20 Mayıs 2007 Pazar

NAHL SÜRESİ(MEVDUDİ)

Adı: Bu sureye adını veren "en-Nahl" kelimesi, surenin 68. ayetinden ve sadece sureyi diğerlerinden ayırdetmek için alınmıştır.

Nüzul Zamanı: Aşağıdaki tesbitler surenin, Mekke döneminin sonlarında nazil olduğunu göstermektedir:

1) 41. ayet, işkence nedeniyle birçok müslümanın bu sure nazil olmadan önce Habeşistan'a göç etmek zorunda kaldığını göstermektedir.

2) 106. ayetten, o dönemde müslümanlara yapılan işkencenin doruk noktasına ulaştığı anlaşılmaktadır. Bu nedenle, dayanılmaz şartlar altında, bir kimsenin gerçekten kâfir olmadığı halde inkâr ettiğini söylemek durumunda kalışıyla ilgili bir mesele ortaya çıkmıştı. Bu, eğer bir kişi böyle yaparsa, ona nasıl davranılacağı meselesiydi.

3) 112-114. ayetler, açıkça peygamberliğin gelişinden birkaç yıl sonra başlayan ve Mekke'yi sarsan yedi yıllık kuraklık ve kıtlık döneminin sonuna işaret etmektedir.

4) En'am Suresi, 119. ayette, bu surenin 115. ayetine değinilmekte, bu surenin 118. ayetinde ise En'am Suresi'nin 146. ayetine işaret edilmektedir. Bu da, her iki surenin (En'am ve Nahl) aynı dönemde nazil olduğunu gösteren bir delil niteliğindedir.

Surenin genel üslubu da, Mekke döneminin sonlarında indirildiği tezini desteklemektedir.

Ana Fikir:

Surenin bütün konuları; tebliğin çeşitli yönleri, yani şirkin reddedilmesi, tevhidin ispatı, hakka düşmanlığın, karşı çıkmanın ve onu reddetmenin sonuçlarına karşı uyarılar gibi konular etrafında dönüp dolaşmaktadır.

Ele Alınan Konular:

İlk ayette, daveti açıktan inkâr edenlere açık ve kesin bir uyarıda bulunulmakta ve onlara şöyle denilmektedir: "Sizin daveti reddetmenizle ilgili olarak Allah'ın hükmü gelmiştir. Peki neden ondan hemen tereddüt ediyorsunuz? Neden size verilen süreyi kullanmıyorsunuz?" Bu surenin indirildiği dönemde, Mekkeli müşriklerin ihtiyaç duyduğu şey buydu. Çünkü onlar tekrar tekrar Hz. Peygamber'e (s.a) ihtar ediyorlardı "Bizi tehdit ettiğin azabı neden getirmiyorsun? Çünkü biz sadece senin davetini kabul etmemekle kalmadık, aynı zamanda uzun süredir ona açıktan düşmanlık yapıyoruz." Bu, onların Hz. Muhammed'in (s.a) gerçekten peygamber olmadığının ispatı olarak kabul ettikleri bir teklifti.

Bu uyarıdan hemen sonra onlara şirkten vazgeçmeleri tavsiye edilmektedir. Çünkü bu, ilahi davete giden yolda onları durduran en önemli engeldi. Daha sonra arka arkaya aşağıdaki konular ele alınmaktadır.

1) Tevhidi ispat eden ve şirki çürüten deliller, evrendeki ve insanın kendisindeki apacık işaretlere ve ayetlere dayandırılmaktadır.

2) Kâfirlerin itirazlarına cevap verilmekte, iddiaları çürütülmekte, şüpheleri ortadan kaldırılmakta ve yanlış düşünceleri eleştirilmektedir.

3) Davete düşman olmanın ve bâtıl yollara uymakta direnmenin sonuçları ile ilgili uyarılar sunulmaktadır.

4) Hz. Peygamber'in (s.a) getirdiği mesajın insan hayatında yapmayı amaçladığı değişiklikler göz alıcı bir şekilde apaçık ortaya konulmaktadır. Müşriklere, tasdik ettiklerini söyledikleri Allah inancının, sadece dilin söylemesi ile sınırlı olmadığı ve bu inancın insanın ahlâkî ve pratik hayatında somut bir şekle bürünmesi gerektiği anlatılmaktadır.

5) Hz. Peygamber (s.a) ve sahabeye, kâfirlerin düşmanlığına ve işkencelerine karşı nasıl bir tavır takınmaları gerektiği bildirilmekte ve onlar bu konuda teselli edilmektedirler.

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1 Allah'ın emri geldi,1 artık onda acele etmeyin. O (Allah), şirk koştukları şeylerden münezzeh ve yücedir.2

AÇIKLAMA

1. Yani, "Son 'Hüküm' günü yaklaşmıştır." Orijinal metinde geçmiş zamanın kullanılması, olayın yakın gelecekte gerçekleşeceğinin kesin olduğunu göstermek veya Kureyş'in isyanının ve kötü amellerinin dayanılmaz bir hal aldığını ve artık azap gününün gelmesini hakettiklerini vurgulamak amacıyla olabilir.

Burda, o "emir"in ne olduğu veya nasıl geldiği gibi bir soru ile karşılaşılabilir. Biz burada "emr" ile Hz. Peygamber'in (s.a) Mekke'den Medine'ye hicret etmesinin kastedildiği görüşündeyiz. (Gerçeği yalnızca Allah bilir). Çünkü bu ayetin indirilişinden kısa bir süre sonra Hz. Peygamber'e (s.a) hicret etmesi emredilmişti. Kur'an'a göre, bir peygamber ancak kavminin azgınlık ve isyanının doruk noktasına ulaştığı bir zamanda yurdunu terkeder. Daha sonra onların kaderi çizilir, onlar ya Allah'tan gelen bir azapla helâk edilirler, ya da peygamber ve ona inananlar tarafından yok edilirler. Tarihte buna benzer gerçekleşmiş birçok olay vardır. Hz. Peygamber (s.a) Mekke'den hicret edince, Mekkeliler bunu kendileri için zafer saydılar. Fakat bu, kâfirler için hicretten on yıl kadar bir süre sonra, sadece Mekke'den değil tüm Arabistan'dan şirkin ve küfrün silinmesi gibi bir yenilgiyle neticelendi.

2. Birinci ve ikinci cümle arasındaki ilginin anlaşılabilmesi için, olayın arka planı zihinde tutulmalıdır. Kafirlerin Hz. Peygamber'den (s.a) "Allah'ın emrini acele istemeleri" kendi şirk dinlerinin doğru, Hz. Muhammed'in (s.a) sunduğu tevhidin ise yanlış olduğu inancına dayanıyordu. Aksi takdirde, diyorlardı, eğer bu mesajın arkasında Allah olsaydı, isyanlarımız ve küfrümüz nedeniyle ilâhî azap çoktan gelmeliydi. Bu nedenle "Allah'ın emri"nin gelmesinin, yakın olduğu belirtildikten sonra, onların azabın gecikmesi konusundaki yanlış anlamaları ortadan kaldırılmaktadır: "Sizin, gittiğiniz şirk yolu doğru olduğu için azabın gelmeyeceğini sanmanız tamamen yanlıştır. Çünkü Allah şirkten müstağnidir ve O'nun hiç bir ortağı yoktur."

2 Kullarından dilediklerine, melekleri emrinden olan ruh3 ile indirir:4 Benden başka ilah yoktur, şu halde benden korkup-sakının, diye uyarıp-korkutun."5

3 Gökleri ve yeri hak ile yarattı: O, şirk koştukları şeylerden yücedir.6

4 İnsanı bir damla sudan yarattı, buna ramen o, apaçık bir düşmandır.7

5 Ve hayvanları da yarattı; sizin için onlarda ısınma ve yararlar vardır, ve onlardan yemektesiniz.

AÇIKLAMA

3. Bu, "Bir peygamberin hem sözle, hem de amelle görevini yerine getirebilmesi için ona bahşedilen 'peygamberlik ruhu'" anlamına gelir. Kur'an bu "Ruh"tan birçok yerde bahseder. Çünkü insanın ruhu ile fiziksel hayatı arasında nasıl bir ilişki varsa, bu ruhla peygamberin görevi ve onun ahlâkî hayatı arasında da aynı tür bir ilişki vardır. Bu bağlamda hıristiyanlar "ruh" kavramını yanlış yorumlayarak, "teslis" şeklinde sapık bir akide ortaya çıkarmışlardır.

4. Kâfirleri azabın gecikmesi konusunda Hz. Peygamber (s.a) ile alay etmeye teşvik eden noktalardan biri de, onun gerçek bir peygamber olduğuna inanmamalarıydı. Allah, resulünün kendi gönderdiği seçilmiş bir insan ve gerçek bir peygamber olduğu konusunda onları temin etmektedir.

"O, kendi emriyle kullarından kimi dilerse ona ruh ile melekleri indirir." Bu, Kureyş'in ileri gelenlerinin Hz. Peygamber'e (s.a) yönelttikleri itirazlara bir cevap niteliğindedir. "Eğer Allah onlara bir peygamber göndermek dilediyse, Abdullah'ın oğlu Muhammed'den başka bu görevi yapacak kimse yok muydu? Neden Mekke ve Taif'in ileri gelenlerinden birini seçmedi?" Bu tip saçma sorulara ancak böyle cevap verilir. Bu nedenle Kur'an'ın birçok yerinde bu cevap tekrarlanmıştır: "Allah ne yapacağını en iyi bilendir ve sizin tavsiyelerinize ihtiyacı yoktur. O, bu görevi uygun bulduğu kişiye seçip verir."

5. Bu ayet, peygamberlik "ruhu"nun özünü ortaya koymaktadır: İlâhlık sadece Allah'a mahsustur, korkutmaya layık olan da sadece O'dur. Bu yüzden Allah korkusundan başka toplumun ahlâkî sistemini ayakta tutacak bir dayanak noktası yoktur. Çünkü ancak O'nun gazabından ve cezasından veya O'na itaatsizliğin sonuçlarından korkma kişiyi dalâletten kurtarabilir. Bu nedenle insanlara "yalnız benden korkun" diye emredilmiştir.

6. Yani, "bütün yeryüzü ve gökler sistemi, tevhidin doğruluğuna ve şirkin bâtıl olduğuna şahittir. Evrende neye bakarsanız ve sistemi ne yönden ele alırsanız alın, onun birçok değil, sadece bir tek tanrı tarafından idare edildiğini göreceksiniz. Evrende onu destekler nitelikte hiçbir delil bulamadığınız halde nasıl şirke inanabilirsiniz?"

Buna uygun bir şekilde, insanın kendisinden ve evrendeki diğer ayetlerden tevhidi ispatlayan ve şirkin bâtıl olduğunu gösteren deliller ortaya konulmaktadır.

7. Bunun iki anlamı vardır ve burada her iki anlam da kastedilmektedir.

1) Allah insanı bir damla sudan yaratmıştır. Buna rağmen insan iddiasını destekler nitelikte sebepler öne sürme ve tartışma gücüne sahiptir.

2) Böyle önemsiz bir şeyden yaratılan insan, o denli kibirlenmiştir ki yaratıcısını bile inkâr eder olmuştur.

Eğer ifade birinci anlamıyla ele alınırsa, ileriki ayetlerde buna cevap niteliğinde peygamberin getirdiği davetin hak olduğunu ispatlayan bir dizi deliller öne sürülmüştür. (Bkz. an: 115). Eğer ikinci anlamıyla ele alınırsa, bununla insana, yaratıcısına isyankâr olup azgınca karşı çıkarken kendi kökeninin ne denli basit bir madde olduğunu unutmaması için uyarı yapılmaktadır diyebiliriz. Eğer insan, gelişmesindeki çeşitli dönemleri, doğumunu, büyümesini hatırlayacak olursa, yaratıcısına karşı isyankâr ve kibirli bir tutum takınmadan önce birçok kez düşünme fırsatı bulacaktır.

6 Akşamları getirir, sabahları götürürken onlarda sizin için bir güzellik vardır.

7 Kendisine ulaşmadan canlarınızın yarısının telef olacağı şehirlere onlar, ağırlıklarınızı da taşımaktadırlar. Şüphesiz sizin Rabbiniz şefkatli ve merhametlidir.

8 Onlara binmeniz ve süs için atları, katırları ve merkebleri (yarattı). Ve daha sizlerin bilmediğiniz neleri yaratmaktadır?8

9 Yolu doğrultmak Allah'a aittir, kimi (yollar) ise eğridir.9 Eğer o dileseydi, sizin tümünüzü elbette hidayete erdirirdi.10

10 Sizin için gökten su indiren O'dur; içecek ondan, ağaç ondandır (ki) hayvanlarınızı onda otlatmaktasınız.

11 Onunla sizin için ekin, zeytin, hurmalıklar, üzümler ve meyvelerin her türlüsünden bitirir. Şüphesiz bunda, düşünebilen bir topluluk için ayetler vardır.

12 Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin emrinize verdi; yıldızlar da O'nun emriyle emre hazır kılınmıştır. Şüphesiz bunda, aklını kullanabilen bir topluluk için ayetler vardır.

13 Yerde sizin için üretip-türettiği çeşitli renklerdekileri de (faydanıza verdi). Şüphesiz bunda, öğüt alıp düşünen bir topluluk için ayet vardır.

14 Denizi ve sizin emrinize veren O'dur, ondan taze et yemektesiniz ve giyiminizde ondan süs-eşyaları çıkarmaktasınız. Gemilerin onda (suları) yara yara akıp gittiğini görüyorsun. (Bütün bunlar) O'nun fazlından aramanız11 ve şükretmeniz içindir.

AÇIKLAMA

8. Yani, "insanın iyiliği için çalışan daha nice yaratık vardır, fakat insan bu tür hizmet veren yaratıkların ve onların verdikleri hizmetlerin farkında değildir."

9. Bu, peygamberlikle ilgili bir tartışmayla birlikte tevhidi, Allah'ın merhamet ve inayetini ispatlayan delilleri içermektedir. Bu tartışmanın özü şudur:

İnsanın seçimine açık, pek çok çeşitli düşünce ve eylem yolları vardır. Bütün bu farklı yolların doğru yollar olamayacağı açıktır, çünkü bir tek doğru yol vardır. Bu nedenle bu doğru yol üzerine kurulan bir tek doğru hayat felsefesi ve doğru hayat felsefesine dayanan bir tek doğru hayat tarzı olabilir.

Dolayısıyla doğru hayat tarzını seçmek, insanın en önemli ve vazgeçilmez ihtiyacıdır. Çünkü yanlış bir seçim onu felâkete götürebilir. İnsan, tüm diğer hayvanî ihtiyaçlarını tıpkı hayvanlar gibi karşılayabilir, fakat bu doğru hayat tarzının seçimi, onun insan olmak münasebetiyle en temel ihtiyacıdır ve onsuz insanın hayatı başlı başına bir hata teşkil edebilir.

Şimdi, insanın bedenî yönden duyduğu ihtiyaçları birçok nimetler vererek karşılayan Allah'ın, insanın en önemli ve gerçek ihtiyacını karşılamak için bir düzenleme yapmadığı düşünülemez. Allah onun hayatî ihtiyaçlarını nasıl karşıladıysa, onun en büyük ihtiyacını da gönderdiği Rasûlleri aracılğıyla gidermiştir. Yüzyılların deneyimi, insanoğlu ne zaman kendi kendisine bir hayat tarzı seçti ise budalaca bir iş yaptığını göstermiştir. Çünkü insan aklı ve zihni sınırlıdır ve insan doğru hayat tarzının seçiminde bunlara güvenip dayanamaz. Herşeyin ötesinde, Allah'ın, insanın bu en büyük ihtiyacını karşılamak için tedbirler almadığı söylenemez. Çünkü Allah'ın, insanın bedenî ihtiyaçları için birçok nimetler verip, onu en önemli ve vazgeçilmez ihtiyacını karşılamak için kendi kendine araştırma ve aramaya terk edeceğine inanmak, Allah hakkında yanlış bir düşünce taşımaktır. (Bkz. Rahman. an: 2-3)

10. Burada şöyle bir soru akla gelebilir: "Allah insanlara doğru yolu göstermeyi üzerine aldığı halde, neden bütün insanları doğuştan hidayete erdirmiyor." Allah'ın, diğer hayvanlarda olduğu gibi, insanı da doğuştan bir içgüdü ile yaratabileceği ve bilinçli bir düşünme, öğrenme ve imtihan sürecinden geçmeden ona doğru yolu seçme yetkisi verebileceği mümkündü. Fakat bu O'nun, doğru yolu veya batıl yollardan birini seçip ona uyma, özgürlük, güç ve yetisine sahip bir varlık yaratma dileğine karşıt bir durum olurdu. Bu nedenle insan farklı bilgi araçlarına, bilinçli düşünme, dileme ve karar verme güçlerine sahip kılınmış ve ona kendisindeki güçlerin tümünü ve tüm çevresindekileri kullanma yetkisi verilmiştir. Bunun yanısıra Allah insana ve çevresindeki herşeye onun doğru yolu bulmasına veya sapıtmasına neden olacak faktörler yerleştirmiştir. Eğer Allah, insanı doğuştan doğru yolu bulmuş olarak yaratsaydı, tüm bunlar anlamını kaybederdi ve insan sadece kendisine verilen özgürlüğün doğru kullanılması ile varılabilecek gelişmeleri hiçbir zaman eleyemezdi. Bu nedenle Allah, insanlığın hidayeti -doğru yolu- bulabilmesi için risaleti, yani peygamberliği seçmiştir ve insanı peygamberi kabul veya reddetme konusunda serbest bırakmıştır. Bu sınamayla Allah, insanın kendisine sunulan hidayeti kabul edip etmediği konusunda hüküm verir.

11. Yani "... hayatını helâl yollardan kazanmaya çalış."

15 Sizi sarsıntıya uğratır diye yerde sarsılmaz dağlar12 bıraktı, ırmaklar ve yollar13 da (kıldı). Umulur ki doğru yolu bulursunuz.

16 Ve (başka) işaretler14 de (yarattı); onlar yıldız(lar)la da doğru yolu bulabilirler.15

17 Yaratan, hiç yaratmayan gibi midir?16 Artık öğüt alıp-düşünmez misiniz?

18 Eğer Allah'ın nimetini saymaya kalkışacak olursanız, onu bir genelleme yaparak bile sayamazsınız. Gerçekten Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.17

19 Allah, saklı tuttuklarınızı ve açığa vurduklarınızı bilir.18

AÇIKLAMA

12. Burada dağların gerçek işlerinin, yeryüzünün devinim ve hızını düzenlemek olduğu gösterilmektedir. Bizim bu sonuca varmamızın nedeni Kur'an'ın birçok yerinde dağların bu yararlılığından açıkça bahsetmiş olmasıdır. Bu nedenle dağların diğer faydaları arızî olarak kabul edilmelidir.

13. Doğal yollar; akarsular, nehirler ve derelerin yataklarının oluşturduğu yollardır. Her ne kadar bu tip yollar ovalarda da büyük öneme sahipse de, özellikle dağlık bölgelerde bu tip yollara daha büyük ihtiyaç duyulur.

14. Bu Allah'ın bir ayetidir: O, çeşitli bölgeleri birbirinden ayırmak için işaretler koyarak arzın tekdüzeliğini ortadan kaldırmıştır. Bunların birçok faydaları vardır, bu faydalardan biri de yolcuların ve denizcilerin yollarını bulmalarına yardımcı olmalarıdır. Özellikle, yol gösteren hiçbir nesnenin olmadığı ve her an kaybolunabilecek olan kumlu bir çölde yolculuk edinilirken bu işaretlerin önem ve değeri daha da iyi anlaşılır. Bu işaretlerin eksikliği en çok deniz yolculuğunda hissedilir. İnsan ancak denizde ve çölde yolculuk yaparken "yıldızlarla varacağı yere ulaşma"nın gerçek önemini anlayabilir.

Bu ayet tevhidle ilgili delilleri, Allah'ın merhamet ve inayeti ve peygamberlikle ilgili işaretleri gözler önüne sermektedir. Çünkü insan ister istemez şöyle bir soru yöneltmektedir: "İnsanın doğru yolu maddi anlamda bulması, yani gideceği yere ulaşabilmesi için bu denli geniş imkânlar hazırlayan Allah'ın onun ahlâkî ve ruhî ihtiyaçlarını görmezlikten gelmesi mümkün müdür?" Bu mümkün değildir, çünkü yanlış bir yöne yöneldiği için karşılaşılan büyük kayıplar, doğru yoldan sapma sonucu karşılaşılan ahlâkî ve ruhî kayıpların yanında hiç kalır. İnsanların karada ve denizde yollarını bulabilmeleri için dağlar, nehirler, yıldızlar ve başka nesneler vareden, Allah'ın insanın ahlâkî ve ruhî ihtiyaçlarını görmezden geldiğini düşünmek, Allah'ın lütuf ve rahmetinden şüphe etmekten başka bir şey değildir. Mantıkî olarak Allah'ın, insanı başarısının kendisine bağlı olduğu doğru hayat tarzına yönelten işaretler göstermiş olması gerekir.

15. Burada insanın dikkatini, kendi yaratılışına, göklerin ve yerin yaratılışına çekmek için bir dizi ayetten (işaretten) bahsedilmektedir. Bu şekilde insan herşeyin, Hz. Peygamber'in (s.a) söylediklerinin doğruluğunu desteklediğini farkedecektir. Bu işaretler yakından incelendiğinde, ateistlerin iddia ettiği gibi olmadığı aksine bunların bir tek yaratıcı ve bir tek varlık tarafından yaratıldığı ve bu konuda onun ortağı olmadığı anlaşılır. Bu konuyu yaradılışın merkezi konusunu oluşturan insan açısından ele alalım. Diliyle konuşabilen ve kendisini onunla savunabilen bu mükemmel varlık önemsiz bir damla sudan bir sperm parçasından yaratılmıştır. Daha sonra tüm hayvanlar onun ihtiyaçlarını karşılamak üzere yaratılmışlardır. Bu yaratıklar onun giyecek, yiyecek gibi ihtiyaçlarını karşılarlar, aynı zamanda onun estetik zevkini de giderirler. Bundan başka insanın ihtiyaçlarını karşılamak üzere yeryüzünde meyveler, tahıllar ve bitkiler yetişmesi için gökten yağmur yağar. Hem yeryüzündeki çeşitli bitkilerin üretimi ile hem de insanın genel menfaatı ile yakından ilgili mevsimler, düzenli geceler ve gündüzler yaratılmıştır. Bundan başka insanın estetik ve fiziksel ihtiyacını karşılayan ve ona ulaşım yolları sağlayan okyanuslar vardır. Aynı şekilde dağlar da insanlara birçok yararlar sağlamak üzere yaratılmışlardır. Yolcuların ve denizcilerin yollarını bulmasını sağlayan gökte yıldızlar ve yerde işaretler de yaratılmıştır. Kısacası, yeryüzünde ve göklerde insanın refahı ile ilgili hayatı için kaçınılmaz işaretler vardır.

Tüm bunlar, bütün evreni bir tek yaratıcının düzenlediği ve bu düzene göre de yarattığını göstermektedir. Bu düzene uygun olarak sürekli yeni şeyler yaratan ve yeryüzünden sonsuz uzaya doğru uzanan bu muhteşem evreni yöneten O'dur. Aptal ve inatçı olanlar dışında kim bütün bunların sadece tesadüfen meydana geldiğini söyleyebilir? Veya kim, mükemmel bir sistem içinde birbirine bağlı ve dengeli bir şekilde işleyen tüm bu farklı yönlerin, farklı tanrılar tarafından yaratıldığını ve farklı hakimlerin kontrolünde olduğunu söyleyebilir?

16. Yani, "Eğer siz, ey Mekkeliler, sizin ve herşeyin yaratıcısının Allah olduğunu kabul ediyor (onlar da diğer müşrikler gibi bunu kabul ediyorlardı) ve ona ortak koştuğunuz şeylerden hiçbirinin evrende hiçbir şey yaratmadığına inanıyorsanız, nasıl oluyor da O'nun yarattığı evrende, yaratıcının sıfatlarından birini veya benzerini yaratıklardan birine atfedebiliyorsunuz? Nasıl olur da Allah'ın yarattığı bir evrende yaratıkların hakları ve güçleri yaratıcının hak ve güçlerine eşit olur? Nasıl olur da yaratıcının ve yaratılanların aynı özellik ve niteliklere sahip oldukları veya baba ve oğul ilişkisi içinde oldukları söylenebilir?

17. Burada belirtilen Allah'ın "el-Gafur" ve "er-Rahim" sıfatlarının bir önceki ayetle olan ilgisi çok açıktır, bu nedenle değinilmemiştir. "Allah insanlara sayısız nimetler ve lütuflar ihsan eder, buna rağmen insanlar O'na karşı nankör, inançsız ve isyankâr bir tavır takınırlar. O insanları hemen cezalandırmaz, aksine onlara mühlet verir, çünkü (O Rahimdir, Halimdir.)" Bu, hem bireyler hem de toplumlar için geçerlidir. Allah'ın varlığını bile inkâr eden nice insan vardır ki, yine de Allah onlara nimetlerini vermeye devam eder. Bir de sıfatlarında güç ve haklarında O'na ortak koşan, nimetleri nedeniyle O'na değil başkalarına şükreden insanlar vardır, Allah bunlara da nimetlerini bağışlamaya devam eder. O'nu yaratıcıları olarak kabul ettikleri halde O'na isyan eden kimseler de vardır. Fakat Allah tüm bunlara rağmen sayısız nimetlerini fertlere ve toplumlara asırlarca vermeye devam eder.

18. Allah'ın, kendisini inkâr eden ve ona ortak koşanlara neden hâlâ nimetlerini vermeye devam ettiği konusunda bir yanlış anlama ortaya çıkabilir. Bazı bilgisiz kimseler, O'nun böyle kimselere nimetlerini vermeye devam ettiği, çünkü onların yaptıklarından haberdar olmadığı gibi yanlış bir düşünceye kapılabilirler. Kur'an bu konuyu şu şekilde açıklığa kavuşturur: "Gizli ve açık yapılan herşeyi Allah bilir. Buna rağmen nimetlerini günahkârlardan esirgemez, çünkü O merhametlidir; bağışlayandır. O halde, ey akılsızlar, bu yanlış düşünceyi bırakın ve durumunuzu düzeltin."

20 Allah'tan başka yakardıkları hiç bir şeyi yaratamazlar, üstelik onlar yaratılıp durmaktadırlar.

21 Ölüdürler, diri değildirler; ne zaman dirileceklerini şuuruna da varamazlar.19

22 Sizin ilahınız tek bir ilahtır. Ahirete inanmayanların kalpleri ise inkârcıdır ve onlar müstekbir (büyüklenmekte) olanlardır.20

23 Şüphesiz ki, Allah, onların saklı tuttuklarını ve açığa vurduklarını bilir; gerçekten O, müstekbirleri sevmez.

24 Onlara21Rabbiniz ne indirdi?" dendiğinde, "Eskilerin masalları" dediler.22

25 Kıyamet gününde kendi günahlarının tümünü ve bilgisizce saptırdıklarının günahlarının bir kısmını yüklenmeleri için. Bak, ne kötü yük yükleniyorlar.

AÇIKLAMA

19. Burada insanların koştukları ortakları reddederken kullanılan kelimeler, bunların melekler, cinler, şeytan veya putlar değil, ölmüş peygamberler, azizler, şehitler, ulu ve olağanüstü insanlar olduklarını göstermektedir. Melekler ve şeytanlar diridirler, o halde "onlar ölüdürler, diri değil" ifadesi onlar için geçerli değildir. "Onlar ne zaman diriltileceklerini de bilmezler." İfadesinin taştan, tahtadan putlar için kullanılmış olması da sözkonusu değildir. İslâm öncesi Arabistan'da bu tür soyut ilâh kavramlarının olmadığı gibi bu tür bir itiraz, itaraz eden kişinin o dönem konusunda tarihî bilgisinin eksikliğini gösterir. O dönemde Arabistan'da peygamberlere, azizlere kutsiyet atfeden Yahudi ve Hıristiyanların bulunduğu bilinmektedir. Arap müşriklerinin yaptığı ilâhların çoğunun insan olduğu ve öldükten sonra putlarının yapıldığı da bir gerçektir. İbn Abbas'tan rivayet edilen bir hadise göre "Ved, Suva, Yeğus, Yeuk ve Nasr büyük insanlardır, kendilerinden sonra gelen insanlar onları ilâh edindi". Hz. Aişe'den rivayet edilen diğer bir hadise göre ise Asâf ve Naile adlı putlar birer insandı. Lât, Menat ve Uzza ile ilgili de buna benzer hadisler vardır. O denli ki müşriklerin inancına göre Lât ve Uzza Allah'ın maşuku (sevgilisi) idiler ve O, kışı Lât ile, yazı da Uzza ile geçirirdi. Fakat "Allah onların isnad ettikleri bu bâtıl şeylerden uzaktır."

20. Yani, "Ahiret hayatına inanmayanlar, o denli sorumsuz, başıboş ve bu dünya hayatı ile o denli sarhoş oldular ki herhangi bir gerçeği inkâr etmekte, hakka hiçbir değer vermemek ve onu önemsememekte bir an bile tereddüt etmez hale geldiler. Bu nedenle onlar kendilerine herhangi bir ahlâkî sınırlama uygulamaya hazır değildirler ve uydukları yolun doğru mu yanlış mı olduğunu araştırmaya hiçbir ihtiyaç duymazlar."

21. Bir önceki ayette (23), vahyi reddeden kibirli insanlar, Allah'ın, "onların bütün yaptıklarını" bildiği söylenerek uyarılmaktadırlar. Burada ise yani 24. ayetten itibaren Kur'an, bu amelleri birer birer saymakta ve onların Hz. Peygamber'e (s.a) yönelttikleri eleştirilere, onu kabul etmemek için öne sürdükleri özürlere cevap vermekte, onlara ikaz ve nasihat etmektedir.

22. Onların en hileli oyunlarından biri de Kur'an hakkında şüpheler yaratmaktı. Mekke'ye dışarıdan yabancılar geldiğinde doğal olarak Hz. Peygamber'in (s.a) Allah'tan geldiğini ilân ettiği Kur'an hakkında araştırma yapmaya başlıyorlardı. Kâfirler ise, onlara Kur'an'ın sadece "eskilerin masalları" olduğunu söylüyorlardı. Böylece yabancıların, Hz. Peygamber'in (s.a) mesajına ilgi duymasını engellemek istiyorlardı.

26 Onlardan öncekiler, hileli düzenler kurmuşlardı da, Allah(ın azab emri) onların kurdukları yapıların temellerine geldi, böylece üstlerindeki tavan tepelerine çöktü; azab onlara şuurunda olmadıkları yerden gelmişti.

27 Sonra (Allah) kıyamet günü onları aşağılık kılacak ve diyecek ki: "Haklarında (mü'minlere karşı) düşman kesildiğiniz ortaklarım hani nerede?" Kendilerine23 ilim verilenler, dediler ki: "Bugün, gerçekten aşağılanma ve kötülük kâfirlerin üstünedir."

28 24Ki melekler, kendi nefislerinin zalimleri olarak onların canlarını aldıklarında,25 "Biz hiç bir kötülük yapmıyorduk" diye teslim olurlar. Hayır, şüphesiz Allah, sizin neler yaptığınızı bilendir.

29 Öyleyse içinde ebedi kalıcılar olarak cehennemin kapılarından girin.26 Büyüklük taslayanların konaklama yeri ne kötüdür.

30 (Allah'tan) Sakınanlara: "Rabbiniz ne indirdi?" denildiğinde, "Hayır" dediler.27Bu dünyada güzel davranışlarda bulunanlara güzellik vardır; ahiret yurdu ise daha hayırlıdır. Takva sahiplerinin yurdu ne güzeldir.

AÇIKLAMA

23. Bu cevap ile biraz önce geçen ve cevabı okuyucuya bırakılan soru arasında bir ilişki vardır. Allah "Şimdi benim ortaklarım nerede?" diye sorduğunda, kıyamet günü mahşer alanında toplanacak olan tüm insanlar ölüm sessizliği içine gireceklerdir. O zaman kâfirlerin ve müşriklerin dili tutulacaktır çünkü, bu soruya bir cevap bulamayacaklardır. İşte o zaman kendilerine ilim verilenler: "Bugün kâfirler için kötü bir gündür" diyerek onların durumunu teyid edeceklerdir.

24. Bu, biraz önce kendilerine ilim verilenlerin söyledikleri söze Allah'ın yaptığı ilavedir, onların sözünün devamı değildir. Burayı bir önceki cümlenin devamı olarak kabul eden tefsirciler bu görüşlerini destekler nitelikte bir delil öne sürememişlerdir.

25. Yani, "Ölüm anında Allah onların canlarını aldığında...."

26. Bu ayet (28), 32. ayet ve Kur'an'da diğer birçok ayetler ölümden hemen sonra, ruhların Berzah'ta azap veya selameti yaşadığını açıkça göstermektedir. Hadislerde "kabir" (mezar) kelimesi ruhun bu durumu için mecazi anlamda kullanılmaktadır. Bu, ruhun ölümünden hemen sonra başlayan ve kıyamet gününe kadar süren bir hayattır. Hadisleri inkâr edenler, ölümden sonra ruhun kıyamet gününe kadar askıda kalacağını azap veya mükafatla karşılaşmayacağını ve hiç bir şeyin de farkında olmayacağını söylerler. Bunun yanlış bir görüş olduğu açıktır. Çünkü 28. ayete göre öldükten hemen sonra kâfirler kötü ve yanlış bir hayat yaşadıklarını farkedince, melekleri hiç bir kötülük yapmadıklarına inandırmaya çalışacaklardır. Melekler onların bu "cesaret"ine karşı çıkıp azarlayacak ve onlara cehenneme gideceklerini söyleyeceklerdir. Diğer taraftan 32. ayete göre melekler ölümden hemen sonra muttaki insanları selamlayacak ve onları Cennet'le müjdeleyeceklerdir.

Bu ayetlerin yanısıra 97. ayette, Medine'ye hicret etmeyen müslümanlarla -ölümlerinden sonra- meleklerle aralarında geçen bir konuşmaya değinilmektedir. Bunların dışında Mümin: 45-46'da, Firavun ve halkının şedid bir azap içinde oldukları ifade edilmektedir. Yani her sabah ve her akşam Cehennem ateşi onlara gösterilmektedir. Bu, onların kıyamet gününden sonra ebedî azaba çarptırılmalarına dek böyle devam edecek ve sonra ateşe atılacaklardır.

Hem Kur'an, hem de hadisler ruhun, ölümden sonra kıyamet gününe dek bu durumda olacağını vurgular. Ölüm sadece ruh ile bedeni birbirinden ayırır. Ruh, ölümden sonra dünyada iken beden ile birlikte geçirdiği deneyimler, edindiği ahlâkî tutumlar ve yaptığı zihni faaliyetler sonucu oluşan kişiliğin aynısı içinde yaşamaya devam eder. Bu bekleme süresince ruhun deneyimleri, gözlemleri, düşünce ve bilinci aynen bir rüyadaki duruma benzetilebilir. Nasıl ölüm cezasına çarptırılan bir mahkum idam öncesinde vicdanen eziyet çekerse, aynı şekilde melekler de suçluya, sanki bir rüyada imiş gibi sonsuz azabı önceden tatması için azap eder ve onu cehenneme götürürler. Bunun tersine mümin bir ruhu melekler "hoş geldin" diyerek karşılarlar, onu "cennet" ile müjdelerler, onun güzel koku ve meltemini ona ulaştırır ve sadık bir hizmetçinin ödülünü almak üzere efendisinin yanına çağrıldığı an gibi onun mutlu olmasını sağlarlar. Fakat Berzah'taki bu "hayat", Sur'a ikinci kez üflenişiyle son bulacaktır. Günahkâr ruhlar tekrar eski bedenlerine iade edilince mahşerde "Yazıklar olsun bize, bizi uykumuzdan kim uyandırdı?" diye bağıracaklar. Fakat gerçek müminler tam bir huzur içinde: "Bu, Rahman'ın vadettiğidir, Peygamberler de doğruyu söylemişlerdir." (Yasin-52) diyeceklerdir.

Bu olay Rum Suresi'nde daha açık bir şekilde ele alınmıştır.

Günahkârlar, ölümden sonra kabirde bir veya iki satten fazla yaşamadıklarını ve hemen oradan kaldırıldıklarını sanırlar. Kendilerine İlim ve İman verilenler ise: "Andolsun, siz Allah'ın kitabında yazılı süre boyunca, öldükten sonra dirilme gününe kadar yaşadınız. İşte bu da dirilme günüdür. Ancak siz bunu bilmiyordunuz." (Rum: 55-56) derler.

27. Kâfirlerin aksine (24. ayet), Allah'tan korkan ve doğru sözlü olan insanlar Mekke dışından gelenlere Hz. Peygamber'i (s.a) ve Kur'an'da anlatılanları övüyorlardı. Onlar ne kâfirler gibi insanları kandırıyor, ne de onların kafalarını karıştırıyorlardı. Bu insanlar Hz. Peygamber hakkında doğruyu söylüyorlardı.

31 Adn cennetleri; ona girerler, onun altından ırmaklar akar, içinde onların her diledikleri şey vardır.28 İşte Allah, takva sahiplerini böyle ödüllendirir.

32 Ki melekler, güzellikle canlarını aldıklarında: "Selam size" derler. "Yaptıklarınıza karşılık olmak üzere cennete girin."

33 (Küfre sapanlar) Kendilerine meleklerin gelmesinden veya Rabbinin emrinin gelmesinden başka bir şey mi gözlüyorlar?29 Onlardan öncekiler de öyle yapmıştı. Allah onlara zulmetmedi, fakat onlar kendi nefislerine zulmediyorlardı.

34 Böylece işledikleri kötülükleri kendilerine isabet etti ve alaya aldıkları şey, kendilerini sarıp-kuşatıverdi.

35 Şirk koşmakta olanlar dediler ki: "Eğer Allah dileseydi, O'nun dışında hiç bir şeye kulluk etmezdik, biz de, atalarımız da; ve O'nsuz hiç bir şeyi haram da kılmazdık."30 Onlardan öncekiler de böyle yapmıştı.31 Şu halde peygamberlere düşen apaçık bir tebliğden başkası mı?

AÇIKLAMA

28. Bu cennet nimetlerinin en güzelidir. Cennet ehli orada her istediğini ve dilediğini elde edecek ve orada onlara hiç bir üzüntü olmayacaktır. Bu, bu dünyadaki en zengin insanın bile ulaşamayacağı bir nimettir. Cennete giren herkes bu nimetten yararlanacaktır, çünkü o herşeyi istediği ve dilediği gibi bulacak ve her dileğinin, her arzusunun yerine getirildiğini görecektir.

29. Burada kâfirler uyarılmaktadır: "Niçin onlar hâlâ, çok basit ve açık olan daveti kabul etmekte tereddüt ediyorlar? Biz, Hakk'ın her yönünü ortaya koymak için her metodu denedik ve buna evrenin her tarafından şahitler getirdik; akıllı ve düşünebilen insanlar için şirke sapmaya neden olacak hiçbir boşluk bırakmadık. Şimdi onların bekledikleri şey ölüm meleğinin gelmesinden başka bir şey değil; işte o zaman son nefeslerinde daveti kabul ederler. Yoksa onlar kendilerini helak edip daveti kabul etmelerine neden olacak Allah'ın azabını mı bekliyorlar?"

30. Bu noktanın öneminin kavranabilmesi için okuyucu En'am Suresi 148-150. ayetlere ve 124-126. açıklama notlarına bakmalıdır. Çünkü bu konu orada ele alınmıştır.

31. Yani, "Sizin itirazınız" yeni değil, sizden önceki sapık kimseler de aynı şeyi öne sürerlerdi. Bugün siz de, onlar gibi, sapıklığınıza ve yanlış hareketlerinize "Allah'ın dilediği bu" diye özür gösteriyorsunuz. Bunun kendinizi aldatmak ve nasihattan kaçmak için uydurduğunuz yalan bir özür olduğunu biliyorsunuz."

Bu cevap, aynı zamanda, Kur'an'ın sadece "eskilerin masalları" olduğunu söyleyen kâfirlere de imalı bir cevap niteliğindedir. (ayet 24) Onlar Hz. Peygamber'in (s.a) yeni bir şey sunmadığını söylemek istiyorlardı. Yani o, Nuh Peygamber'den beri tekrar edilegelen aynı eski hikayeleri anlatıyordu. Bu itiraza verilen cevap şöyledir: "Eğer Hz. Peygamber (s.a) yeni bir şey söylemiyor ve eskilerin masallarını tekrarlıyorsa, siz de kötü amelleriniz için yeni bir özür öne sürmüyor ve sizden öncekilerin öne sürdükleri özürleri tekrarlıyorsunuz."

36 Andolsun, biz her ümmete: "Allah'a kulluk edin ve tağuttan kaçının" (diye tebliğ etmesi için) bir peygamber gönderdik.32 Böylelikle, onlardan kimine Allah hidayet verdi, onlardan kiminin üzerine de sapıklık hak oldu.33 Artık, yeryüzünde dolaşın da yalanlayanların uğradıkları sonucu görün.34

AÇIKLAMA

32. Yani, "Siz işlediğiniz günahlara 'Allah'ın dileği böyle' diye özür öne sürerek kurtulamazsınız, çünkü biz her ümmete 'Benden başkasına kulluk etmeyin, tağuta uyup, ona itaat etmeyin' diye tebliğ eden bir peygamber gönderdik. Bunun yanısıra sizi, daha önceden amellerinizi ve sapıklıklarınızı kabul etmediğimiz konusunda uyarmıştık. O halde neden sapıklıklarınız için özürler bulmaya çalışıyorsunuz? Yoksa size gönderdiğimiz rasûllerin size dini tebliğ etmek yerine, sizi zorlaması gerektiğini mi söylemek istiyorsunuz?" (Allah'ın "dileği" ile Allah'ın "kabul"ü arasındaki fark için bkz. En'am. an: 80, Zümer. an: 20)

33. Yani, "Ne zaman bir ümmete bir peygamber gelse onlar iki grup olurlar."

(1) Daveti kabul edenler (Eğer Allah'ın dilemesi olmasa bu da imkansız olur.)

(2) Daveti reddeden ve sapık yola bağlananlar. (Daha geniş açıklama için bkz. En'am. an: 28.)

34. Yani, siz insanlık tarihinden kendinize ders çıkarabilirsiniz. Sözgelimi Hz. Musa (a.s) ve İsrailoğulları mı Allah'ın azabına çarptırılmıştır yoksa Firavun ve kavmi mi? Yine azab, Hz. Salih, Hz. Hud, Hz. Nuh ve diğer peygamberlere inanan kimselere mi, yoksa onları reddedenlere mi gelmiştir? Bu tarihi misallerden, kafir toplumlara bir mühlet tanınmış olduğu ortaya çıkmıyor mu? Allah onlara inkar ve isyan etmelerine rağmen, yine de mühlet vermiştir. Ancak kendilerine yapılan tebliğ ve nasihata rağmen, bir toplum dalâlet üzerinde ısrar eder ve haddi aşarsa, onlara verilen mühlet sona erer ve Allah o toplumu helâk eder.

37 Sen, onların hidayet bulmalarını ne kadar tutkuyla istesen de, Allah, şüphesiz saptırdığına hidayet vermez, onlar için yardım edecek yoktur.

38 Olanca yeminleriyle: "Öleni Allah diriltmez" diye yemin ettiler. Hayır; bu, O'nun üzerinde hak olan bir vaidtir, ancak insanların çoğu bilmezler.

39 Hakkında ihtilafa düştükleri şeyi onlara açıklaması ve küfre sapanların kendilerinin yalancı olduklarını bilmesi için (diriltecektir)35

40 Onu istediğimizde herhangi bir şey için sözümüz, ona yalnızca "Ol" demekten ibarettir; o da hemen oluverir.36

41 Zulme uğratıldıktan sonra, Allah yolunda hicret edenleri dünyada şüphesiz güzel bir biçimde yerleştireceğiz; ahiret karşılığı ise daha büyüktür.37 Bilmiş olsalardı.

AÇIKLAMA

35. Burada mantıki olarak kıyametin ve öldükten sonra dirilmenin gerekliliğini gösteren iki şey belirtilmektedir: 1) Gerçeği gözler önüne sermek. 2) Bu dünyadaki doğru ve yanlış amelleri nedeniyle insanları cezalandırmak veya mükafatlandırmak. İnsanın yeryüzünde yaratılışından beri gerçeğin; aileler, milletler ve ırklar arasında anlaşmazlıklara neden olacak biçimde değişik şekillerde algılandığı bilinen bir noktadır. Bu değişik algılamalar farklı teorilere dayalı bir çok farklı toplum, kültür ve inançların doğmasına neden olmuştur. Her çağda bu teorilerin milyonlarca taraftarları, kendi teorilerini yaymak için hayatlarını, mal ve şereflerini bu yola harcamışlardır. Her grup diğerini yok etmek için büyük bir çaba sarfetmiştir. Durum bu olunca, her aklı başında olan insan bu uzlaşmaz farklılıkların mutlaka bir gün çözümlenmesi ve neyin doğru neyin yanlış olduğunun ortaya çıkması gerektiği sonucuna varacaktır. Gerçek perdesinin bu dünyada iken açılamayacağı ve her şeyin ortaya serilemeyeceği meydandadır. Çünkü bu dünyanın üzerine kurulduğu sistem buna izin vermez. Bu nedenle bu ihtiyacın karşılanması için başka bir dünyaya gerek vardır.

Bu sadece aklın ve mantığın değil, ahlâk duygusunun da gerektirdiği bir ihtiyaçtır. Ahlâk duygusu herkesin adaletli davranıp davranmadığına, doğru iş yapıp yapmadığına göre mükafatlandırılmasını veya cezalandırılmasını gerektirir. Çünkü, bazı insanlar, diğerlerine zulmetmiş, bazıları zulme uğramış, bazıları fedakârlık etmiş, bazıları da onların fedakârlıklarını istismar etmiştir. Böylece herkes, milyonlarca insanı iyi veya kötü yönden etkileyen ahlâkî veya gayri ahlâkî felsefeler ortaya atmış ve uygulamışlardır. Ahlâk duygusu, ahlâkî sonuçların gerçek yerini bulacağı ceza ve mükafatın verileceği bir zamanın olmasını gerektirir. Bu amaç bu dünyada gerçekleştirelemeyeceği için başka bir dünya olmalıdır.

36. Bu, ölülerin diriltilmesini ve değişik zamanlarda ölen tüm insanların bir anda diriltilmesini çok zor bir iş olarak kabul edenlere bir cevap niteliğindedir. Burada onlara, sadece "ol" emri ile dilediği her şeyi yapmaya kadir olan Allah için, bunun çok kolay bir iş olduğu söylenmektedir. Çünkü Allah bunun için hiç bir yardıma, araca ve uygun ortama ihtiyaç duymayacak denli bunlardan yücedir. Onun sadece "ol" demesi, gelmesi için yeterlidir. Bu dünya O'nun "ol" emri ile yaratılmıştır. Aynı şekilde ahiret de sadece O'nun "ol" emri ile yaratılacaktır.

37. Burada, kâfirlerin işkenceleri nedeniyle yurtlarını terketmek zorunda kalan ve Mekke'den Habeşistan'a hicret eden muhacir müslümanlar teselli edilmektedir. Burada kâfirlerden hemen sonra muhacirlere değinilmesi kâfirlere imalı bir uyarı niteliği taşımaktadır. Onlara, müslümanlara yaptıkları eziyetlerin cezasız kalacağını düşünerek kendilerini aldatmamaları söylenmektedir: "Ey zalimler! Zulme uğrayan müminlerin adalet bulmayacaklarını mı sanıyorsunuz?"

42 Onlar sabredenler ve Rablerine tevekkül edenlerdir.

43 Biz senden evvel kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başka (peygamberler) göndermedik.38 Eğer bilmiyorsanız, zikir39 ehline sorun.

44 (Onları) Apaçık deliller ve kitaplarla (gönderdik). Sana da zikri (Kur'an'ı) indirdik ki, insanlara kendileri için indirileni açıklayasın40ve onlar da iyice düşünsünler, diye.

45 Artık 'kötülüğü örgütleyip düzenleyenler', Allah'ın, kendilerini yerin dibine geçirmeyeceğinden veya şuuruna varamayacakları yerden azabın gelmeyeceğinden emin midirler?

46 Ya da onlar, dönüp-dolaşmaktalarken, onları yakalayıvermesinden (mi emindirler?) Ki onlar (bu konuda Allah'ı) aciz bırakacak değildirler.

47 Veya onları bir korku üzerinde yakalayıvermesinden (mi emindirler)? Öyleyse Rabbin, gerçekten şefkatli ve merhamet sahibidir.

AÇIKLAMA

38. Bu, Mekkeli müşriklerin, kendileri gibi bir insan olduğu için Hz. Muhammed'i (s.a) peygamber olarak kabul etmeyeceklerini söyleyerek yaptıkları (ve burada belirtilmeyen) itiraza bir cevap niteliğindedir. Onlara, daha önce gönderilen peygamberlere de aynı itiraz ile karşı çıkıldığı söylenmektedir.

39. "Zikr ehli..." Yani Ehl-i Kitab'ın alimleri, tamamen olmasa da diğer semavi kitaplara vakıf olanlar ve daha önceki peygamberlerin kıssalarını bilenler.

40. Bu bağlamda, "Kendilerine indirileni insanlara açıklama..." görevinin peygamber tarafından sadece dil ile değil, aynı zamanda uygulamada da yerine getirilmesi gerektiğini belirtmekte yarar var. Hz. Peygamber'in (s.a) kendi önderliğinde bir İslâm toplumu kurması ve onu Kitab'ın ilkeleri doğrultusunda yönetmesi gerekir. Hz. Peygamber'in (s.a) bu görevi, bu arada özellikle bir insan göndermenin hikmetini göstermek üzere anılmıştır. Aksi takdirde kitap bir melek aracılığıyla gönderilebilir veya yazılıp ayrı ayrı her insanın eline verilebilirdi. Fakat bu durumda, Allah'ın insalara bir kitap göndermedeki dileği, Hikmeti, Rahmet ve Nimeti yerine gelmiş olmazdı. Çünkü Allah'ın bir kitap göndermeden amacı; onun bir insan tarafından parça parça sunulması, anlamlarının açıklanması, şüphe ve karışıklıkların o insan tarafından açığa kavuşturulması, yapılan itirazlara cevap verilmesi vs. ve her şeyin ötesinde o insanın kendisini reddeden ve kendisine karşı çıkanlara, ancak Kitab'ı getiren birine layık bir tavır takınmasıdır. Diğer taraftan Peygamber, Kitab'a inananlara, hayatın her yönünde rehberlik etmeli ve kendi mükemmel hayat tarzını onların gözü önüne sermeli. Sonra da onları bütün insanlara model teşkil edecek örnek bir toplum haline sokmak için, gerek fert fert gerekse toplu olarak Kitab'ın ilke ve öğretileri konusunda eğitmelidir.

Şimdi bu ayeti (43) diğer bir yönden ele alalım. Bu ayet hem Peygamber olarak bir insanın gönderilmesi inancını reddedenlerin öne sürdükleri itirazları hem de Peygamber'in açıklamasına gerek kalmaksızın sadece Kitab'ın kabul edilmesi gerektiğini söyleyenlerin görüşünü (hadisi inkar edenler) çürütür. Bu ikinci görüş, taraftarları her neyi önü sürerlerse sürsünler bu ayete aykırıdır. Sadece Kitab'ın kabul edilmesi gerektiğini söyleyenler şu görüşleri öne sürerler:

(a) Peygamber tebliğ ettiği kitap ile ilgili hiç bir açıklama yapmamıştır.

(b) Sadece Kitap kabul edilmelidir, peygamber tarafından yapılan "açıklama" değil.

(c) Bugün için bize sadece Kitap gereklidir. Çünkü Peygamberin "açıklama"sı yararını yitirmiştir.

(d) Şimdi sadece Kitab'a güvenilebilir; çünkü Hz. Peygamber'in (s.a) "açıklama"ları bugüne ulaşmamıştır, veya ulaşsa bile güvenilir değildir.

Kur'an'ın mezkur ayeti bu dört görüşü de reddeder.

Eğer (a) görüşünü kabul edecek olurlarsa, bu Hz. Peygamber'in (s.a) Kitab'ın tebliğcisi olarak, seçildiği amacı yerine getirmediği anlamına gelir; aksi takdirde Allah, Kitab'ı melek aracılığıyla veya doğrudan her insana gönderebilirdi.

Eğer (b) veya (c) görüşünü kabul edecek olurlarsa, Allah'ı yazılı Kur'an nüshalarını doğrudan insanlara gönderebileceği halde, Kitab'ı bir peygamber aracılığıyla göndererek lüzumsuz bir iş yapmakla suçlamış olurlar. (Allah korusun).

(d) görüşünü kabul ettikleri halde ise, gerçekte hem Kur'an'ı hem de Hz. Muhammed'in (s.a) "peygamberliği"ni inkar etmiş olurlar. O zaman onlara kalan tek akıllıca yol, yeni bir peygamber ve yeni bir vahiy gelmesi gerektiğine inananların görüşünü kabul etmek olacaktır. Oysa Allah, Hz. Peygamber'in (s.a) Kitab'ı açıklamasını temel bir nokta olarak kabul etmekte ve bunu Peygamber gönderilmesinin nedeni olarak bildirmektedir. Eğer Hadisi reddedenlerin öne sürdükleri, Hz. Peygamber'in (s.a) açıklamalarının sona erdiği görüşünü kabul edecek olursak iki sonuç kaçınılmaz olmaktadır: Birincisi, Hz. Muhammed'in (s.a) peygamberliğinin bir yol olarak bizim için sona erdiği ve onunla aramızdaki ilişkinin sadece daha önceki peygamberlerle (örneğin Hud, Salih, Şuayb) (Allah'ın selamı onların üzerine olsun) olan ilişkimiz gibi olduğu sonucudur. Yani, biz sadece onların eski peygamberler olduğuna şehadet etmeliyiz, fakat onların sünnetine uymak zorunda değiliz. Bu görüş hemen bizi yeni bir peygambere ihtiyaç vardır fikrine götürecektir. Çünkü böylece Hatemu'n-Nebiyyin ilkesi reddedilmiş olmaktadır. İkinci kaçınılmaz sonuç ise, yeni bir Kitab'a ihtiyaç olduğudur, çünkü bu durumda Kur'an, tek başına yeterli olamaz. Bu ayetin ışığında Kur'an'ın kendi kendisini açıklayabileceği görüşünü ispatlayacak tek bir fikre bile yer kalmamaktadır. O halde bu son görüşe göre mutlaka yeni bir kitap gönderilmelidir. Hadisi ve sünneti inkar edenler İslâm'a kökünden darbe vurmaktadırlar.

48 Allah'ın herhangi bir şeyden yarattığına bakmıyorlar mı? Onun gölgeleri bakmıyorlar mı? Onun gölgeleri küçülerek sağdan ve soldan Allah'a secde eder vaziyette döner.41

49 Göklerde ve yerde olan ne varsa, canlılar ve melekler Allah'a secde ederler 42 ve onlar büyüklük taslamazlar.

50 Üstlerinden (her an bir azab göndermeğe kadir olan) Rablerinden korkarlar ve emrolundukları şeyi yaparlar.

AÇIKLAMA

41. Her şeyin -bir insan, bir hayvan, bir ağaç veya bir dağ-gölgesini yayması onun maddi varlığının bir delilidir; maddeden yapılmış olan her şey de Allah'ın bir yaratığıdır ve evrensel bir kurala, bir kanuna tabidir. Buradaki "kanun", maddi varlığa sahip olan her şeyin gölgesinin yerde sürünmesidir. Bu, kulluklarının sembolik bir ifadesidir ve hiç bir şekilde ilâhlığa ortak olamazlar.

42. Yani, "Sadece yeryüzündeki varlıklar değil, göklerde bulunan, insanların ilah olarak kabul ettiği ve Allah'a yakın saydığı bütün varlıklar da Allah'a secde ederler ve hiçbir şekilde ilâhlıkta O'na ortak değildirler.

Bu ayet aynı zamanda bize sadece yeryüzünde değil, göklerde, yani gezegenlerde de canlı yaratıkların olduğunu bildirmektedir. (Bkz. Şura: 29)

51 Allah dedi ki: "İki ilah edinmeyin;43 O, ancak tek bir ilahtır. Öyleyse benden, yalnızca benden korkun."

52 Göklerde ve yerde ne varsa O'nundur, itaat-kulluk da (din de) sürekli olarak O'nundur.44 Böyleyken Allah'tan başkasından mı korkup-sakınıyorsunuz?45

53 Nimet olarak size ulaşan ne varsa, Allah'tandır, sonra size bir zarar dokunduğunda (yine) ancak O'na yalvarmaktasınız.46

54 Sonra sizden zararı kaldırdığında, sizden bir grup (hemen)47 Rablerine şirk koşarlar;

55 Kendilerine verdiklerimize karşı nankörlük etmek için. Öyleyse yararlanın, ilerde bileceksiniz.

56 Kendilerine rızık olarak verdiklerimizden, hiç bir şey bilmeyenlere paylar ayırıyorlar.48 49Andolsun Allah'a karşı düzmekte olduklarınızdan dolayı mutlaka sorguya çekileceksiniz.

57 Ve Allah'a kızlar isnad ediyorlar,50 (haşa) O yücedir. Hoşlandıkları (erkek çocuklar) da kendilerinindir.51

58 Onlardan birine dişi (çocuk) müjdelendiği zaman içi öfkeyle-taşarak yüzü simsiyah kesilir.

59 Kendisine verilen müjdenin kötülüğünden dolayı topluluktan gizlenir; onu aşağılanarak tutacak mı, yoksa toprağa gömecek mi? Bak, verdikleri hüküm ne kötüdür?52

AÇIKLAMA

43. İki tanrının varlığının reddedilmesi, ikiden fazla tanrının varlığının da reddedilmesi anlamına gelir.

44. Başka bir deyişle tüm evren O'na itaat üzerine kaimdir.

45. Yani, "Böyle olduğu halde siz hayat düzeninizi Allah'tan başka bir ilâhtan korku üzerine mi kuruyorsunuz?"

46. "Sıkıntıya düştüğünüzde başkasına değil Allah'a yalvarmanız O'nun birliğinin bir ispatıdır; O sizin kalplerinizde yer etmiştir. Edindiğiniz tanrılar tarafından baskı altına alınan gerçek tabiatınız sıkıntı zamanlarında elinizde olmadan yüzeye çıkar ve Allah'a yalvarır. Çünkü o, gerçek kuvvete sahip başka tanrı, rab ve mabud tanımaz. (Daha geniş ayrıntılar için bkz. En'am. an: 29-41, Yunus. an: 31)

47. Yani, "Sıkıntıdan kurtulup Allah'a şükrünü ifa edeceği sırada, Allah'ın bu lütfuna aracılık ettikleri için bazı tanrılara ve azizlere de şükür sunmaya başlar. Çünkü onların aracılığı olmaksızın Allah'ın bu sıkıntıyı gideremeyeceğini sanır."

48. Allah'ın ortağı edinmediği, ilâhlık vasıflarından bazısını vermediği ve kendilerini mülkünde hakim kılmadığı varlıklara, bu konuda yeterli bilgileri olmadığı halde; Allah'ın mülkünden pay ayırmaktadırlar.

49. Yani, "Gelirlerinin toprak ürünlerinin bir kısmını şükürlerinin göstergesi olarak yüce kabul ettikleri varlıklara sunarlar.

50. Burada Arapların eski bir geleneğine işaret edilmektedir. Araplar tanrıça ve melekleri Allah'ın kızları olarak kabul ederlerdi.

51. Yani, "Oğullar."

52. Kızları hor görme tutumu, burada, onların Allah'a karşı cehalet, küstahlık ve akılsızlıkta ne kadar aşırı gittiklerini göstermek üzere anılmıştır. Bu cehalet ve küstahlık nedeniyle onlar, kız çocuğuna sahip olmayı kendileri için aşağılık bir durum olarak kabul etmelerine rağmen Allah'a kızlar isnad etmekte tereddüt etmemişlerdir. Bunun yanısıra bu isnad, onların koştukları şirk nedeniyle Allah'a ne kadar az bir değer verdiklerini de göstermektedir. Bu nedenle onlar, her şeyden müstağni ve yüce olan Allah'a böyle saçma ve komik şeyler isnat etmekten sakınmamışlardır.

60 Ahirete inanmayanların kötü örnekleri vardır, en yüce örnekler ise Allah'a aittir. O, güç sahibi olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.

61 Eğer Allah, insanları zulümleri nedeniyle sorguya çekecek olsaydı, onun üstün (yeryüzünde) canlılardan hiç bir şey bırakmazdı; ancak onları adı konulmuş bir süreye kadar ertelemektedir. Onların ecelleri gelince ne bir saat ertelenebilirler, ne de öne alınabilirler.

62 Onlar, Allah'a, hoşlarına gitmeyen şeyleri uygun görürler, dilleri de yalan olarak en güzel olanın 'kendilerinin olduğunu' düzmektedir. Hiç şüphesiz ateş onlar içindir ve hiç şüphesiz onlar, (cehennemde) öncülerdir.

63 Andolsun Allah'a, senden önceki ümmetlere de (peygamberler) gönderdik, fakat şeytan onlara yapıp ettiklerini süslü-göstermiştir; bugün de onların velisi odur ve onlar için acıklı bir azab vardır.

64 Biz Kitab'ı ancak, hakkında ihtilafa düştükleri şeyi onlara açıklaman ve inanan bir kavime rahmet ve hidayet olması dışında (başka bir amaçla) indirmedik.53

65 Allah gökten su indirdi, ölümünden sonra yeri onunla diriltti; işitebilen bir topluluk için bunda gerçekten bir ayet vardır.53/a

AÇIKLAMA

53. Yani, "Bu kitap onlara, babalarının ve atalarının bâtıl inançlarının neden olduğu ve onları bir çok gruba bölen ihtilafları çözmeleri için bir fırsat vermiştir. Onlar Kur'an tarafından sunulan Hak üzerinde birleşebilirler, fakat bu akılsız insanlar, kendilerine nimet geldikten sonra da daha önceki durumlarını tercih ederek azap ve cezaya uğrayacaklardır. Diğer taraftan sadece bu Kitab'a inananlar doğru yolu bulacak ve Allah'ın lütuf ve nimetine mazhar olacaklardır."

53/a. Yani, "Eğer Hz. Peygamber'in (s.a) davetini dinleyip bu ayetleri dikkatlice gözleseydiniz tüm kalbinizle: 'Bu ayetler onun davetini destekliyor.' diye bağırırdınız. Her yıl durmadan bu ayetlere şahit oluyorsunuz. Önünüzde kupkuru, hiç bir hayat belirtisi -bir parça çim, çiçek, tomurcuk veya bir böcek- bulunmayan bir toprak var. Sonra yağmur yağıyor. Birdenbire aynı toprak parçasını hayat kaplıyor. Orada binbir çeşit böcek beliriyor. Bu önce hayat, sonra ölüm, tekrar hayat, tekrar ölüm sürecini her yıl izliyorsunuz. Yine de Hz. Peygamber (s.a) size tüm insanların öldükten sonra diriltileceğini söylediğinde şüpheye düşüyorsunuz, çünkü siz bu ayetlere Allah'ın her şeyin altında yatan hikmetini düşünmeyen hayvanlar gibi bakıyorsunuz. Aksi takdirde bu ayetlerin, Hz. Peygamber'in (s.a) davetini desteklediğini görürdünüz."

66 Sizin için hayvanlarda da elbette ibretler vardır, size onların karınlarındaki fers (yarı sindirilmiş gıdalar) ile kan arasından,54 içenlerin boğazından kolaylıkla kayan dupduru bir süt içirmekteyiz.

67 Hurmalıkların ve üzümlüklerin meyvelerinden kurdukları çardaklarda hem sarhoşluk verici içki, hem güzel bir rızık55 edinmektesiniz. Şüphesiz aklını kullanabilen bir topluluk için, gerçekten bunda bir ayet vardır.

68 Rabbin bal arısına56 vahyetti: Dağlarda, ağaçlarda ve onların kurdukları çardaklarda kendine evler edin.

AÇIKLAMA

54. "..... fışkı ile kan arasından...." Burada dişi sağmal hayvanların göğüslerinde sütün nasıl mükemmel bir şekilde oluştuğuna işaret edilmektedir. Bu hayvanların yedikleri yem; kan, fışkı ve bu her ikisinden gerek yapı, gerek renk ve gerekse kullanım bakımından farklı olan süte dönüşür. Bazı hayvanların sütü o denli çok olur ki, yavruları doyduktan sonra insanların beslenmesi için de büyük bir miktar süt kalır.

55. Burada meyve, hurma ve üzüm sularının iki özelliğe sahip olduğu belirtilmektedir. Birisi insan için temiz bir rızık olma, diğeri ise mayalanınca alkole dönüşme özelliği. Fakat bu nimetten temiz ve sağlığa uygun rızık almak ile kendisine zevk verecek ve onu sarhoş edecek içkiyi içmek arasındaki seçim insana bırakılmıştır. Bu, aynı zamanda şarabın haram olacağına da işarettir.

56. Arapça "vahy" kelimesinin sözlük anlamı, sadece konuşanla dinleyenin anlayabileceği bir tür gizli işarettir. Aynı bağlamda "ilkâ" (bir şeyin kalbe doğması) ve "ilham" (gizli mesaj ve telkin) anlamında kullanılır. Allah mahlukatını böylece vahy yoluyla terbiye eder. Terbiye olunan (mahlukat) ile terbiye edici (rabbul-alemin) arasındaki bu eğitim ilişkisi bir başkası tarafından görülemez. İşte bu olay Kur'an'da vahy, ilham ve ilkâ kelimeleriyle ifade edilmiştir. Ancak bu kelimeler ayrı olayları ifade etmede kullanılır olmuştur.Örneğin "vahy" peygamberlere, "ilham" velilere ve Allah'ın has kullarına, "ilkâ" ise herkese mahsus olmak üzere kullanılmaktadır. Fakat Kur'an, bu kavramların kullanılmasında, aralarında bir ayırım gözetmez.

"Allah emriyle semaya vahyetti ve onlar buna uygun olarak hareket etmeye başladılar." (Fussilet: 12)

"O emriyle arza vahyedecek ve arzda haberlerini anlatacaktır." (Zilzal: 4-5)

"Rabbin meleklere vahyediyordu ki..."

O, balarısına da vahyeder ve onu tüm görevini mükemmel ve içgüdüsel bir şekilde yerine getirmesini sağlayacak özelliklerle donatır. (68. ayet). Uçmayı öğrenen bir kuş, yüzmeyi öğrenen balık ve emmeyi öğrenen yeni doğmuş bir bebek için de aynı şey geçerlidir. Allah'ın bir insana birdenbire bir fikir ilham etmesi de vahiydir. (Kasas: 7) Bütün büyük keşifler, icatlar, büyük edebiyat ve sanat eserleri için de durum aynıdır; vahiy olmasa bunların hiçbirisi söz konusu olamaz. Gerçekte her insan şu veya bu zamanda zihni ve ruhi etkisini bir fikir, bir düşünce veya bir rüya şeklinde duyumsar ve daha sonra yaşanan bir tecrübeyle bunun görülmeyen bir vahiy olduğu ispatlanır.

Bir de sadece nebi ve rasûllerin ayırıcı vasfı olan vahiy vardır. Bu vahiy şekli kendine özgü özellikleri ile diğer vahiy türlerinden ayrılır. Peygamber kesin olarak kendisine Allah tarafından ilham edildiğini bilir ve bunun farkındadır. Bu tür bir vahiy, insanlığın hidayeti için inanç ilkeleri, emirler, kanun ve düzenlemeleri içerir.

69 Sonra meyvelerin tümünden ye, böylece Rabbinin sana kolaylaştırdığı yollarda yürü-uçuver.57 Onların karınlarından türlü renklerde şerbetler çıkar, onda insanlar için bir şifa vardır.58 Şüphesiz düşünen bir topluluk için gerçekten bunda bir ayet vardır.59

70 Allah sizi yarattı, sonra sizi öldürüyor,60 sizden kimi de, bildikten sonra bir şey bilmesin diye,61 ömrün en aşağı ucuna (yaşlılığa) geri çevrilir. Şüphe yok, Allah bilendir, her şeye güç yetirendir.

AÇIKLAMA

57. "... Rabbinin gösterdiği düz yollardan git." "... hayatının kolayca akıp gitmesi için sana Allah'ın vahyi tarafından öğretilen metodlara uygun bir şekilde çalış." Arılara, yumurtalar için ayrı, bitki özünü bala çevirmek ve yiyecek depolamak için ayrı peteklerden, yani hayatın her yönü için ayrı bir petekten oluşan o mükemmel fabrikayı ve kovan içindeki düzeni sağlamalarını öğreten şey Allah'ın vahyidir. Arılara bu "fabrikayı" düzen içinde yürütmeyi, bir kral ve çeşitli işlerle görevli binlerce işçiden oluşan bir topluluk kurmayı öğreten de Allah'ın vahyidir. Onlara vahiy yoluyla o denli açıklık getirilmiştir ki arılar bunu düşünmeye bile ihtiyaç duymazlar. Onlar bu düzeni yüzyıllardan beri toplu çabalarıyla tam bir uyum içinde sürdürmektedirler.

58. Bal hem lezzetli bir besin kaynağıdır, hem de tıbbi yönden yararlıdır. Birinci özelliği herkes tarafından bilindiği için burada özellikle ikinci niteliğine değinilmiştir. Bal, bir çok hastalığın tedavisinde kullanılır, çünkü çiçek ve meyvelerin suyunun ve glikozunun en güzel bir şekilde birleşiminden oluşmuştur. Bunun yanısıra bal çürüyüp bozulmadığı için diğer ilaçların hazırlanmasında ve korunmasında da kullanılır.

Başka şeylerin çürüyüp bozulmasını da engeller. Bu nedenle yüzyıllardan beri bal, alkolün yerine kullanılmaktadır. Eğer arı-kovanı şifalı bitkilerin bol olduğu bir yerde ise, o kovanın balı sadece bal değil aynı zamanda o şifalı bitkilerin de bir özü olur. Eğer arılar bilinçli bir şekilde bitkilerden öz elde etmek için kullanılsalar, büyük bir ihtimalle elde edilen bu öz, labaratuarlarda elde edilen özden çok daha iyi olur.

59. Bu pasajda (48-69. ayetler) tevhid ve öldükten sonra dirilme hakkında deliller yer almaktadır. Bu delillere yer vermek gerekliydi, çünkü kafirler ve müşrikler Hz. Peygamber'e (s.a) özellikle bu iki nokta nedeniyle karşı çıkıyorlardı. Birinci ilkeyi, yani tevhidi kabul etmek, şirk ve inkara dayanan tüm hayat tarzını yıkmaktaydı, çünkü yardımcı, Veli ve Rızık veren olarak Allah'ı kabul etmek başka bir tanrı veya puta yer bırakmıyordu. Tevhidin ispatı sağmal hayvanların, arıların, hurma ağacının ve üzümün yapısının ve bunların insanlar için olan faydalarının gözlenmesine dayandırılmaktadır. Bunlar gözlendiğinde insanın aklına doğal olarak şöyle bir soru gelir: Bunları bu şekilde ve bu amaçla düzenleyen kim?" Tek açık ve doğru cevap, tüm bunları hikmet sahibi ve merhametli olan Allah'ın insanlara yiyecek sağlamak için bu kadar mükemmel yarattığıdır. O halde Hz. Peygamber (s.a) haklı olarak şöyle demektedir: "Size süt, bal, hurma, üzümler ve daha nicelerini veren Allah olduğunu kabul ettiğinize göre, ki bunu kabul etmek zorundasınız; sadece O'nun ibadete, şükre, övülmeye ve bağlanmaya layık olduğunu da kabul etmelisiniz. Neden hâlâ kendi yaptığınız ilâh ve putlara ibadet etmeye devam ediyorsunuz?"

Kafirlerin en çok itiraz ettikleri ikinci konu da öldükten sonra dirilme konusu idi. Onlar bu ilkeye karşı çıkıyorlardı, çünkü eğer bunu kabul ederlerse tüm ahlâk sistemlerini değiştirmeleri gerekiyordu ve onlar da bu ahlâksız hayat tarzını değiştirmeye hazır değillerdi. Onların karşı çıkmalarının tek dayanağı, bir kimseyi öldükten sonra diriltmenin imkansız olduğunu sanmalarıydı.

Onlara bir zamanlar kupkuru olan bir toprağın, yağmurun yağmasıyla nasıl birdenbire tekrar canlandığını gözlemeleri istenmekte ve bu döngüyü her yıl izlemekte oldukları söylenmektedir. Ölü bir toprağı canlandırıp bitkilerle donatan Allah aynı şekilde hiç bir zorluk çekmeksizin ölü bir insanı da tekrar diriltebilir.

60. Burada vurgulanan nokta şudur: Allah sadece (önceki ayetlerde belirtildiği gibi) sizin hayati ihtiyaçlarınızı sağlamakla kalmaz, aynı zamanda O sizin hayat ve ölümünüz hakkında tek söz sahibi ve Hakim olandır. O'ndan başka hiç kimse öldürme veya diriltme kudretine sahip değildir.

61. Bu nokta, müşriklere ve kafirlere, insanı yeryüzündeki diğer yaratıklardan üstün kılan bilginin Allah tarafından verildiğini bildirmek için vurgulanmıştır: Bir zamanlar bilgiye sahip olan insanın yaşlanınca bir et yığını gibi kaldığını görürsünüz. Bir zamanlar başkalarına bilgi öğreten bu adam tüm duygularını yitirir ve kendisine bile bakamayacak hale gelir.

71 Allah rızıkta kiminizi kiminize üstün kıldı; üstün kılınanlar, rızıklarını ellerinin altında bulunanlara onda eşit olacak şekilde çevirip-verici değildirler. Şimdi Allah'ın nimetini inkâr mı ediyorlar?62

72 Allah size kendi nefislerinizden eşler yarattı ve size eşlerinizden de çocuklar ve torunlar yarattı ve sizi güzel şeylerden rızıklandırdı. Şimdi onlar, batıla63mı inanıyorlar ve Allah'ın nimetini inkâr mı ediyorlar?64

73 Allah'ın dışında, kendileri için göklerden ve yerden hiç bir rızıka, hiç bir şeye malik olmayan ve buna güçleri yetmeyen şeylere mi tapıyorlar?

AÇIKLAMA

62. Bu ayetin anlamı hakkında derinlemesine düşünmek yararlı olacaktır, çünkü bazı çağdaş tefsirciler bu ayete dayanarak garip ekonomik teoriler icat etmektedirler. Onlar bu yoruma, İslam ekonomisinde yeni bir felsefe ve görünüm kazandırmak için ayetleri sunuldukları çerçeveden ayırıp tek bir bütün imiş gibi ele alarak ulaşırlar. Ayeti böyle tefsir edenlere göre ayetin anlamı şudur:

Allah'ın kendilerine nimet verdiği kimseler bu nimetleri hizmetçileri ve köleleri ile eşit olarak paylaşmalıdırlar, aksi takdirde Allah'ın kendilerine verdiği nimetlere karşılık O'na nankörlük etmiş olurlar. Ayetin bu şekilde tefsir edilmesi yanlıştır ve çok uzak bir ihtimaldir. Çünkü ayetin ele alındığı çerçeve içinde kesinlikle hiç bir ekonomik kural söz konusu değildir. Bu ayeti de içine alan tüm pasaj, tevhidin ispatlanması ve şirkin reddedilmesini konu alır. Bu pasajı takip eden ayetlerde de aynı konuya devam edilmektedir. Burada ekonomik bir kuraldan bahsedilmesinin hiç bir gereği yoktur ve bahsedilmiş olması en azından anlamsız olacaktır. Bunun aksine eğer ayet sunulduğu çerçeve içinde ele alınırsa, ayetin tüm pasajda ele alınan konunun aynısını ifade ettiği anlaşılır. Bu şekilde ele alındığında ayet şu anlama gelir: "Siz servetinizde -bu nimeti size Allah verdiği halde- kölelerinizi ve hizmetçilerinizi kendinize ortak kılmazken, Allah'ın size verdiği nimete şükürde nasıl olur da başka ilâhları O'na ortak koşarsınız? Siz bu ilâhların hiç kimse üzerinde hiç bir hakka sahip olmadıklarını ve bu nedenle de sizin Allah'a olan ibadetinizde de hiç bir hakka sahip olmadıklarını biliyorsunuz, çünkü en sonunda onlar Allah'ın kulları ve köleleridir."

Ayetin bu şekilde tefsir edilmesi gerektiği görüşü Rum Suresi 28. ayet tarafından da desteklenmektedir: "Allah size kendi nefislerinizden bir örnek verir: Size rızık olarak verdiğimiz şeylerde sağ ellerinizin malik olduğu kölelerinizden sizinle eşit olanlar var mı? Ve siz birbirinizden korktuğunuz gibi onlardan da korkar mısınız? İşte biz aklını kullanabilen bir toplum için ayetleri böyle birer birer açıklarız." Bu iki ayet karşılaştırıldığında, her ikisininde müşriklere kendilerini köleleri ile servet ve statü bakımından eşit tutmadıkları halde, yaratıklarından birini Allah'a ortak koşacak kadar aptalca bir iş yaptıklarını bildirmek için indirildiği sonucuna ulaşılır.

Yanlış sonuca ulaşan tefsirin ise şu cümle ile desteklendiği ortaya çıkmaktadır: "O halde bunlar Allah'ın nimetini bilerek inkar mı ediyorlar?" Bu ayet, zengin insanlar ve köleler örneğinin hemen arkasından geldiği için bazıları, servetlerini, daha az serveti olanlarla eşit olarak paylaşmayanların nankörlük etmiş olacakları sonucuna varmaktadırlar. Gerçekte, Kur'an'ı yakından inceleyen herkes, Allah'a karşı nankörlüğün O'nun verdiği nimetlere karşı şükürde O'na ortaklar koşmak anlamına geldiğini bilir.

Bu yorumun yanlış olduğu o denli ortadadır ki, Kur'an'ı yakından inceleyen ve Kur'an ilimlerini bilen hiç kimse bu konuda yanılgıya düşemez. Bu ve buna benzer ayetler sadece Kur'an hakkında yüzeysel bir bilgiye sahip olan kimseleri yanıltabilir.

Şimdi Allah'a karşı gösterilen nankörlüğün önemi açığa çıktığına göre, ayetin asıl anlamının aşağıdaki gibi olacağını söyleyebiliriz: "Müşrikler, efendi ve köle arasındaki ayırımın önemini anladıkları ve kendi hayatlarında bu ayrımı gözledikleri halde neden yaratıcı ve yaratıklar arasındaki büyük farkı gözardı etmekte inat ediyorlar ve kendilerine Allah tarafından verilen nimetlere karşılık neden şükürde O'na yaratılanları ortak koşuyorlar?"

63. "..... onlar bâtıla inanıyorlar....." Onlar, kaderlerini belirleme, isteklerini karşılama, dualarına cevap verme, onlara çocuklar ihsan etme, hastalıklarını iyileştirme ve onların davalarda kazanmalarına yardım etme güçlerine sahip olan cinler, belirli tanrı ve tanrıçalar ve ölü veya diri azizlerin var olduğu konusunda bâtıl ve asılsız bir inanç besliyorlar.

64. ".... Allah'ın nimetini inkar ediyorlar." Allah'ın verdiği nimetlere karşılık şükürde, bu nimetleri vermekle hiç bir ilgisi olmayan tanrı ve putları O'na ortak koşarak O'nun nimetini inkâr ediyorlar. Kur'an bu tür şirki Allah'ın nimetlerini inkâr etmek olarak adlandırıyor. Burada şu temel prensip ortaya konulmaktadır: Nimet vermeyen birisine karşı şükürde bulunmak veya o nimeti gerçek verenin kendi isteğiyle değil de, şu veya bu kimsenin aracılığı, isteği veya şefkati ile verdiğine inanmak o nimeti gerçek veren varlığa nankörlük etmek anlamına gelir.

Biraz düşünen insan, yukarıda değinilen şeylerin mutlak olarak adil ve mantıkî olduğu sonucuna varır. Olayı örneklemek için A'nın, ihtiyacı olan B'ye karşılıksız yardım ettiğini, fakat B'nin A'nın karşısına geçip olayla hiç ilgisi olmayan başka bir kimseye teşekkür ettiğini, ona şükran gösterdiğini farzedelim. Çok cömert bir insan olan A, B'nin bu yersiz karşılığına dikkat etmeyip ona yardım etmeye devam bile edebilir. Fakat B'yi düşük karakterli ve nankör bir zavallı olarak görür. Daha sonra B'nin diğer kimselere, A'nın kendisine iyilik etmesinde aracılık ettikleri için şükran gösterdiği açığa çıkar. Doğal olarak A bunu kabul etmeyecektir, çünkü B'nin kanaati kesinlikle yanlıştır. Ayrıca A bunu kendisine hakaret olarak kabul edecektir, çünkü bu B'nin kendisi hakkında cömert ve ikram sahibi diye bir düşünceye sahip olmadığı ve sadece arkadaşlarını memnun etmek için yardım ettiği kanaatinde olduğu anlamına gelir. Bu A'nın ihtiyacı olan bir kimseye ancak dostlarının aracılığıyla yardım ettiği, aksi takdirde hiç kimsenin ondan hiç bir şey beklememesi gerektiği anlamına gelir.

74 Artık Allah'a benzerler aramağa kalkışmayın;65 çünkü Allah bilir, siz ise bilmezsiniz.

75 Allah, hiç bir şeye gücü yetmeyen ve başkasının mülkünde olan ile, tarafımızdan kendisine güzel bir rızık verdiğimiz, böylelikle ondan gizli ve açık infak eden kimseyi örnek olarak gösterdi;66 bunlar hiç eşit olur mu? Hamd Allah'ındır;67 fakat onların çoğu bilmezler.68

76 Allah şu örneği de verdir: İki kişi; bunlardan birisi dilsiz, hiç bir şeye gücü yetmez ve her şeyiyle efendisinin üstünde (bir yük), o, onu hangi yöne gönderse bir hayır getirmez; şimdi bu, adaletle emreden ve dosdoğru yol üzerinde bulunanla eşit olabilir mi?69

AÇIKLAMA

65. "Allah'a benzerler koşup durmayın." Allah'ı başkaları ile karşılaştırmayın ve O'nu, kendilerine hizmetçiler, kapıcılar olmaksızın ulaşılmayan dünya kralları ve yöneticileri gibi kabul etmeyin. Allah, melekler, veliler, seçilmiş kimseler, vs. ile çevrili olmadığı için herkes hiç bir aracıya ihtiyaç duymaksızın doğrudan O'na yönelebilir.

66. Bir önceki ayette müşriklere, hiç bir şey O'na benzemediği için Allah'la O'nun yaratıkları arasında benzerlikler koşmaya çalışmamaları söylenmektedir. Bu benzetmelerin temeli yanlış olduğu için, sonuçları da yanıltıcıdır. Bu ayetle onları gerçeğe ulaştırmak için uygun örnekler ve doğru benzerlikler anlatılmaktadır.

67. Son soru ile "Hamd Allah'a mahsustur" cümlesi arasında, bu cümle yardımı ile doldurulması gereken bir boşluk vardır. Ayetteki soru yöneltildiğinde müşrikler elbette iki insanın eşit olduğu cevabını veremeyeceklerdir. Bu nedenle bazıları bu ikisinin eşit olamayacağını söyleyecekler, bazıları ise bunu kabul ettiklerinde, şirki reddetmek zorunda kalacaklarını düşünerek susacaklardır. Bu nedenle "Hamd Allah'a mahsustur" sözü Peygamber tarafından her iki gruba da yöneltilecek bir cevaptır. Birinci gruba yöneltildiğinde: "Elhamdülillah! Hiç olmazsa bu kadarını kabul ettiniz", anlamına gelir. İkinci gruba yöneltildiğinde: "Elhamdülillah! Tüm inatçılığınıza rağmen sesinizi çıkarmadınız ve her ikisinin eşit olduğunu söyleyecek cüreti ve küstahlığı göstermediniz," anlamına gelir.

68. "İnsanların çoğu (bu basit gerçeği) anlamazlar." Güç sahibi olanlar ve olmayanlar arasındaki farkı hissettikleri ve dikkatle gözettikleri halde, yaratıcı ile yaratılanlar arasındaki büyük farkı ne hissedip ne de gözetiyorlar. Bu nedenle sıfat ve güçlerinde yaratıkları Yaratıcı'ya ortak koşuyorlar ve sadece Yaratıcı'nın hakkı olan bağlılığı yaratıklara gösteriyorlar. Ne yazık ki günlük hayatlarında bir ricada bulunacakları zaman evin hizmetçisine değil efendisine başvuruyorlar, fakat bunun aksine ihtiyaçları için Allah'a değil, O'nun kullarına yalvarıyorlar.

69. Birinci örnekte belli güçlere sahip olma veya olmama konusunda Allah ile diğer bâtıl ilâhlar arasındaki fark açığa çıkarılmıştı. İkincisinde ise bu güçlerin kullanılması vurgulanmaktadır. Allah sadece herşeye kadir olan değil, aynı zamanda duaları işiten ve ihtiyaçları giderendir, oysa bir kulun bunlara gücü yetmez. O yakarışları işitmez, işitemez; ne onlara cevap verebilir ne de bir şey yapmaya gücü yeter. Kul tamamen efendisine bağlıdır ve yalnız başına bir şey yapamaz. Diğer taraftan efendi, herşeye gücü yetendir. Hüküm ve hikmet sahibidir. O dünyada adaleti uygular: O'nun her yaptığı doğru ve kesindir. Onlara sor: "O halde bu efendi ile kulu eşit görmenin bir anlamı var mı?"

77 Göklerin ve yerin gaybı Allah'a aittir.70 (Kıyamet) Saatin(in) emri de yalnızca (süratli) bir göz çarpması gibidir, veya daha yakındır.71 Şüphe yok, Allah her şeye güç yetirendir.

AÇIKLAMA

70. Bir sonraki ayet bunun Mekkeliler tarafından Peygambere (s.a) sık sık yöneltilen bir soruya cevap niteliğinde olduğunu göstermektedir. Burada değinilmeyen soru şudur: "Eğer sık sık adından söz ettiğin "kıyamet" gerçekten gelecekse, ne zaman geleceğini bize haber ver."

71. Yani, "kıyamet"in yavaş yavaş gelip, uzun zaman alacağını sanarak kendi kendinizi aldatmayın: Ne onun gelişini belli bir uzaklıkta görebilecek, ne ona karşı korunabilecek ve ne de onun gelişine hazırlık yapabileceksiniz. Çünkü o, önceden hiç bir belirti olmaksızın aniden bir göz açıp kapayıncaya dek veya bundan daha az bir sürede gelecek. Bu nedenle şimdi meseleyi ciddi olarak düşünme ve ona karşı tutumunuzu belirleme zamanıdır. Kıyamet'in gelmesine daha çok zaman olduğu ve onun gelişini görünce Allah'a karşı vazifeleri yapmak gibi boş ümide dayanmayın."

Tevhid'in anlatıldığı bu bölümde kıyamet'ten bahsedilmesi, insanlara tevhid veya şirki tercih etmenin sadece teorik bir mesele olmadığını anlatmak amacıyla olabilir. Çünkü bu seçim kişilerin kıyamet gününde hesap sorulacakları değişik hayat tarzlarının doğmasına neden olur. Onlara kıyamet'in bilinmeyen bir zamanda aniden geleceği de bildirilmektedir. Bu nedenle onlar o gün kurtuluş veya hezimete uğramalarına neden olacak doğru seçimi yapmalıdırlar.

78 Allah sizi annelerinizin karnından siz hiç bir şey bilmez halde iken çıkardı. Size, şükredesiniz diye kulaklar, gözler ve gönüller (düşünen kafalar) 72 verdi. Ta ki şükredesiniz.73

79 Göğün boşluğunda boyun eğdirilmiş (musahhar kılınmış) kuşları görmüyorlar mı? Onları (böyle boşlukta) Allah'tan başkası tutmuyor. Şüphesiz, iman eden bir topluluk için bunda ayetler vardır.

AÇIKLAMA

72. Burada onlara doğduklarında bir hayvan yavrusundan daha cahil ve muhtaç bir halde oldukları, fakat Allah'ın onlara işitecek kulaklar, görecek gözler ve düşünen akıllar verdiği hatırlatılmaktadır. Bu nimetler onların dünyevi işlerini mükemmel bir şekilde yürütmelerine yarayan bilgileri elde etmelerini sağlamıştır. O denli ki bu duyu organları insanın dünyadaki her şeye hükmetmesini sağlayan yegane araçlardır.

73. Yani, "size bu gibi nimetleri veren Allah'a şükretmelisiniz. Eğer siz kulaklarınızla Allah Kelamı dışındaki her şeyi işitir, gözlerinizle Allah'ın ayetleri dışındaki herşeyi görür ve size bu nimetleri veren hariç her konuda iyi düşünürseniz, bu sizin nankörlüğünüzdür."

80 Allah, size evlerinizi (içinde) "güvenlik ve huzur bulacağınız yerler" kıldı; ve size hayvan derilerinden hem göç gününde, hem de yerleşme gününde74 kolaylıkla taşıyabileceğiniz evler;75 yünlerinden, yapağılarından ve kıllarından bir zamana kadar giyimlikler-döşemelikler ve (ticaret için) bir meta kıldı.

81 Allah, sizin için yarattığı şeylerden gölgeler kıldı. Dağlarda da sizin için barınaklar-siperler kıldı, sizi sıcaktan koruyacak elbiseler,76 sizi savaşınızda (zorluklara karşı) koruyacak giyimlikler77 de var etti. İşte O, üzerinizdeki nimetini böyle tamamlamaktadır,78 umulur ki teslim olursunuz.

82 Fakat onlar yüz çevirirlerse, sana düşen yalnızca apaçık bir tebliğdir.

83 Onlar, Allah'ın nimetini bilmektedirler, sonra da inkâr etmektedirler;79 onların çoğu küfre sapanlardır.

84 Her ümmetten bir şahid80 göndereceğimiz gün; (artık ondan) sonra ne küfredenlere (özür dilemeleri için) izin verilecek,81 ne de (Allah'tan) hoşnutluk dilekleri kabul edilecek.82

85 O zulmedenler, azabı gördüklerinde, ne (azab) onlara hafifletilecek, ne de onlara süre tanınacak.

AÇIKLAMA

74. Evler: Arabistan'da çok kullanılan deriden çadırlar.

75. Yani, "Yolculuğa çıkmak istediğinizde kolayca çadır bozup onları taşıyabilirsiniz. Kısa bir mola vermek istediğinizde hemen çadırlarınızı kurup onları dinlenme ve gölgelenme yeri olarak kullanabilirsiniz."

76. Kur'an şu iki sebep yüzünden soğuktan korunmaya değinmemiştir:

(1) Yaz mevsiminde giyeceklerin kullanılması, yüksek bir kültür seviyesine işaret eder ve daha aşağı kültür seviyelerinin burada anılmasına gerek yoktur.

(2) Sıcak ülkelerde elbisenin kullanılması özellikle anılmıştır. Çünkü bu tür ülkelerde giyecekler, sıcak ve şiddetli rüzgardan korunmak için giyilir. Bu nedenle kişi sıcak rüzgardan korunmak için başını, boynunu, kulaklarını ve tüm vücudunu örtmek zorundadır; aksi takdirde bu sıcak rüzgar insanı öldürebilir.

77. Yani, "Zırh",

78. "Allah üzerinizdeki nimetini böylece tamamlıyor.": Allah insanın hayatının her yönüyle ilgili en ufak ihtiyaçlarını ve gerekli olan şeylerini karşılar. Sözgelimi insan vücudunun dış etkilerden korunmasını ele alalım. Allah'ın bu konuda, geniş bir kitap yazılacak kadar çok düzenlemeler yaptığını görüyoruz. Bu düzenlemeler giyinme ve barınma gibi nimetlerde mükemmele ulaşır. Yiyecekleri ele alırsak, bunların da her ihtiyacı karşılayacak kadar çok çeşitli olduğunu görürüz.

Bunun da ötesinde Allah'ın insanların yiyecek ihtiyacını karşılamak için ihsan ettiği araçlar o denli çoktur ki bu çeşitlerin listesi ve değişik yiyecek türlerinin isimlerini yazabilmek için ciltler dolusu kitaba ihtiyaç vardır. Bu yiyecek nimetinin tamamlanmasıdır. Aynı şekilde insan, Allah'ın, insan hayatının her yönü ve her ihtiyacı için verdiği tüm nimetlerin mükemmele eriştiğini ve tamamlandığını görebilir.

79. Burada Allah'ın nimetlerinin inkâr edilmesi ile Mekkeli kâfirlerin pratik hayatlarındaki nimetleri inkâr etmeleri kastedilmektedir. Çünkü onlar tüm bu nimetlerin Allah katından olduğunu inkâr etmiyorlar, fakat bunun yanısıra meleklerin, azizlerin ve ilâhların bunda katkısı olduğuna inanıyorlardı. Bu nedenle de Allah'ın nimetlerine karşı şükürde bu aracıları da ortak yapıyorlardı. Bilakis onlara, Allah'tan daha çok şükran gösteriyorlardı. Allah, onların bu ortak koşmasını, Allah'ın nimetlerini inkâr etme, nankörlük ve O'nun nimetlerini unutma diye nitelemektedir.

80. "Şahit", o ümmetin peygamberi veya o topluluğu tevhide ve Allah'a ibadete çağıran ve onları şirk, bâtıl inanç ve geleneklerin sonuçlarına karşı ikaz eden ve kıyamet günündeki hesap ile uyaran, Peygamber'in takipçilerinden biri olacaktır. O, topluluğa doğru mesajı verdiği, fakat onların bilerek ve isteyerek o günahları işlediği konusunda şahitlik edecektir.

81. Bu, suçluların kendilerini temize çıkarmaya hiç bir fırsatları kalmayacağı anlamına gelmez, fakat onların suçlarının güçlü belgelerle ıspatlanacağı ve onların mazeret öne sürmeye fırsatları kalmayacağı anlamına gelir.

82. Yani, "Onlara, işledikleri günahlar nedeniyle Rablerinden özür dileme fırsatı verilmeyecektir. Çünkü o gün hüküm günü olacak ve özür dileme ve tevbe etme zamanı çoktan sona ermiş olacaktır." Kur'an ve hadisler, tevbe etme ve özür dileme yerinin ahiret değil, bu dünya olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Bu dünyada bile, ölüm alametleri görülür görülmez bu fırsat sona ermektedir. Çünkü kişi ölümün yaklaştığını anladığında, tevbe etmenin ve özür dilemenin bir anlamı olmaz. Günahlarına tevbe zamanı, kişi ölüm sınırına girer girmez sona erer, ondan sonra artık sadece ceza veya mükafat hükmü kalır.

86 O şirk koşanlar, şirk koştuklarını gördükleri zaman: "Rabbimiz, seni bırakıp bizim tapmakta olduğumuz ortaklarımız bunlardır" diyecekler. (Onlar da bunlara:) "Siz gerçekten yalan söyleyenlersiniz"83 diye sözü (geri çevirip) fırlatacaklar.

87 O gün (artık) Allah'a teslim olmuşlardır ve uydurdukları (yalancı ilahlar) da onlardan çekilip-uzaklaşmıştır.84

88 Küfre sapıp da Allah'ın yolundan alıkoyanlar; biz, işledikleri bozgunculuğa karşılık, onlara azab üstüne azab ilâve ettik.85

89 Her ümmet içinde kendi nefislerinden onların üzerine bir şahid getirdiğimiz gün, seni de onlar üzerinde bir şahid olarak getireceğiz. Biz Kitabı sana, her şeyin açıklayıcısı,86 müslümanlara da bir hidayet, bir rahmet ve bir müjde olarak indirdik.87

AÇIKLAMA

83. Bu, onların, müşriklerin kendilerinden yardım dileyip, yalvardıkları şeyleri reddetmeleri anlamına gelmez. Onlar müşrikleri yalancılıkla suçlarlar ve onların izin almaksızın kendilerini put ve ilâh edindiklerini söylerler: "Biz size Allah'ı bırakıp da bizden yardım dileyin, bize yalvarın demedik. Aslında biz bunu asla kabul etmedik, hatta bizden yardım dilediğinizde ve bize yalvardığınızda haberimiz bile yoktu. Bizim dualarınızı işitebileceğimizi, onlara cevap verebileceğimizi ve zorluklardan sizi kurtaracağımızı sanmanız çok asılsız. Bu şirkten siz sorumlu olduğunuza göre, neden bunun sonuçlarını bize yüklemek istiyorsunuz?"

84. Yani, onların dayandıkları herşey bâtıl ve asılsız olacaktır, çünkü onlar yalvarışlarını duyacak ve zorluklarını giderecek hiç kimse bulamayacaklardır. Ortaya çıkıp: 'Bunlar bana bağlı olan kimselerdir, onlara bir şey yapılmasın,' diyecek kimse de olmayacaktır.

85. Çifte azap: Birincisi kendi inkarları için, diğeri ise başkalarını Allah yolundan alıkoydukları için.

86. Kur'an hidayet veya dalaletin, kurtuluş veya azabın dayandığı her şeyi açıkça ortaya koymuştur ki, hakla bâtılı birbirinden ayıran bu bilgi doğru yola ulaşmak için zaruridir.

Bu bağlamda, Kur'an da bu ve buna benzer cümlelerde, "her şey" ile bütün ilimler ve sanatlar kastedildiğini savunan ve bu yorumun doğruluğunu ispatlamak için Kur'an'ın gerçek anlamını değiştiren bazı kimselerin düştüğü hataya düşmemeye dikkat etmek gerekmektedir.

87. Bu Kitap, kendisine ilâhî bir kitap olarak teslim olan ve onu hayatın her yönünde takip edenler için bir yol göstericidir. Daha sonra bu Kitap onlara Allah'ın nimet ve lütuflarını ihsan eder ve onlara hüküm gününde Allah'ın mahkemesinden başarı ile çıkacaklarını müjdeler: Bunun aksine onu inkar edenler, sadece onun hidayetinden ve nimetlerinden mahrum olmakla kalmayacaklar, aynı zamanda kıyamet gününde Allah'ın Rasûlü onlara karşı şahitlik ettiğinde bu Kitabı da kendi aleyhlerinde bir şahit olarak bulacaklardır. Bu Kitap onlar aleyhinde çok kuvvetli bir delil olacaktır, çünkü Allah Rasûlü (s.a) onun hak ile bâtılı birbirinden ayıran mesajını onlara ilettiğini söyleyecektir.

90 Şüphe yok Allah, adaleti, ihsanı, yakınlara vermeyi88 emreder; çirkin utanmazlıklardan (fahşâdan), kötülüklerden ve zorbalıklardan sakındırır.89 Size öğüt vermektedir, umulur ki öğüt alıp-düşünürsünüz.

AÇIKLAMA

88. Bu kısa cümlede Allah, dengeli ve sağlıklı bir toplumun dayanağını teşkil eden üç önemli şey emretmektedir:

Bunlardan birincisi iki farklı yöne sahip olan adalettir.

ADALET: Sınırlama olmaksızın herkesin sahip olduğu hakları elde etmesi için gerekli olan düzenlemeleri yapmaktır. Bununla birlikte adalet, hakların eşit olarak dağıtılması anlamına gelmez, çünkü bu çok gayrı tabii olur. Gerçekte adalet, hakların, bazı zamanlar da eşitlik denebilecek şekilde haktanır ölçülerde dağıtılmasıdır. Örneğin, bütün vatandaşlar, vatandaşlık hakları bakımından eşit olmalıdırlar, fakat diğer durumlarda hakların eşit olması adalet dışıdır. Mesela çocuklar ve anne-babanın toplumsal konum ve haklar bakımından eşit olması tabii ki yanlıştır. Aynı şekilde daha yüksek veya daha alçak bir iş dalında hizmet verenler ücret ve gelirde eşit olamazlar. Allah'ın emrettiği şey, herkese ahlâkî, sosyal, ekonomik, kanunî veya siyasî olan tüm haklarının, hakettiği ölçüde verilmesidir.

İHSAN: Emredilen ikinci nokta, "İhsan"dır. Bu kelime iyi, cömert, hoş görülü, affeden, merhametli, nazik olma, bencil olmama... vs. anlamlarına gelir. Toplumsal hayatta bu adaletten daha önemlidir, çünkü adalet sağlıklı ve dengeli bir toplumun temeli ise ihsan onun mükemmele erişmesidir. Bir taraftan adalet, toplumun haklarını çiğnenmekten ve zulümden korurken, diğer taraftan ihsan, toplumu zevkli yaşamaya değer bir hale sokar. Eğer bir toplumda birey kendi isteklerini yerine getirmekte inat ederse, o toplumun gelişemeyeceği açıktır, en iyi ihtimalle bu toplum çatışmadan uzak olabilir; fakat böyle bir toplumda, sevgi, şükran, cömertlik, fedekârlık, samimiyet, sempati gibi yaşama zevkini geliştiren ve yüce değerlerin oluşmasını sağlayan insanî nitelikler oluşamaz.

SILA-I RAHİME: Emredilen üçüncü nokta İhsan'ın özel bir uygulaması olan sıla-ı rahime iyilik etmektir. Bu, kişinin akrabalarına sadece iyi davranması, onların acılarını ve mutluluklarını paylaşması ve onlara kanuni sınırlar içinde yardım etmesi anlamına gelmez. Aynı zamanda kişi servetini de imkanları dahilinde ve akrabalarının ihtiyaçlarına göre onlarla paylaşmalıdır. Burada, gerekli imkanlara sahip herkesin, kendi ailesinin haklarının yanısıra akrabalarının payının da gerçek ve kanunî olduğunu kabul etmesi gerektiği emredilmektedir. İlâhî Kanun ailede zengin olan her bireyi, fakir akrabaların ihtiyaçlarını karşılamakla sorumlu tutar. İslâm, akrabaları açlıktan kıvranırken zevk ve sefahat içinde yaşamayı büyük bir günah olarak tanımlar. İslâm, aileyi toplumun önemli unsurlarından biri olarak kabul ettiği için, fakir bireylerin hakkı ilk önce ailedeki zenginler, daha sonra da diğer zenginler üzerindedir. Hz. Peygamber (s.a) bu noktayı bir çok hadiste vurgulamıştır: Bir kimsenin, akrabalıkta yakınlık sırasına göre, anne-babasına, karısına, çocuklarına, kız ve erkek kardeşlerine ve diğer akrabalarına karşı görevleri vardır. Bu ana ilkeye dayanan Hz. Ömer, hilafeti döneminde bir yetime birinci dereceden kuzeninin kefil olmasını emretmiştir. Bir başka yetim konusunda da birinci dereceden kuzeni olmadığı için uzak akrabalarını yetime bakmakla görevlendirmiştir. Her bölümün kendi içindeki fakir bireyleri desteklediği bir toplum düşünün! Elbette böyle bir toplum hem ekonomik, hem sosyal, hem de ahlâkî yönden yüce ve saf bir toplum olacaktır.

89. Yukarıdaki değinilen üç iyi özelliğe karşılık Allah, hem bireyi hem de tüm toplumu bozan üç kötülüğü yasaklamaktadır.

1) FAHŞA: Arapça fahşa kelimesi, gayrı ahlâkî, müstehcen, kötü, çirkin, adi, terbiyesiz; her şeye veya genel beğeni ve edep kurallarına uymadığı için duyulması ve görülmesi uygun kaçmayan şeyleri; zina, fuhuş, homoseksüellik, çıplaklık, açıklık, hırsızlık, soygun, içki içme, kumar oynama, dilencilik, terbiyesizce konuşma ve benzeri şeyleri içerir. Aynı şekilde bu ahlâksızlıkları toplumsallaştırmak ve yaymak da, örneğin yanlış propaganda, iftira, suçların açıktan işlenmesi, ahlâksız hikayeler, bu türden tiyatrolar, filmler, çıplak resimler, kadınların açık saçık ortalıkta dolaşması, karşı cinslerin gruplar halinde karışık halde dolaşması, dansetmesi vs. aynı şekilde fahşanın içine girer.

2) MÜNKER: Genelde insanlar arasında kötü kabul edilen ve tüm diğer ilâhi şeriatlar tarafından yasaklanan her şey demektir.

3) BAĞY: Genel ahlâk kurallarını aşan ve Yaratıcı olsun yaratıklar olsun, diğerlerinin haklarını çiğneyen her tür kötü davranıştır.

91 Ahidleştiğiniz zaman, Allah'ın ahdini yerine getirin, pekiştirdikten sonra yeminleri bozmayın; çünkü Allah'ı üzerinize kefil kılmışsınızdır. Şüphe yok Allah, yapmakta olduklarınızı bilir.

92 Bir ümmet diğer bir ümmetten (sayıca ve malca) daha gelişkindir diye, yeminlerinizi kendi aranızda bir bozuculuk unsuru yaparak, ipini kuvvetle eğirdikten sonra bozup-çözen (kadın) gibi olmayın.90 Şüphesiz Allah, sizi bununla imtihan etmektedir.91 Kıyamet günü hakkında ihtilafa düştüğünüz şeyi size muhakkak açıklayacaktır.92

AÇIKLAMA

90. Bu ayette Allah, önem sırasına göre dizilmiş üç tür anlaşmadan (ahid) bahsetmektedir. Bunlardan birincisi, hepsinden önemli olan Allah'la insan arasındaki ahid, yani bağdır. Önem sırasında ikinci olan, bir insanla bir insan arasında veya bir grup insan arasında Allah şahit tutularak veya Allah'ın adı anılarak yapılan ahidleşme veya anlaşmadır. Üçüncü tür ahid ise, Allah'ın adı anılmadan yapılan ahiddir. Her ne kadar bu önem sırasına göre üçüncü ise de, bu ahidin yerine getirilmesi de ilk ikisi kadar önemlidir ve bozulması yasaklanmıştır.

91. Bu bağlamda, Allah'ın, anlaşmaları bozanları çok şiddetli bir şekilde azarladığına dikkat edilmelidir ki bu yeryüzündeki karışıklık ve düzensizliklerin en büyük sebebidir. Ne yazık ki "büyük" insanlar bile, ekonomik, politik ve dinî anlaşmazlıklarda kendi toplulukları lehinde avantaj elde etmek için yapılan anlaşmaları bozmayı büyük bir hüner kabul etmektedirler. Bir ülkenin önderi, bir seferinde kendi halkının yararına başka bir ülke ile anlaşma yapar, fakat bir başka sefer, yine aynı önder o anlaşmayı halkının çıkarları için açıktan veya gizliden bozar. Özel hayatlarında şerefli bir şekilde yaşayan insanların bile bu tür davranışlarda bulunmaları bir tezattır. Bunun yanısıra ne yazık ki halk da onların bu davranışını protesto etmez, hatta bu utanç verici diplomasi oyunları nedeniyle onları över. Bu nedenle Allah, bu tür anlaşmalardan hepsinin, anlaşmaya girenler ve onların halkı için birer imtihan konusu olduğunu bildirmektedir. Onlar bu şekilde, yani anlaşmayı bozarak halkla belirli bir yarar sağlayabilirler, fakat hüküm gününde bunun sonuçlarından kaçamazlar.

92. Burada anlaşmazlıklara neden olan fikir ayrılıkları ve ihtilafların çözümünün kıyamet gününde olacağı bildirilmektedir. Bu nedenle bu ihtilaflar, anlaşmaları bozmak için bir özür teşkil etmemelidir. Taraflardan biri tamamen haklı, karşı taraf ise tamamen haksız olsa bile, haklı olanın anlaşmayı bozması, yanlış propaganda yapması veya diğerini mahvetmek için başka kötü yollar kullanması doğru değildir. Eğer haklı olan taraf böyle yaparsa, yaptığını kıyamet günü kendi aleyhinde bulacaktır. Çünkü doğruluk ve adalet, kişinin sadece teorilerinde ve amaçlarında doğru olmasını değil, aynı zamanda doğru metodlar ve araçlar kullanmasını da gerektirir. Bu uyarı özellikle, kendileri Allah yolunda oldukları ve düşmanları Allah'a asi olduğu için düşmanları ile savaşma hakkına sahip olduklarını, bu nedenle de düşmanla yaptıkları anlaşmalara uyma zorunlulukları olmadığını düşünen dini grupları hedef almaktadır. Bu, Arap Yahudilerinin uyguladığı bir yöntemdi. Onlar şöyle derlerdi: "Bizim putperest Araplara karşı hiç bir yükümlülüğümüz yok. Bizim için avantajlı ve Yahudi olmayanlar için kötü olan her konuda onları kandırmaya ve aldatmaya hakkımız var."

93 Eğer Allah dileseydi, sizi tek bir ümmet kılardı;93 ancak dilediğini saptırır, dilediğini hidayete erdirir.94 Yapmakta olduklarınızdan muhakkak sorulacaksınız.

94 Yeminlerinizi kendi aranızda bir bozuculuk unsuru edinmeyin; sonra sapasağlam basan ayak kayar95 ve Allah'ın yolundan alıkoyduğunuz için kötülüğü tadarsınız. (Ayrıca) Büyük azab da sizin içindir.

95 Allah'ın ahdini96 ucuz bir değere karşılık satmayın. 97 Eğer bilirseniz, Allah katında olan sizin için daha hayırlıdır.

96 Sizin yanınızda olan tükenir, Allah'ın katında olan ise kalıcıdır. Sabredenlerin98 karşılığını yaptıklarının en güzeliyle biz muhakkak vereceğiz.

AÇIKLAMA

93. Bu da bir önceki uyarıyı destekler niteliktedir. Allah'ın dinini savunan bir kimsenin, kendi dinini (bunun Allah'ın dini olduğunu farzedelim,) yaymak için doğru, yanlış diye ayırmaksızın her türlü metodu kullanmaya ve karşı dinleri yok etmeye haklı olduğunu sanması yanlıştır. Çünkü bu açıkça Allah'ın "muradı"na ters olacaktır: Eğer Allah dinî farklılıkların olmamasını dileseydi, insana seçme özgürlüğünü vermeyebilirdi. Bu durumda Allah'ın, dinini kötü yollarla yaymaya çalışan, dinin savunucularına da ihtiyacı kalmazdı. Allah, insanlardan günah işleme ve küfre sapma güç ve özgürlüğünü alarak insanların hepsini doğuştan mümin ve itaatkar kullar olarak yaratabilirdi. Bu durumda iman ve itaatten sapma gibi bir şey söz konusu olamazdı.

94. Burada Allah'ın kendisinin, insanlara bir çok yoldan birine uyma güç ve özgürlüğünü verdiği belirtilmektedir. Bu nedenle Allah doğru yola uymaya niyetlenenlerin hidayete ulaşmasını kolaylaştırır ve sapmak isteyenleri de saptıkları yolda bırakır.

95. Yani, "Daha önceden İslâm'a inanan bir insan, sizin kötü davranışlarınızı görüp hayal kırıklığına uğrar ve müminlere katılmaktan vazgeçebilir." Çünkü o şöyle bir düşünce içinde olur:" Ahlâk ve davranış yönünden bu müslümanların kafirlerden pek farkı olmadığına göre onlara katılmam için hiç bir sebep yok."

96. Yani, "O'nun dininin bir temsilcisi olarak Allah adına yaptığınız ahidleşme",

97. Bu, Allah'a verilen sözün yüksek pahaya satılması gerektiği anlamına gelmez. Burada anlatılmak istenen, dünyevi bir kazanç ne kadar büyük olursa olsun Allah'a verilen sözün değeri ile karşılaştırıldığında hiçbir öneminin olmayacağıdır. Bu nedenle Allah'a verilen söz ile sonunda geçici olan herhangi dünyevi bir kazancı değişmek kârsız bir alışveriştir.

98. "Sabredenler", bir tarafta doğru ve hakkın, diğer tarafta da açgözlülük ve nefsin bulunduğu savaşta daima sebat gösterenlerdir. Onlar, doğruluk uğruna her kaybı göğüsleyip haram yollarla elde edebilecekleri her tür kazancı reddederler. Onlar yaptıkları iyi amellerin karşılığını ahirette almak için sabırla beklerler.

97 Erkek olsun, kadın olsun, bir mü'min olarak kim salih bir amelde bulunursa, hiç şüphesiz biz onu güzel bir hayatla yaşatırız99 ve onların karşılığını, yaptıklarının en güzeliyle muhakkak veririz.100

98 Öyleyse Kur'an okuduğun zaman, kovulmuş şeytandan Allah'a sığın.101

99 Gerçek şu ki, iman edenler ve Rablerine tevekkül edenler üzerinde onun hiç bir zorlayıcı-gücü yoktur.

100 Onun zorlayıcı-gücü ancak onu veli edinenlerle onunla O'na (Allah'a) ortak koşanlar üzerindedir.

AÇIKLAMA

99. Bu ayet, adil, doğru ve şerefli bir tutum içinde olanların ahirette kazançlı çıkmalarına rağmen bu dünyada daima kaybedeceği gibi yanlış bir fikre kapılan müminlerin ve kafirlerin bu düşüncesinin doğru olmadığını ortaya koymaktadır. Allah bu yanlış anlamayı ortadan kaldırır ve şöyle der: "Sizin bu kanaatiniz yanlıştır. Doğru davranış, sadece ahirette mutlu bir hayat değil, aynı zamanda Allah'ın lütfuyla bu dünyada da temiz ve mutlu bir hayat sağlar."

Şu bir gerçektir ki davranışlarında samimi, doğru, şerefli, adil ve temiz olanlar bu dünyada çok daha iyi bir hayat yaşarlar. Çünkü onlar, kusursuz kişilikleri ile, bu özelliklere sahip olmayanların yaşamadığı saygı, şeref ve güven içinde yaşarlar. Başarı kazanmak için pis ve kötü yollar deneyenlerin elde edemediği temiz ve göze çarpan bir başarı kazanırlar. Her şeyin ötesinde, kulübede yaşasalar bile, saraylarda ve köşklerde oturan günahkârların yaşamadığı bir vicdanî huzuru ve tatmini yaşarlar.

100. Yani, "Onların ahiretteki derecesi, işledikleri en iyi amellere göre belirlenecektir." Başka bir deyişle; "Eğer bir kimse hem büyük hem de küçük iyilikler yapmışsa, işlediği en büyük iyiliklere göre değerlendirilip yüksek derecelere ulaşacaktır.

101. Bu, sadece Arapça "Euzubillahimineşşeytanirracim" (Kovulmuş şeytandan Allah'a sığınırım) kelimelerini tekrarlamak gerektiği anlamına gelmez. Kişi Kur'an okurken şeytanın vesveselerinden korunmak için elinden geleni yapmalı, bunu içten dilemeli ve kalbine anlamsız ve yanlış şüphelerin gelmesine izin vermemelidir. Kur'an'da var olan her şeyi gerçek şekliyle görmeli ve anlamını Allah'ın dileği dışında bir anlama sokacak şekilde ondaki fikirleri kendi şahsî görüş ve fikirleriyle karıştırmamalıdır. Bundan başka kişi, şeytanın en büyük ve en gizli düzeninin, okuyucunun Kur'an'dan hidayet almaması olduğunu da unutmamalıdır. Şeytan okuyucuyu saptırmak, onun Kur'an'dan hidayet almasını engellemek ve onu yanlış düşünme yollarına sevketmek için elinden geleni yapar. Bu nedenle okuyucu şeytana karşı korunmuş olmak ve şeytanın kendisini Kur'an hidayetinden alıkoymaması için Allah'tan yardım isteyip O'na sığınmalıdır. Çünkü bu kaynaktan hidayet alamayan, başka hiç bir yerden hidayet bulamayacaktır. Bunun da ötesinde bu kitapla dalâlete düşmek isteyen kimse o denli sapacaktır ki düştüğü kısır döngüden çıkamayacaktır.

Bu ayetin yer aldığı bölüm, Mekkeli müşriklerin Kur'an aleyhinde yönelttikleri sorulara verilen cevaplara giriş niteliğindedir. Onlara, Kur'an aleyhinde sorular yönelterek değil, ancak, şeytanın saptırmalarına karşı Allah'a sınığınarak Kur'an'ı gerçek şekliyle görmeye çalışırlarsa O'nun nimetlerinden yararlanabilecekleri söylenmektedir. Aksi takdirde şeytan bir kimsenin Kur'an'ı ve öğrettiklerini anlamasına izin vermez.

101 Biz bir ayeti, bir (başka) ayetin yeriyle değiştirdiğimiz zaman, -Allah neyi indirdiğini daha iyi bilmektedir- "Sen yalnızca iftira edicisin"102 dediler. Hayır, onların çoğu bilmezler.

AÇIKLAMA

102. Bu ayet şu anlama da gelebilir: "Kur'an'da emirler parça parça indirildiği için bir emri açıklayan başka bir emir indirdiğimiz zaman." örneğin; "içki yasağı ve zina ile ilgili emirler, yıllarca birbiri ardınca gelen emirlerden oluşmaktadır. Fakat biz bu tefsiri kabul etmekte tereddüt ediyoruz, çünkü Nahl Suresi Mekki bir suredir ve bildiğimiz kadarıyla Mekke'de emirlerin böyle derece derece gönderildiğini gösteren bir örnek yoktur. Bu nedenle biz diğer tefsiri kabul ediyoruz. Kur'an bir konuya farklı yerlerde ayrıntılar ekler ve aynı konuyu farklı yerlerde farklı örneklerle açıklar. Aynı şekilde Kur'an, aynı hikayeyi farklı yerlerde farklı kelimelerle anlatır ve değişik yerlerde farklı yön ve ayrıntılarını sunar. Aynı konuyu ispatlamak için bir yerde bir fikir, başka yerde başka bir fikir öne sürer. Bir yerde bir konuyu kısaca, başka bir yerde ayrıntılarıyla ele alır. Mekkelilerin Kur'an'ı Hz. Muhammed'in (s.a) uydurduğunu söylemelerinin nedeni budur. Müşrikler şöyle diyorlardı: "Eğer Kur'an Allah kelamı olsaydı belirli bir yerde belirli bir konunun tümüne değinirdi, çünkü Allah'ın bilgisi eksik değildir. O, bir konunun ayrıntılarını derece derece düşünmek ve aynı şeyi anlatmak için farklı yaklaşımlar kullanmak zorunda değildir. Bunun aksine insan bilgisi sınırlıdır. İnsan Kur'an'da da olduğu gibi merhale merhale düşünmek zorundadır. Bu da Kur'an'ı senin uydurduğunun bir delilidir."

102 De ki: "İnananları sağlamlaştırmak 103 ve müslümanlara yol gösterici 104 ve müjde olmak üzere 105 onu (Kur'an'ı) Ruh'ül Kudüs, Rabbinden hak gereğince indirdi." 106

103 Andolsun ki biz, onların: "Bunu ancak kendisine bir beşer öğretmektedir" dediklerini biliyoruz.107 Saparak kendisine yöneldikleri (kimse)nin dili a'cemidir, bu ise açıkça Arapça olan bir dildir.

104 Allah'ın ayetlerine inanmayanları Allah hidayete ulaştırmaz ve onlar için acıklı bir azab vardır.

105 Yalanı, yalnızca Allah'ın ayetlerine inanmayanlar uydurur.108 İşte yalancıların asıl kendileri de onlardır.

AÇIKLAMA

103. Yani "Allah'ın vahyini parça parça göndermesi, sizin sandığınız gibi O'nun ilim ve hikmetinin eksik olduğunu göstermez. Allah vahyini parça parça gönderir, çünkü insan aklı ve kavrama kapasitesi sınırlı ve eksiktir ve onun meseleyi bir anda bir kerede anlayıp kavramasını engeller. Bu nedenle Allah Hikmeti ile Vahyini Ruhü'l Kudüs (Cebrail) aracılığıyla parça parça göndermiştir. O, insanların bir konuyu kabiliyet ve istidatlarına göre kavrayıp bilgi ve imanlarında sağlam olabilmeleri için onu safha safha indirir, yavaş yavaş ayrıntılarına iner ve onu insanlara açıklamak için bir çok değişik yol ve metodlar izler."

104. Kur'an'ın parça parça gönderilmesinin ikinci hikmeti de, ona tabi olan müslümanların İslam'ın tebliği için gerekli talimatı alabilmeleri ve ihtiyaç duyduklarında O'nun tam zamanında çözümler sunmasıdır. Eğer bu emirler ve talimatlar zamanından önce veya sonra gönderilseydi yararlı olmazdı.

105. Kur'an'ın bir seferde bir bütün olarak gönderilmemesinin üçüncü hikmeti de, işkence çeken ve büyük engellerle karşılaşan müminlere, tekrar tekrar ihtiyaç duydukları cesaret ve müjdenin verilmesidir. Bu nedenle Kur'an'da kendilerine görevlerini yürütecek güç ve ümit vermek üzere tekrar tekrar ahiret mutluluğu müjdelenmektedir.

106. Ruhü'l Kudüs: "Cibril burada vahyi getiren meleğin yerine, vahyi getiren meleğin insanlarda bulunan zaaflardan uzak olduğunu kafirlere anlatmak üzere bu ünvanı almıştır. O, ne getirdiği mesaja birşeyler ekleyecek veya ondan bir şeyler çıkaracak kadar şereften yoksun, ne de Allah adına bir şey uyduracak kadar yalancıdır. O, günah işlemesine neden olacak insani eksikliğe de sahip değildir. O, tamamen temiz ve kutsaldır ve Allah kelamını eksiksiz bir şekilde iletir."

107. Bu bağlamda, hadisler, Mekkelilerin Hz. Peygamber (s.a) ile ilgisi olduğunu düşündükleri bir çok şahsın adını verir, bunlardan biri Ceber'dir (Amr bin el Hadrami'nin Rum kölesi). Fakat bu şahısların tek ortak özelliği hepsinin de Arap olmayan köleler olmalarıdır. Kim olursa olsun, Tevrat ve İncil'i okuyan ve Peygamber'le de (s.a) bir yakınlığı olan herkes, Mekkelilere Kur'an'ın gerçek yazarının bu şahıs olduğu, fakat Hz. Muhammed'in (s.a) onun Allah kelamı olduğunu iddia ederek yalan söylediğini düşünme ve buna inanma fırsatı sağlıyordu. Bu, sadece Hz. Peygamber'in (s.a) düşmanlarının onun aleyhinde iftiralar uyduracak denli küstah olduğunu değil, aynı zamanda genelde halkın çağdaşlarını değerlendirmede adil olmadığını göstermektedir. Onlar tarihte eşsiz olan o büyük şahsiyete işte böyle kötü davranıyorlardı. Düşmanlıklarının kendi gözlerini körelttiği bu insanlar, saf Arapça olan Kur'an'ı, Tevrat ve İncil'le ilgili yüzeysel bir bilgiye sahip olan bir yabancıya isnat ediyorlardı. Bir doğruluk timsali olan Hz. Peygamber'in (s.a) söylediğini kabul etmek yerine, Kur'an'ı hiç bir önemi olmayan yabancı bir köleye isnat ediyorlardı.

108. Bu ayet şöyle de yorumlanabilir: "Bir peygamber yalan uydurmaz, fakat Allah'ın ayetlerine inanmayanlar yalan uydururlar."

106 Kim imanından sonra Allah'a (karşı) küfre-sapıp da, -kalbi imanla tatmin bulmuş olduğu halde baskı altında zorlanan hariç- küfre göğüs açarsa, işte onların üstünde Allah'tan bir gazab vardır ve büyük azab onlarındır.109

107 Bu, onların dünya hayatını ahirete göre daha sevimli bulmalarından ve şüphesiz Allah'ın da küfre sapan bir topluluğu hidayete ulaştırmaması nedeniyledir.

108 Onlar, Allah'ın, kalplerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlediği kimselerdir. Gafil olanlar da onların ta kendileridir.

109 Hiç şüphe yok, onlar ahirette ziyana uğrayanlardır.110

110 Sonra gerçekten Rabbin, işkenceye uğratıldıktan sonra hicret edenlerin, ardından cihad edip sabredenlerin (destekçisidir). Hiç şüphesiz senin Rabbin, bundan sonra da gerçekten bağışlayandır, esirgeyendir.111

AÇIKLAMA

109. Bu ayet, imanlarından vazgeçirilmek üzere dayanılmaz işkencelere ve acılara maruz bırakılan müminlerle ilgilidir. Onlara, eğer hayatlarına karşılık küfrü kabul etmeye zorlanırlarsa, kalpleri iman bakımından sağlam olmak şartıyla küfür sözlerini kabul etmelerinde bir beis olmadığı, böyle yaptıklarında affedilecekleri söylenmektedir. Diğer taraftan eğer küfrü gönülden kabul ederlerse, hayatlarını kurtarsalar bile Allah'ın azabından kurtulamayacaklardır.

Fakat bu, kişinin hayatını kurtarmak için küfrü söz ile kabul etmesi gerektiği anlamına gelmez. Bu sadece bir ruhsattır ve mümin için ideal bir durum değildir. Bu ruhsata göre eğer kişi o sözleri (küfrü kabul ettiğini) söylerse, bundan hesaba çekilmeyecektir. Gerçekte bir mümin için ideal olan vücudu parça parça doğransa bile haktan başka birşey söylememektir. Hz. Peygamber'in (s.a) döneminde bazılarının ideale göre davrandığını, bazılarının ise kendilerine verilen izinden faydalandıklarını gösteren örnekler vardır. Örneğin Habbab bin Eret (r.a) eriyen yağları ateşi söndürünceye dek kor üzerinde yatmaya zorlanmış, fakat imanında sebat göstermiştir. Bilal-i Habeşi de (r.a) demirden bir zırh içinde kavurucu sıcağın ortasında bırakılmıştır. Daha sonra kızgın kum üzerinde sürüklenmiş, fakat yine de "Allah birdir" demeye devam etmiştir. Habib bin Zeyd bin Asım (r.a) adındaki müminin ise yalancı peygamber Müseylime'nin emriyle uzuvları birer birer kesilmiştir. Her uzuvu kesilişinde ona bu yalancıyı peygamber olarak kabul etmesi söylenmiş fakat o son nefesini verinceye dek her seferinde onun peygamberliğini reddetmiştir. Diğer taraftan anne ve babası gözleri önünde işkence ile öldürülen Ammar bin Yasir (r.a) örneği vardır. Anne-babasından sonra ona da işkence yapmaya başlamışlar, fakat o hayatını kurtarmak için onların söylediği küfür sözlerini tekrarlamak zorunda kalmıştır. Daha sonra ağlayarak Hz. Peygamber'e (s.a) gelmiş ve: "Ey Allah'ın Rasülü! Beni senin hakkında kötü konuşmadan ve kendi ilâhlarını övmeden bırakmadılar" demişti. Hz. Peygamber (s.a) ona "Peki bu sırada gönlünde iman sabit miydi?" diye sorduğunda samimiyetle "Kalbim imanla doluydu." diye cevap vermişti. Hz. Peygamber (s.a) bunun üzerine: "Eğer aynı işkenceye maruz kalırsan yine aynı şeyi yap." demişti.

110. Bu sözler, Hak Yolu'nun sıkıntılarına katlanamayacaklarını anlayıp imandan dönen ve tekrar müşrik topluluğa katılan kimseler hakkındadır.

111. Bunlar, Habeşistan'a hicret eden kimselerdi.

111 O gün, herkes kendi nefsi adına mücadele eder ve herkese yaptığının karşılığı eksiksiz ödenir. Onlar zulme uğratılmazlar.

112 Allah bir şehri örnek verdi: (Halkı) Güvenlik ve huzur içindeydi, rızkı da her yerden bol bol gelmekteydi; fakat Allah'ın nimetlerine nankörlük etti, böylece Allah yaptıklarına karşılık olarak, ona açlık ve korku elbisesini tattırdı.

113 Andolsun, onlara kendi içlerinden bir peygamber gelmişti, fakat onu yalanladılar; böylece onlar, zulümlerine devam etmektelerken azab onları yakalayıverdi.112

114 O halde, ey insanlar, Allah'ın size verdiği rızıktan helal (ve) hoş olarak yeyin ve Allah'ın nimetine şükredin; 113 eğer ona kulluk ediyorsanız. 114

115 O, size ancak ölüyü, kanı, domuz etini ve Allah'tan başkası adına kesilmiş olan (hayvan)ı haram kıldı. Fakat kim mecbur kalırsa, saldırmamak ve sınırı taşmamak üzere (yiyebilir). Çünkü gerçekten Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.115

116 Dillerinizin yalan yere nitelendirmesi dolayısıyla: "Şuna helal buna haram"116 demeyin. Çünkü Allah'a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Şüphesiz Allah'a karşı yalan uyduranlar kurtuluşa eremezler.

AÇIKLAMA

112. Zikredilen memleket burada belirtilmemiştir, tefsirciler de bu yerin neresi olduğuna işaret etmemişlerdir. Bununla birlikte İbn Abbas'ın bu yerin Mekke olduğu konusunda (doğruya yakın) bir sözü vardır. Bu durumda "açlık ve korku", Hz. Muhammed'in (s.a) peygamber olduğu dönemde, Mekke halkını sarsan kıtlık olacaktır.

113. Bundan, bu sürenin kıtlıktan sonra nazil olduğu anlaşılmaktadır.

114. Burada helâl ve harama niyet etmek Allah'a ibadetin ölçüsü olarak sunulmuştur. Allah'ın kulları olduklarını söyleyenler temiz ve helâl olanı yerler. O'na şükrederler, haram ve pis şeylerden kaçınırlar.

115. Bkz. Bakara: 173, Maide: 3 ve En'am: 145.

116. Bu ayet açıkça, haram ve helâli belirleme hakkının sadece Allah'a ait olduğunu gösterir. Veya başka bir deyişle, kurallar koyma yetkisi sadece Allah'ındır. Bu nedenle helâl ve haramı belirlemeye yeltenen herkes O'nun haklarına tecavüz etmiş olur. Elbette ilâhî emri nihai otorite olarak kabul eden bir kimse, belirli bir şeyin veya hareketin haram mı yoksa helal mi olduğunu bundan çıkarabilir.

Haramı ve helâli belirleme yetkisini haksız yere üstlenmek iki nedenden ötürü Allah'a karşı yalan uydurmak olur:

1) Böyle bir kimse, Kitab'ı gözönüne almaksızın, kendisinin helâl ve haram dediklerinin Allah tarafından helâl ve haram kılındığını söyler veya:

2) Allah'ın helâli ve haramı belirleme yetkisinden vazgeçtiğini ve insanları hayatlarıyla ilgili hükümler koymada serbest bıraktığını söylemek ister. Tabii ki bu iddiaların her biri Allah'a karşı uydurulmuş bir "yalan" ve bir iftiradır.

117 (Bu dünyada olup-biten) Pek az bir metadır. Onlara ise acıklı bir azab vardır.

118 Yahudi olanlara da,117 bundan önce sana aktardıklarımızı haram kıldık.118 Biz onlara zulmetmedik, ancak onlar kendi nefislerine zulmediyorlardı.

AÇIKLAMA

117. Bu paragrafta (118-124), Mekke'li müşriklerin, daha önceki ayetlerde (114-117) verilen emirlere karşı yaptıkları itirazlara cevap verilmektedir. Birinci itirazları şöyleydi: "Sizin haram diye saydıklarınızın yanısıra, Yahudilerde haram olan, fakat sizin helâl saydığınız bir çok şey var. Eğer onlarınki de sizinki de Allah'tan geliyorsa, niçin aranızda farklılıklar var?" İkinci itirazları ise şuydu: "Siz cumartesi (sebt) gününün kutsiyetini ortadan kaldırdınız. Bunu kendi kendinize mi yoksa Allah'ın emri ile mi yaptınız? Eğer Allah emrettiyse, o zaman iki kanun arasında apaçık bir çelişki olacaktır. Yoksa Allah birbirine karşıt iki emir mi verdi?"

118. Burada: "Yahudi olanlara da her tırnaklı hayvanı haram kıldık..." (En'am: 146) ayeti kastedilmektedir. Bu ayette (117) Allah bu belirtilen şeylerin, Yahudilerin zulümleri nedeniyle haram kılındığını bildirmektedir.

Burada şöyle bir soru akla gelmektedir: En'am Suresi mi yoksa Nahl Suresi mi önce indirilmiştir? Çünkü Nahl Suresi 118. ayette, En'am Suresi 146. ayete bir gönderme; En'am Suresi 119. ayette de: "Ne oluyor ki size, kaçınılmaz bir ihtiyaçla karşı karşıya kalmanız dışında, O size haram kıldıklarını ayrı ayrı açıklamışken, üzerinde Allah'ın ismi anılan şeyleri yemiyorsunuz?..." şeklinde Nahl Suresi 115. ayete bir gönderme vardır. Çünkü, Mekkî sureler içinde haram olanların ayrıntısıyla açıklandığı tek yer bu iki suredir. Biz Nahl Suresi'nin En'am'dan önce nazil olduğu görüşündeyiz. Çünkü En'am Suresi 119. ayette, Nahl Suresi'nin daha önceki bir ayetine (115. ayete) gönderme vardır. En'am Suresi'nin nazil olmasından sonra kafirlerin Nahl Suresi'ndeki bu konuyla ilgili ayetlere itiraz ettikleri açığa çıkmaktadır. Daha sonra bunlara En'am-146'da değinilmiş ve burada bir çok şey özellikle Yahudilere haram kılınmıştır. Nahl Suresi'ndeki cevaba, yani 118. ayete gelince, bu ayet En'am'dan sonra nazil olduğu halde, Nahl Suresi'ne yerleştirilmiştir.

119 Sonra gerçekten Rabbin, cehalet sonucu kötülük işleyen, sonra bunun ardından tevbe eden ve ıslah olanlar (la beraberdir). Şüphe yok, senin Rabbin bundan sonra bağışlayandır, esirgeyendir.

120 Gerçek şu ki, İbrahim (tek başına) bir ümmetti;119 Allah'a gönülden yönelip itaat eden bir muvahhidti ve o müşriklerden değildi.

121 O'nun nimetlerine şükrediciydi. (Allah) Onu seçti ve doğru yola iletti.

122 Ve biz ona dünyada bir güzellik verdik; şüphesiz o, ahirette de salih olanlardandır.

123 Sonra sana vahyettik: "Hanif (muvahhid) olan İbrahim'in dinine uy. O müşriklerden değildi."120

124 Cumartesi, ancak onda ihtilafa düşenlere (farz) kılındı.121 Şüphesiz senin Rabbin, onların ihtilaf ettikleri şeyler hakkında kıyamet günü aralarında hükmedecektir.

AÇIKLAMA

119. "İbrahim başlı başına bir ümmetti." Çünkü o dönemde dünyada İslam sancağını taşıyan tek müslümandı. Dünyanın geri kalanı ise küfür sancağını taşıyordu. Allah'ın bu kulu, normalde bir topluluk tarafından yürütülen bir görevi yürüttüğü için bir tek kişi değil başlı başına bir topluluk, bir ümmetti.

120. Bu, kafirlerin birinci itirazına (an:117) verilen bir cevap niteliğindedir ve iki kısma ayrılır:

1) Sizin Yahudilik ve İslâm kuralları arasında yüzeyde gördüğünüz farklılıklardan ötürü düşündüğünüz gibi ilâhî kanunda bir çelişki yoktur. İsyanlarından ötürü sadece bir kaç şey Yahudilere haram kılınmıştır. Bu nedenle başkalarının bu temiz şeylerden yararlanmaması için bir sebep yok.

2) Hz. Muhammed'e (s.a), Yahudilerin yoluna değil, Hz. İbrahim'in (a.s) yoluna uyması emredilmiştir. Onlar da bu belirtilenlerin Hz. İbrahim (a.s) hukukunda haram olmadığını bilmektedirler. Örneğin Yahudiler deve etini yemezler, oysa bu Hz. İbrahim'in şeriatına göre helaldir. Aynı şekilde deve kuşu, yabani tavşan, ördek vs. Yahudilerde haramdı, fakat bunlar Hz. İbrahim'e (a.s) hiç bir bağları ve ilişkileri olmadığı konusunda uyarılmaktadırlar. Çünkü Hz. İbrahim (a.s) müşrik değildi, oysa Yahudiler ve Mekkeliler şirk içindeydiler. Hz. Muhammed (s.a) ve onun yanında olanlar Hz. İbrahim'in (a.s) tek gerçek takipçileridirler. Çünkü onların inançlarında ve uygulamalarında şirkin zerresi bile yoktur.

121. Bu, ikinci itiraza verilen cevaptır. Sebt (cumartesi günü) ile ilgili kısıtlamaların sadece Yahudilerle ilgili olduğu Hz. İbrahim'in (a.s) dini ile hiç bir ilgisi olmadığını söylemeye gerek yoktu, çünkü onlar da bunu biliyorlardı. Bu kısıtlamalar, Yahudiler sürekli kanunlara ve emirlere karşı geldiği için konmuştur. Bunun tam anlamıyla kavranabilmesi için Kitab-ı Mukaddes'teki Sebt günü ile ilgili emirlere bakılmasında fayda vardır: Örneğin Çıkış 20:8-11, 23:12-13, 31: 1-17, 35: 23 ve Sayılar 15: 32-36. Bunun yanısıra Sebt gününü tecavüz ile ilgili bölümlere bakmakta da yarar vardır. Bkz. Yeremya: 17: 21-27 ve Hezkiel 20: 12-24.

125 Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle122 çağır ve onlarla en güzel bir biçimde mücadele et.123 Şüphesiz senin Rabbin yolundan sapanı bilendir ve hidayete ereni de bilendir.

126 Eğer ceza verecekseniz, size verilen cezanın misliyle ceza verin ve eğer sabrederseniz, andolsun bu, sabredenler için daha hayırlıdır.

127 Sabret; senin sabrın ancak Allah(ın yardımı) iledir. Onlar için hüzne kapılma ve kurmakta oldukları hileli-düzenlerden dolayı da sıkıntıya düşme.

128 Şüphe yok Allah, korkup sakınanlarla ve iyilik edenlerle beraberdir.124

AÇIKLAMA

122. Bu emir, İslâm'ın tebliği ile ilgilenenler için çok önemlidir. Onlar şu iki şeyi de gözönünde bulundurmalıdırlar: "Hikmet" ve "güzel öğüt" Hikmet; kişinin tebliği sırasında dikkatli ve basiretli olması, bunu körükörüne yapmamasıdır. Hikmet, hitabedilen kişinin zihin, yetenek ve şartlarının gözönünde bulundurulmasını ve Mesaj'ın bunlara uygun bir şekilde iletilmesini gerektirir. Bundan başka aynı metod herkese veya her gruba uygulanmamalı, aksine önce muhatabın hastalığı teşhis edilmeli, ona göre zihin ve kalbi uyarılarak tedavi edilmelidir.

"Güzel öğüt" iki noktayı vurgulamak ister:

1) Kişi muhatabını sadece mantıki ikna metodlarıyla değil aynı zamanda duygularını cezbederek de inandırmaya çalışmalıdır. Aynı şekilde kişi sadece sapıklık ve kötülüklerin yasak olduğu konusu üzerinde durmamalı, aynı zamanda insan doğasında varolan kötülük aleyhtarı tutumu, karşısındaki insanda da uyandırmaya çalışmalıdır. Bu kötülüklerin sonuçlarıyla da muhatabını uyarmalıdır. Bunun yanısıra kişi karşısındakine hidayetin ve iyi amellerin mükemmel ve doğru olduğunu mantıken kabul ettirmeye çalışmakla kalmayıp aynı zamanda onu sevdirmeye de çalışmalıdır.

2) Öğüt, karşıdakinin mutluluğu ve refahını düşündüğünü gösterir bir tarzda olmalıdır. Öğüt verenin karşısındakini küçük gördüğünü veya kendi üstünlüğü ile övündüğünü gösterecek hiç bir davranışı olmamalıdır. Aksine karşıdaki kimse, öğüt verenin kendisini düzeltmeye ve mutluluğa ulaştırmaya çabaladığını hissetmelidir.

123. "En güzel şekilde mücadele et" emri, kişinin tatlı bir dile sahip olması, soylu bir davranış göstermesi, akli ve cezbedici fikirler öne sürmesi ve polemik, tartışma ve karşıtlıklar içine düşmemesi gerektiğini ifade etmektedir. Başkalarıyla en güzel şekilde mücadele eden kimse, suçlamalara, çarpık fikir ve iğneli sözlere yönelmez; karşısındakini matetmek ve tartışmada kendi üstünlüğünün alkışlanması için onunla alay da etmez. Çünkü bu tür davranışlar inatçılık ve dikbaşlılığa neden olur. Bunun tam tersine öğüt veren kişi karşısındakini alçak gönüllü ve basit bir şekilde ikna etmeye çalışır ve karşısındakinin çarpık fikir ve kısır döngülere girdiğini gördüğü zaman onun daha çok sapıtmaması için tartışmayı bırakır.

124. "Allah kendisinden korkanlarla beraberdir." Çünkü onlar kötü yollardan sakınırlar ve daima doğru bir davranış içinde olurlar. Onlar eylem ve davranışlarının, kendilerine yaptıkları kötülükler tarafından değil, kendi doğruluk duygularından kaynaklandığını bilirler. Bu nedenle kötülüğe iyilikle karşılık verirler.