4 Haziran 2007 Pazartesi

LOKMAN SÜRESİ(MEVDUDİ)

Adı: Bu sure 12-19. ayetlerinde, oğluna verdiği tavsiyeleri zikredilen Lokman el-Hakîm vesilesiyle bu adı almıştır.

Nüzul Zamanı: Konu dikkatle incelendiğinde görülür ki, bu sure, İslâm'a daveti önlemek ve bastırmak için zulmün başladığı ve bu amaçla her türlü entrikanın devreye sokulduğu ancak şiddetin zirvesine ulaşmadığı bir dönemde inzal edilmiştir. Genç mühtedilere, her ne kadar anne-baba hakkı Allah'a itaatten hemen sonra geliyorsa da, eğer onlar kendilerini İslâm'ı kabulden menedip, şirk ve putperestliğe avdet etmeleri için zorluyorlarsa onları dinlememeleri gereğinin anlatıldığı 14-15. ayetlerle bu durum ihsas ettirilmektedir. Aynı şeyin Ankebut Suresi'nde de zikredilmesi bu iki surenin aynı dönemde inzal edilmiş olduğunu gösteriyor. Ancak iki sure üslup ve konusu bütünüyle araştırıldığında Lokman Suresi'nin daha önce indirilmiş olduğu görülür. Çünkü bu surenin arka planında "şiddet" belirtilen herhangi bir işaret görülmezken Ankebut Suresi, vahyedildiği dönemde müslümanlara açıkça zulmedildiğini, şiddet gösterildiğini iyice ihsas ettirebilmektedir.

Konu: Bu surede şirkin anlamsızlık ve saçmalığı, tevhid'in aklîlik ve gerçekliği anlatılmakta; insanlar körükörüne atalarını taklitten vazgeçmeye, Hz. Muhammed'in (s.a) alemlerin Rabbinden gelen talimatını salim kafayla düşünme ve âfak enfüste bulunan ve mesajın hakikatına delâlet eden apaçık ayetlere dikkatle bakmaya davet edilmektedir.

Bu çerçevede bir başka şeye daha işaret edilmektedir: Bu, dünyada yahut Arap ülkesinde ilk kez sunulmuş olan ve insanların ilk kez duyduğu yeni bir öğreti değildir. Geçmiş asırların bilgili ve hakim kimseleri Hz. Muhammed'in (s.a.) öğrettiği bu şeyin aynısını söylediler, öğrettiler. Yani, "Ey insanlar kendi ülkenizde Lokman Hakîm isminde bir adam yaşadı. Onun hikmeti tarafınızdan gayet iyi bilinmekte, vecize ve hikmetli sözleri günlük konuşmalarınızda zikredilmekte, şair ve hatipleriniz tarafından sık sık iktibas edilmektedir.

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1 Elif, Lâm, Mîm.

2 Bunlar hikmetli Kitabın ayetleridir;1

3 Muhsin olanlara bir hidayet ve bir rahmettir.2

4 Onlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler. Ve onlar kesin3 bir bilgiyle ahirete inananlardır.

5 İşte onlar, Rab'lerinden bir hidayet üzerindedirler ve felah bulanlar da onlardır.4

6 İnsanlardan öyleleri vardır ki,5 hiç bir bilgiye dayanmaksızın,6 Allah'ın yolundan saptırmak için sözün boş olanını 7 satın almaktadırlar ve onu bir eğlence konusu edinmektedirler. 8 İşte onlar; onlar için aşağılatıcı bir azap vardır. 9

AÇIKLAMA

1. Yani, hikmetle dolu olan ve her öğretisi hikmet üzere temellenmiş Kitab'ın ayetleri.

2. Yani, "Bu ayetler doğru yola klavuzluk eder ve Allah'tan bir rahmet olarak gönderilmiştir. Fakat bu rahmet ve hidayetten yararlanabilenler yalnızca iyi bir insan olmaya çabalayan, iyilerden olmak için niyazda bulunan, uyarıldığı kötülükten çekinme keyfiyetini haiz ve kendisine hayra götüren yollar gösterildiğinde onları izleyen muhsinlerdir. Günahkâr ve müfsid olanlarsa ne hidayetten yararlanabilir ne de bu rahmetten pay alabilir."

3. Bu; "Muhsinler" yalnızca sözü edilen üç niteliği taşırlar anlamına gelmez. Haklarında genel "Muhsin" sıfatının kullanılmasıyla onların, bu Kitap'ta nehyedilen kötülüklerden kaçındıklarına ve emredilen salih amelleri icra ettiklerine işaret edilmektedir. Şu halde, "muhsin"in bu üç niteliği tüm diğer salih amellerin üç amele dayandığını göstermek içindir. Onlar hiç terketmedikleri bir amel olarak salâtı ikame ederler ve bu onlarda takva ve teslimiyet hissi oluşturur; Zekâtı verirler ve bu onlarda fedakârlık duygularını kuvvetlendirir, dünya sevgisini hakimiyet altına alır ve Allah'ın rızasına nail olma arzusunu kamçılar; Ahirete inanırlar ve bu onlarda sorumluluk ve icabet duygusunu yerleştirir, onların, dilediği merada otlayan bir hayvan gibi yaşamalarına engel olup, başına buyruk olmadığının aksine yaşantısının her türlü ihtiyacına cevap veren bir Efendi'nin (Rabb) kulu olduğunun tamamen bilincinde bir insan gibi yaşamalarını sağlar. Bu üç nitelik sebebiyle sözkonusu "muhsinler", iyi işler yaptıkları gibi serbestçe kötülük yapabilecek tiynette fakat her nasılsa iyi olmuş kimseler değildir. Tam aksine bu nitelikler onlarda devamlı bir fikir ve ahlâk sistemi yerleştirir. Bu öyle bir sistemdir ki, iyilik düzenli ve sistemli bir tarzda olurken, bir kötülük ancak ve ancak kazaen meydana gelir. Onlar bizzat kendi fikir ve ahlâk sistemlerinden sadır olabilen ve kendilerini tabii etkilerin baskısı altında kötü yola sevkeden kökleşmiş herhangi bir dürtüye sahip değildir.

4. Bu ayetler inzal edildiğinde Mekke müşrikleri, Hz. Muhammed (s.a) ve onun mesajını kabul edenlerin, hayatlarını mahvettiklerini düşünüyor ve bunu açıkca söylüyorlardı. Bu yüzden güçlü bir vurguyla şu mukabelede bulunuldu: "İşte onlar gerçek felâha ulaşanlardır." Yani, "Cahilce düşündüğünüz gibi onlar kendilerini helâk etmeyecekler; aksine felâha erişecek gerçekte yalnızca onlardır ve bu yola girmeyi reddedenler ise, kötü akibetlere düçar olacaklardır."

Buradaki "Felâh"ı (gerçek başarıyı) maddi refah anlamında dünya hayatıyla sınırlı şekilde anlayanlar Kur'an'ın bu kavrama yüklediği mânâyı anlama şansını tamamen yitirecektir. "Felâh" kavramının gerçek anlamını idrak etmek isteyen şahsın aşağıdaki Kur'an ayetleriyle ilgili açıklama notlarını incelemesi gereklidir: Bakara: 2-5, Al-i İmran: 102, 130, 200, Maide: 35, 90, En'am: 21, A'raf: 7, 8, 157, Tevbe: 88, Yunus: 17, Nahl: 116, Hacc: 77, Müminun: 1, 117, Nur: 51, Rum: 38.

5. Yani, "Bir yanda Allah tarafından gönderilmiş ve bazı insanların tamamen yararlandığı bu rahmet ve hidayet vardır; öbür yanda da Allah'ın vahiylerine karşı böyle bir tavrı benimseyen ve bu insanlarla yanyana yaşayan bazı talihsizler vardır."

6. "Bilgisizce" ibaresi "satın alma" ile ilgili olabileceği gibi, "saptırma" ile de ilgili olabilir. Bilgisizce satın alma şeklindeyse anlamı şöyle olur: "Cahil ve akılsız insanlar bu oyalayıcı şeyleri satın alırlar. Fakat bilmezler ki değeri çok yüksek bir şey karşılığında yıkıcı bir şey satın almaktadırlar. Bir yanda hiçbir maddi bedel gerektirmeyen, fakat hikmet ve hidayetle dolu ilâhi ayetler varken, öbür yanda manevi yapıları helâk eden ve elde etmek için servet ödedikleri saçma sapan sözler vardır" Yok eğer bilgisizce saptırma şeklinde anlamak gerekiyorsa, ayet şu anlama gelir: "O, halka bilgisizce kılavuzluk etmeye yeltenir, fakat bilmez ki, halkı Allah'ın Yolu'ndan saptırmak için yaptığı şey kendisine nasıl bir günah yüklüyor."

7. "Lehv el-Hadis" deyimi, metinde, dinleyeni meftun eden tamamiyle kendi atmosferine çeken ve etrafındaki başka şeylerden habersiz hale getiren bir şeyi tazammun eder. Lugat anlamı itibariyle bu tamlamanın herhangi bir kötü çağrışımı yoktur, fakat günlük kullanım içinde bu tamlama dedikodu, saçma sapan konuşma, sulu şaka ve hareket, romanlar, hikayeler, masallar, şarkı söyleme, cümbüş... vs. kötü ve faydasız şeyler için kullanılır.

İlgi çekip oyalayıcı masalları "satın almak", sözkonusu şahısların hakikat yerine bâtılı seçtiği, hidayetten yüz çevirip kendisine ne dünyada ne de ahirette bir faydası dokunmayan böyle şeylerle uğraşması anlamına da gelebilir. Ne ki bu, mecazî anlamıdır. Asıl anlamı ise, "kimse sarfettiği mal karşığılığında boş ve faydasız bir şey almamalıdır", şeklindedir. İbn Hişam, İbn İshak'a dayanarak rivayet eder ki, Mekke müşrikleri ellerinden geleni yapmalarına rağmen Hz. Peygamber'in (s.a) mesajının yayılmasını engelleyemeyince Nadir bin Hâris Kureyşliler'e şunları söyledi: "Bu adama karşı çıkma yolunuz sizi bir yere götürmez. O sizin aranızda yaşamakta. Şimdiye dek ahlâken en iyi olanınızdı; aranızda yaşayan en doğru, en dürüst ve emin kişi oldu daima. Siz tutmuş, onun bir kahin, sihirbaz, şair ve mecnun olduğunu söylüyorsunuz. Kim inanır buna? Ahali, bir kahin nasıl konuşur bilmiyor mu? Bir şairin, bir mecnunun halini tefrik edemez mi halk? Bu ithamların hangisini Muhammed'e (s.a) yamayabilirsiniz ki halkın dikkatini ondan kaçırabilesiniz. Bakın! Ben size onunla nasıl başedeceğinizi söyleyeyim." Sonra Mekke'den ayrılıp Irak'a gitti ve oradan İran kisraları, Rüstem ve İsfendiyar'la ilgili masalları, hikayeleri, ustureleri derlemeyi başarıp halkın dikkatini Kur'an'dan ayırmak ve onları masallar içinde uyutmak için masal anlatma partileri düzenlemeye başladı. (İbn Hişam, cilt 1. sh. 320-321) Aynı rivayet Esbab-ı Nüzul adlı kitapta Kelbi ve Mukatil'e dayanarak Vakidî tarafından nakledilmiştir. Ve İbn Abbas'a göre Nadr bu amaçla şarkıcı kızlar da getirmişti. Bir kimsenin Hz. Rasûl'ün (s.a) etkisi altına girdiğini işittiğinde, şarkıcı bir kızı şöyle bir talimatla ona musallat ederdi: "Onu yedir, içir, şarkınla öyle ağırla da diğer taraftan kopup seninle hemhal olsun." Bu, kötülük odaklarının her devirde başvurmakta olduğu aynı araçtı.

Kötülüğün bu elebaşıları sıradan insanları kültür adı altında eğlence, spor ve müzikle öylesine oyalarlar ki, hayatın ciddî problemlerine eğilmek için hiç zaman ve istekleri kalmaz. Ve bu boşvermişlik duygusu içinde sürüklenmekte oldukları felâketi hissetmezler bile.

Lehv-el Hadis'in bu şekilde tefsiri Ashab ve tabiin'in birçoğundan nakledilmiştir. Abdullah b. Mesud'a şöyle soruldu: "Bu ayetteki Lehv el-Hadis'in mânâsı ne?" İbn Mesud üç kere tekrarla şöyle cevap verdi: "Vallahi o şarkı söylemektir." (İbn Cerir, İbn Ebi Şeybe, Hakim, Beyhaki) Benzer rivayetler Abdullah, Mücahid, İkrime, Said bin Cübeyr, Hasan Basri ve Makhül gibi alimlerden de nakledilmiştir. İbn Cerir, İbn Ebi Hatim ve Tirmizi, Hz. Ebu Umâme'ye dayanarak Hz. Rasûl'ün şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Şarkıcı kızları satmak, satın almak, onların ticaretini yapmak ve onun üstünden para kazanmak haramdır." Bir başka rivayette bu son cümle "Ve onun üstünden kazanılan parayı yemek haramdır" şeklindedir. Ebu Umâme'den gelen bir diğer rivayet ise şöyledir: "Cariyelere müzik öğretmek ve onların ticaretini yapmak haramdır ve onun üstünden para kazanmak da haramdır." Bu üç hadis'in hepsi de lehv el-hadis'in geçtiği ayetin böyle bir bağlam içinde indirildiğini göstermektedir. Kadı Ebu Bekir İbn'ul-Arabi, Ahkâmu'l-Kur'an'ında, Abdullan İbn Mubarek ve İmam Malik'in Hz. Enes'ten rivayet ettiği bir hadisi nakleder: "Râsulullah şöyle dedi: "Her kim, bir musıkî meclisinde bir şarkıcı kızın (cariyenin) söylediği şarkıyı dinlerse Ahiret günü onun kulaklarına erimiş kurşun dökülecektir." (Sırası gelmişken bu günlerde müzik "kültür"ünün tamamiyle köle-kızlar (cariyeler) aracılığıyla yaygınlaştırıldığını belirtmek gerekir: Hür kadınlar o zaman da "artist" olmazdı. İşte bu yüzden Rasûlullah köle-kızların ticareti hakkında konuşmuş, onlardan gelecek kazancı ve ödenecek ücreti tavsif etmiş ve Arapça'da özellikle köle-kızlar için kullanılan kayna kelimesini şarkıcı kızlar için kullanmıştır.)

8. Yani, "Bu şahıs masallarla şarkılarla, asılsız hikâyelerle halkı cezbedip oyalayarak ilahî vahiyleri alaya almak istemektedir. Niyeti Kur'an davetini alaya almak, maskara etmek ve gülünç duruma düşürmektir. Kafasında Allah'ın diniyle savaşmak üzere bir taktik geliştirmiştir: Hz. Muhammed (s.a) Allah'ın vahiylerini halka tebliğ etmeye başlar başlamaz, büyüleyici, tatlı sesli bir genç kız, bir müzik konseriyle marifetini gösterecek, öte yanda tatlı dilli bir hikayeci İran hikayeleri ve masalları anlatacak ki halk Allah, ahlâk ve ahiret hakkında bir şey dinleyecek halde olmayacak."

9. Bu ceza onların suçlarına uygun olacak. Onlar Allah'ın dinini, vahyini ve Rasûlünü küçük düşürmek, alçaltmak istiyor; Allah, intikamını onlara alçaltıcı bir azap vererek alacaktır.

7 Ona ayetlerimiz okunduğunda, sanki onları işitmiyormuş ve kulaklarında bir ağırlık varmış gibi, büyüklük taslayarak (müstekbirce) sırtını çevirir. Artık sen ona acıklı bir azap ile müjde ver.

8 (Ancak) Gerçekten iman edip salih amellerde bulunanlar ise; onlar için de nimetlerle-donatılmış cennetler vardır.10

9 Orada ebedi olarak kalıcıdırlar. Allah'ın va'di haktır. O, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.11

10 O,12 gökleri dayanak olmaksızın yaratmıştır, bunu görmektesiniz.13 Arzda da, sizi sarsıntıya uğratır diye sarsılmaz dağlar bıraktı14 ve orada her canlıdan türetip-yayıverdi. Biz gökten su indirdik, böylelikle orada her güzel olan çiftten bir bitki bitirdik.

AÇIKLAMA

10. "Onlar için cennet nimetleri vardır" demek yerine, "Onlar için Naim cennetleri vardır." denilmektedir. Birinci durumda mânâ şöyle olacaktı: "Onlar nimetlerden faydalanır, ama cennet (bahçeler) onların değildir."

Varid olan bu ikinci durumda ise bütün bahçelerin onların eline teslim edileceği, onların nimetlerinden sahipleri kendileri olduğu halde faydalanacakları, yani bir şeyi, kullanma hakkına sahip olup da mülkiyet haklarına sahip olmayan kimse gibi olmayacakları kendiliğinden aşikâr hale gelmektedir."

11. Yani, "Hiçbir şey bu sözünü yerine getirmekten kendisini alıkoyamaz. O her ne yaparsa, kesinlikle hikmet ve adaletin gereklerine göre yapar." "Bu Allah'ın gerçekleşecek olan va'didir" buyurulduktan sonra bu iki sıfatın zikredilmesinin amacı, ne Allah'ın bu va'dinden döneceğini ve ne de O'nu va'dini gerçekleştirmekten alıkoyacak herhangi bir gücün bu kainatta bulunduğunu vurgulamak içindir. Dolayısıyla artık kimse iman ve salih amellere mukabil Allah'ın bir mükafat va'dinde bulunduğundan haberi olmadığını ileri süremez, böyle bir ihtimale artık yer yoktur. Dahası Allah'ın bu mükâfatı vereceğine dair apaçık va'di bütünüyle hikmet ve adalet üzere temellenmiştir. O yanlış hüküm vermez. Lâyık bir kimseyi mükafattan mahrum etsin de, olmayana mükâfat versin; bu ihtimale asla yer yoktur. Hakiki iman ve salih ameller üzere olanlar bu mükâfatı kesinlikle alacaklardır ve Allah onu yalnızca onlara bağışlayacaktır."

12. Yukarıdaki giriş cümlelerinden sona ifade-i meram şimdi asıl konuya, yani şirki redd, tevhide davet konusuna yönelmektedir artık.

13. Metinde geçen "Biğayriamedinteravneta" kelimeleri iki anlama gelebilir: a) Onların direksiz durduğunu bizzat görebilirsiniz. b) Onlar sizin göremeyeceğiniz direkler üzerinde durmaktadırlar. İbn Abbas ve Mücahid, ikinci anlamı daha uygun bulmuş; diğer birçok müfessir ise ilk anlamı tercih etmişlerdir. Eğer anlam bu günün tabiat ilimleri açısından izah edilirse gökteki sayısız yıldız ve gezegenin görünür herhangi bir destek ve dayanağa sahip olmaksızın yerlerinde durdukları; onları birbirine bağlayan hiçbir tel ve sicimin bulunmadığı; birinin diğeri üzerine düşmesini engelleyen hiçbir demir çubuğun varolmadığı söylenebilir. Bu, sistemi ayakta tutan çekim kanunudur. Bu tefsir, bu günün bilgisine göredir. Yarın bu günkü bilgimize, hakikatı daha iyi tefsir etmemize yarayacak bir takım yeni ilaveler olabilir.

14. Açıklama için bkz. Nahl an: 12

11 Bu, Allah'ın yaratmasıdır. Şu halde, O'nun dışında olanların yarattıklarını bana gösterin.15 Hayır, zulmetmekte olanlar, açıkça bir sapıklık içindedirler.16

12 Andolsun, biz Lokman'a 17 "Allah'a şükret"18 diye hikmet verdik. Kim şükrederse, artık o, kendi nefsi lehine şükreder. Kim de küfre saparsa, artık hiç şüphesiz (Allah,) Ganî (hiç kimseye ve hiç bir şeye muhtaç olmayan) dır, Hamîd (hamd da yalnızca O'na ait)dir.19

AÇIKLAMA

15. "Diğerleri": İlâh edindiğiniz, akibetinizi belirlediğine inandığınız ve böyle ısrarla taptığınız varlıklar.

16. Yani, "Onlar bu alemde Allah'tan başka herhangi birinin, herhangi bir yaratığını gösteremezlerse ki bunu yapacamayacakları besbellidir, yaratıcı olmayan varlıkları Allah'a eş tutmaları, huzurlarında secde etmeleri, yardımları için onlara niyazda bulunmaları akılsızlıktan başka bir şey olmayacaktır. Çünkü bu tutumu aptallıktan başka bir şeyle izah etmek mümkün değildir. Bir kimse akl-ı selimini yitirmemişse, hem ilâhlarının yaratıcı olmadığını ve yegâne Halık'ın Allah olduğunu önünüzde teslim edip, hem de onların ilâhlığı konusunda ısrar etme gibi bir aptallığı işleyemez. Bir kimse azıcık akl-ı selime sahipse kaçınılmaz olarak, hiçbir şeyi yaratmaya gücü yetmeyen, yerde ve göklerdeki hiçbir şeyin yaratılışında ortaklığı bulunmayan bir varlığın nasıl olur da bize ilâh olabileceğini düşünecektir. İnsan böyle bir varlık önünde niye eğilsin, niye ona bir ilâh olarak tapınsın? Diyelim ki bu varlık duaları işitiyor; hiç bir şey yaratmaya gücü yetmediğine göre onlara nasıl icabet edebilir? Zira, belâlar yalnızca, yaratıcı vasfı bulunan bir varlık tarafından savılabilir! Hiçbir şey yaratamayan biri tarafından değil...

17. Şirki reddedici aklî bir delilin sunulmasının ardından Araplara bu akli bakış açısının kendilerine ilk kez sunulmadığı, kendilerinden önce yaşamış akıllı ve bilge bir halka da, kendi içlerinden çıkmış ünlü bilgeleri Lokman da dahil olmak üzere, aynı şeyin söylendiği anlatılmaktadır. Dolayısıyle, onlar Rasûlullah'ın (s.a.) mesajını "Eğer şirk, aklî olmayan bir itikad ise daha önce yaşamış başkaları niçin ona karşı çıkmamış" diyerek reddedemezler.

Lokman, Arabistan'da alim va hakîm bir kimse olarak tanınırdı. İmra'ul-Kays, Lebid, A'aşa, Tarafa... vd. cahiliye şairleri, şiirlerinde kendisini zikretmiştir. Bazı tahsil görmüş Araplar da Lokman'ın hikmetli sözlerini ihtiva eden Sahife-i Lokman isimli bir külliyata sahipti. Rivayetlere göre Hicret'ten üç yıl önce Rasûlullah'ın (s.a.) Medine ahalisinden etkilediği ilk kişilerden biri de Süveyd bin Samit idi. Süveyd Hacc için Mekke'ye gitmişti. Rasûlullah orada her zamanki gibi çeşitli yerlerden gelen hacılara İslâm'ı tebliğ etmekteydi. Süveyd onun konuşmasını dinleyince şu beyanda bulundu: "Ben de senin vaz'ettiğine benzeyen bir şey var." Rasûlullah onun ne olduğunu sorunca "Lokman'ın Külliyatı" dedi. Sonra Rasûlullah'ın (s.a.) isteği üzerine bir kısmını okudu. Rasûlullah bunun üzerine şöyle dedi: "Bu sözler güzel, fakat bende ondan daha güzel bir söz var." Sonra Kur'an'dan tilâvette bulundu ve Süveyd bunun Lokman'ın hikmetinden daha iyi olduğunu kabul etti. (İbn Hişam cilt: 2, sh: 67-69, Usdu'l-Gabe, cilt: 2, sh: 378) Tarihçilere göre bu şahıs (Süveyd bin Sâmit) kabiliyet, şecaat, asalet ve şairliği sebebiyle Medine'de Kâmil (yetkin) lakabıyla tanınırdı. Fakat Rasûlullah'la (s.a.) karşılaştıktan sonra Medine'ye dönünce bir süre sonra patlak veren Buâs Savaşında öldürüldü. Kabilesinden olanlar onun Rasûlullah ile görüştükten sonra müslüman olduğu kanaatindeydiler.

Tarihî açıdan Lokman tartışmalı bir şahsiyettir. Cehaletin karanlık çağlarında, yazılı tarih diye bir şey yoktu. Tek bilgi kaynağı asırlarca dilden dile dolaşan rivayetlerdi. Bunlara göre bazı insanlar Lokman'ın Ad kavmine mensup olduğu ve Yemen Meliki olduğu düşüncesindeydi. Mevlânâ Seyyid Süleyman Nedvî "Ard el-Kur'an" adlı eserinde bu rivayetlere dayanarak Lokman'ın Ad kavminin ilâhî azaba helâk edilmesinden sonra Hz. Hud'un yanında kurtulan müminlerin kuşağından ve Ad yönetimi altındaki Yemen meliklerinden biri olduğu yolunda görüşünü açıklar. Fakat sahabeden bazı alimler ve tabiinden bazılarından gelen diğer rivayetler bu görüşü desteklemez. İbn Abbas'a göre Lokman, Habeşî bir köleydi; aynı görüşü Ebu Hureyre, Mücahid, İkrime ve Halid er-Rabi de paylaşır. Cabir bin Abdullah Ensari'ye göre o, Nübah'a mensuptu. Said bin el-Müseyyeb ise onun Mısırlı bir Habeşî olduğunu söyler. Bu üç görüş birbirine benzemektedir.

Araplar o günlerde genellikle siyahilere "Habeşî" derlerdi ve Nübah, Mısır'ın Güneyinde, Sudan'ın Kuzey'inde bir bölgedir. Dolayısıyla aynı şahsa, "Mısırlı", "Nûbî" yahut "Habeşî" demek kelimelerdeki farklılığa rağmen bir ve aynı şeydir. Ayrıca Süheyli'nin Ravdu el-Unuf'da ve Mes'udi'nin Mürûc'uz Zeheb'te getirdiği açıklamalar bu Sudan'lı kölenin hikmetinin Arabistan'a nasıl yayıldığı meselesine de ışık tutmaktadır. İkisi de menşe itibariyle Nûbî olan bu şahsın Medyen ve Eyle (şimdiki Akabe) yöresinde yaşadığında müttefiktirler. Arapça konuşmasının ve hikmetinin Arabistan'a yayılmasının nedeni budur. Süheyli ayrıca, Lokman el-Hakem ile Lokman bin Ad'ın iki ayrı şahıs olduğunu, ikisini bir ve aynı şahıs olarak mutalaa etmenin doğru olmadığını beyan eder. (Ravd al-Unuf, Cilt 1, sh. 266; Mes'udi, Cilt, 1, sh. 57)

Burada bir başka şeyin daha açıklığa kavuşturulması gerekiyor. Müsteşrik Derenbourg'un Emsal: Lokman Hakim (Fables De Loqman Le Sage) adıyla neşrettiği Paris'teki Arapça el yazması, Lokman külliyatıyla alakası olmayan uydurma bir nüshadır. Bu masallar M.S. 13.yy. da yaşamış biri tarafından derlenmiş bir kitabın tercümesidir ve yazar yahut mütercimi kitabı Lokman el-Hakim'e izafe etmiştir. Müşteşrikler böyle araştırmaları hep özel bir hedefi gözeterek yaparlar. Kur'an kıssalarının tarihle ilgisi olmayan masallar olduğu ve dolayısıyla onlara güvenilemeyeceğini ispat etmek için böyle sahte ve uydurma metinleri gündeme getirirler. B. Heller'in Eneyclopaedia of Islam'a yazdığı "Lokman" maddesini okuyan, bu adamları harekete geçiren gerçek dürtüyü anlamakta gecikmeyecektir.

18. Yani, "Allah tarafından bahşedilen parlak zekâ, basiret, bilgi ve hikmet'in başlıca amacı, insanın, Rabbi huzurunda itaat ve şükran tavrını benimsemesi, nankörlük ve küfran-ı nimete düşmemesidir. Bu şükür, ifadesini yalnızca dudak ucunda bulmamalı, düşünce, söz ve davranışa yansımalıdır. Kişi akıl ve kalbinin derinliklerinde, neye sahipse Allah tarafından bahşedildiği düşüncesini taşımalı; dili, daima Allah'ın nimetlerini ikrarla meşgul olmalı; ve O'nun emirlerine uyarak, nehiylerinden kaçınarak O'nun rızasını kazanmaya gayret ederek, O'nun kullarına bahşettiği nimeti ve rahmeti anlatarak, Allah'a isyan edenlerle savaşarak, nasıl gerçekten Allah'a şükreden bir kul olduğunu amelde göstermelidir."

19. Yani, "Küfran ve nankörlük edenin bu yaptığı yalnızca kendisine zarar verir. Allah bundan hiçbir şey kaybedecek değildir. O müstağnidir, herhangi birinin şükrüne muhtaç değildir. Herhangi birinin şükrü de O'nun ilâhlığına hiç bir şey eklemez; aynı şekilde herhangi birinin nankörlük ve küfranı, kulları her neye sahipse Allah tarafından verildiği gerçeğinde hiçbir değişiklik yapmaz. Birileri O'nu övsün yahut övmesin, O bizzat övgüye layıktır. Alemdeki her zerre O'nun Kemâl ve Hüsnüne, Yaratıcılık ve Rızık vericiliğine şehadet eder; her mahluk O'nun bu sürekli rahmetine hamd eder.

13 Hani Lokman oğluna -öğüt vererek- demişti ki; "Ey oğlum, Allah'a şirk koşma.20 Hiç şüphe yok şirk, gerçekten büyük bir zulümdür."21

14 Biz insana anne ve babasını (onlara iyilikle davranmayı) tavsiye ettik.22 Annesi onu, zorluk üstüne zorlukla (karnında) taşımıştır. Onun (sütten) ayrılması da, iki yıl içindedir.23 "Hem bana, hem de anne ve babana şükret, dönüş yalnız banadır."

AÇIKLAMA

20. Lokman'ın hikmetinden aktarılan bu kısmî öğüt burada iki sebeble zikredilmektedir: a) O bu öğüdü oğluna verdi ve herkes bilir ki hiçkimse kendi öz oğluna karşı samimiyetsiz olamaz. Bir kimse başkalarını aldatabilir. Onlara iki yüzlü davranabilir fakat hiç kimse en aşağılık biri bile olsa kendi öz çocuklarını aldatmaya yanıltmaya çalışmaz. Dolayısıyla Lokman'ın oğluna şu öğüdü gerçeğin apaçık bir delili olmaktadır. Onun gözünde şirk gerçekten en iğrenç günahtı ve sadece bu sebepten oğluna ilk defa bu zulümden uzak durmayı tavsiye etmişti. b) Bu öğüdün anlatılmasının ikinci sebebi Mekke müşrikleri arasından birçok ailenin, çocuklarını Hz. Muhammed (s.a) tarafından vazedilen tevhid mesajından dönmek ve şirk itikâdına bağlı kalmak üzere zorlamalarıydı. Nitekim bunu izleyen ayetlerde zikredilecektir. Dolayısıyla bu akılsızlara şöyle söylenmiş olmaktadır: "Kendi ülkenizde pek iyi tanınan hakim kimse de, şirk'ten uzak tutmak suretiyle çocuklarının iyiliğini istiyordu. Şimdi, çocuklarınızı aynı şirk inancı üzere kalmaları için zorlamakla çocuklarınızın iyiliğini mi yoksa kötülüğünü mü istediğinize kendiniz karar verin."

21. "Zulm" bir kimseyi hakkından mahrum etmek ve adaletsizce davranmaktır. Şirk büyük bir zulümdür. Çünkü insan yaratıcısı, rızık ve nimet verenine, yaradılışı, rızıklanışı ve bu dünyada hoşlandığı şeylerle nimetlenişinde hiçbir katkısı ve ortaklığı bulunmayan varlıkları ortak koşmaktadır. Bundan daha büyük bir adaletsizlik olamaz. İnsanın yalnızca Allah'a tapması, Yaratıcı'nın insan üzerindeki hakkıdır. Fakat müşrik, başkalarına tapmakta ve Allah'ın bu hakkını çiğnemektedir. Dahası o, Allah'tan başkasına taparken yaptığı her işte, kendi akıl ve bedeninden tutun, yer ve göklere kadar birçok şey sarfeder; oysa bu harcadıkları, bir Allah tarafından yaratılmıştır ve insanın Allah'tan başkasına kulluk ederek onlardan hiçbirini sarfetmeye hakkı yoktur. Hem sonra insanın nefsi üzerinde bir hakkı vardır ki bu, kendisini alçaltmamak ve cezaya müstehak kılmamaktır. Fakat Allah'tan başkasına tapan kişi cezaya müstehak olduğu gibi kendisini de alçaltmaktadır. Bu şekilde müşrik'in bütün hayatı, her yönü ve zamanıyla Zulüm haline gelir. Artık onun aldığı her soluk adaletsizlik ve zulmün bir ifadesi halindedir.

22. Buradan paragrafın sonuna kadar olan ibare Allah'ın Lokman'ın sözünü daha fazla izah etmek için açtığı bir parantezdir.

23. İmam Şafiî, İmam Ahmed, İmam Ebû Yusuf, İmam Muhammed bu sözlerden çocuğun emzirme süresinin iki yıl olduğu sonucunu çıkarmaktadırlar. Bu süre içinde eğer çocuk bir kadın tarafından emzirilirse onlar birbirlerine mahrem olurlar. Yok eğer bu sürenin dışına ve ötesine çıkılırsa, birbirlerine mahrem olmazlar. İmam Malik'in bir sözü de bunu desteklemektedir. Fakat İmam Ebu Hanife tedbir olarak iki buçuk yıllık bir süreyi öngörmüş ve şunu ilave etmiştir; eğer bir çocuk iki yıl hatta daha erken bir süreden sonra kendisini emziren hiçbir kadın ona mahrem olmaz. Ancak eğer çocuğun asıl gıdası diğer gıdalardan az veya çok yiyebiliyor olmasına rağmen hâlâ süt ise, bu süre içinde emzirilmesi çocuğu ve kadını birbirine mahrem kılar. Çünkü ayet, çocuğun illâ da iki yıl emzirilmesi gerektiği anlamına gelmez. Bakara Suresi'inde şöyle denmiştir: "Anneler çocuklarını, emzirmeyi tamamlatmak isteyen babalar için tam iki yıl emzirir." (Bakara: 233) İbn Abbas bu sözlerden şu sonucu çıkarmış ve diğer alimler de buna katılmışlardır; en kısa gebelik süresi altı aydır, zira Kur'an başka bir yerde şöyle demektedir: "Onun taşınması ve sütten kesilmesi otuz ay sürer." (Ahkaf: 15) Bu meşru ve gayri meşru doğumlarla ilgili birçok tartışmayı halletmeye yardım eden önemli bir hukuki noktadır.

15 Bununla birlikte, onların ikisi (annen ve baban) hakkında bir bilgin olmayan24 şeyi bana şirk koşman için, sana karşı çaba harcayacak olurlarsa, bu durumda onlara itaat etme ve dünya (hayatın) da onlara iyilikle (ma'ruf üzere) sahiplen (onlarla geçin) ve bana 'gönülden-katıksız olarak yönelenin' yoluna tabi ol. Sonra dönüşünüz yalnızca banadır,25 böylece ben de size yapmakta olduklarınızı haber vereceğim."26

16 "Ey oğlum,27 (yaptığın iş) gerçekten bir hardal tanesi ağırlığında olsa da, (bu,) ister bir kaya parçasından ya da göklerde veya yer(in derinliklerinde) de bulunsa bile, Allah onu getirir (açığa çıkarır).28 Hiç şüphesiz Allah, lâtif olandır, (her şeyden) haberdardır."

17 "Ey oğlum, dosdoğru namazı kıl, ma'ruf olanı emret, münker olandan sakındır ve sana isabet eden (musibetler)e karşı sabret.29 Çünkü bunlar, azmedilmesi gereken işlerdendir.30

18 "insanlara yanağını çevirip31 (büyüklenme) ve böbürlenmiş olarak yeryüzünde yürüme. Çünkü Allah, her büyüklük taslayıp bölürleneni sevmez."32

19 "Yürüyüşünde orta bir yol tut,33 sesinden de (yüksek perdeleri) eksilt. Çünkü, seslerin en çirkin olanı gerçekten eşeklerin sesidir."34

AÇIKLAMA

24. Yani, "Hakkında, ortağım olup olmadığını bilmediğin kimseyi."

25. "Hepiniz" yani anne, baba gibi çocuklar da.

26. Açıklama için bkz. Ankebut an: 11-12

27. Lokman'ın diğer öğütleri, Rasûlüllah'ın (s.a) sunduğu türden temel inanç ve ahlâki öğretilerin Arabistan'da yeni bir şey olmadığını vurgulamak için burada zikredilmektedir.

28. Yani, "Hiçbir şey Allah'ın ilmi ve kuşatmasından kurtulamaz. Kayanın içindeki bir tohum sizin için gizli olabilir fakat Allah'a malumdur. Göklerdeki bir zerre size çok uzak olabilir. Fakat Allah'a çok yakındır. Toprağın derinliklerinde yatan bir şey sizin için karanlıklarda yatıyor olabilir fakat Allah için aydınlıklar içindedir. Bu yüzden iyi yada kötü, istediğiniz yer yahut zamanda Allah'a gizli kalacak bir şey yapamazsınız. O yalnızca olup biteni bilmekle kalmaz: hesap günü geldiği zaman yaptıklarınızın tam kaydını önünüze koyacaktır.

29. Burada, iyiliği emredip kötülükten sakındıran kimselerin bu dünyada eninde sonunda belâ ve sıkıntılarla karşılacağı gerçeğine ince bir ima vardır.

30. Diğer anlamı şu olabilir: " Bunlar cesaret ve metaneti gerektiren işlerdendir. Halkın ıslahı için kıyam etmek ve bu yolun zorluklarına göğüs germek pısırık ve korkak kimselerin harcı olamaz. "

31. "tusaır" kök itibariyle "saara" dan gelir; bu kelime, devenin dizinde bulunan ve onu yüzünü hep aynı yanda tutmaya zorlayan bir hastalık anlamına gelir. Deyim ise kibir ve büyüklük taslayan, başkalarını küçük görerek yüzünü çeviren şahsın tavrını ifade eder.

32. "muhtalîn" lugatte kendisini beğenmiş: "fehûr" ise başkalarına kendini öven kimse demektir. Bir insan, gururla şişip başkalarının kendi üstünlüğünü kabul etmesini istediği zaman gurur ve kibirle, kendini beğenerek yürür.

33. Bazı müfessirlere göre ayetin anlamı şudur: " Ne hızlı ne de yavaş yürü; ikisinin ortası bir yol tut." Fakat ayetin siyak ve sibakı gösteriyor ki; buradaki mesele, ne adım ne de yürüyüş şeklidir. Hızlı veya yavaş yürümenin kendisinde ahlâken hatalı bir şey olmadığı gibi yürümek için konmuş bir kural da olamaz. Bir kimsenin acelesi varsa hızlı yürümek zorundadır ve şöyle bir dolaşmaya çıkan birinin yavaş yürümesinde herhangi bir sakınca yoktur. Mutedil yürüme için bir ölçü bulunsa bile her şahıs ve her zaman için geçerli bir kanun konamaz. Ayette asıl kastedilen kibirli kibirli yürüyen kimsenin ruh durumunu ıslahtır. Bir kimsenin kibir ve gururu, onun ruh durumunu ve kibrinin sebebini gösteren yürüyüş biçiminde, adım atışında yansır.

Servet, iktidar, güzellik, bilgi,kuvvet ve bu tür şeyler bu insanı gururlu ve kibirli hale getirir ve her biriyle birlikte oluşan bir yürüyüş biçimi vardır. Buna mukabil bir tevazu gösterisi içinde yürümek de bir başka ruhî hastalığın sonucudur. Bazen bir insanın kendini beğenmişliği gösterişe kaçan bir tevazu, takva ve dindarlık şeklini alır ve bu durum, yürüyüşünde yansır. Ve bazen insan bu dünyanın sıkıntılarından o kadar bunalır ki, dünyaya küser ve hasta kimseler gibi yürümeyi âdet edinir. İşte Lokman'ın demek istediği şudur: " Bu akıl ve ruh durumlarından kaçın; gösterişsiz, mütevazi ve asil bir kimse gibi yürü; ne herhangi bir gurur ve kibir gösterişi olsun, ne acziyet ifadesi ve ne de bir takva tevazu gösterişi."

Rasulullah (a.s) ashabının bu meseleyi nasıl anladığı birkaç olaydan çıkarılabilir. Bir keresinde Hz. Ömer bir adamın başı önünde, omuzları düşmüş, süklüm püklüm yürüdüğünü görünce ona şöyle bağırdı: " Başını kaldırda öyle yürü; İslam acizlik değildir. " Aciz ve hasta gibi yürüyen bir başkasını gördü ve şöyle dedi: "Ey sefil; Dinimizi lekeleme." Bu iki olay gösteriyor ki, Hz. Ömer'in gözünde dindarlığın süklüm püklüm yürümekle ve yürürken gereksiz bir tevazu göstermekle ilgisi yoktur. O zaman böyle yürüyen bir adam görse bu davranışın İslamı yanlış temsil edeceğini ve diğer müslümanlara da kasvet vereceğini düşünürdü. Benzeri bir olaya da Hz. Aişe şahit olmuştu. Perişan ve bitkin bir vaziyette yürüyen birini görünçe ona ne olduğunu sordu. Kendisine: " O Kurra'dan (yani Kur'an'ı okumak, öğretmek ve ibadetle meşgul kimselerden biri) " dendi. Bunun üzerine şöyle dedi: " Ömer Kurrâ'nın reisiydi. Fakat yere sağlam basar, bastıra bastıra konuşur ve mecbur kaldığında da iyi bir sopa çekerdi. " (Daha fazla açıklama için bkz. İsra an:43, Furkan an:79)

34. Bu bir kimsenin daima alçak sesle konuşması ve asla sesini yükseltmemesi anlamına gelmez. Eşeğin anırması zikredilerek, konuşurken hangi tür ses ve tondan kaçınılması gerektiğine açıkça işaret edilmektedir. Sesin ve tonun bir alçak ve yüksek, sert ve yumuşak şekli vardır ki tabii ve gerçek ihtiyaç anlarında ihtiyaç hissedilir. Mesela yakın mesafeden veya küçük bir topluluğa konuşan bir insan alçak sesle konuşur; uzak mesafeden veya kalabalık bir topluluğa konuşan insan ise yüksek sesle konuşmak zorundadır. Aynı şekilde şart ve duruma bağlı olarak ses tonu da zorunlu olarak farklı olur. Dua ederken sesin tonu, bir şeyi tel'in ederken ki tondan; iyi dilekte bulunurken ki ses tonu, öfke anındakinden farklı olmak zorundadır. Bunda itiraz edilecek birşey yoktur. Aynı şekilde Lokman'ın öğüdü de, bir insanın durum ve lüzumu gözetmeksizin sesi daima alçak, tonunu daima yumuşak tutmak zorunda olduğuna dair bir anlamı ihtiva etmez. Karşı çıkılması gereken ses bir insanın başkasının gözünü korkutmak, küçük düşürmek ve kabadayıca sindirmek için eşeğin anırması gibi bir ses çıkarması ve anırır gibi bağırmasıdır.

20 Görmüyor musunuz ki, şüphesiz Allah, göklerde ve yerde olanları emrinize amade kılmış,35 açık ve gizli sizin üzerinizdeki nimetlerini36 genişletip-tamamlamıştır. (Buna rağmen) İnsanlardan öyleleri vardır ki, hiç bir ilme dayanmadan, bir yol gösterici ve aydınlatıcı bir kitap37 da olmadan Allah hakkında mücadele38 edip durmaktadır.

21 Onlara; "Allah'ın indirdiklerine uyun" denildiğinde, derler ki; "Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız." Şayet şeytan, onları çılgınca yanan ateşin azabına çağırmışsa da mı (buna uyacaklar)?39

22 Kim ihsanda bulunan40 (biri) olarak yüzünü (kendini) Allah'a teslim ederse,41 artık gerçekten o kopmayan bir kulpa yapışmıştır.42 Bütün işlerin sonu Allah'a varır.

23 Kim de küfre saparsa, artık onun küfrü seni hüzne kaptırmasın.43 Onların dönüşü bizedir, artık biz de onlara yapmakta olduklarını haber vereceğiz. Şüphesiz Allah, sinelerin özünde saklı olanı bilendir.

24 Biz onları az (bir şey ve zaman) olarak metalandırıp-yararlandırırız, sonra da onları ağır bir azaba katlandırırız.

25 Andolsun onlara; "Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye soracak olsan, hiç tartışmasız; "Allah" diyecekler. De ki; "Hamd44 Allah'ındır." Hayır, onların çoğu bilmezler.45

AÇIKLAMA

35. Bir şeyin bir kimsenin emrine musahhar kılınması iki şekilde olur; a) O kimse o şeyden faydalanmaya yetkili kılındırılır. b) O şey o kimseye fayda versin ve onun çıkarlarına hizmet etsin diye bir kanun ve nizama tabi tutulabilir. Allah gökler ve yerdeki herşeyi insana bir ve aynı anlamda musahhar kılmamış; bir kısmını birinci, diğer kısmını ikinci anlamda onun emrine vermiştir. Sözgelişi, insana hava, su, ateş, bitkiler, madenler, davarlar ve diğer birçok şey birinci anlamda; güneş, ay....vs. ikinci anlamda musahhar kılınmıştır.

36. " Görünür nimetler " insan tarafından şu veya bu şekilde algılanan yahut bilinen nimetlerdendir. " Görünmeyen nimetler" ise insan tarafından ne algılanan ne de bilinen nimetlerdir. Kendi vücudunda ve dış dünyasında insanın yararına iş gören sayısız şey vardır. Fakat insan, Halik'in kendisi için hazırladığı, onun koruma ve emniyetini, gelişme ve beslenmesini, sağlık ve mutluluğunu sağlayan nice vasıtaların farkına varmaz. Bilimin çeşitli dallarında insan üzerinde yapılan araştırmalar, Allah'ın daha önce insana gizli kalmış nice nimetini açığa çıkarmıştır. Ve şimdiye dek açığa çıkarılmış olan nimet ve lütuflar, hâlâ gizli olanların yanında çok önemsizdir.

37." Allah hakkında tartışanlar ", şu tür sorular üzerinde münakaşa edenlerdir: Allah var mı yok mu? Allah bir mi yoksa başka ilahlar var mı? Onun sıfatları ve bu sıfatların niteliği nedir? Onunla yaratıkları arasındaki ilişkinin mahiyeti nedir?

38. Yani, " Onlar ne hakikatı doğrudan tecrübe edecekleri veya bizzat müşahede edebilecekleri bir bilgi vasıtasına sahipler, ne hakikatı müşahede ettikten sonra kendilerine kılavuzluk edebilecek bir kimsenin hidayetine ermişler ve ne de inançlarına temel olabilecek ilâhi bir kitapları vardır.

39. Yani, " Herkesin, her ailenin ve kavmin ataları illâ da doğru yolda diye bir şey yok. Bu konuda ileri sürülebilecek tek şey olan, yaşlıların tavsiye ettiği hayat tarzı meselesi de bunun doğruluğuna delil olmaz. Akıl ve i'zan sahibi hiç kimse, yanlış yolda olsalar ve nereye doğru gittiklerini dert etmeseler bile atalarının yolunu körü körüne izlemek gibi bir aptallık yapmaz."

40. " Kim ki.... Allah'a ....": Kim ki kendini bütünüyle Allah'ın hizmetine verir; tüm işlerinde O'na güvenir ve O'nun hidayetini tüm hayatının kanunu kılarsa....

41. Yani amelî olarak da, " Allah'ın itaatkâr kulu" tavrını benimsemelidir.

42. Yani, " O artık, ne yanlış yola sevkedileceği şeklinde bir tedirginliğe, ne de Allah'a kulluk ettikten sonra kötü bir akibetle karşılacağı şeklinde korkuya kapılmaz.

43. Bundan kasıt şudur: "Ey Rasûl, seni dinlemeyi reddedip, İslam'ı inkar etmek ve küfürde ısrar etmekle sana zarar vereceğini sanan kimse aslında sana değil kendine zarar vermektedir. Eğer seni dinlemiyorsa onun hakkında hiç kendini üzme."

44. Yani, "Allah'a şükür ki hiç değilse bunu biliyor ve buna inanıyorsunuz. Kainatın yaradılışında hiçbir payı olmayan O'ndan gayrı bir varlık nasıl hamde lâyık olabilir ?"

45. "İnsanların çoğu Allah'ı kainatın Halık'ı olarak kabul etmenin zarurî sonuç ve gereklerini, bununla neyin çatıştığını bilmez. Bir kimse Allah'ı yerin ve göklerin yaratıcısı olarak kabul ettiği zaman İlâh ve Rabbin yalnızca Allah olduğunu da kabul etmek zorundadır. Yalnızca O'nun ibadet ve itaate lâyık olduğunu, yalnızca O'ndan yardım istenebileceğini ve O'ndan başka hiçbir varlığın, mahlukatın Şârî ve Hakim'i olamayacağını da kabul etmek zorundadır. Birincisi Halık'tan başkasını ilâh kabul etmek akla aykırıdır ve yalnızca cahillerin içine düşebileceği bir çelişkidir. Aynı şekilde bir varlığın yaratıcı olduğuna inanıp, O'nun yarattıkları arasından birini belâları giderici veya bir ilâh, kudret, hüküm ve hakimiyet sahibi bir varlık olarak kabul etmek hiçbir akıl sahibinin teslim ve tasdik edemeyeceği bir çelişki olacaktır.

26 Göklerde ve yerde olanlar Allah'ındır.46 Hiç şüphesiz Allah, Gani (hiç kimseye ve hiç bir şeye muhtaç olmayan)dır, Hamîd (hamd da yalnızca O'na ait)tir.47

27 Eğer yeryüzündeki ağaçların tümü kalem ve deniz de -onun ardından yedi deniz daha eklenerek- (mürekkep) olsa, yine de Allah'ın kelimeleri (yazmakla) tükenmez.48 Hiç şüphesiz Allah, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.

28 Sizin yaratılmanız da, diriltilmeniz de yalnızca tek bir kişi(yi yaratıp sonra diriltmek) gibidir. Şüphesiz Allah, işitendir, görendir.49

29 Görmüyor musun ki, gerçekten Allah, geceyi gündüze bağlayıp-katar, gündüzü de geceye bağlayıp-katar. Güneş ile ayı da emre amade kılmıştır.50 Her biri, adı konulmuş bir süreye kadar akıp gitmektedir.51 Allah yapmakta olduklarınızdan haberdar olandır.

AÇIKLAMA

46. Yani, "Hakikat yalnızca, gökler ve yerin yaratıcısının Allah olduğundan ibaret değildir. Dahası, O, göklerde ve yerde bulunan herşeyin de Rabbidir. Allah bu kainatı yaratıp da, başkaları hepsine yahut bir kısmına hükmetsin diye onu terketmiş değildir. Tam aksine bizzat O, yarattıklarının Rabbidir ve bu kainatta var olan herşey O'nundur. Yalnızca O, ilâhi hak ve kudrete sahiptir; başka hiçbir varlık değil.

47. Bu, yukardaki 19. notta açıklanmıştır.

48. "Allah'ın kelimeleri": Allah'ın yaratıcı işleri, kudret ve hikmetinin tezahürleri. Bu tema yukarıda Kehf Suresi, 109. ayette küçük bir farkla sunulmaktadır. Bir kimse burada mübalağa olduğunu düşünebilir. Fakat insan meseleyi biraz derinden düşünürse aslında burada bir mübalağa olmadığını anlayacaktır. Dünyanın ağaçlarından yapılabilecek tüm kalemler, dünyanın denizlerinden elde edilebilecek tüm mürekkeb; yedi misli deniz de eklensin isterse buna, bırakın Allah'ın kudret, hikmet ve yaratmalarının hepsini, kainattaki yaratıkların tam, yeryüzünde bulunan şeyleri saymak bile imkânsızken insan bu sonsuz kainattaki yaratıkların hepsini nasıl yazabilir?

Burada asıl gaye, insana hiçbir yaratığın ilâh olamayacağını; bu kadar geniş bir kainatı var eden, onun bütün işlerini yöneten, gücü ve kudreti sonsuz olan Allah'a hiçbir yaratığın ortak olamayacağını anlatmaktır. Bırakın bu geniş mülkün yönetimine ortak olmayı, küçük bir parçayı her yönüyle mükemmelen bilmek bile herhangi bir mahlukun gücü dahilinde değildir. Öyleyse bir insan, belki dualara cevap verebiliyordur ve kaderleri yazıp bozabiliyordur diye o veya bu mahlukun ilâhi kudrete ve hakimiyetine herhangi bir ortaklığa sahip olduğunu nasıl düşünebilir?

49. Yani, "O kainattaki bütün sesleri bir ve aynı zamanda işitir; hiçbir ses, bir diğer sesi duymasını engelleyecek kadar O'nun işitmesini sekteye uğratamaz. Aynı şekilde O, bütün kainatı, içindeki bütün ayrıntısına varıncaya kadar, nesne olsun, olay olsun bir ve aynı zamanda görür ve hiçbir şey, başka bir şeyi görmesini engelleyecek kadar O'nun görüşünü sekteye uğratmaz. Aynı mükemmellik insanın yaradılışı ve yeniden yaradılışı için de söz konusudur. O, yaradılışın başlangıcından beri doğmuş ve kıyamete kadar da doğacak olan insanları aynı anda yeniden yaratmaya muktedirdir. Hiçbir insanın yaradılışı, O'nun aynı anda diğer insanları yaratmasını engelleyecek kadar O'nun yaratıcı gücünü sekteye uğratmaz. Çünkü O'nun için bir tek insanın yaradılışıyla milyarlarca insanın yaradılışı denktir, bir ve aynı şeydir.

50. Yani, "gündüz ile gecenin sabit ve düzenli biçimde zuhur edip dönüşmesi, kendiliğinden, güneş ve ayın bir sisteme boyun eğdiğini gösterir. Güneş ve Ay burada özellikle zikredilmiştir. Çünkü her ikisi de göğün önde gelen cisimleridir. O kadar ki, en eski dönemlerden beri insanoğlu bunlara ilâh olarak tapmıştır ve bugün bile birçok kimse için durum böyledir. Ancak gerçek şu ki, Allah, Arz da dahil olmak üzere kainatın tüm yıldız ve gezegenlerini kendisinden bir parmak bile sapamayacakları bir sisteme bağımlı kılmıştır."

51. Yani, ister güneş olsun ister ay, isterse diğer yıldız ve gezegenler alemde hiçbir şey ebedi değildir. Herşeyin bir eceli vardır ve vazifesini ancak vadesi gelinceye kadar sürdürebilir. Herşeyin var olmadan önceki zaman içinde bir başlangıcı ve ondan sonra olamayacağı bir sonu vardır. Bu, böyle geçici ve güçsüz varlıkların insanın tanrıları olamayacağı gerçeğini içerir.

30 İşte-böyle; hiç şüphesiz Allah, O, Hak olandır52 ve hiç şüphesiz O'nun dışında tapmakta oldukları (tanrılar) ise batıldır.53 Hiç şüphe yok Allah, yücedir, büyüktür.54

31 Görmüyor musun ki, size ayetlerinden (bazılarını) göstermesi için,55 gemiler Allah'ın nimetiyle denizde akıp gitmektedir! Hiç şüphe yok bunda, çok sabreden, çok şükreden için gerçekten ayetler vardır.56

32 Onları kara gölgeler gibi dalgalar sarıverdiği zaman, dini yalnızca O'na 'halis kılan gönülden bağlılar' olarak Allah'a yalvarıp-yakarırlar (dua ederler). Böylece onları karaya çıkarıp-kurtarınca, artık onlardan bir kısmı orta yolu tutuyor.57 Bizim ayetlerimizi gaddar, nankör58 olandan başkası inkâr etmez.

AÇIKLAMA

52. Yani, gerçek Hakim Allah'tır. Mahlukat ve onun düzeni üzerindeki güç ve kudretin gerçek sahibi yalnızca O'dur.

53. Yani, " Onlar hayalinizin kuruntularıdır. Falanın uluhiyete ortak olduğunu, filana zorlukları savacak, ihtiyaçları giderecek gücün verildiğini siz kendiniz uyduruyorsunuz. Oysa aslında bunlardan hiçbiri herhangi bir şeyi kılma veya kılmama gücüne sahip değildir.

54. Yani, "O, huzurunuzda herşeyin kendisinden aşağıda durduğu en yüce varlık'tır. Ve huzurunuzda herşeyin kendisinden küçük olduğu en büyük varlıktır. "

55. Yani, " Bu ayetler de göstermektedir ki tüm güçler yalnızca Allah ile vardır. İnsan, deniz yolculukları için dilediği gibi güçlü ve dayanıklı gemiler yapabilir; denizcilik biliminde bu alanda ilgili bilgi ve tecrübe de belli bir ilerleme kaydedebilir. Fakat yalnızca bunlar, Allah'ın inayetiyle korunmaksızın güvenli bir yolculuğun garantisi olamaz; özellikle denizdeki korkunç güçlerle burun buruna gelindiğinde... Allah'ın yardım ve inayeti çekilir çekilmez insan bilimlerine ait vasıta, kaynak ve bilgilerinin ne kadar zayıf ve yetersiz olduğunu hemen anlar. Aynı şekilde bir kimse sükûn ve emniyet içindeyken bir ateist veya müşrik olarak yaşayabilir; fakat kayığı fırtınalı bir denizde sallanmaya başladığında bir ateist bile anlar ki Allah vardır ve bir müşrik bile anlar ki yalnızca bir Allah vardır. "

56. Yani, " insanlar sözü edilen iki niteliğe sahip olduklarında bu ayetler aracılığıyla hakikati tanır,tevhid'i açık seçik biçimde kavrar ve önce sebat eder, sabır gösterir. İlk nitelik onların sabırlı olmaları gerektiğidir. Onlar sebatsız, gel-geç tavırlı değil sabit ve ısrarlı olmalıdırlar; iyi ya da kötü, zor ya da kolay, lehte ya da aleyhte hangi şartlar altında olursa olsun dirençle hak inançta sabit kalmalıdırlar. Zor günler geldiğinde boyun büküp Allah'ı tamamen unutmak gibi bir zaafa düşmemelidirler. Yahut bunun tam tersine, Allah'a ibadet edip de, işler yolunda gitmediğinde O'nun hakkında küstahça sözler sarfedenlerin durumuna da düşmemelidirler. Diğer nitelik ise onların şükredenlerden olmalarıdır. Onlar nankörlük ve şükran yoksunluğunu tasvib ve tasdik etmemeli, verene karşı besledikleri şükran hissini her fırsatta açığa vurmalıdırlar. "

57. " İktisad"ın sözlük anlamı, sadık(doğru) olmak anlamına da, mutedil olmak anlamına da gelebilir. Birinci anlamında ayet şu demek olur: "Onlardan yalnızca birkaçı fırtınaya tutulduklarında izlemeye söz verdikleri tevhid üzere kalır ve kıyıya çıktıktan sonra da sadıklardan olurlar." Eğer mutedil anlamına alınırsa ayet şu demek olur.

" Onlardan bir kısmı dinsizlik ve şirklerinde daha mutedil, daha esnek bir tavır alır yahut felaket ihtimalinin etkisiyle eski inançlarına olan coşku ve bağlılıklarının bir kısmını yitirir. " Pek muhtemeldir ki Allah bu anlam yüklü ibareyi iki durumu da aynı anda ima etmek için kullanmış olsun. Gaye muhtelemen bir deniz kasırgası esnasında herkesin zihninin kendiliğinden rayına oturduğuna ve herkesin dinsizlik ve şirkten vazgeçip bir olan Allan'tan yardım istediğine işaret etmektir. Fakat emniyet içinde kıyıya varır varmaz içlerinde pek azı bu tecrübeden ders ve ibret almış görünür. Dahası bu küçük topluluk üç gruba ayrılır: Kıyıya çıktıktan sonra da bu inanca sadık kalanlar; inançsızlıklarında inattan vazgeçip mutedil hale gelenler ve bu tehlikeyle geçici olarak bağlılık duygularından bir kısmını yitirenler.

58. Bu iki nitelik daha önceki ayette anılan iki niteliğin tam zıttıdır. Hain, tam anlamıyla sadakatsiz, söz ve vaadine uymayan kimsedir. Nankör ise kendisine sağlanan iyilik, kâr ve yararı teslim etmeyen ve hatta bu nimetleri kendisine verene karşı âsice davranandır. Bu niteliklere sahip olanlar tehlikede tereddüt etmezler. Afaklarında olduğu gibi, enfüslerinde de bir takım ayetleri idrak ettiklerini unutmuş görünürler; aslında fırtınaya tutulduklarında Allah'ın varlığı ve birliği hakkında müşahede ettikleri âfaki ayetler ile Allah'a yalvarırken müşahede ettikleri enfüsi ayetler aynı hakikati idrak etmelerinin bir sonucuydu. Aralarındaki dinsizler bu davranışlarını şöyle açıklamaya kalkışır: " O, bizim karışık ve şaşırtıcı bir durumda açığa vurduğumuz bir zaaftı. Oysa bizi fırtınadan kurtarmış olabilecek bir Allah yoktur. Biz aslında şu,şu alet,vasıta ve kaynaklar sayesinde paçayı kurtardık." Müşriklere gelince onlarda genellikle şöyle bir telâfi mekanızmasına başvururlar: " Biz zaten şu velinin, şu tanrı ve tanrıçanın koruması altındaydık; onlar sayesinde kurtulduk." Böylece, kıyıya çıkar çıkmaz bu bâtıl ilâhlara şükranlarını sunmaya başlarlar ve tapınaklarında onlara hediye sunarlar. Bütün umutlarını yitirdikleri ve Allah'tan başka kendisinden yardım isteyecekleri kimse kalmadığı zamanı hatırlamak onları hiç rahatsız etmez.

33 Ey insanlar, Rabb'inizden korkup-sakının ve öyle bir günün azabından çekinip-korkun ki, (o gün hiç) bir baba, çocuğu için bir karşılık veremez ve (hiç) bir çocuk da babası için bir şeyi verebilici değildir.59 Hiç şüphesiz Allah'ın va'di haktır.60 Artık dünya hayatı sizi aldatmaya61 sürüklemesin ve aldatıcı(lar) da sizi Allah ile62 aldatmasın.

34 Kıyamet saatinin bilgisi, şüphesiz Allah'ın katındadır. Yağmuru yağdırır; rahimlerde olanı bilir. Hiç kimse, yarın ne kazanacağını bilmez. Hiç kimse de, hangi yerde öleceğini bilmez. Hiç şüphe yok Allah bilendir, haberdar olandır.63

AÇIKLAMA

59. Yani, "Bir kimsenin arkadaşı, lideri, manevi mürşidi... vs. ile olan ilişkisi, anne baba ile çocuklar arasında varolan ilişki kadar yakın ve sıkı değildir. Fakat diriliş günü baba ile oğul bile birbirine yardım edemeyecektir. Baba öne atılıp oğlunun günahlarına karşılık kendisinin cezalandırılabileceğini söyleme cesaretini bulamayacak; oğul da babasının yerine cehenneme kendisinin gönderilebileceğini söyleyemeyecektir. Baba ile oğul birbirine yardım etmezken bir kimse orada başka biri için bazı şeyler yapabileceğini nasıl umabilir? Bu dünyada başkası uğruna ahiretini heba eden yahut başkalarına bağlanarak, sapkınlık ve günah yolunu seçen şahıs aptalın ta kendisidir.

İşin burasında, 15. ayetin muhtevası da nazarı itibare alınmalıdır. Hatırlanacağı üzere, bu ayette çocuklara, her ne kadar dünya işlerinde ellerinden geldiğince onlara hizmette bulunmak borcundalarsa da, din ve itikad meselelerinde anne ve babalarına kulak asıp sapıtmaya yanaşmamaları tavsiye edilmekteydi."

60. "Allah'ın vaadi": Allah'ın mahkemesi kurulup da herkesin amellerinin hesabını vermek üzere çağrılacağı yeniden diriliş va'di.

61. Bu dünya hayatı, yalnızca sathî görüş sahiplerini türlü yanlışlıklara sevkeder. Kimisi hayat ve ölümün yalnızca bu dünyada olduğunu, bu dünyadan sonra başka hayatın olmadığını, dolayısıyla ne yapabilirse bu dünyada ve şimdi yapması gerektiğini sanır. Servet, iktidar ve refah içinde kaybolmuş bir başkası, öleceğini unutur. Azamet ve iktidarının hiç son bulmayacağı gibi aptalca bir fikre kapılır. Kimisi manevî ve ruhî gayeleri küçümseyerek maddi kazanç ve zevkleri yegâne gaye olarak görür: "Hayat standardı" dışında hiçbir şeye, hiçbir önem vermez. Bunların sonucu olarak insanlığın standardı giderek daha mı düşüyormuş, hiç umursamaz. Bazıları ise dünyevî refahın, doğruluk ve yanlışlığın asıl ölçüsü olduğunu, refaha getiren bütün hayat tarzlarının doğru, refaha zıt düşen herşeyin yanlış olduğunu sanır. Bir başkası ise bolluk içinde yüzmeyi, Allah'ın seçtiği kul olmanın alâmeti olarak görür. Zenginliğe ulaşabileceği vasıtaları hiç mesele etmeksizin bu dünyada zengin ve müreffeh olan kimsenin Allah'ın sevgilisi olduğu, " isterse doğruluk ve dürüstlük aşkına katlansın bu dünyada sefil bir hayat sürenin ahirette de sefil bir hayat süreceği" şeklinde bir kanunun varolduğunu düşünür. Bu tür yanlış anlamalar, Allah tarafından "dünya hayatının aldanışları" olarak isimlendirilmektedir.

62. "El-Garür" (aldatıcı) şeytan da olabilir, bir insan da, bir insan grubu da; hatta insanın kendi nefsi bile olabilir yahut başka bir şey ... Bu kapsamlı ve anlam yüklü bir kelimenin belirli bir şahıs veya nesneye delâlet etmeksizin genel anlamda kullanılmasının nedeni farklı insanlar için farklı aldanma vesileleri bulunmasıdır. Bir şahsı doğru yoldan yanlış yola sevketmek ve yönlendirmek üzere ayartıp aldatan belli vesile veya vasıtalar o şahsın özel durumuna uygun düşen el-garür'ü olacaktır.

"(Bir kimseyi) Allah hakkında aldatmak" deyimi de sayısız aldatma türlerini içeren kapsamlı bir deyimdir. "Aldatıcı" bir insanı Allah'ın olmadığı fikriyle aldatırken; bir başkasını, Allah'ın alemi yarattıktan sonra elini onun kontrolünden, insanların yönetilmesinden çektiği ve bir daha onunla ilgilenmediği fikriyle aldatır; bir diğerini ise "Allah'ın bazı seçkin kulları vardır, eğer onların yakınlığını kazanırsanız, ne yapabilirseniz yapın affınız garanti " diyerek aldatır.

Bir başkasını da şöyle diyerek: " Allah çok bağışlayıcı, çok merhametlidir, çekinmeden günah işlemeye devam edebilirsiniz, nasıl olsa her günahınız daima affa mazhar olacaktır." Kimine ise kaderci bir fikir ilham ederek onu saptırır: "Yaptığın herşey önceden belirlenmiştir. Kötülük işlediğinde onu sana işleten Allah'tır. İyilikten kaçındığında seni ondan uzaklaştıran Allah'tır. İşte bunlar gibi insanı Allah katında aldatan sayısız ayartı biçimleri vardır. Fakat tahlil edildiğinde tüm hata, günah ve cürümlerin temel sebebinin insanın o veya bu şekilde Allah hakkında aldatılması ve her nasılsa bir takım itikadî sapma ve ahlâkî hatalara sevkedilmesi olduğu açıkca ortaya çıkacaktır."

63. Bu ayet aslında, müşriklerin kıyamet ve ahiret va'dini Rasûlüllah'tan duyduklarından beri tekrar tekrar sordukları, kıyametin ne zaman kopacağı sorusuna bir cevaptır. Kur'an bunu, bazı kere soruyu zikrederek bazen de muhataplar ne sordukları bildikleri için zikretmeden cevaplandırmaktadır. Bu da sorunun, kendisi zikredilmeksizin cevaplandırdığı ayetlerden biridir.

"Kıyametin vaktiyle ilgili bilgiye yalnız Allah sahiptirki" şeklinde ilk cümle sorunun asıl cevabıdır. Bunu izleyen dört cümle ise asıl cevabı pekiştirmek içindir. Tüm delilin anlamı şudur: Ey İnsan! Sen hayatta pek yakın ve içli dışlı olduğun bu şeyler hakkında bile hiçbir şey bilmiyorken, nasıl olur da tüm alemin sona ereceği vakti bilebilirsin? Senin bereket içinde yüzmenle, kıtlık içinde çaresiz kalman temelde yağmura bağlı. Oysa yağmurun kontrol ve düzeni tümüyle Allah'ın yed'i kutretinde, istediği zaman, istediği yere ve istediği kadar yağmuru o gönderiyor ve istediği zaman da gördermeyiveriyor. Belli bir yere belli bir zamanda ne kadar yağmur düşeceğini hangi ülkenin ondan mahrum kalacağını, hangisinin yağmurdan zarar göreceğini tamamen bilmiyorsunuz. Neslinizi gelecekte sürdürecek olan sperm damlalarıyla karınız dölleniyor, fakat siz onların rahimlerinde şekillenen şeyin iyi mi kötü mü olduğunu bilmiyorsunuz. Yarın başınıza ne geleceğini dahi bilemiyorsunuz. Ani bir kaza kaderinizi değiştirebilir, fakat siz böyle bir olayı bir dakika öncesinden bile kestiremiyorsunuz. Şimdiki yaşantınızın nerede son bulacağını bilmiyorsunuz. Allah tüm bu bilgileri kendine saklamıştır ve size bunlar hakkında hiç bilgi vermemektedir. Aslında önceden tedbir alabilesiniz diye bunları bilmek istiyorsunuz. Fakat tamamen Allah'ın emir ve tasarrufunda olan şeylerin bilgisine bir yol bulamazsınız. Aynı şekilde dünyanın sonu hakkında da Allah'ın emir ve kararını beklemekten başka seçeneğiniz yok. Ayrıca bununla ilgili bilgi ne bir kimseye verilmiştir ne de verilebilir.

Burada bir şeyin daha çok iyi anlaşılması gerekir ki o da şudur: Bu ayet Allah'ın bildiği gaybî ve sırrî şeylerin tam bir listesini vermiyor. Belli bir tasavvura yol açsın diye yalnızca en belirgin şeylere işaret ediliyor. Üstelik bunlardan insanın en içli dışlı yaşadığı fakat farkında olmadığı, bilmediği, yalnızca Allah'ın bildiği gaybi ve sırrî şeylerin beş taneden ibaret olduğu sonucu çıkarılmamalıdır. İşin aslı, Gayb, mahlukata gizli fakat Allah'ın bilgisi için apaçık olan bu türden herşeyi içine alır ve böyle şeyler sayısız ve sınırsızdır. (Bununla ilgili ayrıntılı bilgi için Neml Suresi, 65. ayete ve ilgili açıklama notlarına bakınız.)

LOKMAN SÜRESİ(Seyyid KUTUB)

1- Elif, lam, mim.

2- Bunlar, hikmetli Kitab'ın ayetleridir.

3- Bunlar güzel davrananlara yol gösterici ve rahmettir.

4- İşte onlar ki, namaz kılarlar, zekât verirler, ahirete de kesin olarak inanırlar.

5- İşte onlar Rabb'lerinin göstermiş olduğu doğru bir yol üzeredirler ve kurtuluşa erenlerdir.

Açılışın "Elif, lam, mim"den oluşan kopuk harflerle olması ve bunların "Bunlar, hikmetli Kitab'ın ayetleridir" olarak tanıtılması -harflerle başlayan surelerde ki, gibi- Kitab'ın ayetlerinin bu harflerin türünden oluştuğuna dikkat çekmek içindir. Kitab'ın hikmetle nitelendirilmesinin seçilmesi ise; hikmet konusunun bu surede yinelenir olmasıdır. Dolayısıyla da, Kitab'ın Kur'an-ı Kerim'in yöntemine uygun atmosferi içindeki niteliklerinden bu niteliğin seçilmesi uygun düşmektedir. Yine Kitab'ın hikmetle nitelendirilmesi ona canlılık ve iradelilik kimliği vermektedir. Sanki o, söz ve yöneliminde hikmetlilikle nitelenen, söylediğini kasıtlı söyleyen ve hedeflediğini isteyen canlı bir varlıktır. Doğrusu o, gerçeği açısından da öyledir. O ruh, hayat ve hareket içerir. O özgün üstün kimlik sahibidir. O yabancılığı hemen aradan kaldırır. O'nun, onunla yaşayan, gölgesinde canlanan, ona içtenlikle özlem duyup canlı ile canlı, dostla dost arasındaki etkileşim gibi bir etkileşim duyanların algıladığı bir arkadaşlığı vardır!..

Bu hikmetli kitap veya ayetleri "bunlar güzel davrananlara yol gösterici ve rahmettir." İşte sürekli ve özgün özelliği. Güzel davrananlara yol gösterici ve rahmet olması. Onları uyanların sapıtmadığı yola ileten bir rehber ve hidayetin kalbe döktüğü, kuşkudan kurtulma, gönül rahatlığı, kararlığa kavuşma ve ulaştırdığı kazanım, hayır ve kurtuluş ile namaz ve onunla (Kur'an'la) doğru yolu bulan kalpler, bu kalplerle içinde yaşadıkları evrenin kanunları, doğru yolda olan kalplerle bozulmamış fıtratın tanıdıkları değerler, durumları ve olayları bağlantılaması açısından da rahmettir...

İyilik edenler: "İşte onlar ki, namaz kılarlar, zekât verirler, ahirete de kesin olarak inanırlar." Namazın hikmeti, bilinç ve davranışlara etkisi, gerekleri yerine getirilerek zamanında ve eksiksizce kılınmasıyla gerçekleşir. Rabb'le kalp arasındaki o güçlü bağın oluşması ve Allah'a yakınlık duygusunun olgunlaşmasını sağlayan da aynı etken olup kalpleri namaza bağlayan tatlılık da ancak o zaman algılanmaktadır... Zekâtın verilmesi, nefsin yapısal cimriliğine üstünlük kurması ve toplumsal hayat için insanların birbirlerine karşı sorumlu ve yardımlaşır olmalarına dayanan bir sistem oluşturulmasını sağlamaktadır. O sistemde zenginler ve yoksullar güven, iç rahatlığı, lüks yaşantı ve yoksulluğun dejenere etmediği kalplerin sevecenliğini bulurlar. İnsan kalbinin uyanıklığı, Allah'ın katındakini ön plana alması, toprağın çelmelerine üstünlük sağlaması, dünya hayatının çıkarının üstüne yükselmesi, gizli açık, büyük-küçük her şeyde Allah'ın kontrolünü hissetmesidir. Peygamberimize sorulduğunda "Allah'a O'nu görür gibi kulluk etmendir. Sen O'nu görmüyor olsan da, O seni görmektedir." (Buhari) Bu sözlerle tanımlanan "ihsan" düzeyine ulaşılması ise ahirete kesin iman ile sağlanmaktadır.

Kitab'ın yol gösterici ve rahmet olduğu kişiler, işte bu iyilik edenlerdir. Çünkü onlar kalplerindeki açılım ve duyarlık sayesinde, bu Kitap'la birliktelikte rahatlık, gönül huzuru buluyor, yapısındaki yol göstericilik ve ışığa ulaşıyor, hikmetli hedeflerini kavrıyor, gönülleri, aralarındaki pürüzleri temizleyerek onunla paralellik, uyum, yönelim birliği içinde olduklarını ve yolun aydınlık olduğunu algılıyor. Bu Kur'an kalplere, içerdikleri duyarlılık, açılım Ve O'ndan geleni sevgi,istek ve saygı ile Karşılamalarına göre bir şey vermektedir. O dost kalplere şefkat gösteren, titreyerek özlemle O'na yönelen duygulara karşılık veren canlı bir varlıktır.

Namazı kılan, zekât veren ve ahirete kesin inananlar... "İşte onlar Rabb'lerinin göstermiş olduğu doğru bir yol üzeredirler ve kurtuluşa erenlerdir." Kime hidayet edilmişse kuşkusuz o kurtulmuştur. Artık o aydınlıkta yürümektedir, amaca ulaşacak, dünyada ve ahirette sapıklığın cezasından kurtulacaktır. Bu gezegen üzerindeki yolculuğunda içi rahattır. Adımları, gezegenlerin dönmeleriyle, varlığın kanunlarıyla uyum içindedir. Dolayısıyla varlıktaki her oluşumla; karşılıklı anlayış, birbirlerinden eminlik ve yakınlık duymaktadır.

İNSANLARDAN GERÇEĞE KARŞI SAĞIR OLANLAR

Bunlar, Kitap ve ayetleriyle doğru yolu bulan, iyilik eden, namaz kılan, zekât veren, ahirete kesin inanan, dünya ve ahirette kurtuluşa erenler... Bunlar bir grup... Karşılarında da başka bir grup var:



6- İnsanlardan öyleleri var ki, herhangi bir bilgiye dayanmadan insanları Allah'ın yolundan saptırmak ve onunla alay etmek için gerçeği boş sözlerle değişirler. İşte alçaltıcı azap bunlar içindir.

7- Ayetlerimiz o sapık kimseye okunduğu zaman sanki onları hiç işitmemiş, sanki kulaklarında ağırlık varmış gibi büyüklenerek sırt çevirir. İşte onu can yakıcı azapla müjdele!

Ayetteki "Gerçeği boş sözlere değişirler" tanımlamasıyla kalbi eğlenceye yönelten, vakti yiyip hayır getirmeyen ve yeryüzünde hayır ve adaletle onun kalkındırılması için görevlendirilen insanın islâmın yapısı, sınırları ve araçlarını belirleyip yol çizdiği görevine yakışır bir ürün vermeyen, her tür söz kastedilmektedir. Nas, her zaman ve her yerde bulunan insanlardan herhangi bir örnek için geneldir. Kimi rivayetler, ayetin ilk islâm toplumunda cereyan eden belirli bir olayı tasvir ettiğine işaret etmekteler. Nadir b. Haris: Farslar'ın malları, kahramanları ve savaşlarını içeren kitaplarını alıyor, Resulullah'dan Kur'an dinlemeye gidenlerin yoluna oturarak, onları bu masalları dinlemeye çekmeğe ve onlarla Kur'an-ı Kerim'in kıssalarını dinleme ihtiyaçlarını duymamalarını sağlamaya çalışıyordu. Fakat, ayet bu özel olaydan daha kapsamlıdır. Şayet rivayet doğru ise, o da nasın kapsamında kalır. O, insanlardan her çağda varolan nitelikleri açık bir grubu tasvir etmektedir. Nitekim ilk davet dönemi olan bu ayetlerin indiği Mekke dönemi ortamında da bu tür insanlar bulunuyorlardı.

"İnsanlardan öyleleri var ki, gerçeği boş sözlerle değişirler." Onu, malı, zamanı, hayatı karşılığında satın alır. Bu yüksek ücretleri ucuz bir eğlence için öder. Geri gelmez döndürülmez sınırlı ömrünü onda tüketir. Bu geçici eğlencelikleri "Herhangi bir bilgiye dayanmadan insanları Allah'ın yolundan saptırmak ve onunla alay etmek için" satın alır. O artık bilgi yolları kapatılmış bir cahil olup, girişimlerinde bilgiye dayanmamakta, hikmetten yararlanmamaktadır. O kötü niyetli ve kötü amaçlıdır. Allah'ın yolundan saptırma arzusu içindedir. Hayatın tükettiği bu geçici eğlenceliklerle kendisini ve başkalarını doğru yoldan saptırmaktadır. O Allah'ın yolunu eğlence edinen ve Allah'ın hayat ve insanlar için çizdiği programı alaya alan bir edepsizdir. Burada Kur'an bu gruba, hallerinin tasvirini tamamlamadan önce düşecekleri rüsvalıkla tehdit ederek yaklaşıyor. "İşte alçaltıcı azap bunlar içindir." Burada azabın küçük düşürücülükle nitelenmesi, edepsizlik ve Allah'ın yaşama düsturu ile dengeli yolunu alaya almaya, karşılık vermeye yöneliktir.

Sonra bu grubun "Ayetlerimizi o sapık kimseye okunduğu zaman sanki onları hiç işitmemiş, sanki kulaklarında ağırlık varmış gibi büyüklenerek sırt çevirir." İçinde haktan yüz çeviren, onu küçümseyerek böbürlenen kişinin görünüşünü çizen, bir hareket gözlemlenen sahne. Burada ona, bu görüşünü aşağılamaya çağıran onun durumuna uygun düşen aşağılayıcı bir eleştiri yöneltiliyor. Sanki kulaklarında ağırlık var." Sanki onu Allah'ın saygın ayetlerini dinlemekten alıkoyan kulaklarındaki bu ağır işitme kusurudur. Yoksa işitebilen bir insan onları işitmeyip, böyle çirkin biçimde neden onlardan yüz çevirsin. Bu aşağılayıcı tanıtımı somut bir küçümseme ile tamamlıyor: "Onu can yakıcı azapla müjdele." Burada müjdeleme alaycı müstekbirlerin davranışına uygun düşen küçümsemeden başka bir şey değildir.

MÜ'MİNLERİN MÜKAFATI

Haktan yüz çeviren, büyüklenen kâfirlerin görecekleri karşılığa ilişkin geçen konunun ilintisi dolayısıyla, surenin başında geçen, görevlerini yerine getiren mü'minlerin görecekleri karşılıktan söz açarak, başlangıçta kısaca değindiği kurtuluşlarının nasıl olacağına biraz açıklık getiriyor:



8- İnanıp yararlı iyi işler yapanlar için nimeti bol cennetler vardır.

9- Orada ebedi olarak kalacaklardır. Bu, Allah'ın gerçek vaadidir. O güçlüdür, hakimdir.

Kur'an'da nerede ahirette görülecek karşılık hatırlatılsa, onun öncesinde imanla birlikte salih amel hatırlatılır. Bu inanç sisteminin yapısı, imanın gizli, işlevsiz, durgun, soyut bir gerçek olarak kalpte varlığını sürdürmemesini gerektirir. O canlı, aktif, hareketli bir gerçek olup; neredeyse eylem, hareket ve davranışla kendisini ispatlamak ve iç dünyada olanı haber veren, açık olgu dünyasında etkinliklerle yapısını ortaya koymak için harekete geçinceye kadar kalpte yer edinemez, oluşumunu tamamlayamaz.

İnanıp salih amelle imanlarını ispatlayanlara ``İnanıp yararlı iyi işler yapanlar için nimeti bol cennetler vardır." Allah'ın hak vaadinin gerçekleşmesi olarak bu cennetler ve bu sonsuz yaşayış onların olacak. "Bu Allah'ın gerçek vaadidir." Görüldüğü gibi, yaratanın kullarına lütfu; onların eksikliklerden biri olan, O'na değil kendilerine iyiliklerine karşılık olarak onlara ihsanı kendisine gerekli kılma ölçüsüne ulaşmaktadır. Onların iyiliği yaratana değil, kendilerinedir. Çünkü O'nun hiçbir şeye ihtiyacı yoktur."O güçlüdür, hakimdir." O vaadini gerçekleştirmeye kadirdir. O yaratma, vadetme ve hedeflediğini gerçekleştirme konusunda yaptığına tam egemendir. Allah'ın kudretinin ve hikmetinin alameti ve surenin akışı içinde geçen meselelerin delili, kimsenin ne kendisinin ne Allah'dan başka birinin yarattığını iddia etmediği bu görkemli büyük evrendir. O görünüşü uyumlu, sistemi duyarlı, görkemli ve büyük olduğundan, insanın benliğini yakalayıp aklına üstünlük sağlayarak insan yapısının karşısına göz alıcı biçimde dikildiğinden, insan yapısı ondan kaçamamakta veya yüz çevirememekte, eşsiz yaratıcının birliği ve açık gerçeği çiğneyerek O'na başka ortaklar koşanın sapıklığını kabul etmekten başka bir şey yapamamaktadır:



10- Allah, gökleri gördüğünüz gibi direksiz yarattı. Sizi sarsmasın diye yere sabit dağlar yerleştirdi ve orada her çeşit canlıyı yaydı. Gökten su indirip orada her güzel çifti bitirdik.

11- İşte bunlar Allah'ın yarattıklarıdır. O'ndan başkası ne yarattı? Doğrusu o zalimler, açık bir sapıklık içindedirler.

Gökler, bilimsel veya herhangi bir araştırma yapılmaksızın, yüksek geniş görkemli dış görünüşüyle bakış ve hisle yüzyüzedir. Sözü edilen göklerden kanıt ister, ne olduğunu kesin olarak kimsenin bilmediği, gözün gördüğü bu kubbenin, insan için taşıdığı anlam değişmez. Gökler bu veya diğeri olsun, onda insanların gece-gündüz görebildikleri her yerde, direğe dayanmaksızın asılı duran görkemli büyük yaratıklar mevcuttur. İnsanlar gezegenleri üzerinde, onlardan ne ölçüde uzak kalırlarsa kalsınlar; onların baş döndüren büyüklüklerinin gerçeği kavranılmadan sadece çıplak gözle irdelenmeleri bile tek başına insan yapısının sarsılmasına, sonu, sınırı olmayan görkemli büyüklük, bu yaratıkları bu denli uyum içinde tutan ilginç sistem, gözü bakmaya, kalbi düşünmeye cezbedip, onların da bakmak ve düşünmekten usanıp yorulmadıkları ve duyguyu bürüyüp onun da neredeyse, uzayıp giden bu uzun düşünüşten geri dönmediği, kusursuz güzellik önünde titremesine yeterlidir. Çıplak göze irdeleme bu sonucu doğurduğuna göre; insan, bu görkemli uzayda ışık saçarak yüzen noktaların her birinin kütlelerin yerin kütlesinden kat kat büyük olduğunu anladığında durum nasıl olur?

"Allah gökleri gördüğünüz gibi direksiz yarattı."

Anlatım insan kalbini, bu kısa değininin çağrıştırımı dolayısıyla uzay içlerindeki bu görkemli geziden, oraya tutunması için dünyaya çeviriyor. Yalnız devasa evrenin kütlesi içinde, bir toz taneciği olma ölçüsüne ulaşamayan zerreye, küçük dünyaya değil, bir kişinin ömrünü bu küçük gezegen üzerinde sürekli bir yolculukta geçirmiş de olsa, kısa ömründe her yerini dolaşamayacağı, insanın geniş gördüğü dünyaya! Kalbi dünyaya, açık uyanık bir duyumla onu yeniden gözden geçirmesi ve bu ilginç dünyanın görünümlerine olan alışkanlık ve yinelenme bıkkınlığını üzerinden atması için dönderiyor.

"Sizi sarsmasın diye yere sabit dağlar yerleştirdi."

Jeoloji bilginleri, dağlar; yerkürenin içinin soğuması sonucu oradaki gazların donması ve hacimlerinin eksilmesinden kaynaklanan yerkabuğu çıkıntılarıdır derler. Gazların donup hacimlerinin azalmasına bağlı olarak yerkabuğu büzülerek kıvrımlanmaktadır. Gazlar soğuyup orada burada hacimleri küçüldüğünde içteki büzülmelere uygun olarak kabukta girintiler çıkıntılar oluşmaktadır diyorlar. Bu teorinin doğru veya yanlış olması fark etmez. İşte Allah'ın Kitab'ı, dağların varlığının yerin dengesini koruduğunu, bu nedenle yerin sarsılıp sallanmadığını belirtiyor. Bilginlerin teorileri mantıki görünüyor. Gazların büzülmesi ve yerkabuğunun oradan buradan kasılması durumunda, böyle dağlar oluşması yerin dengesini koruyacak, bir yanda dağların çıkıntı oluşturması yerkabuğunun diğer yanındaki çöküntüyü dengeleyecektir. Her durumda üstün olan Allah'ın sözüdür. Doğru söyleyen Allah'dır.

"Orada her çeşit canlıyı yaydı."

Bütün varlığın ilginçliklerinden biri de budur. Yeryüzünde hayatın varlığı, günümüze kadar kimsenin ne kavradığını ne de açıkladığını iddia etmediği bir sırdır. Küçük basit tek hücrede özelliklerinin ortaya çıkışı döneminde de hayat sırdır. Hayatın basit başlangıç döneminde durum bu ise; çeşitlenip kompleksleşen ve cinsleri, türleri, familyaları ve sınıflarının sayısı insanın bildiği sınırı aşan çokluğa ulaşan hayatın sırrının büyüklüğü ne ölçüdedir? Bununla birlikte insanların çoğu; cismi, yüzlerce ilginç kimyevi değişik fabrikası, koruma ve dağıtım için yüzlerce depo gönderme ve karşılama için yüzlerce telsiz istasyonu ve sırrını her şeyi bilen ve haber alandan başkasının bilmediği yüzlerce karmaşık görev yürüten merkez içeren insana ek olarak karmaşık canlılar da bir yana bırakılarak, canlı hücrelerden bir tek hücre ve duyarlı sistematik ilginç işleyişi ile karşılaştırıldığında; görünüşü basit, kendisi küçük ve yetersiz olarak karşımıza çıkan insan yapısı bir aygıt önünde kendilerinden geçerek şaşkınlık içinde durup onunla ilgilenirken; hayatın sergilediği ilginçliklerin yanından sanki hiç ilgi çekmez önemsiz şeylerin yanından geçer gibi kapalı gözler, kör kalplerle geçip gitmektedirler! ..

"Gökten su indirip orada her güzel çifti bitirdik."

Suyun gökten indirilmesi de, farkında olmadan yaşadığımız ilginçliklerden biridir. Nehir yataklarında akan, göllere dolan, gözelerden kaynayan su... İşte bunların hepsi; göklerle yerin düzeni ve aralarındaki bağlantılar, boyutlar, yapı ve biçim bağlantılı duyarlı bir sisteme göre gökten inmektedir... Suyun inişinin ardından yerde bitkilerin bitmesi de; canlılık, çeşitlenme ve küçük bir otsu veya büyük bir ağaç da kendisini yinelemek üzere, küçük bir çekirdekte gizlenen kalıtımı gibi sonu gelmez ilginçlikleri içeren başka bir ilginçliktir. Bir tek otsu bitkinin, bir tek çiçeğindeki renklerin dağılımının araştırılması, açık kalbi, hayatın ve bu hayatın yaratıcısına imanın derinliklerine götürecektir.

Kur'an'ın metni, Allah'ın bitkileri çift yarattığını belirtiyor. "Her güzel çifti" bu bilimin araştırmayla çok yakınlarda ulaştığı bir gerçektir. Her bitkinin, ya aynı çiçekte ya aynı bitkide, ayrı çiçeklerde veya aynı cinsten iki ayrı bitkide, eril ve dişil hücreleri vardır. İnsan ve hayvanlarda olduğu gibi, eşeysel hücrelerin döllenmesi olmadan hiçbir bitki üremez.

Bu noktada eşeyselliğin güzel (saygın) olarak nitelendirilmesi, onun "Allah'ın yarattıklarıdır" olmasına yaraşır olması, "İşte bunlar, Allah'ın yarattıklarıdır" değinişiyle ön plana çıkarması; O'ndan başkası ne yarattı? biçiminde onunla, karşıdakilere ve tutarsız iddialarına meydan okuması ve bu meydan okumanın en uygun zamanda "Doğrusu o zalimler, açık bir sapıklık içindedirler" ayıplaması, anlatıma büyük bir güç kazandırmaktadır. Bu güçlü vurgunun yapıldığı noktaya gelindiğinde, suredeki ilk gezi bu derin etki bırakan sonla bitiyor.

Bundan sonra ikinci gezi başlıyor. Onu hikâye ve dolaysız yönlendirme üslubuyla sunuyor. Yalnız Allah'a şükretme ve O'nun ortaktan beri görülmesi meselesi ile ahiret, amel ve amelin karşılığı meselelerini öykü diliyle işliyor.



12- Andolsun ki, biz Lokman'a hikmet verdik. "Allah'a şükret" dedik, kim şükrederse kendisi için şükreder. Kim nankörlük ederse bilsin ki, Allah zengindir, övülmeye lâyık olandır.

13- Lokman oğluna öğüt vererek; "Ey oğulcuğum! Allah'a ortak koşma, çünkü ortak koşmak, büyük bir zulümdür. "

Kur'an'ın tevhid ve ahiret meselelerini diliyle sunmak için seçtiği Lokman'ın kimliğine ilişkin bilgiler çeşitlidir. Kimileri O'nun peygamber, kimileriyse salih bir kul olduğunu söylemiş olup, çoğunluk ikinci görüşü benimsemiştir. O'nun İsrailoğulları'nın yargıçlarından olduğu söylendiği gibi, Habeşistanlı veya Sudanlı bir köle olduğu da söylenmiştir. Lokman söylenenlerin hangisi olursa olsun, Kur'an ona içeriği Allah'a şükür olan hikmeti verdiğini belirtiyor. "Andolsun ki, biz Lokman'a hikmet verdik. Allah'a şükret dedik." Bu, sözü ve kıssası sunulan bu seçilmiş hikmet sahibi kişi örnek alınmak suretiyle dolaylı olarak Allah'a şükre Kur'ani bir yönlendirmedir. Bu dolaylı yönlendirmenin yanında başka bir yönlendirme yer alıyor. Allah'a şükür, şükredenin biriktirdiği erzak olup, ona yarar sağlamaktadır. Allah'ın ona ihtiyacı yoktur, yaratıklardan hiçbiri O'nu yüceltmese de O kendi özü gereği yücedir.

"Kim şükrederse kendisi için şükreder. Kim nankörlük ederse bilsin ki Allah zengindir, övülmeye lâyık olandır." Öyle ise, ahmağın ahmağı, hikmetin gereğini yerine getirmeyen ve kendisi için böyle bir erzak biriktirmeyendir. Sonra hikmet sahibi Lokman'dan oğluna öğüt görünümünde tevhid meselesi geliyor.

"Lokman oğluna öğüt vererek; "Ey oğulcuğum! Allah'a ortak koşma, çünkü ortak koşmak, büyük bir zulümdür."

Kuşkusuz bu içtenlikle verilen bir öğüttür. Çünkü baba çocuğuna iyilikten başka bir şey dilemez ve baba çocuğuna karşı ancak yol gösterir bir tavırda olabilir. İşte hikmet sahibi Lokman çocuğuna Allah'a ortak koşmamasını söylüyor ve sözünü Allah'a ortak koşmanın büyük zulüm olduğu ile nedenlendiriyor. Metinde Allah'a ortak koşmanın büyük bir zulüm olduğu gerçeği iki kere vurgulanıyor. Biri: Allah'a ortak koşmayı yasaklayan emrin öne alınıp, dayandığı nedenin ondan ayrılması. Diğeri: Allah'a ortak koşmanın zulüm olduğunun "inne" ve "lam" edatlarıyla pekiştirilmesi. İşte Muhammed'in kavmine sunup, onların ne olduğu konusunda O'nunla çekişmeye girdikleri, O'nun onu sunmasının ardındaki amacı konusunda serzenişte bulundukları ve sunuşun arkasında egemenliğin onlardan alınıp onlara üstünlük kurma amacının olacağından korktukları gerçek budur!.. Hikmet sahibi Lokman'ın oğluna açıklayıp emrettiği ve her türlü art niyetten uzak, içtenliğinden kuşku duyulmaz, babanın oğluna öğüdü olan söz nedir? Dikkat edilsin o, Allah'ın insanlardan hikmet verdiklerinin tümünün diliyle akıp gelen, salt hayırdan başka bir şey gözetilmeyen ezeli gerçektir... Ayette gözetilen psikolojik etkenler bunlardır.

AİLE VE İNANÇ İLİŞKİSİ

Babanın oğluna öğüdünün iniltisi dolayısıyla ayet, zarif bir anlatım içinde; ana-baba ve çocuklar arasındaki ilişkiyi gündeme getiriyor ve bu ilişkiyi ince duygu dolu ilham verici bir görünümle sunuyor. Bununla birlikte inanç bağı bu güçlü bağdan önceliklidir:



14- Biz insana, ana-babasına iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Anası onu zayıflık üstüne zayıflık çekerek karnında taşımıştır. Onun sütten kesilmesi de iki yıl içinde olur. Bana ve ana-babana şükret diye tavsiyede bulunmuşuzdur. Dönüş Allah'adır.

15- Eğer onlar seni körü-körüne bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme; dünya işlerinde onlarla iyi geçin, Allah'a yönelen kimsenin yoluna uy. Sonunda dönüşünüz banadır. O zaman size yaptıklarınızı haber vereceğim.

Çocuğa, ana-babasına ilişkin tavsiyeler, Kur'an-ı Kerim ve Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- öğütlerinde yinelenmektedir. Ana-babaya, çocuklarına ilişkin tavsiyeler ise pek az görülür. Onun da çoğunluğu özel şartlarda, özel bir durum olan çocukların diri diri toprağa gömülmesi olayına ilişkindir. Bunun nedeni, salt insan yapısının çocuğun korunup kollanmasını üstlenmiş olmasıdır. Fıtrat, insan varlığının, Allah'ın dilediği yönde sürekliliğinin sağlanması için doğmakta olan kuşağı gözetip koruyacak biçimde kurulmuştur. Ana-baba çocuklarına cisimleri, psikolojik varlıkları, ömürleri ve sahip oldukları tüm değerli varlıklarını usanç belirtisi ve serzeniş göstermeksizin cömertçe verirler. Verdiklerinin bilincine bile varmazlar. Dahası, sanki alan onlarmış gibi, sevinç, coşku, gayretle verirler! .. Fıtrat, ana-babanın çocuklar konusunda uyarılmaları işinde tek başına yeterlidir. Çocuk ise; o, ömrü ruhu ve psikolojik güçlerini gelecek hayata hazırlanan kuşak için kurban verdikten sonra artık dünyaya sırtını dönmüş olarak hayatın sonlarını yaşayan kuşakla ilgilenmesi için yinelenen uyarılara ihtiyaç duyar. Çocuk, tüm ömrünü adamış da olsa, ana babasının ortaya koydukları özverinin bir kısmını bile karşılayacak olanaktan yoksundur. İşte durumu ortaya koyan tasvir: "Anası onu zayıflık üstüne zayıflık çekerek karnında taşımıştır. Onun sütten kesilmesi de iki yıl içinde olur." Büyük özverinin ana çatısını çiziyor... Durumun doğasının gereği anne yükün büyük payını yüklenmekte ve onu, daha toleranslı, daha şefkatli ve daha derin ve etkin duygusallık içinde yerine getirmektedir... Hafız Ebu Bekr Bezzar Müsnedinde -taşıma zinciri de vererek- babası kanalıyla Bureyd'ten şu hadisi vermiş: Bir kişi, tavafta annesini kucağına alarak ona tavaf ettiriyordu. Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- "Hakkını ödedim mi" diye sordu. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- "Hayır, tek bir nefes verimindekini bile değil" dedi. İşte böyle bir nefes verimindekini bile değil... Hamileliği veya doğum anındaki, zira o onu güçsüzlükler içinde taşırdı.

Bu duygulandırıcı sahne aracılığıyla ilk nimet verene, ardından da ikinci nimet veren ana-babaya şükrana yönlendirerek görevleri sisteme koyuyor. Buna göre; önce Allah'a şükür geliyor, onu ana-babaya teşekkür izliyor... "Bana ve ana-babana şükret diye tavsiyede bulunmuşuzdur." Bu gerçeği edilmiş şükrün yarar sağlayacağı ahiret gerçeği ile bağlıyor. "Dönüş Allah'adır."

Fakat, tüm bu duygululuk ve yüceliğine rağmen çocukla ana-baba arasındaki bağ, inanç bağından sonra gelir. İşte insanın ana babası ile olan ilişkisine ilişkin buyruğun geri kalan bölümü "Eğer onlar seni körü körüne bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme." İşte bu noktaya ulaşıldığında itaat etme görevi düşüyor, inanç bağı tüm bağların üstüne çıkıyor. Ana-baba, Allah'a ortak koşma, uluhiyetini inkâr etmekle onu yoldan çıkarmak için; ikna yolu ile olsun, fiili üstünlük kurma ile olsun, ne ölçüde çaba ve gayret gösterirlerse göstersinler, o sözüne uyulmada öncelikli hak sahibince onların sözüne uymamakla emrolunmuştur.

Fakat, inançta ters düşme ve buyruk inançla çeliştiği durumda buyruğa uymama emri; ana-babanın, onlara iyi muamelede bulunma ve güzel birliktelik konusundaki hakkını düşürmez: "Dünya işlerinde onlarla iyi geçin." O yeryüzünde kısa bir yolculuk olup, temel gerçeği etkilemez: "Allah'a yönelen kimsenin yoluna uy. Sonunda dönüşünüz Bana'dır." Sınırlı dünya yolculuğunun ardından "O zaman size yaptıklarınızı haber vereceğim." Herkese şükür, nankörlük, şirk, tevhid türünden yaptığının karşılığı verilecektir orada.

Yirminci cüzde, Ankebut suresini açıklarken belirttiğimiz gibi, bu Ankebut ve Ahkaf'taki benzer ayetlerin Sa'd b. Ebi Vakkas ve annesi hakkında indiği rivayet edilmiştir. Sa'd b. Malik'e ilişkin indikleri de söylenmiş olup, bu yöndeki haberi Taberani taşıma zinciriyle birlikte `Kitab el İşra'da Davud b. Ebi Hind'e duyurarak vermiştir. Ayetlerin Sa'd b. Ebi Vakkas hakkında indiği biçimdeki bilgiyi Müslim'den öğreniyoruz. Tercih edilen de bu hadistir. Ayetlerin delaleti ise, tüm benzer durumları kapsar, aynı zamanda görev ve yükümlülükleri sistemleştirdiği gibi bağlılıkları da sistemleştirir. İşte onların (ayetlerin) delaletleri gereği, Allah'la olan bağlantıdır öncelikli olan bağlantı ve Allah'ın hakkına ilişkin yükümlülüğün yerine getirilmesidir öncelikli görev. Kur'an-ı Kerim bu kuralı bildirmekte, mü'minin vicdanında kuşku ve kapalılığa yer bırakmayan açık ve kesin biçimde yer etmesi için bir ilinti dolayısıyla onu çeşitli görünümler içinde gözler önüne getirerek vurgulamaktadır.

Lokman'ın oğluna nasihatının akışı içinde yer alan bu uzunca konu değiştiriminin ardından, ahiret ve orada yaşanacak duyarlı yargılanım ve adil karşılık görme meselelerini işleyen öğütteki ikinci bölüm geliyor. Fakat bu gerçek, soyut bir anlatımla değil, insanın vicdanını titreten etkin bir görünüm içinde, geniş evrensel sahnede sunuluyor. Evrensel sahnedeki o görünümü izleyen insan, adım adım Allah'ın ürperti veren duyarlı ve kapsamlı bilgisinin farkına varıyor



16- Lokman: "Oğulcuğum! Yaptığın iyi veya kötü iş, bir hardal tanesi ağırlığınca olsa ve bu bir kayanın içinde, göklerde veya yerde bulunsa, yine de Allah onu karşına getirir. Doğrusu Allah lâtiftir, haberdardır.

17- Oğulcuğum namazı kıl, iyiliği emret, kötülükten vazgeçmeye çalış ve başına gelene sabret. Çünkü bunlar yapılması gereken işlerdir.

Allah'ın bilgisinin duyarlılığı ve kapsamı, kudreti ve ahiretteki yargılamanın duyarlılığı ile oradaki değerlendirimin adilliğinin soyut olarak tanımlanması, bu somut tanımlamanın ulaştığı etkinliğe ulaşamamaktadır. Kur'an'ın derin vurgulu, görevini yumuşakça yerine getiren erişilmez yönteminin üstünlüğü işte budur. "Bir hardal tanesi" küçük önemsiz ve ne ağırlığı var, ne de değeri: "Bir kayanın içinde" sert bir yığın içinde, ne görünür ne ulaşılır: "Göklerde" büyük yıldızların, yüzen bir nokta veya şaşkın bir zerre olarak göründükleri, şu geniş ürperti veren yapıda veya taşı toprağı arasında kaybolmuş görünmez durumda "veya yerde bulunsa, yine de Allah onu karşına getirir." Bilgisi ona ulaşır, kudreti onu başıboş bırakmaz... "Doğrusu Allah lâtiftir, haberdardır."

İnceliklere ulaşan konuyu dolaylı olarak veren, sahneye uygun bir değerlendirme.

İnsan hayali, Allah'ın bilgisinin rahatça izlediği bu hardal tanesini o geniş derin gizlenme yerlerinde, kalbi huşu içinde, erişilmezlerin gizliliklerini haber alan lâtif Allah'a dönünceye kadar kavuşturmayı sürdürüyor. Sonuçta bu inanç yöntemi sayesinde Kur'an'ın kalbe yerleşmesini istediği gerçek yerine yerleşiyor.

Konu Lokman'ın oğluna öğüt verirken söylediklerinin aktarımında ilerlerken, bir de bakıyoruz ortaksız Allah'a iman yaşanacağı konusunda aklın kuşku duymadığı ahirete kesin inanç ve hardal tanesi ağırlığında da olsa hiçbir şeyi gözden kaçırılmadan hesaplanıp verilecek ahiretteki karşılığın adilliğine güvenin insanın iç dünyasında yer etmesinin ardından, ara ara inancın gerektirdiği adımları da atmaktadır... Bir sonraki adım ise; namazla Allah'a yönelme, Allah'a çağırmak için insanlara yönelme ve davetin geçireceği, karşılaşılması kaçınılmaz olan sorumluluk ve zorluklara sabırdır!

"Oğulcuğum namazı kıl, iyiliği emret, kötülükten vazgeçmeye çalış ve başına gelene sabret. Çünkü bunlar yapılması gereken işlerdir."

Akidenin çizilmiş yolu işte budur... Allah'ın bir bilinmesi, gözetiminin hissedilmesi, O'nun katındakinin istenmesi, adaletine güvenme, cezasından korkma ve ardından insanları davete, durumlarının düzeltilmesine ve iyiliği emredip, kötülükten alıkoymaya geçiş. Tüm bunlardan önce kötülükle savaş için özgün azıkla azıklanma. Allah'a kulluk ve namazla O'na yönelme azığıyla. Ardından, nefislerin eğilip bükülmesi (kaypaklığı) kalplerin yoldan çıkışı ve yüz çevirmesi ellerin, dillerin kötülükle uzanması ve gerektiğinde mal ve canla denenme türünden Allah a çağıranın karşılaşacağı durumlara karşı direnme..." "Çünkü bunlar yapılması gereken işlerdir." Ayette yer alan "azm el-umur" yapılması kararlaştırıldıktan sonra, kendileri konusunda tereddüde götürecek yolların kapatıldığı işler anlamınadır.

Bu noktada Lokman Kur'an'ın verdiği vasiyetinde, Allah'a davet edenin edebine geçiyor. Hayra çağırma; insanlara üstünlük taslamayı ve hayra yönlendirme adına onlara tepeden bakmayı geçerli kılmaz. Hayra çağırmada durum bu olunca, hayra çağırmadan onlara üstünlük taslama, tepeden bakma, doğal olarak daha çirkin olacaktır:



18- İnsanları küçümseyip yüz çevirme yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Allah, kendini beğenmiş övünen kimseyi sevmez.

19- Yürüyüşünde tabii ol (ölçülü hareket et) sesini de kıs. Çünkü seslerin en çirkini eşeklerin sesidir.

Ayetin orijinalindeki sözcüğü "El-Sa'r" develere isabet edip boyunlarını bir yana eğrilten bir hastalık. Kur'an yöntemi, "şar"ka benzeyen büyüklenme, sapıklık ve böbürlenerek dudak bükme davranışından kaçındırmak için bu deyimi kullanıyor.

Kur'an'ın "marahan" deyimi ile dile getirdiği yürüme biçimi, başkalarına önem vermeden kasıla kasıla böbürlenerek yürümedir. O Allah ve insanlarca kötü görülen bir davranıştır. Esasen hasta psikolojinin dışa yansıması olup, böbürlenerek yürüme biçiminde kendini gösterir. "Allah kendini beğenmiş övünen kimseyi sevmez."

Böbürlenerek yürümenin yasaklanması ile birlikte, aşırı tavırlardan arındırılmış doğal yürüyüşün açıklanması da geliyor: "Yürüyüşünde tabii ol." Burada `doğru ol'la aşırılık göstermeme ve böbürlenme, sağa sola ağız ayırma ve sallanmayla enerji kaybına yol açmama kastedilmektedir, yürüyüşe doğru olmak da aynı anlama gelir. Çünkü bir hedefe yönelen doğal yürüyüş, oyalanma, böbürlenme içermez, rahat tavırlarla sadece doğrultusunda ilerler.

Alçak sesle konuşma; terbiye, kendine güven, sözün doğruluğu ve gücü konusunda iç rahatlığını yansıtır. Terbiyesiz veya sözü ve kendi değerinden kuşkuda olandan başkası kabalık etmez, bağırıp çağırmaz. Evet!.. Sadece onlar hiddet, kabalık ve bağırtı ile bu kuşkularını gizlemeye çalışırlar.

Kur'an yöntemi, anlatımı şu ifade ile sürdürerek bu davranışın çirkinliğini vurgulamaktadır: "Çünkü seslerin en çirkini eşeklerin sesidir." Görüldüğü gibi, tiksindiricilik ve çirkinlikle birlikte, insanı alaya almaya çağıran gülünç bir sahne çiziyor. Ayetteki, düşünceyi uyandıran ifade aracılığıyla kafasında bu gülünç sahneyi canlandırabilen duygu sahibi birinin sonra kalkıp, bu eşeklerin sesine özenmesi düşünülemez...

İkinci gezi, birinci meseleyi sunuşdaki bu çeşitlenme ve yöntemdeki yenilenmeyle işledikten sonra işte böyle sona eriyor...

Üçüncü gezi, yeni bir tertiple başlıyor. İnsanların; çıkarları, hayatları, geçimlilikleri, Allah'ın onlara verip onlardan yararlandıkları halde, nimetlendirici yücelik bahşeden ve bağışlayıcı Allah konusunda çekişmeye girmekten sıkılmadıkları gizli-açık nimetleriyle bağlantılı olarak evrensel kanıtın sunuşu ile başlıyor. Ardından birinci ve ikinci gezilerde çözümlediği birinci meselenin pekiştirilmesi yönünde bu yeni tertip çerçevesinde ilerliyor.



20- Allah, göklerde ve yerde bulunanları emrinize açık ve gizli olarak nimetlerini bol bol verdiğini görmediniz mi? Yine de insanlardan bazıları ne bilgisi ne yol göstereni ne de aydınlatıcı bir Kitab'ı olmadan Allah hakkında tartışır.

21- Onlara; "Allah'ın indirdiğine uyun!" dense; "Hayır biz babalarımızın üzerinde bulduğumuz yola uyarız" derler. Şeytan babalarınızı alevli ateşin azabına çağırmış olsa da mı?

Kur'an'da çeşitli yöntemlerle yinelenen bu tablo her karesinde yeni olarak görünür. Çünkü bu evren, kalbin ona her bakışı ve sırları ile tükenmez ilginçliklerini her düşünüşünde algıda sürekli yinelenmektedir. İnsan sınırlı ömründe o ilginçlikleri araştırıp tüketemez. O her bakışta yeni bir renk yeni bir vurgu ile görünür.

Sözün akışı tabloyu burada yeryüzündeki insanın ihtiyaçları ile bu evrenin yapısı arasındaki uyumluluk açısından sunuyor. Bu uyumluluğun ne kendiliğinden, ne de rastlantı sonucu olmasının imkânsızlığı ve bu görkemli evrenin yapısı ile bu küçük gezegen üzerindeki insanın ihtiyaçlarını uyumlu kılan planlayıcı iradeye teslimden kaçış olmadığı, dolayısıyla muhatabı söz edemez kılan bir kanıt oluşturduğuna parmak basılıyor.

Dünya tümüyle evren çatısında küçük bir noktacık oluşturmaya bile yetersiz. İnsansa, bu dünya içinde, boyutları ve içerdiği güçler canlı-cansız yaratıklara oranı, hacmi, ağırlığı, maddi gücü açısından çevresindekilerin yanında kaale alınmaz, zayıf küçük bir yaratıktır. Fakat, Allah'ın insana ihsanı, ondaki ruhundan koyduğu soluğu ve onu yaratıkların çoğundan saygın kılması, işte sadece bu ihsanlar; evrenin düzeninde bu yaratığın bir ağırlığı olması, değerlendirmeye alınması ve Allah'ın ona bu evrenin güçleri, enerjileri, potansiyelleri ve hayırlarından birçoğunu kullanabileceği güçleri uyarlamasını gerektirmiştir. Ayette, Allah'ın yer ve göktekileri insanın hizmetine sunmasından daha genel içerikli olan açık-gizli nimetlerinin sayımında değinilen hizmete verme işte budur. İşin Allah'ın ihsanına dayandığı apaçık ortadadır. Baştan insanın varolması Allah'ın bir nimet ve bağışıdır, onu güçler, yetenekler, bağışlarla donatması Allah'dan nimet ve bağıştır. Peygamberlerini göndermesi, kitaplarını indirmesi en büyük bağış ve en üstün nimettir. Tüm bunlardan önce onun Allah'ın ruhu ile bağlantılanması Allah'dan bir nimet ve bağıştır;. alıp verdiği her nefesi ve her kalp atışı, gözünün aldığı her sahne, kulağının duyduğu her ses, içinde gezinen her hatıra, aklının işlediği her düşünce bunların hepsi insanın Allah'ın bağışı olmadan ulaşamayacağı birer nimettirler.

Gerçekten Allah göklerde olanları, insan denen bu canlının hizmetine sunmuştur. İşte, güneşin ayın ışığı, yıldızların yol göstericiliği, yağmur, hava ve onda gezinen kuşlardan yararlanmayı onun erişebileceği çerçeveye koymuştur. Yerde bulunan varlıkları da onun hizmetine vermiştir. Yerdeki durum daha açık, gözlemlenmesi ve kontrolü daha kolaydır. Onu bu geniş mülkte temsilci ve yerin içerdiği hazineleri elde edebilir kılmıştır. O hazinelerin kimi gizli, kimi açıktır, kimini insan biliyor, kimini etkilerinin dışında özünü kavrayamıyor, anlamadan yararlandığı güçlerin sırları gibi onlardan kimini de hiç bilmiyor. Kuşkusuz insan gece ve gündüzün her anında Allah'ın ne ölçüde kavranılmaz türleri sayılıp bitirilemez nimeti ile kuşatılmış durumdadır. Tüm bunlara karşın insanların bir kısmı ne şükrediyor ne Allah'ı anıyor, ne çevresindeki olayları düşünüyor ve ne de karşılıksız iyilikte bulunan, nimet verene kesin inanıyorlar.

"Yine de insanlardan bazıları ne bilgisi, ne yol göstereni, ne de aydınlatıcı bir kitabı olmadan Allah hakkında tartışır." Evrenin yapısının oluşturduğu bu kanıtın söz götürmezliği ve mükemmel nimet karşısında bu çekişme, garip çirkin, Allah'ın varlığını inkâr ise, insan fıtratının nefretini çeken, vicdanı titreten bir iğrençlik olarak beliriyor. Allah'ın hakikati ve bu hakikatin yaratıklarla ilişkisi konusunda çekişmeye girişen grup da; çevresindeki tüm varlığın çağrısına uymayan, bu ölçüsüz nimeti veren konusunda çekişmeye girmekten sıkılmayan nankör ve fıtratı bozulmuş olarak beliriyor. Bu çekişmede bilgiye dayanmamaları, yardımı ile yol bulacakları bir rehberden yoksun olmaları ve kendilerine meseleyi aydınlatacak ve kanıt sunacak bir kitaba dayanmamaları da tutumlarının olumsuzluğunu artırıyor.

"Onlara; `Allah'ın indirdiğine uyun!' dense, `Hayır biz babalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız' derler." İşte tek dayanakları ve tuhaf kanıtları bu! Ne düşünceye ne de bilgiye dayanmayan donmuş taşlaşmış taklit. İslâmın onları kurtarmak ve düşünce için akıllarını özgür bırakmak istediği fakat buna karşılık taklit. Kur'an onların düşünce yapılarına uyanıklık, hareketlilik ve ışık şırınga ediyor, onlarsa geçmişin sapıklık zincirinden boşanmayı kötümseyerek zincirlere sımsıkı yapışıyorlar.

İslâm iç dünyada özgürlük, bilinçte hareket, ışığa açılma ve taklit, donukluk zincirinden arınmış hayat için yeni bir programdır. Buna karşın bu grup onu kötümsüyor, ruhları onun hidayetinden alıkoyuyor, bilgi, yol gösterici, aydınlatıcı kitaba dayanmadan Allah konusunda çekişmeye giriyor.

Bu noktada Kur'an onları alaya almakta ve dolaylı olarak bu güvensiz tutumun nereye varacağına işaret etmektedir:

"Şeytan babalarınızı alevli ateşin azabına çağırmış olsa da mı?"

Bu tutum, alevli azaba götürmek için şeytanın önerdiğinden başka şey değildir. Onlar, kendilerini bu sonuca götürecek olsa da, aynı tutumu sürdürmeye kararlı mıdırlar? Psikolojiyi derinden etkileyen bu eşsiz evrensel kanıtın ardından uyarıcı ve etkin bir dokunuş.

Bilgiye dayanmayan, yolunu bir rehber aracılığı ile bulmayan ve aydınlatıcı bir kitaptan yararlanmayan buna karşılık kusur aramaya dayanan çekişmenin ilintisi dolayısıyla, evrensel kanıt ve eksiksiz nimet karşısında, gereken tutuma işaret ediyor:



22- Kim güzel davranarak kendini Allah'a teslim ederse, o en sağlam kulba yapışmıştır. Sonunda bütün işler Allah'a döner.

Sözü edilen, iyi amel ve davranış içinde Allah'a mutlak teslimiyettir. Tam anlamı ile teslimiyet. Allah'ın kaderinin hak olduğu konusunda iç rahatlığı içinde olma. Allah'ın rahmetine güven duyarak, gözetileceği inancıyla sevinerek, sevinç ve esenlik veren gönül hoşluğuyla Allah'ın buyrukları ve direktiflerine esnemeksizin icabet... Bu tutumların hepsi kişinin yüzünü Allah'a teslim ettiğini belirtir. Yüz ise insanın en saygın organıdır. "Kim güzel davranarak kendini Allah'a teslim ederse, o en sağlam kulba yapışmıştır." Sevinçli veya sıkıntılı durumlarda tutunan yüzüstü bırakmayan, fırtınalar, dalgalar arasında karanlık gecede zorlu korkulu yolda tutunanın yolunu kaybetmediği kopmayan güçsüzleşmeyen kulp!

O sağlam kulp; Allah'a teslim olmuş mü'minlerle Rabb'leri arasındaki kararlı sağlam sarsılmaz bağlantı olup Allah'ın takdiri ile gelen karşısında yaşanan iç rahatlığıdır. O iç rahatlığı ki, olayları göğüslemede nefsin dizginliğini ve kararlılığını korur; sevinç anında şımarmayıp sevinci hazmetmesini, sıkıntı anında küçülmemesini, beklenmedik anlarda ve iman yolundaki zorluklarla oraya buraya serpilmiş engeller karşısında sarsılmamasını sağlar.

Kuşkusuz yolculuk uzun, meşakkatli ve tehlikelerle doludur. Onda varlıklılığın tehlikesi, yoksulluk ve sıkıntıya düşmenin tehlikesinden daha az, sevinçliliğin tehlikesi de sıkıntılılığın tehlikesinden daha önemsiz değildir. Güçsüzleşmez dayanak ve kopmaz kulba olan ihtiyaç sürekli ve önemli bir ihtiyaçtır. Güçlü kulp, islâmın Allah'a bağlayan kulbu olup ona ihsan ve teslimiyetle tutunulur: "Sonunda bütün işler Allah'a döner." Dönüş ve varış O'nadır. Dolayısıyla doğru olan, insanın başlangıçtan itibaren özünü Allah'a teslim etmesi, güven, hidayet, ışık içeren, O'na giden bir yol tutmasıdır...

23- Kim de inkâr ederse onun inkârı seni üzmesin; onların dönüşü bizedir. O zaman yaptıklarını kendilerine haber veririz. Allah kalplerde olanı şüphesiz bilir.

24- Onlara biraz geçim sağlar, sonra ağır bir azaba sürükleriz.

Özünü Allah'a teslim edip iyilik işleyenin akibeti, o nankörlük eden ve hayatın zevklerinin aldattığının akibeti de bu. Onun dünyada ulaşabileceği son nokta, Resulullah ve mü'minlerin gözünde önemsizlik sınırını aşmayacaktır. "Kim de inkâr ederse onun inkârı seni üzmesin." Onun durumunun senin üzülmeni, gamlanmanı gerektirecek kadar önemi yoktur. Diğer konularda da onun ulaşabileceği durumunu önemsizleştirmenin ötesine geçmez. O ettiğiyle yakalanmış, Allah'ın kabzası içindedir. Kurtulası değildir. Allah onun ettiğini ve göğsünde gizlediği niyetlerini bilmektedir: "Onların dönüşü bizedir. O zaman yaptıklarını kendilerine haber veririz. Allah kalplerde olanı şüphesiz bilir. Onlara biraz geçim sağlar." Ardından gelen cezalandırma korkunçtur. O, cezaya itilmiş, korunacak güçten de yoksundur: "Sonra ağır bir azaba sürükleriz." Azabın kabalıkla nitelenmesi onu devleştiriyor, zorla sürme deyimi de, kâfirin savunamazlık veya mazeret gösteremezlik içinde karşılaşmaya çalıştığı korkunç azabın etkinliğini ortaya koymaktadır. Bu duruma düşen nerede, özünü Allah'a teslim edip en sağlam kulba tutunan ve sonunda iç rahatlığı, dingin psikolojik içinde Rabb'ine varacak olan nerede.

MÜŞRİKLERE YİNE SOR

Ardından onları, varlıkla karşı karşıya geldiğinde varlık ve aynı ölçüde varlığın fıtratında saklı gerçeği itiraftan kaçış bulamayan yapılarının mantığı önünde durduruyor. Fakat onlar fıtratının gösterdiği yoldan sapıyor, onun dengeli sağlam mantığını görmezlikten geliyorlar.



25- Andolsun ki onlara; "Gökleri ve yeri kim yarattı " diye sorsan "Allah" derler. Hamd Allah'a mahsustur. Hayr onların çoğu bilmiyor.

26- Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Şüphesiz Allah müstağnidir, övülmeye lâyık olandır.

İnsan yapısına danışır, vicdanını dinlerse, bu konuşan açık gerçeği inkâr edemez. İşte gökler ve yer, konumları, hacimleri, hareketleri, boyutları, özellikleri ve nitelikleri kurulmuş olarak varlıklarını sürdürüyorlar. Öyle bir kurgu ki, onda düzen görüldüğü gibi amaç da görülmektedir. Onlar bu durumlarından önce, kimsenin yarattığını iddia etmediği ve kimsenin de Allah'ın dışında başka bir yaratıcının onların yaratılmasında ortaklık ettiğini iddia etmediği yaratıklar olup kendi kendilerine varolmaları da mümkün değildir. Yine düzenleme ve düzenleyici olmadan, düzene girmesi ve varlığını sürdürmesi de mümkün değildir. Onların kendi kendilerine veya başıboş ya da rastlantı sonucu varoldukları görüşü ise, insan fıtratının kökünden inkâr ettiğinin yanında bir de üzerinde konuşmaya değer değildir.

Allah'ı bir tanıma inancı karşısında, Allah'ın ortak koşma inancıyla dikilenler ve Resulullah'ın çağrısına sert çekişmeyle karşılık verenler; göklerin, yerin varlığı ve salt bakmaktan öte bir şey gerektirmeyen varlıklarını sürdürmelerinde temsil edilen, varlığın oluşturduğu kanıtla karşı karşıya geldiğinde, fıtratlarının mantığını alt etmeye güç yetirememektedirler!

Diğer yandan sorulduğunda ikilemiyor, cevapları "Allah" oluyordu. Bunun için Allah, Resulünü onları Allah'ı övme konusundaki kusurları ile ayıplamaya yöneltiyor. "Hamd Allah'a mahsustur de." Fıtratta hakkın belirgin oluşundan ötürü `hamd Allah'a mahsustur.' Varlığın oluşturduğu kanıt önünde kaçınılamayan itiraftan ötürü `hamd Allah'a özgüdür' her ne göz önüne alınırsa `hamdın Allah'a özgü olduğu' görülür. Sonra tartışma noktalanıyor, başka bir kusurlarına parmak basarak kusurları belirtmeyi sürdürüyor. "Hayır onların çoğu bilmiyor" Bilmedikleri için Allah konusunda çekişmeye giriyor, fıtratın mantığını ve bu varlığın ulu yaratıcısına delaletini görmezlikten geliyorlar.

Onların fıtratlarının göklerin ve yerin yaratıcısının Allah olduğunu itiraflarının ilintisi dolayısıyla; göklerde ve yerde insanın yararına sunulan, sunulmayan her şeyin mutlak anlamda sahibinin Allah olduğu belirtiliyor. Buna rağmen O'nun yerde ve göklerde olanlara ihtiyacı olmayıp insanlar O'na övgü ile yönelmeseler de O kendi varlığının mahiyeti açısından övülmüştür. "Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Şüphesiz Allah müstağnidir, övülmeye lâyık olandır."

Gezi, bu noktada Allah'ın tükenmez zenginliği, sınırsız bilgisi, sürekli yenilenen yaratma gücü ve dilediğinin ne olabileceği konusunda sınır düşünülmez kayıtsız dilemesine işaret eden evrensel bir sahne ile sona eriyor.



27- Yeryüzünde bulunan ağaçlar kalem olsa, denizlerde mürekkep olsa ve yedi deniz daha eklense, yine Allah'ın sözleri yazmakla tükenmez. Doğrusu Allah güçlüdür, hakimdir.

28- Ey insanlar! Sizin yaratılmanız ve tekrar dirilmeniz tek bir kişinin yaratılması ve tekrar diriltilmesi gibidir. Şüphesiz Allah, işitendir. görendir.

Bu, Allah'ın sınırsız dilemesinin tekrarlanması, anlamını insanların tasavvurlarına yaklaştırmak için, onların bilgileri ve sınırlı gözlemlerinden çıkarılmış bir tablodur. Çünkü neredeyse, onların beşeri tasavvurları bu somutlaştırma ve örnekleme olmaksızın Allah'ın sınırsız dilemesinin anlamını kavrayamayacak durumdadır.

İnsanlar bilgilerini, yazma, sözlerini not etme ve emirlerini imzalama işini, ağaçlardan edindikleri kalemlerle gerçekleştirirler. Yazma işinde mürekkep de kullanırlar ki, kullandıkları mürekkep bir hokka dolusu veya bir şişe dolusunu geçmez. Burada insanlar için canlandırılan örnekte ise yeryüzündeki tüm ağaçlar kaleme, denizler mürekkebe dönüşüyor, dahası denizler yedi kat artırılıyor ve yazıcılar oturup Allah'ın yenilenir bilgisine delalet eden ve dilemesine açıklık getiren kelimelerini yazmaya koyuluyorlar... Peki sonuç ne oluyor? Kalemler, mürekkepler, ağaçlar ve denizler tükenirken Allah'ın kelimeleri tükenmiyor, onların sonu gelmiyor... Durum sınırlı ile sınırsızın karşı karşıya gelmesi durumudur. Ne ölçüde çok olursa olsun sınırlı tükenecek, sınırsız bir şey eksilmeden sınırsız olarak kalacaktır... Allah'ın kelimeleri, bilgisi sınırsız, iradesi engellenmez ve dilemesi kayıtsız olarak yerine gelir olmasının mantıksal gereği olarak tükenmezdirler.

Verilen örneğin sağladığı değerlendirme sonucu; ağaçlar denizler ortadan kalkıyor, canlılar cansızlar bir köşeye çekiliyor, biçimler durumları gözden kayboluyor ve insan güçlü, düzenleyen, yön veren, yaptığına tam egemen, değişik dönüşüm göstermeyen, gözden uzak olmayan ebedi yaratıcının gücü ve yüceliği önünde baş eğerek duruyor. "Doğrusu Allah güçlüdür, hakimdir."

Bu baş eğmiş görünüm önünde, bu görünümden, yaratma ve ölümden sonra dirilmenin kolaylığına ilişkin bir kanıt edinerek gezideki son vurguyu indiriyor. "Ey insanlar! Sizin yaratılmanız ve tekrar dirilmeniz tek bir kişinin yaratılması ve tekrar diriltilmesi gibidir. Şüphesiz Allah, işitendir, görendir."` Dilemenin salt yaratılacak nesneye yönelimi ile yaratmayı gerçekleştiren irade açısından bir veya birden fazla nesnenin yaratılması aynıdır. O ferdin yaratılmasında sınırlı bir emek harcamadığı gibi, her ferdin yaratılmasında emek yinelemez de. Ona göre bir tek kişinin yaratılması ile milyonların yaratılması ve bir ferdin diriltilmesi ile milyonların diriltilmesi birdir. Yaratma işi bir `kelime' dilemedir, sadece "Bir şey dilediği zaman O'nun buyruğu sadece o şeye ol' demektir, hemen olur." (Yasin Suresi 82)

Yaratma ve ölümden sonra dirilme işinde, bîlgi ve güç birlikte rol aldıkları gibi, onların ötesinde duyarlı programlama ve kontrol da söz konusudur. "Şüphesiz Allah, işitendir, görendir."

Burada önceki üç gezinin işlediği meseleyi işleyen sonuncu gezi başlıyor. Gezi hemen, Allah'ın `hak' O'nun dışında yalvarılanların `batıl' olduğu, kulluğun yalnız Allah'a özgü kılınması gerektiği ve babanın oğul, oğlun babadan bir şey savamayacağı ahiret günü meselesini gündeme alıyor. Onlara çeşitli etkenler ekleyerek geniş evrensel alanda sunuyor...



29- Görmedin mi Allah, geceyi gündüzün içine; gündüzü gecenin içine sokuyor. Güneş ve ayı emrine boyun eğdirmiştir. Her biri belirli bir süreye kadar hareket eder. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.

30- Bu, Allah'ın hak olmasından ve O'ndan başka taptıklarının batıl olmasındandır. Doğrusu Allah yücedir, büyüktür.

Böyledir, çünkü Allah haktır, O'ndan başka yalvardıkları batıldır. Gerçekten yüce ve büyük olan yalnız Allah'dır.

Gecenin gündüze gündüzün geceye girişi ve onların mevsimlerin değişimi ile uzanıp kısalmalarının oluşturduğu görünüm, gerçekten ilginç bir görünümdür. Fakat uzun birliktelik ve yinelenmeden ötürü insanların çoğu bu olguya karşı duyarlılığını yitirdiğinden, duyarlı bir düzenle yinelenen, bir kere olsun sarsılmayan, işlevinden geri kalmayan bu ilginçliği algılamıyorlar. Yorulmayan, hedefinden şaşmayan, işlevinde gevşeklik göstermeyen bu dönüşün dengesini de asla kaybetmemektedir... Bu sistemin oluşması ve korunmasını sağlayabilecek sadece Allah'dır. Bu gerçeğin kavranması, yorulmayan, hedefinden şaşmayan, işlevinde gevşeklik göstermeyen bu dönüşümün gözlenmesinden öte bir şey gerektirmemektedir.

Bu dönüşümün, güneş, ay ve hareketleriyle olan bağlantısı açıktır. Güneş ve ay baş eğdirilmesi geceden, gündüz ve bunların uzayıp kısalmalarının ilginçliğinden daha etkin bir ilginçlik sergiler. Her şeye gücü yetiren, işinde mahir olandan başkası bu baş eğdirmeye güç yetiremez. O aynı zamanda güneş ve ayın yolculuklarının ne kadar olacağını da bilmekte ve belirlemektedir. Gecenin gündüze ve gündüzün geceye sokulmalarının ve güneşle aya baş eğdirmenin gerçeği -ki bunlar açık iki evrensel gerçektirler- ile birlikte onların benzeri bir gerçek daha yer alıyor ayette: "Allah yaptıklarınızdan haberdardır." Varlığa ilişkin gerçekler yanında, duyularla ulaşamayacak gerçeklerden olan bu gerçeği işte böyle açıklığa kavuşuyor. Varlığa ilişkin gerçeklerin benzeri ve onlarla güçlü biçimde bağlantılı bir gerçek.

Bu üç gerçeğin ardından, tüm gerçeklerin dayandığı en büyük gerçeği gündeme getiriyor. Tüm gerçeklerin dayandığı ilk gerçek. Bu gezinin işlediği ve ne olduğuna açıklık getirmek için şu kanıtı verdiği gerçek.

"Bu, Allah'ın hak olmasından ve O'ndan başka taptıklarının batıl olmasındandır. Doğrusu Allah yücedir, büyüktür."

Bu; duyarlı, uyumlu, sürekli değişmez bir evrensel düzen. Bu düzen, Allah'ın hak, O'nun dışında çağırdıklarının batıl olduğundan ötürü yaşıyor. Her gerçeğin dayandığı ve bu varlığın üzerinde oturduğu, bu en büyük gerçek yaşıyor, öyle ise, gerçek olan Allah'ın varolduğudur. O olumsuzluklardan uzak olup, bu evreni O yaratmakta, O korumakta, O programlamakta ve evren için dilediği biçimde uyum, denge, bütünlük ve sürekliliği o sağlamaktadır.

"Bu Allah'ın hak olmasından ve O'ndan başka taptıklarının batıl olmasındandır." O'nun dışında her şey dönüşür-değişir, O'nun dışında her şey azalır çoğalır, O'nun dışında her şey güçlülük, zayıflık, gelişme, çöküntü, ilerleme, gerileme gösterir. Varken yok olurlar. Değişmez, başkalaşmaz, dönüşmez, zail olmaz, ebedi, sürekli olan -olumsuzluklardan beri olan- yalnız O'dur...

Sonra, Allah'ın "Bu Allah'ın hak olmasından ve O'ndan başka taptıklarının batıl olmasındandır" sözünden insanda özellikli bir etki kalıyor... O'nu sözler dile getiremiyor, sahip olduğum beşeri anlatım O'na güç yetiremiyor. O'nu kalp özümlüyor, vicdan şifreli bir yolla alıyor, insan yapısı tümüyle algılıyor, fakat dil yetersiz kalıyor! .. Şu cümlede de aynı durumla karşılaşıyoruz: "Doğrusu Allah yücedir, büyüktür." Yani O'nun dışında ne `yüce' var ne de `büyük'... Görüyorsun, ilginç Kur'anî anlatım önünde, yapının tümüyle sarsılmasına açıklık getiren bir şey söyleyebiliyor muyum? Bu gibi yüce gerçeklere ilişkin her insanî anlatımın onları eksilttiğini onlara bir şey eklemediğini ve yalnız Kur'anî anlatımın -olduğu gibi- eşsiz ilham veren anlatım olduğunu algılıyorum!..

Ayetlerin akışı konuyu, bu evrensel sahneyi ve ardından gelen o vicdani değiniyi, insanlığın tanışık olduğu başka bir sahne ile sürdürüyor. Allah'ın vergisi sayesinde denizde yüzen gemilerin oluşturduğu sahne. Bu sahnede insanları, gurur ve güçten yoksun olarak denizin korkutuculuğu ve tehlikeleriyle yüzyüze geldikleri andaki fıtratlarının mantığı ile karşı karşıya getiriyor:



31- Allah size, bir kısım delillerini göstersin diye, Allah'ın izniyle gemilerin denizde akıp gittiğini görmediniz mi?Şüphesiz bunda çok sabreden çok şükreden herkes için ibretler vardır.

32- Dağlar gibi dalgalar insanları kuşattığı zaman dini yalnız Allah'a has kılarak O'na yalvarırlar. Allah onları karaya çıkarıp kurtardığı zaman, içlerinden bir kısmı Allah'a olan gevşeme gösterirler. Zaten bizim ayetlerimizi nankör gaddarlardan başkası inkâr etmez.

Gemiler denizde Allah'ın deniz, gemi, rüzgâr, yer ve göğe koyduğu yasalar uyarınca yürürler. Gemileri, denizde batmadan veya dikilip kalmadan yürür kılan, bu yaratıkların bu özellikleriyle yaratılmalarıdır. Eğer bu özellikler herhangi bir yönde değişecek olsa, gemiler denizde yüzmez. Suyun veya geminin yapıldığı maddenin yoğunluğunun değişmesi, deniz yüzeyine hava basıncı oranının değişmesi, hava ve su akıntılarının değişmesi suyun su kalma sınırı ve hava ile su akıntıların uygun sınırlarını aşacak ölçüde ısının değişmesi gibi... Eğer bu oranlardan hangi yönde olursa olsun bir teki değişecek, gemiler suda yürümez. Tüm bu elverişli şartların varolduğu durumda da, fırtınada dalgalar arasında, Allah'dan başka tutunacakları bir şeyin olmadığı yerde, gemilerin koruyucusu, gözeteni yine Allah'dır. Dolayısıyla onlar her durumda Allah'ın nimeti olan maddeleri yük olarak taşıyorlar, aynı zamanda. Kur'an'ın ifadesi bu anlamların her ikisini de kapsıyor: Onlar görüşe sunulmuşlardır. Onları görmek isteyen görüyor. Onların ne kapalılık ne de gizliliği yoktur. "Şüphesiz bunda çok sabreden çok şükreden herkes için ibretler vardır." Zorluk anında sabreden, sevinçli anlarda şükreden. Sabırla sevinç insanı nöbetleşe elden ele alan iki. psikolojik durumdurlar.

Fakat insanlar ne sabrediyor ne de şükrediyor, yalnız sıkıntı dokunduğunda Allah'a yalvarıyor, Allah onları sıkıntıdan kurtardığında ise çok azı dışındakiler şükretmiyor:

"Dağlar gibi dalgalar insanları kuşattığı zaman, dini yalnız Allah'a has kılarak O'na yalvarırlar."

Bu gibi tehlikeler karşısında -ki onları gölgeler gibi dalgalar sarmış, korkunç denizde gemi şaşkın bir tüye dönüşmüştür- nefisler, sıkıntıdan uzak anlarda kendilerine fıtratlarının gerçeğini gizleyen ve bu fıtratlarla yaratıcı arasındaki bağı koparan aldatıcı güç yetirebilme kuruntusundan soyutlanırlar. Bu engeller ortadan kalkıp fıtrat tüm örtülerden sıyrıldığında Rabb'ine yönelir, dini O'na özgü kılar, O'nun yanında her türlü ortağı reddeder ve her türlü yabancıyı dışlar. İşte bu durumda, insanlar dini kendisine özgü kılarak Allah'a yalvarırlar.

"Allah onları karaya çıkarıp kurtardığı zaman içlerinden bir kısmı Allah'a olan azgınlıklarında gevşeme gösterirler."

Emniyet ve rahatlık onu tümüyle unutkanlık ve umursamazlığa götürmez. Şükür ve zikir konusunda Allah'ın hakkını tam olarak ödemese de şükrederek Allah'ı anarak yaşar. Zaten Allah'a şükreden ve O'nu ananın görevi yerine getirme konusunda ulaşabileceğinin en fazlası, orta bir düzeyde olmasıdır, yoksa görevin tam olarak yerine getirilmesi insanın güç yetireceği şey değildir.

Onlardan kimileri, salı tehlikenin geçici ve rahatlığa kavuşmayla Allah'ın ayetlerini inkâra dönerler: "Zaten bizim ayetlerimizi nankör gaddarlardan başkası inkâr etmez."

"Hattar" gaddarlıkta aşırı giden "kafur" aşırı nankör anlamındadır. Allah'ın koyduğu insan yapısının açık mantığı ve bu oluşa ilişkin sahneleri gördükten sonra, Allah'ın ayetlerini görmezlikten gelenlerin nitelendirilmesinde etkili kiplerin kullanılması yerindedir.

Nefisleri, güçlülük, bilgililik yanılgısından kurtarıp, sarılı oldukları engellerden arındırarak fıtratı mantığıyla yüzyüze getiren denizin korkutuculuğu ve tehlikeliliğinin ilintisi dolayısıyla onların yanında denizin korkutuculuğunun küçük önemsiz kaldığı en büyük korkutucu durumu hatırlatıyor. Soy ve akrabalık bağlarını koparan çocukla baba arasına giren her ferdin her türlü yardım ve dayanaktan yoksun, tüm akrabalık bağlantılarından soyutlanmış olarak tek başına kaldığı günün korkutuculuğunu:



33- Ey insanlar, Rabb'inizden korkun ve babanın, çocuğuna yaptığından ceza görmeyeceği, çocuğun da babasının yaptığından ceza görmeyeceği bir günden çekinin. Allah'ın vaadi gerçektir. Dünya hayatı sizi aldatmasın ve şeytan, Allah'ın affına güvendirerek sizi kandırmasın.

Burada dile getirilen, kalp ve duygulardaki etkinliği ile ölçülen psikolojik dehşet oluşturan bir durum. Öyle ki, akrabalık ve kan bağlarını koparıyor, baba ile oğul, oğulla baba arasındaki soy ve rahim ilişkilerini geçersizleştiriyor. Herkes kendi derdine düştüğünden, kimse kimseden bir şey savamıyor. Kimseye de ameli ve kazandığının dışında hiçbir şey yarar sağlamıyor. Bunların tümü insanların alışık oldukları benzeri görülmeyen bir korkudan başka bir şey değildir. Burada Allah korkusuna davet, icabet edilen yerinde geliyor. Bu her tarafı saran korkulu durumun etkinliği içinde sunulan ahiret meselesine kalpler eğilecektir.

"Allah'ın vaadi gerçektir." Gecikmez, yanlış çıkmaz. Bu zor durumla karşılaşmaktan kaçış yoktur. Babanın oğula ve oğulun babaya yararı dokunmayacak duyarlı yargı ve adil karşılıktan da kaçış yoktur.

"Dünya hayatı sizi aldatmasın." İçerdiği geçimlilik, eğlendirici ve kendine bağlayıcı uğraşlarla sizi aldatmasın. O sınırlı bir süre içinde denenme ve ahirette görülecek karşılığı kazanma yeridir.

"Şeytan, Allah'ın affına güvendirerek sizi kandırmasın." Kendine bağlayıcı geçimlik, Allah'ı unutturan uğraşı veya kalplere vesvese veren şeytan sizi aldatmasın. Şeytanlar çoktur. Malla gururlanmak bir şeytandır, bilgi ile gururlanmak bir şeytandır, uzun ömürle gururlanmak bir şeytandır, güçle gururlanmak bir şeytandır, buyruk sahipliği ile gururlanmak bir şeytandır, arzunun dürtüsü bir şeytandır, şehvetin taşkınlığı bir şeytandır. Tüm aldatıcılardan koruyan Allah korkusu ve ahiret düşüncesidir.

Surenin dördüncü gezinin sonunda, bu korku saçan sahnenin ışığında suredeki son vurgu, güçlü, derin ve korku veren bir görünümle gelerek, Allah'ın kapsamlı bilgisi ve gayb sırlarına ulaşması engellenmiş insanın yetersizliğini tasvir ediyor. Surenin tüm bölümlerinde işlediği meseleyi pekiştiriyor ve bunları ilgi çekici Kur'ani tasvir tablolarından bir tabloda ortaya koyuyor.



34- Kıyamet vakti hakkındaki bilgi ancak Allah'ın katındadır. Yağmuru yağdırır, rahimlerde olanı O bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez ve hiç kimse nerede öleceğini bilemez. Her şeyi bilen ve her şeyden haberi olan yalnız Allah'dır.

Allah insanların sürekli uyanıklık, beklenti ve hazırlık çabası içinde olmaları için kıyametin zamanını, kendisinden başkasının bilmediği gayblerden kılmıştır. Dolayısıyla insanlar onun ne zaman geleceğini bilmiyorlar. Belki de onlara, herhangi bir anda azık edinmek ve kıyamet hazırlığı için zaman kalmaksızın ansızın gelecektir.

Yağmuru istediği ölçüde ve hikmeti uyarınca Allah indirir. İnsanlar deneyim ve aletlerle bazen inişinin yakın olduğunu bilebilirler. Fakat onlar, onun kaynaklandığı nedenleri yaratmaya güç yetiremezler. Bu ayet yağmuru, indirenin Allah olduğunu vurguluyor. Çünkü yağmuru oluşturan, düzenleyen evrensel nedenlerin yaratıcısı yüce Allah'dır. Buna göre yağmur konusunda Allah'ın tekelinde olan, metinden anlaşıldığı gibi yaratmaya güç yetirebilme tekelidir. Yağmurun iniş zamanının bilgisini Allah'ın yalnız kendisinin bildiği sırlardan sayanlar yanılmışlardır. Aslında her iş ve her durumda bilgi yegâne Allah'ın bilgisidir. Yalnız O, artıp eksilmeyen sürekli kapsamlı eksiksiz doğru bilgidir.

"Rahimlerde olanı O bilir." Kıyamet konusunda olduğu gibi, bu konuda da bilme Allah'ın tekelindedir, rahimlerde olanı her açıdan kesin olarak yalnız O biliyor. Her an, her aşamada rahimlerde olanın durumu nedir? Baştan rahimlerin kendilerinin eksiklik fazlalık durumları, döl, hacim ve gövdeye kavuşmadan dölün durumu, yumurta ve spermanın birleşmelerinin ilk anında kimsenin henüz bir şey öğrenmeye yol bulamadığı zaman, erkeklik dişilik açısından dölün türünün ne olduğu, çocuğun kime çekeceği, özellikleri, durumları ve yetenekleri... Bunların tümü Allah'ın bilgisine özgüdür.

"Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez..." Hayır şer, yarar-zarar, kolaylık-zorluk, sağlık-hastalık, Allah'ın emirlerini yerine getirme veya onlara ters düşme açılarından ne kazanacaktır? Kimse bilmez. Görüldüğü gibi kazanma teriminin kapsamı, ticari kazanç anlamıyla sınırlı olmayıp, ondan daha genel bir anlam içeriyor. O kişinin yarın karşılaşabileceği her şeyi kapsıyor. O kapalı ve bilinmezdir. Üzerinde örtüler vardır. İnsan nefsi gayb karanlığı önünde durur, örtüler arkasından bir şey görecek gücü yoktur.

Aynı şekilde; "Hiç kimse nerede öleceğini bilmez..." Bu, gözlerin kulakların nüfuz edemediği kalın örtüler arkasında kalan bir durumdur.

İnsan nefsi bu örtüler önünde çaresiz baş eğerek durur. Onlar önünde sınırlı bilgisinin hakikatini ve açıkça ortaya çıkmış olan güçsüzlüğünü kavrar, üzerinden bilgililik gururu dökülür. Uzun gayb örtüsü önünde, insanlara bilgiden çok az şey verildiğini, örtüler arkasında insanların bilmediği çok şey olduğunu ve tüm başka şeyleri yapmış olsalar bile, bu örtüler önünde yarın ne olacağını, dahası hemen bir sonraki anda ne olacağını bilmeden dikilip kalmak zorunda olduklarını anlar. İşte bu noktada, insan nefsi büyüklenmeyi bırakarak Allah'a boyun eğer.

Kur'ani anlatım, insan kalbinde derin etkiler bırakan bu etkenleri insana ürperti veren ölçüde geniş bir alanda sunuyor...

Yaşanan an, beklenen gelecek, uzak gaybı kapsamak üzere her mekân; uzak erimli kıyamet, kaynağı uzak yağmur, gözlere gizli rahimler, zaman yönünden yakın olmasına karşın bilinmezlik içinde kaybolan yarınki kazanç ve tahminlerin derinine dalıp gittikleri ölüm ve defin yeri arasındaki hayalin sıçrayışları ve kalpte hareketlenen düşünceler açısından geniş bir alan.

Kuşkusuz o boyutları ve çevreleri geniş bir alandır. Fakat geniş tasvirsel değiniler, onun alanını taradıktan sonra, çevrelerini yoklamaya başlıyor ve sonunda bu çevreler hepsi bilinmeyen gayb noktasında bir noktada düğümleniyorlar ve biz küçük kapalı bir deliğin önünde dikilip kalıyoruz. Eğer orada iğne deliği kadar bir delik açılsa, arkasında yakınla uzak bir olacak, uzağı yakından ayıramayacağız. Fakat o insanın yüzüne kapalı kalacak. Çünkü o insanın güç yetirebileceğinin üstünde ve insanın bilgisinin ötesindedir. Allah'a özgü olarak kalacak, O'nun izni ile ve bir ölçü dahilinde olmanın dışında onu kimse bilmeyecek. "Kuşkusuz Allah bilen haber alandır..." O'nun dışındakiler ne bilir ne de haber alır anlamına.

Sure boyutları, derinlikleri, ufukları ve amaçları geniş kapsamlı insanı ürperten bir gezide olduğu gibi işte böyle sona eriyor. Kalp geniş kapsamlı bu uzun geziden; çok dolaştığı, çok şey yüklendiği ve bu alemler, sahneler ve canlı türleri konusunda uzun uzun düşünceye daldığından dolayı sendeleyerek dönüyor. Bütün bunların yanında süre otuzdört ayetlik kısa bir süredir.

İşte otuzdört ayeti geçmeyen surenin içerdikleri. Kalplerin yaratıcısı ve bu Kur'an'ı kalplerdeki hastalıklara şifa, mü'minlere yol gösterici ve rahmet olarak indiren Allah ne kadar yücedir.