşması'yla İslam fethi de başlamıştır.

Hz. Abdullah ibn Mes'ud, Hz. Cabir ibn Abdullah ve Hz. Bera b. Azib'ten ayrı ayrı fakat aşağı yukarı aynı manadaki şu sözler rivayet edilmiştir: "İnsanlar, Mekke'nin fethine zaferdir diyorlar, halbuki biz asıl zafer olarak Hudeybiye barışını kabul ediyoruz" (Buhari, Müslim, Müsned-i Ahmed, İbn Cerir)

2. Bu ayetin nazil olduğu yer-durum göz önüne alınırsa, açıkca anlaşılmaktadır ki burada zikri geçen bağışlanan günahlardan maksat, geçmiş 19 sene içerisinde Hz. Peygamber (s.a) önderliğinde İslam'ın yayılması için yapılan mücadeleler, çalışmalar ve savaşlarda müslümanların yaptığı bir takım hatalardır. Bu hataları hiç kimse bilmemektedir. Hatta insan aklı, bu samimi gayretler içinde bir eksiklik arayıp bulmakta da acizdir. Ama Allah Teala nazarında, en güzel ve en yüce olma ölçüsüne göre bu çalışmalarda öyle bir takım kusurlar oluyordu ki bunlardan dolayı müslümanlara müşriklere karşı kesin bir zafer nasib olmuyordu.

Allah Teala'nın buyruğunda şu denmek istenmektedir: "Eğer siz bu hatalarla çalışmalarınıza ve cihadınıza devam etseydiniz, müşrik Arabları yenmeniz, onları alt etmeniz için daha uzun zaman gerekirdi. Ama biz bütün bu kusurları ve hataları bağışlayarak, sadece kendi kerem ve lütfumuzla onları gidererek, Hudeybiye denen yerde size bu fetih ve zafer kapısını açtık. Bu zaferi kendi gayretinizle başaramazdınız.

Burada şu nokta iyice anlaşılmalıdır: Herhangi bir gaye uğruna bir topluluk bir çaba gösteriyorsa, bu çabanın eksiklikleri, kusurları, hataları, o topluluğun liderine yönelir. Bu kusurlar ve hatalar, liderin şahsi hatalarıdır anlamına gelmez. Aslında bu hatalar bütün o topluluk tarafından işlenir. Bizatihi o topluluğun hareketlerinin sonucudur. Ama sorumluluk liderde olduğu için suçlamalar lidere yöneltilir ve "Davranışlarında şu kusurlar var" denir.

Nitekim söz Peygamber'edir (s.a) ve "Allah senin gelmiş geçmiş bütün günahlarını bağışlamıştır", diye buyurulmuştur. Bu bakımdan bu genel ifadeden şu mana da çıkar: Allah nezdinde masum Peygamber'in (s.a) bütün sürçmeleri -onun yüksek makam ve mevkiinden dolayı sürçme denir- bağışlanmıştır. Daha sonra Sahabe-i Kiram, Hz. Peygamber (s.a) ibadet yaparken ağır meşakkatlere ve tahammülü güç uzun süreli ibadetlere katlandığını gördüklerinde: "Sizin gelmiş geçmiş bütün günahlarınız affedilmiştir. O halde kendi canınıza bu kadar eziyeti niçin yüklüyorsunuz?" demişlerdi ve Peygamber (s.a) cevap olarak: "Şükreden bir kul olmayayım mı?" diye cevap vermişti. (Müsned-i Ahmed, Buhari, Müslim, Ebu Davud)

3. Nimetin tamamlanmasından maksat; müslümanların kendi yurtlarında her tehlike, endişe ve dış müdahaleden korunmuş bir halde tam olarak İslam medeniyeti, ahlakı ve İslam kanunları ve hükümlerine uygun olarak yaşamaları için hür ve serbest olmaları ve onların, Allah'ın dinini, Kelime-i Tevhid'i yükseltebilmeleri için güçlü olmalarıdır. Allah'a kulluk yolunda bir engel ve Kelime-i Tevhid'i yayma gayretine karşı bir zorluk olan küfr ve fasıklığın üstün gelmesi, Kur'an-ı Kerim'in "fitne" diye isimlendirdiği olay müslümanlar için büyük bir musibettir. Müslümanların bu fitneden kurtularak Allah'ın dininin eksiksiz olarak yaşanıp tatbik edildiği bir İslam beldesine (Dar-ül İslam'a) sahip olmaları, bununla birlikte Allah'ın arzında küfr ve fasıklık yerine iman ve takvanın yerleşebileceği fırsat ve vasıtaların ellerine geçmesi, Allah'ın nimetinin onlar üzerine tamamlanması anlamına gelir.

Bu nimetin müslümanlara Allah'ın Rasulü yüzü suyu hürmetine verilmesine işaret olarak, Allah, Peygamber'e (s.a) "Biz sana nimetimizi tamamlamak istedik, bundan dolayı da bu fethi lutfettik" buyurmuştur.

4. Burada, Peygamber'e (s.a) doğru yolu göstermekten maksat, fetih ve zafer yolunu göstermektir. Diğer bir ifade ile Allah Teala Hudeybiye'de bu barış anlaşmasını yaptırarak, İslam'ın yayılmasına engel olan bütün güçleri mağlub edebilecekleri en uygun ve en güzel yolu göstermiştir.

5. Diğer bir tercüme de şu olabilir: "Sana emsalsiz bir yardım (zafer) lutfetti (bahşetti)". Burada "Nasran Azizen" ifadesi kullanılmıştır. "Aziz", çok güçlü ve benzersiz anlamına gelir. Ayrıca emsalsiz ve nadir anlamlarında da kullanılır. İlk anlamına bağlı olarak bu ifadeden kastedilen anlam şudur: Allah size bu barış sebebiyle düşmanlarınızı aciz bırakacak bir yardım yapmıştır. Kelimenin ikinci anlamı gözönüne alındığında kastedilmek istenen şu olabilir: "Çok nadir de olsa bazen birine yardım etmek için öyle ilginç bir yol seçilir ki, insanlara görünüşte sadece mağlup sayılan bir barış antlaşması gibi geldiği halde gerçekte kesin bir zaferin ve fethin başlangıcı olabilir.

6. "Sekinet" Arapça'da sakinlik, gönül huzuru, itminan ve kalb huzuru anlamına gelir. Bu ayette Allah, mü'minlerin kalbine sekineti, kalb huzurunu indirmesini, Hudeybiye'de müslümanlara nasip ettiği o fethin sonuçlarından biri olarak zikretmektedir.

O günkü durumlara birazcık dikkat edilirse bunun nasıl bir sakinlik ve kalb huzuru olduğu ve bu huzurun da nasıl bu fethin sonucu olduğu iyice anlaşılacaktır.

Hz. Peygamber (s.a), Umre için Mekke-i Muazzama'ya gitme arzusunu açıkladığında, müslümanlar korku ve endişeye kapılarak münafıklar gibi bunun apaçık ölüme gitmek demek olduğunu düşünselerdi veya daha yolda iken Kureyşlilerin zorlu bir savaşa hazır olduklarını öğrenip bundan dolayı içlerine bir korku düşse idi, şüphesiz Hudeybiye'de ortaya çıkan sonuçlar asla olmayacaktı.

Hudeybiye'de kafirler müslümanları yollarına devam etmekten alıkoyduğunda, gizli baskınlar ve saldırılar yaparak müslümanları tahrik etmeye çalıştıklarında Hz. Osman'ın şehid edildiği haberi geldiğinde ve Ebu Cendel perişan haliyle müslümanların gözleri önüne dikildiğinde müslümanlar tahrike kapılarak Hz. Peygamber'in (s.a) kurduğu disiplini ve düzeni bozsalardı, bu olaylar herşeyi berbat etmeye yetecekti.

Dahası, Hz. Peygamber (s.a) barış antlaşmasını müslümanların hiç beğenmedikleri şartlara rağmen yaparken müslümanlar Peygamber'e (s.a) itaatsizlik yapsalardı, Hudeybiye'nin büyük zaferi büyük bir hezimete dönüşecekti.

Allah'ın büyük bir lutfu olarak o nazik zamanda müslümanların kalblerine, yüce Peygamber'in önderliği, Hak dine bağlılıkları ve temsilcilerinin doğru yolda olduğu hususunda, huzur ve sükunet (mutmain olma) verilmişti. Böylece onlar kalb huzuru ve sükunet içinde Allah yolunda meydana gelebilecek herşeye sabredeceklerine karar verdiler. Bunun sonucu olarak da korku, endişe, tahrik, ümitsizlik gibi her türlü olumsuzluktan korunmuş oldular. Kamplarında tam bir disiplin ve düzen hüküm sürdü. Yine o sükunet ve kalb huzuru sayesinde müslümanlar, barış şartlarından dolayı çok üzgün olmalarına rağmen Hz. Peygamber'in (s.a) kararına boyun eğdiler ve Umre yapmak için çıkılan bu tehlikeli yolculuk bir zaferin sebebi oldu.

7. Yani, bu olay sırasında karşılaştıkları zorluklar karşısında gösterdikleri samimiyet, takva ve itaatteki sebatları sebebiyle, onlarda mevcut bulunan imana ek bir iman onlara nasip oldu. Bu ayet de imanın durgun ve donuk olmadığını, bilakis onda yükselme ve alçalma olabileceğini belirten ayetler dizisindendir. İslam'ı kabul ettikten sonra müslüman, hayatında adım başına birçok olaylarla karşılaşır. Bu olaylar o insanın Allah'ın dini üzerine yaşarken, canını, malını, duygularını, isteklerini, vakitlerini, huzur ve menfaatlerini feda etmeye hazır olup olmadığını ölçen birer imtihan niteliğindedir.

Bu imtihanlarda mü'min fedakarlık yolunu seçerse imanında yükselme ve yücelme olur. Ve eğer fedakarlıktan yüz çevirirse imanı donar kalır. Hatta başlangıçtaki imanı bile tehlikeye girer. Halbuki o imanı sayesinde İslam'a girmişti. (Bkz. Enfal an: 2, Ahzab an: 38)

8. Anlatılmak istenen şudur: "Allah katında öyle bir ordu vardır ki isterse Allah, onunla kafirleri birden yok eder. Fakat hikmetine binaen bu işi mü'minlerin omuzuna yükledi. Böylece gerçek mü'minler, kafirlere karşı mücadele edecekler, didinecekler, savaşarak Allah'ın dinini yüceltecekler, Kelime-i Tevhid'i yayacaklar, bunun karşılığında da yüksek derecelere ve ahirette mükafatlara nail olacaklardır." Nitekim daha sonraki ayette bu durum bildirilmektedir.

5 (Bütün bunlar,) Mü'min erkekleri ve mü'min kadınları,9 içinde ebedi kalıcılar olmak üzere, altından ırmaklar akan cennetlere sokması ve onların kötülüklerini örtüp-bağışlaması içindir.10 İşte bu, Allah katında 'büyük kurtuluş ve mutluluktur.

6 Bir de; kötü bir zan ile zanda bulunmakta olan münafık11 erkeklerle münafık kadınları ve müşrik erkeklerle müşrik kadınları azablandırması için. O kötülük çemberi, tepelerine insin.12 Allah, onlara karşı gazablanmış, onları lanetlemiş ve onlara cehennemi hazırlamıştır. Varacakları yer ne kötüdür.

7 Göklerin ve yerin orduları, Allah'ındır. Allah, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.13

8 Şüphesiz, biz seni bir şahid,14 bir müjde verici ve bir uyarıcı-korkutucu15 olarak gönderdik.

AÇIKLAMA

9. Kur'an-ı Kerim'de iman edenlerin mükafatı genel olarak anlatılır. Kadın, erkek ayrı ayrı açıklanarak mükafat verileceği belirtilmez. Fakat burada, tek başına zikredilmesi halinde mükafaatın sadece erkeklere verileceği zannedilir diye Allah (c.c), mü'min kadınlar hakkında mü'min erkeklerle beraber bu ecir ve sevaba ortak olacaklarına açıklık getirmiştir.

Bunun sebebi açıktır; kocalarını, oğullarını, kardeşlerini, babalarını, bu tehlikeli yolculuktan alıkoyma ve gözyaşları döküp feryatlar ederek onların cesaretlerini kırma yerine, cesaretlerini yükselten, onların arkasından evlerinin, mallarının, namuslarının, çocuklarının muhafızı olarak gözlerini geride bıraktırmayan, 1400 sahabenin bir anda sefere katılıp gitmesini fırsat bilerek etraftaki kafir kabilelerin şehre hücum etmesini düşünüp de feryat ve figan etmeyen mü'min kadınlar, evlerinde oturmalarına rağmen, cihad mükafaatında elbette mü'min erkeklerle beraber olmalıdırlar.

10.İnsan olmalarından dolayı beşeri zayıflıklar sebebiyle yaptıkları bir takım kusurları, hataları affettiği, onları cennete sokmadan önce o günahlara ait bütün izleri silecek. Yani onlar utanmasınlar diye alınlarında günahların eseri ve izi olmadan cennete gireceklerdir.

11. Daha sonraki ayette belirtildiği gibi, Medine civarındaki münafıklar bu olayda Hz. Peygamber (s.a.) ve sahabenin sağ-salim geri dönmeyeceklerini zannediyorlardı. Mekkeli müşrikler ve aynı tutumda olan kafirler de Peygamber'i (s.a) ve Ashabı Umre yapmaktan alıkoymakla onları küçük düşürdüklerine inanıyorlardı.

Aslında bu iki zümrenin de düşüncelerinin altında yatan kötü zanları; Allah'ın Peygamber'e (s.a) yardım etmeyeceği ve hakk ile batıl savaşında, hakkın batıla mağlup olacağı şeklinde idi.

12. Yani, onlar kurtulmak istedikleri kötü sonucun, kurtulmak için aldıkları tedbirlerin girdabına kapıldılar. Ve tedbirleri kendilerinin o kötü sonuca yaklaşmasına neden oldu.

13. Burada aynı konu başka bir maksat için tekrarlanmıştır. 4. ayette belirtildiği gibi, kafirlere karşı savaşı, Allah'ın meleklerinden kurulu orduya değil de mü'min kişilerden meydana gelen ordu ile yaptırması, onların mükafat elde etmeleri içindir. Burada bu konunun ikinci bir kere tekrarlanmasının sebebi, Allah birine ceza vermek isterse onu mahvetmek için sayısız ordularından istediğini kullanabileceğini, hiç kimsenin kendi tedbirleri ile bundan kurtulamayacağını vurgulamak istemesidir.

14. Şah Veliyullah Dihlevi, "Şahid" kelimesini "Hakkı açıklayan" şeklinde tercüme etmiştir. Diğer bazı tercümelerde "Şahitlik yapan" şeklindedir. Şahidlik kelimesi iki manayı da içine alıyor. (Daha fazla bilgi için bkz. Ahzab an: 82)

15. Geniş bilgi için bkz. Ahzab an: 83.

9 Ki Allah'a ve Resulüne iman etmeniz, onu savunup-desteklemeniz, onu en içten bir saygıyla-yüceltmeniz ve sabah-akşam O'nu (Allah'ı) tesbih etmeniz için.16

10 Şüphesiz, sana biat edenler,17 ancak Allah'a biat etmişlerdir. Allah'ın eli, onların ellerinin üzerindedir. 18Şu halde, kim ahdini bozarsa, artık o, ancak kendi aleyhine ahdini bozmuş olur. Kim de Allah'a karşı verdiği ahdine vefa gösterirse,19 artık O da, ona büyük bir ecir verecektir.

AÇIKLAMA

16. Bazı müfessirler "Tuazziru" ve "Tuvekkiru" kelimelerinin zamirleri Peygamber'e ve "Tusebbihu" kelimesinin zamiri ise Allah'a gider demişlerdir. Yani onlara göre ayetin manası, "Siz Peygamber'e tabi olun, ona tazim ve saygı gösterin ve Allah'ı sabah-akşam tesbih edin" şeklindedir. Ama hiç bir sebeb ve ilgi yokken aynı yerdeki zamirleri ayrı ayrı yerlere göndermek doğru olmaz zannederim. Nitekim diğer bir grup tefsirci bütün zamirleri Allah'a göndermektedir. Onlara göre ayetin manası: "Siz Allah'a tabi olun, ona ta'zim ve saygı gösterin, onu sabah-akşam tesbih edin" şeklinde olmalıdır.

"Sabah-Akşam" ifadesinden kasıt, sadece sabah ve akşam vakitleri değil her vakit anlamına gelmektedir. Bazen biz "Bu işin şöhreti doğuyu-batıyı tuttu" deriz. Bu sadece doğunun ve batının insanları bunu biliyor demek değildir, bilakis bunun namı, sanı bütün dünyayı tuttu demektir. Yukarıdaki ifade de buna benzer bir anlam taşıyor.

17. Hz. Osman'ın Mekke'de şehid edildiği haberi geldiği sırada Hudeybiye'de Peygamber'in (s.a) Sahabe-i Kiram'dan aldığı biata işaret edilmektedir. Bazı rivayetlere göre bu biat ölüm üzerine verilmişti. Diğer bazı rivayetlere göre ise, savaş meydanından kaçılmayacağına dair söz verilmişti. İlk şekil Hz. Seleme b. Ekva tarafından rivayet edilmiştir. İkincisi ise ibn Ömer, Cabir b. Abdillah ve Muakkil b. Yesar'dan rivayet edilmiştir. İki rivayet de aynı sonucu ihtiva ediyor. Sahabe-i Kiram, Hz. Osman'ın şehid edildiği haberini duyunca: "Eğer bu doğruysa hepimiz burada başımız kesilerek öldürülecek olsak bile Kureyş'den intikam alacağız" diye Hz. Peygamber'in (s.a) eli üzerine biat etmişlerdi. Henüz Hz. Osman'ın şehid olup olmadığı kesin olarak bilinmediği için, Hz. Peygamber (s.a) bir elini Hz. Osman adına, diğer elini de kendi adına kullanarak birbiri üzerine koyarak biat yapmıştı. Bu hareketiyle de mübarek elini Hz. Osman'ın eli yerine kullanarak onu bu biata ortak kılmakla Hz. Osman'a büyük bir şeref payesi vermişti. Hz. Peygamber'in (s.a) onun adına biat yapması, eğer Hz. Osman o anda orada olsaydı mutlaka biat edeceğine tamamen inandığı anlamına gelir.

18. Halkın üzerine biat ettiği el, Peygamber'in (s.a) şahsını ifade eden el değil, Allah'ın elçisine ait bir el idi. Bu biat, Peygamber (s.a) aracılığı ile bizzat Allah'a yapılan bir biattı.

19. Burada çok hoş, ince manalı bir ifade dikkati çekiyor. Arapça'nın genel kuralı sebebiyle buradaki metni "Ahede aleyhillah" okumak gerekir. Fakat bu genel kaideden saparak burada "aleyhullah" okunmaktadır. Meşhur büyük alim Alusî bu istisnayı harekelemeyi iki sebebe dayandırmaktadır.

Birincisi; bu özel yerde O yüce zatın büyüklüğü ve şanının üstünlüğünün açıklanması kastedilmiştir ki, onunla bu ahitleşme icra edilmişti. Bu bakımdan burada "aleyhi yerine "aleyhu" daha uygundur.

İkincisi ise; "aleyhi" kelimesindeki "hi" aslında "hu"nun yerini tutmaktadır. Asıl harekesi de esre değil ötre'dir. Bundan dolayı burada onun asıl harekesini yerinde bırakmak ahde vefanın konusu ile ilgisini daha da artırmaktadır.

11 Bedevilerden geride bırakılanlar,20 sana diyecekler ki: "Bizi mallarımız ve ailelerimiz meşgul etti. Bundan dolayı bizim için mağfiret dile." Onlar, kalplerinde olmayan şeyi dilleriyle söylüyorlar.21 De ki: "Şimdi Allah, size bir zarar isteyecek ya da bir yarar dileyecek olsa, sizin için Allah'a karşı kim herhangi bir şeyle güç yetirebilir? Hayır, Allah, yapmakta olduklarınızı haber alandır."22

12 Hayır, siz peygamberin ve mü'minlerin, ailelerine ebedi olarak bir daha dönmeyeceklerini zannettiniz; bu, sizin kalplerinizde çekici kılındı 23ve kötü bir zan ile zanda bulundunuz da, yıkıma uğramış bir kavim24 oldunuz.

13 Kim Allah'a ve Rasulüne iman etmezse, (bilsin ki) gerçekten biz, kâfirler için çılgınca yanan bir ateş hazırlamışızdır.25

AÇIKLAMA

20. Burada, Peygamber'in (s.a) Umre için sefere katılmaları çağrısı kendilerine ulaştığında, iman etmelerine rağmen canlarını daha üstün tutup davete uymayarak evlerinden çıkmayan Medine civarındaki insanlar kastedilmektedir. Rivayetlere göre bunlar Eslem, Müzelne, Cüheyne, Gifar, Esca, Dil ve diğer kabile halklarıdır.

21. Bu ifadenin iki anlamı vardır: 1) Bu insanların siz Medine'ye ulaştığınızda ileri sürecekleri özür tamamen yalandan ibaret olacaktır. Halbuki niçin evlerinde kalıp sefere katılmadıklarını kendileri çok iyi biliyor. 2) Onların Allah Rasulü'nden bağışlanma istemeleri göstermeliktir, sadece dilleriyle söylerler bunu, aslında onlar bu hareketlerinden dolayı ne pişman olmuşlar ne Peygamber'e tabi olmadıklarından dolayı günah işlediklerinin farkındadırlar, ne de kalplerinde gerçekten bağışlanma arzusu vardır. Akıllarınca onlar bu tehlikeli sefere gitmeyerek çok akıllı hareket ettiklerini zannetmektedirler. Eğer onlar hakikaten Allah'ı ve mağfiretini gözönünde tutup sakınsalardı evlerine çekilip seferden uzak kalmazlardı.

22. Yani Allah (c.c) hüküm ve kararını sizin amellerinizin gerçek yönünü ve hakiki mahiyetini bilmesine göre verecektir. Eğer ameliniz cezayı gerektiriyorsa, ben sizin bağışlanmanız için dua etsem bile benim bu duam sizi Allah'ın azabından kurtaramayacaktır. Ve eğer ameliniz ceza ve azabı gerektirmiyorsa hakkınızda bağışlanmanız için dua etmesem bile hiçbir azab ulaşmayacaktır. Tercih bana değil, sadece Allah'a aittir. Hiç kimsenin sözleri O'nu aldatamaz, bu bakımdan sizin sözlerinizi görünüşe bakıp da doğru kabul etsem ve buna göre hakkınızda bağışlanmayı, mağfiretinizi dilesem bile bunun hiçbir faydası yoktur.

23. Yani, siz, Hz. Peygamber (s.a) ve iman etmiş arkadaşlarının karşı karşıya gelmek üzere gittikleri o büyük tehlikeden kendinizi kurtardığınızı zannederek çok sevinmiştiniz. Bu, sizin gözünüzde çok akıllıca bir davranıştı. Ve siz peygamber ve mü'minlerin böyle zor bir seferden kurtulup geri dönmeyeceğine sevinirken utanmadınız. İman ettiğinizi ileri sürdüğünüz halde bile bundan üzüntü duymadınız. Aksine kendinizi Peygamber ile birlikte bu tehlikeye atmadığınızdan dolayı çok sevinmiştiniz.

24. "Küntüm kavmen bura"; "Bura" kelimesi "Bair"in çoğuludur. Bair'in ise iki manası vardır. 1) Bozguncu, içinde fesat olan, hiçbir hayırlı işe yaramayan, hayırsız adam. 2) Mahvolan, sonu kötü, felaket yolunda giden.

25. Burada Allah, kendisi ve dini konusunda samimi olmayanları ve imtihan vakti geldiğinde din uğruna canını, malını, menfaatlerini tehlikeye atmaktan çekinenleri açık bir ifadeyle imandan uzak kafirler olarak nitelemiştir. Halbuki bu, dünyada hiçbir şahıs ve zümre hakkında İslam dışıdır veya İslam'dan çıkmıştır şeklinde bir karara yol açabilecek cinste bir küfür değildir. Fakat o ahirette mü'min olarak kabul edilmelerini imkansız kılan bir küfürdür. Bunun delili de şudur: Hz. Peygamber (s.a), hakkında bu ayetin nazil olduğu insanlarla İslam dışı olmuşlardır dememiştir. Ne de onlara kafirlere yapılan muamele yapılmıştır.

14 Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır; dilediğine mağfiret eder, dilediğini azablandırır. Allah, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.26

15 Geride bırakılanlar, siz ganimetleri almaya gittiğiniz zaman diyeceklerdir ki: "Bizi bırakın da sizi izleyelim."27 Onlar, Allah'ın kelâmını değiştirmek istiyorlar.28 De ki: "Siz, kesin olarak bizim izimizden gelmezsiniz. Allah, daha evvel böyle buyurdu."29 Bunun üzerine: "Hayır, bizi kıskanıyorsunuz" diyecekler. Hayır, onlar pek az anlayanlardır.

AÇIKLAMA

26. Yukarıdaki ağır suçlamadan sonra Allah'ın çok bağışlayıcı ve çok merhamet edici olduğunun zikredilmesinde latif bir kinaye vardır. Bu ilahi buyruktan şu kastedilmektedir: Eğer samimi olmayan, ihlassız tutumunuzu terkedip samimiyet ve dürüstlük yolunu seçerseniz, Allah'ın sizi bağışlayan ve size merhamet eden olduğunu göreceksiniz. O, sizin geçmiş günahlarınızı affedecek ve gelecekte de ihlas ve samimiyetinize uygun olarak size muamele edecektir.

27. Yani çok yakında o vakit gelecek. Bugün tehlikeli bir yolculukta seninle gitmeye cesaret edemeyenler, senin pekçok ganimet malları ele geçirdiğini, kolaylıkla zafere doğru gittiğini gördüklerinde, kendiliklerinden bizi de beraberinde götür diye koşarak gelecekler. Bu olay Hudeybiye barışından üç ay sonra Hz. Peygamber (s.a) Hayber'i kuşatıp kolaylıkla fethettiği zaman meydana gelmişti.

İşte o zaman herkes Kureyş'le yapılan bu barış antlaşmasından sonra sadece Hayber değil, Teyma, Fedek, Va'di el-Kura' ve Kuzey Hicaz'ın diğer yahudileri bile müslümanların karşısına çıkılamayacağını ve bütün bu yerlerin olgun bir meyve gibi İslam idaresinin kucağına düşeceğini açıkca görebiliyordu.

Bu bakımdan Allah Hz. Peygamber'e bu ayetlerle Medine civarının bu menfaatperest insanlarının bu çeşit kolay zaferlerin meydana geldiğini gördükçe, "Onlara biz de katılalım" diye Peygamber'in yanına koşarak gelip dikileceklerini ön bir haber olarak vermişti. Ama Ey Peygamber! Sen onlara açıkça "Bu fetihlere katılmanıza asla izin verilmeyecek, bu ancak tehlikeler karşısında başlarını ortaya koyup ileri atılan yiğit insanların hakkıdır" diye cevap ver.

28.Allah'ın emrinden maksat: Hayber seferine Peygamber (s.a) ile birlikte sadece Hudeybiye seferinde onun yanında olup Rıdvan biatına katılanlara izin verileceğini belirten ilahi emirdir. Allah Hayber'in ganimet mallarını onlara mahsus kılmıştı. Nitekim 18. ayette de bu açıkça belirtilmiştir.

29. "Allah daha önceden böyle buyurmuştur", ifadesini, bu ayetin gelmesinden önce bu konuya ait herhangi bir hüküm ve karar gelmiş olmalıdır ve burada işte ona işaret edilmiştir, şeklinde tefsir edenlerin düşüncesi yanlış bir anlamanın sonucudur. Bu surede bu konuya ait bu ayetten önce hiç bir hüküm bulunmadığı için de, Kur'an-ı Kerim'in başka yerlerinde bunu aramaya kalkışmışlardır. Hatta Tevbe Suresi'nin 84. ayetinin bu aradıkları ayet olduğunu ileri sürmüşlerdir. Fakat gerçekte o ayet buna uygun düşmemektedir. Bu ayet Tebuk Savaşı sırasında nazil olmuştur, bu savaş ise Fetih Suresi'nin indirildiği dönemden 3 sene sonradır.

Konunun aslı şudur: Bu ayetin işareti yine bizzat bu surenin 18 -19. ayetlerine yönelik olmalıdır. Ve "Allah önceden emir buyurmuştur." ifadesinden kasıt bu ayetten önce buyurmuş olması değil, bilakis muhallefin (harbe katılmayıp geri kalanlar) ile yapılan bu konuşmadan önce buyurmuş olmasıdır. Muhallefinle yapılan bu konuşma -ki onunla ilgili olarak burada Hz. Peygamber (s.a) önceden ikaz edilmiştir- Hayber'in fethine gidildiği sırada yapılmıştı ve tümüyle bu sure, içinde 18-19. ayetler de dahil olmak üzere Hayber'in fethinden 3 ay önce Hudeybiye'den dönerken yolda nazil olmuştur.

İfadelerin sırasını dikkatlice incelerseniz göreceksiniz ki burada Allah Hz. Peygamber'e, Medine'ye geri döndüklerinde savaşa katılmayıp geride kalanların gelerek özür dileyip mazeretler sıralamalarına karşı vereceği cevabı önceden kendisine bildiriyor. Ve Hayber'in fethine gidileceği sırada da onların savaşa katılma arzularına vereceği cevabın da bu olması gerektiğini tembihliyor.

16 Bedevilerden geride bırakılanlara de ki: "Siz yakında zorlu savaşçı olan bir kavme çağrılacaksınız; onlarla (ya) savaşırsınız ya da (onlar) müslüman olurlar.30 Bu durumda eğer itaat ederseniz, Allah, size güzel bir ecir verir; eğer bundan önce sırt çevirdiğiniz gibi (yine) sırt çevirirseniz, sizi acı bir azab ile azablandırır."

17 Kör olana güçlük (sorumluluk) yoktur, topal olana güçlük yoktur, hasta olana da güçlük yoktur.31 Kim Allah'a ve Resulüne itaat ederse, (Allah) onu, altından ırmaklar akan cennetlere sokar. Kim de sırt çevirirse, onu acıklı bir azab ile azablandırır.

18 Andolsun, Allah, sana o ağacın altında 32 biat ederlerken mü'minlerden razı olmuştur, kalplerinde olanı bilmiş ve böylece üzerlerine 'güven duygusu ve huzur' indirmiştir33 ve onlara yakın bir fethi sevap (karşılığı) olarak vermiştir;

19 Ve alacakları birçok ganimetleri de.34 Allah, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.

AÇIKLAMA

30. Burada "ev yuslimune" lafzından iki mana kastediliyor: 1) Onlar İslam'ı kabul etsinler, 2) Onlar İslam idaresine itaati kabul etsinler.

31. Cihada geçerli bir özrü dolayısıyla katılamayanlar, bundan dolayı sorumlu tutulamazlar. Ama güçlü, kuvvetli, sapasağlam insanlar birtakım bahaneler uydurarak yerlerinden kıpırdamazlar, cihada katılmazlarsa, Allah ve dini konusunda samimi kabul edilemezler. Ve onlara İslam toplum düzeni içinde olmanın menfaatlerinden devamlı faaydalanmaları fırsatı verilemez. Ama İslam uğruna can feda etme sırası gelince müslümanlar İslam cemiyeti içinde bu adamların da can ve mallarını korurlar. Burada şunu iyi bilmek gerekir ki şeriat iki cins insanın cihada iştirak etmemesini mazur görmüştür.

1) Bedeni sebebler nedeniyle savaşamayacak durumda olanlar: Mesela, küçük yaştaki çocuklar, kadınlar, deliler, körler, savaşamayacak sakatlıkları (el-ayak) olanlar.

2) Çeşitli makul sebeplerden dolayı cihada katılması imkansız olanlar: Mesela, köleler, savaşmaya hazır oldukları halde silah ve diğer mühimmatı elde edemeyenler veya kısa süre içinde borcunu ödemek mecburiyetinde olup alacaklısının ödeme süresini uzatmadığı kimseler, bakıma muhtaç anne-babası olanlar. Burada şunu da açıklamak gerekir; eğer çocuklarına muhtaç olan anne-baba müslüman ise, evladı onlardan izin almadan cihada katılmamalıdır. Ama eğer kafirlerse onların engellemesinden dolayı hiçbir kişinin cihada katılmaması caiz olmaz.

32. Burada yine Hudeybiye'de Sahabe-i Kiram'dan alınan biattan bahsedilmektedir. Bu biat'a Rıdvan biatı (gönül hoşluğuyla yapılan biat) denilmiştir. Nitekim Allah (c.c) bu ayette bu tehlikeli durumda canlarını feda etmekte zerre kadar tereddüd etmeyen ve Peygamber'in eli üzerine Allah yoluna başkoyduklarını bildiren biatlarını yaparak sapasağlam bir imana sahip olduklarını açıkça ispat eden o insanlardan memnun ve razı olduğunu müjdelemiştir. Müslümanların üzerinde sadece birer kılıç vardı. O zaman sadece 1400 kişiydiler, üzerlerinde savaş kıyafeti değil, ihram bezi vardı. Savaş karargahları Medine'den 250 mil uzaklıktaydı. Eğer bu insanların Allah, Peygamberi ve dini konusundaki samimiyetleri biraz az olsaydı, bu son derece tehlikeli durumda Peygamber'i tek başına bırakırlar ve İslam mücadelesi de artık ebedi olarak sona ermiş olurdu. İçlerindeki iman ve ihlaslarından başka hiçbir güç onları bu biata mecbur edemezdi.

Onların böyle bir durumda Allah'ın dini uğruna ölmeye ve öldürmeye hazır ve amade olmaları imanlarında ne derece sağlam ve halis olduklarına, Allah Rasulü'ne vefada en üst dereceye ulaşmış olduklarına açık bir delildir. Allah'ın memnuniyetini ve rızasını bildiren bir belge niteliğindeki lütfu bu ayetle verildikten sonra, herhangi biri bunlara öfke duyar veya onlara dil uzatırsa, bu kimselerin karşı çıkışı onlara değil Allah'adır. Bunun üzerine "Allah bu kişilere rızasını gösterdiği sırada samimi idiler, ama daha sonra aynı kişiler Allah ve Rasulü'ne vefasızlık ettiler" diyenler, Allah'a sû-i zan'da bulunmaktadırlar. Allah bu ayeti indirdiği sırada onların geleceğini bilmiyor muydu da sadece o günkü durumlarını görerek bu övgüyü onlara lutfetti. Altında biat yapılan ağaçla ilgili olarak Hz. Nafi Mevya b. Ömer'in şu rivayeti çok yaygınlaşmıştır: "İnsanlar sürekli bu ağacı ziyaret ederek altında namaz kılmaya başlamışlardı. Hz. Ömer bunu duyunca bu insanları azarladı ve o ağacı da kestirdi. (Tabakat-ı Sa'd c. II, s. 100) Fakat buna ters düşen çeşitli rivayetler de vardır. Yine Hz. Nafi'den olmak üzere Tabakat-ı İbn Sa'd'da şöyle bir rivayet vardır: "Biat-ı Rıdvan'dan birkaç sene sonra Sahabe-i Kiram bu ağacı aradılar, fakat o zaman diğer ağaçlardan ayırıp bulamadılar. Hatta bu konuda "O ağaç hangisiydi" diye ihtilafa düştüler." (s. 105)

İkinci rivayet Buhari, Müslim ve Tabakat-ı İbn Sa'd'dan Hz. Said İbn el-Müseyyeb'in rivayetidir. O der ki: "Babam Biat-ı Rıdvan'a katılmıştır. O bana dedi ki "İkinci sene biz kaza Umresi için gittiğimizde o ağacı aradık, fakat yerini unutmuşuz, bir hayli aramamıza rağmen onu bulamadık."

Üçüncü bir rivayet de İbn Cerir'inkidir. O der ki: Hz. Ömer kendi hilafeti sırasında Hudeybiye'den geçerken altında biat yapılan ağaç nerededir diye aradı. Bir kısmı "falan ağaç" dediler. Bunun üzerine Hz. Ömer "Bırakın, uğraşmaya ne lüzum var" dedi.

33. Burada huzur ve sükunetten maksat; büyük ve yüce bir gaye uğruna telaşsızca, tam bir sükun ve itminan içerisinde kendini tehlikeye atan ve hiçbir korku ve ürkeklik göstermeden sonucu ne olursa olsun bi işi mutlaka yapmalıyım şuuruyla karar verebilen insanın ruh ve kalb halidir.

34. Bu, Hayber fethine ve oradan elde edilecek ganimet mallarına işarettir. Ve bu ayet açıkça Allah'ın lütfu ve bağışı sadece Biat-ı Rıdvan'a katılan insanlara has kıldığını belirtmektedir. Onların dışındakilerin bu fethe ve ganimetlere ortak olmaya hakları olmadığını bildirmiştir. Bu emirle yola çıktığı sırada sadece bu kişileri yanına aldı. Ayrıca Hz. Peygamber (s.a) kabilelere de Hayber'in ganimet malından bir miktar hisse ayırdı. Fakat o hisse ya devlet hazinesine ait 1/5 içindendi veya Biat-ı Rıdvan'a katılan sahabenin rızası alınarak verilmişti. Hiç kimseye bir hak olarak bu maldan verilmemişti.

20 Allah, alacağınız daha birçok ganimetleri de size va'detti,35 bunu size hemencecik verdi36 ve insanların ellerini sizden çekti ki,37 (bu,) mü'minler için bir ayet olsun38 ve sizi dosdoğru bir yola yöneltip-iletsin.39

21 Ve (daha) başka (nice nimetler de, ki,) siz henüz onlara güç yetirmiş değilsiniz; (ama) gerçekten Allah, onları sarıp-kuşatmıştır.40 Allah, her şeye karşı güç yetirendir.

22 Kâfir olanlar, sizinle savaşmış olsalardı, arkalarını dönüp kaçarlardı; sonra, ne bir veli (koruyucu dost), ne de bir yardımcı bulamazlardı.41

23 (Bu,) Allah'ın öteden beri sürüp gitmekte olan sünnetidir.42 Sen Allah'ın sünnetinde kesinlikle hiç bir değişiklik bulamazsın.

24 Onlara karşı size zafer verdikten sonra, Mekke'nin göbeğinde onların ellerini sizden ve sizin de ellerinizi onlardan çeken O'dur. Allah, yapmakta olduklarınızı hakkıyla görmekte olandır.

AÇIKLAMA

35. Bundan maksat: Hayber'in fethinden sonra müslümanlara nasip olan peşpeşe yapılan diğer fetihlerdir.

36. Bundan Hudeybiye barışı kastedilmektedir. Surenin başında da bu barışa Fetih-i Mübin (apaçık bir zafer) denmiştir.

37. Yani, "Allah, Hudeybiye'de Kureyş kafirlerine sana el kaldırıp seninle savaşma cesaretini vermedi." Halbuki görünüşte onlar her bakımdan çok üstün durumda bulunuyorlardı. Ve savaşta kuvvet üstünlüğü bakımından da ilerideydiler. Bunlara ek olarak şu da kastedilmiş olabilir: Her hangi bir düşman birliği tam o sırada (müslümanların Medine'yi terkedip 250 mil uzaklıktaki Hudeybiye'de bulundukları sırada) Medine'ye hücum etme cesaretini gösteremedi. Halbuki 1400 savaş erinin çekip gitmesinden sonra Medine cephesi çok zayıf kalmıştı. Yahudiler, müşrikler, münafıklar bu durumdan faydalanabilirlerdi.

38. Bir işaret ve ibret olması, Allah ve Peygamber'e (s.a) itaatte, sapmadan sebat gösteren ve Allah'a güvendiğinden dolayı hakkın ve doğrunun yaşatılması için derhal harekete geçen o insanlara Allah'ın yardımını, desteğini lütfetmesiyle ilgilidir.

39. Yani, size daha fazla basiret, feraset ve imanınıza en üstün derece olan yâkîn derecesi nasip olsun. Ve gelecekte de siz Allah ve Rasulü'ne itaatte kaim olun. Allah'a güvenerek hak yolda öncülük yapmaya devam edin. Ve bu tercübeler size Allah'ın dininin ne gibi fedakârlıklar gerektirdiğini gösteren dersler olsun. Müminlerin görevi Allah'a güvenerek hareket etmek ve adım atmak olmalıdır. Benim gücüm ne kadar, batıl tarafın gücü-kuvveti ne kadar gibi lüzumsuz tartışmalara girmemelidir.

40. Kuvvetle muhtemeldir ki bu ayet Mekke'nin fethine işaret etmektedir. Bu görüş Katade'nindir. İbn Cerir de bu görüşü desteklemiştir. Bu ilahi buyruğun maksadını şöyle yorumlayabiliriz: Henüz Mekke elinize geçmedi, fakat Allah onu kuşatmıştır ve Hudeybiye Antlaşması'nın getirdiği fetih ve zaferin sonucunda o da sizin elinize geçecektir.

41. Hudeybiye'de Allah, savaşı, müslümanlar yenilebilir diye durdurmadı. Gelecek ayetlerde açıklanacağı gibi bunun maslahatları ve hikmeti daha başka idi. Eğer bu maslahatlar engel olmasaydı ve Allah orada savaş yapılmasını takdir etseydi şüphesiz ki kafirler bozguna uğrarlar, Mekke de o zaman fetholunurdu.

42. Burada Allah'ın Sünneti ifadesinden kastedilen şudur: Allah'ın Rasulü'yle savaşan kafirleri, Allah rezil ve perişan eder.

25 Ki onlar, küfrettiler, sizi Mescid-i Haram'dan ve durdurulmakta (bekletilmekte) olan hediyeleri (kurbanları), yerlerine varmaktan alıkoydular. 43Eğer kendilerini bilmediğiniz mü'min erkekler ve mü'min kadınları, bilgisizlik dolayısıyla onları darmadağın edip de bu yüzden size 'dayanılmaz bir sıkıntı' dokunmayacak olsaydı (o zaman durum farklı olurdu.) (Durumun böyle olması,) Allah'ın dilediğini rahmetine sokması içindir. Eğer (karışık yaşayan mü'minler), seçilip ayrılmış olsalardı, muhakkak içlerinden küfretmekte olanları acıklı bir azab ile azablandırırdık.44

AÇIKLAMA

43. Yani sizlerin Hak Din uğruna başınızı vermeye tam bir ihlas ve feragatle hazır oluşunuzu, neden ve niçin demeden Peygamber'e nasıl itaat ettiğinizi Allah görüyor, kafirlerin aşırılıklarını ve şirretlerini de görüyordu. Bu durumun gerektirdiği davranış, orada tam bu sırada onların başlarının sizin elinizle uçurulması idi. Fakat bununla birlikte ortada bir maslahat vardı. Bundan dolayı Allah sizin elinizi onlara, onların elini de size kaldırtmadı.

44. Allah'ın, Hudeybiye'de savaş fırsatı vermemesinin hikmeti buydu. Bu maslahatın iki yönü vardır. Biri şudur: O zamanlar Mekke-i Mazzama da imanlarını gizleyen -gizlemeyen birçok erkek- kadın müslüman vardı.

Fakat onlar güçsüzlüklerinden dolayı hicret edememişlerdi. Eziyet ve işkenceye maruz kalmışlardı. Böyle bir durumda savaş olsaydı ve müslümanlar kafirleri kovalayarak Mekke'ye girselerdi, kafirlerle birlikte bu müslümanları da tanınmadıklarından dolayı öldürebilirler, durumun farkına vardıklarında da bu durumdan acı ve üzüntü duyarlardı. Ayrıca müşrik Arablara da "Bu insanlar savaşta kendi din kardeşlerini bile öldürmekten çekinmiyorlar" deme fırsatı verilmiş olurdu. Bu bakımdan Allah, bu çaresiz müslümanlara merhamet edip ayrıca Sahabe-i Kiramı üzüntü ve lekelenmekten kurtarmak niyetiyle bu olayda savaşa fırsat vermedi.

Bu maslahatın ikinci yönü de şudur: Allah, Kureyş'in yenilerek Mekke'nin fethedilmesinin böyle kanlı bir savaş sonucu olmasını istemiyordu. Belki de onun bu arzusu iki sene içerisinde onların her yandan çembere alınması yoluyla çaresiz ve güçsüz hale getirilerek hiç bir eziyete lüzum kalmadan mağlup olmalarına ve daha sonra Kureyş kabilesinin topyekun İslam'ı kabul edip Allah'ın rahmetine nail olmalarına zemin hazırlamak idi. Nitekim Mekke'nin fethi hadisesinde böyle olmuştur. Burada şu fikri tartışma ortaya çıkmaktadır:

Eğer kafirlerle aramızda savaş varsa ve bu kafirlerin elinde bir miktar erkek, kadın, çocuk, ihtiyar müslümanlar olup da bunları önlerine siper yaparak ortaya çıkmışlarsa veya saldırılacak kafir şehirlerinde müslümanlar varsa, hatta bizim yok etmemiz gereken bir savaş aracının bulunduğu bir noktada müslümanlar tutuluyor olsalar, bu durumda biz onlara ateş edip bombardımana tutabilir miyiz? Müctehid ve fakihlerin bu soruya verdikleri cevaplar şunlardır:

İmam Malik der ki; bu durumda ateş edilmemeli, bombardıman yapılmamalıdır. Bu görüşüne de bu ayeti delil getirmektedir. Onun demesi şudur: Allah müslümanları kurtarmak için Hudeybiye'de savaşa mani olmuştur. (Ahkamü'l-Kur'an, İbn el-Arabi) Fakat gerçekte bu zayıf bir delildir. Ayette böyle bir durumda hücum etmenin caiz olmayıp haram olduğunu belirten hiçbir kelime yoktur. Bu ayetten olsa olsa en fazla, böyle bir durumda müslümanları kurtarmak için saldırmaktan kaçınılabileceği anlamı çıkabilir. Fakat bu yola ancak bu kaçınmadan dolayı kafirlerin müslümanları yenme tehlikesi yoksa veya onlara karşı bizim zafer kazanmamızı sağlayacak imkanlar ortadan kalkmışsa cevaz verilebilir.

İmam Ebu Hanife, İmam Ebu Yusuf, İmam Cafer ve İmam Muhammed böyle bir durumda ateş açmak tamamen caizdir, hatta kafirler müslümanların çocuklarını siper yapıp öne dikseler bile onlara ateş açmakta hiçbir sakınca yoktur, demişlerdir. Bu durumda öldürülen müslümanların kanı karşılığında hiçbir keffaret ve diyet müslümanlar üzerine gerekmez. (Ahkâmü'l-Kur'an, Cassas, Kitab es-Siyer, İmam Muhammed; Harp Yapanlardan Suyun Kesilmesi Bölümü)

İmam Süfyan Sevrî de bu durumda ateş açılmasını caiz görmektedir. Fakat o der ki, bu durumda öldürülen müslümanların kanı karşılığında diyet yoktur ancak elbette ki müslümanlar üzerine keffaret vermeleri gerekir. (Ahkâmü'l-Kur'an, Cassas)

İmam Evzâ'i ve Leys b. Sa'd şöyle diyorlar: Kafirler müslümanları siper yapıp öne dikmişlerse onlara ateş açılmamalı, bunun gibi, bir savaş aracı içerisinde bizden esir alınanlar da bulunduğunu biliyorsak bu durumda o savaş aracını tahrip etmemeliyiz. Ama bir düşmanın şehrine hücum ediyorsak, o şehirde müslümanların da bulunduğunu bilsek bile, ateş açmamız caizdir. Çünkü ateş açtığımızda müslümanları vuracağımız kesin değildir. Ve eğer herhangi bir müslüman düşmana açılan ateş sırasında vurulsa bile, bu durum isteyerek olmadığı için bir keffaret gerekmez. (Ahkâmü'l-Kur'an, Cassas)

İmam-ı Şafii'nin mezhebindeki hüküm de şudur: Eğer bu durumda ateş açmak mutlaka gerekli değilse, müslümanları mahvolmaktan kurtarmaya çalışmak seçilecek en iyi yoldur. Her ne kadar böyle bir durumda ateş açmak haram değilse de mutlaka mekruhtur. Ama gerçekten bir mecburiyet varsa ve ateş açılmadığı takdirde savaş açısından kafirler avantajlı, müslümanlar zararlı çıkacaklarsa ateş açmak caizdir. Ama bu durumda dahi müslümanları kurtarmak için bütün imkanlar araştırılıp gayret gösterilmelidir. Buna ek olarak İmam-ı Şafii şunu da söylemektedir, eğer ölüm kalım savaşında kafirler bir müslümanı siper olarak öne sürmüşlerse ve bir müslüman da onu öldürmüşse bu durumda iki husus söz konusudur: 1) Öldüren onun müslüman olduğunu biliyordu 2) Müslüman olduğunu bilmiyordu.

Birinci ihtimalde diyet ve keffaretin ikisi de gereklidir, ikincisinde ise sadece keffaret gereklidir. (Muğnî'l-Muhtac)

26 Hani o küfretmekte olanlar, kendi kalpleri içinde, 'öfkeli soy-koruyuculuğunu, (hamiyet), cahiliyenin 'öfkeli soy koruyuculuğunu' kılıp-kışkırttıkları zaman, 45hemen Allah Rasulünün ve mü'minlerin üzerine '(kalbi teskin eden) güven ve yatışma duygusunu' indirdi46 ve onları "takva sözü" üzerinde 'kararlılıkla ayakta tuttu.'Zaten onlar da, buna layık ve ehil idiler. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.

27 Andolsun ki Allah Peygamberine o rüyayı doğru ve hak olarak gösterdi.47 İnşallah48 Kabe'ye emniyet ve güven içinde, korkmadan (mutlaka) gireceksiniz,49 başlarınızı da traş etmiş ve kısaltmış olarak.50 Allah sizin bilmediğiniz şeyleri bildiği için (Mekke'nin fethinden) önce daha yakın bir fetih (Hayber'in fethini) nasip etti.

28 Ki O, kendi peygamberlerini hidayetle ve hak olan din ile, diğer bütün dinlere karşı üstün kılmak için gönderdi. Şahid olarak Allah yeter.51

AÇIKLAMA

45. Cahiliyet hamiyeti denmekle kastedilen, bir kişinin sırf kendi şöhreti ve gururu uğruna veya kendi menfaati peşine düşüp bilerek, kasten uygunsuz bir işi yapmasıdır.

Mekke kafirleri herkesin Hac ve Umre için Kabe'yi ziyaret etme hakkı olduğunu biliyorlardı ve buna inanıyorlardı. Hiç kimsenin, bu dini görevin yapılmasını engellemeye hakkı yoktur. Bu, Arablar arasında eskiden beri kayıtsız şartsız uyulan bir kanundur. Fakat kendilerinin baştan sona haksız olduklarını müslümanların da tamamen haklı olduklarını bildirmelerine rağmen, sırf gururları uğruna müslümanların Umre yapmalarını engellediler. Bizzat müşrikler arasında fıtraten doğruluğu sevenler de "İhram giyinip, kurbanlık adak develeri yanlarına alıp Umre yapmak üzere gelen bu insanları engellemek yersiz ve yanlış bir harekettir," diyorlardı. Fakat Kureyş'in liderleri sadece şu düşünceden dolayı zorluk çıkarıyorlar, müslümanları Mekke'ye sokmamak için çırpınıyorlar, "Eğer Muhammed bu büyük kalabalıkla Mekke'ye girerse bütün Arablar arasında şöhretimiz sönecek, gururumuz kırılacak" diyorlardı. İşte bu onların cahiliyet hamiyeti idi.

46. Burada sükunetten murad sabır ve vakardır. İşte bu sabır ve vakar sayesinde Hz. Peygamber (s.a.) ve müslümanlar, Kureyş kafirlerinin cahiliyet hamiyetlerine karşı koydular. Onlar, öfkelenip şuursuzca hareket etmediler. Ve onlara karşı cevap olarak hak ve hukuku çiğneyen, doğruluğa ters düşen veya hayır ve güzellikle sonuçlandırma yerine havayı daha fazla bozacak hiçbir harekette bulunmadılar.

47. Bu, müslümanları ruhen sürekli rahatsız eden bir sorunun cevabıdır: Müslümanlar, Peygamber'in (s.a) rüyasında Kabe'ye girdiğini ve Beytullah'ı tavaf ettiğini gördüğünü fakat buna karşılık şimdi Umre yapmadan geri döndüklerini söylüyorlar ve bu sorunun cevabını istiyorlardı. Buna cevap olarak Hz. Peygamber'in (s.a): "Rüyada bu sene açıkça Umre yapılacağı belirtilmemişti" demesine rağmen, müslümanların kalblerinde hâlâ az da olsa bir burukluk vardı. Bu yüzden Allah (cc) bizzat şu açıklığı getirdi: "O rüyayı biz gösterdik ve o tamamen doğrudur. Şüphesiz o yerini bulacak ve gerçekleşecektir."

48. Burada Allah, bizzat kendi va'di (sözü) varken, "İnşaallah" ifadesini kullanmıştır. Bu ifade üzerine bir itirazcı şöyle bir soru sorabilir. Bu va'di (Umre yapılacağı va'dini) Allah kendi vermesine rağmen bunu Allah'ın arzusu şartına bağlamanın anlamı nedir? Bunun cevabı şudur: Burada, bu ifade, "Allah istemezse va'dini yerine getirmeyecektir" anlamında kullanılmamıştır. Aksine bu ifade, olayın arka-planı dikkate alınarak kullanılmıştı.

Mekkeli kafirlerin müslümanları Umre yapmaktan engelleme düşüncesiyle oynadıkları bütün oyunlar şunun içindi: "Biz kimin, ne zaman Umre yapmasına izin verirsek o, o zaman Umre yapabilecek." Bunun üzerine Allah bunun, onların arzu ve isteğine göre değil kendi arzu ve isteğine göre olacağını buyurdu. Yani bu sene Umre yapılmaması Mekkeli kafirlerin yapılmamasını istediklerinden değil, bilakis Allah (cc) istemediğinden dolayıdır. Ve gelecekte bu Umre biz istersek olacak, kafirler istesin veya istemesin farketmez. Bununla birlikte bu ifadenin altında, müslümanların yapacağı Umrenin de kendi güçleriyle değil tamamen Allah'ın irade ve arzusuna bağlı olacağı düşüncesi yatmaktadır. Yoksa Allah'ın iradesinden bağımsız olarak onların gücü kendi kendilerine Umre yapmalarına yetmez, denmek istenmektedir.

49. Bu söz, bir sonraki sene olan H. 7. yılın Zilkade ayında yerine getirilmiştir. Tarihte bu Umre, "Umre Ül-Kada" (Kaza Umresi) adıyla meşhurdur.

50. Bu ifade Umre ve Hac'da başı kazımanın gerekli olmadığına, ama saç traş etmenin caiz olduğuna delalet etmektedir. Elbette başı kazımak daha iyidir. Çünkü Allah önce baş kazımayı buyurmuş, saç traş etmeyi sonra zikretmiştir.

51. Burada böyle bir ilahi fermanın buyurulmasının nedeni şudur: Hudeybiye'de barış antlaşması şartları yazılırken Mekkeli müşrikler Peygamber'in isminin yanında "Allah'ın Elçisi" ibaresinin kullanılmasına itiraz etmişlerdir. Israrları üzerine Hz. Peygamber (s.a) bizzat kendisi antlaşma metninden bu ibareyi silmiştir. İşte bu olaya işaret ederek Allah (cc) buyuruyor ki: Bizim Peygamberimizin Peygamberliği konusunda hiç şüphe yoktur, bu bir gerçektir. İnsanların buna inanıp inanmaması bu gerçeği değiştirmez. Birtakım insanlar inanmıyorlarsa bırakın inanmasınlar. Bunun bir hakikat olduğuna bizim şahitliğimiz yeter. Onların inkarı ile bu gerçek değişmeyecektir. Bilakis onlara rağmen, Peygamber'in bizden alıp insanlara ulaştırdığı hidayet yolu, muhakkak diğer bütün dinlere üstün gelecektir. İşte bu inkarcılar onu engellemek için bütün güçlerini kullansalar da! (Her çeşit türden dinlerden kasıt din hüviyeti taşıyan bütün dünya nizam ve düzenleridir.) Bu konuda daha önce Zümer an: 3 ve Şuara an: 20'de geniş bilgi verdik. Burada Allah çok açık ifadelerle şunu zikrediyor: Muhammed'in Peygamber olarak gönderilişi, sadece bu dini insanlara anlatmak için değildi, ayrıca bu dini din hüviyeti taşıyan her çeşit dünya düzenlerine üstün getirmesi de gerekiyordu. Diğer bir deyişle, peygamber bu dini, batıl bir din hayata hükmetsin ve onun hakimiyeti altında, sıkıntı içinde, yaşamasına müsade ettiği ölçüde yaşasın diye değil, tam tersine bu hak din hayatın tek ve hakim dini olsun, diğer dinlerin devam edip yaşamaları da onun müsade sınırlarında olsun diye getirdi. (Daha geniş bilgi için bkz. Zümer an: 48)

29 Muhammed, Allah'ın Rasulü'dür. Ve onunla birlikte olanlar da kâfirlere karşı zorlu,52 kendi aralarında ise merhametlidirler.53 Onları, rükû edenler, secde edenler olarak görürsün; onlar, Allah'tan bir fazl (lütuf ve ihsan) ve hoşnutluk arayıp-isterler. Belirtileri, secde izinden yüzlerindedir.54 İşte onların Tevrat'taki vasıfları budur; 55İncil'deki vasıfları ise:56 Sanki bir ekin; filizini çıkarmış, derken onu kuvvetlendirmiş, derken semizleyip-kalınlaşmış, sonra sapları üzerinde doğrulup-boy atmış (ki bu,) ekicilerin de hoşuna gider. (Bu örnek,) Onunla kâfirleri öfkelendirmek içindir. Allah, içlerinden iman edip salih amellerde bulunanlara bir mağfiret ve büyük bir ecir va'detmiştir.57

AÇIKLAMA

52. "Eşiddau ale'l-kuffar"; Arapça'da "Fulanun şedidun aleyhi" (filan kişi onun aleyhine şiddetlidir) yani, onu alt etmesi, kendi isteğine baş eğdirmesi kendisini zorlar manasına denilir. Kafirlere karşı Peygamber'in ashabının sert olması, onların kafirlere karşı haşin ve katı davranmaları demek değil, imanlarının sağlamlığı, prensiplerinin kesinliği, hayat düzenlerinin olgunluğu ve imanlarından gelen ileri görüşlülüklerinin şaşmazlığı sebebiyle kafirler karşısında granit bir kaya gibi sağlam durmaları demektir. Kafirlerin istedikleri gibi çevirebilecekleri, şahsiyet tanımayan varlıklar değillerdir onlar. Müşriklerin dişleri arasında rahatça çiğneyip eritecekleri yumuşak bir yem değildir onlar. Onlar korku ile sindirilemezler. Onlar bir takım ihtiraslarla satın alınamazlar.

Hz. Peygamber'in (s.a.) yoluna baş koymuş bu mü'minleri o yüce davalarından döndürmeye kafirlerin gücü yetmeyecektir.

53. Yani onların tüm sertlikleri İslam düşmanları içindir, mü'minler için değil; onlar mü'minlere karşı merhametli, şefkatli, yumuşak, nazik ve dertlerini paylaşan gönülden dostlardır. Gaye ve temel inançların bir oluşu onların içinde birbirlerine karşı sevgi, dostluk ve tam bir uyumluluk meydana getirmiştir.

54. Burada anlatılmak istenen namaz kılanların alınlarında secde yapmaktan dolayı meydana gelen yuvarlak iz değildir. Burada kastedilen mana Allah'a baş eğme sonucu insanda fıtri olarak medana gelen ruh yüceliği, ahlak güzelliği, vakar ve takva gibi insan çehresinde kendisini gösteren hasletlerdir.

İnsan çehresi yani siması sayfalarında insanın ruh dünyasının ve nefis aleminin rahatlıkla okunduğu bir kitaptır. Gururlu bir insanın siması, mütevazi ve alçak gönüllü bir insanın simasından farklıdır. Ahlaksız bir adamın çehresi ile, iyi niyetli ve temiz ahlaklı bir adamın çehresinin farkı hemen belli olur. Serseri ve edepsiz bir adamın yüzü ile munis, haysiyetli ve iffetli bir insanın yüzü arasında açık fark görülür.

Allah buyruğunun özü, bize şunu gösteriyor; Hz. Muhammed'in (s.a.) bu sahabileri ve beraberindekiler öyle kimselerdir ki, çehrelerinde takva nurunun parlamasından dolayı görenler onları insanların en hayırlıları ve mahlukatın en iyileri olduklarını derhal sezer ve kabul ederler. Bunun bir örneğini İmam Malik bize şöyle anlatıyor; Sahabiler ordusu Suriye topraklarına girdiğinde bölgenin hıristiyanları bunlar için "Hz. İsa'nın Havarileri hakkında duyduğumuz o yüce meziyetleri ve üstün değerleri taşıyan insanlar" demişlerdi.

55. Galiba bu, Kitab-ı Mukaddes'in, Tesniye 33. bölüm 2. ve 3. ayetlerine işaret etmektedir. Bu ayetlerde Peygamber'in (s.a) geleceği anlatılarak, Sahabileri hakkında "Mübarek insanlar" tabiri kullanılmaktadır.

Bundan başka Tevrat'ta Hz. Peygamber'in (s.a) niteliğini açıklayan ayetler var idiyse de bugünkü değiştirilmiş (muharref) Tevrat'ta görülmemektedir.

56. Bu misal verme ve niteleme, Hz. İsa'nın (s.a) bir vaazında açıklanmıştır. Bu da, İncil'in Yeni Ahid bölümünde şöyle nakledilmiştir: "Ve dedi: Allah'ın Melekutu böyledir, yere tohum saçan bir adam gibidir, gece gündüz uyuyup kalkar, tohum ekilir ve büyür, nasıl o bilmez. Toprak kendiliğinden otu, sonra başağı, sonra başakta dolu daneyi verir.

Mahsulun olduğunu sanan hemen biçer, çünkü hasat vakti gelmiştir... O hardal danesi gibidir ki, toprağa ekilirken her ne kadar yer üzerinde olan bütün tohumlardan daha küçük ise de, ekildikten sonra büyür ve bütün sebzelerden daha büyük olur. Büyük dallar salar; öyle ki gökten göğün kuşları onun gölgesi altında yerleşebilirler" (Markos, bab: 4, ayet: 26-32, Matta bab: 3, ayet: 31-32.)

57. Bazıları bu ayette geçen "minhum" ifadesindeki "min" zamirini sahabeden bir kısmına işaret olarak almışlardır. O zaman şu mana ortaya çıkar, "Onlardan iman edip, iyi ameller işleyenlere Allah, büyük mükafat verip bağışlayacağını va'd etmiştir." Bu tarz bir anlayıştan dolayı o malum kişiler Sahabe-i Kiram-ı karalamaya, atıp tutmaya fırsat bulmaktadırlar ve bu ayeti ileri sürerek Sahabiler içinde pek çoğunun mü'min ve salih kişiler olmadığını iddia etmektedirler. Fakat bu ayetin böyle tefsir edilmesi, 4, 5, 18, ve 26. ayetlere tamamen ters düşmektedir. Hatta aynı ayetin başlangıç kısmına bile aykırıdır. 3 ve 4. ayetlerde Allah, Hudeybiye'de Hz. Peygamber (s.a) ile beraber olan bütün sahabenin kalbine sükunet ve hayır indiğini ve imanlarında artış meydana geldiğini beyan etmekte ve istisnasız hepsinin cennete gireceklerini müjdelemektedir. 18. ayette Allah, ağacın altında Peygamber'e (s.a) biat edenlerin hepsinden memnun ve razı olduğunu açıklamaktadır. 26. ayette ise Peygamber'in (s.a) dostları, bütün arkadaşları hakkında "mü'minler" kelimesi kullanılmaktadır. Onlara sükunet ve huzur indirildiğini haber vermektedir. Ve bu insanların takvada herkesten ileri olduklarını buyurmaktadır. Burada, "Onlardan sadece mü'min olanlar hakkında haber verilmektedir" gibi bir anlam yoktur. Nitekim bizzat ayetin baş tarafında yapılan tarif ve övülme Peygamber'in (s.a) yanında olan sahabenin hepsi için yapılmıştı. Kelimeler ve ifadeler, "Seninle beraber olan o kimselerin hepsi şöyle şöyledir" şeklindedir. Böyle bir ifadenin ardından nasıl olur da ayetin sonuna doğru "Onlardan bir kısmı mü'min ve salih kimselerdi bir kısmı değildi" anlamı çıkabilir. Hâşâ Allah böyle çelişkili ve tutarsız bir ifadeyi nasıl kullanabilir. Bu bakımdan burada "min" kelimesini oradaki sahabenin bir kısmına işaret manasında anlamak, ayetin ahengine aykırıdır. Aslında burada "min", beyan, açıklama, açıklık kazandırma manasındadır. "Fectenibu'r-Ricse min'el-Evsan" (putların pisliklerinden sakının) ibaresinde "min" bir kısmına işaret değil, mutlak surette beyan manasındadır. Yoksa ayet şu manaya gelirdi: "Putların temiz olmayanlarından sakının." Arkasından da bir kısım putların temiz olduğu ve tapınılmasında bir sakınca olmayacağı sonucuna varılırdı.

FETİH SÜRESİ(Seyyid KUTUB)

1- Biz sana apaçık fetih verdik.

2- Allah böylece, senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlar, sana olan nimetini tamamlar, seni doğru yola iletir.

3- Ve sana şanlı bir zaferle yardım eder.

Bu sure, yüce Allah'ın Resulüne, apaçık fethi, kapsamlı bağışlaması, tam bir nimeti, sarsılmaz bir hidayeti eşsiz bir zafer "feyz"i ile bahşediyor. Bunlar Allah'ın ilhamı ve yönlendirmesine tam güvenmenin, ilham ve işaretlerine hoşnud olarak teslimiyetin, her türlü kişisel iradeden kayıtsız şartsız soyutlanmanın şefkatli himayeye derin güvenin mükafatıdır. Resulullah bir rüya görür ve o rüyanın ilhamı ile harekete geçer... Devesi çöker artık gitmez. Ve insanlar haykırır: "Kusva çöktü, kusva çöktü " Resulullah onlara cevap verir: "Hayır Kusva çökmedi. Bu onun huyu da değildir. Fakat fili Mekke'ye bırakmayan onu da alıkoydu. Kureyş bugün benden içinde sıla-i rahim isteyerek, ne kadar zor şey isterlerse veririm kendilerine" Hz. Ömer heyecanlı bir tutku ile sorar ona: "Dinimizden bu tavizi vermek neden?" Resulullah cevap verir: "Ben Allah'ın kulu ve elçisiyim. Onun emrine asla karşı gelmem ve O, asla benden yardımını esirgemeyecektir". Buna ek olarak, Hz. Osman'ın öldürüldüğü söylentisi yayılınca, "Onların işini çabucak bitirmedikçe buradan ayrılmayız" der. Ve halkı biata çağırır. Orada bulunan ve olanlara içinden hayırlar fışkıran Rıdvan biatı işte o zaman gerçekleşir.

İşte bu, Hudeybiye barış ve onu izleyen çeşitli şekillerdeki birçok fetihlerde somutlaşan diğer fetihlerin yanında gerçek bir fetih (zafer) idi.

Bu fetih davette bir zaferdi. Zühri derki: İslamda. bundan önce bundan daha büyük bir fetih yoktur. İnsanlar karşı karşıya gelince savaşmaktan başka bir yol yoktu. Sonra ateş kes sağlanıp da savaş bırakılınca ve insanlar birbirlerinden emin olunca birbirlerine karışmışlar, birbirleriyle konuşup tartışmışlardı. Aklı eren her kime İslam anlatılmışsa islama girmişti. bu iki yılda (Hudeybiye barışı ve Mekke'nin fethi) daha önce islama girenler kadar veya onlardan daha çok kişi islama girmiştir.

İbn-i Hişam der ki: Zühri'nin görüşünün doğruluğuna delil olarak; Resulullah Hudeybiye'ye Abdullah oğlu Cabir'in sözüne göre bindörtyüz kişi ile gelmişti. Sonra Mekke'nin fethi senesi yani iki yıl sonra onbin kişi ile gelmiştir, diyebiliriz.

Müslüman olanların arasında Halid bin Velid ve As oğlu Amr gibi kişiler bulunuyordu. Bu fetih aynı zamanda toprak ve coğrafya bakımından da bir fetih demekti. Müslümanlar Kureyşin şerrinden emin olmuşlardı. Bunun üzerine Resulullah Kaynuka oğulları, Nadir oğulları ve Kureyza oğullarından kurtulduktan sonra, yanındaki yahudi tehlikesinin kalıntılarından kurtarmaya yönelmişti. Bu yahudi tehlikesi Şam yolunu tehdid eden çok güçlü Hayber kalesinde somutlaşıyordu. Yüce Allah orayı müslümanlara almayı nasib etmişti. Oradan çok büyük ganimetler elde etmişler ve Resulullah o ganimetleri sadece Hayber seferine katılanlara dağıtmıştı.

Bu fetih öte yandan, Medine'deki müslümanlarla, Mekke'deki Kureyş ile ve Mekke'nin civarında diğer müşriklere karşı müslümanların tutumunda bir fetih idi. Üstad Muhammed Derveze "Kur'an'dan Seçmeler Işığında Resulullah'ın Hayatı" isimli kitabında bu konu ile ilgili olarak gerçekten çok doğru söylüyor:

"Hiç kuşkusuz Kur'an'ın "büyük fetih" diye isimlendirdiği bu barış bu nitelemeye tamamen layıktır. Hatta bu barış, Resulullah'ın hayatında ve İslam tarihinde islamın güçlenmesi ve kökleşmesinde ayırıcı en büyük olaylardan sayılsa yeridir veya daha doğru bir ifade ile olayların en büyüklerinden biridir. Kureyşliler bu olayla Resulullah'ı ve islamı tanımışlar, Resulullah ve islamın gücünü, varlığını itiraf etmişler ve Peygamber ve müslümanları kendilerine denk olarak kabul etmişlerdi. Hatta bu anlaşma müşrikleri müslümanlardan en güzel bir biçimde savmış oluyordu. Hem de bu Kureyşlilerin son iki yılda Medine'ye iki kez saldırdıkları bir sıraya rastlıyordu. Son savaş bu ziyaretten sadece bir yıl önce olmuş, müslümanların kökünü kazımak amacıyla müşrikler kendilerinden ve yandaşlarından oluşan büyük bir yığınak yapmışlardı. Bu savaş müslümanların düşmanlarının karşısında azlık ve güçsüzlüklerinden dolayı iç dünyalarında şiddetli korku ve sarsıntıya yol açmıştı. Bu da, Kureyşi kendilerine örnek alan ve önder gören, onların inkarcı tutumlarından son derece etkilenen civardaki Arapların benliğine büyük bir etki yapmıştı. Bedevilerin Peygamber ve müslümanların bu yolculuktan sağ-salim dönemeyecekleri yolundaki kanaatleri ve münafıkların müslümanlar için en kötü tahmini yaptıkları göz önüne alınınca, bu fethin önemi ve ne büyük bir boyuta sahip olduğu ortaya çıkar.

"Bu olaylar, Resulullah'ın yaptıklarına dair ilhamının doğru olduğunu ispat etmiş ve Kur'an da onu bu konuda desteklemiştir. Öte yandan bu olaylar, müslümanların elde ettikleri maddi manevi, siyasal, askeri ve dini yararların ne kadar büyük olduğunu ortaya çıkarmıştır. Çünkü, müslümanlar Arap kabilelerinin gözünde güçlenmişler, Resulullah ile birlikte yolculuğa katılmayan bedeviler özür dilemeye girişmişler, Medine'deki münafıkların sesleri daha da kısılmış, ağırlıkları kalmamıştır. Çünkü Araplar uzak yerlerden bölük bölük Resulullah'a gelmeye başlamışlardır. Çünkü müslümanlar Hayberde ve Şam yolu boyunca serpilmiş, Hayberin köylerindeki yahudilerin kolunu kanadını kırabilmişlerdir. Çünkü, askeri birliklerini, Necd gibi, Yemen gibi, Belkâ gibi uzak yörelere gönderebilmişlerdir. Ve çünkü iki yıl sonra Resulullah Mekke'ye yönelebilmiş ve orayı fethedebilmiştir. İşte bu, kesin bir sonuçtu. Çünkü Allah'ın yardımı ve fethi gelmiş ve insanlar akın akın Allah'ın dinine girmişlerdi.")

Biz dönüyor ve yeniden vurguluyoruz ki; bütün bunların yanında ortada başka bir fetih daha vardır. Rıdvan biatının canlandırdığı, gönül ve kalplerde olmuştur bu fetih... Yüce Allah "Rıdvan biatından" ve ona katılanlardan Kur'an'da nitelemiş olduğu şekilde hoşnud olmuş ve bu hoşnudluğun ışığı altında onlar için surenin sonunda "Muhammed Allah'ın Resulüdür. Beraberinde bulunanlar kendi aralarında merhametli..." (Fetih Suresi, 29) şeklindeki parlak ve kerim şekli çizmiştir. İşte bu davet tarihinde bir fetihdir. Kendine göre bir değeri ifadesi ve daha sonra tarihte etkileri olmuştur.

Resulullah bu sure ile çok sevinmiştir. Büyük kalbi, yüce Allah'ın kendine ve beraberinde bulunan mü'minlere inen bu feyzi ile ferahlık duymuştur. Apaçık fetih yüzünden ferahlık duymuştur. Kapsamlı bağış ile ferahlık duymuştur. Tam nimetle ferahlık duymuştur. Doğru yola ulaştıkları için ferahlık duymuştur. Allah'ın mü'minlerden, hoşnud olması ve onları bu güzel niteliklerle nitelemesi yüzünden ferahlık duymuştur. Resulullah -bir rivayete göre-: "Dün gece bana bir sure inmiştir ki, o sure bana dünya ve içinde olan herşeyden daha sevimlidir" demiştir. Bir başka rivayete göre: "Bu gece bana bir sure inmiştir ki, o sure bana güneşin üzerine doğduğu herşeyden daha sevimlidir" demiştir... Ve, Rabbinin kendisine vermiş olduğu nimete karşı gönlü şükürlerle dolup taşmış. Ve yine uzun uzun namaz kılarak Rabbine şükretmiştir. Hz. Ayşe bu namazdan söz ederken, "Resulullah namaza durduğu zaman ayakları şişinceye dek namaz kılardı. Ona: "Ya Resulallah! Yüce Allah senin geçmiş ve gelecek tüm günahlarını bağışladığı halde neden böyle davranıyorsunuz" dediğimde, Resulullah: "Ya Ayşe, ben yüce Allah'ın çok şükreden kulu olmayayım mı?" demiştir. (Hadisi, Müslim, Abdullah b. Vehb'den sahihinde nakleder)



MÜ'MİN ERKEK VE KADINLAR

4- İnananların, imanlarının kat kat artırmaları için, kalblerine güven indiren O'dur. Göklerdeki ve yerdeki ordular Allah'ındır. Allah bilendir, Hakim olandır.

5- İnanan erkek ve kadınları, içinde temelli kalacakları, içinden ırmaklar akan cennetlere koyar, onların kötülüklerini örter. Allah katında büyük kurtuluş budur.

"Sekinet" sözcüğü, ifade gücü olan, çeşitli sahneler canlandırabilen zengin çağrışımlar içerebilen bir sözcüktür. Sekineti yüce Allah bir kalbe indirdi mi, bu,iç huzuru, rahat, kesin inanç, güven, ağırbaşlılık, sebat, teslimiyet ve hoşnutluk olarak karşımıza çıkar.

Bu olayda mü'minlerin kalpleri çeşit çeşit duygularla coşmakta, tepkilerle kaynamaktaydı. Müslümanlar beklemekte ve Resulullah'ın Ka'be'ye gireceklerine dair görmüş olduğu rüya doğru çıkacak mı diye merak etmekteydiler. Sonra Kureyşlilerin tutumları ile yüzyüze geliş ve Resulullah'ın, ihrama girdikten sonra ve kurbanlık develeri işaretleyip, boyunlarına kurbanlık nişanı taktıktan sonra o yıl Kabe'yi ziyaret etmeyerek geri dönüşü kabul etmesi... Doğal olarak hiç kuşkusuz bu müslümanların çok zoruna gitmişti. Nakledildiğine göre, Hz. Ömer hiddet içinde Hz. Ebu Bekir'e gelir ve -Olayı rivayeti içinde tesbit ettiklerimizden ayrı olarak- "O bizim Ka'be'ye geleceğimizden ve onu tavaf edeceğimizden söz etmedi mi?" der. Kalbi Resulullah'ın kalbi ile bütünleşmiş, kalbinin atışları Resulullah'ın nabzına tıpa tıp uyan Hz. Ebu Bekir; "Evet, söyledi. Fakat sana bu yıl Ka'be'ye gideceksin diye mi haber verdi?" diye sorar. Hz. Ömer: "Hayır" diye cevap verir. Hz. Ebu Bekir: "Sen oraya gidecek ve orayı tavaf edeceksin" der. Bunun üzerine Hz. Ömer onun yanından ayrılır ve Resulullah'a gelir. Resulullah'a söyledikleri arasında şu cümle de yer alır: "Sen bize Ka'be'ye geleceğimizi ve onu tavaf edeceğimizi söylemedin mi?" Resulullah: "Evet söyledim. Sana bu yıl gideceğimizi haber verdim mi?" buyurur. Ömer: "Hayır" deyince, Resulullah; "Sen oraya gideceksin ve tavaf edeceksin" der. İşte bu kesit, mü'minlerin kalbinden geçenlerden bir örnektir.

Mü'minler, Kureyşin ileri sürdüğü şartlardan bayağı can sıkıntısı içinde idiler. İslama girip de, velisinin izni olmadan Hz. Muhammed'e gelenlerin geri verileceği maddesinden, "Rahman ve Rahim" isminin anlaşmada yer almasının kabul edilmeyişinden ve Resulullah ın Allah`ın elçisi niteliğini anlaşmada reddedilişinden cahili taassupları yüzünden çok sıkılmışlardı... Rivayet olunduğuna güre, Amr oğlu Süheyl bu sıfatı silmesini isteyince, Hz. Ali, silmemiş bu kez Resulullah silmiş ve şöyle demişti: "Ya Rab! Sen biliyorsun ki ben senin elçinim: '

Müslümanlar dinlerine son derece düşkün ve müşriklerle savaşmaya son derece istekli idiler. Bunu, topluca biat etmeleri göstermektedir. Sonra durum, barıştan ateşkese ve bunun arkasından da Hudeybiye'den geri dönüş şeklinde bir gelişme göstermişti. İşin bu şekilde gelişme göstermesi, onlar için pek yenilir yutulur bir şey değildi. Bunu da, kurbanlarını kesmekte, tıraş olmakta işi ağırdan almalarında görmekteyiz. Hatta sonunda Resulullah onlara bu isteğini üç kez tekrarlamak zorunda kalmıştı. Oysa onlar Sakif kabilesinden Mes'ud oğlu Urve'nin de Kureyş'e anlattığı gibi, Resulullah'ın emrine sarılma ve itaatta son derece gayretli iken, kurbanlarını kesmemişler, başlarını tıraş etmemişler veya saçlarını kısaltmamışlardı. Bunu ancak, Resulullah'ı bizzat yaparken görünce yapmaya başlamışlar ve Resulullah'ın sözünün göstermediği etkiyi, bu aksiyonu göstermiş ve onları taa yüreklerinden sarsmıştı. Bunun sonucu olarak da kendilerinden geçmenin dehşeti içinde Resulullah'ın emrine itaata koyulmuşlardı.

Aslında onlar Medine'den Umre niyeti ile çıkmışlardı. Gayeleri savaş değildi. Ne ruhen ne de aksiyon olarak savaşa hazırlamamışlardı kendilerini... Sonra sürprizler birbirini izlemişti. Kureyşlilerin müfreze gönderip müslümanların karargahına ok ve taşlarla saldırmaları... Evet Resulullah, müşriklerle savaşa karar verip de, biat isteyince ona topluca biat etmişlerdi. Fakat bu biat olayı, ruhen hazırlandıkları durumun aksi ile karşılaşma sürprizini ortadan kaldırmıyordu. Ki bu sürpriz içlerinde kaynayan reaksiyon ve etkilenmelerin bir bölümünü oluşturuyordu. Bir kere onlar topu topu bindörtyüz kişi idiler. Oysa Kureyş, kendi yurdunda civardaki bedeviler ve müşriklerin desteği yanlarında idi.

İnsan bu manzaraları dönüp de zihninde şöyle bir yeniden canlandırınca ancak anlayabilir. Yüce Allah'ın "Kalblerine güven indiren O'dur" sözünün anlamını... Bu sözlerin tadını, ifadenin lezzetini... Ve insan o günkü atmosferi ancak canlandırabiliyor. Ve bu ayetlerle o günkü ortamı yaşıyor ve Allah'ın o kalplere lütfettiği iç huzurunun serinliğini ve esenliğini hissediyor...

Yüce Allah o gün müminlerin kalplerinde coşup kabaran duyguların imandan dolayı olduğunu ve imini düşkünlüklerinin ne kendileri bir pay çıkarmak ve ne de cahiliyet alışkanlıkları uğruna olmadığını bilmiş ve kendilerine "İnananların imanlarını kat kat artırmaları için..." bu iç huzurunu lütfetmiştir. İç huzuru, dine bağlılık ve cesaret eden, derece olarak daha üstün bir mertebedir. İç huzurunda endişesiz bir güven vardır. İç huzurunda hoşnudluk ve kesin bir inancın sağladığı güven vardır.

Buradan hareketle, yüce Allah zafer ve galibiyetin zor ve uzak olmadığını tam tersi sonucun müminlerin arzuladıkları gibi gelişmesi hikmetine uygun olduğu zaman yüce Allah için kolay ve basit olduğunu beyan ediyor. Çünkü yüce Allah'ın dilediği zaman, galibiyeti sağlayacak zaferi elde edecek yenilmez ve sayısız askerleri vardır. "Göklerdeki ve yerdeki ordular Allah'ındır. Allah bilendir, Hakim olandır." Herşey O'nun hikmeti ve hükmüne göredir, O nasıl dilerse öyle gelişir. Zaten yüce Allah ilmi ve hikmeti gereği, müslümanlara takdir buyurmuş olduğu zafer ve nimeti gerçekleştirmek için "İnananların imanlarını kat kat artırmaları için kalplerine güven indiren O'dur." "İman eden erkekler ve kadınları içinde temelli kalacakları, içinden ırmaklar akan cennetlere koyar ve onların kötülüklerini örter. Allah katında büyük kurtuluş budur." Eğer bu gelişmeler yüce Allah'ın ölçüsüne göre, büyük bir kurtuluş ise, evet o zaman büyük bir kurtuluş demektir. Kendi özünde büyük bir kurtuluştur. Yüce Allah'ın takdirine uygun, ölçüsüne göre ölçülmüş olan ve O'nun katından bunu elde edenlerin gönüllerinde büyük bir kurtuluştur bu...

Gerçekten o gün mü'minler yüce Allah'ın kendileri için takdir ettiği şeylere çok sevinmişlerdi. Ve surenin açılış ayetlerini dinledikten ve Resulüne ihsan etmiş olduğu feyizleri öğrendikten sonra, acaba kendi paylarına ne çıkacak diye merak etmeye başlamışlar ve Resulullah'a kendi nasiplerini sormuşlardı. Müslümanlar kendi nasiplerini öğrenince, gönülleri hoşnutluk, ferah ve kesin iman ile dolup taşmıştır.



MÜNAFIK ERKEK VE KADINLAR

6- İnananlara yardım etmez diye Allah hakkında kötü zanda bulunan iki yüzlü erkek ve kadınlar, puta tapan erkek ve kadınlara Allah azab etsin, kötü zanları kendi başlarına gelsin! Allah onlara gazab etmiş onları lanetlemiş ve cehennemi kendilerine hazırlamıştır. Ne kötü dönüş yeridir.

Burada bu ilahi ifadede, münafıklarla müşriklerin kadın ve erkeklerinin Allah'a kötü zan besleme ve Allah'ın mü'minlere yardım edeceğine güvensizlikte birbirinin aynısı olduklarını görmekteyiz. Onlar, topyekün "Kötü zanları başlarına gelsin" hükmünde aynı akıbete mahkum, ve tümü o belanın içinde mahsur olup bela başlarına gelmiş ve üzerlerine inmiştir. Allah'ın gazabı ve lanetini kendilerine hazırlamış olduğu o kötü yerde beraberce kucaklamışlardır.

Çünkü münafıklık aşağılık bir niteliktir ve kötülükte şirkten hiç de geri kalır yanı yoktur. Hatta şirkten daha beterdir münafıklık... Çünkü kadın ve erkek münafıkların İslam toplumuna verdiği zarar -görüntü ve çeşidi farklı olsa da kadın ve erkek müşriklerin zararından hiç de geri kalmaz.

Yüce Allah gerek kadın ve gerek erkek münafıklarla müşriklerin ortak niteliklerinin "Allah'a kötü zan beslemek" olduğunu bildirmektedir. Mü'min kalb Rabbine iyi zan besler, O'ndan sürekli olarak hep hayır umar. Gerek ferahlıkta gerek darlıkta hep hayır umar Rabbinden. Her iki durumda da Rabbinin kendisi hakkında hayırlı olan ne ise onu istediğine inanır. Bu konunun püf noktası mü'minin kalbinin yüce Allah'a bağlı olmasında ve yüce Allah'ın hayır pınarının çağlayıp durmasının asla kesilmemesindedir. Kalb yüce yaratanına bağlandı mı, bu köklü gerçekle yüzyüze gelir, onu doğrudan doğruya hisseder ve tadına varır. Oysa münafıklar ve müşrikler ise yüce Allah'a bağları kopuk kimselerdir. Dolayısı ile bu gerçeği hissedemezler ve tadamazlar. Buna bağlı olarak da yüce Allah'a kötü zan beslerler, kalpleri olayların dış görünüşüne takılır ve olaylar hakkında dış görünüşüne göre yargıya varırlar. Ve sonuç olarak yüce Allah'ın kendilerine ve çok hassas ve sezilmez idaresine güvenmek dururken, olayların dış görünüşünün verdiği kanaate aldanarak, hem kendileri hem de mü'minlerin başlarına kötü şeyler gelecek diye tahminde bulunurlar.

Yüce Allah bu ayette islamın ve müslümanların çeşitli türlerden düşmanlarını sıralamış ve onların kendi katında durumlarını sonuçta kendilerine hazırlamış olduğu şeyleri açıklamıştır. Bunun arkasından da kudret ve hikmetini ifade etmiştir:

7- Göklerdeki ve yerdeki ordular Allah'ındır. Allah güçlü olandır, Hakim olandır.

Dolayısı ile onların durumlarından hiçbir şey yüce Allah'ı yoramaz ve ona hiçbir davranışları gizli kalamaz. Ve O'nundur göklerin ve yerin orduları ve O aziz ve hakim olandır.

ŞAHİD, MÜJDECİ VE UYARICI PEYGAMBER

Sonra yüce Allah hitabını Resulullah'a çevirmekte ve onu görevine çağırmakta ve bu görevin hedefini açıklamaktadır. Sonra mü'minleri Rabblerinin mesajı kendilerine bildirildikten sonra görevlerine yönelmekte ve Resulullah ile sözleşirlerken yaptıkları biatlarını doğrudan doğruya yüce Allah'a çevirmekte, kararlaştırdıkları sözleşmeyi yüce Allah ile yaptıklarını belirtmektedir.

Böylece yüce Allah Resulullah ile yaptıkları biatı şereflendirmiş ve sözleşmeyi yüceltmiş olmaktadır.



8- Biz seni şahid, müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik.

9- Ki Allah'a ve Resulüne inanasınız O'nun dinini destekleyesiniz. O'na saygı gösteresiniz ve sabah akşam O'nu tesbih edip şanını yüceltesiniz.

10- Sana biat edenler, Allah'a biat etmektedirler. Allah'ın eli, onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdini bozarsa, kendi aleyhine bozmuş olur. Ve kim Allah'a verdiği sözü tutarsa Allah ona büyük bir mükafat verecektir.

Resulullah gönderilmiş olduğu şu insanlığa şahittir. Kendisine emredileni onlara bildirdiğine, kendisini nasıl karşıladıklarına, içlerinden mü'minler, kafirler ve münafıklar olduğuna, iyiler ve bozguncular olduğuna şahitlik edecektir. Peygamberliğini yerine getirdiği gibi şahitlik de edecektir. Resulullah, mü'minler için hayır, bağışlanma, hoşnutluk ve iyi mükafat müjdecisi kafirler, münafıklar, isyankarlar ve bozguncular için de kötü akıbet, gazap, lanet ve ceza ile korkutucu ve uyarıcıdır.

Resulullah'ın görevi bunlar... Sonra yüce Allah kitabını mü'minlere çevirmekte, bu peygamberlikten güdülen hedefi onlara açıklamaktadır. Bu hedef; Allah'a ve Resulüne iman etmek, sonra imanın gereklerini yerine getirmektir. Buna göre mü'minler, yüce Allah'ın şeriatını ve sistemini destekleyerek yüce Allah'a yardım edecekler, O'nun yüceliğini gönüllerinde duyarak O'na tanzim edecekler, sabah-akşam tesbih ederek hamdederek, O'nu noksan niteliklerden tenzih edeceklerdir. Sabah-akşam deyimi bütün günü üstü kapalı olarak anlatan bir terimdir. Çünkü bir günün iki ucu olan sabah ve akşam o günün bütün zamanlarını içermektedir. Bundan gaye, kalbin her an yüce Allah a bağlı olmasıdır. İşte bunlar; Resulullah'ı müjdeci, şahit ve korkutucu olarak gönderilirken mü'minlerin imanından umulan semerelerdir.

Resulullah onları yüce Allah'a bağlamak ve kendisinin aralarından ayrılması ile kopmayacak sürekli bir biatı yüce Allah ile onların aralarında oluşturmak için gelmiştir. Dolayısı ile Resulullah biat için elini onların elleri üstüne koyunca, bunu ancak ve ancak Allah adına yapmaktadır. Sana biat edenler ancak Allah'a biat etmektedirler. Allah'ın eli onların ellerinin üstündedir." Bu anlatım Resulullah ile aralarındaki biatı canlandıran çok ürpertici ve yüceltici bir anlatımdır. Biata katılan her kişi, elini Resulullah'ın eline koyarken, Allah'ın elinin kendi elinin üstünde olduğunu ve yüce Allah'ın bu biatta hazır olduğunu, biatın asıl sahibinin O olduğunu ve onu yüce Allah'ın aldığını ve O'nun elinin mü'minlerin elleri üstünde olduğunu hissedecektir. Kimin? Yüce Allah'ın. Aman Allah'ım. Ne müthiş, ne hoş ve ne yüce bir olay bu.

İşte bu manzara, insanın aklından, biatı bozma düşüncesini kökünden söküp atmaktadır. Çünkü Resulullah kişi olarak ortadan kalksa bile yüce Allah mevcuttur ve diridir. Allah almakta bu biatı ve O vermektedir. Biatı gözetleyen de kendisidir.

"Kim ahdını bozarsa, kendi aleyhine bozmuş olur."

Her yönden zarar görecek olan odur. Kendisi ile yüce Allah arasındaki kârlı alış-verişten dönmekle zararlı çıkacak olan da odur. Yüce Allah ile kulu arasındaki her biatta ve her sözleşmede sürekli Allah ın fazlından yararlanıp kârlı çıkacak olan kuldur. Çünkü yüce Allah alemlere hiç muhtaç değildir. Allah'a vermiş olduğu ahdı bozup cayınca zararlı çıkacak olan kulun kendisidir. Bunun sonucu olarak yüce Allah'ın gazab ettiği ve çirkin gördüğü caymaya karşılık O'nun gazabına ve cezasına uğrayacak olan da kuldur. Çünkü Allah vefayı ve sözünde sadık olanları sever. "Ve kim Allah'a. verdiği sözü tutarsa Allah ona büyük bir mükafat verecektir."

Evet ifadede yer aldığı gibi, niceliği belirtilip açıklanmayan "Büyük bir mükafat..:' Bu karşılık yüce Allah'ın "büyük" diye nitelediği bir karşılıktır. Yeryüzünün insanlarının az olanı kavrayabilen, sınırlamaya mahkum ve fani akıllarının onu kavrayacak seviyeye asla çıkamayacağı yüce Allah'ın ölçüsü, tartısı ve nitelemesine göre "Büyük bir mükafat"tır .

Söz "biatın içyüzü"ne, biattan dönekliğin tehlikesine ve ahde vefanın önemine gelmişken, ifadenin akışı Allah'a kötü zan beslemeleri ve kendi anavatanında olan ve daha önce iki yıl arka arkaya Medine ye saldıran Kureyş üzerine itmekten, Resulullah ile çıkacak olanların başlarına zarar gelecek diye tahmin yürütüp de geri kalan bedevilere yönelmektedir. Evet ifadenin akışı Resulullah'a,kendisi ve beraberinde bulunanlar sağ-salim geri dönünce onların özür dileyeceklerini haber vermek için onlara yönelmektedir. Kureyşliler Resulullah ile kavgadan vazgeçmiş, onunla savaşmamıştı. Kendisi ile bir anlaşma imzalamıştı. Şartları ne olursa olsun bu anlaşmadan açıkça görülen Kureyşliler geri adım atmışlar, Muhammed'i -salât ve selâm üzerine olsun- kendileri ile savaşı bırakma anlaşması yapılacak ve düşmanlığından çekinilen kendilerine denk bir güç kabul etmişlerdir. Sonra ifadenin akışı, onların asıl, neden kendisi ile gelmediklerini Resulullah'a ifşa etmekte ve onları rezil etmekte, Resulullah ve mü'minlerin önünde kirli çamaşırlarını ortaya dökmektedir. Öte yandan ifadenin akışı, Resulullah ve kendisi ile sefere çıkanlara müjdeli haberler vermektedir. Buna göre onlar yakında kolay ganimetler elde edecekler, onlara katılmayıp geri duran bedeviler bu kolay ganimetlerden elde etmek için kendisi ile gelmeyi isteyeceklerdir. İşte burada ilahi ifadeler, Resulullah'a onlara ne şekilde davranacağını ve nasıl cevap vereceğini göstermektedir. Bu ilahi telkine göre Resulullah onların kendisi ile birlikte yakında ve kolay elde edilecek ganimet için gelmelerini kabul etmeyecektir. Çünkü bu sadece daha önce kendisi ile yola çıkan ve Hudeybiye'de bulunanlara özeldir. Buna karşın yüce Allah onlara başka bir hedef göstermektedir. Bu hedefte güçlük vardır. Ve,güçlü kuvvetli bir toplulukla savaş vardır. Eğer itaat ederlerse büyük mükafat elde edecekler, yoksa daha önce karşı geldikleri gibi yine karşı gelirlerse kendilerine şiddetli bir azap verilecektir.



8- Biz seni şahid, müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik.

9- Ki Allah'a ve Resulüne inanasınız O'nun dinini destekleyesiniz. O'na saygı gösteresiniz ve sabah akşam O'nu tesbih edip şanını yüceltesiniz.

10- Sana biat edenler, Allah'a biat etmektedirler. Allah'ın eli, onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdini bozarsa, kendi aleyhine bozmuş olur. Ve kim Allah'a verdiği sözü tutarsa Allah ona büyük bir mükafat verecektir.

Resulullah gönderilmiş olduğu şu insanlığa şahittir. Kendisine emredileni onlara bildirdiğine, kendisini nasıl karşıladıklarına, içlerinden mü'minler, kafirler ve münafıklar olduğuna, iyiler ve bozguncular olduğuna şahitlik edecektir. Peygamberliğini yerine getirdiği gibi şahitlik de edecektir. Resulullah, mü'minler için hayır, bağışlanma, hoşnutluk ve iyi mükafat müjdecisi kafirler, münafıklar, isyankarlar ve bozguncular için de kötü akıbet, gazap, lanet ve ceza ile korkutucu ve uyarıcıdır.

Resulullah'ın görevi bunlar... Sonra yüce Allah kitabını mü'minlere çevirmekte, bu peygamberlikten güdülen hedefi onlara açıklamaktadır. Bu hedef; Allah'a ve Resulüne iman etmek, sonra imanın gereklerini yerine getirmektir. Buna göre mü'minler, yüce Allah'ın şeriatını ve sistemini destekleyerek yüce Allah'a yardım edecekler, O'nun yüceliğini gönüllerinde duyarak O'na tanzim edecekler, sabah-akşam tesbih ederek hamdederek, O'nu noksan niteliklerden tenzih edeceklerdir. Sabah-akşam deyimi bütün günü üstü kapalı olarak anlatan bir terimdir. Çünkü bir günün iki ucu olan sabah ve akşam o günün bütün zamanlarını içermektedir. Bundan gaye, kalbin her an yüce Allah a bağlı olmasıdır. İşte bunlar; Resulullah'ı müjdeci, şahit ve korkutucu olarak gönderilirken mü'minlerin imanından umulan semerelerdir.

Resulullah onları yüce Allah'a bağlamak ve kendisinin aralarından ayrılması ile kopmayacak sürekli bir biatı yüce Allah ile onların aralarında oluşturmak için gelmiştir. Dolayısı ile Resulullah biat için elini onların elleri üstüne koyunca, bunu ancak ve ancak Allah adına yapmaktadır. Sana biat edenler ancak Allah'a biat etmektedirler. Allah'ın eli onların ellerinin üstündedir." Bu anlatım Resulullah ile aralarındaki biatı canlandıran çok ürpertici ve yüceltici bir anlatımdır. Biata katılan her kişi, elini Resulullah'ın eline koyarken, Allah'ın elinin kendi elinin üstünde olduğunu ve yüce Allah'ın bu biatta hazır olduğunu, biatın asıl sahibinin O olduğunu ve onu yüce Allah'ın aldığını ve O'nun elinin mü'minlerin elleri üstünde olduğunu hissedecektir. Kimin? Yüce Allah'ın. Aman Allah'ım. Ne müthiş, ne hoş ve ne yüce bir olay bu.

İşte bu manzara, insanın aklından, biatı bozma düşüncesini kökünden söküp atmaktadır. Çünkü Resulullah kişi olarak ortadan kalksa bile yüce Allah mevcuttur ve diridir. Allah almakta bu biatı ve O vermektedir. Biatı gözetleyen de kendisidir.

"Kim ahdını bozarsa, kendi aleyhine bozmuş olur."

Her yönden zarar görecek olan odur. Kendisi ile yüce Allah arasındaki kârlı alış-verişten dönmekle zararlı çıkacak olan da odur. Yüce Allah ile kulu arasındaki her biatta ve her sözleşmede sürekli Allah ın fazlından yararlanıp kârlı çıkacak olan kuldur. Çünkü yüce Allah alemlere hiç muhtaç değildir. Allah'a vermiş olduğu ahdı bozup cayınca zararlı çıkacak olan kulun kendisidir. Bunun sonucu olarak yüce Allah'ın gazab ettiği ve çirkin gördüğü caymaya karşılık O'nun gazabına ve cezasına uğrayacak olan da kuldur. Çünkü Allah vefayı ve sözünde sadık olanları sever. "Ve kim Allah'a. verdiği sözü tutarsa Allah ona büyük bir mükafat verecektir."

Evet ifadede yer aldığı gibi, niceliği belirtilip açıklanmayan "Büyük bir mükafat..:' Bu karşılık yüce Allah'ın "büyük" diye nitelediği bir karşılıktır. Yeryüzünün insanlarının az olanı kavrayabilen, sınırlamaya mahkum ve fani akıllarının onu kavrayacak seviyeye asla çıkamayacağı yüce Allah'ın ölçüsü, tartısı ve nitelemesine göre "Büyük bir mükafat"tır .

Söz "biatın içyüzü"ne, biattan dönekliğin tehlikesine ve ahde vefanın önemine gelmişken, ifadenin akışı Allah'a kötü zan beslemeleri ve kendi anavatanında olan ve daha önce iki yıl arka arkaya Medine ye saldıran Kureyş üzerine itmekten, Resulullah ile çıkacak olanların başlarına zarar gelecek diye tahmin yürütüp de geri kalan bedevilere yönelmektedir. Evet ifadenin akışı Resulullah'a,kendisi ve beraberinde bulunanlar sağ-salim geri dönünce onların özür dileyeceklerini haber vermek için onlara yönelmektedir. Kureyşliler Resulullah ile kavgadan vazgeçmiş, onunla savaşmamıştı. Kendisi ile bir anlaşma imzalamıştı. Şartları ne olursa olsun bu anlaşmadan açıkça görülen Kureyşliler geri adım atmışlar, Muhammed'i -salât ve selâm üzerine olsun- kendileri ile savaşı bırakma anlaşması yapılacak ve düşmanlığından çekinilen kendilerine denk bir güç kabul etmişlerdir. Sonra ifadenin akışı, onların asıl, neden kendisi ile gelmediklerini Resulullah'a ifşa etmekte ve onları rezil etmekte, Resulullah ve mü'minlerin önünde kirli çamaşırlarını ortaya dökmektedir. Öte yandan ifadenin akışı, Resulullah ve kendisi ile sefere çıkanlara müjdeli haberler vermektedir. Buna göre onlar yakında kolay ganimetler elde edecekler, onlara katılmayıp geri duran bedeviler bu kolay ganimetlerden elde etmek için kendisi ile gelmeyi isteyeceklerdir. İşte burada ilahi ifadeler, Resulullah'a onlara ne şekilde davranacağını ve nasıl cevap vereceğini göstermektedir. Bu ilahi telkine göre Resulullah onların kendisi ile birlikte yakında ve kolay elde edilecek ganimet için gelmelerini kabul etmeyecektir. Çünkü bu sadece daha önce kendisi ile yola çıkan ve Hudeybiye'de bulunanlara özeldir. Buna karşın yüce Allah onlara başka bir hedef göstermektedir. Bu hedefte güçlük vardır. Ve,güçlü kuvvetli bir toplulukla savaş vardır. Eğer itaat ederlerse büyük mükafat elde edecekler, yoksa daha önce karşı geldikleri gibi yine karşı gelirlerse kendilerine şiddetli bir azap verilecektir.



SAVAŞA GİTMEYENLER

11- Bedevilerden geri kalmış olanlar, sana diyecekler ki `Mallarımız ve ailelerimiz bizi alıkoydu. Allah'tan bizim bağışlanmamızı dile . Onlar kalbîlerinde olmayanı dilleriyle söylerler. De ki: `Allah size bir zarar vermek dilemiş, yahut size bir fayda vermek istemiş olsa Allah'ın, sizin için dilediğine kim engel olabilir? Hayır hiç kimse engel olamaz, Allah yaptıklarınızdan haberdardır."

12- Aslında siz Peygamberin ve mü'minlerin ailelerine bir daha dönmeyeceklerini sanmıştınız. Bu sizin gönlünüze güzel göründü de kötü zanda bulundunuz ve helakı hak etmiş bir topluluk oldunuz.

13- Kim Allah'a ve Resulüne inanmazsa bilsin ki biz, kafirler için alevli bir ateş hazırlamışızdır.

14- Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. O dilediğini bağışlar, dilediğine azab eder. Allah bağışlayandır, esirgeyendir."

15- Savaştan geri kalmış olanlar, siz ganimetleri almaya giderken. Bırakın bizde sizinle gelelim" diyeceklerdir. Onlar Allah'ın sözünü değiştirmek isterler. De ki: "Bize uymayacaksınız; Allah sizin için önceden böyle buyurdu': Onlar size: "Hayır bizi kıskanıyorsunuz" diyecekler. Hayır aksine, kendileri ancak pekaz söz anlayan kimsedirler.

16- Bedevilerden geri kalmış olanlara de ki: "Siz yakında çok kuvvetli olan bir kavme karşı savaşmaya çağrılacaksınız. Onlarla savaşırsınız ya da müslüman olurlar. Eğer itaat ederseniz, Allah size güzel bir mükafat verir. Fakat önceden döndüğünüz gibi yine dönecek olursanız sizi acıklı bir azaba uğratır."

Kur'an-ı Kerim geri kalıp katılmayanların sözlerini ve onlara verilecek cevabı yansıtmakla yetinmiyor. Aksine bu münasebetle ruhların hastalıklarını ve kalplerde olan duyguları tedavi etmek zaaf ve kayma noktalarına nüfuz edip, onları gerekli tedaviye hazırlık olmak üzere muayene etmek sonra da kalıcı gerçekler ve değişmez değerler, şuur, düşünce ve davranış kuralları yerleştirmek için bu münasebeti bir fırsat olarak değerlendirmektedir. Gıfar, Müzeyne, Eşca, Eslem ve Medine civarında bulunan öteki bedevi kabilelerden geri kalıp katılmayanlar, geri kalmalarına özür göstermek için "Mallarımız ve ailelerimiz bizi alıkoydu" diyecekler. Tabi bu bir özür değildir. Herkesin her zaman ailesi ve malı vardır. Bu gibi şeyler inancın yükümlülüklerini ve gereğini yerine getirmek için geçerli bir mazeret olsaydı hiç kimse görevini yapmazdı.

Ve yine "Allah'tan bizim bağışlanmamızı dile" diyeceklerdir. Oysa onlar, yüce Allah'ın Resulüne bildirdiği gibi, bağışlanma isteklerinde içten ve samimi değillerdir. "Onlar kalplerinde olmayan şeyi dilleri ile söylerler." Burada yüce Allah geri kalmanın savamıyacağı, ileri atılmanın değiştiremiyeceği "kader gerçeği" ve insanları çepeçevre kuşatan ve kaderlerine dilediği gibi yön veren ilahi kudret gerçeğini ve yüce Allah'ın kendisine uygun olarak takdirini yönlendirdiği kapsamlı ilim gerçeği ile onlara cevap vermektedir. "De ki: Allah size bir zarar vermek dilemiş veyahut size bir fayda vermek istemiş olsa Allah'ın sizin için dilediğine kim engel olabilir? Hayır hiç kimse engel olamaz, Allah yaptıklarınızdan haberdardır."

Ayette bir soru cümlesi ile karşılaşıyoruz: Bu, Allah'ın kaderine teslim olmayı O'nun emrine geri durmaksızın ve ağırdan almaksızın itaatı ilham eden bir sorudur. Savaşa, sefere katılmamak veya ağırdan almak ne bir zararı savar ne de bir yararı geciktirir. Özür uydurmak Allah'ın ilminden asla gizli kalmaz. Herşeyi kuşatan ilmi uyarınca verecek olduğu cezaya da etki etmez. Pedegojik bir direktiftir.

"Aslında siz Peygamberin ve mü'minlerin ailelerine bir daha dönmeyeceklerini sanmıştınız. Bu sizin gönlünüze güzel göründü de kötü zanda bulundunuz ve helakı hak etmiş bir topluluk oldunuz: '

İşte böyle, yüce Allah onları, içlerinde sakladıkları niyetleri, gizlice yürüttükleri tahminleri ile ve Allah'a besledikleri kötü zanları ile çırılçıplak ve apaçık olarak yüzyüze getirmektedir. Onlar Resulullah ve onunla birlikte olan mü'minler ölüme gidiyorlar, Medine'ye ailelerinin yanına asla dönemeyecekler sanıyorlardı. Ve "Muhammed Medine'de kendi evinin önünde kendisi ile savaşabilen, arkadaşlarını öldürebilen bir topluluk üzerine gidip onunla savaşacak ha!" diyorlardı. Bu sözleri ile Uhud ve Hendek savaşlarını ima ediyorlardı. Oysa yüce Allah'ın sadıkları ve kendisi için herşeyden soyutlanmış kullarını himaye edip koruyacağını hiç hesaba katmamışlardı. Öte yandan onlar -olayları kendilerine göre değerlendirmeleri ve kalpleri inancın sıcaklığından yoksun olması nedeni ile- neye mal olacağını gözardı ederek görevin görev olduğunu takdir etmemişlerdi. Ve yine Resulullah'a itaatın zahiri kazanca ve şekli kayba bakmaksızın yerine getirilmesi gerekli bir görev ve ona itaat ötesinde başka bir netice gözetmeksizin yerine getirilmesi gerekli bir ödev olduğunu da takdir etmemişlerdi.

Onlar böyle zannetmişler ve bu zan kalplerine hoş gelmiş, artık başkasını görmez ve düşünmez olmuşlardır. İşte kalplerinin verimsiz olmasından kaynaklanan Allah'a kötü zan budur işte. Ayette geçen (bûr) "verimsiz" kelimesi anlam dolu enteresan bir kelimedir. Çünkü verimsiz toprak, ölü ve çorak toprak demektir. İşte onların kalpleri de böyle, bütün benlikleri de aynı böyledir. Verimsiz, ölü, bereketsiz ve meyvesiz... Yüce Allah'a karşı iyi zan beslemeyen bir kalpten ne beklenebilir ki? Çünkü böyle bir kalp yüce Allah'ın ruhuna bağlanmaktan kopuktur. Böyle bir kalp verimsiz, ölü, meyvesiz bir kalptir. Ve sonu helak ve mahvolmaktır.

Onlar aynen bunun gibi mü'minler topluluğu hakkında da karamsardılar.

Böyle insanlar yüce Allah ile bağları kopuk, kalpleri ruh ve canlılıktan yoksun bedeviler gibidirler. Zaten hep böyle olur. Batılın kefesi ağır basıyor görününce, yeryüzündeki zahiri güçler şerli ve sapık kimselerin yanında yer alınca, mü'minler sayıca, malzeme ve hazırlıkça geri veya yer mertebe ve malca yetersiz olduklarında mü'minler topluluğuna hep kötü zan beslerler. Bedeviler ve benzerleri, mü'minler, zahiri gücü ile azim ve güçlü olan batılın karşısına dikilirlerse onların ailelerine asla geri dönemeyeceklerini her zaman sanırlar. Onlar her an köklerinin kazınacağı ve davalarının sona ereceği beklentisi içindedirler. Dolayısı ile akılları sıra en sağlam yolu izlerler ve yine akılları sıra onların tehlikelerle dopdolu oluşundan uzaklaşırlar. Fakat yüce Allah bu kötü zannı boşa çıkarır ve durumları ve halleri kendi ilmine göre, idaresi ve gerçek güçlerin tuttuğu teraziye göre değiştirir. Yüce Allah kendi güçlü kudret eliyle tuttuğu teraziye göre değiştirir de kendisine heryerde ve her zaman kötü zan besleyen münafıkların bilmeyeceğï şekilde terazinin kefesini bir topluluk için alçaltırken bir diğeri için yükseltir.

Buradaki gerçek terazi iman terazisidir. Dolayısı ile yüce Allah bedevileri o teraziye havale etmekte ve bu terazi uyarınca ceza için genel bir kural belirlemektedir. Bununla birlikte, yüce Allah'ın yakın rahmetini ima etmekte ve fırsatı ganimet bilmeye ve Allah'ın rahmet ve bağışlamasından yararlanmaya koşmalarını ilham etmektedir.

"Kim Allah'a ve Resulüne inanmazsa bilsin ki biz, kafirler için alevli bir ateş hazırlamışızdır."

"Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. O dilediğini bağışlar, dilediğine azab eder. Allah bağışlayandır, esirgeyendir: '

Onlar mallarını ve ailelerini mazeret olarak ileri sürmüşlerdir. Allah'a ve Resulüne inanmadıkları kendileri için hazırlanmış olan şu çılgın ateşe karşı malları ve aileleri kendilerine ne yarar sağlayacaktır? Terazinin iki kefesi vardır. O halde ya şu kefeyi veya bu kefeyi kesin bir şekilde seçsinler. Çünkü kendilerini bu şekilde tehdit eden yüce Allah tek başına yer ve göklerin sahibidir. Dilediği kimse için bağışlama ve dilediği için azab verebilme gücüne sahip tek O'dur.

Yüce Allah insanlara yaptıkları amellere göre karşılık verir. Ancak dilemesi herhangi bir şeyle kayıtlı değildir. İşte yüce Allah burada bu gerçeği kalplere yerleşsin diye belirlemektedir. Bu gerçek amele göre karşılık verilmesi prensibi ile de çelişmez. Çünkü amellere göre karşılık verilmesi yüce Allah'ın bu dilemesine ait, mutlak bir tercihidir.

Allah'ın bağışlaması ve rahmeti çok yakındır. Yüce Allah'ın kafirler için hazırlayıp koymuş olduğu çılgın ateşle kendisine ve elçisine inanmayanlara azab edeceği yolundaki hükmü gerçekleşmeden önce dileyen bunu fırsat olarak değerlendirsin.

Sonra ifadenin akışı, Resulullah ile sefere katılmayıp geri kalanların zanlarının aksine, yüce Allah'ın mü'minler için takdir etmiş olduğu bazı şeyleri bunların yakın olduklarını ima eden bir üslup içinde ortaya koymaktadır:

"Savaştan geri kalmış olanlar, siz ganimetleri almaya giderken: "Bırakın bizde sizinle gelelim" diyeceklerdir. Onlar Allah'ın sözünü değiştirmek isterler. De ki: "Bize uymayacaksınız; Allah sizin için önceden böyle buyurdu". Onlar ise: "Hayır bizi kıskanıyorsunuz" diyecekler. hayır aksine, kendileri ancak en az söz anlayan kimsedirler."

Tefsircilerin çoğunluğu bu ifadenin Hayberin fethine işaret olduğu düşüncesindedirler. Bu mümkündür. Fakat ayeti Hayberin fethi için bir işaret olarak almasa da verdiği ilham sürekli geçerlidir. Çünkü ayet müslümanlara yakın ve kolay fetihler ihsan edileceğini ve sefere katılmayanların bunu anlayacakları ve "Bırakınız bizde sizinle gelelim" diyeceklerini ima etmektedir.

Belki de tefsircileri bu ayetin Hayberin fethine işaret ettiği kanaatine iten Hayberin Hudeybiye barış anlaşmasından biraz sonra fethedilmesidir. Çünkü Hayber, Hudeybiye barış anlaşmasından iki aydan daha az bir müddet sonra hicretin yedinci yılı Muharrem ayında fethedilmişti. Ve Hayberin fethi bol ganimet elde edilen savaş olmuştur. Ve Hayber surları Arabistan yarımadasında yahudilerin zengin güçlü merkezlerinden geri kalan en sonuncusunu oluşturuyordu. Ve o surlara, daha önce yarımadadan sürülen Nadir oğulları ve Kureyza oğullarının bir kısmı sığınmışlardı.

Tefsircilerin birbirini izleyen görüşlerine göre, yüce Allah Hudeybiyede biata katılanlara Hayberin ganimetlerini va'detmiş, bu ganimetlere onlarla birlikte kimseyi ortak etmemiştir. Ben bu konuda hiçbir açık ifadeye rastlayamadım. Her-halde tefsirciler bu yargıya yapılan uygulamadan varıyor olsalar gerek. Çünkü Resulullah Hayber ganimetlerini Hudeybiye anlaşmasında bulunanlara hazır vermiş ve onların yanında başka hiçbir kimseye pay ayırmamıştır. Kısacası, yüce Allah, sefere katılmaktan geri duran bedeviler yakın ve kolay ganimetleri elde etmek için sefere biz de katılalım diye teklif ettiklerinde, peygamberine onları geri çevirmesini emretmekte ve onların şimdi savaşa çıkmalarının Allah'ın emrine aykırı olduğunu bildirmesini beyan etmektedir. Ve yüce Allah Peygamberine, savaşa katılmaları engellenince "Hayır siz bizi kıskanıyorsunuz" bunun için savaşa çıkmamıza ganimetlerden mahrum kalalım diye engel oluyorsunuz diyeceklerini haber veriyor. Sonra yüce Allah, onların bu sözlerinin yüce Allah'ın hikmetini ve takdirini anlama noksanlıklarından ileri geldiğini belirtiyor. O halde, Hudeybiye seferine katılmayan açgözlülerin mükafatları, ganimetten alıkonmaktır. Herşeyi terkedip Allah'a itaat edenlerinki ise Allah'ın ihsanından yararlandırılmaktır. Ve Bedeviler savaştan sadece meşakkat çıkacak diye tahmin yürüttükleri bir sırada müslümanların itaat ve ileri atılmayı yalnız başlarına yapmalarının bir mükafatı olarak -yüce Allah takdir edince- ganimetlere de yalnız başlarına konmaktır.

Sonra Yüce Allah Peygamberine, onlara ileride güçlü bir düşmanla İslam uğruna çarpışmak üzere cihada çağrılarak imtihan edileceklerini, eğer bu imtihanda başarılı olurlarsa kendilerine mükafat olacağını, şayet günahlarına ve geri kalmalarına devam ederlerse işte bunun son imtihan olacağını haber vermesini emrediyor:

"Bedevilerden geri kalmış olanlara de ki: `Siz yakında çok kuvvetli olan bir kavme karşı savaşmaya çağrılacaksınız. Onlarla savaşırsınız ya da müslüman olurlar. Eğer itaat ederseniz, Allah size güzel bir mükafat verir. Fakat önceden döndüğünüz gibi yine dönecek olursanız sizi acıklı bir azaba uğratır."

Yine, bu güçlü kuvvetli toplumun kim oldukları üzerinde ve Resulullah'ın sağlığında mevcut mu idiler yoksa halifeleri zamanında mı yaşadılar konusunda görüşler çeşit çeşittir. En yakın ihtimal bu güçlü kuvvetli toplumun yüce Allah Medine çevresindeki bu bedevilerin imanını denemesi için, Resulullah ın sağlığında mevcut olduklarıdır.

Burada önemli olan; Kur'an'ın terbiye metodunu ve kalpleri, gönülleri Kur'an'ın kendine özgü yönlendirme ve gerçekçi imtihanlar aracılığı ile tedavi metodunu yakalayabilmemizdir. Bu söylediklerimizin tümü, Kur'an'ın onların içlerinden geçen düşünceleri kendilerine ve mü'minlere açıklamasında, imini ve mutedil olan ahlak kurallarına yönlendirmesinde apaçık görülebilir.

Bu imtihandan, cihada katılmanın herkese farz olduğu anlaşıldığına göre, yüce Allah herhangi bir günah ve ceza sözkonusu olmaksızın, cihada katılmakla yükümlü olmayan gerçek özürlüleri açıklamaktadır:



17- Gözleri görmeyen, topal ya da hasta olanların savaşa gitmemelerinde bir sorumluluk yoktur. Kim Allah`a ve Peygamberine itaat ederse, Allah onu, içlerinden ırmaklar akan cennetlere koyar. Kim yüz çevirirse onu can yakıcı azaba uğratır."

Gözü kör ve topal olanların sürekli bir özürleri vardır. bu özür, onların cihada katılmanın ve cihad etmenin meşakkatine sürekli bir güçsüzlük içinde olmalarıdır, hastanın ise özürü hastalığı iyileşene dek, hastalık süresi ile sınırlıdır.

İşin aslı itaat ve karşı gelmektir. Bu da, ruhsal bir durumdur yoksa şekli bir durum değildir. Her kim yüce Allah'a ve Resulüne itaat ederse, mükafatı cennettir. Kim yüz çevirir itaat etmezse, acıklı bir azaptır onu bekleyen. Dileyen, cihadın meşakkatleri ve mükafatı ile evinde oturma ve onun arkasından gelecek azabı mukayese edebilir. Sonra da istediği şekli tercih eder.



18-Andolsun ki,o ağacın altında sana biat ederken, ,Allah, mü'minlerden razı olmuştur. Allah onların gönüllerinden geçeni bildiği için onların üzerine huzur ve güven indirdi ve onlara yakın bir fetih verdi.

19- Yine onlara alacakları birçok ganimetler bahşeyledi. Allah üstündür, hüküm ve hikmet sahibidir.

20- ,Allah size elde edeceğiniz birçok ganimetler va'detti. Bunu size hemen vermiş ve insanların ellerini sizden çekmiştir ki bu mü'minlere bir işaret olsun ve Allah sizi dosdoğru yola iletsin.

21- Bundan başka sizin güç yetiremediğiniz, ancak Allah'ın sizin için kuşattığı ganimetler de vardır. Allah her şeye kadirdir.

Bu dersin tamamı, mü'minlerden söz etmekte, müzminlerle konuşmaktadır. O ağacın altında Resulullah'a biat eden şu eşsiz, mutlu insan kitlesi ile konuşmaktadır. Yüce Allah o biatta bulunmuş, tanıklık etmiş ve kudret eli onların elleri üstünde kendisi almıştır biatı. Bu ders, yüce Allah'ın elçisine kendilerinden "Andolsun ki o ağacın altında sana biat ederken, Allah, mü'minlerden razı olmuştur. Allah onların gönüllerinden geçeni bildiği için onların üzerine huzur ve güven indirdi ve onlara yakın bir fetih verdi" diye söz ettiğini işitme bahtiyarlığına eren kitle ile konuşmaktadır. Yine bunlar, Resulullah'ın kendileri hakkında "Sizler bugün yeryüzünün en hayırlı insanlarısınız." (Buhari Mağazi, 64, hadis no: 1685) övgüsünü işiten bahtiyar kitledir.

Bu derste yüce Allah bu kitle hakkında hem Resulü ile ve hem de kendileri ile konuşmaktadır. Yüce Allah bu sözlerde kendilerine birçok fetihler ve ganimetler müjdelemekte ve yine bu seferde ve daha sonra çıkacakları diğerlerinde asla değişmez ilahi adaletine bağlı olarak takdir etmiş olduğu zaferlerdeki himayesi ile onları kuşatma müjdesi vermektedir. Ve bu insanların küfre sapan düşmanlarını da şiddetle kınamaktadır. Ve o yıl savaşı bırakıp barışı tercihteki hikmetini onlara beyan etmektedir. Yine bu bahtiyar insanlara, Resulullah'ın Mescid-i Haram'a gireceklerine dair görmüş olduğu rüyanın doğruluğunu ve müslümanların oraya korkusuzca güven içinde gireceklerini, yüce Allah'ın dininin yeryüzünde tüm dinlere üstün geleceğini vurgulamaktadır. ^

Hem ders ve hem de sure, Resulullah'ın ashabından şu mutlu ve eşsiz insan topluluğunun parlak ve değerli manzaraları ve Tevrat ve İncil'deki nitelikleri ile yüce Allah'ın kendilerine bağış ve büyük mükafat va'di ile son bulmaktadır.

O AĞACIN ALTINDA BİAT EDENLER

"Andolsun ki o ağacın altında sana biat ederken, Allah, mü'minlerden razı olmuştur. Allah onların gönüllerinden geçeni bildiği için onların üzerine huzur ve güven indirdi ve onlara yakın bir fetih verdi."

"Yine onlara alacakları birçok ganimetler bahşeyledi. Allah üstündür, hüküm ve hikmet sahibidir."

Bugün ben, geçen bindörtyüz küsur senenin ardından o kutsal anı, bütün varlık aleminin yüce Allah'tan emin Peygamberine bu topluluk hakkında gelen bu ulvî bildirisine tanık olduğu anı kavramaya çalışıyorum. Varlık aleminin o andaki sayfasına ve gizli dünyasına bakmaya çalışıyorum. Varlık alemi tüm benliği ile o anda bu alemin belirli bir köşesinde bulunan o insanlar hakkındaki, şerefli ve kutsal ilahi sözü nasıl karşıladılar izlemeye çalışıyorum. Ve yine ben, ayette sözü edilen o insanlar kendileri olduklarını kulakları ile işiten bizzat, kendileri işiten, o mutlu insanların ruhsal duygularını bir parça hissetmeye çalışıyorum. Yüce Allah onlardan söz ederken, kendilerinden hoşnut olduğunu söylemekte, bulundukları yeri ve bu hoşnutluğu elde ederken bulundukları durumu "Onlar o ağacın altında biat ederken" diye belirtmektedir. Onlar bu sözleri doğru ve doğrulanmış Peygamberlerinin ağzından azametli ve yüce Rabblerinin sözcükleri ile işitmektedirler. Aman Allah'ım! Acaba bu bahtiyar insanlar o kutsal anı ve bu ilahi bildiriyi nasıl karşıladılar. Herkese teker teker bizzat işaret eden ve "Sen bizzat sen... Allah sana bildiriyor... Senden hoşnut olmuştur O. Sen biat ederken... O ağacın altında... Senin içinde geçen duyguları bildi O. Bildi de senin üzerine gönül huzuru indirdi" diyen, bildiriyi nasıl karşıladılar acaba. İçimizden herhangi biri "Yüce Allah inananların yardımcısıdır." (Bakara Suresi, 257) ayetini okur veya dua bilir. Sonra da mutlu olur. Ve kendi kendine "Ayette yer alan o insanların arasına ben de dahil olmayı neden ummayayım?" der. Ve yine, "Yüce Allah sabredenlerle birliktedir. "(Bakara Suresi, 153) ayetini okur veya duyar da içine güven gelir. Ve kendi kendine "Bu sabredenlerden birinin de ben olduğunu neden ummayayım der. Oysa bu biata katılanlar, öyle midirler? Evet tek tek kendilerine yüce Allah'ın bizzat kendilerini kastettiği ve kendilerinden hoşnut olduğu, içlerindeki duyguyu bildiği ve içlerinden geçen şeylerden hoşnut olduğunu bildirdiği söylenmekte ve belirtilmektedir. Aman Allah'ım! Bu ne müthiş bir hal?

"Andolsun ki o ağacın altında sana biat ederken, Allah, mü'minlerden razı olmuştur. Allah onların gönüllerinden geçeni bildiği için onların üzerine huzur ve güven indirdi ve onlara yakın bir fetih verdi.

Yüce Allah onların kalplerinde kabaran izzet-i nefsin kendi benlikleri için değil, dinleri uğruna olduğunu bilmiştir. Biat ederlerken, niyetlerinin içten ve samimi olduğunu ve Resulullah'ın çağrısı karşısında birer müslüman, sabırlı ve itaatkar kimseler olmak amacı ile duygularını frenlediklerini kışkırtmaya karşı oluşan reaksiyonlarını yendiklerini görmüştür."Onların üzerine huzur ve güven indirdi:'

Güvenin indirilişi öyle bir ifade ile anlatılıyor ki, sanki yukardan kolayca, sakin ve ağır başlılıkla bir güven iniyor ve o tutuşmuş heyecanlı, kavgaya hazır coşkun kalplere dolarak huzur getiriyor, güven getiriyor, rahat ve sevinç getiriyor."Ve onları pek yakın bir fetihle mükafatlandırmıştır:'

Bu sağladığı şartlar itibarı ile Hudeybiye ile barış anlaşmasını "Feth"e çeviren ve onu birçok fetihlere başlangıç yapan Hudeybiye barış anlaşmasıdır. Hayberin fethi de bu fetihlerden biri olabilir. Ki tefsircilerin çoğunluğu, yüce Allah'ın müslümanlara bahşettiği yakın fethin bu fetih olduğunu söylerler.

"Alacakları birçok ganimetlerle" "Yakın Fetih"ten maksat, Hayberin fethi ise, bu fetih ile birlikte alacakları bol ganimetlerle birlikte demektir. Eğer "Yakın fetih" müslümanlara birçok fetihlerin kapısını aralayan şu Hudeybiye barış anlaşması ise bu anlaşmayı izleyen fetihlerle elde edecekleri bol ganimetler demektir.".Allah üstündür, hüküm ve hikmet sahihidir." Bu ifade daha önce geçen ayetlerin sonuna çok uygun düşen bir ifadedir. Çünkü, hoşnutluk, fetih ve ganimet va'dinde yüce Allah'ın hikmeti, idaresi yanında kuvvet ve kudreti de ortaya çıkmaktadır. Zaten kutsal ve şerefli va'd hikmet ve izzet ile gerçekleşir.

Biata katılan mü'minler hakkında, emin olan Resulüne bu şerefli ve yüce bildiriden sonra, yüce Allah sözünü bizzat mü'minlerin kendilerine yöneltiyor. Bu barış anlaşmasından ya da bir başka deyimle, teslimiyet içinde sabırla karşıladıkları şu "Fetih"ten sözediyor, onlara: "Allah size elde edeceğiniz birçok ganimetler va'detti. Bunu size hemen vermiş ve insanların ellerini sizden çekmiştir ki bu mü'minlere bir işaret olsun ve Allah sizi dosdoğru yola iletsin: "Bundan başka sizin güç yetiremediğiniz, ancak Allah'ın sizin için kuşattığı ganimetler de vardır. Allah her şeye kadirdir."

Mü'minlerin yüce Allah'tan duydukları ve açıkça gördükleri bir müjdedir bu... Ve mü'minler yüce Allah'ın kendilerine birçok ganimetler hazırlamış olduğunu öğrenmişler ve bundan sonra bu değişmez va'din doğru olduğuna dair birçok delilleri göre göre diledikleri gibi yaşamışlardı. Burada yüce Allah onlara şu ganimetleri ivedi ve peşin olarak verdiğini belirtiyor. Burda yüce Allah İbn-i Abbas'ın da söylediği gibi, Hudeybiye barış anlaşmasının başlıbaşına bir fetih ve bir ganimet olduğunu vurgulamak için, Hudeybiye barış anlaşmasını "hemen verilmiş ganimet" olarak değerlendirmiş olabilir. Daha önce belirttiğimiz gibi Resulullah'ın sözünden ve bu anlayışımızın doğruluğunu kendilerine özgü dilleri ile ifade eden olaylardan anlaşılacağı üzere, gerçekten de Hudeybiye barışı böyle bir fetih ve ganimettir.

Öte yandan Mücahit'ten rivayet edildiğine göre, Hudeybiye barışından sonra en yakın ganimet olması bakımından bu "hemen verilmiş ganimet" ler Hayberin fethi de olabilir. Fakat birinci ihtimal gerçeğe daha yakın olup ve daha ağır basmaktadır.

Yüce Allah onlara insanların ellerini kendilerinden çektiğini, yüce katından bir ihsan ve iyilik olarak hatırlatıyor. Gerçekten yüce Allah kureyş müşriklerinin ellerini onlardan çektiği gibi, onlardan başka kendileri için üzerlerine belalar gelmesini bekleyen düşmanlarının da elini çekmiştir... Sözün kısası, onlar azınlıkta, düşmanlar çoğunluktaydılar. Fakat müslümanlar biatlarını tutarak görevlerini yapmışlardır. Ve Allah da insanların ellerini (düşmanların ellerini) onlardan çekmiş ve kendilerini emniyete kavuşturmuştur.

"Ki bu mü'minlere bir işaret olsun: Yüce Allah başlangıçta hoş karşılamadıkları ve kendilerine çok ağır gelen bu olayın onlara bir ibret olacağını, hem de içinde yüce Allah'ın kendileri hakkında gerçekleştireceği şeyleri ve Resulullah'a itaat ve teslimiyetlerinin mükafatını görecekleri bir ders olacağını ifade ediyor. Ki bütün bunlar yüce Allah'ın bu olayı gönüllerine önemli bir gelişme, bol hayır olarak yerleştirmesine ve kalplerine iç huzuru, mutluluk, hoşnutluk ve iman vermesine yol açan unsurlar olmuştur.

"Allah sizi dosdoğru yola iletsin." İtaatınızın, emre sarılmanızın ve içinizdeki samimiyetinizin karşılığı olarak sizi doğru yola çıkarsın... Böylece yüce Allah onlara hem ganimet veriyor ve hem de hidayet bahşediyor. Ve hoşlanmadıkları ve çok ağır kabul ettikleri bir anlaşma onlara her yönden tam bir hayır olarak ortaya çıkıyor. Böylece yüce Allah onlara bildiriyor ki; onlar için kendi tercihi tercih edilmesi gereken yararlı bir şeydir. Ve kalplerini mutlak itaat ve emre sarılmaya hazırlayan da kendisidir.

Yüce Allah ayrıca onlara yine ihsanda bulunmuş ve bundan başka bir ganimetin daha müjdesini vermiştir. Fakat bu ganimeti onların adına kudreti ve takdiri ile bizzat kendisi üstlenmektedir:

"Bundan başka sizin güç yetiremediğiniz ancak Allah'ın sizin için kuşattığı ganimetler de vardır. Ve Allah her şeye kadirdir."

Burada geçen "başka ganimetler" hakkında rivayetler çeşit çeşittir. Acaba bu Mekke'nin fethi mi, yoksa Hayberin fethi mi, yahut da Kisra ve Kayserlerin ülkelerinin fethi mi? Yoksa bu Hudeybiye barışının ardından müslümanların elde ettikleri tüm fetihler mi diye rivayetler çeşit çeşittir.

İlahi ifadenin akışına en uygun düşeni bu ganimetin Hudeybiye barışını izleyen Mekke'nin fethi olayıdır. Yürürlükte ancak iki yıl kalabilen ve sonra müşriklerin bozduğu bu anlaşma nedeni ile yüce Allah Mekke'yi müslümanlara hemen hemen savaşsız açmış ve nasib etmiştir. Bilindiği gibi, bu Mekke önceleri müslümanlara boyun eğmemiş, onlara Medine'de kendi evlerinin önünde saldırmış ve Hudeybiye yılı kendilerini Mekke'ye sokmadan geri çevirmişti. Sonra yüce Allah Mekke'yi çepeçevre kuşatmış ve onlara savaşsız olarak orayı teslim etmiştir. "Allah herşeye kadirdir." Burada bu müjde kapalı bir müjde idi, yüce Allah bunu açıkça belirtmemiştir. Çünkü bu ayetin indiği sıralarda bu müjde yüce Allah'ın bilgisini vermediği şeylerden biri idi. Yüce Allah onların kalbine iç huzuru, hoşnutluk, ümit ve sevinç vermek için bu şekilde bir ifade ile îmada bulunuyordu.

Bu peşin olan ganimete ve yüce Allah'ın kendisinin bildiği ve müslümanların da beklemekte oldukları ganimete iman edilmesi münasebeti ile, yüce Allah onlara üstün geleceklerini ifade etmekte ve o yıl barış yapmaları onların güçsüzlüğü ya da müşriklerin üstünlüğü nedeni ile değil, fakat kendisinin gözetmiş olduğu bir hikmet nedeni ile olduğunu ve küfre sapanlar eğer kendileri ile savaşırlarsa onların yenileceklerini açıklıyor. Mü'minlerle kafirler birbirleri ile ne zaman kesin amaçlı, ölüm kalım savaşına tutuşurlarsa yüce Allah'ın yasası hep böyle olmuştur.



22- Eğer kafirler sizinle savaşsalardı, arkalarına dönüp kaçarlardı, sonra ne bir koruyucu ne de bir yardımcı bulamazlardı.

23- Allah'ın öteden beri süregelen yasasıdır. Allah'ın yasasında bir değişme bulamazsın.

Yüce Allah işte böylece müslümanların galibiyetleri ile kafirlerin yenilgilerini, sabit, değişmez ve evrende uygulamış olduğu kendi yasasına bağlıyor. Bu mü'minler kendi zaferleri ile, düşmanlarının yenilgilerinin yüce Allah'ın şu varlık aleminde uyguladığı yasalarından biri olduğunu duyunca ne huzur, ne güven ve sebat duymamışlardır içlerinden kimbilir?

Bu ilahi yasa değişmez bir kanundur, sürüp gider. Fakat bazen belirli bir süreye kadar gecikebilir. Bu gecikmeye mü'minlerin tuttukları yol ya da yüce Allah'ın bildiği davranış biçimleri neden olabileceği gibi, bazen de sebeb, mü'minlere zaferin ve kafirlere yenilginin doğacağı ortamı hazırlamak olabilir. ki bu ortamın bir değeri ve etkisi olsun. Ya da bu gecikmenin nedeni ne birinci ihtimaldir ne de ikinci. Ancak yüce Allah'ın bildiği başka bir şeydir. Fakat ne olursa olsun yüce Allah'ın yasası asla değişmez. Ve söz söyleyenlerin en doğru sözlüsü yüce Allah'tır. "Ve sen Allah'ın yasasında asla değişiklik bulamazsın."

Yüce Allah mü'minlere, müşriklerin ellerini kendi üzerlerinden çekmek ve onları yendirdikten sonra kendilerinin ellerini de müşriklerin üzerinden çekmek konusundaki iyiliğini hatırlatıyor. Bununla müşriklerden kırk kadar veya daha çok ya da daha az bir grubun müslümanların karargahına sızma girişimleri ve hemen yakalamaları ve Resulullah'ın kendilerini bağışlaması olayına işaret ediyor.

24- Mekke'nin ortasında, sizi onlara galip getirdikten sonra onların ellerini sizden, sizin ellerinizi onlardan çeken O'dur. Allah, yaptıklarınızı görmektedir.

Bu olay gerçekten olmuş bir olaydır. Bu ayetleri dinleyenler biliyorlardı onu. Yüce Allah'ın bu olayı müslümanlara bu üslup içinde hatırlatmasının nedeni müslümanların meydana gelen her olay ve her kıpırdamayı kendisinin vasıtasız yüce idaresine bağlamaları içindir. Ayrıca yüce Allah'ın eli, kendileri için herşeyi ayarlayan, duygu ve düşüncelerini yönlendirdiği gibi, attıkları her adıma da yön veren O'nun kudret elini bu tür bir algılama ile kalplerine yerleştirmek içindir. Böylece yüce Allah, hiçbir tereddüt göstermeden ve başka hiçbir şeye yönelmeden bütün benliklerini kendisine teslim etmelerini ve bununla tümünün teslimiyete girmelerini hedeflemiştir. Bu teslimiyetlerinin de tüm duygu ve düşünceleri ile istek ve davranışları ile herşeyin yüce Allah'ın elinde olduğuna, hayırlı olan şeyin onun tercih ettiği şıkta olduğuna, kendilerinin tercih ettikleri ya da reddettikleri her konuda O'nun dilemesi ve kaderi uyarınca yol aldıklarına ve O'nun kendilerine ancak hayır dilediği inancı içinde yapmalarını hedeflemiştir. Eğer onlar Allah'a teslim olurlarsa her türlü hayır kendilerine en kolay yolda gelir. Allah onların dışlarını ve içlerini görmektedir. Yüce Allah onlar için yaptığı tercihi ilim ve basiretle yapar. Onları katiyyen zarar ettirmeyecektir ve hak ettikleri hiçbir şeyi kaybettirmeyecektir. "Allah yaptıklarınızı görendir." (Ahzab Suresi, 9)

Sonra yüce Allah müslümanlara düşmanlarından söz etmekte ve kendi ölçüsüne göre onların kimler olduğunu belirterek onların yaptıklarını ve müminleri Mescid-i Haram'ından alıkoymalarını nasıl değerlendirdiğini ve müslümanların haddi aşan düşmanlarının aksine, kendilerine nasıl baktığını belirtmektedir.



25- Onlar inkar eden ve sizin Mescid-i Haram'ı ziyaretinizi ve bekletilen kurbanların yerine ulaşmasını men edenlerdir. Eğer Mekke'de kendilerini henüz tanımadığınız mü'min erkekler ve kadınları bilmeyerek eziyet etmenizi önlemek için, Allah savaşı önledi. Dilediklerine rahmet etmek için Allah böyle yapmıştır. Eğer onlar birbirinden ayrılsaydı elbette onlardan inkar edenleri, elemli bir azaba çarptırırdık.

26- O zaman inkar edenler, kalplerine öfke ve gayretin cahiliyye çağının öfke ve gayretini koymuşlardı. Allah da elçisine ve mü'minlere huzur ve güveni indirdi; onları takva sözüne tutunmalarını sağladı. Onlar, bu söze layık ve ehil kimselerdi. Allah herşeyi bilmektedir.

Onlar yüce Allah'ın ölçü ve değerlendirmesine göre şu iğrenç olan "Onlar inkar edenler" nitelemesini hak etmiş gerçekten kafir kimselerdir. Yüce Allah bu küfür damgasını onlara öyle vuruyor ki sanki bu nitelikte yalnız başlarınadırlar ve sanki küfürde köklü ve asildirler. Onlar küfür ve kafirlerden tiksinen yüce Allah nezdinde en iğrenç yaratıklardır. Öte yandan yüce Allah diğer kötü davranış ve tutumlarını da aleyhlerine kaydetmektedir. Bu da mü'minleri Mescid-i Haram'dan alıkoymaları, kurbanlık develeri de engelleyip dinen belirlenmiş kesim yerlerine ulaşmalarına engel olmalarıdır.

"Sizin Mescid-i Haram'ı ziyaretinizi ve bekletilen kurbanların yerine ulaşmasını men edenlerdir."

Onların bu yaptıkları cahiliyet açısından da İslam açısından da çok çirkin bir harekettir. Dedeleri Hz. İbrahim'den beri Arap yarımadasında tanıdıkları tüm dinlerde de çok günahtır. Kendi adaletleri ve inançları açısından da mü'minlerin inançları açısından da çok günahtır. O halde yüce Allah mü'minlerin ellerini onların üstlerinden, yaptıkları hareketin kendi katında küçük bir günah olduğu için ve dolayısı ile onlara şefkat ve merhametinden dolayı çekmiş değildir. Asla! Onların ellerini ancak ve ancak başka bir hikmetten dolayı çekmiştir. Yüce Allah, mü'minlere ihsan edip bu hikmeti, onlara açıklamaktadır: "Mekke'de kendilerini henüz tanımadığınız mü'min erkeklerle mü'min kadınları bilmeyerek eziyet etmenizi önlemek için Allah savaşı önledi."

Birkere, Mekke'de hicret edememiş, müşriklerin arasında kendini gizleyip müslüman olduğunu açıklamamış bazı güçsüz müslümanlar vardı. Şayet savaş çıkıp da müslümanlar Mekke'ye hücum etselerdi o müslümanları tanımadıkları için belki de onları çiğneyecekler, ezecekler ve öldüreceklerdi. O zaman da müslümanlar müslümanları öldürüyor denilecekti. Müslüman oldukları ortaya çıkanların hata ile öldürüldükleri açığa çıkınca da müslümanlar onların diyetlerini ödemek zorunda kalacaklardı. Sonra bir başka hikmetten söz edebiliriz: Şöylesine, yüce Allah bilmektedir ki, müslümanları Mescid-i Haram'dan alıkoyan o kafirlerin arasında kendisine sonradan hidayet verilecek ve yüce Allah'ın rahmetine girmeleri takdir edilmiş kimseler vardı. Yüce Allah bu kimselerin mizaçlarını ve içyüzlerini biliyordu. İşte şayet bunlarla o kafirler birbirinden ayırd edilmiş olsalardı yüce Allah müslümanlara savaş izni verir ve kafirleri acıklı bir azaba çarptırırdı.

"Dilediklerine rahmet etmek için Allah böyle yapmıştır. Eğer onlar birbirinden ayrılsaydı elbette onlardan inkar edenleri elim bir azaba çarptırırdık." Böylece yüce Allah, o eşsiz, o bahtiyar, o seçilmiş olan kitleye takdir ve idaresinin gerisinde gizli olan hikmetinin bir kısmını açıklıyor. Ve kafirleri nitelemeye, onların niteliklerini ve dışa vuran hareketlerini kaydettikten sonra, iç dünyalarını yansıtmaya devam ediyor.

"O zaman inkar edenler, kalplerine öfke ve gayreti, o cahiliyet çağının öfke ve gayretini koymuşlardı."

Kafirlerin kalplerinde ateşledikleri izzet-i nefis, inanç ve sistem uğruna değildi. Sadece ve sadece kibir, övünme, şımarıklık ve eziyet verme taassubuydu bu. Resulullah'ı ve beraberinde bulunan müslümanların karşısına dikilmelerine neden olan bir taassuptu. Bu taassup nedeni ile müslümanları Mescid-i Haram'a bırakmıyorlar, yanlarında getirdikleri develerin kesilecekleri yere kadar ulaşmalarına engel oluyorlardı. Bu davranışları her türlü adet ve inanca aykırı idi. Bütün gayeleri, Araplara "Müslümanlar Mekke'ye zorla girdiler" dedirtmemekti. İşte bu cahili taassup uğruna her adet ve dinde büyük bir günah, iğrenç sayılan bu hareketi yapıyorlardı. Ve kutsallığı uğruna yaşadıkları bu kutsal evin saygınlığını çiğniyorlar, ne cahiliyet devrinde ve ne de islamda saygınlığına asla dokunulmayan haram ayları çiğniyorlardı. Bu taassup kendilerine -başlangıçta- barışçı bir plan tavsiye edip onları, Muhammed'i -salât ve selâm üzerine olsun- ve beraberinde bulunanları Mescid-i Haram'dan engelledikleri için ayıplayan herkese hakaretlerinde kendisini gösteren bir taassuptu. Ve yine, bu taassup Amr oğlu Süheyl'in "Rahman ve Rahim" isimlerini ve anlaşma metninde Resulullah'ın, "Muhammed Allah'ın elçisi" sıfatını reddetmelerinde gösteriyordu kendini. İşte tüm bu, taassuplar, bu böbürlenen haksız yere eziyet eden şu cahiliyetten kaynaklanıyordu. Yüce Allah, onların ruhlarında var olan Hakka ve O'na boyun eğmeye karşı direnci bildiği için, içlerine böyle cahiliyet taassubunu yerleştirmiştir. Oysa mü'minleri bu tür bir taassuba düşmekten korumuş, bunun yerine ruhlarına iç huzuru ve Allah korkusu yerleştirmiştir.

"Allah'da elçisine ve mü'minlere huzur ve güveni indirdi; ve onları takva sözüne tutunmalarını sağladı. Onlar bu söze layık ve ehil kimselerdi. Allah herşeyi bilendir."

Ağırbaşlılık ve sükunet veren iç huzuru, tıpkı alçak gönüllülük ve kaçınmayı ilham eden takva (Allah korkusu) gibidir. Bunların her ikisi de, Rabb'ine kavuşan ve bu kavuşmada sükunet bulan, içinde güven olan şeyle huzur bulan ve her hareket ve düşüncesinde Rabb'inin hoşnudluğunu gözeten mü minin kalbine layık niteliklerdir. Bir mü'min şımarıp azmaz. Kendi gururu incindi diye kızmaz mü'min. Aksine, Rabbi ve dini uğruna kızar. Kendisine sakin ve huzurlu olması emredildiğinde, kalbi titrer ve hoşnudluk ve huzur içinde boyun eğer. Dolayısı ile mü'minler takva sözcüğüne daha layık idiler ve buna tam ehildiler. Yüce Allah'ın onların kalbine iç huzuru indirip takva yerleştirme ihsanı yanında bu takva ile nitelenmeleri de Rabb'lerinden mü'minlere bir başka övgüdür. Gerçekten mü'minler bunu yüce Allah'ın ölçüsü ile ve tanıklığı ile hak etmişlerdi. Yüce Allah'ın ilmi ve takdirinden kaynaklanan önceki şereflendirmeye ek olarak bu da bir başka şereflendirmedir. "Allah herşeyi bilendir:'

Daha önce Resulullah'ın gördüğü rüya ile, sevinip birbirine müjdeler veren bazı mü'minleri, rüyanın o yıl gerçekleşmemesinin ve Mescid-i Haram'a girmekten engellenmelerinin dehşete düşürdüğünü görmüştük. Yüce Allah onlara bu rüyanın doğru bir rüya olduğunu, yeniden vurgulamakta, o rüyanın kendi katından olduğunu ve onun mutlaka çıkacağını ve bu rüyanın gerisinde Mescid-i Haram a girmekten daha büyük, daha önemli gelişmeler olacağını onlara haber vermektedir.



27-.Andolsun ki Allah, Peygamberinin rüyasının gerçek olduğunu tasdik eder. Ey inananlar! Siz, Allah dilerse, güven içinde başlarınızı tıraş etmiş veya saçlarınız kısaltılmış olarak, korkmadan Mescid-i Haram'a gireceksiniz. Allah sizin bilmediğinizi bilir. Size bundan başka, yakın zamanda bir zafer verecektir.

28- Resulünü, hidayet ve hak dinle gönderdi ki o hak dini, bütün dinlere üstün kılsın. Şahid olarak Allah yeter.

Bu ayette yer alan birinci müjde, yani Resulullah'ın gördüğü rüyanın doğrulanması ve müslümanların Mescid-i Haram'a güven içinde girecekleri hiç korkmadan Hac veya Umre ibadetini yaptıktan sonra, saçlarını kısaltıp başlarını tıraş edeceklerine dair bu ilk müjde... İşte bu müjde bir yıl sonra gerçekleşmiştir. Sonra, Hudeybiye barışından iki yıl sonra da daha büyük ve daha net olarak ortaya çıkmıştır bu müjde. Çünkü iki yıl sonra müslümanlar Mekke'yi fethetmişler ve yüce Allah'ın dini Mekke'ye hakim olmuştur.

Ne var ki yüce Allah mü'minleri iman terbiyesi ile terbiye ederek buyuruyor ki: "Allah dilerse Mescid-i Haram'a gireceksiniz". Şu halde Mescid-i Haram'a giriş kesinlikle olacaktır. Çünkü yüce Allah bunu bildirmektedir. Fakat "dileme" öğesinin müslümanların ruhunda, serbest ve hiçbir şeye kayıtlı olmayanı şekli ile yerleşmesi gerekir ki bu gerçek kalplere kökleşsin ve "Allah'ın dilemesi" kavramı için temel oluştursun.

Kur'an-ı Kerim, bu kavrama dayanıyor, bu gerçeği getiriyor ve bu "Allah dilerse" tarzındaki şartı her yerde, hatta yüce Allah'ın va'dinin zikredildiği yerlerde bile getiriyor. Oysa yüce Allah'ın va'di asla şaşmaz. Ancak ne varki O'nun `'dileme"sinin va'dine yönelmesi asla bir kayda bağlı değildir, hep serbesttir. İşte yüce Allah, mü'minlerin düşünce ve ruhlarının derinliklerinde yer etsin diye bu terbiyeyi onların akıllarına yerleştiriyor.

Şimdi bu va'din nasıl gerçekleştiğinin hikayesine dönüyoruz. Rivayetlerin nakline göre, yedinci hicret yılı -yani Hudeybiye barışını izleyen yıl- Zilkade ayında Resulullah, Hudeybiye'ye katılanlarla birlikte umre yapmak üzere Mekke'ye hareket etti. Zülhuleyfe'de ihrama girdi. Bir yıl önce ihrama girip kurbanlıkları yanına aldığı gibi, yine kurbanlık develeri yanına aldı. Ve sahabeleri de telbiye getirerek yürüdüler. Resulullah Zahran geçidine yaklaşınca, Besleme oğlu Muhammed'i atlı ve silahlı halde öncü olarak yolladı. Müşrikler Muhammed'i görünce çok korktular ve Resulullah'ın kendilerine savaş açtığını ve aralarında imzalanmış olan on yıl süre ile savaşmama anlaşmasını bozduğunu zannettiler. Ve hemen varıp Mekke'lilere haber verdiler. Resulullah Haremdeki putları gözetleyebildiği Zahran geçidine inip konaklayınca, okları, mızrakları ve yayları Batn-ı Yacüc denilen vadiye gönderdi. Ve Mekke'ye müşriklerle anlaştığı şekilde kılıçları kınında olarak girdi. Daha yolda iken, Kureyşliler kendisine Hafs oğlu Mukriz'i gönderdiler. Mukriz: Ya Muhammed! Seni sözünü bozan birisi olarak tanımamıştık, dedi. Resulullah: Ne demek bu, diye sorunca, Mukriz: Üzerimize yaylar ve mızraklarla geldin dedi. Bunun üzerine Resulullah: Böyle bir şey yoktur. Biz silahlarımızı Yacüc vadisine yolladık deyince, bunu duyan Mukriz, zaten biz seni bu niteliklerle, iyilik ve ahde vefa nitelikleri ile tanıdık dedi.

Mekke'li kafirlerin ileri gelenleri, Resulullah'ı ve beraberindeki müslümanları görmemek için, kinlerinden ve nefretlerinden Mekke'nin dışına çıkmışlardı. Geriye kalan Mekke'li erkekler, kadınlar ve çocuklar yollara ve damların üzerine oturarak Resulullah ve beraberinde bulunan müslümanları seyrediyorlardı. Resulullah sahabeler önünde telbiye ederek Mekke'ye girdi. Kurbanlıkları daha önce, Zi Tuva denilen yere göndermişti. Resulullah Hudeybiye anlaşmasının yapıldığı gün bindiği Kusva adlı devesine binmişti. Ensardan Revaha oğlu Abdullah da Resulullah'ın devesinin dizginini tutmuş onu sürüyordu.

Ve işte böylece Resulullah'ın gördüğü rüya doğru çıkmış ve yüce Allah'ın va'di gerçekleşmişti. Sonra da ertesi yıl Mekke fethedilmişti. Yüce Allah'ın dini önce Mekke'ye, sonra da yarımadanın tümüne hakim olmuş ardından da yüce Allah'ın şu son va'di ve müjdesi gerçekleşmişti. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Resulünü, hidayet ve hak dinle gönderdi ki o hak dini, bütün dinlere üstün kılsın. Şahit olarak Allah yeter: '

Gerçekten de Allah'ın dini, yalnız Arap yarımadasında değil, daha yarım yüzyıl geçmeden, bütün yeryüzünün insanların oturdukları tüm bölgelerine hakim olmuştu. Yüce Allah'ın dini, İran imparatorluğunun tümüne, Bizans imparatorluğunun büyük bir kısmına, Hindistan'a, Çin'e hakim olmuştu. Sonra güney Asyaya, Malezya ve diğer yerlere ve Doğu Hint adalarına (Endonezya'ya) hakim olmuştu. Miladın altıncı yüzyılın sonları ile, yedinci yüzyılın ortalarına doğru insanların kümelendiği en büyük yerler buralardı.

Ve halen de Hakk'ın dini bütün dinlere üstündür. Hatta fethettiği toprakların büyük bir bölümünde ve özellikle Avrupada ve Akdeniz adalarında siyasal etkinliği yok olduktan sonra ve şu çağda doğuda ve batıda ortaya çıkan düşman güçlere oranla müslümanların tüm yeryüzünde güçlerinin yitirilmesine rağmen yine de Hak dini bütün dinlerden üstündür.

Evet bir din olarak Hak din bütün öteki dinlerden üstündür. Hem bizzat güçlüdür, hem de özü itibarı ile kuvvetlidir. Taraftarların kılıç ve top kullanmasına muhtaç olmadan, kendisi ilerler. Çünkü bu dinin özü fıtratına ve evrenin köklü yasalarına paralel onların doğrultusundadır. Ve çünkü bu dinin özünde aklın ve ruhun ihtiyaçlarına yalın ve köklü olarak cevap verme yeteneği vardır. Yeryüzünü imar etme ve ilerlemenin ihtiyaçlarına, kulübeden oturanlardan tutun da gökdelenlerde oturanlara kadar her türlü insan çevresinin ihtiyaçlarına cevap verebilecek bir yetenek vardır bu dinde...

İslam'dan başka bir dinde olan bir kişi, bu dine taassup ve tarafgirlikten arınmış bir gözle bakarsa, bu dinin doğruluğunu ve gizli gücünü insanlığı en iyi bir şekilde yönetebilme gücünü, insanlığın doğup gelişen ihtiyaçlarına kolayca ve uygun biçimde cevap verebilme gücünü itiraf eder. "Şahit olarak Allah yeter."

Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- Peygamber olarak gönderilmesinin üzerinden daha bir asır geçmeden, açık siyasal şekli ile Allah'ın va'di gerçekleşmişti. Ve bugün de O'nun yüce va'di, sabit prensipler şeklinde halâ gerçekleşip durmaktadır. Ve halâ bu din özünde bütün dinlere üstün olmaya devam etmektedir. Ve hatta yeryüzünde fonksiyonu, her durumda önderlik gücü olan yegane ve kalıcı din bu dindir.

Ve öyle sanıyorum ki, bugün bu gerçeği kavrayıp idrak edemeyenler sadece ve sadece bu dine mensup olan müslümanlardır. Oysa bu dinden olmayanlar bu gerçeği kavradığında, ondan korkmakta ve politikalarında bu gerçeği gözönüne alarak her türlü hesaplarını ona göre yapmaktadırlar.

ALLAH'IN RESULÜ VE MÜ'MİNLER

Şimdi surenin sonuna gelmiş bulunuyoruz. Kur'an'ın, Resulullah'ın sahabelerinin durumlarını çizdiği bu parlak manzara ile noktalanan sona gelmiş bulunuyoruz. Yüce Allah'ın kendilerinden hoşnud olduğu bu mutlu, bu eşsiz insan topluluğunu şerefli övgüsü ile ödüllendirdiği ve bu hoşnutluğunu onlara tek tek bildirdiği bu final ayetine gelmiş bulunuyoruz.



29- Muhammed Allah'ın elçisidir. Onun yanında bulunanlar, kafirlere karşı şiddetli kendi aralarında merhametlidirler. Onların, rüku ve secde ederek Allah'ın lütuf ve rızasını aradıklarını görürsün. Yüzlerinde secdelerin izinden nişanları vardır. Onların, Tevrat'taki vasıfları ve İncil'deki vasıfları da şöyledir: Filizini çıkarmış onu kuvvetlendirmiş, kalınlaşmış, gövdesi üzerine dikilmiş, ekincilerin hoşuna giden ekin gibidirler. Allah böylece bunları çoğaltıp kuvvetlendirmekle inkarcıları öfkelendirir. Allah, inanıp yararlı işler yapanlara mağfiret ve büyük mükafat va'detmiştir.

Gerçekten bu Kur'an-ı Kerim'in parlak üslubu ile çizdiği hayret verici bir filmdir. Bu seçilmiş insan topluluğunun en göze batan iç ve dış dünyalarını yansıtan birçok karelerden oluşan bir filmdir bu... Bu filmin bir karesi, onların kafirlere ve kendileri ile ilgili iç dünyalarını yansıtmaktadır. "Kafirlere karşı çetin kendi aralarında merhametlidirler". Bir başka kare, onların ibadetlerini canlandırmaktadır. "Onları rükua varırken, secde ederken görürsün." Bir diğer kare, onların kalplerini, kalplerinden geçen duyguları, içlerinde kaynayıp coşan hisleri yansıtmaktadır. "Allah'tan lütuf ve rıza isterler." Bir başka kare, yüz çizgilerinde, hallerinde ve simalarında ibadetin ve Allah'a yönelmenin izlerini yansıtmaktadır. "Yüzlerinde secde izlerinden nişanları vardır." "Onların Tevrat'taki vasıfları budur." Bu nitelikler Tevrat'taki nitelikleriydi. Bundan sonra arka arkaya gelen kareler onları tıpkı İncil'deki gibi çizgi çizgi gözlerimizin önüne sermektedir. "Filizini yarıp çıkaran"... "Onu kuvvetlendiren"... "Ve kalınlaşan"... "Gövdesi üzerine dikilen"... "Çiftçilerin hoşuna giden ekin gibi." Bu benzetme kafirleri öfkelendirsin diyedir.

Bu son ayet, Hz. Muhammed'in -salât ve selâm üzerine olsun- niteliği ile, Amr oğlu Süheyl ve onun ardındaki müşriklerin Hudeybiye'deki anlaşma metni yazılırken inkar ettikleri niteliği ile başlıyor. "Muhammed Allah'ın Resulüdür" Ve ardından bu parlak üslupla bu göz alıcı manzara canlandırılıyor.

Mü'minlerin çeşit çeşit halleri vardır. Fakat bu kareler, onların hayatlarındaki değişmeyen durumları ve bu hayatlarında temel dayanak noktalarını ele alıyor ve onları ortaya çıkarıp, bunlardan göz alıcı şekilde geniş çizgiler oluşturuyor. Bu karelerin seçiminde... Bu mutlu insan topluluğu için kutsal şereflendirmenin canlandırdığı alamet ve çizgilerin onlarda yerleştirilmesinde... Evet bütün bunlarda onlara şeref verme apaçık ortadadır.

Evet onların şerefli kılındıkları apaçıktır. Çünkü yüce Allah daha birinci karede onları "Kafirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler" şeklinde bir çizgi ile kaydetmektedir. Aralarında babaları, kardeşleri, dostları ve yakınları olmasına rağmen onlar kafirlere karşı çetindirler. Çünkü onlar bütün bu yakınlık bağlarını küfür nedeni ile koparmışlardır. Kendi aralarında merhametlidirler. Çünkü sadece din kardeşidirler. O halde çetinlik Allah içindir. Merhamet de Allah içindir. Bağlılıklar inançları içindir. Hoşgörü inanç uğrunadır. Ruhlarında kendileri için hiçbir şey ve kendilerinde de ruhları payına hiçbir şey yoktur. Davranış ve ilişkilerinde olduğu gibi, duygu ve düşüncelerini de yalnız ve yalnız inanç esası üzerine oturturlar. İnançlarına düşman olanlara çetin davranırlarken, inanç kardeşlerine (din kardeşlerine) karşı yumuşak hareket ederler. Onlar, bencillikten (egoizmden) heveslerine uymaktan, Allah'tan ve kendilerini yüce Allah'a bağlayan bağdan başka şeyler için tepki ve heyecan duymaktan tamamen arınmış sıyrılmışlardır.

Allah'ın kendilerini şereflendirişi, onların hal ve durumları içinde rüku ve secde halı ile ibadet hallerini seçmesinden de apaçık bellidir: "Onları rükua varırken, secde ederken görürsün"... Bu ifade, biri onları ne zaman görürse görsün, sanki hep bu halde imişler gibi bir imada bulunmaktadır. Çünkü rüku ve secde hali, ibadet halini yansıtmaktadır. Onların ruhlarının özündeki durumları da budur zaten. Dolayısı ile yüce Allah onların bu durumlarını -tıpkı ruhlarında olduğu gibi- zamanları içinde de tesbit etmek için öyle bir ifade kullanıyor ki, sanki onlar bütün zamanlarını rüku ve secde ile geçiriyormuş gibi...

Üçüncü kare de böyledir. Ancak ne varki, bu kare onların ruhlarının derinliklerini iç dünyalarının enginliklerini yansıtmaktadır. "Allah'tan lütuf ve rıza isterler..." İşte onların sürekli ve değişmez duygularının şekli budur. Bütün zihinlerini meşgul eden, şevk ve arzuları sadece yüce Allah'ın ihsanı ve hoşnutluğudur. Bu ihsan ve hoşnudluğun ötesinde bekledikleri, (umdukları) ve meşgul oldukları daha başka birşey yoktur.

Dördüncü kare, dışa vuran ibadetlerinin izlerini, yüz hatlarındaki gizli umudu ve bu ibadetin simalarındaki yansımasını sergilemektedir. "Onların yüzlerinde secdelerin izinden nişanlar vardır." Onların yüzlerindeki hatlar, parlaklık, aydınlık, berraklık, incelik ve canlı parlak ve latif olan ibadetin verdiği solukluktan oluşmuştur. Bu hatlar yüce Allah'ın (secdelerin izinden) ifadesi duyulduğu zaman hemencecik akla geliverdiği gibi, secdeden yüzde oluşan ve bilinen bir iz değildir. Burada secde izleri deyiminden kastedilen ibadetin izleridir. Yüce Allah'ın ibadeti ifade etmek için secde sözcüğünü tercih etmesinin nedeni, secdenin korku, boyun eğme ve yüce Allah'a kulluğu en olgun şekli ile yansıtmasından dolayıdır. İşte onların yüzlerinde görülen bu huşu (korku)nun izidir. Bu huşunun (korkunun) yüz ifadelerindeki izidir. Şöylesine ki, artık kibir, böbürlenme ve şımarıklık kaybolmuş, onların yerine şerefli alçak gönüllülük, berrak bir incelik, sükunet içindeki parlaklık ve mü'minin yüzünde var olan parlaklığı, aydınlığı ve güzelliği artıran hafif bir yüz solgunluğu almıştır.

İşte bu filmin karelerinin yansıtmış olduğu bu parlak manzara sonradan ortaya çıkmış bir şey değildir. Aksine bu manzara müslümanlar için kader levhasında yer almış bir gerçektir. Dolayısı ile bu manzaranın kökü çok eskilere dayanır, Tevrat'ta sözü edilir. "İşte onların Tevrat'taki vasıfları budur"... Yüce Allah'ın Hz. Musa'nın kitabında tanıttığı ve daha onlar yeryüzüne gelmezden önce. müjdelemiş olduğu nitelikleri budur onların. "Onların İncil'deki sıfatları"... Ve yüce Allah Hz. Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun- ve beraberinde bulunanları müjdelerken onlar hakkında kullandığı nitelikler; onların "filizi yarıp çıkan ekin gibi" oldukları şeklindedir. Bu ekin gelişen güçlü, verimliliği ve gücünden dolayı filizini yarıp çıkaran bir ekindir. Ancak ne varki bu filiz gövdeyi zayıflatmaz aksine güçlendirir. "Ve o gövdeyi güçlendirir" ya da asıl gövde, filizini güçlendirir, kuvvetli ve sağlam yapar. Ve'ekin (kalınlaşır) gövdesi irileşir ve dolgunlaşır, da "Gövdesi üzerine dikilmiş". Bu ekin, ne yana eğilmiştir ne de eğri büğrüdür aksine dosdoğru, kuvvet dolu ve düzgündür.

Ekinin asıl şekli budur. Fakat çiftçilikte tecrübeli olan, onun yetişeni ile solgun olanını, verimlisi ile verimsizini bilen tecrübeli kişilerin ruhlarındaki etkisi ise hayret ve imrendirmedir. "Ki bu çiftçilerin hoşuna da gider". Bir başka kıraatta ise bu ifade tekil olarak "Çiftçinin hoşuna gider" şeklinde okunmuştur... Buradaki çiftçi bu yetişen güçlü, verimli ve imrendirici ekinin sahibi olan Hz. Muhammed'dir -salât ve selâm üzerine olsun-. Bu ifadenin kafirlerin ruhlarında bıraktığı etki ise tam aksinedir. Onların ruhlarına etkisi, tam bir kin ve nefret etkisidir. "İnkarcıları öfkelendirmek içindir" Kâfirlerin öfkelendirilmesine yönel inmesi, bu ekinin yüce Allah'ın ekini ya da Peygamberinin ekini olduğunu ve onların yüce Allah'ın kudretine bir perde ve Allah'ın düşmanlarını kızdırmak için de vasıta olduklarını ima etmektedir.

Bu nitelik de bir önceki gibi sonradan uydurulmuş ve ortaya çıkarılmış bir nitelik değildir. Kader sayfasında kayıtlıdır. Dolayısı ile Hz. Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun- ve onunla birlikte olanlar şu yeryüzüne gelmezden önce sözedilmiş ve yüce Allah gelecekleri zaman Hz. Muhammed -salât ve selâm üzerine olsun- ile beraberinde olanları İncil'de müjdelerken yer almıştır, bu nitelikler.

Ve böylece yüce Allah, ebedi kitabında bu seçilmiş kitlenin Resulullah'ın sahabelerin niteliğini tescil ediyor. Ve bu nitelikler, bütün varlıkların özüne yerleşir ve varlık alemi kendisini yaratandan bu sıfatları dinlerken her köşesinden o niteliklere karşılık veriyor, tepki gösteriyor. Ve yine bu nitelikler, gelecek nesillere onları gerçekleştirmek isteyen imanın anlamını en yüce derecesinde gerçekleştirmek isteyen nesillere, örnek olmak üzere yerini alıyor.

Bütün bu şereflendirmenin üstünde de yüce Allah'ın onları bağışlama ve büyük bir mükafat verme va'di vardır. "Allah iman edip yararlı işler yapanlara mağfiret ve büyük bir mükafat vaad etmiştir." Kendilerini bu genel kapsam içine dahil eden nitelikleri daha önce geçmiş olduğu için bu vaad genel bir kalıp içerisinde geçen bir vaaddir.

Hem bağışlama ve hem de büyük bir mükafat... Sadece bu şereflendirme yeter onlara. Bu hoşnutluk büyük bir mükafattır. Ama kutsal feyiz hudutsuz ve sınırsızdır. İlahi lütfun tükenip kesilmesi yoktur.

Ondört yüzyılın gerisinden bir kez daha, şu bahtiyar insanların yüzlerini ve kalplerini görmeye çalışıyorum. Hoşnutluk, şereflendirme ve büyük vaadden oluşan bu kutsal feyzi alırlarken görmeye çalışıyorum onları. Evet onlar kendilerini, yüce Allah'ın değerlendirmesinde, ölçüsünde ve Kitabında işte böyle görüyorlar. Hudeybiye'den dönerken bakıyorum onlara. Haklarında bu sure inmiş ve kendilerine okunmuş olarak, dönerken bakıyorum onlara... Bu bahtiyar insanlar, şu surede yaşıyorlar. Ruhları ile kalpleri ile, duygu ve nitelikleri ile yaşıyorlar. Birbirlerinin çehresine bakıyorlar ve kendi benliklerinde hissettikleri nimetin izlerini görüyorlar birbirlerinin çehrelerinde...

Ve ben onların yaşadığı bu yüce şenlikte onlarla mutlu anlar yaşamaya çalışıyorum. Fakat bu şenliğe katılamayan birisi onun tadına nasıl varabilir? Uzaktan ancak çok uzaktan tadabilir onu.

Ancak yüce Allah'ın tıpkı onlar gibi kendine ikram edipde uzağı yakın kıldığı kimseler tadabilir onu.

Ve ey Allah'ım! Sen biliyorsun ki ben işte bu eşsiz azıktan bir kalıntı bekliyorum.