26 Ağustos 2007 Pazar

NAS SÜRESİ(MEVDUDİ)

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1 De ki: İnsanların Rabbine sığınırım,

2 İnsanların malikine,

3 İnsanların (gerçek) ilahına;1

4 'Sincice kalplere vesvese ve kuşku düşürüp duran' vesvesecinin şerrinden.

5 Ki o, insanların göğüslerine vesvese verir (içlerine kuşku, kuruntu fısıldar);2

6 Gerek cinlerden, gerekse insanlardan3 (olan her hannas'tan Allah'a sığınırım).

AÇIKLAMA

1. Felak suresinde olduğu gibi burada da "eûzü billahi" denilerek Allah'ın üç sıfatı zikredilmiş ve O'na sığınılması telkin edilmiştir. Birincisi; "Rabb'in nas'tır" yani insanları yetiştiren, mürebbisi, sahibi ve efendisi olan Allah. İkincisi "Melik'in Nas"tır; yani bütün insanların padişahı ve hükümdarı olan Allah. Üçüncüsü; "İlah'in Nas"tır. Yani, insanların gerçek mabudu olan Allah. (İlah'ın Kur'an-ı Kerim'de iki anlamda kullanıldığı bilinmelidir. Birincisi, mabud olmadığı halde, kendisine ibadet edilen şahıs veya bir şeydir. İkincisi, kendisine ibadet edilmesi gereken gerçek mabuddur. O'na ibadet edilse de, edilmese de O ilahtır. Allah (c.c.) için nerede ilah kelimesi kullanılmışsa, bu ikinci anlamda kullanılmıştır.) Bu üç sıfatın zikredilmesinin nedeni; "İnsanların Rabb'i, Melik'i ve Mabud'u olarak kamil iktidar sahibi ve kullarını korumaya kadir olan Allah'a sığınırım. Ancak O, insanların kendi kendilerini kurtaramayacağı şeyden onları kurtarır." inancının pekişmesi içindir.

Sadece bunun için değil O'nun (c.c); Rabb, Melik ve İlah olduğunu vurgulamak içindir de. O'nun dışında hiçkimseye sığınılmayacağını ve gerçek sığınağın O (c.c) olduğu inancını güçlendirmek de bu nedenler arasındadır.

2. Burada "Vesvâsil Hannâs" kelimesi kullanılmıştır. "Vesvas"ın anlamı, "tekrar tekrar vesvese veren"dir. Vesvesenin anlamı insanın kalbine ona hissettirmeden peşpeşe kötü düşünce sokmaktır. "Vesvese" kelimesinde yapılan fiilin sürekliliği, tekrarı sözkonusudur. "Zelzele" kelimesindeki tekrarda olduğu gibi. Çünkü insanı bir zerre kışkırtmak yeterli olmaz. Ona bir fiili işletebilmek için onu tekrar tekrar kışkırtmak gerekir. İşte bu çalışmaya "vesvese", vesveseyi verene de "vesvâs" denir. "Hânnâs" kelimesine gelince, bu kelime Hunus'tan türemiştir. "Hunus"un anlamı açığa çıktıktan sonra saklanmak veya ileri çıkıp geri çekilmektir. "Hannas" "hunus"un mübalağa siğasıdır. Bu nedenle "hannas" kelimesi sözkonusu fiili çokça yapan, tekrarlayan anlamına gelir. Burada vesvese verenin vesvese vermek için insana tekrar tekrar geldiği açıktır. Bunun yanına "hannas" kelimesi gelince anlam şöyle olur: Vesvese veren ve geri çekilen, tekrar tekrar gelerek vesvese vermeye çalışan. Diğer bir ifadeyle birincisinde başaramadığında vesvese vermek için tekrar tekrar ikinci, üçüncü, dördüncü defa gelen.

"Vesvasil Hannas"ı anladığımıza göre şimdi de onun şerrinden Allah'a sığınmanın ne anlama geldiği üzerinde duralım. Bu şerden Allah'a sığınmanın anlamı, şerrin kalbe yerleşmemesi için Allah'a dua etmek ve sığınma isteminde bulunmaktır. İkinci anlamı; Allah (c.c.) yolunda çalışanın aleyhinde halkın kalbine vesvese verene karşı daima Allah'a sığınmaktır. Hakka davet edenler için, kalplerine vesvese verilenlerin herbirine tek tek ulaşıp bu olumsuzluğu düzeltmenin mümkün olamayacağı açıktır. Hak davetçilerinin, Allah'a daveti bırakarak her bireyin davetçiler hakkındaki yanlış düşünceleri düzeltemeyeceği ve ithamlara cevap veremeyeceği ve bunlar için vakit ayıramayacağı bilindiğine göre, tek çare bütün bunlardan Allah'a sığınmaktır. Ayrıca muhaliflerin seviyesine inerek kendini savunmak için onlara cevap vermesi de uygun değildir. Onun için Allah, hak davetçilerine yol gösterir ve şöyle buyurur: "Şerre karşı Allah'a sığınarak hiçbir şeye aldırmadan davete devam edin. Çünkü buna karşı çıkmak sizin göreviniz değildir. Bu; Rabb'in nas, Melik'in nas ve İlah'in nas'ın işidir."

Burada vesvesenin, şer fiilinin başlangıcı olduğu sonucu da çıkmaktadır. Vesvese, gafil ve zihni boş olan bir insan üzerinde önce etkili olur ve kalbinde kötülüğe istek meydana getirir.

Bu kötü niyet daha sonra irade haline gelir ve vesvesenin de etkisiyle irade pekişir. Son adımda ise şer amel ortaya çıkar. Vesvese verenin şerrinden Allah'a sığınmanın anlamı, Allah'ın henüz başlangıcında şerri yoketmesidir.

Olaya başka bir açıdan yaklaşırsak, vesvese verenlerin çabasını şu şekilde sıralayabiliriz: İnsanı, önce küfür, şirk, ateistlik, Allah (c.c.) ve Rasulüne isyan ve müminlere karşı düşmanlık için kışkırtırlar. Eğer bunda başarılı olamamışlarsa ve kışkırtılan kişi oyuna gelmeyerek İslam'a girmişse, bu kez onu İslam içinde bid'ata teşvik ederler. Bunda da başarılı olamazlarsa, onu günaha teşvik ederek, bunlarda bir sakınca olmadığını telkin ederler. Böylece küçük günahların birikerek büyük günahlara dönüşmesini isterler. Bunda da başarılı olamazlarsa, söz konusu kişinin müminliğinin kendisi ile sınırlı kalmasına ve galip gelmek için çalışmasına çaba gösterirler. O şahıs tüm bunlara rağmen hiç bir oyuna gelmezse, cin ve insanlardan bütün şeytanlar saldırıya geçerek halkı onun aleyhine kışkırtırlar. Bu noktada şeytan, mü'min insana gelerek şöyle kışkırtır: "Bunlara tahammül etmen korkak olduğunu gösteriyor. Aslında senin de onlara karşılık vermen gerekirdi." Bu, şeytanın son silahıdır. Şeytan böylece Hak davetçilerini saptırmak ve verimsiz bir alana itmek ister. Davetçi eğer bu tuzaktan da kurtulursa, şeytan çaresiz kalır, Bu konuda Kur'an'da şöyle buyurulur: "Eğer şeytanın seni kışkırttığını hissedersen Allah'a sığın!" (Araf: 200, Fussilet: 36), "De ki: Şeytanın kışkırtmasından Sana sığınırım" (Mu'minun: 97). "Muttakilerin durumu, şeytandan kötü bir düşünce geldiğinde hemen Allah'ı hatırlayarak doğru yolu bulmalarıdır." (A'raf: 201) Şeytanın son tuzağından da kurtulanlar hakkında Allah (c.c.) şöyle buyurmuştur:

"....Buna ancak nasip sahipleri eriştirilir." (Fussilet: 35)

Burada bir başka noktaya da dikkat edilmelidir. O da, insanın kalbine sadece dışarıdan cin ve şeytanlardan vesvese gelmediğidir. İnsanın kendi nefsi de vesvese verir. Yanlış düşünce ve sapmış aklın da vesvese vereceği ihtimal dışında değildir. İnsanın gayri meşru istek ve hevesleri, irade gücü ve muhakemesinin de onu saptırabileceği bilinmelidir. Bu konu Kur'an-ı Kerim'de şöyle açıklanmıştır: "Biz onun nefsinin ne vesveseler verdiğini biliriz." (Kaf: 16). Rasulullah cuma namazı hutbesinde okunması sünnet olan duada şöyle buyurmuştur: "Nefsin şer ve fitnelerinden Allah'a sığınırız." (Neuzu billahi min şururi enfusina.)

3. Bazı ehli ilme göre vesvese verenler iki çeşittir. Birisi cin, diğeri ise insandır. Buna dayanarak söz konusu müfessirler ayetteki "Nas" kelimesinin hem insanı hem de cini kapsadığını söylemişlerdir.

Kur'an'daki "Ricalun (erkekler)" kelimesinin cinler için de kullanılmış olmasını (Cin:6), "Nefer" kelimesinin aynı zamanda cin topluluğu için de kullandığı (Ahkaf: 29) delil göstererek; "Nas" kelimesinin cin ve insana da şamil olduğunu ileri sürmüşlerdir. Ancak bu açıklama doğru değildir. Çünkü "nas", "ins" ve "insan" kelimeleri lugat yönünden cin kelimesinin zıddıdır. Cin'in asıl manası gizli mahluktur. Cinler, insanın gözünden gizli olduğu için onlara cin denir. Bunun tersine "nas" veya "ins" kelimesi açık, görünür ve hissedilebilir olduğu için bu kelime ile nitelenmiştir. Bu kullanım Kasas suresi 29. ayette "ânes" kelimesinin, "rea (görmek)" anlamında kullanılması gibidir (ânese min canib't tûri nara). Yani Hz. Musa'nın Tûr dağının yanında ateşi görmesini "rea" kelimesi ile değil de "ânes" kelimesi ile karşılanması gibi... Nisa suresi 6. ayette de; "fe in ânestum minhum rüşda." Yani "onların büluğa erdiğini hissettiğinizde.." ifadesine göre "anes'in anlamı, "âsestum (hissettiğinizde)" veya "raeytum (gördüğünüzde)"dur... Örnekten de anlaşılacağı gibi "nas"ın anlamı lugat yönünden "cin" kelimesi için uygun olamaz. Dolayısıyla konumuz olan ayetin doğru anlamı; "Cinlerden ve insanlardan olabilen ve insanların kalbine vesvese veren şey" şeklindedir. Yani diğer bir ifadeyle vesvese verme işini cin şeytanları da, insan şeytanları da yaparlar. Bu surede onların her ikisinden de Allah'a sığınılması telkin edilmiştir. Bu anlamı Kur'an ve hadisler de teyid etmektedir. Kur'an'da şöyle buyurulmuştur: "Biz her peygambere de insan ve cin şeytanlarını böylece düşman ettik. Birbirlerine ümit verici şeyler söyleyerek aldatmak ister ve uydurma şeyleri onlara fısıldarlar..." (En'am, 112).

İmam Ahmed, Nesei ve İbn Hibban, Ebu Zer'den şöyle naklederler: "Mescidde Rasulullah'ın yanındaydım şöyle buyurdu: 'Ya Ebu Zer, namaz kıldın mı?' Ben 'Hayır', dedim. Rasulullah: 'Kalk ve namaz kıl', buyurdu. Kalktım, namaz kıldım ve tekrar yanına oturdum. Rasulullah: 'Ya Ebu Zer, insan ve cin şeytanlarının şerrinden Allah'a sığın', dedi. Ben: 'Ya Rasulullah, insanlardan da şeytan olur mu?' dedim. Rasulullah: 'Evet', dedi."

NAS SÜRESİ(Seyyid KUTUB)

1- De ki: Sığınırım ben, insanların Rabbine,

2- insanların Melikine,

3- insanların Tanrısına.

4- O sinsi vesvesecinin şerrinden.

5- O ki insanların göğüslerine kötü düşünceleri fısıldar.

6- Gerek cinlerden, gerek insanlardan.

Bu surede insanların Rabbine, hükümdarına ve ilahına sığınılmaktadır. Şerrinden Allah'a sığınılan varlık ise cinlerin ve insanların, insanoğlunun içine vesvese veren sinsi vesvesecilerin kötülükleridir.

Rabb, hükümdar ve ilaha sığınılması yüce Allah'ın genel olarak her kötülüğü özellikle sinsi vesvesecileri kötülüklerini etkisiz kılan sıfatlarını zihnimizde canlandırmaktadır.

Çünkü Rabb terbiye eden, yetiştiren, yönlendiren, koruyan ve himaye edendir. Hükümdar, sahip olan, hükmeden, istediği şekilde kullanabilendir. İlah ise her şeyin üstünde olan, her şeyi kontrolü ve otoritesi altına alandır. İşte bu sıfatlar, insanları içlerine sızan kötülüklerden koruyacak sıfatlardır. Bu vesveseler gizli oldukları için insanın nasıl kendisini koruyacağını bilemediği kötülüklerdir.

Aslında yüce Allah, herşeyin Rabbi, her şeyin hükümdarı ve herşeyin ilahıdır. Yalnız burada özellikle insanların sözkonusu edilmeleri onların sığınma ve himayeye girme konumunda kendilerini O'na yakın hissetmelerini temin etmek içindir.

Burada yüce Allah merhametinden dolayı peygamberini ve O'nun ümmetini kendisine sığınmaya, kendisinin himayesine girmeye yöneltmektedir. Bu sıfatlarının anlamlarını da zihinlerinde canlandırarak Rabb, hükümdar ve ilahın yardımı olmadan karşı koyamayacakları gizli, sinsi kötülüklerden kendisine sığınmalarını istemektédir. Zira bu kötülükler hiç beklemedikleri anda kendilerine yetişebilmekte ve farkında olmadan onları yakalayabilmektedir.

"Vesvese", gizli ses demektir. "Hunus", gizlenmek ve dönüş yapmaktır. "Hannas", karakteri gereği çokça gizlenip dönüş yapan demektir.

Ayet-i kerimede önce sıfat genel olarak kullanılmıştır: "Sinsi vesveseci". Yaptığı iş de belirlenmiştir: "İnsanların içlerine vesvese veren." Sonra mahiyeti belirlenmiştir: "Cinlerden ve insanlardan olan" İfadenin bu şekilde sıralanışı; sözün başında sıfat olarak açıklanan sinsi vesveseciye karşı insanın içinde bir hassasiyet, duyarlılık, uyanıklık ve dikkat duygusu yerleştirilmektedir ki onun gerçek özelliğini anlayabilsin. Bu kötülüğünü hangi yolla gerçekleştirdiğini kavrayabilsin. Bu da onu savmak veya ona karşı dikkatli olma duyarlılığını kazandırmak içindir.

İnsanın iç dünyası bu teşvik ve uyarıdan sonra sinsi vesvesecinin insanların içlerine gizli gizli vesvese verdiğini öğrendiğinde, bu sinsi vesvesecinin gizli olan cinlerden ve insanların gönüllerine cinlerin sinsiliği gibi sinmeye çalışan, şeytanlar gibi vesveseler vermeye uğraşan insanlar olduğunu anlayınca, evet İşte bu gerçekleri öğrenince insanın iç alemi şer güçlerin nerde gizlendiklerini, nerden içeri girdikleri ve hangi yolla geldiklerini öğrendiğinden savunmak için harekete ve hazırlığa geçmeye başlar.

Cinlerin nasıl vesvese verdiklerini bu vesvesenin nasıl gerçekleştiğini bilemiyoruz. Fakat bunun etkilerini, insanın iç aleminin gerçeğinde ve hayat gerçeğinde görüyoruz. Hz. Adem ile İblis arasındaki mücadelenin, eski, çok eski olduğunu biliyoruz. Bu savaşı şeytan, içindeki kötü yaratılışından, insana karşı büyüklük taslayışından, kin ve kıskançlığından kaynaklanan bir duygu ile ilan etmiştir! Şeytan bu savaş için yüce Allah'tan izin istemiş, yüce Allah ta bir hikmet gereği olarak ona izin vermiştir. Fakat insanı bu savaşta hazırlıksız, eli boş bırakmamıştır. İmanı onun için bir kalkan, zikri onun için bir hazırlık, eli boş sığınmayı da ona bir silah kılmıştır. İnsan ancak bu kalkanından, hazırlığından ve silahından habersiz olduğu zaman kınanacak bir yalnızlığa kendisini terk etmiş olur! İbni Abbas der ki: "Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Şeytan insanoğlunun kalbi üzerine çöker. İnsan Allah'ı andığında şeytan gizlenip kaçar. Allah'tan habersizleşince şeytan yine vesvese vermeye başlar."(Buhari bu hadisi senetsiz rivayet etmiştir.')

İnsanlara gelince onların vesvesecilerinden çok şey biliyoruz. İnsanların öyle vesveselerini biliyoruz ki bunlar şeytanların vesveselerinden daha çok tehlikelidir. Kötü arkadaş, kötülüğü beklemediği anda ve güvenilir dost olarak kabul ettiği için ona karşı ihtiyatlı olmadığı sıralarda arkadaşının kalbine ve aklına kötülüğü gizli gizli yerleştirmeye çalışır. Her güç sahibinin etrafını kuşatarak ona telkinlerde bulunan, onun yeryüzünde bozgunculuk çıkarmasına ekini ve nesli helak etmesine azgın bir zorbaya dönüşmesine sebep etrafındaki şer çemberidir! Sözü süsleyerek ve parlatarak onu şüphe götürmeyen apaçık bir gerçekmiş gibi gösteren koğucular, laf taşıyıcılar da bunun gibidir.

İnsanın doğal ihtiyaçlarını fıtri arzularını, sinsi bir şekilde tahrik eden, şehvet tüccarlığı yapanlar da böyledir. Bu tür aldatıcı tahrikler ancak uyanık bir kalb ve Allah'ın yardımı ile savılabilir.

Onca sinsi vesveseci vardır ki tuzaklarını, ağlarını kurar ve onları gizlerler. Bildikleri veya tesbit ettikleri gizli yollarla kalplerin içine girerler. Bunlar cinlerden daha kötü, onlardan daha sinsi ve daha tehlikelidir!

İnsan gizli vesveseleri başından savmaktan acizdir. Bu nedenle yüce Allah ona bu korkunç mücadele ortamında kullanacağı zırhını, silahını ve teçhizatını da göstermektedir!

Burada vesvese verenin "sinsi" sıfatıyla nitelendirilmesi derin anlamları ifade eden bir işarettir. Bu sıfat bir taraftan onun fırsat bulana kadar gizlenip sindiğini, fırsat buldukça harekete geçip vesvese verdiğini ifade ederken, diğer taraftan onun tuzağına karşı uyanık olan ve kalbinin kilit noktalarını koruyanlara karşı da zayıf olduğuna işaret etmektedir. Öyleyse o ister cinlerden olsun, ister şeytanlardan olsun tepki gördüğünde sinmekte ve geldiği gibi geri dönmektedir. büzülmekte ve gizlenmektedir. Ya da Resul-ü Ekrem'in güzel tasvir edici temsilinde belirttiği gibi "insan Allah'ı andığında gizlenmekte, Allah'tan habersiz olduğunda vesvese vermeye başlamaktadır."

Bu işaret kalbi, vesvese verene karşı koymaya teşvik edip desteklemektedir. Çünkü o çok gizlenendir. Savaşta müminin hazırlığı karşısında zayıftır. Fakat bir diğer açıdan bu uzun bir mücadeledir. Asla sona ermez. Düşman sürekli sinmekte ve gizlenmektedir. Boşluk anını beklemektedir. bir kere, bir an uyanık bulunmak, her an uyanık bulunmanın yerine geçmez. Savaş kıyamet gününe kadar lehte ve aleyhteki gelişmeleri ile sürüp gitmektedir. Nitekim Kur'an-ı Kerim değişik yerlerde bu mücadeleyi canlandırmaktadır. isra suresindeki şu ayetler bu mücadelenin ilginç tablolarından birini çizmektedir: "Hani meleklere: `Adem'e secde ediniz' dedik. Hepsi secde etti. Yalnız İblis emrimize karşı geldi ve `Ben çamurdan yarattığın bir canlıya hiç secde eder miyim?' dedi. İblis dedi ki; benden üstün tuttuğun şu canlıyı görüyor musun? Eğer bana kıyamet gününe kadar mühlet verirsen, onun soyunu, pek az bir bölümü dışında, avucumun içine alıp mahvederim. Allah dedi ki: `Defol git, onun soyundan kim sana uyarsa onlarla senin ortak ve yeterli cezanız cehennemdir. Gücünün yettiklerini sesinle ayartıp siperlerinden çıkar atlılarını ve piyadelerini nara attırarak, üzerlerine çullandır, mallarına ve evlatlarına ortak ol, onlara çeşitli vaadler yap, şeytanın insana yaptığı vaadler aldatmacadan başka birşey değildir. Benim gerçek kullarıma gelince, senin onlar üzerinde hiçbir nüfuzun yoktur. Allah onlar için yeterli koruyucudur." (İsra 65-66)

Savaşın mücadelenin yapısı ve oradaki kötülük etkenlerinin bu şekilde ortaya konuşu insana bu savaşta mağlup olmayacağı bilincini vermelidir. Savaşın bizzat şeytan tarafından idare edilmesiyle şeytanın insanlardan olan askerleri tarafından idare edilir esi arasında fark yoktur. Çünkü onun Rabbi, hükümdarı ve ilahı bütün varlıklara, yaratıkların hepsine egemendir. iblisin savaşmasına izin vermişse de onun dizginini de elinde tutmaktadır. Allah şeytanı Rabbinden, hükümdarından ve ilahından habersiz olan insanlardan başkasının üzerine musallat etmemiştir. Allah'la zikredilenler ise kötülükten ve onun gizli olan etkenlerinden kurtulmuşlardır. Öyleyse iyilik kendisinden başka iyilik bulunmayan, kendisinden başka gerçek bulunmayan asıl gerçeğe dayanmaktadır. Yani Rabbe, hükümdara ve ilaha dayanmaktadır. Kötülük ise sinsice vesvese veren şeytana dayanmaktadır. Şeytan ise yüzyüze çarpışmaktan acizdir. Savaş anında sinerek gizlenir. Allah'a sığınıldığında bozguna uğrar.

Bu iyilik ile kötülüğe ilişkin anlayışın en güzel, en mükemmel şekilde ifade edilmesidir. Ve aynı şekilde kalbi bozgundan koruyacak en güzel anlayıştır. Bu anlayış kalbi güç, güven ve huzurla doldurmaktadır.

Her işin başında ve sonunda hamd Allah'a mahsustur. Güven ve başarı O'nunla elde edilir. Kendisinden yardım dilenen ve gerçekten yardım eden de O'dur.

NAS SÜRESİ(Muhammed GAZALİ)

"De ki: Sığınırım ben, insanların Rabb'ine. İnsanların padişahına. İnsanların tanrısına." (Nâs: 1-3)

Bu sûrede cin ve insan şeytanlarından ve onların gönüllere bıraktığı vesvese­lerden sığınma vardır. Biz cinlerin nasıl bir tasarrufa sahip olduklarını bilmi­yoruz. Ancak onların bizden ne istediklerini ve bize yöneliş gayelerini biliyo­ruz. Bu yüzden bizi koruması için insanların tanrısı ve padişahı olan Rabbe sığınıyo­ruz. Allah'ın sıfatlarının tekrarlanışı, yoksulluğu itiraf ve güçlüye sığınmadır.

"İnsanlara kötü şeyler fısıldayan o sinsi vesvas(vesvesecin)m şerrinden." (Nâs: 4)

Vesvas; eziyet vermek için gizlenen ve üzerine abanmak için fırsat kollayan, mü-vesvis ise; kendisinden sakınılması gereken hain düzenbaz demektir.

Bir başka yerde Allah şöyle buyuruyor: "Böylece biz, her peygambere İnsan ve cin şeytanlarım düşman yaptık. (Bunlar) aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fı­sıldarlar." (En'am: 112)

İnsan şehveti galiba eylemdeki lezzeti, cin şehveti ise, İblis'ten miras kaldığı üze­re yoldan çıkarma arzusudur. Birbirlerinden işte böyle yararlanıyorlar.

Ancak şeytanlar, her türlü yaptırım otoritesinden mahrumdurlar. Yoldan çıkarma ve aldatma dışında hiçbir şeye mâlik değillerdir. Kim, onlara uyarsa, hele de uyarılıp sakındırıldıktan sonra, hiçbir özrü olamaz.

Bu sûre, nefsî kaygıların tehlikesinden ve onlardan kurtulmanın gereğinden söz etmektedir. Haklılığında sabrederek Rabbini hatırlayan mü'min, nefis ve onun endi­şelerinden, şeytan ve vesveselerinden kendisini koruyan sûrelerin içinde yaşar

NAS SÜRESİ(Elmalılı Hamdi YAZIR)

İnsanların Rabbine. Bütün insanların kendilerine ve işlerine sahip, terbiye edici sahibine, yani halk ve emriyle insanlar yaratan ve sanat ve kudretiyle o ğâsık, kara topraktan o duygusuz, karanlık maddeden tan gibi parlayan duygulu insanlar yetiştiren, onlara yaramaz şeyleri atıp yarar şeyleri süze süze akıtarak lütuf ve terbiyesiyle tavırdan tavıra, halden hâle kemâle erdirerek büyüte büyüte akıl ve iz'an verip insanlık gereklerini, insanlık vazifelerini duyurarak bütün yaratıklar içinde seç k in bir halde kendi cinsiyle birlikte, toplum hâlinde yaşayacak hâle getiren ve getirmekte bulunan ve bu şekilde onlara terbiye fikriyle rububiyet anlayışını öğreterek kendi varlığını sezdirip hak ve hayır uğrunda çalışmak yolunu gösteren Mevlâsına,

2. O insanların meliki (hükümdarı)ne. Yani o terbiye ile yetiştirilen, akıl melekeleri, insanlık güçleri gelişmeye başlayan, insanların hepsini hükmü altında tutarak bütün melekelerini ve güçlerini hayır nizam ile olgunluklarının gayesine doğru faaliyete sev k etmek üzere mertebelerine, ilim ve hikmetinin gereğine göre emir ve yasak ile idare eden hükümdarına, daha açıkçası nisbî mânâ ile Rab ve melik değil, "Mülkün sahibi, sen dilediğine mülkü verirsin, dilediğinden mülkü alırsın, dilediğini yükseltirsin, d ilediğini alçaltırsın. Hayır senin elindedir." (Âl-i İmrân, 3/26) âyetinin mefhumunca dilediğine mülk verip şah yapan, dilediğini de padişah iken indirip atan, dilediğini aziz, dilediğini zelil etmek kudretine hâiz olan devamlı mülk ile tam Rab'lık kendis i ne mahsus bulunan melikler meliki, padişahlar padişahı,

hükümdarlar hükümdarına,

3. yani İnsanların ilâhına, o insanların hak mabuduna, yani aklı, melekeleri tamamlanmış, hakkı haksızdan, hakikati hayâlden, güzeli çirkinden, hayrı şerden, bâkî zevki fânî zevkten, kastedilen gayeyi vasıtadan, nankörlüğü şükürden fark ve ayırdedecek vicdanları hak bilgi ile aydınlanmış, bulundukları âlemin ve kendi nefislerinin mahiyetini öğrenmiş, varlıklarının hikmetini, nereden gelip nereye gittiklerini, bütün cihanı n zevkinden, bu kâr ve zarar kavgasından kazancın ne olduğunu, o sevgilerin, saygıların, o ümitlerin, arzuların, o hâcetlerin dileklerin nereye bağlanacağını, gülen yüzlerin neye güldüğünü, dökülen dillerin neye döküldüğünü, ağlayan gözlerin neye ağladığını, çırpınan kalplerin ne ile tatmin edileceğini; bundan dolayı nelerden kaçınıp nelere koşmak, neye gönül verip neye dayanmak, neye sığınmak, neye tapmak lazım geldiğini anlamış; vücudda tecelli eden, zâhir (açıktan) ve bâtın (gizli olan görünmeyen)dan vic d anları saran, gayba ve şuhûd (görünen)a hâkim olan Hakk'ın cemâlindeki celâlin, celâlindeki cemâlin ebedî zevkini duyarak her işinde ihlâs ve ihsan ile ona yüz tutmuş, uğrunda can vermeyi canına minnet bilerek hüküm ve rızasına kendini teslim etmiş selîm k alp sahibi ergin insanların, maksatlarına gaye edinerek ibâdet edegeldikleri, akıllı ve reşit olmuş bütün insanların, kurtulmaları için imân ve ibâdet ile sorumlu bulundukları hak Tanrı'ya, hâsılı; yaratma ve emir, var etme ve yok etme, yaşatma ve öldürme, sevap ve ceza ile bütün tasarrufa tam kudret ve mükemmel bir ihtiyaçsızlık ile celâl ve ikramda tek olmayı gerektiren ilâhlık ancak kendisinin hakkı olan o Ehad (tek), Samed olan Allah'a sığınırım.

"Rab" ismi, rabbü'd-dâr (ev sahibi), rabbü'l-mâl (ma l sahibi) gibi izafet (tamlama) ile kullanıldığı zaman Allah'dan başkasına da söylenebilir. "Melik" isminin de ondan daha özel olmakla beraber Allah'tan başkasına söylendiği bilinmektedir. Fakat ilâhlık asla şirk kabul etmediği, "Allah'tan başka ilâh y o k." olduğu için ilâh ismi şer'an ve hakikaten Allah'a mahsustur. Şu halde Rab daha genel, melik daha özel, ilâh daha da özeldir. Burada ise maksadın, Allah Teâlâ olduğunun iyice anlaşılması için Rabbi'n-nâs, Melik'in-nâs da İlâhi'n-nâs ile beyân buyurulm u ştur. Gerçi bunların Rabbe sıfat veya bedel olması da caiz görülebilirse de Zemahşerî ve diğer kritikçiler beyân atfı olmalarını tercih etmişlerdir. Fakat burada önce şunu düşünmek gerekir: Allah Teâlâ yalnız insanların değil, her şeyin Rabbi ve bütün âle m onun Rablığı, Melikliği, İlâhlığı nizamı altında dizili olduğu halde burada niçin "Rab" ismi önce insanlara

izafetle tahsis buyurulup da sonra "İnsanların hükümdarı, insanların ilâhı" diye açıklamaya lüzum görülmüş ve niçin (nâs) üç defa tekrar edilmiş tir? Bunun nüktesi:

1- Kur'ân'ın iniş hikmeti insanların terbiyesi, insanları doğru yola hidâyet ve irşad olduğu için bunu başında olduğu gibi sonunda da bilhassa hatırlatmak ile insan rûhunun terbiyesine Allah'ın yardımının artması hususunu anlatmak ve bu şekilde Kur'ân'ın sonundan başına dönüp baktırmaktır. "Sığınırım de!" emirleri Fatiha Sûresi'nin "Bize doğru yolu göster." (Fatiha, 1/6) duâsına son cevap olarak doğrudan doğruya bir sığındırma ve koruma irşâdı olduğu için Bakara Sûresi'nin ba ş ındaki "Müttakîler (Allah'tan gereğince korkanlar) için yol göstericidir." (Bakara, 2/2) âyetinin mânâsının bir ölçüsü olduğu gibi, "İnsanların Rabbi" buyurulması "Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk edin ki, (Allah'ın aza b ından) korunasınız." (Bakara, 2/21) hitabını hatırlatarak sonu başa bağlamıştır. Hatim indirmede başa dönülerek "hâll-i mürtehil" yapılması da bu nükte ile uyumludur.

2- Ebu's-Suud'un beyân ettiği üzere bunda "iâzeye şâyân bir istiâze minhâcına" yani korumaya lâyık bir sığınış yoluna irşâd vardır. Çünkü Rabbine sığınanın, fertlerinden bir fert bulunduğu insan cinsi içinde terbiyesi, köleliği, kulluğu ile Rabbine intisab edişi ve tevessülü, rahmet ve acımanın artmasının sebeplerindendir. Ve Allah T e âlâ'nın bunu böyle emir buyurması bu şekilde korumaya kesin vaadde bulunduğuna delâlet eden kerem delillerindendir. Bir de burada sığınılan şer, özellikle nizamlara düşmanlığı ile bilinen şeytanın şerridir. Bundan korunmak için insanların ona karşı Allah'ın terbiyesi altında, hükümranlığı içinde, kulluk safında dizilmelerini Kur'ân'la savunmaktır. "Benim halis kullarım üzerinde senin saltanatın yoktur." (Hıcr, 15/42) yüksek sözünün mânâsı üzere şeytanın nüfûz ve saldırısından korunacaklarına bir işaret d e vardır. Bir insan ferdinin böyle "İnsanların Rabbine, insanların hükümdarına, insanların ilâhına sığınırım." diye mertebeden mertebeye en gelişmiş toplum nizamı içinde sığınması, "Ey Rabbim, ey hükümdarım, ey ilâhım, beni terbiye edip yetiştiren sen, benim bütün varlığımı veren ve bütün muradlarımı verecek olan, kendisine en yüksek sevgi ve saygı ile ibadet ve kulluk etmek borcum ve en üstün görevim bulunan mabudum, tanrım, tek sığınacağım, penahım sensin, ben ancak sana sığınırım ve sığınıyorum." dem e k mânâsında olmakla beraber, öyle demekten daha belâgatlıdır. Çünkü

insanlık mertebelerinin en yüksek saffı bulunan ilâhîler saffında, ehlullah (Allah ehli) cemaati içinde bir mevki alacak şekilde korunmak üzere Rablığın en yüksek ve en küllî (genel) tecellisi demek olan ilâhlık hüküm ve yardımına toptan sığınmak hem kudret ve rahmetin kapsamını itiraf ile hamd ve senânın yüksekliği, hem de cimrilikten, kendini beğenmişlikten sakınarak hemcinslerine erişmiş olan nimetleri kendine erişmiş sayacak kadar şükr a n hissi ile hayırlı olmayı içermek itibarıyla elbette ferdî olarak sığınmaktan daha belâğatlıdır. Onun için cemaatle olan ibâdet ve duânın fazileti daha yüksektir. Beydâvî gibi bazı tefsirciler "İnsanların Rabbi" diye tahsis etmenin nüktesi, burada sığınılan vesvese şerrinin insan ruhlarına mahsus bir şer olduğunu söylemekle yetinmişlerse de yeterli değildir.

"Nâs" kelimesinin tekrar edilip de "Onların hükümdârı ve onların ilâhı" diye zamir ile yetinilmemesinin sebebine gelince: Keşşâf sahibi bunun beyan atfı olmasının gereğine yorarak demiştir ki: "Çünkü beyan atfı, beyan içindir. Şu halde gizleme (zamir getirme) değil, açık isim getirme yeri olmuştur." Razî bununla beraber bir de, şöyle der: "Bu tekrar, insanların şerefini artırmayı gerektirir. Çünkü Allah Teâlâ kendisini insanların Rabbi, insanların Meliki, insanların ilâhı olmasıyla tanıtıyor demektir. Eğer insanlar yaratılmışların en şereflisi olmasaydı, elbette kitabının bitiminde kendisini insanların Rabbi, Meliki ve İlâhı diye tarif etmez, kitabını bu tarif ile bitirmezdi."

Bu açıklamaya göre (en-Nâs), üçünde de aynı mânâda olarak sırf beyan ve takrir ile insanlığın şerefini artırmak için tekrar olunmuştur, demek olur ki, Ebu's-Suud da bunu tercih etmiştir. Alûsî de: "Bir şeyin marife (belirli) olarak tekrar edilmesi halinde ikinci, evvelin aynı olması" çoğunluk kâidesinden dolayı bunu tercih etmiş ise de, fâsılanın fâsılasız olarak aynen tekrarı hilâfı (tersi) açık olma ve beyân atfı da nâsa değil, Rabb'e ait bulunmak hasebiyle her birinde muzafun ileyhin muzafa (tamlayanın tamlanana) göre başkaca bir mânâ beyan etmiş olması daha doğru ve daha faydalıdır. Anılan kaidenin çoğunluğu da tersine karine (ip ucu) bulunmamakla kayıtlı olduğu malumdur. Onun için bunu daha çok uzatanlar bur a da tekrar olmayıp, bu nüktelerden başka bir de insan nefislerinin derecelerine ve yükselmedeki mertebelerine bir tenbih dahi olduğunu söylemişlerdir.

İbnü Sina ve bazı ârifler demişlerdir ki: Zira insan nefsi asıl fıtratında Allah'ı bilmek ve Allah'ı sevmekle süslenmeye kâbiliyetlidir, fakat ilk önceleri bu bilgilerden boş olur. Nitekim "Allah sizi annelerinizin karnından çıkardığı zaman hiçbir şey bilmiyordunuz." (Nahl, 16/78) buyurulmuştur. Buna maddî akıl (akl-ı heyûlâî) mertebesi denilir. Sonr a ikinci mertebede onda evveliyyât (başlangıçlar) ve bedîhiyyat (apaçık şeyler) denilen ilk ilimler hâsıl olur ki, bunlarla fikrî mechulleri arayıp bilmeye ulaşılır. Buna, akıl bi'l-meleke (meleke ile akıl) mertebesi denilir. Sonra da işin sonunda o fikrî meçhuller kuvveden fiile (his hâlinden, iş hâline) çıkarılır ki, buna da akıl bi'l-fiil (fiil ile akıl) mertebesi denilir. İşte "İnsanların Rabbine sığınırım, de!", insanî nefis mertebelerinden ilk mertebeye işârettir ki, bu onun gerek bedihî (apaçık) v e gerek kesbî (çalışmakla elde edilen) bütün ilimlerden uzak bulunduğu hâlidir. Nefis bu mertebede, onu terbiye edecek ve o apaçık bilgilerle süsleyecek terbiyeciye muhtaçtır. Sonra o apaçık bilgilerin meydana geldiği ikinci mertebede onlardan fikrî ilimle r e geçme melekesi meydana gelir ki "İnsanların hükümdarı" bu mertebeye işaret eder. Sonra da üçüncü mertebede fikrî ilimlerin düşünce ve tasarıdan, fiile çıkmasıyla nefsin tam kemâli hâsıl olur ki "İnsanların ilâhı" da bu mertebeye işaret eder. Deme k ki burada "nâs" kelimesinin üç defa zikri, aynı mânâda tekrar olmayıp, her birinde insana ait nefsin bir mertebesine işaret olunarak Hak Sübhânehu ve Teâlâ kendisini insanlığın her mertebesinde tecelli eden hüküm ve tasarrufuna göre birer isim ile isim v e rerek tanıtmıştır.

Razî, Felâk Sûresi'nde bunu nakletmekle beraber, burada bu farkı şöyle özetler: "Evvela Rabb'i zikr ile başlamıştır. O, tedbir ve ıslah ile tasarruf edendir. Bu ise Hak Teâlâ'nın insana olan ilk nimetlerindendir. Ta onu terbiye ederek, yetiştirip ona akıl verinceye kadar ki, o zaman insan kendisinin kul ve Rabbinin melik olduğuna delili anlar. Onun için ikincide "melik" zikredilmiştir. Sonra da ona ibadet gerek ve üzerine vacip olduğunu ve mabûdunun o ibadete layık bulunduğunu anlayınca onun ilâh olduğunu tanır. Bir de kulun Rabbinden ilk tanıdığı, O'nun, katındaki açık ve gizli nimetlerden ihsan eden lütuf sahibi olmasıdır. Bu Rabdır, sonra onun bu sıfatlarına bilgiden, celâletini ve halka muhtaç olmadığını marifete intikâl eder, o z aman onun hükümdar olduğunu bilir. Çünkü hükümdar, başkası kendisine muhtaç, kendisi başkasından zengin olandır. Sonra kul O'nu böyle tanıyınca O'nun yükseklik ve yücelikte vasfedenlerin

vasfı üzerinde bulunduğunu ve O'nun yükseklik ve azametinde akılların şaşkın ve hayrette kaldığını anlar. Ve o zaman O'nu tapılacak tek ilâh olarak tanır."

Beydâvî de bunu şöyle ifade etmiştir: Bu yüksek nazımda o Rabb'in sığınmaya layık, sığındırmaya kâdir ve O'na karşı koymanın mümkün olmadığına delâlet etmekle beraber, yaratıcısını tanımak için yönelen düşünce ehlinin mertebelerine de işaret vardır. Çünkü o, ilk bakışta kendi üzerinde gördüğü açık ve gizli nimetlerden, kendisinin bir Rabbi olduğunu bilir. Sonra bakışta derinleşir, nihayet gerçekleşir ki, o Hak Teâlâ he rşeyden zengin ve her şeyin zatı O'nun ve emrinin masrafları O'ndandır, O hak hükümdardır. Sonra bununla istidlâl eder ki, ibadete layık olan ancak O'dur, başka yoktur. Bir de bunda sıfatın ihtilafını, zatın ihtilâfı yerine indirmekle alışılmış istiâze vecihlerinin hepsi toplanmış olur. Yani âdet, mühim bir belaya duçâr olan kimse işini önce ana-babası gibi ulusuna ve terbiyecisine sunar, onların defetmeye güçleri yetmezse hükümdarına, sultanına çıkarır. O da derdini gideremezse onu hükümdarların hükümd a rı ve her şikayet ve sığınmanın son mercii olan Hak Teâlâ'ya şikayet eder. Bu âdet üzere burada Allah'a hem Rablık sıfatıyla, hem meliklik sıfatıyla, hem ilâhlık sıfatıyla sığınmak vecihleri toplanmıştır ki, bunda sığınılan âfetin büyüklüğüne de işâret va r dır."

Bazıları tekrar olmadığını anlatmak için daha sade olarak şöyle demişlerdir: İlk "nâs", cenin ve çocuklar gibi terbiyeye muhtaç olanlar; ikincisi siyasete muhtaç olan gençler ve orta yaşlılar; üçüncüsü sırf Allah'a yönelmiş olan ibâdet ediciler ve yetkinlerdir.

Görülüyor ki üç "nâs" arasında bu gösterilen farkların hepsi de mühim ve dikkate şâyândır. Bazısı daha felsefî, bazısı daha edebî, bazısı da sade olmakla beraber hepsi de birbirine yakındır. Dil nokta-i nazarından bunların karinesi (ip ucu) de muzaf olan Rab, Melik ve İlâh isimlerinin mefhum ve ilişiği olanlardaki umum ve husus farkıdır. Rab ismi terbiyeden olduğu, terbiye hakkı da sahip olmaya dayandığı için akıl sahibi olanları da olmayanları da ilgilendirdiği için daha geneldir. B u karine (ipucu) ile "insanların Rabbi"nde "'nâs"ın akıllı, akılsız bütün insan cinsini içine alması gerekir. "Melik" ismi ise "mîm"in ötresiyle mülk veya melekûttan olduğu, bu da "mîm"in esresiyle "milk"ten daha özel olarak akıllıların tümü üzerinde siy â set ile tedbir ve işlerin idaresi

mânâsından geldiği, "melekût" da bunun mübalâğası bulunduğu için "melik", "rab"dan daha özeldir. Nitekim Ragıb der ki: "Mim"in ötresiyle mülk, toplum üzerinde emir ve yasak ile tasarruftur ve akıllılar üzerinde siyasete tahsis edilmiştir. Onun için "İnsanların hükümdarı" denilir de, "Varlıkların hükümdarı" denilmez. Şu halde "melik'in-nâs"daki "nâs" bütün insan cinsi içinden aklı eren insanlar olması lazım gelir. En derin sevgi, en yüksek hürmet ile ibadete lâyık olm a yı ifade eden ilâhlık, hak tanrılık ise en mükemmel sıfat olduğundan bunun muzaf olduğu üçüncü "nâs"ın da akıl ve vicdan, iman ve iz'an, ahlâk ve irfan, insaf fikri, güzel amel gibi insanlık melekelerinde az çok bir kemâl, bir erginlik, bir yetkinlik bulu n an insanlar olması akla gelir.

Şu halde birinci "nâs"ın, rablık hükmünce hepsinden daha genel olarak henüz ilk terbiyeye muhtaç ve aklî melekesi oluşmamış cenin ve çocuklar gibiler de dahil olmak üzere "istiğrak lâmı" ile bütün insan cinsini içine almış olması açıktır. Yani terbiye edilip yetiştirilmiş, büyütülmüş insanlar da hariç olmaz. Çünkü meliklik ve ilâhlık hükmünü de içine alan Rablık hükmü onlarda fiilen sabittir. Gerek başlangıcında, gerek sonunda hiç bir insan ondan âzade ve ihtiyaçsız deği l dir. Şu kadar ki bunda ilk mertebe de dahil bulunduğundan yükselme mertebelerindeki farkı ortaya çıkarmak isteyenler, bilhassa onu anlatmayı mühim görmüşlerdir. Maksadları ilkel insanlara tahsis değildir. Gerçi "nâs" deyiminin bazan âdi insanlar mânâsına h akaret etmek için kullanıldığı da biliniyor ise de, bu mânâ "nâs" mânâsındaki genellikten doğmuş olduğu gibi Rab isminin izafeti de bir şeref ifade ettiğinden dolayı burada hakaret etme kastına zıt olacağından, bunun gereği olan genellemeyi özelleştirmeye karine (ipucu) yoktur. "Lâm"ın istiğraka yorulması lazım gelir. Yoksa Rablığı, meliklik ve ilâhlık ile beyâna vecih kalmaz, arada zıtlık olurdu. Hatta tekrarı tercih edenler bundan dolayı tercih etmişlerdir. Ancak atf-ı beyânda asıl maksad mânâyı beyan et m ek değil, tasdik olunanı ve müsemmâ (isimlenen)yı beyândır. Ebu Hafs Ömer, denildiği zaman, Ebu Hafs ile Ömer arasında beyân, mefhumu değil, müsemmâ (isimlenen)yı beyandır. Ve onun için Ebu Hayyan beyan atfında meşhur olan, sıfat ile değil, camid isimle o l maktır, diye Keşşâf'a ilişmiştir. Âlûsî de buradakilerin camid isim hükmünde olduğu beyâniyle ona cevap vermiştir ki, maksadı isimleri burada vasıflık durumundan dolayı değil, Allah'ın isimlerinden olmak üzere sırf isim yerinde olarak beyân atfı olduk l arını söylemek olacaktır. O halde ikinci "nâs", birincinin

büsbütün aynı olması gerekmeyeceği gibi, büsbütün başka olması da gerekmez. Şu kadar ki burada kastedilen mânâya geçmek için vasıflık mânâsıyla izafetin beyanda âleti düşünmek gibi tasavvuruna ihtiyaç bulunduğu da inkâr edilemez. Şu halde maksad "nâs"ı beyân değil, Rab mefhumunu da beyân değil, Rabbin zatını daha özel olan sıfat veya isimleriyle beyân olduğundan dolayı her birinde "nâs"ın ona göre düşünülmesi daha açık olur. Bu şekilde ikinci "nâs" d a "lâm"ı ahd ile örfî istiğraka yormaya bir karine (ipucu) bulunmuş olacağından bu, birinciden daha özel olarak terbiye olunan insanlar içinden yetişmeye, aklî melekeleri ve insanî güçleri gelişmeye başlamış, her birinde isteyerek gayret ve çalışma yetkis i meydana gelmiş, bundan dolayı hayır nizamını bozacak şekilde birbirleriyle çekişme ve toplanma yeteneği yüz göstermiş olup da yaratılışlarının hikmeti olan menfaatleri hak ve adalet dairesinde telif ve çekişmeleri ortadan kaldırarak ve her biri ehliyet ve yeteneğine göre gayret göstermekle sorumlu tutularak toplum halinde yardımlaşmak üzere yaşayabilmeleri için siyâsete ve "bilfiil akıl" denilen fikir ve idrâk ile sevk ve idâre, muhafaza ve korumaya muhtaç bütün akıllı, ergin insanlar toplumu olmak lazı m gelir ki, küçük büyük, gelmiş, geçmiş ve gelecek bütün insan cinsi üzerinde Rablığı geçerli olan tek Rab ve böyle bütün akıllı ergin insanlar üzerinde mülkü, melekûtu hakim ve dâim tek hükümdar şüphesiz ki ne insanlar içinden, ne de yaratıklardan birisi o lması mümkün olmaz. Bu, en yüksek, en gelişmiş insanların ibadet ve ubûdiyet ile kulluğu kendilerine en mukaddes görev bildikleri, muhabbet ve rızasını en yüksek maksat edindikleri ve bu şevk ile onun sevgili kul ve esirleri safında dizilmeyi canlarına mi n net saydıkları tek mabûd, o, gönülleri doyulmaz ebedî vuslat aşkıyla titreten, güzellik edenlerde daha yüksek güzellik neşesini uyandırarak her an kendisine doğru sıdk ve mücahede ile yaklaşma aşkını heyecanlandıran, her temiz sevgide bir güzellik ânı; ne f esleri tıkayan, yürekleri çatlatan, akılları dehşete düşüren ve sersemleştiren her acı korkuda bir celâl cilvesi gösteren ilâhlık saltanatı şeriksiz olarak kendisine mahsus bulunan Hak Teâlâ olabilir. Ve onun için "İnsanların ilâhı" diye beyan buyuru l muştur. O halde bu üçüncü "nâs" akıllı insanlar içinden peygamberler, sıddîklar, şehidler, salihler ve Allah'ın birliğine iman edip de onlara uyan ve onlara arkadaş olmak, onlarla haşrolunmak isteyen hâlis mümin erkek ve kadınlar, müslüman erkek ve kadınl a r gibi kâmil insanlar, yani Fâtiha Sûresi'nde "Kendilerine nimet verdiğin, gazab edilmemiş ve sapmamışların yoluna." (Fâtiha, 1/6-7) ve Bakara Sûresi'nin başında "Ahirete kesinlikle iman ederler. İşte onlar,

Rablerinden bir hidâyet üzeredirler ve umd uklarına erenler işte onlardır." (Bakara, 2/4-5) buyurulan insanlar olması gerekir. Hakikaten sığındırılıp korunmaları vaad olunanlar da bunlardır. Bununla beraber insanların Rablık, mülk, ilâhlık hükümleri altında birer âyette üç tavır ile tekrar etmesi "Allah'ı nasıl inkâr edersiniz ki, siz ölüler idiniz, sizi o diriltti, yine öldürecek, yine diriltecek, sonra O'na döndürüleceksiniz." (Bakara, 2/28), "De ki: Allah sizi yaşatıyor, sonra sizi öldürüyor. Sonra sizi, kıyamet gününe topla(yıp getir)ece k tir ki, onda şüphe yoktur. Fakat insanların çoğu bilmezler." (Câsiye, 45/26) gibi âyetlerde hatırlatılan yaşatma ve öldürme mertebeleri ile âhiret günü tavırlarını da hatırlatmaktan hâli değildir. Bu bakımdan şöyle demek olur: İnsanlar ölüler iken, yani hayatsız yer, cansız madde, ölü toprak iken onları, Rablık hükmüyle hayat verip insan yapan nâsın Rabb'ine, sonra o hayattaki insanları Melik'lik hükmüyle idare ederken siyaset edip öldüren insanların hükümdarına, sonra da o öldürdüğü insanları ilâhlık hükm ü yle ebedî ahiret hayatıyla yeniden diriltip toplayarak cezalarını vermek üzere ilâhî huzuruna döndürecek olan, yani kudreti bu kadar büyük ve akıllıların hayırlısı olan insanların ilâhına sığınırım de. Ona böyle sığınmak ise, sonunda muhakkak olan zoraki d öndürmeden önce her emrine hazır olmak üzere isteğe bağlı dönüş demek olan tevbe ve hak yola dönüş ile "Kul(um) bana nafile (ibadet)ler ile yaklaşmaya devam eder. Ta ki ben onun kulağı, gözü ve kalbi oluncaya kadar." kudsî hadisi gereğince yaklaşarak " Allah'da bâkî olmak"ta karar azmi olmuş olur ki, bu da "Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım isteriz." (Fâtiha, 1/5) anlaşmasının fiilî sonucu demek olan kurtuluş ve büyük zaferdir. Ne mutlu buna eren kullara!

Şimdi görülüyor ki, önceki sûrede sığınılan "müsteâzünbih" (kendisine sığınılan) ancak bir sıfat ile zikrolunmuştu, "Felâkın Rabbi." Halbuki istiâze olunan (sığınılan) âfet, "mâhalâk" (yarattığın)ın şerri üç çeşit âfet sayılmıştı: Ğâsık, neffâsat, hâsid. Bu sûrede ise sığınılan " R abbi'n-nâs, meliki'n-nâs, ilâhi'n-nâs" üç sıfatla zikrolunuyor, kendisinden sığınılan ise bir şerdir. Demek ki bu şer, bu âfet önceki âfetlerin hepsinden büyük, hepsinden tehlikelidir. Ve bundan korunmayı insan hayatının bütün safhalarında ve özellikle so n deminde en özel maksad olarak bilmek lazım gelir. Demek ki sığınmak için senâ (övme)

dahi istenilen matlûbun kadrine göre olması icap eder. İnsana dışından gelen âfâkî (nesnel, objektif) şerler ne kadar büyük zarar ve fenalık olursa olsun, ona ne kadar acı, elem ve ıztırap verirse versin onda insanın kendi düşüncesinden, inancından, iradesinden, kazanmasından bir sebep olma bulunmadıkça, o şey onun hakikatına nüfuz etmez, ruhunu kirletmez, Allah katında sorumlu kılmaz, hakikatte onun hesabına bir şer sayı l maz. Bilakis o yüzden elem ve zahmet çektiği için ecir ve sevap bile alır. Çünkü o, onun yaptığı bir şey değildir. Onun sorumluluğu yapana aittir. Halbuki insanın kendinden gelen veya az çok meyil ve irâdesine yaklaştırılarak kendine yaptırtılan şer, kendi şerridir. O, ondan sorumludur, ruhunu kirletmiş, kendi kendine düşmanlık etmiş olur. İnsan nefsinin en büyük âfeti işte böyle kendi içinden gelen fenalık, içindeki bozukluk, imânsızlık, iradesizlik, himmetsizlik, yanlış anlayış, yanlış düşünüş, fena tema y ül, aldanış, basiretsizlik, kararsızlık, hâsılı bir kelime ile şüphecilik, vesveseciliktir.

"Mecruhu sanma cerh-i mücerreddir öldüren,

Âfât-ı bâtıniyyedir aslı musîbetin"

"Yaralıyı, yalnız yaranın öldürdüğünü sanma.

Musîbetin aslı, bâtı nî âfetlerdir."

4. Onun için Kur'an'ın başında şüpheyi bertaraf etmekle, imân ve âhireti bilmek korunmanın, kurtuluşun ilk şartı olarak tesbit edildiği gibi, sonunda da her şerre sürükleyen sinsî vesvesenin şerrinden sığınma emrolunarak buyuruluyor ki: ye müteallıktır. O hannâs vesvesecinin şerrinden, yani geri geri çekilip sinen, sinip sinip aldatmak, Hak yolundan geriletip fenalığa sürüklemek için döne döne vesvese vermek âdeti olan o dönek, o sinsi, o geriletici vesvese kaynağının şerrinden sığınırım.

Esasen vesvese mânâsına masdar ismi veya muzaaf rubâînin masdarı bu vezinde de geldiğine göre masdar olmakla beraber çok vesveseci, müvesvis mânâsına mübalağa için sıfat ve isim olarak kullanılmıştır ki, aynı vesvese kesilmiş vesvese kaynağı demek gibidir. "Lâm" ile "el-vesvâs", şeytanın bir ismi olmuştur. Çünkü Keşşâf'ın dediği gibi bütün meşgûliyeti, sanatı ve daima üzerine düştüğü hep vesvese ve azdırmadır. Öyle vesvese vermekle bilinen odur. Bahru'l-Muhit'de Ebu Hayyan der ki: "el-Ves vâs, şeytanın ismi demişlerdir, bununla beraber vesvas şehvetlerin fısıldadığı vesveseye de denilir ki yasaklanmış olan nefsin arzularıdır."

Vesvese nedir? Keşşâf'ın ve Ragıb'ın da söyledikleri vechile vesvese esasen fis, hiş demek, yavaş fısıltı yapmak, fiskos etmek gibi gizli sese, gizli fısıltıya denilir. Zinet eşyası hışıltısına "vesvâsü'l-huliy" denilmesi bundandır. Kamus'un kaydettiği vechile avcının ve köpeklerin yavaşça seslerine vesvese ve vesvâs denilmesi de bundandır. Bundan hâtırâ-i redîey e, yani nefsin veya şeytanın kalbe koyduğu hayırsız, faydasız, alçak hatıra ve dağdağaya vesvese denilmek meşhur olmuştur, dilimizde bilinen de budur. "Nefsinin ona ne fısıldadığını biliriz." (Kâf, 50/16) âyeti nefsin vesvesesi hakkında, "Şeytan ona ( Â dem'e) fısıldadı." (Tâhâ, 20/120) âyeti de şeytanın vesvesesi hakkındadır.

a gelince: "Hunûs"tan mübalâğalı ism-i fâil veya o vezinde ism-i mensub olarak vesvâsın sıfatıdır. Çok hunûs edici, hunûs âdeti olan demektir. Küvvirat Sûresi'nde "Gündüzleri kaybolup geceleri ortaya çıkan bütün yıldızlara." (Küvvirat, 81/15-16) âyetinde de geçmiş olan hunûs, lugatta lazım (geçişsiz) fiil olarak teahhur ve rücû yani gerilemek ve geri dönmek, sıkılıp büzülmek, sinip kaybolmak ve görünmez olmak mânâlarıyla il g ili olduğu gibi, müteaddî (geçişli) fiil olarak geriletmek, munkabız etmek, sindirip kaybetmek mânâlarına gelir. Tefsirciler çoğunlukla lâzım fiilden geç kalma ve inkıbaz ile sinmek mânâsını esas tutarak tefsir etmişlerdir ki, bundan "hannâs" geri çekiler e k veya büzülüp sinerek fırsat bulunca dönmek âdeti olan demek oluyor. Onun için biz bunu sinsi diye tercüme etmeyi uygun bulduk. Keşşâf'ta: "Hunûsa mensup, âdeti hunûs yani geri kalmak olandır. Çünkü Sâid b. Cübeyr'den rivayet olunmuştur ki, insan Rabbini zikrettiği zaman şeytan hunûs eder, geri kaçar, gaflet edince de döner vesveseye başlar." der. Ragıb da der ki: "Hannâs, hunûs eden, yani Allah anıldığı zaman geri kalan şeytandır." Bunlara göre "Vesvâs-i hannâs" şeytan demek olmuş oluyor ki, tefsircileri n çoğu da bunu söylemişlerdir. Sûrenin sonunda bu şeytan

5. Onun için Kur'an'ın başında şüpheyi bertaraf etmekle, imân ve âhireti bilmek korunmanın, kurtuluşun ilk şartı olarak tesbit edildiği gibi, sonunda da her şerre sürükleyen sinsî vesvesenin şerrinden sığınma emrolunarak buyuruluyor ki: ye müteallıktır. O hannâs vesvesecinin şerrinden, yani geri geri çekilip sinen, sinip sinip aldatmak, Hak yolundan geriletip fenalığa sürüklemek için döne döne vesvese vermek âdeti olan o dönek, o sinsi, o geri l etici vesvese kaynağının şerrinden sığınırım.

Esasen vesvese mânâsına masdar ismi veya muzaaf rubâînin masdarı bu vezinde de geldiğine göre masdar olmakla beraber çok vesveseci, müvesvis mânâsına mübalağa için sıfat ve isim olarak kullanılmıştır ki, aynı vesvese kesilmiş vesvese kaynağı demek gibidir. "Lâm" ile "el-vesvâs", şeytanın bir ismi olmuştur. Çünkü Keşşâf'ın dediği gibi bütün meşgûliyeti, sanatı ve daima üzerine düştüğü hep vesvese ve azdırmadır. Öyle vesvese vermekle bilinen odur. Bahru'l- Muhit'de Ebu Hayyan der ki: "el-Vesvâs, şeytanın ismi demişlerdir, bununla beraber vesvas şehvetlerin fısıldadığı vesveseye de denilir ki yasaklanmış olan nefsin arzularıdır."

Vesvese nedir? Keşşâf'ın ve Ragıb'ın da söyledikleri vechile vesvese esasen fis, hiş demek, yavaş fısıltı yapmak, fiskos etmek gibi gizli sese, gizli fısıltıya denilir. Zinet eşyası hışıltısına "vesvâsü'l-huliy" denilmesi bundandır. Kamus'un kaydettiği vechile avcının ve köpeklerin yavaşça seslerine vesvese ve vesvâs denilmesi d e bundandır. Bundan hâtırâ-i redîeye, yani nefsin veya şeytanın kalbe koyduğu hayırsız, faydasız, alçak hatıra ve dağdağaya vesvese denilmek meşhur olmuştur, dilimizde bilinen de budur. "Nefsinin ona ne fısıldadığını biliriz." (Kâf, 50/16) âyeti nefsin v e svesesi hakkında, "Şeytan ona (Âdem'e) fısıldadı." (Tâhâ, 20/120) âyeti de şeytanın vesvesesi hakkındadır.

a gelince: "Hunûs"tan mübalâğalı ism-i fâil veya o vezinde ism-i mensub olarak vesvâsın sıfatıdır. Çok hunûs edici, hunûs âdeti olan demektir. Küvvirat Sûresi'nde "Gündüzleri kaybolup geceleri ortaya çıkan bütün yıldızlara." (Küvvirat, 81/15-16) âyetinde de geçmiş olan hunûs, lugatta lazım (geçişsiz) fiil olarak teahhur ve rücû yani gerilemek ve geri dönmek, sıkılıp büzülmek, sinip kaybolm a k ve görünmez olmak mânâlarıyla ilgili olduğu gibi, müteaddî (geçişli) fiil olarak geriletmek, munkabız etmek, sindirip kaybetmek mânâlarına gelir. Tefsirciler çoğunlukla lâzım fiilden geç kalma ve inkıbaz ile sinmek mânâsını esas tutarak tefsir etmişlerd i r ki, bundan "hannâs" geri çekilerek veya büzülüp sinerek fırsat bulunca dönmek âdeti olan demek oluyor. Onun için biz bunu sinsi diye tercüme etmeyi uygun bulduk. Keşşâf'ta: "Hunûsa mensup, âdeti hunûs yani geri kalmak olandır. Çünkü Sâid b. Cübeyr'den r i vayet olunmuştur ki, insan Rabbini zikrettiği zaman şeytan hunûs eder, geri kaçar, gaflet edince de döner vesveseye başlar." der. Ragıb da der ki: "Hannâs, hunûs eden, yani Allah anıldığı zaman geri kalan şeytandır." Bunlara göre "Vesvâs-i hannâs" şeytan d emek olmuş oluyor ki, tefsircilerin çoğu da bunu söylemişlerdir. Sûrenin sonunda bu şeytan

6. "cinlerden ve insanlardan" diye genelleştirilerek beyân olunacağına göre bu da yeterlidir. Bununla beraber Ebu Hayyan bunun nefse de şümûlünü ve tam sinsilik mânâsını göstererek Bahir'de demiştir ki: "el-Hannâs, "İzi üzere geri dönen, zaman zaman gizlenendir." Ve bu vasıf, şeytanda yerleşmiştir. Kul Allah Teâlâ'yı zikrettiği zaman şeytan geriler, çekinir. Şehvetlere gelince: Bu da imân ile ve meleğin ilham iyle, hayâ ile siner, çekinir. Şu halde bu iki mânâ "vesvas"ta

mevcuttur, da "Şeytanlardan ve insanların nefislerinden" demek olur. Yahut vesvâs ile murad, şeytan ve kötü yakınlardan yaldızcı, kışkırtan, da o "vesvâs"ı beyan olur. "Hunûs" müteaddi (geçişli) olabileceğine göre de "hannâs", geriletici veya sindirici demek olur. Şeytan ve şehvetler hakkında bu da doğrudur. Çünkü bunlar vesveseleriyle insanı geriletir, insanlık rûhunu hak yolunda ilerlemekten alıkoyar. Akıl ve fikrini çelerek sabır ve me t anetini, azim ve irâdesini kırarak imân ve şeksiz ilimden, güzel ameller için mücahededen çekindirir, sırf hayvanî, fanî zevklere ve yanlış yollarla türlü hilelere, aldatışlara sevkederek geriletir, aşağılatarak ve soysuzlaştırarak fânî hayatta çürütüp bi t irmek ister. Allah anıldıkça, hak korkusu göründükçe geriler, siner, fırsat buldukça döner, yüz buldukça şımarır, musallat oldukça olur, musallat olduğunu da düğümlere üfleye üfleye vehimler ve hayâller içinde sindire sindire alçaltır ve adı kötüye çıkmış eder bırakır. Bu mânâ itibarıyla da yine sinsi diye tercemesi uygun olur.

İbnü Sinâ demiş ki: Vesvâs, vesvese veren düşüncedir. Bu da hayvansal nefsi kullanmaya geçişi, sonra da hareketi aksine oluşu cihetiyle hayâl gücüdür. Zira nefsin asıl vechesi ayırıcı prensipleredir. Hayal edici güç onu madde ve ilişkileriyle meşgul olmaya doğru tuttuğu zaman o güç, hunûs etmiş, yani tersine hareket etmiş olur. Bazıları da demiştir ki, kuruntu gücüdür. Çünkü o başlangıçlarda akla uygun gelir. Fakat iş sonuca gel i nce çekinir, vesvese vermeye, şüpheye düşürmeye başlar.

Âlûsî'nin bunlara karşı, "Allah'ın kelâmını böyle tefsir etmek vesvâs-i hannâsın şerrinden olduğu gizli değildir." demesi de yerinde olmamıştır. Zira kuruntu ve hayâl atılınca vesvesenin yeri kalmaz. Allah'ın kelâmını, yarattığı tabiata bakarak, âfakî (nesnel) ve enfüsî (öznel) alâmetlerini düşünüp ve inceleyerek anlamaya çalışmak şeytanın vesvesesi değil, Kur'ân'ın bakma (nazar) ve tefekkür emirlerinin gereği olduğunun da unutulmaması gerekir. N i tekim Beydâvî de vesvese vereni vehim kuvveti gibi diyerek izah etmiştir. Bunu bir temsil değil, sadece düşündürmeye yorup da vehmin ve hayâl vesveselerinin şerrini istiâze (sığınma)den hariç bırakmak şeytanın en çok kullanmak istediği aracılarını ihmâl e tmek demektir.

"Vesvâs"ın vesvese veren kuvvet demek olduğunda ve vesvesenin hayâl etmek ve kuruntu ile ilgili bulunduğunda vesveseye düşülmeye sebep yoktur. Ancak

bunu tahsise kalkışmayıp da şu ilâhî beyanın umûm ve şümûlü üzere anlamak elbette daha doğrudur. Zira "Vesvâsü'l-hannâs" nedir, diye tereddüde düşülmemek için şöyle beyan ve açıklama buyurulmuştur: O ki insanların sînelerinde vesvese verip durur. Yani insanların içlerinde: gerek ferd olarak içlerinde, gönüllerinde ve gerek toplum olarak i ç lerinde, aralarında, yahut Allah'ı unutanların göğüsleri, bağırları içinde iç ve dış duyularından hatırlarına, gönüllerine türlü vesvese sokar, sezilir sezilmez fiskos eder gibi yavaşçadan gıcıklayarak kötü telkinler yapar, kötü kötü eğilimler, alçak alça k hisler uyandırır. Bu şekilde akıl ve fikirlerini çeler, türlü fenalıklara düşürür. Allah yoluna gitmekten, insanlık gayesine ermekten alıkor, nihayet din ve imandan çıkarır, ebedi helake sürükler. O vesvâsi'l-hannâs işte böyle her şerrin başı olan vesves e yi gafil insanların sînelerinde fısıldayıp duran sinsi etken her ne ise odur.

İbnü Sinâ der ki: "Nefsin birinci bineği sînelerdir. Zira insana ait nefsin ilk ilgilendiği kalbdir. Onun aracılığı ile diğer uzuvlara yayılır, onun için vesvesenin etkisi i lk önce sînelerde olur."

Tefsirciler diyorlar ki, burada mevsûlünün i'rabında üç vecih caizdir: Birincisi, sıfat olarak mahallen mecrûr olmaktır ki, vesvâsın tefsir edici sıfatı (sıfat-ı müfessiresi) demektir. İkincisi, onu tefsir için isti'nâf cümlesi olmak üzere takdirinde haber olarak merfû olmaktır. Üçüncüsü, zem üzere mansup olmaktır. Bu iki veche göre "el-Hannâs"da vakıf yapmak, vakf-ı hasen olur. Birincisine göre ise Kevâşî tefsirinde, "vakıf caiz olmaz" demiş. Fakat Taybî buna: "Vakfın caiz olmamasında şüphe (nazar) vardır, çünkü fâsıla vardır (âyet sonudur)." diye ilişmiş. Keşf'te de demiştir ki, sıfat olunca hüsün (güzel olma), müsellem değildir. Meğer Allahümme vakf-ı hasen bir özel fâsılada bu gibisine de şamil olması hakkında bir v e che göre olsun. Zira Kur'ân'ın her fâsılası güzeldir, her âyetinde vakıf yapmanın da güzel olması lâzım gelir. Âyetlerde vakıf, Rasulullah'ın sünnetidir, diye de bir rivayet vardır. Bu "en-Nâs"dan murad, Allah'ı zikirden gaflet edenler, yani gaflet hal i nde olan insanlar olması açıktır. Onun için bunun "nâsî" yani unutan mânâsına olmasını da caiz görmüşlerdir.

Cinlerden ve insanlardan. Yani o vesvese veren gerek gizli cin taifesinden, cinnîlerden olsun ve gerek malum insanlardan, insîler kısmından

olsun o vesvasi'l-hannâs ikisini de kapsamına alır. İkinci bir mânâ ile: Cinden de vesvese verir, insanlardan da vesvese verir. Yani cinlerden, tabiat ötesi gizli yaratıklardan bahsederek onlara ilişik ettirerek o cihetten de vesvese verir. İnsanlardan bahsederek, onlara ilişik ettirerek o yönden de vesvese verir. İbnü Sinâ'nın anlayışına göre cin istitar (gizlenme, örtünme)den, ins istinâstandır, gizli işler gizli hisler, yeniden başlanılan işler açık hislerdir. Vesvese veren, kalbe vesveseyi bunlardan v e rir. Üçüncü bir mânâ ile gerek cinden olan ve gerek insten olan insanların sadır (sîne)ları içinde vesvese verir, bu şekilde cinni de azıtır, insanı da azıtır. Dödüncü bir mânâ ile de, yani gizli, açık cin ve insanın şerrinden.

Bu mânâların vechi: Buradaki in mânâsı ve ilişkisidir. Bunda tefsirciler üç, dört vecih zikretmişlerdir:

Birincisi: "Min" beyâniyye olarak yü beyân olmasıdır ki, dolayısıyla "vesvâs"ın cinslerini beyan olur. Yani o vesvese veren vesveseci şeytan iki türlüdür: Biri fizik ötesi sahada gizli takımdan, cinnîler soyundan, biri de normal düzeyde açık ilgi kurulan, bilinen insanlar soyundandır. Bu mânâ En'âm Sûresi'nde geçtiği üzere "Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık. (Bunlar), aldatmak içi n birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar." (En'âm, 6/112) âyeti mânâsına uygun olarak vesvâs (vesveseci)ın insan ve cin şeytanlarından daha genel olduğunu ve hepsinin şerrinden Allah'a sığınmak lüzûmunu beyân olur, en açık mânâ da budur. Ebu Zer (r.a.)'d e n rivayet edilmiştir ki, bir adama: "Sen, insan şeytanından Allah'a sığındın mı?" demiştir.

İkincisi: in ibtidâiyye olarak ye taallûk etmesidir ki, vesvese vereni değil, verdiği vesvesenin başlangıcını, ilgilenme yönünü göstermiş olur. Kâh cinlerden vesveselendirir, kâh insanlardan vesveselendirir, demek olur. Bu, yoruma göre cin, en genel mânâsıyla melekleri de kapsamına almış olabilir. Gerçi melek, şer değil ve vesvese vermezse de vesveseciler onlardan da bahsederek vesvese ve aldatmacada bul unabilirler.

Üçüncüsü: deki "nâs"ı beyân olmasıdır ki, Ferrâ ve daha bir takım kimseler buna kâni olmuşlar ve demişlerdi: "Nâs, cinne de denir. Nitekim Cin Sûresi'nde "Cinlerden bir topluluk." (Cin, 72/1) ve "Cinlerden erkekler." (Cin, 72/6) denildiği gibi Kelbî'den nakledildiği

üzere "Cinlerden insanlar" dahi denilir. Bu şekilde o vesveseci, cinden olan "nâs"a da, insten olan "nâs"a da vesvese verir demek olur.

Keşşâf sahibi der ki: "Ben, bunu doğru bulmam. Çünkü cinne cin denmesi kapalılıklarından, gizliliklerinden dolayıdır. "Nâs" (insanlar)a nâs denilmesi de, beşer denilmesi gibi, ortada oluşlarından dolayıdır ki, ibsâr (görmek) mânâsına olan înâstan alınmıştır. "Nâs" deyiminin ikisine de söylendiği vâki, sahih ve sâbit olsa bile, Kur'ân'ın fesâhatine ve yapmacıktan uzak olmasına uygun olmaz. Bu mânâyı anlamak için ile "en-Nâsî" (unutan) kastedilmesi daha iyidir ki, "O çağırıcının çağırdığı gün." (Kamer, 54/6) gibi "İnsanların akın akın döndüğü yerden." (Bakara, 2/199) âye t inde kesrile okunduğu gibi olur. Sonra da bu nâsî, cin ve ins ile beyan edilir. Çünkü insanlar ve cinler, Allah Teâlâ'nın hakkını unutmakla vasıflanmış iki türdürler." Fakat bu da zahirin zıddı olmakla beraber, bu şekilde "sadr"ın çoğulu olan sudûrun tekil olan nâsîye izafeti de zevke pek uygun gelmez. Bu veche kâni olanların asıl maksadı burada ins ve insîyi mutlak insandan daha özel olarak ona karşıt olan cinni de mutlak insan cinsi ve mâhiyeti içerisinde düşünmek gerekir. Çünkü ins, mutlak insan mânâsın a geldiği gibi, insanın ilişki kurduğu dostu, yâri ve devamlı beraber olduğu ahbâbı mânâsına da gelir. Buna karşılık olan da tanımadığı yabancısı, bilmediği demek olur. Yine bu mânâya yakındır ki, insanın nefsi ve vücudu tarafına gelene insî, öte tarafına vahşi tabir olunur. Mesela elin iç yüzü ve ayağın üstü insî, elin dış tarafı ve ayağın tabanı vahşidir ve Anatomide bu mânâ meşhurdur. Aynı şekilde cin, gece karanlığı ve örtünme mânâsından olarak duygulardan gizli olan şeylere ve bütün ruhânîlere ve ruha n îlerden özellikle bir kısmına derecelerine göre söylendiği gibi (En'am Sûresi, 6/128. âyetinde geçmişti oraya bkz.), insanların toplandığı çok ve kalabalık toplumun en çok ve gür yerine de, iç kısmını örttüğü için denildiği lügatta malûmdur. Şu halde da "nâs", bilinen ve bilinmeyen bütün insanlar, daki "nâs" da daha özel mânâsıyle insînin çoğulu enâsî, hafifletilmiş (muhaffef)i nâs, yani alışılmış insanlar demek olur. Cinne de bunun karşılığı yabancı, gizli, tanınmadık, meçhul insanlar, demek gi b i olarak ikisi bütün insanları beyan etmiş olur. Vesvâs (vesveseci) da, bütün insanlar cinsine vesvese veren, maddî manevî, uzak, yakın her ne ise o demek olur. Bu mânâ da haddi zatında önemlidir ve lâfzın ihtimalli durumlarından da olabilir. Ancak bunda c innin mânâsını tahsis ile beraber, daha çok açıklamaya ihtiyaç

duyulan "vesvâs"ı bırakıp da açık olan "nâs"ı beyâna geçmek vardır ki uygun değildir. Onun için bu üçüncü vecih, mânâ itibarıyla doğru olsa bile, âyet metinden anlaşılması itibarıyla pek zayıf ve pek dolambaçlı olduğu için ta'kıd (sözü anlaşılmaz hale sokmak)den uzak değildir. Bununla tefsir, Kur'ân'ın fesâhatına uygun olmaz. Yalnız cin ve insin hâs (özel) bir mânâsını da anlatmak için zikrolunmuştur.

Dördüncü bir vecih de vesvâsı beyân veya harfi cerin tekrarı ve muzaf takdiriyle "Cinlerin ve insanların şerrinden" mânâsında bedel olmaktır ki, bunun da sonucu birinci vecih gibi olur. Bütün bu vecihler içinde en açığı birinci vecihtir. Bu suretle "cinn" duyguların gerisinde olan tabiat ötesi sahayı, (nâs) da tabiî sahayı beyan demektir. Vesvese mutlaka bunların birinden veya her ikisinden gelir.

İşte bütün bunların şerrinden ve özellikle vesvesesinin şerrinden insanların Rabbi, insanların Meliki, insanların ilâhı olan tek, ulu Allahu Zülcelâl'e sığınmak sonuç olarak emredilmiş ve bu vechile sığınanların Allah'ın yarıdmına mazhar olmak suretiyle korunarak güzel sonuca erecekleri vaad buyurulmuştur ki, bunun üzerine teşekkür olarak "Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur." (Fâtiha, 1/2) diye Fâtiha Sûresi'nden başlamak ne güzeldir!

Bu yüce sûrenin harfleri tekrarsız olarak (med harfleri dâhil) sayıldığında yirmi iki harftir. Fâtiha Sûresi'nin harfleri de böyledir. Alûsî'nin nakline göre bunun, nüzûl senelerine remz old uğunu söyleyenler olmuştur. Çünkü Kur'ân'ın yirmi iki senede nazil olduğunu rivayet edenler de vardır. Lâkin meşhur olan yirmi üç senedir. Şu halde yirmi iki seneden fazla olmakla beraber tam yirmi üç seneye de dolmamış olduğunu söylemek hepsine uygun olu r. Gerçi dile ait bir konumu, aklî veya tabiî delaleti olmayarak sırf tesadüf kabilinden görünen bu gibi rastlantılara hükümler gerektirecek kadar delil getirmeye müsait, ifadesi kastedilen bir mânâyı murat etmek nazarıyla bakmak doğru olmaz ise de, hakika t te Allah'ın ilmine göre tesadüf düşüncesi vârid olamayacağı ve her rastlantının dahi gerçekte bir hikmet ve mânâsı bulunması gerekeceği düşünülürse, bu gibi rastlantıların yerine göre sembolik bir mânâ ifadesinden hâli kalmayacağı da inkâr edilemez. Bu se b eple bunları da işaretlerin lâtifeleri ve terkiblerin dayanakları kabilinden olan zevke ait nüktelere katılmış remizler,

işaretler halinde kaydetmek ve mütalâa etmek faydadan uzak olmaz. Kur'ân'da bu kabilden de birçok incelikler bulunduğu malûm, bununla birlikte müteşâbihât vâdisi demek olan bu gibi nüktelerden muhkemlerin tersine mânâlar çıkarmaya kalkışmak, hurûfîlik sapıklık ve dalâletiyle bâtınîlik karanlıklarına sürüklemek demek olacağı, bunun ise Kur'ân'ın zulmetten nûra götüren açık beyânına ters d ü ştüğü de şüphesiz olmakla beraber, muhkemlere aykırı olmayarak sezilen, duyulan parıltılar, bakışlar, ince ince irfanları zevkleri okşayan remizler, işaretler, sözden çok hâle ait olan ve ehlinden başkasına örtüsünü açmayan güzellikler de ne kadar incelen s e o kadar faydalı, o kadar lâtif olur. Meselâ Kur'ân'ın başı besmelenin (bâ)sı ile başladığı, sonu da "nâs"ın "sîn"i ile son bulduğu düşünülünce, bunun "bes", yani yetişir, kâfi, işte o kadar demek gibi olduğu, bunun da "Biz kitap (Kur'ân)da hiç bir ş eyi eksik bırakmamışızdır. Sonra (onlar), Rab'leri(nin huzuru)na toplanacaklardır." (En'âm, 6/38) muhkem mefhûmuna uygun olarak Kur'ân'ın başka bir kitaba, diğer bir delile ihtiyaç bırakmayacak derecede din esaslarının hepsini içeren, yeterli bir hidayet r ehberi olduğuna bir remiz (sembol), yani "Kendilerine okunan kitab (Kur'ân)ı sana indirmemiz onlara yetmedi mi? Şüphesiz inanan bir toplum için bunda bir rahmet ve öğüt vardır." (Ankebût, 29/51) muhkem mânâsına da işaret olması gibi anlayışlar, boş deği l, hoştur. Nitekim şu Farsça beyit de bu mânâda söylenmiştir:

"Evvel ü âhir-i Kur'ân niye bâ, sîn geldi?

Yani rehber iki âlemde bize Kur'ân bes."

Bunu, bizde bilinen "Allah bes, bâki heves" (Allah yeterlidir, geri kalan hevesdir.) sözün ün mânâsıyla anlamak da Kur'ân'ın baştan sona bütün maksatlarını kapsayıcı olmak itibarıyla daha derli toplu olacağını hatırlatmak da şüphesiz ki faydalıdır. Bunda Tevbe Sûresi'nin sonundaki "Eğer (inanmaktan) yüz çevirirlerse de ki: Allah bana yeter! Ondan başka ilâh yoktur. O'na dayandım. O, büyük Arş'ın sahibidir." (Tevbe, 9/129) ve Yâsin Sûresi'nin sonundaki "Yücedir o (Allah) ki, herşeyin hükümranlığı O'nun elindedir ve siz O'na döndürüleceksiniz." (Yâsin, 36/83) gibi âyetlere özellikle işaret b ulunmakla beraber, Fâtiha'daki yardım isteme ile hâtime (bitiş)deki sığınma emirlerinin tevhid ve ihlâs gayesinde bir tatmini vardır ki, genelde istenilen güzel bitiş (hüsni hâtime)

de budur. Bununla beraber bu işâretleri, harflerin sembolik mânâlarından çıkarmaya ihtiyaç da yoktur. Fâtiha ve Bakara Sûresi'nin başı ile İhlas ve Muavvizeteyn (Felâk ve Nâs sûreleri), bu üç sûrenin mânâ ve mefhûnu düşünüldüğü zaman doğrudan doğruya mânâlar arasındaki tutarlılık ve ilgi, sûrelerin baş ve sonları arasındaki bir l ik ahengi, fikrî ve beyânî silsile de o nükteleri ilhâm etmeye yeterlidir. Bu ahenk ve uygunluk bize Kur'ân sûrelerinin tertibinin de vahyile olduğu hakkındaki mezhebimizin kuvvet ve isabetini gösterir. Onun için sırf remizlerinden fikre doğan mânâlar All a h'ın muradı olduğuna hükmetmek doğru olmayacağı hakkında bilginlerin hatırlatmasını unutmaması ve kastedileni karanlık yollarda aramayıp doğru yola sarılmak maksatların başlıcası olduğunu dâima göz önünde tutmak lâzımdır.

Kıyamet günü selâmete ermek için doğru yola hidayet, istenilen ilk maksad olduğu gibi, o yolda insanlık mertebelerinin en yüksek kemâli olan bekâbillâh (Allah'da bâki olma) saadetine kavuşmak için de gizli açık her türlü vesveseden, şüphe ve zandan sakınarak tam bir bilgi ile Allah T e âlâ'nın Rablığına, hükümranlığına, ilâhlığına sığınmak son gaye olduğunun hâtime (sonuç) olarak beyân buyurulmuş olması şüpheden uzak olarak gösteriyor ki, insanlığın saadetinin gayesi kesin bilgi ile ittika (Allah'tan gereğince korkma)dadır, hüsn-i hâtim e (ömrün iyi bir şekilde bitişi) onunladır, "Sonuç, (Allah'tan korkup günahtan) korunanlarındır." (Â'raf, 7/128). İşte kendisinde şüphe bulunmayan bu en mükemmel kitap böyle "Müttakîler için yol gösterici." (Bakara, 2/2) olarak indirilmiştir. Gereğince amel edenler de hep o güzel âkıbete ermiştir. Gereğince amel etmek de Allah'ın lütfu ve başarılı kılmasıyladır. Bize düşen "Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım isteriz." (Fâtiha, 1/5) anlaşmasıyla O'nu istemek, kesin bilgi ve ihlâs ile O'na sığınmaktır.

Bu aciz kul da hamd ve tesbih ile O'nun terbiyesinin lütfuna, mülkünün feyzine, ilâhî yardımına, rahmet ve gufrânına sığınarak hem kendim, hem milletim, din kardeşlerim hakkında vesveselerden uzak, selîm kalp ve doğru vicdan ile o güzel sonuca muvaffak kılmasını diler ve on iki seneden beri gece ve günüz Hakk'ın aşkı ile gözlerinden nokta nokta akan gözyaşı dökerek altmış senelik hayatımın sayfalarına Allah'ın kelâmının meâl ve tefsirini yazmaya çalışan güçsüz kalemim bu noktada "Allah bes, b âki heves" (Allah kâfidir, geri kalan hevestir.) diyerek sonuca imza koymak isterken, Hakk'ın cömertlik sırrını bilmiş olmaktan bir ân uzak kalmak istemeyen zayıf kalbim de bu yalvarıp yakarma ile söze son verir:

Geldim likâna ermek için iş bu menzile

Haşret erenlerinle beni eyleyip kerem

Bir ân imiş meâli kitab-ı vücudumun

Ömrüm şu tercemânım olan satr-ı mürtesem

Levh-ı rızaya yazdır ilâhi bu satırımı

Her dem nevâyı hamdini kaydeylesin kalem.

"Sana kavuşmak için bu menzi le geldim.

Kerem eyleyip, beni eren kullarınla haşret.

Vücudumun kitabının meâli bir ân imiş.

Ömrüm, şu tercemânım olan resmedilmiş satır.

İlâhî, bu satırımı rıza levhasına yazdır.

Her ân kalem, hamdinin sesini kaydetsin."

"Ey Rabbim! Bana bir hüküm ihsan et ve beni sâlihler zümresine kat. Ve sonrakilerde bana bir sadakat dili (zikr-i cemil) tahsis eyle. Ve beni naîm cennetinin vârislerinden kıl. Ey Rabbimiz! Bizlere eşlerimizden ve zürriyetlerimizden gözler süruru ihsan buyur ve bizleri muttakilere önder kıl. Ey Rabbimiz! Bizleri ve bizden önce iman ile geçen kardeşlerimizi affeyle ve iman edenlere karşı kalplerimizde bir kin tutturma. Ey Rabbimiz! Şüphe yok ki sen şefkatlisin, merhametlisin. Ey Rabbimiz! Hamd, evvel ve â hir sanadır. Sen Sübhan'sın ey Rab! Senin şanın ne büyüktür! Bürhânın ne yücedir. Fâtiha senden, sonuç sanadır. Ey Allah'ım! Muhammed (s.a.v.)'e ve onun yakınlarına salat ve selâm et. Nasıl İbrahim'e ve onun onun yakınlarına salat ve selâm eyledinse. Sen övülmüşsün, pek yücesin. Ey Allah'ım! Muhammed (s.a.v.)'i ve onun yakınlarını

kutlu eyle, İbrahim ve onun yakınlarını kutlu eylediğin gibi. Sen övülmüşsün, pek yücesin! Bizi, kendilerine nimet verdiklerinle, gazab edilmemiş ve sapmamışlarla haşret! Âmin".

"El-hamdü lillah Hamdi tamam bu,

Tarihidir: "Nur-i tefsîr-i Kur'ân"

1357

12 Cemâziye'l-Âhire 1357

NAS SÜRESİ(Muhammed ESED)

Bu surenin yakından ilişkili olduğu bir önceki surenin (Felak) giriş notuna bakınız.
1 DE Kİ: “Sığınırım ben insanların Rabbine,
2 insanların Hakimine,
3 insanların İlahına;
4 fısıldayan sinsi ayartıcının şerrinden,
5 insanların kalbine fısıldayan;1
6 görünmez güçler[in] ve insanlar[ın bütün ayartmaların]dan”.2

DİPNOTLAR

1 Yani, “Şeytan” (Râzî'nin işaret ettiği gibi, kelimenin en geniş anlamıyla; bkz. sure 14, not 31).
2 Bu ayet, Ek III'te açıklanmaya çalışılan cinneh (cinn ile eş anlamlı) kavramı ve teriminin Kur’an'da ilk kullanıldığı yerdir. Yukarıdaki bağlamda terim, muhtemelen insan bünyesinin karşı karşıya bulunduğu ve doğru ile yanlış arasında ayrım yapmamızı zaman zaman güçleştiren görünmez, esrarlı tabiat güçlerini göstermektedir. Ancak, Kur’an'ın son suresinin bu son ayeti ışığında bakıldığında, kendilerinden Allah'a sığınmamız emredilen “görünmez güçler”in, kendi kalplerimizin körlüğünden, ihtirasımızdan ve atalarımızdan bize geçen sakat anlayış ve bâtıl değerlerden kaynaklanan şeytanî eğilimler olduğu sonucuna varırız.

25 Ağustos 2007 Cumartesi

FELAK SÜRESİ(MEVDUDİ)

Adı: Kur'an'ın bu son iki suresi, ayrı ayrı iki sure ise de ve Kur'an'da böyle yazılı olmakla birlikte, aralarındaki yakın ilgi ve konularının yakınlığı nedeniyle iki sureye ortak isim konularak "muavezeteyn" denilmiştir. Yani "sığınma" sureleri ismini almışlardır. İmam Beyhakî, Delâilu'l Nübüvve'de şöyle yazar: "Bunlar bir arada nazil olmuşlardır. Onun için isimleri ortaktır ve muavezeteyn'dir." Biz de bu nedenle iki surenin girişini ortak yapıyoruz. Çünkü bu surelerle ilgili konular aynıdır. Fakat meal ve tefsirlerini ilerde ayrı ayrı yapacağız.

Nüzul Zamanı: Hasan Basrî, İkrime, Ata ve Cabir b. Zeyd, bu surelerin Mekkî olduğunu söylemişlerdir. İbni Abbas'tan da aynı kavil nakledilmiştir. Ama İbni Abbas'ın bir diğer kavli olarak bu surelerin Medenî olduğu da rivayet edilmiştir. Aynı kavil İbni Zübeyr ve Katade'den de mervîdir. Bunu destekleyen bir hadisi Müslim, Tirmizî, Neseî, Ahmed b. Hanbel, Ukbe b. Amir'den rivayet etmişlerdir. Bu hadiste Rasulullah Ukbe'ye şöyle buyurmuştur: "Haberin var mı, bana bu gece emsali olmayan ayetler nazil oldu. Bunlar Felak ve Nas'tır." Bu hadise dayanarak bu surelerin Medenî olduğu söylenmiştir. Çünkü Ukbe b. Amir, hicretten sonra Medine'de müslüman olmuştur. Ebu Davud ve Neseî de Ukbe'nin beyanını nakletmişlerdir.

Bu kavli destekleyen ikinci rivayeti İbni Sa'd, Bağavî, Mahî el-Sünne'de, İmam Nesefî, Hafız İbni Hacer, Hafız Bedrettin Aynî, Abd b. Humayd vs. nakletmişlerdir: "Medine'de yahudiler Rasulullah'a sihir yaptılar. Bu nedenle Rasulullah hastalandı. Bunun üzerine Felak ve Nas sureleri nazil oldu." İbn Sa'd Vakıdî'den bu olayın Hicri 7'de vukubulduğunu rivayet etmiştir. Süfyan b. Uyeyne buna dayanarak Felak ve Nas surelerini Medenî olarak kabul etmiştir.

İhlas suresinin girişinde de açıkladığımız gibi, bir sure veya ayetin filan yerde, filan olay üzerine nazil olduğu söylenmişse bunun anlamı, o sure veya ayetin o anda ilk defa nazil olduğu değildir. Bazen daha önce nazil olmuş bir sure veya ayetin, bir olay nedeniyle Rasulullah'a tekrar okuması bildirildiği için muhataplara cevap olarak okunduğundan bu ayet veya surenin o anda yeni nazil oldukları zannedilir. Bize göre Muavezeteyn için de aynı şey geçerlidir. Surelerin muhtevası açıkça Mekke döneminin başlangıcında nazil olduklarını göstermektedir. O zamanlar Rasulullah'a muhalefet şiddetlenmişti. Çok sonra Medine'de Yahudilerin, münafıkların ve müşriklerin muhalefeti şiddetlendiğinde Rasulullah'a aynı sureler işaret edilmiş ve Ukbe'nin de rivayet ettiği gibi bu sureleri okuması telkin edilmiştir.

Rasulullah'a sihir yapılıp hasta edildiği için bir ara, içinde sıkıntı şiddetlendi. O zaman Cebrail (a.s) Allah'ın emriyle gelerek Felak ve Nas surelerini okumasını tavsiye etti. Onun için bize göre bu surelerin Mekkî olduğunu söyleyenlerin sözü daha doğrudur. Bu surelerin sadece sihir hakkında nazil olduğunu düşünmeye, Felak suresinde sadece bir tek ayetin sihirle ilgili olması, diğer ayetlerin ise sihirle ilgili olmaması engeldir. Ayrıca Nas suresinin bütününün de sihirle ilgisi yoktur.

Konusu: Mekke'de bu iki surenin nazil olduğu dönem, İslamî davetin başlarında kafirlerin arılar gibi Rasulullah'ın başına üşüştükleri zamana denk düşer. O dönemde, İslamî davet yayıldıkça Kureyş'in muhalefeti de şiddetleniyordu. Rasulullah ile uzlaşabilme ümidi taşıyorlarken yaptıkları muhalefet o kadar şiddetli değildi. Ama Rasulullah din hakkında uzlaşma olamayacağını açıklayarak kafirlerin ümidini kestiğinde Kafirun suresinde de: "Sizin taptıklarınıza ibadet edenlerden değilim. Benim ibadet ettiğime de sizler ibadet edenlerden değilsiniz. Onun için benim yolum, sizin yolunuzdan ayrıdır." denildikten sonra kafirlerin düşmanlığı zirveye ulaşmıştı. Özellikle, kafir ailelere mensup olup da İslam'ı kabul edenlerin (kadın-erkek, oğlan-kız) durumu, bu kafir aileleri çileden çıkarıyordu.

Her ev Rasulullah'a cephe almıştı. Bu arada Rasulullah'ı öldürmeyi tasarlıyorlar ve Haşimoğulları intikam almasın diye kimin öldürdüğünün bilinemeyeceği gece karanlığında bu işi gerçekleştirmeyi planlıyorlardı. Ayrıca ölsün, hastalansın veya deli olsun diye Rasulullah'a sihir de yapıyorlardı. Cinlerden ve insanlardan şeytanlar, Rasulullah'a düşmanlık etmeleri ve ondan uzak durmaları için halkın kalbine vesvese vermek üzere yayılmışlardı. Pek çoklarının kalbinde haset ateşi yanıyordu. Çünkü kendi kabilelerinden başka bir kabilenin kendilerini geçmesine dayanamıyorlardı. Ebu Cehil, Rasulullah'a olan muhalefetini şöyle açıklamıştı: "Bizimle Abdu Menaf (Rasulullah'ın kabilesi) arasında yarış vardır. Onlar yedirir, biz de yediririz. Onlar binek verir, biz de veririz. Onlar bağışta bulunur, biz de bulunuruz. Biz ve onlar şerefli olma bakımından hep eşit olduk. Şimdi onlar, 'Bize bir peygamber geldi ve gökten vahiy alıyor.' diyorlar. Bu konuda onlarla nasıl yarışabiliriz? Allah'a yemin ederim ki, kesinlikle ona inanmayacak ve onu tasdik etmeyeceğiz." (İbni Hişam, C.1, sh. 337-338)

Yukardaki şartlarda Rasulullah'a şöyle söylemesi emredilmiştir: "Onlara de ki; ben doğmakta olan sabahın Rabbine sığınırım, mahlukların şerrinden, gece karanlığının şerrinden, büyücülerin şerrinden, hased edenlerin şerrinden. Ve onlara de ki; İnsanların Rabbi'ne sığınırım, insanların Meliki'ne, İlahı'na. Vesvesecinin şerrinden. Cinlerden şeytan; veya insanlardan şeytan olsun." Aynı şekilde, Firavun Hz. Musa'yı öldürmek istediğinde Hz. Musa'ya şöyle buyurulmuştur: "....hesap gününe inanmayan her kibirliden, benim de Rabbim, sizin de Rabbinize sığındım." (Mü'min: 26). "Ben, beni taşlamanızdan, benim Rabbim ve sizin Rabbinize sığındım" (Duhan: 20).

Bu iki olaydan da anlışılıyor ki, Allah'ın peygamberleri yoksul durumda iken ve ellerinde imkan yokken, çok kuvvetli kafirlere karşı fiilî mücadeleyi başlatmamışlardır. Yukardaki iki olayda da, düşmanları hakka davet ederek doğru yolu gösterdikleri açıktır. Bu peygamberler, dayanabilecekleri hiçbir maddi imkana sahip olmamalarına rağmen sözkonusu iki olayda da düşmanlarını tehdit etmiş ve korkutmuşlardır. Buna karşılık sadece: "Size karşı kainatın Rabbine sığındık" demişlerdir. Apaçıktır ki böyle bir sebatı, Rabb'in en büyük kuvvet sahibi olduğuna inanan bir kişi gösterebilir. "Ben, hak kelimeden hiçbir taviz veremem, ne yapacağınız umurumda değil" diyebilecek kişi de, işte böyle bir imana sahip olan kişidir. Çünkü o, kendisinin ve bütün kainatın Rabb'ine sığınmaktan başka güvenceye ihtiyaç duymayacak iman seviyesindedir.

Muavezeteyn'in Kur'an'dan olup olmaması meselesi:

Bu iki surenin konusunu ve muhtevasını anlamak için yukardaki bilgiler yeterlidir. Ama hadis ve tefsir kitaplarında, üç konu hakkında bazı münakaşa ve şüphelerin meydana geldiği yazılıdır. Onun için burada o şüpheleri ortadan kaldırmayı gerekli gördük.

Bunlardan birincisi, bu surelerin Kur'an'dan olduğu ve bunun da isbatlandığı; dolayısıyla şüpheye mahal olmadığıdır. Bu meselenin meydana gelmesinin sebebi İbn Mes'ud gibi yüksek seviyeli bir sahabîden menkul müteaddid rivayetlerde onun, bu iki sureyi Kur'an'dan saymadığı ve mushafına da almadığının kayıtlı bulunmasıdır. İmam Ahmed, Bezzar, Taberanî, İbn Merduye, Ebu Ya'la, Abdullah b. Ahmed b. Hanbel, Humeydî, Ebu Nuaym, İbni Mes'ud'dan nakletmişlerdir. Bu rivayetlerde İbni Mes'ud'un bu sureleri Kur'an'dan sadece çıkardığı değil, aynı zamanda şöyle dediği de nakledilir: "Kur'an'dan olmayanı O'na karıştırmayın. Bu iki sure Kur'an'dan değildir. Allah, Rasulullah'a, bu kelimelerle kendisine sığınmasını emretti". Bazı rivayetlerde de bu sureleri namazda okumadığı kayıtlıdır.

Bazı İslam düşmanları bu rivayetlere dayanarak, Allah'ın kitabının korunmuş olması hakkında şüpheler uyandırma fırsatı bulmuşlardır. Onlar şöyle iddia etmişlerdir: "İbn Mes'ud gibi bir sahabi bu surelerin Kur'an'a eklendiğini söylüyorsa, kimbilir daha neler eklenmiş ya da çıkarılmıştır?" Kadı Ebubekir El-Bakıllanî ve Kadı İyaz v.s. bu ithamdan kurtulmak için İbn Mes'ud'dan gelen rivayetleri şöyle tevil etmişlerdir: "İbn Mes'ud, Muavezeteyn'in Kur'an'dan olduğunu inkar etmezdi ama kendi mushafına yazmayı reddetti. Çünkü mushafına sadece Rasulullah'ın izin verdiklerini yazardı. Bu sureler hakkındaki Rasulullah'ın izni kendisine ulaşmadığı için muavezeteyn'i yazmamıştır." Ancak bu tevil doğru değildir. Çünkü sahih senetlerle gelen rivayetlerde İbn Mes'ud'un bu surelerin Kur'an'dan olduğunu inkar ettiği sabittir. Diğer büyüklerden İmam Nevevî, İbn Hazm, Fahruddin Razi ise İbn Mes'ud'un söylediği sözleri yalan kabul etmişlerdir. Fakat tarihi gerçekleri hiçbirşeye istinat etmeden reddetmek ilmî bir tavır değildir.

İbn Mes'ud'dan gelen bu rivayetlerden dolayı Kur'an hakkında oluşan şüphelere doğru cevap nedir? Bu sorunun pekçok cevabı olabilir. Onları aşağıda açıklıyoruz:

1) Hafız Bezzar, kendi Müsnedi'nde İbn Mesud'un bu sözünü naklettikten sonra, bu görüşte yalnız olduğunu ve hiçbir sahabinin bu görüşe katılmadığını belirtmiştir.

2) Sahabe-i Kiram'ın hepsinin ittifakı ile, üçüncü halife Osman'ın (r.a.) hazırlattığı ve İslam ülkelerinin değişik yerlerine gönderilen Kur'an nüshalarında bu iki sure mevcuttur.

3) Rasulullah döneminden bu güne kadar bütün İslam dünyasında, iki sureyi de ihtiva eden bu mushaf üzerinde icma edilmiştir. Sadece İbn Mes'ud'un görüşü farklıdır. Ama ne kadar seviyeli sahabi olursa olsun çoğunluğun görüşü karşısında O'nun görüşü pek değer taşımaz.

4) Rasulullah'tan nakledilen pek çok rivayette Rasulullah'ın bu sureleri namazda okuduğu ve başkalarına da tavsiye ettiği sabittir. Rasulullah bu sureleri, Kur'an'ın sureleri olarak başkalarına da öğretmiştir. Aşağıdaki önrekleri inceleyelim:

Müslim, Ahmed, Tirmizî ve Neseî'nin Ukbe b. Amr'dan naklettiğine göre Rasulullah, Felak ve Nas sureleri hakkında şöyle buyurmuştur: "Bu gece bana bu ayetler nazil oldu." Neseî'nin bir diğer rivayeti yine Ukbe b. Amr'dan mervidir: "Rasulullah bu iki sureyi sabah namazında okumuştur. İbn Hibban da Ukbe'den şöyle nakletmiştir: "Rasulullah, mümkün olduğu kadar bu iki sureyi okumayı terketmeyin buyurdu." Said b. Mansur, Muaz b. Cebel'den şöyle nakletmiştir: "Rasulullah namazda bu sureleri okumuştu." İmam Ahmed, Müsnedi'nde sahih senetlerle diğer bir sahabeden de, aynı şekilde Rasulullah'ın O'na şöyle söylediğini nakletmiştir: "Namaz kıldığında bu iki sureyi oku." Ahmed, Ebu Davud ve Neseî, Rasulullah'ın Ukbe'ye şöyle buyurduğunu naklederler: "Sana iki sure öğreteyim mi? Onlar en iyi surelerdendirler." Ukbe: "Ya Rasulallah, evet" dedi. Bunun üzerine Rasulullah O'na Muavezeteyn'i okudu. Daha sonra namaza kalktıklarında Rasulullah bu iki sureyi namazda da okudu. Namazdan döndükten sonra, geçerken O'na şöyle sordu: "Ya Ukbe, nasıl buldun?" Sonra O'na uyumadan önce ve uykudan kalktıktan sonra bu iki sureyi okumasını söyledi. Müsned-i Ahmed, Ebu Davud, Tirmizî ve Neseî'de Ukbe b. Amr'ın bir rivayeti de şöyledir: "Rasulullah her namazdan sonra Muavazat'ı (yani İhlas ve Muavezeteyn) surelerini okumasını tavsiye etmişti." Neseî, İbn Merduye ve Hakim, Ukbe b. Amr'dan şunu nakletmişlerdir: "Birgün Rasulullah binek üzerinde yol alıyordu. Ben de yanında yürümekteydim. Ben şöyle dedim: "Bana Yunus veya Hud suresini öğretir misiniz?". Rasulullah şöyle buyurdu: "Allah indinde kul için Felak suresinden daha faydalı bir şey yoktur." Neseî, Beyhakî, Bağavî ve İbn Sa'd; Abdullah İbn Abis el-Cüheynî'den Rasulullah'ın şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir: "İbn Abis sana, kendisi ile Allah'a sığınacağın araç nedir söyleyeyim mi?" Ben "Tabi, Ya Rasulallah" dedim. Rasulullah "Felak ve Nas sureleri" buyurdu. İbni Merduye Ümmü Seleme'den, "Allah'ın en sevdiği sureler Felak ve Nas sureleridir" diye nakletmişlerdir.

Burada İbn Mes'ud'un bu iki sureyi Kur'an'dan saymama yanılgısına niçin düştüğü sorulabilir. Bu sorunun cevabı olabilecek iki rivayeti ortaya koyabiliriz. Birincisine göre İbn Mes'ud şöyle demiştir: "Rasulullah'a bu şekilde Allah'a sığın diye emir verilmiştir." Diğer rivayeti çeşitli senetlerle Buhari, Ahmed Müsned'inde, Hafız Ebubekir el-Humeydi Müsned'inde, Ebu Nuaym, El-Müstahreç isimli Müsned'inde ve Neseî, Sünen'inde Zir b. Hubeyş çeşitli kelime değişiklikleri ile, sahabe arasında Kur'an ilimleri bakımından önemli yeri olan Ubey b. Ka'b'tan nakletmiştir. Zir b. Hubeyş şöyle demiştir: "Ben Ubey'e, 'Kardeşiniz İbn Mes'ud şöyle şöyle diyor. Siz bu söz hakkında ne diyorsunuz? dedim. O şöyle cevap verdi: "Rasulullah'a bu konuda sormuştum. Rasulullah bana - Kul(de)- dedi. Ben de -kul- dedim. Onun için biz de Rasulullah'ın dediği gibi diyoruz." İmam Ahmed, Ubey'den şöyle rivayet etmiştir: "Ben şehadet ederim ki Rasulullah bana, Cebrail'in kendisine -kul euzu bi rabbi'l felak- dediğini, onun için bu şekilde söylediğini belirtti. Cebrail, -Kul euzu bi rabbi'n nas- dediğinde Rasulullah da bu şekilde söyledi. Dolayısıyla biz de Rasulullah'ın dediği gibi diyoruz." Bu iki tür rivayet üzerinde düşünürsek, İbn Mes'ud'un bu iki suredeki -kul- kelimesini görerek yanılgıya düştüğünü ve Rasulullah'a -euzu bi rabbi'l felak- ve -euzu bi rabb'in nas- demesinin emredildiğini zannettiği sonucuna varırız. Ayrıca Rasulullah'a bu konuda sormaya da ihtiyaç duymadı. Ubey b. Ka'b'ın aklına bu soru gelip sorunca, Rasulullah ona, Cebrail'in kendisine -Kul- dediği için O da -kul- dediğini açıkladı. Bu şöyle izah edilebilir: Bir kimseye bir şeyi emretmek kastedildiğinde şöyle denir: "De, ben sığınırım." Ama bunu okuyan kişi "De, ben sığınırım" demez. Sadece "sığınırım" der. Bunun tersine, en üst makamdan bir peygambere bu kelime mesaj olarak geldiğinde onu iletirken şöyle der: "De, ben sığınırım." Çünkü bu mesaj peygambere sadece kendisi için değil, başkaları için de geldiğinden, geldiği gibi ve eksiltmeden onlara iletmek durumundadır. Bu iki surenin başında -kul-kelimesinin bulunması bu kelamın vahiy olduğuna ve Rasulullah'a geldiği gibi iletildiğine açık delildir. Bu, sadece Rasulullah'a verilmiş bir emir değildi. Kur'an'ı Kerim'de bu iki surenin yanı sıra 330 ayet de -kul- kelimesi ile başlar. Bu durum, sözkonusu kelamın vahiy olduğuna ve Rasulullah'ın da aynen iletmekle görevli bulunduğuna delildir. Yoksa, -kul- sadece emir olsaydı, o zaman Rasulullah -kul- kelimesini hazfeder ve sadece emredileni iletirdi. Onu ayrıca Kur'an'a da yazdırmazdı. O emri sadece Rasulullah yerine getirmekle yetinirdi.

Burada bir kimse düşünürse, sahabeyi masum zannetmenin ve onların sözleri arasında yanlış birşey bulunduğunda bunu ifade edenleri saygısızlıkla itham etmenin ne kadar yanlış olduğunu açıkça anlar. Bu olayda İbn Mesud gibi ileri gelen sahabelerden birinin Kur'an'ın iki suresi hakkında ne kadar büyük bir yanılgıya düştüğünü görüyoruz. Böyle bir yanlışı İbn Mesud gibi büyük bir sahabe yaparsa, diğer ashabın da yanlışlık yapabileceği öncelikle mümkündür. Biz ilmi bakımdan onların görüşleri hakkında araştırma ve tartışma yapabiliriz. Bir sahabenin sözüne, eğer yanlışsa yanlış da diyebiliriz. Ama bir kimse, onların yanlış sözlerine yanlış demekten öteye giderek, onlara dil uzatırsa o zaman büyük bir zulüm işlemiş olur. Müfessirler ve Muhadissler, İbn Mes'ud'un bu iki sure hakkındaki görüşüne yanlış demişler, ancak hiçbiri, İbni Mesud'un bu iki sureyi Kur'an'dan kabul etmemekle kafir olduğunu söylemeye cesaret edememiştir.

Resulullah'a Sihir Tesiri:

Bu surelerle ilgili ikinci mesele, rivayetlere göre, Rasulullah'a sihir yapılmış olması ve Rasulullah'ın bu sihrin tesiriyle hastalanması olayıdır. Rivayete göre, bu tesiri yok etmek için Cebrail Felak ve Nas surelerini getirmiştir. Eski ve yeni dönemdeki pek çok rasyonalist bu olaya itiraz etmişlerdir. Onlar, bu rivayetler kabul edilirse bütün şeriatın şüpheye düşeceğini söylemişlerdir. Onlara göre, Rasulullah'a sihrin tesiri olduysa ki rivayetlere bakılırsa olmuş; o zaman Rasulullah'ın muhaliflerinin sihir tesiriyle, Rasulullah'a istediklerini söyletip yaptırdıkları reddedilemez. Ayrıca Rasulullah'ın getirdiklerinin ne kadarının Allah'a ait olduğu, ne kadarının sihir tesiriyle söyletene ait olduğu bilinemez. Onlara göre eğer bu rivayetler kabul edilirse Rasulullah'ın kendisini peygamber zannetiği ve kendisine melek geliyor sandığı da söylenmek zorunda kalınır. Yine onlara göre Rasulullah'a sihrin etki yaptığını söyleyenlerin delilleri ile Kur'an'ın beyanları çelişki arzetmektedir. Kur'an'da kafirlerin iddiası olarak Rasulullah'ı sihre uğramakla nitelendirdikleri açıklanmıştır. "...o zalimlerin; 'siz büyülenmiş bir adamdan başkasına uymuyorsunuz' dediklerini gayet iyi biliyoruz." (İsra 47). Eğer bu hadise kabul edilirse Kur'an kafirlerin iddiasını tasdik etmiş olur.

Bu mesele hakkında araştırma yapmak için önce, Rasulullah'a sihir yapılıp yapılmadığını ve bunun tesiri altında kalıp kalmadığını tarihi senetlerle tesbit etmek gerekir. Eğer bu rivayetler doğruysa o zaman olayın mahiyetinin ne olduğuna bakarız. Daha sonra da, bu tarihi senetlere yapılan itirazların ne kadar haklı olduğuna bakmak gerekir.

İlk çağlardaki Müslüman ulema, doğruluk konusundaki aşırı titizliklerinden dolayı hiçbir zaman gerçekleri saklamaya çalışmamışlardır. Tarihi olayları eksiksiz olarak gelecek nesillere ulaştırmışlardır. Sonraki nesillere aktarılan bu gerçeklerin ne gibi ters sonuçlar çıkarılmasına sebep olabileceğine aldırmadan gerçek ne ise olduğu gibi aktarmışlardır. Eğer bu olay senet ile ve pekçok şehadet ile isbatlanmışsa, o zaman dürüst bir ilim adamının bazı kötü neticelere bakarak bu tarihi olayları inkar etmesi doğru değildir. Bunun yanısıra tarihte vuku bulan kadarı ile yetinmeyerek kıyas yoluyla olayları abartmak da doğru bir davranış değildir. Dürüst tavır tarihi olayları tarih olarak kabul ederek yola çıkan gerçekleri ortaya koymaktır.

Tarihi bakımdan, Rasulullah'a sihir yapıldığı ve Rasulullah'ın bundan etkilendiği doğrudur. Bunu, ilmi eleştiriye tabi tutar ve yanlış kabul edersek, hiçbir tarihi olayı vuku bulmuş olarak kabul edemeyiz. Bu olay Hz. Aişe, Zeyd b. Erkam ve İbn Abbas'tan, Buhari, Müslim, Nesei, İbn Mace, İmam Ahmed, Abdurrezzak Humeydi, Beyhaki, Taberani, İbn Sa'd, İbn Merduye, İbn Ebi Şeybe, Hakim, Abd b. Humayd v.s. muhaddisler tarafından bu kadar çeşitli ve müteaddit senetlerle nakledilmiştir ki, olay mütevatir seviyeye ulaşmıştır. Eğer bir rivayet kendi başına bir haberse fakat ayrıntısı diğerrivayetlerde varsa, onları bir araya getirerek bir tek rivayet haline dönüştürebiliriz. Aşağıda bu konudaki örneği zikredeceğiz:

Hudeybiye antlaşmasından sonra Rasulullah (s.a) Medine'ye döndü. Hicri 7'de, Muharrem ayında Hayber yahudilerine Medine'den bir heyet gitti. Heyet oradaki meşhur sihirbaz Lübeyd b. Asım ile görüştü. Bu kişi bir Ensar kabilesi olan Ben-i Züreyk'tendi. Heyet Lübeyd'e şöyle dedi: "Muhammed bize ne yaptı, biliyor musun? Pekçok kere O'na sihir yapmaya çalıştık ama başaramadık. Şimdi sana geldik. Çünkü sen bizden daha büyük sihirbazsın. Şu üç altını kabul et ve Muhammed'e kuvvetli bir sihir yap.!" O dönemde Rasulullah'a yahudi bir çocuk hizmet ediyordu. Onlar bu çocuk aracılığıyla Rasulullah'ın tarağını ve saç tellerini ele geçirdiler. Lübeyd, bu saç tellerini ve tarağı kullanarak Rasulullah'a sihir yaptı.

Bazı rivayetlere göre sihirbaz Lübeyd b. Asım'dı. Bazılarına göre onun kızkardeşleri daha büyük sihirbazdı. Bu nedenle Lübeyd, sihri onlara yaptırmıştı. Her halukarda sihir yapılmış ve hurmadan bir kılıf içine yerleştirilmişti. Lübeyd, bu sihri, Beni Züreyk'a ait olan Zervan veya Zî-ervan isimli kuyunun içine bir taşın altına sıkıştırmıştı. Sihrin Rasulullah'a tesir etmesi bir yıl almıştı. Senenin ikinci yarısında Rasulullah'ın mizacında bir değişiklik görülmeye başlandı. Son kırk gün şiddeti arttı. Son üç gün ise çok şiddetlendi. Ama en büyük tesiri Rasulullah'ın içinde büyük bir sıkıntı hissetmesi şeklinde oluyordu. Bazen yapmadığı bir işi yaptığını zannediyordu. Hanımlarını ziyaret etmeyi düşündüğü halde ziyaret ettiğini sanıyordu. Bazan da gördüğü bir şeyden şüphe ediyordu. Bir şeyi gördüğünü zannediyor, oysa görmemiş olduğunu hatırlamıyordu. Ama bu sihir O'nun sadece zatına mahsustu. Hatta başkaları O'nun bu durumunu farketmemişlerdi bile. Nübüvvet görevini ifa bakımından O'na (a.s) hiçbir halel gelmemiştir. O dönemde Rasulullah'ın bir ayeti unuttuğu ya da yanlış okuduğuna dair hiçbir rivayet gelmemiştir. Sohbet, vaaz ve hutbelerinde aykırı bir talimat verdiğine dair de bir rivayet yoktur. Hakkında vahiy olmayan bir konuda vahiy ileri sürdüğüne rastlanmamıştır. Namaz kılmadığı halde kıldığını zannettiği görülmemiştir. Eğer böyle bir şey olsaydı, bütün Arabistan'da herkesin haberi olur ve sihirin Rasulullah'ı yendiği çabucak yayılırdı. Rasulullah'ın nübüvvet görevi bu sihirden hiç etkilenmedi. Yalnız kendi şahsi hayatında bir miktar etkilenme olmuştur. Bir gün Rasulullah, Hz. Aişe'nin evindeydi. O gün Allah'a tekrar tekrar dua etmişti. Bu sırada uykuya daldı. Uyandığında Hz. Aişe'ye "Ben Allah'a sorduğum sorunun cevabını aldım" dedi. Hz. Aişe "o nedir?" diye sordu. Rasulullah şöyle buyurdu: "İki kişi (yani melekler iki insan şeklinde) bana geldi. Birisi başımın, diğeri ayaklarımın tarafında durdu. Birincisi diğerine sordu. O'na ne oldu? Öbürü cevap verdi: Buna sihir yapılmış. Birincisi sordu:O'na kim sihir yaptı? Öbürü cevap verdi: Lübeyd b. Asım. Birincisi sordu: ne içinde? öbürü cevap verdi: Tarak ve saçlar bir erkek hurma içinde. Birincisi sordu: o nerede? Öbürü cevap verdi: Beni Züreyk'in kuyusu Zervan (veya Zî-ervan) içinde, bir taşın altında. Birincisi sordu: Ne yapmalı? öbürü cevap verdi: Kuyunun suyunu boşaltarak onu taşın altından çıkarmalı." Rasulullah; Hz. Ali, Ammar b. Yasir ve Zübeyr'i gönderdi. Onlarla birlikte Cübeyr b. Iyaz el-Zurkî'yi ve Kays b. Muhsin el-Zurkî'yi de gönderdi. (Yani Beni Züreyk'in iki mensubunu da gönderdi.) Rasulullah daha sonra kendisi de birkaç ashabla oraya geldi. Kuyunun suyu boşaltılarak taşın altındaki kılıf çıkarıldı. Kılıfın içinde tarak ve saçlarla birlikte, bir ip üzerinde onbir düğüm ve mumdan bir putçuk buldular.

Bu putçuğun üzerine de iğneler batırılmıştı. Cebrail gelerek Rasulullah'a "Muavezeteyn'i oku"dedi. Rasulullah'ın her iki ayeti okuyuşunda bir düğüm çözülüyor, putçuk üzerindeki iğnelerden bir tanesi de çıkıyordu. Son ayete gelindiğinde düğümler çözülmüş ve iğneler çıkmıştı. Rasulullah sihrin tesirinden kurtulduğu için, kendisini bağlardan kurtulmuş gibi hissetti. Daha sonra Lübeyd'i çağırarak sorguya çekti. Lübeyd suçunu itiraf etti. Rasululllah da onu serbest bıraktı. Çünkü kendi kişisel meselesi için kimseden intikam almazdı. Ayrıca olayı duyanlar Lübeyd'i öldürmesinler diye çevresindekilere bu olayı yaymamalarını tenbih etti. Rasulullah'a yapılan sihir hakkında rivayet edilen olayın tamamı budur. Bu rivayetten, sihir sonucunda Rasulullah'ın risaletinde eksiklik meydana geldiğinin çıkarılması mümkün değildir. Rasulullah'ın bir insan olarak Uhud savaşında görüldüğü gibi yara alması, bir hadis'te sabit olduğu gibi; attan düşerek yaralanması, yine hadis'te sabit olduğu üzere; akrep tarafından ısırılması O'nun (a.s) nübüvvet görevini etkilemediği gibi Allah'ın O'nu koruma altına almış olması ilkesine de ters düşmez. Çünkü Allah, O'nun Peygamberliğini koruma altına almıştır. Bu nedenle Rasulullah'ın şahsi yönü sihir altında kalmış olarak hastalanabilir. Yani Rasulullah'a sihrin tesir etmesi mümkündür. Bu Kur'an-ı Kerim'le sabittir. Mesela A'raf suresinde Hz. Musa'nın karşısındaki Firavun'un sihirbazlarının oradaki binlerce kişiyi sihirleyebildikleri açıklanmıştır. (A'raf, 116) Taha suresinde ise sihirbazlar iplerini ve sopalarını yere attıklarında bunların sadece diğer insanlara değil, Hz. Musa'ya da yılan gibi göründükleri; sopa ve iplerin kendisine koşarak geldiğini gören Hz. Musa'nın da korktuğu ifade edilmiştir. Hatta Allah (c.c.) O'na "Korkma, sen galip geleceksin, âsânı at!." demiştir (Taha, 66-67). Bu durumda Rasulullah'ın sihirden etkilendiğini söylemekle, Mekkeli müşriklerin iddiasını tasdik etmiş olacağız ithamına cevabımız şöyledir: Kafirler, Rasulullah'ı sihirlenmiş olarak nitelerken, O'nun sihirden etkilenerek hastalanmasını kastetmiyorlardı. Kafirler Rasulullah'ın sihir etkisi altında mecnun olduğunu ve nübüvvet iddiası ile cennet ve cehennem efsaneleri anlattığını söylüyorlardı. Tarihen sabit olduğu üzere, Rasulullah'ın sihirden etkilenmesi sadece şahsi yönüyle sınırlı kalmış, nübüvvet görevi bundan kesinlikle etkilenmemiştir. Zaten kafirler de O'nun sihir etkisi altında kalmasını birinci anlamda anlamıyorlardı.

Bir de şu görüş ileri sürülmektedir. Bazıları sihrin bir evham olduğunu söylemektedirler. Bu görüş, sihirbazların etkisinin bilimsel olarak izah edilmemesine dayanır.

Ancak, bu dünyada o kadar çok müşahade ve tecrübe vardır ki, nasıl meydana geldikleri bilimsel olarak izah edilememektedir. Bir olayı açıklamaya gücümüz yetmiyor diye, onun meydana gelmiş olmasını nasıl inkar edebiliriz? Sihir aslında psikolojik bir haldir. Nefsin etkilenmesinden bedenin etkilenmesine geçer. Mesela korku, psikolojik bir olaydır. Ama korku bedendeki tüylerin dikleşmesine yolaçarak bedene de etki eder. Ayrıca korku sırasında beden titrer. Aslında sihir ile herhangi bir gerçek değişmez. Ama insanın nefsi ve duyguları sihirden etkilendiği için, insan gerçeklerin değiştiğini zanneder. Sihirbazlar, Hz. Musa'nın karşısında sopa ve iplerini attıklarında bunlar gerçekte yılan olmamıştı. Ama oradaki binlerce insan bunları yılan olarak görmüştü. Hz. Musa da sihirden etkilenenlerin dışında kalmamıştı. Kur'an-ı Kerim aynı konuyu (sihir) Bakara 102'de şöyle beyan etmiştir: Babil'de Harut ve Marut halka sihir öğretiyorlardı. Bununla karı ve kocanın birbirinden ayrılmasını sağlıyorlardı. Bu da gösteriyor ki sihrin etkisi psikolojiktir. Halk sihrin etkili olduğunu görünce sihirbazların müşterisi oluyordu. Ancak şu unutulmamalıdır: Tüfekten çıkan bir mermi veya uçaktan atılan bir bomba nasıl ki Allah'ın izni olmadan etki edemezse aynı şekilde sihir de, Allah'ın izni olmadan hiç kimseye etki edemez. Bunun yanısıra insanın binlerce yıldır müşahade ve tecrübe ettiği birşeyi inkar etmek de inatçılıktan başka birşey değildir.

İslam'da üfürükçülük:

Bu sureler ile ilgili üçüncü mesele, İslam'da üfürükçülüğün yerinin ne olduğudur. Ayrıca üfürükçülüğün etkili olup olmadığı da tartışma konusudur. Pek çok sahih hadiste şöyle rivayet edildiği için bu problem ortaya çıkmıştır: Rasulullah her gece uyumadan önce ve özellikle hasta iken 'Muavezeteyn'i, bazı rivayetlerde ise 'Muavazat' yani İhlas ve 'Muavezeteyn' surelerini üç defa okuyarak elleri üzerine üfler, baştan aşağı bedenine sürer ve bütün bedeni üzerinde gezdirirdi. Son hastalığında bunu yapması mümkün olamadığından Hz. Aişe (ya kendi isteği ile ya da Hz. Peygamber'in (s.a.) emriyle) bu sureleri okur ve Rasulullah'ın üzerine üfler, Rasulullah da bedenine sürerdi. Bu hadis sahih senetlerle Buharî, Müslim Neseî, İbn Mace, Ebu Davud ve İmam Malik'in Muvatta'sında Hz. Aişe'nin sözleriyle mervidir. Rasulullah'ın aile hayatını Hz. Aişe'den daha iyi kim bilebilir?

Burada üfürükçülük hakkındaki ilk şer'i açıklama şu rivayettedir: İbn Abbas'tan rivayet edilen uzun bir hadis'in sonunda Rasulullah'ın şu sözleri kayıtlıdır: "Ümmetimden kendini dağlamayan, üfürükçülük yaptırmayan, fal baktırmayan ve yalnız Allah'a tevekkül edenler, kendilerine hiç hesap sorulmadan cennete gireceklerdir (Müslim).

Muğire b. Şube'den şöyle rivayet edilmiştir: Rasulullah buyurdu ki "Bir kimse kendini dağlatarak ya da üfürükçülük ile tedavi olmuşsa, Allah'a tevekkülden ilgisini kesmiştir." (Tirmizi). İbn Mesud'un rivayetine göre Rasulullah on şeyi beğenmemiştir. Bunlardan biri de üfürükçülüktür. Muavezeteyn ve Muavazât bundan müstesnadır (Ebu Davud, Ahmed, Neseî, İbn Hibban, Hakim). Bazı hadislerden Rasulullah'ın üfürükçülüğü kesinlikle menettiği anlaşılmaktadır. Daha sonra ise şirk olmamak kaydıyla buna izin vermiştir. Ancak Allah'ın pâk isimleri ya da kelamı üfürük olarak kullanılmamalıdır. Veya kullanılan kelam kendisinde hiçbir günah olmadığı anlaşılan birşey olmalıdır. Tabii bununla birlikte şifa verenin gerçekte bu kelam olmadığı, ancak Allah'ın şifa verebileceği de unutulmamalıdır. Bu şer'i açıklamadan sonra konu hakkındaki hadislere bakabiliriz:

Taberanî'nin Sağîr'inde Hz. Ali'den şöyle rivayet edilmiştir: Rasulullah bir defasında namaz kılarken akrep tarafından ısırılmıştır. Rasulullah namazdan çıktıktan sonra şöyle buyurdu: "Lanet olsun şu akrebe, namaz kılanı bile bırakmaz". Daha sonra su ve tuz istedi. Akrebin ısırdığı yere tuzlu suyu sürerken Kafirun, İhlas, Felak ve Nas surelerini okudu."

İbn Abbas'tan rivayet edilen bir hadisin bir şekli de şöyledir: Rasulullah Hz. Hasan ve Hüseyin'e şu duayı okudu: "Ben sizi Allah'ın eksiksiz kelimelerine sığındırırım. Şeytandan, zarar veren her şeyden ve kötü gözlülerden" (Buharî, Ahmed, Tirmizî, İbn Mace).

Müslim, Muvatta, Taberanî ve Beyhakî'den bazı lafzi farklılıklar ile, Osman b. Ebu'l As el-Sakafî hakkında şu rivayet nakledilmiştir: Osman, Rasulullah'a şöyle şikayet etmiştir: "Müslüman olduğumdan beri bir sancı beni perişan ediyor." Rasulullah şöyle buyurdu: "Sağ elini sancıyan yerine koy. Sonra üç defa besmele çek ve yedi defa -çektiğim ve korktuğum sancının şerrinden Allah'a sığınıyorum- diyerek elini sür." Muvatta'da bu rivayet biraz daha fazladır. Bu fazlalıkta Osman ayrıca şöyle demiştir. "O dertten kurtuldum ve evdekilere de tavsiye ettim."

Ahmed ve Tahavî de, Talak b. Ali'den şöyle rivayet edilmiştir: Bir defasında Rasulullah'ın yanında iken beni akrep ısırdı. Rasulullah beni okuyarak elini oraya sürdü."

Müslim'de Ebu Said Hudrî'den şöyle rivayet edilmiştir: Rasulullah hastalanmıştı. Cebrail gelerek "Muhammed (s.a) hastalandın mı?" diye sordu. Rasulullah "evet" dedi. Cebrail: "Allah'ın ismiyle sana üflüyorum.

Sana eziyet eden herşeyden ve hased eden her nefesten Allah (c.c.) sana şifa versin." Bunun benzeri bir rivayet Müsned-i Ahmed'de, Ubade b. Samit'den mervidir: Rasulullah hastaydı. O'nu ziyarete gittiğimde çok eziyet içindeydi. Akşam tekrar gittim. Bu kez Rasulullah'ı tamamen iyileşmiş gördüm. O'na bu kadar çabuk iyileşmesinin sebebini sordum. Şöyle dedi: Cebrail bana geldi ve birkaç kelime okudu. Ben de iyileştim." Ubade daha sonra yukardaki hadisin geri kalan kısmını hemen hemen aynı şekilde nakletmiştir. Müslim ve Ahmed de Hz. Aişe'den buna benzer bir rivayet nakletmişlerdir.

İmam Ahmed, Müsned'inde, Hz. Hafsa'dan şu rivayeti nakletmiştir: Bir gün Rasulullah bana geldi. Yanımda Şifa isminde bir kadın vardı. (Bu kadının asıl ismi Leyla idi. Ama Şifa binti Abdullah ismi ile meşhurdu. Hicretten önce müslüman olmuştu. Kureyş'in Adiyy kabilesindendi. Hz. Ömer ile aynı kabileye mensup olduğu için Hz. Hafsa'nın da akrabası oluyordu.) Bu kadın karıncalara okur üflerdi. Rasulullah şöyle buyurdu: "Bunu Hafsa'ya da öğret." Ahmed, Ebu Davud ve Neseî de Şifa binti Abdullah'tan şöyle rivayet etmişlerdir: "Rasulullah bana: -Hafsa'ya okuma-yazma öğrettiğin gibi, karıncalara üflemeyi de öğret- buyurdu."

Müslim'de, Avf b. Malik Aşciî'den şöyle mervidir: Biz cahiliyyede üfürükçülük yapardık. Bunun hakkında Rasulullah'a sorduk. Rasulullah: "Ne ile üflüyorsunuz, söyleyin. Üflediğiniz şeyde bir şirk unsuru yoksa sakıncası yok" buyurdu.

Müslim, Ahmed ve İbn Mace de, Cabir b. Abdullah'tan şöyle rivayet edilmiştir: Rasulullah üfürükçülükten menetmişti. Ondan sonra Ömer b. Hazm'ın ailesine mensup olanlar gelip şöyle dediler: "Ya Rasulallah, bizde bir amel var ki, onunla akrep ve yılan ısırmasına karşı üfleriz. Ama siz menetmişsiniz." Onlar üflerken kullandıkları kelamı Rasulullah'a okudular. Rasulullah "Bunda bir sakınca yok" buyurdu.

"Sizlerden birinin kardeşine bir yararı dokunacaksa yardım etsin" dedi. Cabir b. Abdullah'ın Müslim'deki diğer bir rivayeti de şöyledir: Hazm ailesinin yanında yılan ısırmasına karşı bir amel vardı ve Rasulullah onlara izin vermişti." Bunu teyid eden bir rivayet Müslim ve İbn Mace'de Hz. Aişe'den mervidir: "Rasulullah Ensarın bir ailesine, zehirli hayvanların ısırmasına karşı üfürmeleri için izin vermiştir." Müsned-i Ahmed, Tirmizi, Müslim ve İbn Mace'de de Enes'ten bunun benzeri bir rivayet nakledilmiştir: "Rasulullah, zehirli hayvanların ısırmasına, karınca hastalığına ve kötü nazara karşı üfürmeğe izin vermiştir."

Müsned-i Ahmed, Tirmizî, İbn Mace ve Hakim'de Hz. Umeyr Mevlâ Ebu'l Lehm'den şöyle nakledilmiştir: "Cahiliyye döneminde bende bir amel vardı ve onunla üfürürdüm. Rasulullah'a bunu arzettim. Rasulullah "Bundan filan filan şeyi çıkar, geri kalanını üfür" buyurdu."

Muvatta'daki bir rivayet de şöyledir: Hz. Ebubekir, kızı Hz. Aişe'nin evine gittiğinde onu hasta gördü. Bir yahudi kadın ona üflüyordu. Bunun üzerine Hz. Ebubekir "Allah'ın kitabını okuyarak O'na üfle" dedi." Bundan anlaşılıyor ki Ehli Kitap, Tevrat ve İncil'den ayet okuyarak üflerse caizdir.

Burada üfürükçülükten bir fayda elde edilip edilmediği sorusu ortaya çıkmaktadır. Bunun cevabı şudur: Rasulullah ilaçtan menetmemiş, hatta şöyle buyurmuştur: "Allah her hastalığın ilacını yaratmıştır, ondan yararlanın." Rasulullah kendisi de bazı kimselere ilaç tavsiye etmiştir. Bu konudaki hadisler Kitab'ut Tıb'ta mevcuttur. Dua ancak Allah'ın hükmü ve izni ile yarar sağlayabilir. Yoksa dua, ilaç ve tıbbî tedavi dışında faydalı olsaydı kimse hasta olmazdı. İlaç ve tedavinin yanısıra Allah'ın kelamı ve Esma-i Hüsna'sından da yararlanılabilir. Tıbbi tedavinin çaresiz kaldığı bazı zamanlar Allah'ın kelamı ve Esma-i Hüsnası ile dua etmek, aşırı materyalistler dışında hiçkimsenin aklına ters düşmez. Fakat tedavi ve ilaç mümkün iken ona başvurmamak doğru değildir. Yalnız üfürük ile yetinmek yanlıştır. Hatta bazıları muskacı dükkanları açarak bunu bir de geçim vasıtası haline getirmişlerdir.

Bazıları üfürükçülüğün caiz olmasına delil olarak Ebu Said Hudrînin rivayetini göstermektedirler. (Buhari, Müslim, İbn Mace, Tirmizi, Ebu Davud). Bunu teyid eden bir rivayeti İbn Abbas şöyle nakletmiştir: "Rasulullah ashabtan birkaç kişiyi sefer için göndermişti. Ebu Said Hudrî de gidenler arasındaydi. Ashab yolda, bir Arap kabilesinin yerleşim yerinde mola verdi. Oradaki kabileye kendilerini misafir etmesini rica ettiler. Kabile bunu kabul etmedi. Bu sırada kabilenin reisini akrep ısırdı. Kabiledekiler ashabın yanına gelerek bir ilaçları olup olmadığını sordular. Ebu Said Hudrî "Var, ama bizi misafir etmediğiniz için sizden ücret alacağız" dedi. Onlar bunun karşılığında bir keçi sürüsü (bir rivayette 30 keçi) vermeyi kabul ettiler.

Ebu Said Hudrî reisin üzerine Fatiha suresini okurken, tükürüğünü de akrebin ısırdığı yere sürdü. (Çoğunluk rivayete göre bu işi yapan Ebu Said Hudrî idi. Ama bu rivayetlerde sözkonusu sefere Ebu Said Hudrî'nin katıldığı belirtilmemiştir. Tirmizi'de ise bu ikisi de açıktır.) Sonunda kabilenin reisi iyileşti ve vadettikleri keçileri verdiler. Ama ashab arasında bu gibi işler karşılığında ücret alıp almamanın caiz olup olmadığı konusunda tartışma çıktı. Bu keçilerden yararlanmadan önce Rasulullah'a sormak gerektiği üzerinde anlaşarak yola çıktılar. Rasulullah'ın yanına döndükten sonra bu olayı anlattılar. Rasulullah gülerek "Bu surenin üfürüleceğini nereden bildiniz?" karşılığını verdi ve "keçileri alın ve benim hissemi de ayırın"dedi.

Bu hadisten muskacılık ve üfürükçülük dükkanı açmaya cevaz çıkarmadan önce, Arap toplumunun o zamanki şartlarına göz atalım. Ebu Said Hudrî'nin hangi şartlar altında bunu yaptığı önemlidir. Ayrıca Rasulullah böyle bir amele sadece cevaz vermemiş, kendisi de hisse isteyerek ashabın cevaziyet konusundaki şüphelerini ortadan kaldırmıştır. Arabistan'da durum şöyleydi. Bir yerleşim merkezi diğerinden 50-100 km uzaktaydı. Ve ikisi arasında hiçbir insan yoktu. O dönemde yerleşim merkezleri arasında otel, han ve benzeri şeyler de yoktu. Bu durumda günlerce sürecek yolculukta yiyecek satın alabilmek de sözkonusu değildi. Bunun için Arabistan'da, bir yere misafir gelen kişiyi ağırlamanın ahlakî sorumluluğu vardı. Ağırlamayı inkar etmek misafirin canına mal olabilirdi. Misafir kabul etmemek Arabistan'da çok ayıp sayılırdı. Bu nedenle Rasulullah, ashabını misafir etmeyi reddeden kabilenin reisini tedavi etmenin karşılığı olarak ücret alınmasını caiz saymıştır. Çünkü kabiledekiler bu ücreti, ashabtan birisinin Allah'a güvenerek Fatiha suresini reise okuması sonucu, onun iyileşmesine vesile olduğu için vermişlerdi. Rasulullah da, bu iş karşılığında alınan ücreti temiz ve helal saymıştır. Buharî'de bu olay hakkında İbn Abbas'dan nakledilen rivayette Rasulullah'ın ifadesi şöyledir: "Yerine başka bir şey yapmaktansa Allah'ın kitabını okuyarak ücret almanız daha iyidir." Rasulullah burada, Allah'ın kitabı ile amel etmekten daha iyi ne olabileceğine işaret etmiştir. Bunun yanısıra, bu yolla Arap kabilesine Hakkın tebliği de yapılmış oluyordu. Nitekim onlar Allah'ın kitabının bereketinden de haberdar edilmişlerdi. Bu olay şehirlerde ve yerleşim merkezlerinde oturan, muska ve üfürükçülük dükkanları açarak bunu kazanç aracı edinenlere delil olamaz. Böyle bir amelin benzerine ne Rasulullah, ne ashab, ne tabiin ve ne de eimme-i selef dönemlerinde rastlanamaz.

Fatiha Suresinin Muavezeteyn İle İlişkisi:

Muavezeteyn hakkında dikkat çeken bir nokta da, Kur'an'ın başlangıcı ve sonu arasındaki ilişkiyi sağlamasıdır. Kur'an nüzul sırasına göre düzenlenmemiştir. 23 senede ve çeşitli yerlerde; zamana, şartlara ve ihtaçlara göre nazil olan ayetlerin, surelerin sırası Rasulullah tarafından değil, Kur'an'ı indiren Allah'ın emriyle düzenlenmiştir. Bu sıraya göre Kur'an Fatiha ile açılır, muavezeteyn ile son bulur. Bu iki sureye dikkat edilirse; açılışta: Rahman ve Rahim, din gününün sahibi olan Allah'a hamd-ü senâdan sonra, kul şöyle arzeder: Ey Allahım, ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım dilerim. İhtiyacım olan en büyük yardım olarak bana doğru yolu göster.. Allah (c.c.) da (c.c), doğru yolu göstermek üzere cevap olarak bütün Kur'an'ı ortaya koyar. Sonra Rabb'ul Felak, Rabb'un Nas, Melik'un Nas ve İlah'un Nas olan Allah (c.c.) şöyle seslenmemizi emreder: "Mahlukun her çeşidinin fitne ve şerrinden sana sığınırım. Özellikle cin ve insanlardan vesvese veren şeytanlara karşı. Çünkü doğru yoldan saptıran en büyük engel onlardır." Bu açılış ve kapanış arasındaki uygunluk ve ilişki hiçkimseye kapalı değildir.

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1 De ki:1 Sığınırım ben,2 karanlığı yarıp sabâhı ortaya çıkaran Rabbe,3

2 Yarattığı şeylerin şerrinden,4

3 Karanlığa çöktüğü zaman gecenin şerrinden,5

4 Düğümlere üfüren-kadınların şerrinden,6

5 Ve hased ettiği zaman, hasetçinin şerrinden.7

AÇIKLAMA

1. "Kul(de)" kelimesi, vahiyden bir parçadır. Rasulullah'ın risalet mesajından bir cüzdür. Bunun ilk muhatabı Rasulullah olsa da, her mümin bu kelimenin muhatabıdır.

2. "Sığınma" fiilinde üç unsur vardır. Birincisi, sığınmak isteyen. İkincisi, kendisine sığınılacak kişi. Üçüncüsü, kendisinden sığınılacak şey. "Sığınma"dan murad, korku nedeniyle bir şeyden korunmak için bir başkasına dayanmak, onun himayesine girmek ve ona sarılmaktır. "Sığınan kimse" bir şeyden korktuğu ve ona güç yetiremediği için başkasına sığınma ihtiyacı hisseder. Sığınan kimse, sığındığı kişinin, korktuğu şeye güç yetirdiğine ve kendisini ondan koruyacağına inanır. Sığınmanın bir çeşidi de; tabiat kanunundan, maddi bir şeyden, şahıstan veya kuvvetten meydana gelmiş bir şeye sığınmaktır. Meselâ, düşman saldırısına karşı kaleye sığınmak gibi. Veya kurşuna karşı hendeğe ya da bir duvarın arkasına sığınmak gibi. Veya, güçlü bir zalime karşı bir insana, bir millete ya da bir hükümete sığınmak gibi. Hatta güneşe karşı bir ağaç veya binanın gölgesine sığınmak gibi. Diğer bir sığınma çeşidi de; her tür tehlikeden, maddî, ahlakî veya ruhanî olan zararlardan, fıtrat üstü bir Zât'a sığınmaktır. O Zât tabiat kanunlarının da üstünde hakim olduğu için, insan, his ve idrakı gereği ancak O'na sığınma ihtiyacı duyar.

Bu ikinci tip sığınma, sadece Felak ve Nas surelerinde konu edilmemiş, Kur'an ve Sünnette de nerede kendisinden bahsedilmişse orada kasdedilen de aynı sığınma çeşidi olmuştur. Bu tip sığınmanın Allah'tan başkasına olmaması tevhid akidesinin gereğidir. Müşrikler bu tür sığınmayı Allah'tan başkası için de yapıyorlardı. O dönemde Allah'tan başka, cin, tanrı, ve tanrıçaya da sığınıyorlardı; bugün de sığınmaktadırlar. Maddeperest olanlar da maddi güçlere ve vesilelere sığınırlar. Çünkü onlar fıtrat üstü bir güce inanmazlar. Ama, bir mümin, afet ve belaları defetmeye gücü yetmiyorsa, onlara karşı ancak Allah'a rücu eder ve O'na sığınır. Kur'an müşrikler hakkında şöyle buyurmuştur: "Doğrusu insanlardan bazı erkekler, cinlerden bazı erkeklere sığınırlardı da onların kibir ve azgınlıklarını artırırlardı." (Cin, 6). Bunun açıklamasını an: 7'de İbni Abbas'ın kavlini naklederek şu şekilde yapmıştık: Arap müşrikleri gece bir vadide konaklamaya mecbur kaldıklarında şöyle derlerdi: "Biz bu vadinin Rabb'ine (yani bu vadinin maliki ve hakimi olan cine) sığınırız." Bunun yanısıra Firavun hakkında da şöyle buyurulmuştur: (Hz. Musa'nın büyük ayetlerini görünce) Kendi gücüne dayanarak kibirlendi." (Zariyet, 39). Kur'an Allah'a inananların tutumunu ise şöyle beyan eder: "Bir şeyden korktuğunuzda, ister maddi, ister ahlâkî ve ruhanî olsun, bunların şerrinden Allah'a sığının." Mesela Hz. Meryem hakkında şöyle buyurulmuştur: Yalnızken, Allah'ın meleği bir erkek şeklinde çıkagelince (Meryem bu gelenin melek olduğunu bilmiyordu) Meryem O'na şöyle dedi: "Eğer Allah'tan korkuyorsan, senden, Rahman olan Allah'a sığınırım." (Meryem, 18). Hz. Nuh Allah'a yersiz bir dua ettiğinde Allah (c.c.) O'nu ikaz etmiş ve Hz. Nuh da hemen şöyle demişti: "Allahım, bilmediğim şeyi istemekten Sana sığınırım." (Hud, 47). Hz. Musa İsrailoğullarına bir inek kesmelerini emrettiğinde Musa'ya şöyle demişlerdi: "Bize şaka mı yapıyorsun? Bunun üzerine Hz. Musa şöyle cevap verdi: "Cahillikten Allah'a sığınırım." (Bakara, 67).

Aynı konu sahih hadis kitaplarında nakledilen Rasulullah'ın dualarında da mevcuttur. Şimdi bu dualara bakalım:

Hz. Aişe'den Rasulullah'ın yaptığı dualarda şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Allah'ım işlediğim ve işlemediğim kötülüklerden sana sığınırım. Eğer yapmadığım bir işten, yapmadığım için bir zarar geldiyse ondan da sana sığınırım. Veya yapmamam gerekirken yaptığım bir işten dolayı sana sığınırım." (Müslim).

İbn Ömer'den Rasulullah'ın dualarından birinin de şu olduğu rivayet edilmiştir: "Allah'ım sahip olduğum nimetlerden mahrum olmaktan sana sığınırım. Bana nasip olan bu afiyetin yok olmasından sana sığınırım. Ani gazabından ve hoşnutsuzluğundan sana sığınırım." (Müslim).

Zeyd b. Erkam'dan Rasulullah'ın şöyle dua ettiği rivayet edilmiştir: "Faydasız ilimden, korkusuz kalpten, doymayan nefisten ve kabul olmayan duadan sana sığınırım." (Müslim).

Ebu Hureyre'den, Rasulullah'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Allah'ım geceyi kendisi ile geçirmenin en kötü şey olduğu açlıktan sana sığınırım. Hıyanetten de sana sığınırım, çünkü o çirkin bir şeydir." (Ebu Davud).

Enes'den Rasulullah'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Allah'ım, sedef, delilik, cüzzam ve bu gibi diğer hastalıklardan sana sığınırım. (Ebu Davud).

Kutbe b. Malik'ten Rasulullah'ın şöyle dua ettiği rivayet edilmiştir: "Allah'ım kötü ahlak, kötü amel ve kötü heveslerden sana sığınırım." (Tirmizi).

Hz. Aişe'den, Rasulullah'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Allah'ım, ateşin fitnesinden, zenginlik ve fakirliğin şerrinden sana sığınırım."

Şâkal b. Humeyd, Rasulullah'a şöyle söylemiştir: "Ya Rasulallah bana bir dua öğret." Rasulullah buyurdu: "Şöyle de: Kulağın şerrinden, gözün şerrinden, dilin şerrinden, kalbin şerrinden ve şehvetin şerrinden sana sığınırım." (Tirmizi, Ebu Davud).

Enes, b. Malik Rasulullah'dan şöyle rivayet etmiştir: "Allahım, acizlikten, tembellikten, korkaklıktan, yaşlılıktan, cimrilikten, kabir azabından, hayat ve ölüm fitnesinden (Müslim'in bir rivayetinde şu ilave de vardır.) Borç yükünden ve başkalarının bana galip gelmesinden sana sığınırım." (Buhari ve Müslim).

Havle b. Mukim Es-Sülemî, Rasulullah'tan şöyle rivayet etmiştir: "Bir kimse bir yerde kamp kurarken, -ben mahlukun şerrinden Allah'a eksiksiz kelimeleri ile sığınıyorum- derse, o kampı terkedene kadar hiçbir şey ona zarar veremez." (Müslim).

Rasulullah'ın bazı dualarını örnek olarak naklettik. Bu rivayetlerden açıkça anlaşılıyor ki mümin, her tehlike ve şerre karşı sadece Allah'a sığınmalıdır. Allah'tan müstağni olmak ve gönlünü başkasına bağışlamak mümine yakışmaz.

3. Burada "Rabb'ül Felak" kullanılmıştır. "Felak"ın asıl manası "yırtmak"tır. Çoğunluk müfessirlere göre bundan murad, sabahın karanlıkları yırtarak doğmasıdır. Arapça'da "felak'üs subh" günün doğmasını ifade etmek için kullanılır. Kur'an'da Allah (c.c.) için "Falik'ul Esbah" yani 'gece karanlığını yırtarak sabahı getiren' denilmiştir.(Enam, 96).

"Felak"ın ikinci manası olarak "halak" (doğmak) da söylenmiştir. Çünkü, dünyada herşey meydana gelirken içinde bulunduğu ortamı yırtarak çıkar. Sözgelimi bütün su kaynakları dağları veya toprağı yırtarak açığa çıkar. Gündüz, geceyi yırtarak meydana gelir. Yağmur damlaları bulutları yırtarak yere inerler. Hayvanlar ana rahminden veya yumurtadan aynı şekilde çıkarlar. Hasılı bütün varlıklar bir nevi inşikak ile yokluktan varlığa geçerler. Hatta yeryüzü ve gökler büyük bir patlama sonucu meydana ayrı ayrı gelmişlerdir: "...göklerle yer bitişikti, biz onları ayırdık." (Enbiya, 30) Yani "Felaka" bütün varlıklar için geçerli genel bir kavramdır. Konumuz olan ayeti eğer birinci anlama göre değerlendirirsek anlamı şöyle olur: "Ben, sabahı getirene sığınırım." Eğer diğer anlamı esas alırsak o zaman anlamı şöyle olur: " Bütün canlıların Rabb'ine sağınırım" Burada Allah'ın zat isminin yerine sıfat ismi olan Rabb'in kullanılmasının nedeni; Rabb, yani "terbiye eden", "yetiştiren" sıfatının sığınmak olayına daha çok uygun düşmesidir. "Rabb'ül Felak"tan muradı, "Sabahı meydana getiren Rabb" olarak kabul edersek ayetin anlamı şöyle olur: "Gece karanlığından gündüzün aydınlığına çıkaran Rabb'a sığınırım. O Rabb gece afetinden çıkararak gündüzün afiyetine erdirmiştir." "Rabb'ül Felak"tan muradı, "Rabb'ul Halak" olarak kabul edersek, o zaman ayetin manası şöyle olur: "Bütün varlıkların sahibine sığınırım ki, varlıkların şerrinden korusun."

4. Diğer bir ifadeyle "bütün varlıkların şerrinden O'na sığınırım." Bu cümledeki bazı noktalara dikkat etmelidir:

Birincisi, burada "şerr"in nisbeti Allah'a değil, yarattığı mahlukata yapılmıştır. "Ben Allah'ın yarattığı şerden O'na sığındım" denmemiştir. Şöyle denmiştir: "Yaratıkların şerrinden Allah'a sığınırım." Buradan anlaşılıyor ki Allah (c.c.) hiçbir mahluku şer için yaratmamıştır. Aslında O'nun (c.c) işi hayır ve sulhe dayanır. Fakat mahlukatın içinde bazılarına, yaratılış hikmeti tamamlansın diye bazı özellikler de verilmiştir. Bu nedenle bazı mahlukattan pek çok şer meydana gelir.

İkincisi; aslında ayetteki bu ifadeyle yetinilip, sonraki ayette belli mahlukatın şerri zikredilmeseydi bile, mahlukatın şerri konusunda bu ayet yeterli olurdu. Ama bu genel açıklamadan sonra bazı mahlukun şerri ayrıca zikredilmiştir. Bunun nedeni, zikredilen şeylerden Allah'a sığınmaya, diğer şerlerden sığınmaktan daha çok ihtiyaç olmasıdır.

Üçüncüsü; mahlukatın şerrine karşı sığınmanın en etkili yolu, onları yaratana sığınmaktır. Çünkü Allah, her halükarda mahlukatı üzerinde galiptir ve bizim bilmediğimiz şerleri bilir. Dolayısıyla Allah'a sığınma öyle bir yüce Hakime sığınmaktır ki, O'na karşı hiçbir şeyin gücü yetmez.

O'na (c.c) sığınmakla mahlukunun bildiğimiz ve bilmediğimiz her türlü şerrinden de O'na sığınmış oluruz. Ayrıca, sadece bu dünyanın değil ahiretin şerrinden de O'na sığınmış oluruz.

Dördüncüsü; "şer" kelimesi zarar, noksan, eziyet ve keder için de kullanılır. Bunlara sebep olarak hastalık, açlık, savaşta yara almak, ateşte yanmak, akrebin ısırması veya evladın ölmesinden dolayı üzülmek gibi şerleri birinci kategoride zikredebiliriz. Çünkü bunlar eziyet meydana getirirler. Buna karşılık küfür, şirk, her türlü günah ve zulüm ise ikinci kategoride şerlerdir. Bunlar da aslında zarar ve noksanlık ihtiva ederler, ama birinci kategoridekiler gibi eziyet vermezler. Hatta bazı zamanlar bunlardan lezzet ve fayda bile elde edilebilir. Hâsılı şerre karşı Allah'a sığınmak bu iki tür şerri de kapsar.

5. Genel olarak mahlukatın şerrinden Allah'a sığınmanın zikredilmesinden sonra, bazı özel şeylerden sığınma ayrıca telkin edilmiştir. Ayette "Ğâsıkın iza vekab" ifadesi kullanılmıştır. "Ğâsık"ın lügat manası "karanlık"tır. Mesela Kur'an'ı Kerim'de bir yerde şöyle buyurulmuştur: "Güneşin kaymasından, gecenin kararmasına (gaseke'l leyl..)" (İsra, 78) "Vekab"ın manası ise dahil olmak ve kaplamaktır. Gece karanlığının şerrinden Allah'a sığınmak özellikle telkin edilmiştir. Çünkü suçlar çoğunlukla gece karanlığında işlenir. Eziyet verici ve zehirli hayvanlar da gece ortaya çıkarlar. Bu sure nazil olduğunda Arabistan'da, anarşi ve korku nedeniyle gece karanlığı çok korkunç bir şeydi. Çünkü çeteler karanlıkta ortaya çıkar ve yerleşim merkezlerini talan ederlerdi. Rasulullah'ın hayatına son vermek isteyenler de katilin kim olduğu bilinmesin diye bu cinayeti gece karanlığında yapmayı planlıyorlardı. Onun için, özellikle gece ortaya çıkan bütün afet ve şerlerden Allah'a sığınılması telkin edilmiştir. Burada gece karanlığının şerrinden, fecri getiren Allah'a sığınılmasındaki incelik kimsenin gözünden kaçmaz.

Bu ayetin tefsirinde bir tereddüt vardır. Hz. Aişe'nin rivayet ettiği müteaddit sahih hadislerde şöyle nakledilmiştir: "Gece gökte Ay çıkmıştı. Rasulullah elimi tutarak Ay'ı işaret etti. Buyurdu ki: "Allah'a sığının-"Gâsikın iza vekab- budur." (Ahmed, Tirmizi, Nesei, İbn Cerir, İbn Münzir, Hakim, İbn Merduye.) Bu hadisin tevili bazılarına göre "iza vekab"ın anlamının "iza hasefe" olarak anlaşılması iledir. Yani Ay'ın tutulması olarak anlaşılabilir. Fakat hiçbir rivayette, Rasulullah aya işaret ettiğinde ayın tutulmuş olduğuna dair bir kayıt yoktur. Ayrıca arapçada "iza vekab" yerine hiçbir zaman "iza hasefe" kullanılmaz.

Bana göre bu hadisin sahih tevili şöyledir: Ay ancak gece çıkar. Gündüz de gökte olduğu halde görünmez. Bunun için Rasulullah'ın sözünün anlamı "Onun (Ay'ın) çıktığı zamandan, yani gece karanlığından Allah'a sığının" şeklindedir. Çünkü Ay'ın aydınlığı saldırganlara karşı direnen kimseye çok fazla yararlı olmaz. Suç işlemeyi hedef alanlara daha çok yararlı olur. Rasulullah konu ile ilgili olarak bir hadisinde şöyle buyurmuştur: "Güneş battıktan sonra şeytanlar her tarafa yayılır. Dolayısıyla karanlık bitinceye kadar çocuklarınızı eve toplayın. Hayvanlarınızı kapatın."

6. Burada "neffâsâti fi'l ukad" ifadesi kullanılmıştır. "Ukad" ukdenin çoğuludur. Anlamı düğümdür. Bir ipi düğümlemekte olduğu gibi. "Nefese"nin anlamı üflemektir. Nefese'nin çoğulu "neffâse"dir. Bunu "allâme" kalıbında anlarsak anlamı "çok üfleyen erkek" olur. Eğer bu kelimeyi müennes (dişi) sigada anlarsak o zaman "çok üfleyen kadınlar" olur. Nefese'nin çoğulu "nüfus ve cemaatler" de olabilir. Çünkü Arapça'da nüfus ve cemaat kelimesinin ikisi de müennestir. Düğüme üflemek kelimesi pekçok müfessire göre sihir için kullanılır. Çünkü sihirbazlar, bir iple düğüm atarak ona üflerler. Bu ayetin anlamı "sihirbazların şerrine karşı fecri getiren Rabb'e sığınırım." şeklindedir. Ayetin bu anlamını şu rivayet de teyid eder: Rasulullah'a sihir yapıldığında Cebrail (a.s) gelerek Muavezeteyn'i okumasını tavsiye etmişti. Muavezeteyn'de bir tek bu cümle sihirle ilgilidir. Ebu Müslim, İsfahani ve Zemahşeri "Neffasâti fi'l ukad"ı başka bir anlamda açıklamışlardır. Onlara göre ayetten murad kadınların kurnazlığı ve hileleridir. Onlar erkeklerin azim, irade ve düşüncelerine etki ederler. Bu etki ayette sihire benzetilmiştir. Çünkü kadına aşık olan bir insanın hali büyülenmiş gibidir. Bu tefsir gerçekten ilginçtir. Ama seleften gelen kabul görmüş tefsire ters düşmektedir. Girişte açıkladığımız bu surelerin nazil olduğu şartlarla da mutabakat sağlanmaz.

Sihir hakkında şu bilinmelidir; Birisini sihirle etki altına almak için şeytandan ve yıldızlardan yardım istenir. Kur'an bu nedenle sihiri küfür saymıştır. "Süleyman küfre gitmedi, fakat o şeytanlar küfre gittiler, o insanlar sihir öğretiyorlar.." (Bakara, 102) Yapılan sihirde şirk olmasa ve küfür kelimesi bulunmasa da sihir haramdır. Rasulullah onu, yedi büyük günahtan biri saymıştır. Bu yedi günah insanın ahiretini mahveden günahlardır. Buhari ve Müslim'den, Rasulullah'ın şöyle dediği Ebu Hureyre'den rivayet edilmiştir: "Mahveden yedi şeyden sakının. Ashab sormuş: Ya Rasulallah onlar nedir? Rasulullah şöyle buyurmuştur: "Allah'a şirk koşmak, sihir yapmak, haksız yere adam öldürmek, faiz yemek, yetimin malını yemek, cihadda düşmandan kaçmak, iffetli bir mümin kadına zina iftirası atmak."

7. "Hased"in anlamı bir şahsın Allah'ın verdiği bir nimet ya da faziletin başkasında da bulunmasından hoşlanmamasıdır. Veya o nimetlerin ondan alınıp kendisine verilmesini ve eğer kendisine verilmediyse başkasına da verilmemesini istemesidir. Hased edenin şerrinden Allah'a sığınmanın manası; hased eden kişinin başkalarında bulunan iyiliği, söz ve fiili ile yoketmeye çalışmasından Allah'a sığınmaktır. Hased eden kişi bu tutumu fiile geçirmediği müddetçe, bundan Allah'a sığınmaya ihtiyaç duyulmaz. Çünkü kalbinde ne olduğu bilinemez. Ama hased fiile döküldüğünde ilk iş Allah'a sığınmak olur. Ayrıca hased edenin şerrinden sığınmak için bazı tedbirler de alınır. Bunlardan birisi, insanın Allah'a tevekkül etmesi ve Allah'ın izni olmadan hiçkimsenin zarar veremeyeceğine inanmasıdır. İkincisi, hased edenin yaptığına sabretmesi ve sabırsız davranarak onun seviyesine inmemesidir. Üçüncüsü, hased eden Allah'tan korkmasa, halktan utanmasa ve hatta çok terbiyesiz davranışta bulunsa da, hased edilenin takvayı elden bırakmamasıdır. Dördüncüsü, kalbinde hased edilene pek yer vermemesi ve fazla düşünmemesidir. Onu fazla düşünmek, ona mağlup olmanın başlangıcı olur. Beşincisi, hased edene karşı kötü muamele yapılmamasıdır. İmkan varsa ona iyilik ve ihsanda bulunmalıdır. Hased edenin kendisine ne gibi kötülükler düşündüğüne aldırmamalıdır. Altıncısı, hasede uğrayanın tevhid akidesine sebat göstermesidir. Çünkü bir insanın kalbinde tevhid kökleşmişse, o hiçbir zaman, hiç kimseden korkmaz.