3 Haziran 2007 Pazar

RUM SÜRESİ(MEVDUDİ)

Adı: Sure, Rum adını, içinde "ğulibet'ir-Rum" ifadesi geçen ikinci ayetten alır.

Nüzul Zamanı: Bu surenin nüzul zamanı, surenin başlangıcında değinilen tarihsel olaylar gözönünde bulundurularak tespit edilebilir. Surede "Rumlar en yakın bir yerde yenildiler" denilmektedir. O günlerde Arabistan'a yakın Bizans yönetimindeki ülkeler Ürdün, Suriye ve Filistin'di ve bu ülkelerde MS. 615'de Bizanslılar İranlılar'a yenilmişlerdi. O halde büyük bir kesinlikle bu surenin o yıl nazil olduğu söylenebilir ki, bu Habeşistan'a hicret edildiği yıldı.

Tarihsel Arka-Plan: Bu surenin ilk ayetlerinde verilen gaybi bilgiler, Kur'an'ın Allah kelamı ve Hz. Muhammed'in (s.a) Allah'ın Rasûlü olduğunun apaçık delilleridir. Şimdi bu ayetlerle ilgili tarihsel arka-plana bir göz atalım.

Hz. Muhammed'in (s.a) peygamber olarak ortaya çıkışından sekiz yıl önce Phokas, Bizans İmparator'u Maurice'i tahtından indirip onun yerine kendisini İmparator ilan etti. Phokas, ilk önce İmparatorun beş oğlunu onun gözleri önünde öldürttü, daha sonra İmparatoru da öldürttü ve başlarını Konstantinopol (İstanbul) caddelerinde dolaştırdı. Bundan birkaç gün sonra da İmparatoriçe ve üç kızını öldürttü.

Bu olay, İran'ın Sasani Kralı Hüsrev Perviz'e, Bizans'a saldırması için iyi bir fırsat vermiş oldu. Çünkü İmparator Maurice, Hüsrev'in dostuydu, Hüsrev onun yardım ve desteğiyle tahta geçmişti. Bu nedenle Kral Hüsrev, tahtı gaspeden Phokas'tan manevî babasının ve onun çocuklarının intikamını alacağını ilan etti. Bunun üzerine MS. 603'de Bizans'a karşı savaş açtı. Ve birkaç yıl içinde Phokas'ın ordularını peşpeşe yenilgiye uğratarak bir taraftan Anadolu'da Edessa'ya (bugünkü Urfa), diğer taraftan Suriye'de Halep ve Antakya'ya kadar ilerledi. Bizanslı yöneticiler Phokas'ın ülkeyi kurtaramayacağını görünce, Afrika valisinden yardım istediler. O da oğlu Herakliyus'u kuvvetli bir ordu ile Konstantinopol'a gönderdi. Phokas hemen tahttan indirildi ve Herakliyus imparator ilan edildi. Herakliyus, Phokas'a aynen onun eski İmparator Maurice'e davrandığı gibi davrandı. Bu olay, Hz. Muhammed'e (s.a) peygamberliğin geldiği MS. 610 yılında vuku buldu.

Hüsrev Perviz'in savaş açma sebebi, Phokas tahttan indirilip öldürüldükten sonra artık geçerli değildi. Eğer bu savaşın asıl sebebi dostunu öldürdüğü için Phokas'tan intikam almak olsaydı, Hüsrev, Phokas'ın ölümünden sonra yeni İmparatorla anlaşma yapardı. Fakat o savaşa devam etti ve savaşa Mecusilik (ateşperestlik) ve Hıristiyanlık arasındaki bir anlaşmazlık niteliği kazandırdı. Yıllardan beri resmi kilise yetkilileri tarafından afaroz edilen ve zulmedilen (Nasturî ve Yakubî gibi) Hıristiyan mezhepleri de Mecusileri desteklediler. Yahudiler de onlarla birlik oldu. Hatta Hüsrev'in ordusundaki Yahudilerin sayısı 26.000'e ulaşıyordu.

Herakliyus bu güçlü saldırıyı durduramadı. Tahta geçtikten sonra doğudan aldığı ilk haber, Antakya'nın İranlılar tarafından işgal edildiği oldu. Bundan sonra MS. 613'de Şam düştü. MS. 614'de Kudüs'e giren İranlılar Hıristiyan dünyasını da yerle bir ettiler. Doksanbin Hıristiyan öldürülmüş ve Mescid-i Aksa tahrip edilmişti. Hıristiyan inancına göre Hz. İsa'nın (a.s) üzerinde öldürüldüğü kutsal haç yerinden sökülmüş ve Medyen'e taşınmıştı. Baş rahip Zekeriya esir alınmış, şehrin bütün önemli kiliseleri yerle bir edilmişti. Hüsrev Perviz'in bu zafer nedeniyle nasıl böbürlendiği, Kudüs'ten Herakliyus'a yazdığı bir mektuptan anlaşılabilir: "Bütün tanrıların en büyüğü ve tüm dünyanın hakimi Hüsrev'den onun zavallı ve aptal kuluna: "Sen rabbine güvenip, dayandığını söylüyorsun. O halde rabbin neden Kudüs'ü benden kurtarmadı?"

Bu başarıdan sonra bir yıl içinde İran orduları, Ürdün, Filistin ve tüm Sina Yarımadası'nı geçip Mısır sınırlarına ulaştılar. O günlerde Mekke'de daha büyük tarihî sonuçlara yol açacak başka bir çatışma devam ediyordu.

Bir tek Allah'a inananlar, Hz. Muhammed'in (a.s) önderliğinde, Kureyş'in ileri gelenlerinin yönetimindeki müşriklere karşı varolma savaşı veriyorlardı. MS. 615 yılında bu savaş öyle bir dereceye ulaşmıştı ki, müslümanlardan oldukça büyük bir grup, yurtlarını terkedip o günlerde Bizans'ın müttefiki olan Hıristiyan Habeş Krallığına sığınmak zorunda kalmıştı. O günlerde Sasanilerin Bizanslılara karşı zafer kazanması, Mekke'de çok konuşulan bir konu idi. Müşrikler bu olaya çok seviniyor ve müminlerle şöyle alay ediyorlardı: "Bakın, İran'ın ateşperestleri zafer kazanıyor ve vahye, peygamberliğe inanan Hıristiyanların kökü kurutuluyor. Aynı şekilde biz de Arabistan putperestleri olarak sizi ve dininizi kökten yok edeceğiz."

Bu sure nazil olduğunda şartlar böyleydi ve surede şöyle bir gaybî haber veriliyordu: "Rumlar en yakın bir yerde yenildiler, fakat bu yenilgiden kısa bir süre sonra zafere ulaşacaklardır. İşte o gün müminler Allah'ın lütfettiği zafere sevineceklerdir." Burada bir değil iki gaybî haber verilmektedir. Birincisi Rumlar zafer kazanacaklar, ikincisi aynı zamanda müslümanlar da bir zafer kazanacaklardır. Görünür şartlar dahilinde bu iki müjdenin de gerçekleşmesi imkansız gibiydi. Bir taraftan Mekke'de ezilen, işkence gören bir avuç müslüman vardı ve bu müjdeden sonra sekiz yıl boyunca bile müminlerin zafer kazanma şansları yokmuş gibi görünüyordu. Diğer taraftan Rumlar her geçen gün toprak kaybediyorlardı. MS. 619'da Mısır'ın tamamı Sasanilerin eline geçmiş ve Mecusi orduları Trablusgarb'a kadar ulaşmışlardı. Anadolu'da Rumları Boğaziçi'ne dek sürmüşler ve MS. 617'de Konstantinopol'un tam karşısındaki bölgeyi (bugünkü Kadıköy) ele geçirmişlerdi. İmparator bunun üzerine Hüsrev'e bütün şartları kabul etmek üzere bir barış yapmaya hazır olduğunu bildiren bir elçi gönderdi. Fakat Hüsrev şu cevabı verdi: "İmparator, zincirlenmiş halde önüme getirilmedikçe ve çarmıha gerilmiş tanrısından vazgeçip ateş tanrısına tapmadıkça ona eman vermeyeceğim." Bu yenilgiden çok üzüntü duyan imparator en sonunda Konstantinopol'den Kartaca'ya (bugünkü Tunus) gitmeye karar verdi. Kısacası, İngiliz tarihçi Gibbon'un da dediği gibi, Kur'an'ın bu müjdeyi vermesinden sekiz yıl sonra bile hiç kimse, Bizans imparatorluğu'nun tekrar İran'ı yenilgiye uğratacağını hayal bile edemezdi. Hatta değil İran'ı yenmek, hiç kimse bu şartlar altında İmparatorluğun hayatını idame ettirebileceğine ihtimal vermiyordu.

Bu ayetler nazil olduğunda, Mekkeli müşrikler bunlarla çok alay ettiler ve Ubeyy bin Halef, Hz. Ebu Bekir'le (r.a) Romalılar üç sene içinde zafer kazanması şartıyla on deve üzerinde bahse tutuştu.

Hz. Peygamber (s.a) bu bahsi duyunca şöyle dedi: "Kur'an, Bid'i Sinin- ifadesini kullanıyor. Arapça "Bid" kelimesi, ona kadar olan sayıları kapsar. O halde bahsi on seneye, develerin miktarını da yüze çıkarın." Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir (r.a), Ubeyy'le tekrar konuştu ve bahis on yıl ve yüz deve üzerinden yapıldı.

MS. 622'de Hz. Peygamber (s.a) Medine'ye Hicret ettiğinde, İmparator Herakliyus gizlice Konstantinopol'dan ayrılıp Trabzon'a, oradan da Karadeniz'e gitti ve İran'a arkadan saldırma hazırlıklarına girişti. Bunun için Kilise'den para yardımı istedi. Papa Sergius ona Hıristiyanlığı, Ateşperestliğe karşı koruması için Kilise hazinesinden faizle borç para verdi. Heraklius karşı saldırısına M.S 623'de başladı. Ertesi yıl MS. 624'de Azerbeycan'a girdi ve Zerdüşt'ün doğum yeri olan Cloromia'yı yerle bir edip İran'ın en önemli ateş tapınağını yıktı. Allah'ın kudreti ne kadar da büyük! Aynı yıl müslümanlar da Bedir'de müşriklere karşı ilk defa zafer kazandılar. Böylece Rum Suresi'nde verilen iki gaybî haber de on yıl içinde gerçekleşmiş oldu.

Bizans kuvvetleri İranlıları püskürtmeye devam ettiler ve Ninova'daki çarpışmada (MS. 627) onlara en büyük darbeyi vurdular. "Dastagerd"i ele geçirip, o günlerde İran'ın başkenti olan "Ctesiphon" taraflarına kadar ulaştı. MS. 628'de bir iç ihtilâlde Hüsrev Perviz hapsedildi, on sekiz oğlu gözleri önünde öldürüldü ve birkaç gün sonra da kendisi hapishanede öldü. Bu, Kur'an'ın "büyük zafer" diye ifade ettiği Hudeybiye Anlaşmasının imzalandığı yıldı. Aynı yıl Hüsrev'in oğlu II. Kubâd, işgal edilen Rum topraklarından çekildi. Hakiki çarmıh'ı (Hıristiyanlara göre Hz. İsa'nın (a.s) üzerinde öldürüldüğü çarmıh) restore edip monte etmek üzere Kudüs'e gitti ve aynı yıl Hz. Muhammed (s.a), Hicret'ten sonra ilk defa "Umret'ül-kaza" yapmak için, Mekke'ye girdi.

Bundan sonra artık Kur'an'ın önceden bildirdiği gaybî haberlerden kimse şüphe edemezdi. Bu olay birçok Arap putperestin İslâm'ı kabul etmesine neden oldu. Ubeyy bin Halef'in varisleri bahsi kaybetmişlerdi ve Hz. Ebu Bekir'e yüz deve vermek zorundaydılar. Hz. Ebu Bekir, bahisten kazandığı develeri Hz. Peygamber'e getirdi. Hz. Peygamber (s.a), bahsin henüz kumar ve şans oyunlarının yasaklanmadığı bir dönemde yapıldığını, fakat şimdi bunlar yasaklandığı için develerin sadaka olarak verilmesi gerektiğini söyledi. Bu nedenle cedelci kafirlerle girilmiş olan bahisten elde edilen malın alınması kabul edilmiştir, fakat elde edilenin kişisel harcamalarda kullanılmayıp sadaka olarak harcanması konusunda da talimat verilmiştir.

Ana Fikir ve Konular:

Sure, Rumların yenilgiye uğradıklarını ve dünyadaki bütün insanların imparatorluğun yıkılacağını düşündüklerini, fakat birkaç yıl içinde durumun tersine dönüp yenilenlerin zafer kazanacaklarını bildiren bir bölümle başlamaktadır.

Bu giriş, insanların sadece görünürde ve yüzeyde olanları görmeye yakın oldukları gibi büyük bir gerçeği vurgulamaktadır. İnsan görünenin ve yüzeyin ötesindekilerden haberdar değildir. Hayatın önemsiz meselelerinde, bu sadece yüzeyde olanı görme alışkanlığı, insanı yanlış anlama ve hesaplamalara yöneltebilir. Ve insan "yarın ne olacağı" konusunda bilgisinin eksikliği nedeniyle yanlış tahminler yapmaya yatkınsa, bütün hayatını, sadece görünürde varolanları gözönünde bulundurarak yönlendirdiğinde hatasının ne kadar büyük olacağını tahmin etmek zor değil.

Daha sonra, Bizansla İran arasındaki savaşın ardından konunun yönü ahiret inancına çevrilmiştir. Yirmiyedinci ayete dek insana, çeşitli şekillerde ahiretin zaruri ve makul olduğu kadar mümkün de olduğu anlatılmaktadır. İnsanın hayat düzenini, dengeli ve istikrarlı bir şekilde devam ettirebilmesi için bugünkü hayatını ahiret inancına göre düzenleyip planlaması gerekmektedir. Aksi takdirde sadece görünürde ve yüzeyde varolan şeylere dayananların düştüğü hataya o da düşecektir.

Bu bağlamda, ahiret inancını ispatlamak için delil olarak sunulan kainattan ayetler, aynı zamanda tevhid inancını da desteklemektedir. O halde, 28. ayetten itibaren tevhidin tasdiki ve şirkin reddi konu alınmakta ve insan için en fıtrî hayat tarzının sadece bir tek Allah'a ibadet olduğu vurgulanmaktadır. Şirk insanın fıtratına olduğu kadar, kainatın doğasına da aykırıdır. Bu nedenle insan ne zaman bu sapıklığı seçtiyse, fesat ve fitne ortaya çıkmıştır. Yine burada iki büyük güç arasındaki savaşın neden olduğu karışıklığa dikkat çekilmekte ve bu karışıklığın da, şirkin bir sonucu olduğu, insanlık tarihinde fitne ve karışıklık çıkaranların hepsinin de müşrikler olduğu söylenmektedir.

Sonuç olarak, insanlara, ölmüş olan toprak Allah'ın indirdiği yağmur suyuyla nasıl birdenbire canlanıp bitkilerle kaplanıyor ve yeşeriyor ise, ölü insanların da aynı şekilde tekrar dirilip canlanacaklarını anlatan bir misal gösterilmektedir. Allah rahmetini (yağmur) vahiy ve risalet şeklinde gönderir, bu da insanlara yepyeni bir hayat verir ve onların gelişip serpilmelerini sağlar. O halde: "Eğer siz bu fırsatı değerlendirirseniz Arabistan'ın verimsiz çölleri Allah'ın rahmetiyle verimli hale gelecek ve bütün avantajlar sizin lehinize olacaktır. Aksine bu fırsatı değerlendiremezseniz sadece kendinize zarar vermiş olacaksınız. O zaman pişmanlığın hiçbir faydası olmayacak ve size değerlendirmeniz için fırsat verilmeyecektir."

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1 Elif, Lâm, Mîm.

2 Rum (orduları) yenilgiye uğradı.

3 Yakın bir yerde. Ama onlar, yenilgilerinden sonra yeneceklerdir.1

4 Birkaç yıl içinde. Bundan önce de, bundan sonra da emir Allah'ındır.2 Ve o gün mü'minler sevineceklerdir.3

5 Allah'ın yardımıyla. O, dilediğine yardım eder. O, güçlü ve üstün olandır, esirgeyendir.

6 (Bu,) Allah'ın vâdidir; Allah vâdinden geri dönmez. Ancak insanların çoğu bilmezler.

AÇIKLAMA

1. İbn Abbas'tan, diğer sahabe ve tâbiun'dan rivayet edilenlere göre, Bizans'la İran arasındaki bu savaşta müslümanların Bizans'ı, Mekkeli müşriklerin de İran'ı tuttukları ortaya çıkmaktadır. Bunun birçok sebebi vardır. Birincisi, İranlılar bu savaşa Mecusilikle Hıristiyanlık arasındaki bir savaş havası veriyorlar ve bunu siyasî bir fetihden çok Mecusiliği yayma aracı olarak kabul ediyorlardı. Kudüs'ün fethinden sonra Hüsrev Perviz, İmparator Herakliyus'a yazdığı mektupta bu zaferi Mecusiliğin doğruluğunun bir delili olarak kabul ettiğini belirtmektedir.

İlke olarak Mecusî inancı, Mekkeli müşriklerin inancına benziyordu, çünkü Mecusiler de tevhidi inkâr ediyor, iki ilahın varlığına inanıyor ve ateşe tapıyorlardı. İşte bu nedenle Mekkeli müşrikler savaşta onların tarafını tutuyorlardı. Bunların aksine Hıristiyanlar, tek tanrı inançları ne denli tahrif olursa olsun bir tek Allah inancını dinin temeli olarak kabul ediyor, ahirete inanıyor, vahy ve risaleti, hidayetin kaynağı olarak kabul ediyorlardı. Yani, onların dini ilke olarak İslâm'a benziyordu. İşte bu nedenle müslümanlar, doğal olarak onların tarafını tutuyor ve putperestlerin kendilerine hakim olmasını istemiyorlardı. İkincisi, yeni bir peygamberin gelişinden önce, bir önceki peygambere inanlar yeni peygamberin mesajı kendilerine ulaşıncaya ve onu açıktan reddedinceye dek müslüman sayılırlar. (bkz. Kasas an: 73). O sıralarda, Hz. Muhammed'e (s.a) peygamberlik geleli henüz beş altı yıl olmuştu ve henüz mesajı Arabistan dışına ulaşmamıştı. Bu nedenle müslümanlar, Hıristiyanlara kâfir gözüyle bakmıyorlar, fakat Yahudileri Hz. İsa'nın (a.s) peygamberliğini inkâr ettikleri için kâfir olarak kabul ediyorlardı. Üçüncüsü Kasas: 52-55 ve Maide 82-85'de de değinildiği gibi Hıristiyanlar ta başından beri müslümanlara hoşgörülü davranıyorlar ve içlerinden çoğu hakkın mesajını açıkgönüllülükle hemen kabul ediyorlardı. Bundan başka Hıristiyan Habeş Kralının kendisine sığınan müslümanların tarafını tutup, Mekkeli müşriklerin, müslümanları kendilerine teslim etmesi isteklerini geri çevirmesi de, müslümanların Mecusilere karşı Hıristiyanların tarafını tutmasını gerektiriyordu.

2. Yani, "İlk başta İranlılar galip geldiğinde, bu o sırada alemlerin Rabbinin -haşa- zayıf olduğu, sonraları Romalılar galip geldiğinde Allah'ın kaybettiği mülkü tekrar kazandığı anlamına gelmez. Hakimiyet her zaman Allah'a aittir. İlk önce zafer kazanan tarafa Allah zafer bahşetmişti, daha sonradan zafer kazanacak tarafa da, zaferi Allah verecektir. Çünkü O'nun mülkünde hiç kimse bağımsız olarak hakimiyet elde edemez. O'nun yücelttiği yücelir ve O'nun alçalttığı alçalır."

3. İbn Abbas, Ebu Said el-Hudri, Süfyan-ı Sevri, Süddî ve diğerleri, Romalıların İranlılara karşı kazandığı zaferle müslümanların Bedir'de müşriklere karşı kazandığı zaferin hemen hemen aynı zamana rastladığını bildirmişlerdir. Bu nedenle müsülmanlar iki kat sevinç yaşamışlardır. MS. 624 yılı Bedir Savaşı'nın olduğu yıldır ve Bizans İmparatoru'nun Zerdüşt'ün doğum yerini harap edip İran'ın en büyük ateş-tapınağını yerle bir ettiği yılın aynısıdır.

7 Onlar, dünya hayatından (yalnızca) dışta olanı bilirler. Ahiretten ise gafil olanlardır.4

8 Kendi nefisleri konusunda düşünmüyorlar mı?5 Allah, gökleri, yeri ve bu ikisi arasında olanları ancak hak ile ve belirlenmiş bir süre (ecel) olarak yaratmıştır.6 Gerçekten, insanlardan çoğu Rablerine kavuşmayı inkâr etmektedirler.7

AÇIKLAMA

4. Yani, "Ahirete işaret eden birçok ayetler ve deliller bulunmasına ve insanların bundan gafil olmasına hiçbir sebep bulunmamasına rağmen, insanlar yine de kendi dar-görüşlülükleri nedeniyle ahiretten gafil kalıyorlar. Onlar dünya hayatının sadece görünen ve yüzeyde olan kısmını görüyorlar, onun arkasındaki gerçeklerden ise tamamen habersizler. Yoksa Allah'ın onları bu konuda uyarmasında hiçbir eksiklik ve gevşeklik yok."

5. Bu, ahiret için başlıbaşına bir delildir. Bununla şöyle denilmek isteniyor: "Bu insanlar, değil dışarıdaki tezahürleri, sadece kendi nefisleri hakkında tefekkür etselerdi, kendi içlerinde, bu hayattan başka ikinci bir hayatın varolmasının zaruri olduğunu tespit edeceklerdi. İnsanı dünyadaki diğer yaratıklardan ayıran üç özgün özellik vardır. 1) Arz ve onun çevresindeki sayısız varlık ona boyun eğmiş ve insana onlardan yararlanmasını sağlayacak büyük güçler verilmiştir. 2) İnsan, kendisi için dilediği hayat tarzını seçmekte serbest bırakılmıştır. Dilediği gibi imanı veya küfrü, itaati veya isyanı, fazilet veya sapıklığı seçebilir. Doğru olsun, yanlış olsun, seçtiği her yolda ona, o yolu takip etmesi için yardım edilir. Seçilen yol Allah'a itaat veya O'na isyan olsun, insanın Allah'ın verdiği tüm kaynak ve araçları kullanıp tüketmesine izin verilmiştir.

3) İnsana, istek dışı veya istek dahili hareketleri birbirinden ayırd edebilmesine yarayan içgüdüsel bir ahlâkî duyum bahşedilmiştir. O, istek dahili hareketleri iyi veya kötü diye belirler ve içgüdüsel olarak iyi bir hareketin mükafatlandırılıp kötü bir hareketin cezalandırılması gerektiği kararına varır.

İnsanın kendi nefsinde bulunan bu üç özellik, insanın yaptıklarından hesaba çekileceği, kendisine verilen güçleri emrine sunulan dünya üzerinde nasıl tasarruf ettiğinin sorulacağı, kendisine verilen seçme hürriyeti sonucunda doğru mu, yoksa yanlış yolu mu seçtiğinin görüleceği, irade dahili yaptığı hareketleri hakkında hüküm verilip iyi davranışlarının mükafatlandırılacağı ve kötü davranışların cezalandırılacağı bir zamanın varolması gerektiği gerçeğine işaret eden özelliklerdir. Bu zaman, insanın hayat faaliyetleri sona erdiğinde ve amel defteri kapandığında gelecektir, daha önce değil. Ve bu an, sadece bir kişinin veya bir milletin değil, bütün insanlığın amel defterlerinin kapandığı bir zamanda olmalıdır. Çünkü bir insanın veya bir milletin geçip gitmesiyle, o insanın veya o milletin davranışlarının etkisi hemen sona ermemiştir. O kişinin bıraktığı etki de onun amel defterine yazılmalıdır. Bu etkilerin geçerli olduğu dönem gözönüne alınmaksızın, nasıl hesap kapatılıp ceza ve mükafatlar adaletle sahiplerine verilebilir? O halde insanın kendi nefsi de, dünyada insanın işgal ettiği konumun bu dünya hayatından başka, bir mahkemenin kurulacağı ve insanın yaptıklarının adilce yargılanıp her insanın amellerine göre ceza veya mükafat göreceği başka bir hayat daha olmasını gerekli kıldığına şehadet etmektedir.

6. Bu cümlede ahiretle ilgili iki delil daha yer almıştır. İnsan kâinatın düzenini iyice incelediğinde çok belirgin olan iki noktayı keşfedecektir. Birincisi; Kâinat hak ile yaratılmıştır. O bir çocuğun oyalanacağı ve yapılıp bozulmasının hiçbir anlamı olmayan bir oyuncak değildir. Tam aksine, her parçası kendisinin büyük bir hikmet sonucu yaratıldığına şehadet eder, onu oluşturan her bölüm bir kanuna tabidir ve ondaki herşeyin ardında bir gaye yer alır. İnsanın tüm sosyal ve ekonomik hayatı, tüm sanatlar ve bilimler, insanın yaptığı herşeyin eşyanın ardındaki konu ve amacı tespit etmesi ile mümkün olduğuna şehadet etmektedir. Eğer insan kuralsız ve amaçsız bir oyuncak dükkanına yerleştirilmiş bir kukla olsaydı, bilim, medeniyet ve sosyal hayat gibi şeyler olmazdı.

Şimdi bu dünyayı böyle hikmet ve düzen içinde yaratan, onun içine büyük zihnî ve fiziksel yeteneklere, güç ve yetkilere sahip, seçme ve davranış özgürlüğü, ahlâkî duygusu bulunan kendisine sınırsız dünya kaynaklarının emanet edildiği insan gibi bir yaratık yerleştiren o hikmet sahibi varlığın, insanı gayesiz ve amaçsız yaratmış olması mümkün müdür? İnsan, hem iyilik, hem kötülük, hem adalet, hem haksızlık yapacak, hem sevap, hem günah işleyecek ve sonunda toprak olacak da, onun iyi ve kötü amelleri hiçbir meyva vermeyecek mi? Yani insanın her davranışı, iyi veya kötü, hem kendi hayatını, hem kendisi gibi binlerce insanın hayatını, hem de dünyanın sayılamayacak denli çok varlığın hayatını etkilediği halde, onun amel defteri öldükten sonra bir daha hesap yazılmamak üzere kapatılacak mı?

Kâinatın düzeninde, iyi bir gözlem sonucunda farkedilen diğer gerçek ise, bu düzende hiçbir şeyin ölümsüz olmayışıdır. Herşeyin ölümünü ve yaşam süresini belirleyen bir eceli vardır. Aynı şey kâinatın kendisi için de geçerlidir. Burada işleyen bütün güçler sınırlıdır. Bunlar sadece belirli süreler için vardır, zaman içinde yok olmaya mahkumdurlar ve bu düzen mutlaka bir gün sona ermek zorundadır. Dünyanın ezelî ve ebedî olduğunu söyleyen eski filozof ve bilim adamlarının, bu görüşleri, sadece bilgisizliğe dayanmaktadır. Fakat modern bilim, yüzyıllardan beri ateistlerle Allah'a inananlar arasında, dünyanın ebedî mi, geçici mi olduğu konusunda süre gelen tartışmada reyini, Allah'a inananlar tarafına vermiştir. O zaman ateistlerin, hiçbir dayanağı kalmamıştır. Onlar şimdi mantık ve bilgiye dayandıklarını söyleyerek dünyanın ezelden beri varolduğunu, sonsuza dek varolacağını ve tekrar dirilişin vuku bulmayacağını iddia etmektedirler. Eski materyalist inanç, maddenin yok olamayacağı, sadece şeklinin değişebileceği, fakat her değişiklikten sonra, miktarında azalma veya artma olmaksızın maddenin yine madde olarak kalacağı fikrine dayanıyordu. Bu nedenle maddî dünyanın ne başlangıcı ne de sonunun olmadığı kabul ediliyordu. Fakat şimdi atom enerjisinin keşfi, tüm materyalist felsefeyi kökünden sarstı. Enerjinin maddeye, maddenin de enerjiye dönüştüğü ve ne şeklin, ne de görünüşün sürekli aynı kalmadığı açığa çıkmış oldu. Termodinamiğin İkinci Kanunu, bu dünyanın ezelden beri varolmadığını ve sonsuza dek de varolmaya devam edemeyeceğini ispatlamış bulunmaktadır. Evren zaman içinde bir anda meydana gelmiştir ve yine bir zaman gelecek, yok olacaktır. O halde artık, bilimsel olarak ahireti inkâr etmek mümkün değildir. Tabii ki, bilimin teslim olduğu yerde, felsefe de fazla direnemeyecektir.

7. "İnsanların çoğu ......... inkâr ederler." Yani öldükten sonra Rablerinin huzurlarına çıkacaklarına inanmazlar.

9 Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı? Böylece kendilerinden öncekilerin nasıl bir sona uğradıklarını görsünler.8 Onlar, güç bakımından kendilerinden daha üstün idiler, toprağı alt-üst etmişler9 (ekmişler, madenler, sular arayıp çıkarmışlar) ve onu, kendilerinin imar ettiğinden daha çok imar etmişlerdi.10 Peygamberleri de, onlara açık delillerle gelmişti.11 Demek ki Allah onlara zulmetmiyordu, ancak onlar kendi nefislerine zulmediyorlardı.12

10 Sonra kötülük yapanların uğradıkları son, Allah'ın ayetlerini yalan saymaları ve onları alay konusu edinmeleri dolayısıyla çok kötü oldu.

11 Allah, yaratmayı başlatır, sonra onu iade eder,13 sonra da siz O'na döndürülürsünüz.

12 Kıyamet saatinin14 kopacağı gün, suçlu-günahkârlar umutsuzca yıkılırlar.15

AÇIKLAMA

8. Bu, ahiretle ilgili tarihsel bir delildir. Şu anlama gelir: "Ahireti dünyada sadece birkaç insan inkâr etmemiştir. Bilakis insanlık tarihinde birçok insan bu inkâra ortak olmuştur.

Hatta ahireti tamamen reddeden, ondan tamamen gafil bir şekilde yaşayan veya öldükten sonrası ile ilgili ahireti anlamsız kılacak inançlar icad eden milletler, topluluklar yaşamıştır. Tarihte yaşanan bu deneyimler, her ne şekilde inkâr edilirse edilsin, ahirete inanmayan toplumların kaçınılmaz bir şekilde ahlâksızlaştığını, sorumsuzca yaşadıklarını, tüm zulüm ve günah sınırlarını aştıklarını ve nihayet bu nedenle milletlerin birbiri ardınca helak olduğunu göstermektedir. İnsan topluluklarının birbiri ardınca yaşadıkları bu binlerce yıllık insanlık tarihi, ahiretin hak olduğu ve onu inkâr etmenin insanlığı helâke götürdüğünü göstermiyor mu? İnsanlar, eskiden beri yukarıdan bırakılan her eşyanın yere düştüğünü gördükleri için yer çekimi kanununa inanmışlardı. Yine insanlar, zehir içen kişinin öldüğünü gözledikleri için onu zehir olarak algılamışlardır. Aynı şekilde, ahireti inkâr etmek, her zaman insanların ahlâkının bozulması ile sonuçlanmışsa bu tecrübe ahiretin bir gerçek olduğunu ve insanın ondan gafil yaşamasının tehlikeli olduğunu öğreten yeterli bir ibret dersi değil midir?

9. "Esarûlarda" ifadesi hem ekin ekmek için toprağı sürmek, hem de kanal, yeraltı su kanalları, madenler vs. için toprağı kazmak anlamlarına gelebilir.

10. Bu, bir milletin sadece maddi gelişmesinin onun doğru yolda olduğunun işareti olduğunu iddia eden görüşe bir cevap niteliğindedir. Bu görüşte olanlar şöyle derler: "Allah, dünyadaki nimetlerin çoğundan yararlanan, yeryüzünde büyük eserler yapan ve büyük medeniyetler yaratan insanları nasıl cehennemin yakıtı yapar?" Kur'an bu fikre şöyle itiraz eder: "Böyle küçük eserler daha önceki milletler tarafından da yapıldı, hem de daha büyük ölçülerde. Bu milletlerin medeniyetleri ve "büyük eserleri" ile birlikte yok olduklarını görmediniz mi? Doğru inanç ve ahlâktan yoksun olan bir topluluğa, bu dünyada maddi gelişmesini gözönünde bulundurmaksızın böyle davranan ilâhî kanunun, aynı şekilde ahirette de böyle davranıp onları cehennemin yakıtı yapmamasının hiçbir nedeni yoktur."

11. Yani, "onlar, kendilerinin gerçek peygamber olduğuna herkesi ikna edebilecek işaret ve mucizelerle gelmişlerdir." Bu bağlamda peygamberlerin gelişinden bahsedilmesi şu anlama gelir: "Bir taraftan insanın kendi nefsinde, çevresindeki kâinatta ve insanlık tarihinin akışında ibret ve deliler vardır, diğer taraftan birbiri ardınca, kendilerinin gerçek peygamber olduklarına dair apaçık deliller getiren ve insanları ahiretin mutlaka geleceği konusunda uyaran peygamberler gelmiştir."

12. Yani, bu toplulukları yakalayan azabın sebebi Allah'ın onlara zulmetmesi değil, onların kendi kendilerine zulmetmeleridir. Kendi kendisini dürüstçe düşünmeyen, başkalarını dinleyerek de doğru yola uymayan kimse (veya kimseler), helâke uğrarsa, bu kötülüğünden kendisi sorumludur.

Bu yüzden Allah suçlanamaz; çünkü Allah sadece peygamberleri ve kitapları aracılığıyla insanlara gerçek bilgiyi ulaştırmakla kalmamış, aynı zamanda insana hemen bu peygamberler ve kitaplar aracılığıyla indirilen bilginin güvenilirliğine hükmedebileceği aklî güç ve yetiler ihsan etmiştir. Eğer Allah insanı bu hidayetten ve bu kaynaklardan yoksun bırakmış olsaydı ve ona yanlış yola sapmasının sonuçlarına katlanmak sorumluluğunu vermemiş olsaydı, tabii ki o zaman Allah, adaletsizlik ve zulüm ile suçlanabilirdi."

13. Gerçi bu ifade bir iddia taşımaktadır, ama aslında başka bir iddianın temelini de teşkil etmektedir. Sağduyu, yaratmayı başlatan varlığın, aynı yaratmayı daha kolay bir şekilde tekrarlayabileceğine şehadet etmektedir. Herşeyden önce, varedilen bir varlık ile yaratmaya başlandığı bir gerçektir ve kafirler, müşrikler bile bu yaratmayı yapanın sadece Allah olduğunu kabul ederler. Böyle düşünen kimselerin yaratmayı başlatan Allah'ın onu tekrar edemeyeceğini varsaymaları çok saçmadır."

14. "Saat": Allah'a dönüş ve O'nun huzuruna çıkış saati.

15. Metindeki "İblâs" kelimesi, ani bir şok ve üzüntü sonucu dilin tutulması, kendisinin ümitsiz bir vaziyette olduğunu anlayan kişinin şaşkınlaşması ve hiç bir yardım ve destek bulamayan kişinin donakalması anlamlarına gelir. Bu kelime bir suçlu için kullanıldığında ise, suçüstü yakalanan, ne bir kaçış yolu bulabilen, ne de kendisini savunmak için mazeret öne sürüp kurtulmayı umabilen, bu nedenle de üzgün, ümitsiz ve donakalmış bir vaziyette olan bir kişiyi tanımlar.

Burada "suçlular" ile sadece cinayet işleyen, hırsızlık ve soygunculuk yapan kimselerin değil, Allah'a isyan eden, peygamberin getirdiği hidayeti inkâr eden, ahireti kabul etmeyen veya ahiretten gafil bir şekilde yaşayan, dünyada iken Allah'tan başkalarına veya kendi nefislerine tapan herkesin kastedildiğini, bu temel sapıklıkların yanısıra, genelde suç kabul edilen şeyleri yapıp yapmaması gözönüne alınmaksızın böyle yapan herkesin suçlu sayıldığına dikkat edilmelidir.

Bunun yanısıra Allah'a, Rasûlü'ne (s.a.) ve ahirete inandığı halde bile bile Allah'a isyan eden ve sonuna dek isyankâr tutumlarında ısrarlı olanlar da "suçlular"ın içinde sayılacaklardır. Bu insanlar, beklentilerinin tam aksine birdenbire ahiret günü diriltildiklerinde ve dünyada iken inkâr ettikleri veya bilmezlikten geldikleri ikinci bir hayatla karşı karşıya kaldıklarında "Yublisulmücrimûn" sözlerinde ifade edildiği gibi şaşkınlıktan donakalacaklar ve dilleri tutulacaktır.

13 (Allah'a eş koştukları) Ortaklarından kendilerine şefaatçi olan yoktur;16 onlar, ortaklarını da inkâr etmektedirler.17

14 Kıyamet saatinin kopacağı gün, (mü'minlerle kâfirler birbirlerinden) ayrılırlar.18

AÇIKLAMA

16. "Ortaklar" (Şurekâ), üç tür varlığı ihtiva eder:

(1) Putperestlerin her çağda ilâhî özellikler atfettikleri ve tanrı kabul edip taptıkları melekler, peygamberler, azizler, şehitler ve salih insanlar. Kıyamet gününde bunlar kendilerine tapanlara şöyle diyeceklerdir: "Siz her ne yaptınızsa, bizim rızamız olmadan, hatta bizim rehberliğimiz ve öğretilerimiz hilafına yaptınız. Bu nedenle bizim sizinle hiçbir ilgimiz yok. Sizin için, herşeye gücü yeten Allah katında şefaatçi olacağımız gibi bir ümide kapılmayın."

(2) Ay, güneş, gezegenler, ağaçlar, taşlar, hayvanlar gibi cansız veya şuursuz varlıklar. Putperestler onlara ilâh diye tapmışlar ve onlara yalvarmışlardır, fakat bu zavallı varlıkların, Allah'ın halifesinin (İnsanın) kendilerine bu kadar huşu ve iştiyakla taptığından haberleri yoktur. Tabii ki varlıklardan hiçbiri de, ortak koşan kişinin yardımına koşup ona şefaatçi olamayacaktır.

3) Şeytan, dini liderler, zalimler, despotlar gibi ya insanları kandırıp saptırarak, ya da baskı yoluyla Allah'ın kullarını kendilerine ibadete zorlayan baş suçlular. Bu tür varlıkların kendileri de ahirette büyük sorun içinde olacaklardır. Değil başkaları için şefaatçi olmak, Allah'ın huzurunda kendilerine tapanların bu suçtan bizzat sorumlu olduklarını ve onların sapıklıkları yüzünden sorumluluk yüklenmemeleri gerektiğini ispatlamaya çalışacaklardır. O halde orada müşrikler hiçbir yerden şefaat bulamayacaklardır.

17. Yani, "Putperestler de bizzat onların Allah'a ortak koşmalarının hata olduğunu kabul edeceklerdir. Onlardan hiçbirinin ilahlıkta gerçek bir payı olmadığının farkına varacaklardır. Bu nedenle ahirette, dünyada iken ısrarla üzerinde durdukları "şirk"i sahiplenmeyeceklerdir."

18. Dünyada iken, ırk, ülke, dil, soy, kabile, ekonomik ve sosyal çıkarlara dayalı olarak oluşturulan grup ve topluluklar tamamen çözülecek ve gerçek iman, ahlâk ve karaktere dayalı olarak yeniden gruplandırılacaktır. Bir tarafta inanan ve salih amel işleyen insanlar, diğer milletlerden tamamen ayrılacak, bir grup haline getirilecek, diğer taraftan da dünyada iken her tür yanlış fikri benimseyen ve her çeşit suçu işleyenler, insan toplulukları içinde sınıflandırılıp değişik gruplara yerleştirileceklerdir. Başka bir deyişle, İslâm'ın dünyada iken ayrılık ve birliğin temeli kabul ettiği, cahiliyeye tapanların ise inkâr ettiği şey, ahirette ayrılık ve birliğin temelini oluşturacaktır. İslâm, insanları birleştiren ve birbirinden ayıran gerçek niteliğin iman ve ahlâk olduğunu söyler. İlâhî hidayete inananlar ve hayat tarzlarını buna dayalı olarak inşa edenler, hangi ırk, hangi ülke veya hangi bölgeye mensup olurlarsa olsunlar, bir tek ümmettirler. İlâhî hidayete tabi olanlarla olmayanlar bu millete dahil olamazlar. Onlar ne dünyada ortak bir hayat çizgisinde yürüyebilirler, ne de ahirette aynı akibeti paylaşırlar. Dünya hayatından ahirete dek onlar ayrı yollarda ve ayrı kaderlerde seyredeceklerdir. Bunun tam tersine bâtıla tapanlar her çağda olduğu gibi şimdi de, insanların ırk, ülke ve dillere göre gruplandırılması ve sınıflandırılması gerektiğini savunmaktadırlar. Ortak bir ırk, dil ve ülkeye mensup insanlar, din ve inançlarına bakılmaksızın ayrı bir millet ve başka benzer uluslarla ortak bir cephe oluşturmalıdır. Ve bu ulus, tevhide inananları, müşrik ve ateistleri aynı kanunlara tabi tutan bir düzene sahip olmalıdır. Ebu Cehil, Ebu Leheb ve Kureyş'in diğer ileri gelenlerinin görüşü de buydu. İşte bu nedenle onlar Hz. Muhammed'i (s.a) millet içinde ayrılık çıkarmak ile suçluyorlardı. İşte bu nedenle Kur'an, yanlış temeller üzerine kurulan grup ve ulusların mutlaka bir gün dağıtılacağı ve ardından İslâm'ın bu dünyada iken yapmayı amaçladığı gibi insanların, inançlar, ahlâk, hayat felsefesi ve karaktere dayanan bir gruplandırmaya tabi tutulacağı konusunda uyarıda bulunmaktadır. Ortak bir akibeti paylaşmayan insanlar belirli bir hayat tarzını da paylaşmazlar.

15 Böylece iman edip salih amellerde bulunanlar; artık onlar 'bir cennet bahçesinde'19 'sevinç içinde ağırlanırlar.'20

16 Ancak küfre sapıp ayetlerimizi ve ahirete kavuşmayı yalan sayanlar ise;21 artık onlar da azab için hazır bulundurulurlar.

17 Öyleyse22 akşama girdiğiniz vakit de, sabaha erdiğiniz vakit de Allah'ı tesbih edip (yüceltin).23

18 Hamd O'nundur; göklerde de, yerde de, günün sonunda da ve öğleye erdiğiniz vakit de.24

19 O ölüden diriyi çıkarır ve diriden de ölüyü çıkarır, ölümünden sonra da yeri diriltir.25 İşte siz de böyle çıkarılacaksınız.

AÇIKLAMA

19. "Bir bahçe": Bir mükâfat ve sonsuz mutluluk olarak verilen saadet ve mutlulukla dolu bir bahçe.

20. Metindeki " " kelimesi şu anlama gelir: "Onlar orada ağırlanırlar, mutlu edilirler ve onlara her türlü zevk tattırılır."

21. Burada bir nokta dikkate değer: Kişiye ahiret saadetini kazandıracak şeylerin arasında "salih işler" de "imanın" gerekli bir parçası olarak yer almıştır, fakat "kötü akibetinden bahsedilirken "kötü davranışlar" dan hiç bahsedilmemiştir. Bu da açıkça sadece "küfr"ün, kötü davranışlarla birlikte olsun veya olmasın bir insanın akibetini belirlemeye yettiğini göstermektedir.

22. Burada "öyle ise" ifadesi şu anlama gelir: "İman edip, salih ameller işlemenin iyi sonuçlarını ve küfredip hakkı inkâr etmenin kötü sonuçlarını öğrendiğimize göre, artık şöyle bir davranış içinde olmamız gerekir." Şöyle de denebilir: "Ahireti imkânsız kabul eden putperest ve kâfirler, aslında Allah'ın aciz olduğunu söylemek istiyorlar. Bu nedenle siz onların aksine Allah'ı tesbih edip, yüceltmeyi ve O'nun acizlikten uzak olduğunu ilân etmelisiniz." Bu emir Hz. Peygamber'i (s.a) onun vasıtasıyla da tüm müslümanları muhatab almaktadır.

23. "Allah'ı tesbih etmek": Allah'ın, müşriklerin şirkleri ve ahireti inkârları sebebiyle O'na atfettikleri zayıflıklardan hata ve kusurlardan uzak ve yüce olduğunu söylemektir. Bu ifadenin ve tesbihin en güzel şekli ise namazdır. İşte bu nedenle İbn Abbas, Mücahid, Katâde, İbn Zeyd ve diğer müfessirler burada "tesbih" ile namazın kastedildiğini söylemişlerdir. Bu yorumu ayetin kendisi de desteklemektedir. Ayet, Allah'ı tesbih etmek için belirli vakitler bildirmektedir. Eğer burada sadece, Allah'ın her tür eksiklik ve zayıflıktan uzak olduğuna inanmak kastedilmiş olsaydı, bu, sabah, akşam, öğle gibi vakitlerle sınırlanmazdı; çünkü bir müsülüman her zaman bu inancı taşır. Aynı şekilde eğer Allah'ı, söz ile tesbih edip, yüceltmek kastedilmiş olsaydı, yine vakit belirlenmesi anlamsız olurdu; çünkü bir müslüman her zaman Allah'ın yüceliğini ifade edip O'nu tesbih etmelidir. O halde zamanlarla sınırlanmış böyle bir tesbih emri, belirli, uygulamalı bir şekle, yani namaza işaret etmektedir.

24. Bu ayet açıkça "Fecr" (sabah), "Mağrib" (akşam), "Asr" (ikindi) ve "Zuhr" (öğle) namazlarının vakitlerine işaret etmektedir. Bunların yanısıra Kur'an'da namaz vakitlerine işaret eden ayetler şöyledir: "Güneşin zevalinden, gecenin karanlığına dek namaz kıl ve sabahleyin de Kur'an okumaya özen göster." (İsra: 78)

"Gündüzün iki tarafında ve gecenin bir kısmında namaz kıl." (Hud: 114)

"Güneşin doğmasından ve batmasından evvel Rabbini hamd ile tesbih et. Gecenin bir kısım vakitlerinde ve gündüzün uçlarında da O'nu tesbih et." (Ta Ha, 130)

Bu ayetlerden ilki, namaz vakitlerinin güneşin zevalinden gecenin karanlığına ('İşa') kadar olduğunu söyler ki, bundan sonra sabah (Fecr) namazının vakti girer. İkinci ayette "gündüzün iki tarafı", sabah (Fecr) ve akşam (Mağrib) namazlarının vaktini "gecenin bir kısmı" da yatsı ('İşa') namazının vaktini ifade eder. Üçüncü ayette "güneşin doğmasından önce" sabah (Fecr) namazını, "batmasından önce" de ikindi (Asr) namazının vaktini, "gecenin bir kısım vakitlerinde" ifadesi hem akşam (Mağrib), hem de yatsı ('İşa') namazlarının vakitlerini ima eder. Gündüzün uçları ise şunlardır: Sabah güneşin zevali ve akşam. O halde Kur'an değişik yerlerde beş vakit namazın kılınacağı zamanlara işaret etmiştir. Fakat hiç kimse Kuran'ı tebliğ edici olarak tayin edilen Hz. Peygamber'in (s.a) sözü ve amelî açıklamaları olmaksızın sadece bu ayetleri okuyarak namaz vakitlerini tayin edemez.

Şimdi burada biraz duralım ve "Hadis"i inkâr edenlerin içinde bulundukları durumu bir düşünelim. Onlar "namaz kılmak"la alay ederler ve bugün müslümanların kıldığı namazın, Kur'an'da tayin edilen şeyle hiçbir ilgisi olmadığını söylerler. Kur'an'daki salat'ı ikame etmekle ilgili emirlerin namaz kılmayı değil, "Nizam-ı Rububiyet"i (Allah'ın kanunlarına göre kurulan düzeni) ikame etmeyi kasdettiğini iddia ederler. Onlara şöyle sorun: "Bu nasıl nizamdır ki, güneşin doğmasından önce veya güneşin zevalinden, gecenin erken saatlerine kadar kurulabilir? Peki özellikle Cuma günleri kurulması istenen nizam nasıl bir nizamdır? " Ey iman edenler ! Cuma günü "salat" için ezan okunduğu zaman Allah'ı anmaya koşun" (Cuma: 9) Kurulacak olan bu nizam, nasıl bir düzendir ki, kuracak olan kişinin ilkönce yüzünü, dirseklerine kadar kollarını, topuklarını yıkaması ve başını mesh etmesi gerekir, aksi takdirde kişi bu nizamı kuramaz? "Ey iman edenler! salat'a kalktığınızda yüzlerinizi, dirseklere kadar ellerinizi, topuk kemiklerine kadar ayaklarınızı yıkayın, başınızı da mesh edin". (Maide: 6) Bu Rububiyet ne garib bir düzendir ki, kişi cinsel ilişkiden sonra tamamen temizlenmeden, gusül abdesti almadan kuramaz? "Ey iman edenler!........ cünûpken gusledene kadar namaza yaklaşmayın." (Nisa: 43) Yine bu nizam nasıl bir nizamdır ki, kadınlara yaklaştıktan sonra eğer su bulunamamışsa, kişinin bu düzeni kurmak amacıyla ellerini temiz toprağa sürmesi ve onunla kollarını ve yüzünü mesh etmesi gerekir?

".......... kadınlara yaklaşmışsanız ve su bulamamışsanız, tertemiz bir toprağa teyemmüm edin, yüzlerinize ve ellerinize sürün." (Nisa: 43) ve bu Rububiyet nizamı ne kadar şaşırtıcı bir düzendir ki, yolculuk sırasında sadece yarısı ikame edilebilir? "Yolculuk ettiğinizde ...........namazı kısaltmanızda size bir sorumluluk yoktur." (Nisa: 101) Yine bu nizam ne kadar garib bir nizamdır ki, askerlerin yarısı silahları yanlarında olduğu halde, imamın arkasında Rububiyet nizamını kurmak için dizilirler, diğer yarısı ise yerlerinde kalıp düşmanla savaşmaya devam eder. Sonra birinci grup "Rububiyet nizamını" kurma yolunda imamın arkasında bir secde ifa ettikten sonra, yerini yine imamın arkasında "nizam"ı kurmaya başlayacak olan ikinci gruba bırakmalıdır? "Ey Peygamber! Sen içlerinde olup da (savaş sırasında) namaz kıldırdığın zaman, bir kısmı seninle birlikte namaza dursun ve silahlarını yanlarına alsınlar. Secdeyi yaptıktan sonra onlar arkanıza geçsinler, kılmayan, öbür kısım gelsinler, seninle birlikte kılsınlar." (Nisa: 102).

Bu ayetler açıkça, ikam-üs-salat'ın bugün bütün müslümanların uyguladığı gibi namaz kılmak anlamında kullanıldığını göstermektedir. Fakat hadîs'i reddedenler kendilerini değiştirmek yerine, Kur'an-ı değiştirmeyi tercih etmiş görünüyorlar. Gerçek şu ki, kimse Allah korkusunu tamamen yitirmedikçe bu insanların yaptığı gibi O'nun Kelam'ı ile oyun oynayamaz. Veya ancak Kur'an'ı Allah kelamı olarak kabul etmeyen, fakat müslümanları Kur'an'ı kullanarak aldatmaya çalışan bir kimse Kur'an'a böyle bir muamelede bulunup, onunla eğlenebilir. (Bkz. Bu surede 50. açıklama notu).

25. Yani, "Tüm bunları sizin gözleriniz önünde yapıp duran Allah nasıl olur da insanı öldükten sonra diriltmekten aciz olur? O, insanlar ve hayvanları ölü madde haline getirmektedir. O, sürekli, bedenleri meydana getiren parçalar tamamen cansız olmasına rağmen, ölü maddeye can vererek sayısız bitki, hayvan ve insan varetmektedir. O, size suyun isabet ettiği her kuru toprak parçasının bir müddet sonra bitkiler ve hayvanlarla canlanıp, yeşerdiğini göstermektedir. Tüm bunlara şahit olmasına rağmen eğer bir kimse hâlâ bütün kâinatı iradesi altında tutan Allah'ın insanı öldükten sonra diriltmekten aciz kalacağını düşünüyorsa, tamamen sağ duyudan yoksun demektir. Onun aklı, kafasının içinden süzülüp gelen apaçık tezahürleri algılamıyor demektir."

20 Sizi topraktan yaratmış bulunması, O'nun26 ayetlerindendir; sonra siz, (yeryüzünün her yanına) yayılmakta olan bir beşer (türü) oldunuz.27

21 Onda 'sükûn bulup-durulmanız' için, size kendi nefislerinizden28 eşler yaratması29 ve aranızda bir sevgi ve merhamet kılması da,30 O'nun ayetlerindendir. Hiç şüphe yok bunda, düşünebilmekte olan bir kavim için gerçekten ayetler vardır.

22 Göklerin ve yerin yaratılması31 ile dillerinizin ve renklerinizin ayrı (farklı ve değişik) olması da,32 O'nun ayetlerindendir. Hiç şüphe yok bunda, alimler için gerçekten ayetler vardır.

AÇIKLAMA

26. Buradan itibaren 27. ayetin sonuna dek değinilen ayetler bir taraftan süregelen konuyla bağıntılı olarak öldükten sonra dirilmenin mümkün olduğunu, diğer taraftan da evrenin ilahsız olmadığını, birçok tanrı tarafından da yönetilmediğini; bilakis onun kendisinden başka hiçbir ilah olmayan tek bir Yaratıcı, Hakim, Mabud olan Allah tarafından idare edildiğine işaret etmektedir. Yeni bölüm (20-27. ayetler) hem kendisinden önce, hem de sonra gelen bölümle bağlantı halindedir.

27. Yani, "İnsanın yaratıldığı maddeler karbon, sodyum, kalsiyum gibi toprakta bulunan ölü cevherlerden başkası değildir. Bu elementlerin birleşmesi ile insan denilen mükemmel bir varlık oluşturulmuş ve onun içine fiziksel varlığının maddelerle hiçbir direkt ilişkisi bulunmayan duygular, vicdan ve tahayyül gibi büyük güçler yerleştirilmiştir.

Bunun yanısıra sadece bir tek insan böyle tesadüfen yaratılmakla kalmamış, onun içine üretici bir güç de yerleştirilmiştir. Bu güç sayesinde aynı fiziksel yapıya ve yeteneklere sahip sayısız kalıtımsal ve kişisel özellikler taşıyan milyonlarca insan meydana gelmektedir. O halde, "Ey insan! senin aklın bu mükemmel varlığın, Hikmet Sahibi Yaratıcı olmaksızın kendi kendisine varolduğunu kabul ediyor mu? Aklınız başınızda olarak insanın yaratılış düzenindeki bu mükemmelliğin, yeryüzünde ve gökyüzündeki sayısız gücün insanın emrine verilmesindeki düzenin, birden fazla tanrının iradesi ile olduğunu söyleyebilir misiniz? İnsanı hiç yoktan var eden Allah'ın onu öldükten sonra diriltemeyeceğini gerçekten aklınız başınızda olarak mı düşünüyorsunuz?"

28. Yani, "Yaratıcının bir hikmeti mucibince insan, bir tek cins olarak değil, insan olarak birbirine eşit, figür ve form olarak aynı temel formüle sahip, fakat farklı fiziksel yapıya, farklı zihnî ve psikolojik niteliklere, farklı duygu ve arzulara sahip olan iki ayrı cins halinde yaratılmıştır. Daha sonra bu ikisi arasında o denli mükemmel bir ahenk yaratılmıştır ki her ikisi de diğerine mükemmel bir eş olur. Birisinin fiziksel ve psikolojik ihtiyaçları tam anlamıyla diğerinin fiziksel ve psikolojik ihtiyaçlarına karşıt gelir. Bundan başka, Hikmet Sahibi, Yaratıcı, yaratılışın ta başlangıcından beri her iki cinsten eşit oranlarda yaratmaktadır ki, hiçbir ülkede veya hiçbir bölgede sadece kızların veya sadece erkeklerin doğduğuna şahit olunmamıştır. Bu olay, insan aklının kesinlikle hiçbir dahlinin bulunmadığı bir alandır. İnsan, kızların dişil niteliklerle, erkeklerin de eril niteliklerle -ki bu nitelikler tamamen birbirlerini tamamlayan özelliktedirler- doğmaya devam ettiği tabii akışa, hiçbir müdahalede bulunamaz, dünyanın her yerinde kadınların doğmaya devam ettiği belirli oranı da bozamaz. Yüzyıllardan beri, milyonlarca, milyarlarca insanın doğuşundaki bu ahenkli düzen ve bu düzenin işleyişi asla tesadüfî olamaz, birçok ilâhın ortak iradesinin bir sonucu da olamaz. Bu da sadece bir yaratıcının, bir tek Hikmet Sahibinin başlangıçta sonsuz hikmeti ve kudreti ile mükemmel bir kadın ve erkek planı düzenlediğini ve daha sonra bu mükemmel plana göre belirli oranlarda, ayrı kişisel özelliklere sahip sayısız kadın ve erkeğin dünyaya gelmesi için harikulâde bir düzen kurduğunu göstermektedir.

29. Yani, "Bu düzen şans eseri meydana gelmemiştir, bilakis Yaratıcı, bu düzeni, kadının ve erkeğin birbirlerinin doğal ihtiyaçlarını karşılamaları ve her ikisini birbirlerinde huzur ve sükûnet bulmaları amacıyla kurmuştur.

Bu, Yaratıcı'nın bir taraftan insan neslinin devamını sağlamak, diğer taraftan da bir insan medeniyeti meydana getirmek için araç olarak seçtiği mükemmel bir düzendir. Eğer iki cins değişik dizayn ve şekillerde yaratılmış ve her ikisine de birlikte olduklarında duydukları ahenk ve huzur duygusu yerleştirilmemiş olsaydı, insan nesli koyunlar ve keçiler gibi üreyebilirdi. Fakat bir medeniyetin doğması ihtimali sıfır olurdu. Hayvan türlerinin hepsinin aksine bir insan medeniyetinin ortaya çıkmasını sağlayan asıl özellik, Hikmet Sahibi Yaratıcı'nın her iki cinse, birbirlerine karşı birarada olmadıklarında tahmin edemeyecekleri bir sevgi, istek ve arzu yerleştirmesidir. Bu huzur ve sükûnet arzusu, onları birlikte bir yuva kurmaya zorlamıştır. Yine bu arzu, aileleri ve kabileleri oluşturmuş ve insan için sosyal hayatı mümkün kılmıştır. Toplumsal hayatın gelişmesinde insanın zihni özellikleri de mutlaka yardımcı bir rol oynamıştır. Fakat bunlar asıl itici güçler değildir. Toplumsal hayatın oluşmasını sağlayan asıl itici güç, kadın ve erkeğe yerleştirilen ve onları bir "yuva" kurmaya zorlayan arzudur. Sağduyu sahibi bir kimse kalkıp da bu Hikmet eserinin tabiat güçleri sonucu şans eseri meydana gelmiş olduğunu söyleyebilir mi? Bu yalnız sağ duyudan yoksun insanların kabul etmeyeceği sadece ve sadece bir tek varlığın, o hikmet Sahibi'nin hikmetinin bir ayeti, bir işaretidir.

30. Burada "sevgi" ile kadın ve erkek arasındaki cazibenin itici gücü olan ve onları birbirlerine bağlı kılan cinsel sevgi kastedilmektedir. "Merhamet", evlilik hayatında yavaş yavaş gelişen, eşlerin birbirlerine karşı nazik hoşgörülü ve düşkün olmalarını sağlayan duygusal ilişkidir. Öyle ki yaşlılık döneminde cinsel sevgi asgariye düşer ve iki eş birbirine gençliklerinde olduğundan daha bağlı olabilirler. Yaratıcı'nın insanın içine yerleştirdiği bu iki olumlu güç, insanda varolan doğal arzuyu destekler niteliktedir. Bu istek ile arzu sadece huzur ve tatmin arar böylece kadınla erkeği bir araya getirir. Bundan sonra bu iki güç (sevgi ve merhamet) ortaya çıkar ve birbirlerinden ayrı ortamlarda yetişmiş olan iki yabancıyı o denli birbirlerine bağlar ki, bu ikisi hayatın birçok zorluklarına rağmen yaşamaya devam ederler. Milyonlarca insanın kendi hayatında yaşayıp tecrübe ettiği bu sevgi ve merhamet ölçülüp tartılabilen maddi bir şey değildir. Bu iki özellik, ne insan vücudunu oluşturan yapısal elementlere bağlanabilir, ne de bunların ortaya çıkışı ve doğuşu bir laboratuarda incelenebilir. Bunun tek açıklaması Hikmet Sahibi Yaratıcı'nın belirli bir gaye için bu iki özelliği insanın gönlüne yerleştirmiş olmasıdır.

31. Yani, "Göklerin ve yerin yoktan varedilmesinde, onların ebedi bir kanunla kaim olmalarında ve sayısız gücün bu ikisi arasında büyük bir uyum ve denge içinde işlev görmesinde, bütün kâinatı sadece ve sadece bir tek yaratıcının yarattığına ve bu büyük düzeni O'nun idare ettiğine işaret eden birçok ayetler vardır." Bir taraftan madde şeklini alan ilk enerjinin kaynağı, sonra maddenin birçok farklı elementlere dönüşmesi, daha sonra bu elementlerin mükemmel bir oranda birleşip muhteşem bir kâinat düzeni oluşturması ve bu sistemin milyonlarca yüzyıl boyunca aynı düzen ve disiplin içinde işleyip durması üzerinde düşünüp tefekkür eden her ön yargısız insan, tüm bunların herşeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibi bir yaratıcının herşeyi kaplayan iradesi olmaksızın sadece şans eseri meydana gelemeyeceği sonucuna varır. Diğer taraftan, yeryüzünden uzaktaki yıldızlara dek tüm kâinatın aynı elementlerden yapıldığını ve tüm kâinatta aynı tabiat kanununun geçerli olduğunu gören akıllı bir kimse, eğer inatçı değilse, bu düzenin birçok ilahın eseri olmadığını, bilakis tüm kâinatın yaratıcısı ve idarecisi olan bir tek Allah'ın varolduğunu kabul eder."

32. "Ses telleriniz birbirine benzer olduğu, ağzınızın, dilinizin ve zekanızın yapısında bir farklılık olmadığı halde, dünyada değişik bölgelerde yaşayan insanlar değişik lisanlar konuşmaktadırlar. Hatta aynı dilin konuşulduğu bölgelerde bile şehirden şehire, kasabadan kasabaya farklı lehçeler kullanılmaktadır. Bunun yanısıra, her insanın aksanı, telaffuzu ve konuşma tarzı diğerlerinden farklıdır. Aynı şekilde, fiziksel yapınızın formülü ve oluştuğu maddeler aynı olmasına rağmen renkleriniz birbirinden o kadar farklıdır ki, değil milletler, bir babanın iki oğlunun rengi bile tamamamen aynı değildir. Bu ayette sadece bu iki yöne dikkat çekilmiştir. Fakat insan çevresine bakarsa, dünyada sayısız farklılıkların olduğunu görecektir. İnsan, hayvan ve bitki türlerinde üyeler arasında temel benzerlikler olmasına rağmen birçok farklılığın varolduğu, hatta hiçbir türün iki üyesinin bile birbirinin aynısı olmadığı farkedilebilir. Bir ağacın iki yaprağı bile birbirinin aynısı değildir. Bu da dünyanın, otomatik makinaların tek tip ürünler ürettiği ve her birine kendi özel markasını bastığı bir fabrikadan ibaret olmadığını göstermektedir. Bu fabrikada usta bir sanatçı da vardır ve O herşeye ayrı bir dikkat sarfedip onu yeni oranlar, nitelikler ve özelliklerde üretir ve böylece bir bakıma eşsiz bir yaratılışa sahip olur. Her an yeni bir model icad etmekte ve O'nun yaratıcı gücü, aynı şeyi ikinci kez yaratmayı çirkin göstermektedir. Bu tezahürleri apaçık gözleriyle gören hiç kimse, kâinatı yaratanın onu yarattıktan sonra dinlenmeye çekildiği gibi aptalca bir yanlış fikre kapılmaz. Bunun tam aksine, O'nun yaratıcı gücünün her an faaliyette olduğunun ve O'nun yarattığı her şeye ayrı bir özellik verdiğinin apaçık delilidir.

23 Geceleyin ve, gündüzün uyumanız ile O'nun lütfundan (geçiminizi temin için rızkınızı) aramanız,33 O'nun ayetlerindendir. Şüphesiz işitebilen bir kavim için gerçekten ayetler vardır.

24 Size bir korku ve umut (unsuru) olarak34 şimşeği göstermesi ile gökten su indirmek suretiyle ölümünden sonra yeri onunla diriltmesi de,35 O'nun ayetlerindendir. Hiç şüphe yok bunda, aklını kullanabilecek bir kavim için gerçekten ayetler vardır.

25 Göğün ve yerin O'nun emriyle (hareketten kesilip olduğu yerde veya bu düzen içinde) durması da,36 O'nun ayetlerindendir. Sonra sizi yerden (toprağın altından) bir (kere) çağırma ile çağırdığı zaman, hemencecik siz (bir de bakarsınız ki) çıkarılmışsınız.37

26 Göklerde ve yerde bulunanlar O'nundur; hepsi O'na 'gönülden boyun eğmiş' bulunmaktadırlar.

AÇIKLAMA

33. "O'nun lütfundan aramak", hayatını kazanmaya çaba sarfetmek demektir. İnsanlar genellikle geceleri uyuyup, gündüzleri çalışırlar, fakat bu, bir kanun değildir. Gündüzleri uyuyup, geceleri hayatlarını kazanmak için çalışan nice insanlar vardır. İşte bu nedenle hem gece, hem gündüz birlikte anılmış ve şöyle denmiştir: "Gece ve gündüz hem uyur, hem de hayatınızı kazanmak için çalışırsınız."

Bu da Hikmet Sahibi Yaratıcı'nın düzenine işaret eden bir ayettir. Bunun yanısıra bu, O'nun sadece bir yaratıcı olmadığına aynı zamanda yarattıklarına karşı şefkatli ve merhametli olduğuna ve onların ihtiyaç ve isteklerine belki yarattıklarından daha çok özen gösterdiğine de işaret eder. İnsan sürekli çalışamaz, bir müddet çalıştıktan sonra kaybettiği enerjiyi tekrar toparlayabilmesi için dinlenmeye ihtiyacı vardır. Bu nedenle Hikmet Sahibi Merhametli Yaratıcı, insanda sadece bir dinlenme istek ve arzusu yaratmakla kalmamış, ona güçlü bir "uyku" dürtüsü yerleştirmiştir. Böylece o istemese de, hatta karşı koysa bile belirli bir süre çalışma ve uykusuzluktan sonra otomatik olarak insanı yener, onu birkaç saat dinlenmeye zorlar ve bu ihtiyaç karşılandıktan sonra onu terkeder. İnsan eskiden beri uykunun tabiatını ve asıl nedenini çözümleyememiştir. Uyku, insanın doğasına ve yapısına yerleştirilmiş doğuştan gelen bir şeydir. Uykunun tamamen insanın ihtiyaçlarına uygun bir tabiatta olması, onun tesadüfi olmadığını ve belirli bir amaç ve gayeye uygun olarak hikmet sahibi bir yaratıcı tarafından düzenlendiğinin yeterli bir kanıtıdır. Bu düzenleme apaçık bir hikmet ve gayeye mebnidir. Bundan başka bizzat uyku bile insanın bu zorlayıcı dürtüyü yerleştiren varlığın, insanın kendisinden daha merhametli davrandığına şehadet etmektedir. Aksi takdirde insan uykuya karşı koyar, sürekli uyanık kalmaya çalışır, devamlı çaba sarfeder ve böylece çalışma gücünü değil, bazı temel hayatî güçlerini bile kaybederdi.

Burada hayatını kazanmayı kasteden "Allah'ın lütfundan aramak" kelimelerinin kullanılması, bizi ayete bir daha dikkat çekmektedir. Eğer yerlerin ve göklerin sayısız ve sınırsız güçleri, insanın hayatını devam ettirebilmesi için, ona sayısız kaynaklar sağlayacak ve geçim imkânları sunacak şekilde düzenlenmemiş olsaydı insan geçimini nasıl sağlayabilir ve hayatını nasıl devam ettirebilirdi? Sadece bu da değil, eğer insana bu amaca uygun fiziksel ve zihnî yetenekler yeterli organlar bahşedilmemiş olsaydı, insan bu araç ve kaynaklardan yararlanamazdı. O halde insanın geçimini temin etmek için çabalama gücüne sahip olması ve onun dışındaki çevrede bu geçim kaynaklarının varolması, açıkça merhametli ve lütufkâr bir ilahın varolduğunu göstermektedir.

Kendisinde hastalık bulunmayan hiçbir akıl, tüm bunların şans eseri meydana geldiğini veya bunların birçok tanrının uluhiyeti sonucu olduğunu ya da bu lütuf ve ihsanları kör ve merhametsiz bir gücün yapmış olduğunu düşünemez.

34. Yani, "Gök gürültüsü ve şimşek, yağmurun geleceğini ve mahsülün iyi olacağını müjdeler, fakat aynı zamanda bir yerlere yıldırım düşeceği veya herşeyi silip süpüren şiddetli bir yağmur yağacağı konusunda da korku uyandırır."

35. Bu, bir taraftan ölümden sonraki hayata işaret eder, diğer taraftan da Allah'ın varlığını, yerleri ve gökleri iradesi altında bulunduran bir tek ilahın varolduğunu ispatlar. Yeryüzündeki sayısız yaratık, topraktan yetişen bitkilerle beslenirler. Bu ürünler, toprağın verimliliğine bağlıdır. Verimlilik de direkt olarak toprağın üzerine düşsün, veya suyu toprağın yüzeyinde biriksin veya yeraltı kuyuları ve su kaynakları şeklini alsın, ya da dağlarda donup sonradan akarsular şeklinde aşağılara aksın, her ne şekilde olursa olsun, yağmura bağlıdır. Yağmur da, yağmurun yağmasını sağlayan hatta yağmur suyuna doğal bir gübre de karıştıran birçok faktöre, güneşin ısısına, mevsimlerin değişmesine, atmosferdeki ısı değişikliklerine, rüzgâr-ların esişine ve şimşeğe bağlıdır. Yeryüzünden göklere dek varolan herşeyin arasında bir ahenk ve oranın bulunması, bunların birçok amaç ve gayeye uygun ve hazır olması ve tüm bu varlıkların milyonlarca yıldan beri aynı mükemmel ahenk içinde varolmaya devam edip durmaları sadece şans eseri olmaz. Tüm bunlar, bir düzenleyici ve yapıcının, herşeyi kapsayan irade, plân ve hikmeti olmaksızın mı gerçekleşti? Bütün bunlar, yerlerin, göklerin, güneşin, rüzgârın, suyun, sıcaklığın ve soğuğun yaratıcısının ve rabbinin sadece ve sadece bir tek Allah olduğu gerçeğinin apaçık delilleri değil midir?

36. Yani, "Yer ve gök sadece O'nun emriyle yaratılmakla kalmamıştır ve aynı zamanda bu ikisinin varoluşu ve büyük bir hayat düzeninin ikisi arasında devam edip durması da sadece ve sadece O'nun emriyle olmaktadır. Eğer O'nun emri onları bir an bile ihmal etse, bütün düzen birdenbire hemen çöker."

37. Yani, "Kâinatın yaratıcısı ve idare edicisi için sizi tekrar diriltmek hiç de zor değildir. Bunun için O'nun hazırlık yapmasına hiç gerek yoktur. O'nun bir tek çağrısı, yeryüzünün her tarafında, yaratılışın ilk gününden beri doğmuş ve doğacak tüm insanları biraraya toplayıp diriltmeye yeter."

27 Yaratmayı başlatan, sonra onu iade edecek olan O'dur; bu O'na göre pek kolaydır.38 Göklerde ve yerde en yüce misal O'nundur. O, güçlü ve üstün olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.

28 Size kendi nefislerinizden bir örnek verdi:39 Size rızık olarak verdiğimiz şeylerde, sağ ellerinizin malik olduklarınızdan, sizinle eşit olup kendi kendinizden korktuğunuz gibi kendilerinden de korkmakta olduğunuz (veya çekinip saygı duyduğunuz) ortaklar var mıdır?40 İşte biz, aklını kullanabilen bir kavim için ayetleri böyle birer birer açıklarız.

29 Hayır, zulmetmekte olanlar, hiç bir bilgiye dayanmaksızın kendi heva (istek ve tutku)larına uymuşlardır. Allah'ın saptırdığını kim hidayete erdirebilir?41 Onların hiç bir yardımcıları yoktur.

30 O halde42 (ey Peygamber ve Peygamber'e uyanlar) yüzünü samimiyetle ve tamamen43 bu dine çevir,44 Allah'ın fıtratına çevir ki O insanları bu fıtrat üzerine yaratmıştır.45 Allah'ın yaratması değiştirilemez.46 İşte doğru din (budur)47 fakat insanların çoğu bilmezler.

AÇIKLAMA

38. Yani, "Eğer sizi ilk anda yoktan var etmek ona zor gelmemişse sizi tekrardan yaratması ona nasıl zor gelebilir? Sizin ilk başta yaratılmanız O'na zor gelmemiştir; çünkü sizin varlığınız bunun delilidir. Tabii ki birşeyi başta yoktan vareden için, onu tekrar yaratmak daha kolay olacaktır."

39. Buraya kadar olan ayetlerde hem tevhidi, hem ahireti ispatlayan deliller yer almıştır. Buradan itibaren ise konu sadece tevhidi ele almaktadır.

40. Müşrikler, Allah'ı, yerlerin, göklerin ve bu ikisi arasındakilerin yaratıcısı olarak kabul etmelerine rağmen yine de, O'nun bazı yaratıklarını, O'nun sıfat ve güçlerine ortak ederler, onlara yalvarırlar ve onlara ibadet ederler. Onların bu inancı, Kâbe'yi tavaf ederken tekrarladıkları Telbih'in sözlerinden anlaşılabilir: "Allah'ım işte buradayım işte buradayım, işte huzurundayım; senin kendi ortağından başka ortağın yoktur. Sen hem ona, hem de onun sahip olduklarına sahipsin." (İbn Abbas'tan rivayetle Tebarani) Allah bu ayetle bu tür şirki reddetmektedir: Siz kendi kölelerinizi, mallarınıza servetinize ortak yapmazken, Allah'ın yarattıklarını ilahlığına ortak edeceğini nasıl düşünebilir ve buna nasıl inanabilirsiniz? (Ayrıntılı açıklama için bkz. Nahl an: 62).

41. Yani, "Bir kimse ne doğru dürüst düşünür, ne de kendisinin iyiliğini isteyen bir başkasını dinlemezse, Allah onun aklına lanet eder. Bundan sonra, akıllı bir insanın hakka ulaşmasını sağlayabilecek olan her şey, bu inatçı ve cahil kimsenin sadece sapıklıkta ve hatada daha da ilerlemesine neden olur. İşte "Allah'ın saptırdığı" ile bu kastedilmektedir. Hakkı seven bir kimse, hidayete ermek için dua ederse, Allah o kimsenin duasının samimiyet derecesine göre onun doğru yola ulaşmasını sağlayacak araçları maksimum düzeyde yaratır.

42. Burada "o halde", şu anlama gelir: Gerçek aşikar olduğu ve siz bu kâinatın ve insanın yaratıcısının, malik ve hakiminin bir tek Allah olduğunu öğrendiğinize göre, o zaman kaçınılmaz olarak davranışlarınız bu ayette belirtildiği gibi olmalıdır.

43. "Yüzünü samimiyetle ve tamamen": "Bu hayat tarzını kabul ettikten sonra, yüzünü başka bir yöne çevirme. Bir Müslüman gibi düşün ve sevdiğin veya sevmediğin şeyler de bir Müslümana uygun olsun. Ölçü ve değerlerin, İslâm'ın koyduğu ölçü ve değerler olmalı, karakter ve davranışların İslâm'ın mührünü taşımalı ve senin gerek bireysel, gerekse toplumsal hayatın İslâm'ın öğrettiği yola göre düzenlenmiş olmalıdır."

44. "Bu din"; Kur'an'ın sunduğu din, yani içinde sadece Allah'ın ibadet ve itaate layık olduğu, hiçbir şeyin, ilâhlıkta, sıfatlarında, hak ve güçlerinde Allah'a ortak koşulamadığı, insanın kendi dileği ile hayatını Allah'ın hidayet ve kanununa göre düzenlemeyi seçtiği din.

45. Yani, "Bütün insanlar şu fıtrat üzerine yaratılmışlardır ki, hiçbir şey değil, sadece ve sadace bir tek Allah onların yaratıcısı, rabbi ve mabududur. Bu fıtratta sebat etmelisiniz. Eğer bağımsızlık tavrını benimserseniz, fıtratınıza aykırı bir yola uymuş olursunuz. Ve eğer Allah'ın yanısıra başkalarına da taparsanız, yine fıtratınıza aykırı hareket etmiş olursunuz.

Bu konu birçok hadisle Hz. Peygamber (s.a) tarafından açıklanmıştır. Buhari ve Müslim'in naklettiğine göre, Hz. Peygamber (s.a) şöyle demiştir: "Her doğan ancak İslam fıtratı üzere doğar. Sonra onu anne-baba Yahudi, Hıristiyan veya Mecusi yapar. Nitekim bir hayvan yavrusu da derli toplu, azaları yerliyerinde doğar. Siz bu yavruda aza noksanlığı görüyor musunuz? Fakat müşrikler cahiliye adetleri yüzünden onların kulaklarını keserler." Müsned-i Ahmed ve Neseî'de rivayet edilen bir hadise göre, Müslümanlar bir savaşta düşmanların çocuklarını bile öldürmüşlerdi. Allah Rasûlü (s.a) bunu öğrenince çok kızdı ve şöyle dedi: "Bu insanlara ne oluyor da hududları aşıyorlar ve çocukları öldürüyorlar?" Adamın biri: "Efendimiz, onlar müşriklerin çocukları değil mi?" dedi. Bunun üzerine Peygamber (s.a): "sizin en iyileriniz bile müşriklerin çocuklarıdır" cevabını verdi ve şunları ekledi: "Doğan her çocuk fıtrat üzerine doğar, sonra o konuşmaya başladığında anne-babası onu Yahudi veya Hıristiyan yapar."

İmam Ahmed'in İyaz bin Hımâr-ül Mücaşi'den rivayet ettiğine göre, Allah Rasûlü (s.a) bir hutbesinde şöyle buyurmuştur: "Rabbim diyor ki: Ben kullarımı gerçek din üzere yarattım, sonra şeytan geldi ve onları dinlerinden saptırdı, onlara helâl kıldığımı haram kıldı ve onlara kendisine hiçbir delil indirmediğim varlıkları bana ortak koşmalarını emretti."

46. Yani, "Allah, insanı kendi kulu kılmış ve onu sadece kendisine ibadet etmesi için yaratmıştır. Bu doğal konum ne kadar çaba sarfedilirse edilsin değiştirilemez. Ne insan kul olma kanununu değiştirebilir ne de Allah'tan başka bir varlık, gerçek anlamıyla onun ilâhı olabilir. İnsan dilediği kadar ilâh edinebilir, fakat onun bir tek Allah'ın kulu olduğu gerçeği değişmez. İnsan bilgisizliği ve cehaleti nedeniyle bir kimseyi ilahi sıfat ve güçlere sahip kabul edebilir veya bir kimsenin onun kaderinin hakimi olduğu fikrini savunabilir, fakat gerçek şudur ki, ne Allah'tan başkası ilâhi sıfat ve güçlere, ne O'nun otoritesine sahiptir, ne de O'ndan başkasının insanın kaderini belirleme gücü vardır."

Bu ayete ayrıca şöyle bir meal verilebilir: "Allah'ın insanı yarattığı fıtratta hiçbir değişiklik yapmayın." Yani Allah'ın insanı yarattığı fıtratı bozup tahrib etmek doğru değildir.

47. "Doğru din": Kişinin yaratılış tabiatında sabit kalabilmesini sağlayan tek doğru din.

31 'Gönülden katıksız bağlılar' olarak, O'na yönelin48 ve O'ndan korkup-sakının,49 dosdoğru namazı kılın50 ve müşriklerden olmayın.

32 (O müşrikler ki,) Kendi dinlerini fırkalara ayıran ve kendileri de parça parça olmuşlardır; ki her grup kendi elindekiyle övünüp-sevinç duymaktadır.51

AÇIKLAMA

48. Yani, "Kim bağımsız ve hür bir tavır takınıp gerçek Rabbinden yüz çevirmişse ve kim Allah'tan başkasına hizmet yolunu seçip gerçek Rabbine isyanda bulunmuşsa, bundan yüz çevirmeli ve doğuştan kulu olduğu bir tek Allah'a ibadete dönmelidir."

49. Yani, "Eğer fıtraten Allah'ın kulu olduğunuz halde O'ndan tamamen bağımsız bir hayat tarzını seçmiş ve O'nun yanısıra başkalarına kulluk etmişseniz bu nankörlük ve isyanınız nedeniyle şiddetli bir azaba uğratılacağınızdan korkmalısınız. Bu nedenle sizi Allah'ın gazabıyla karşılaştıran bu tür hayat tarzından kaçınmalısınız."

50. Hem Allah'a yönelmek, hem de O'nun gazabından korkmak kalbi ibadetlerdendir. Kendini ilan etmesi ve devamlı olması için böyle bir ruh hali kaçınılmaz olarak fiziksel bir davranışa ihtiyaç duyar. Böyle bir davranış falanca kişinin bir tek Allah'a ibadete döndüğünü, başkalarına duyurmaya yarar ve aynı zamanda pratik deney ve uygulamalarla kişinin samimiyet ve takvasının gelişip beslenmesine de yardımcı olur. İşte bu nedenle Allah kalpteki değişikliği emrettikten sonra fiziksel bir davranışı da, yani namazın ikame edilmesini emrediyor. Bu fikir insanın kafasında sadece fikir olarak kaldığı sürece asla dengeli ve sürekli bir fikir olamaz. Ya yok olur, ya da değişir. Fakat insan onu uygulamaya başladığında, fikir onda kökleşir ve daha çok uygulama ile gittikçe sebat ve denge kazanır, öyle ki, bu fikir bir inanç haline geldiğinde kolayca yok olmaz.

Bu noktadan bakıldığında, hiçbir davranış ile hareket, kişinin kendi nefsinde Allah korkusunu ve takvayı güçlendirmek için, günde beş vakit kıldığı namaz kadar etkili olmaz. Başka bir davranış her ne olursa olsun, aralıkla yapılır veya farklı durumlarda farklı şekillerde yapılır, fakat namaz öyle bir harekettir ki, her bir kaç saatte ve sürekli o belirlenen aynı formda eda edilir. Ve insan her defasında Kur'an'ın öğrettiği İslâm'ı bir kez daha tekrarlar, böylece onu hiç unutmaz. Bundan başka, hem müminler, hem de kâfirler insanlar arasında kimin isyandan vazgeçip gerçek Rabbe itaat yolunu seçtiğini bilmek zorundadır. Müminler bunu bilmedirler ki, bir topluluk ve toplum oluşturabilsinler ve Allah yolunda birbirleriyle yardımlaşabilsinler, hatta içlerinden ne zaman biri din bakımından gevşeklik gösterse, hemen hepsi bunu anlayabilsin. Kâfirler de bunu bilmelidirler ki, kendi akraba ve çocuklarından biri çok kimsenin tekrar tekrar samimiyet ve tevazu ile gerçek tanrıya yöneldiklerini gördüklerinde uyuyan fıtratları uyansın, fıtratları uyanıncaya dek de Allah'ın itaatkâr kullarındaki bu şevki görerek korkuya kapılsınlar. Bu her iki amaç için de namazın ikame edilmesi en etkili araçtır.

Burada namaz ile ilgili emrin, Mekke'de iken Kureyşli müşriklerin bir avuç Müslümana işkence yaptıkları dönemde indirildiğine dikkat edilmelidir. Bu işkenceler bu emirden sonra dokuz yıl kadar daha devam etmiştir. O sıralarda henüz İslâmî bir devlet sözkonusu değildi. Eğer bazı cahil kimselerin düşündüğü gibi İslâm devleti olmaksızın namaz kılmanın bir anlamı yoksa veya Hadis'i inkâr edenlerin iddia ettikleri gibi "İkam'üs-salat", namaz kılmak değil Nizam-ı Rububiyet'i (Allah'ın hakim olduğu düzeni) kurmak anlamına geliyorsa o zaman, o dönemde indirilen Kur'anî emir anlamsız olurdu. Soru şudur: Hz. Peygamber (s.a) ve Müslümanlar bu emir geldikten sonra dokuz yıl boyunca, bu emri acaba nasıl yerine getirmişlerdir?

51. Bu, insan için gerçek hayat tarzının yukarıda da açıklandığı gibi fıtrat yolu olduğunu gösteren bir misaldir. Bu hayat tarzı (Din), sadece zanna dayanarak bir din felsefesi icad edenlerin düşündüğü gibi putperestlikten tevhid'e doğru evrimle gelişmemiştir; fakat, tam aksine, bugün dünyada bulunan bütün dinler asıl hayat tarzının (din) bozulması sonucu meydana gelmiştir. Bu bozulma, insanlar kendi icad ettikleri inançları fıtrî gerçeklere kattıkları, farklı fırkalar oluşturdukları ve her biri kendi fırkasının savunduğu şeye bağlandığı ve asıl hayat tarzından (din) uzaklaştığı için ortaya çıkmıştır. Şimdi, hidayete ulaşmanın tek yolu hak dinin temeli olan asıl gerçeğe dönmek ve daha sonra icad edilen fırkalardan, onların taraftarlarından ve yaptıkları tahriflerden sakınmaktır. Eğer kişi bunlarla ilişkisine hâlâ devam ederse, ancak Hak Dini bozar.

33 İnsanlara bir zarar dokunduğu zaman, 'gönülden katıksız bağlılar' olarak, Rablerine dua ederler,52 sonra kendinden onlara bir rahmet taddırınca hemencecik onlardan bir grup Rablerine şirk koşarlar.53

34 Kendilerine (nimet olarak) verdiklerimize nankörlük etsinler diye. Öyleyse metalanıp-yararlanın, artık yakında bileceksiniz.

35 Yoksa biz, onlara ispatlı bir delil indirdik de, o mu O'na ortak koşmalarını söylüyor?54

36 Biz insanlara bir rahmet taddırdığımız zaman, onunla sevinirler; kendi ellerinin takdim ettiği dolayısıyla onlara bir kötülük isabet ettiğinde de, hemen umutsuzluğa kapılıverirler.55

37 Onlar görmüyorlar mı ki, Allah, dilediğine rızkı yayıp-genişletir ve kısar da. Hiç şüphe yok bunda, iman etmekte olan bir kavim için gerçekten ayetler vardır.56

38 Öyleyse yakınlara hakkını ver, yoksula da, yolcuya da.57 Allah'ın yüzünü (rızasını) istemekte olanlar için bu daha hayırlıdır ve felaha erenler de onlardır.58

39 İnsanların mallarında artsın diye, vermekte olduğunuz faiz Allah katında artmaz.59 Ama Allah'ın yüzünü (rızasını) isteyerek vermekte olduğunuz zekat ise, işte (sevablarını ve gelirlerini) kat kat arttıranlar onlardır.60

AÇIKLAMA

52. Bu, onların kalplerinin derinliklerinde hâlâ tevhidin izlerinin bulunduğunun bir delilidir. Ne zaman ümitler yıkılmaya başlasa, kalpleri içten gelerek, ancak kâinatın gerçek hakiminin Mabud olduğunu ve ancak O'nun yardımının bir fayda vereceğini ilan eder.

53. Yani, "Onlar, tekrar başka ilahlara ibadet etmeye ve başlarındaki şansızlığın şu veya bu veli veya türbenin yardımıyla geçip gittiğini iddia etmeye başlarlar."

54. Yani, "Felâketleri Allah'ın engellediğini değil de, falanca velinin engellediğini söylemeleri için kendilerinde ne delil var? Sağduyu bunu kabul eder mi? Yoksa, Allah'ın bazı yetkilerini falanca velilere verdiğini ve insanların zorluklar karşısında bu velilere yalvarmaları gerektiğini söyleyen ilâhi bir kitab var mı?"

55. Bir önceki ayette, insan cehaleti, nankörlüğü ve anlayışsızlığı nedeniyle eleştirilmişti. Bu ayetle ise hafifliği ve hasisliği nedeniyle tenkit edilmektedir. Bir kimse biraz güç, servet ve saygınlık kazanırsa ve işlerinin iyiye doğru gittiğini görürse, tüm bunların Allah tarafından verildiğini unutur, bu başarısında öyle gurur duyar, öyle böbürlenir ki, ne Allah'a, ne de diğer insanlara hiçbir pay bırakmaz. Fakat bu iyi talih onu bırakır bırakmaz cesaretini kaybeder ve küçük bir şanssızlık bile onu o denli sarsar ki, her türlü aptallığı yapabilir, hatta intihara bile kalkışabilir.

56. Yani, "Müminler; küfür ve şirkin insanın moralini nasıl etkilediğini ve Allah'a imanın insan karakteri üzerinde ne tür bir etkisi olduğunu anlayabilirler. Allah'a samimiyetle inanan ve O'nun bütün hazinelerin maliki olarak kabul eden bir kimse, asla Allah'ı unutanlar gibi hasis ve cimri olmaz. Eğer ona bol nimet verilse asla kibre kapılmaz, tam aksine Allah'a şükreder, çevresindeki insanlara cömertçe davranır ve Allah'ın verdiği nimetleri yine O'nun yolunda sarfeder.

Diğer taraftan eğer verilen nimetlerde bir azalma olursa sabreder; asla şeref ve haysiyetini ayaklar altına almaz ve sonuna dek Allah'ın lütfunu bekler. Böyle ahlâkî bir mükemmelliğe, asla bir ateistte veya müşrikte rastlanamaz."

57. "Akrabaya, yoksula, yolcuya sadaka verir" değil, "Hakkını verir" denmiştir. Çünkü bu, sizin onlara her halükârda vermeniz gereken bir haktır. Eğer siz servetinizden bir kısmını onlar için ayırırsanız, onlara bir iyilik yapmış olmuyorsunuz. Eğer mülkün gerçek sahibi size başkalarından daha fazla vermişse, size verilen bu fazla servetin başkalarının hakkı olduğunu hatırlamalısınız. Çünkü bu fazladan serveti, Rabbiniz, başkalarının hakkına saygı gösterip onlara verip vermeyeceğinizi denemek için size vermiştir.

Bu ilahi emir ve onun gerçek ruhu hakkında düşünen herkes, Kur'an'ın insanın ahlâkî ve ruhî gelişimi için ortaya koyduğu yolun, kaçınılmaz olarak hür bir toplum ve ekonomiyi gerektirdiğini hisseder. Böyle bir gelişme insanların mülkiyet hakkının kaldırıldığı veya kısıtlandığı bir sosyal çevrede mümkün olmaz.

Devletin tüm kaynakların mülkiyetini elinde bulundurduğu ve hükümetin halka mal dağıtımı sorumluluğunu üstlendiği, hatta bireyin ne başkalarının hakkının farkına varmasına ve yardım etmesine fırsat tanıdığı, ne de kendisine yardım edilen kişinin diğeri için şükran duyguları geliştirebildiği bir sistem, tamamen komünist bir sistemdir. Şimdi bizim ülkemizde de "Nizam-ı Rububiyet" adı altında öne sürülen böyle bir ekonomik ve toplumsal düzen, tamamen Kur'an'a muhalif bir sistemdir. Çünkü böyle bir düzen, bireyin ahlâkî gelişimini ve karekter oluşumunu tamamen engeller. Kur'anî bir düzen ancak bireylerin bazı servetlere, onları harcama hakkına ve daha sonra da samimiyetle Allah'ın ve O'nun kullarının haklarını verme hak ve yetkisine sahip olduğu bir ortamda uygulanabilir. Ancak böyle bir toplumda, bir taraftan insanlar bireysel olarak nezaket, hoşgörü, sevgi, fedakârlık, başkalarının haklarına saygı göstermek ve bu hakları sahiplerine vermek gibi faziletleri geliştirme, diğer taraftan da kendilerine iyilik yapanlara karşı teşekkür ve minnet duyguları geliştirme fırsatı bulurlar. Ancak böyle bir sistem, kötülüğün yok edilip iyiliğin geliştirilmesinin kanun zoruyla değil, bilakis insanların kendi temiz kalplilikleri ve bu sorumluluğu yerine getirme iyiniyetleri ile sağlanabildiği mükemmel bir ortam meydana getirebilir.

58. Bu, kurtuluşa sadece yoksula, akrabaya ve yolcuya hakkını vererek ulaşılabileceği ve bunun için başka hiçbir şeye gerek olmadığı anlamına gelmez. Tam aksine başkalarının bu haklarını vermeyenlerin gerçek kurtuluşa eremeyecekleri anlamına gelir. Gerçek kurtuluşa ancak, sadece Allah'ın rızasını ve hoşnutluğunu isteyerek bu hakları sahiplerine verenler ulaşabilir.

59. Bu, Kur'an da faizi yasaklayıcı olarak indirilen ilk ayettir. Sadece şöyle demektedir: "Siz borç verenin servetinde bir artış olacağını düşünerek faiz ödüyorsunuz. Fakat gerçekte Allah katında, faiz malı artırmaz, tam aksine servet ancak verilen zekat ile artar."

Sonraları Medine'de faizi haram kılan ayet nazil olmuştur: "Allah faizi mahveder, sadakaları artırır." (Bakara: 276). (Daha sonraki emirler için bkz. Al-i İmran: 130 ve Bakara: 275-281)

Bu ayete müfessirler iki anlam vermişlerdir. Müfessirlerin bir kısmı şöyle der: Burada "riba", şeriatın haram kıldığı faiz anlamında değildir, fakat alan kişinin onun iki katını vereceğini umarak veya hediye verene bir hizmette bulunacağı için ya da hediye veren için verdiği kişinin zengin olması daha faydalı olduğundan verilen bir hediye veya bağış anlamına gelir. Bu İbn Abbas, Mücahid, Dahhak, Katâde, İkrime, Muhammed bin Ka'b el-Kurzi ve Şa'bi'nin görüşüdür. Belki de bu müfessirlerin ayeti böyle yorumlamalarının sebebi, ayette bu davranışın sonucu olarak sadece Allah katında böyle bir servetin artmayacağının zikredilmesidir. Oysa, eğer şeriatın haram kıldığı riba kastediliyor olsaydı, açıkça bu davranışın Allah tarafından şiddetle cezalandırılacağı söylenirdi.

Diğer grup bunlardan ayrılır ve ayetteki "riba" ile, şeriatın haram kıldığı faizin kastedildiğini söyler. Bu, Hasan Basri ve Süddi'nin görüşüdür. Allame Alusi de ayetin zahiri mânâsının aynı olduğunu; zira Arapçada ribanın aynı anlamda kullanıldığını söyler. Bu tefsir müfessir Nisaburî tarafından da kabul edilmiştir.

Bize göre de, bu ikinci görüş doğrudur. Çünkü birinci görüşü desteklemek için öne sürülen delil ribanın bilinen anlamını bir tarafa bırakmak için yeterli değildir. Rum Sure'sinin nazil olduğu dönemde faiz henüz haram kılınmamıştır. Bir şeye önce zihinleri hazırlamak sonra da onu yasaklamak, Kur'an'ın tercih ettiği bir yoldur. Şarap hakkında da ilk söylenen şey, onun temiz olmadığı idi (Nahl: 67). Daha sonra Bakara: 219'da onun zararının, faydasından daha çok olduğu söylenmiştir. Sonra sarhoş iken namaza yaklaşılmaması söylenmiş. (Nisa: 43), en sonunda da şarap içmek tamamen haram kılınmıştır. Aynı şekilde faiz hakkında da burada sadece onun serveti arttırmadığı, servetteki gerçek artışın ancak zekat ile olduğu söylenmiştir. Bundan sonra bileşik faiz yasaklanmış (Al-i İmran: 130), en sonunda da faiz tamamen haram kılınmıştır. (Bakara: 275, 280)

60. Bu artışın hiçbir sınırı yoktur. Niyetin samimiyeti ne kadar büyük olursa, fedakârlık duygusu ne kadar derinse ve kişinin Allah yolunda harcarken Allah'ın rızasını kazanma arzusu ne kadar fazlaysa, Allah'ın ona vereceği mükâfatlar da o derece büyük ve güzel olacaktır. Sahih bir hadise göre eğer bir kimse Allah yolunda incir çekirdeği kadar bir şey verse, Allah onu Uhud dağı kadar arttırır.

40 Allah;61 sizi yarattı, sonra size rızık verdi,62 sonra da sizi öldürmekte, daha sonra da sizi diriltmektedir. Ortaklarınızdan bunlardan herhangi birini yapacak var mı?63 O, şirk koşmakta olduklarından münezzeh ve yücedir.

41 İnsanların kendi ellerinin kazandığı dolayısıyla, karada ve denizde fesad ortaya çıktı. Umulur ki, dönerler diye (Allah) onlara yapmakta olduklarının bir kısmını kendilerine taddırmaktadır.64

42 De ki: "Yeryüzünde gezip dolaşın, böylece daha öncekilerin nasıl bir sona uğradıkarını görün. Onların çoğu müşrik olanlardır."65

43 Öyleyse sen, Allah'tan (bir takdir olarak) geri çevrilmesi mümkün olmayan gün gelmeden önce, yüzünü dimdik ayakta duran dine çevir.66 O gün onlar parça parça bölünecekler.

44 Kum küfre saparsa, artık onun küfrü kendi aleyhinedir; kim de salih bir amelde bulunursa, artık onlarda kendi lehlerine olarak (cennetteki yerlerini) döşeyip hazırlamaktadırlar.

45 (Bu, Allah'ın) Kendi fazlından olarak iman edip salih amellerde bulunanları ödüllendirmesi içindir. Hiç şüphe yok O, kâfirleri sevmez.67

46 Size kendi rahmetinden taddırması, emriyle gemileri yürütmesi68 ve O'nun fazlından (rızkınızı) aramanız69 ile umulur ki şükretmeniz için, rüzgârları müjde vericiler olarak70 göndermesi, O'nun ayetlerindendir.

AÇIKLAMA

61. Buradan itibaren konu tekrar kâfirlerin ve müşriklerin uyarılması için tevhide ve ahirete döndürülür.

62. Yani, "sizin hayatınızı devam ettirebilmeniz için yeryüzünde çeşitli imkânları sağlayan ve herkesin rızıktan bir pay alabilmesi için birçok düzenlemeler yapan O'dur."

63. Eğer sizin ilah olarak kabul ettikleriniz ne yaratabiliyor, ne rızık verebiliyor, ne hayat ve ölüme hükmedebiliyor, ne de sizi öldükten sonra diriltebiliyorsa, o halde neden onları ilâhınız olarak kabul ediyorsunuz?"

64. Bu, yine, bütün Ortadoğu'da konuşulan Bizans ile İran arasındaki savaşa bir kinayedir. "İnsanların elleriyle kazandıkları"; Şirk ve ateizmi kabul etmenin ve ahireti görmezden gelmenin kaçınılmaz sonucu olarak insan davranışlarında ve karakterinde ortaya çıkan baskı, zulüm ve istibdat anlamına gelir. "Belki dönerler" ifadesi, Allah'ın, insanların kötü hareketlerinin sonuçlarının bazılarını ahirette cezalandırmadan önce göstermesi anlamına gelir. Böylece onlar gerçeği anlayıp tahminlerinde ne kadar hatalı olduklarını hissedebilirler ve ilk zamanlardan beri Allah'ın Peygamberlerinin tebliğ ettiği ve insan davranışlarını sağlam temellere oturtabilecek tek yol olan hak dine döndürabilirler. Bu konu Kur'an'da birçok yerde ele alınmıştır. Tevbe: 126, Rad: 231, Secde: 21, Tur: 47.

65. Yani, "Bizans ile İran arasındaki savaş, türünün ilk örneği değildir. İnsanlık tarihi, büyük milletlerin helak oluşunun örnekleri ile doludur. Bu milletlerin helak olmalarına neden olan kötülüklerin asıl sebebi de sakınmanız için uyardığımız şirk idi."

66. Yani, "Ne Allah'ın bizzat geri çevireceği, ne de başka birisine çevirme gücü vereceği gün."

67. Bu bir kafirin, küfrü sebebiyle karşılaşacağı zararlarının tümünü kapsayan çok geniş kapsamlı bir cümledir. Hiçbir zarar listesi bu cümle kadar geniş anlamlı olamaz.

68. Burada denizcilikte yararlı olan rüzgarlar kastedilmektedir. Eskiden gemilerin yolculuğu çoğunlukla rüzgarlara bağlıydı ve ters rüzgarlar onların helâkine sebeb olabilirdi. Bu nedenle yağmur getiren rüzgarlardan önce bu rüzgarların anılması, onların Allah'ın özel bir lütfu olduğunu belirtmek içindir.

69. "O'nun fazlından nasib aramanız": Yani ticaret yolculukları yapmanız.

70. Yani, yağmuru müjdeleyici olarak.

47 Andolsun, biz senden önce kendi kavimlerine peygamberler gönderdik de onlara apaçık belgeler getirdiler;71 böylece biz de suçlu-günahkârlardan intikam aldık.72 İman etmekte olanlara yardım etmek ise, bizim üzerimizde bir haktır.

48 Allah, rüzgârları gönderir, böylece bir bulut kaldırır da onu nasıl dilerse gökte yayıp-dağıtır ve onu parça parça kılar; nihayet onun arasından yağmurun akıp çıktığını görürsün. Sonunda kendi kullarından dilediğine verince, hemen sevince kapılıverirler.

49 Oysa onlar, bundan önce (yağmurun) üzerlerine inmesinden evvel umutlarını kesmişlerdi.

50 Şimdi Allah'ın rahmetinin eserlerine bak; ölümünden sonra yeryüzünü nasıl diriltmektedir?73 Hiç şüphesiz O, ölüleri de gerçekten diriltecektir. O, her şeye güç yetirendir.

51 Andolsun, biz bir rüzgâr göndersek de onu(n ekinini) sararmış görseler,74 mutlaka onun ardından nankörlük ederler.75

AÇIKLAMA

71. Yani "Ayetlerden bazıları, insanın hayatında her an karşı karşıya geldiği, bir önceki ayette değinilen rüzgarların esmesi gibi dünyada sürekli yaşanagelen ayetlerdir. Bazıları ise Allah'ın elçilerinin, mucizeler, vahiy, olağanüstü şahsiyetler ve insan toplumuna hayat veren bir etki şeklinde ortaya koydukları ayetlerdir. Her iki tür ayetlerde şu gerçeğe işaret ederler: Peygamberlerin öğrettiği tevhid, hakka dayanır. Bu ayetlerin hepsi birbirini destekler niteliktedir. Kâinatta bulunan ayetler, peygamberlerin söylediklerinin doğruluğunu tasdik eder. Peygamberlerin getirdiği ayetler de kâinattaki ayetlerin işaret ettikleri gerçekleri açıklar.

72."Suç işleyenler"; her iki tür ayete karşı da duyarsız kalan ve tevhidi inkarda, Allah'a karşı isyanda inat eden kimseler.

73. Peygamberlik ile yağmurun arka arkaya anılmasında gizli bir kinaye vardır. Yağmurun gelişi nasıl insanların maddi dünyası için bir lütuf ve rahmet ise Peygamber'in gelişi de insanın ruhî dünyası için bir rahmettir. Kuru toprak nasıl yağmurun yağmasıyla uyanıp yeşermeye ve bitkiler yetiştirmeye başlarsa, ruhî ve ahlâkî yönden harap olan insan hayatı vahyin gelişiyle uyanır ve ahlâkî mükemmellikler ve faziletlerle yeşermeye başlar. Kafirlerin peygamberlik rahmetini bir müjde yerine kendileri için bir uğursuzluk kabul etmeleri ve ona nankörlük etmeleri sadece, kendi aleyhlerinedir."

74. Yani, "Yağmurun yağmasından sonra yeşerip gelişen ürünlerini şiddetli bir rüzgar veya bir sıcak hava dalgası yakıp kavursa...."

75. Yani, "Allah'a lanet etmeye ve bütün şanssızlık ve kötü akibetlerinden dolayı O'nu suçlamaya başlarlar. Oysa Allah onlara rahmetini tattırdığında O'na şükredecekleri yerde nankörlük ve küfretmişlerdi. Burada yine gizli bir kinaye vardır. Allah'ın elçileri insanlara rahmet getirdiğinde insanlar onları dinlemezler ve bu lütfu reddederler. Daha sonra Allah, küfürleri ve nankörlükleri nedeniyle başlarına onları ezen, insanlıklarını harap eden zalimleri veya despotları musallat ettiğinde, aynı kimseler dünyayı zulüm ve vahşetle doldurduğu için Allah'ı suçlamaya başlarlar.

52 Şimdi sen, ölülere (söz) duyuramazsın76 ve arkalarını dönüp giden sağırlara da çağrıyı duyuramazsın.77

53 Ve sen kendi sapıklıkları içinde kör olanları da doğruya iletici değilsin.78 Sen yalnızca, bizim ayetlerimize iman etmekte olanlara duyurabilirsin ki onlar Müslümanlardır.

54 Allah, sizi bir za'ftan yarattı, sonra (bu) za'fın ardından bir kuvvet kıldı, sonra da bu kuvvetin ardından da bir za'f ve yaşlılık verdi. Dilediğini yaratmaktadır.79 O, bilendir, güç yetirendir.

55 Kıyamet-saatinin kopacağı gün,80 suçlu-günahkârlar, tek bir saatin dışında (dünya hayatı) yaşamadıklarına and içerler.81 İşte onlar böyle çevriliyorlardı.82

56 Kendilerine ilim ve iman verilenler ise, dediler ki: "Andolsun, siz Allah'ın Kitabında (yazılı süre boyunca) diriliş gününe kadar yaşadınız; işte bu da dirilme günüdür. Ancak siz bilmiyordunuz."

57 Artık o gün, zulmetmekte olanların ne mazeretleri bir yarar sağlayacak ve ne de (Allah'tan) hoşnutluk dilekleri kabul edilecektir.83

AÇIKLAMA

76. Yani, vicdanları ölmüş, ahlâkî kişilikleri hayattan uzaklaşmış ve kendi nefislerine olan tapınmaları inatçılıkları ve gözü bağlılıkları, hakkı anlayıp kabul etme yeteneklerini yok etmiş olan kimseler.

77. "Sağırlar": Her şeyi duydukları halde hiç birşeyi anlamayacak şekilde kalplerine ve zihinlerine kilit vuran kimseler. Hakkı tebliğ eden mesajın, kulaklarına girmesine bile engel olan ve tebliğ eden kişilerden sakınıp kaçan bu tür insanlara hiç kimse ne birşey işittirebilir, ne de birşey anlatabilir.

78. Yani, "Körlerin elinden tutup hayat boyunca onları doğru yola getirmek için çalışmak peygamberin görevi değildir. O sadece doğru yola rehberlik edebilir. Fakat zihinleri körelmiş ve peygamberin göstermeye çalıştığı yolu hiç görmeyen kimseleri doğru yola ulaştırmak peygamberlerin gücü dahilinde değildir.

79. Yani, "Çocukluk, gençlik ve yaşlılık dönemlerinin tümü Allah tarafından yaratılmıştır. Dilediğini güçlü, dilediğini de zayıf yaratmak O'nun elindedir. Dilediğine olgunluğa erişmeden, dilediğine de gençliğinin başlangıcında ölümü tattırabilir. O dilediğine uzun bir ömür ve sağlık verir, dilediğini de dopdolu bir gençlik hayatından sonra zelil ve eziyetli bir yaşlılık hayatına eriştirir. İnsan eğer isterse hayatını kendini beğenmişlik ve kibir içinde geçirebilir. Fakat Allah'ın yakalaması karşısında o kadar acizdir ki O'nun kendisine takdir ettiğini hiçbir şekilde değiştiremez.

80. Yani, "Size önceden bildirilen kıyamet günü geldiğinde."

81. Yani, "Öldükten sonra mahşere (tekrar dirilişe) kadar. Ölümlerinden sonra binlerce yıl geçmiş bile olsa suçlular birkaç saat önce uyuduklarını ve ani bir felaketin onları uyandırdığını sanırlar."

82. Yani, "Onlar dünyada iken de böyle yanlış tahminlerde bulunuyorlardı. Orada da gerçeği farkedememişler ve bu nedenle, ahiret, öldükten sonra dirilme ve Allah huzurunda hesap verme gibi şeylerin olmadığını iddia etmişlerdir."

83. Şöyle bir meal de verilebilir: "... Onlardan, Rablerini hoşnut etmeleri de istenmez." Çünkü onlar, tevbe edip, iman ve salih amele dönmek için verilen tüm fırsatları kaçırmışlar ve imtihan için tanınan süreyi bitirip, sonucun açıklanacağı saate ulaşmışlardır.

58 Andolsun, biz bu Kur'an'da insanlar için her örneği gösterdik. Hiç tartışmasız, sen onlara bir ayetle geldiğin zaman, o küfre sapanlar, mutlaka: "Siz ancak muptil olanlardan başkası değilsiniz" derler.

59 İşte Allah, bilmeyenlerin kalblerini böyle damgalamaktadır.

60 Öyleyse sen sabret; hiç şüphesiz Allah'ın Va'di haktır;84 kesin bilgiyle inanmayanlar da sakın seni telâşa kaptırıp-hafifliğe (veya gevşekliğe) sürüklemesinler.85

AÇIKLAMA

84. Burada, yukarıda 44. ayette yapılan va'de bir kinaye vardır. Orada Allah, peygamberlerin getirdiği apaçık ayetlerle ve O'nun müminlere yardımı ile alay eden, bunu inkar ve reddeden inatçı suçlulardan intikamını nasıl alacağını bildirmişti.

85. Yani, "Düşmanlarının seni zayıf bulup, seni şamataları ile bastırmalarına, fitneleri ile korkutmalarına, alayları ile cesaretini kırmalarına, tehditleri, kuvvet gösterileri ve işkenceleriyle seni dehşete düşürmelerine, tuzakları ile seni kandırmalarına veya ulusal çıkarlar adına seni kandırıp uzlaşma yapmaya razı etmelerine fırsat verme! Bunun aksine onlar seni gayenden o denli haberdar, imanında o denli sabit, kararlılığında o denli kesin, mizacın da o denli sağlam bulmalılar ki, seni ne tehditleri korkutabilmeli, ne seni satın alabilmeli, ne kandırarak gözünü boyayabilmeli, ne de din konusunda seninle pazarlığa girişmeye cesaret edebilmelidirler. Tüm bunları Allah kısaca: "İnancı olmayanlar seni gevşekliğe düşürmesin!" sözleri ile ifade etmiştir.

Hz. Muhammed'in (s.a) Allah'ın son peygamberinden istediği şekilde yılmaz ve yenilmez bir şahsiyet olduğunu tarih ispatlamıştır. Hangi sahada olursa olsun onunla savaşan yenilmiştir ve Hz. Peygamber (s.a) tüm kafir ve müşrik Arabistan'ın her tür karşı koymalarına ve düşmanlıklarına rağmen, en sonunda arzuladığı devrimi gerçekleştirmeyi başarmıştır.

RUM SÜRESİ(Seyyid KUTUB)

1- Elif, lâm, mim.

2- Rumlar yenildi.

3- En yakın bir yerde. Onlar bu yenilgilerinden sonra yeneceklerdir.

4- Birkaç yıl içinde, eninde-sonunda emir Allah'ındır. O gün mü'minler sevinir.

5- Allah dilediğine yardım eder. O güçlüdür (galibdir) esirgeyendir.

6- Bu, Allah'ın vaadidir. Allah verdiği sözden caymaz: fakat insanların çoğu bunu bilmezler.

7- Onlar dünya hayatının görülen kısmını bilirler. Ahiretten ise habersizdirler.

Sure, tefsiri konusunda: Kur'an'ın Araplar'ın bildiği harflerden oluşmuş olmasına karşın, onlar için erişilmezlik teşkil etmesi ve Araplar'ın aynı harf malzemesine sahip oldukları halde, O'nun benzerini ortaya koyamamalarına dikkat çekmenin hedeflendiği görüşünü benimsediğimiz kopuk harflerle başlıyor.

"Elif, lâm, mim."

Ardından birkaç yıl içinde Rumlar'ın galip geleceklerine ilişkin doğru haber geliyor. İbn Cerir, Abdullah İbn Mesud, kanalıyla konuyla ilgili şu bilgiyi veriyor: Abdullah İbni Mesud: "Farslar Rumlar'ı yenmişlerdi. Müşrikler Farslar'ın Rumlar'ı yenmesini arzuluyor, müslümanlarsa, Kitap Ehl-i ve dinlerine daha yakın olmalarından ötürü Rumlar'ın Farslar'ı yenmesini arzuluyorlardı.

"Rumlar yenildi."

"En yakın bir yerde. Onlar bu yenilgilerinden sonra yeneceklerdir" ayeti indiğinde, müşrikler; Ey Ebubekir! Arkadaşın Muhammed birkaç yıl içinde Rumlar'ın Farslar'ı yeneceğini söylüyor, ne dersiniz? dediklerinde; O: "Doğrudur" dedi. Onlar: "Bahse girelim mi?" dediler (Başka bir rivayette bahisleşme olayının "falakü" çekiminden sayılarak haram kılınmadan önce gerçekleştirmiştir) ve haklının anlaşılması için yedi sene beklemek üzere, dört dişi deve üzerine sözleştiler. Yedi sene geçti, hiçbir şey olmadı. Müşrikler bu duruma sevindiler, müslümanlara bu durum ağır geldi. Olay Peygamberimize -salât ve selâm üzerine olsun- iletildiğinde: "Size göre `birkaç yıl' ne kadardır?" diye sordu. "O'ndan az olan" dediler. O: "Git bahse konu olan malı arttı, süreye de iki yıl ekle" dedi. İki yıl geçmeden kervanlar, Rumlar'ın Farslar'ı yendiği haberini getirdiler. Müslümanlar sevindiler."

Bu olaya ilişkin birçok rivayet var, onlardan İmam İbni Cerir'inkini seçtik. Suredeki bu olayın ardından gelen yönlendirmelere geçmeden önce, olayın dolaysız konuları üzerinde durmak istiyoruz:

Bu gerçeklerin ilki, Tevhid ve imana davetin önünde, şirk ve küfrün her zaman birlikte karşı koymalarıdır. Eskiden ülkeler ve uluslar günümüzde olduğu gibi yoğun bağlantılar içinde olmamalarına rağmen, Mekke'deki müşrikler, nerede olursa olsun müşriklerin Kitap Ehli'ne karşı zaferlerini kendi zaferleri olarak algılıyorlardı. Müslümanlar da kendilerini Kitap Ehli'ne bağlayan bir bağ buluyor, nerede olursa olsun müşriklerin zafer kazanması onların canını sıkıyor, çağrılarını ve meselelerinin çevrelerindeki alemin her yerinde cereyan eden ve küfür-iman mücadelesini etkileyen olgudan kopuk olmadığını kavrıyorlardı.

Günümüz insanının çoğunun farkına varamadığı açık gerçek işte budur. Bunlar yaklaşık ondört asır önce, Peygamberimizin zamanındaki müslümanlar ve müşriklerin bu gerçeğe verdiği önemi vermiyorlar. Yerel ve ulusal sınırlar içine sıkıştıklarından, meselenin küfür-iman meselesi olduğunu ve savaşın Allah'ın taraftarları ile şeytan yanlıları arasındaki savaş olduğunu kavrayamıyorlar.

Yeryüzünün dört bir yanındaki günümüz müslümanları, savaşın yapısını ve meselenin özünü anlamaya ilişkin gerçek konusunda; şirk ve küfür grupların arkasına gizlendikleri yayınların onları yanıltmamasına ne kadar muhtaçtırlar. Nedenler ne ölçüde çeşitlenirse çeşitlensin, onların müslümanlarla inançları için savaştıklarında kuşku yoktur.

Diğer bir gerçek de; Ebu Bekir'in tereddüt etmeden söylediği sözünde görüldüğü gibi ilk müslümanların Allah'ın vaadine duydukları mutlak güvendir. Müşrikler O'nu arkadaşının sözü ile şaşkınlığa düşürmek istiyorlar ve bahse giriyorlar. Ve "birkaç yıl" içinde Allah'ın vaadi gerçekleşiyor... Müslümanların gönlünü güç, kesin iman ve Allah'ın vaadi gerçekleşene dek, sıkıntı, elem ve engeller karşısında direnme gücü ile dolduran; işte bu eşsiz biçimdeki mutlak güvendir. Uzun yorucu cihad yolunda, her akide sahibinin azığı budur. ,

Üçüncü gerçek de; haberin akışı içinde ara cümlesi olarak gelen bu olaydan "Eninde-sonunda emir Allah'ındır" Allah'ın sözünün vurgulandığı ve diğer olaylarda da duruma egemenliğin tümüyle Allah'a havale edilmesi konusunda acele edilmesi hem de tüm diğer konumlarına mihenk taşı olması için bu kapsamlı gerçeğin öne çıkarılmasıdır. İşte gerçeğin ifadesi olarak; zafer ve yenilgi, devletlerin doğuşu ve batışı, zayıflığı ve güçlülüğü, hepsinin durumu evrende meydana gelen diğer olaylar ve pozisyonların durumu gibi olup, temel nedenleri tümüyle Allah'a dayanmakta, hikmeti ve dileğince O yönetmektedir. Olaylar ve gelişmeler bu mutlak iradenin görünümünden başka bir şey değildir. O irade ki, kimsenin etkisinden söz edilemez, arkasındaki hikmetleri kimse bilemez. Kaynaklarını da sadece Allah bilir. Öyle ise, insanın Allah'ın planlanmış bir değerlendirmeye uygun olarak oluşturduğu olaylar ve gelişmeler karşısında yapabileceği tek şey, hakkı yerine getirmek ve ona teslim olmaktır.

"Elif, lam, mim." "Rumlar yenildi." "En yakın bir yerde. Onlar bu yenilgilerinden sonra yeneceklerdir." "Birkaç yıl içinde. Eninde-sonunda emir Allah'ındır: O gün mü'minler sevinir.

Nitekim Allah'ın vaadi doğru çıkmış, mü'minler de Allah'ın zaferiyle sevinmişlerdïr.

"Allah dilediğine yardım eder. O güçlüdür (galibdir) esirgeyendir."

İşte her zaman duruma egemen olan O'dur. O, zaferi dilediğine verir. Dilediğini sınırlayacak hiçbir şey yoktur. Sonucu gerekli kılan dileme, nedenleri hazırlayan dilemenin kendisi olduğundan, nedenlerin varlığı, zaferin dilemeye bağlanmasıyla çelişmez. Kâinatı yöneten yasaların tümü, hiçbir kayda tabi olmayan bu dilemeden ortaya çıkmıştır. Yine O, dileme işlevini; eksiksiz yerine getiren yasalar ve kararlı değişmez sistemler olmasını hedeflemiştir. Zafer ve yenilgi, kayıt tanımaz dilemenin gerekli kıldığı o yasalara uygun olarak etkileyen faktörlerden doğan durumlardır.

Bu konuda İslam akidesi açık ve mantıkidir. İşte o, her şeyde Allah'ı egemen kabul etmekte fakat sonuçların görünür ve olgu dünyasına, durumlarına göre çıktığı, doğal nedenlerin oluşturulması konusunda da insanoğlunu sorumlu tutmaktadır. Yalnız sonuçların fiilen gerçekleşip gerçekleşmemesi insanoğlunun sorumluluğu kapsamında değildir. Çünkü bu, temelde Allah'ın tedbirine bağlıdır. Nitekim bedevi, devesini Peygamberimizin mescidinin önünde başıboş bırakıp, "Allah'a tevekkül ettim" diyerek, girip namaz kılmaya başladığında Peygamberimiz Adama: "Onu bağla öyle tevekkül et" (Tirmizi, Enes B. Malik'ten vermiş) demiştir. Görüldüğü gibi, İslam inancında tevekkül (Allah'a dayanma) oluşum nedenlerini yerine getirmeyle kayıtlı olup işin Allah'a bırakılması ondan sonradır.

"Allah dilediğine yardım eder. O güçlüdür (galibdir) esirgeyendir." Durum böyle olunca, zafer, onu oluşturan ve olgu dünyasına çıkaran kadir güç ve onu insanların yararına dönüştürüp, hem yenen hem de yenilenler için yaralı kılan rahmetin gölgesi ile kuşatılmıştır. "Allah insanların bir kısmını bir kısmı ile savmasaydı yeryüzü kargaşaya boğulurdu." (Bakara Suresi, 251) Yeryüzünün kargaşadan korunması nihayetinde yenen ve yenilenlerin her ikisi için de rahmettir.

"Bu, Allah'ın vaadidir. Allah verdiği sözden caymaz; fakat insanların çoğu bunu bilmezler."

"Onlar dünya hayatının görülen kısmını bilirler. Ahiretten ise habersizdirler."

Görüldüğü gibi zafer Allah'ın vaadidir. "Allah vaadinden caymaz" gerçeği, mutlaka hayat olgusu çerçevesinde gerçekleşmesi gerekir. Vaadinin özgür iradesi ve derin hikmetinden kaynaklandığı, gözden kaçırılmamalıdır. O vaadini gerçekleştirir. Dilemesini geri çevirecek, yargısını bozacak yoktur, evrende dilediğinden başka şey olmaz.

Bu vaadin gerçekleşmesi, değişmez büyük yasanın bir yönüdür. "Fakat insanların çoğu bunu bilmezler" dıştan bilgin görünseler ve çok şey bilir olsalar da, onlara ilişkin bu yargı geçerlidir. Çünkü, bilgileri yüzeysel, hayatın dış görünüşü ile ilgili olup, değişmez özgün yasalarına inememekte, genel yasaları ve varlıkla olan güçlü bağlantılarına erememektedir. "Onlar dünya hayatının görünén kısmını bilirler." Bu dış görünüşü aşıp arkasındakini göremezler.

Dünya hayatının dış görünüşü, insanlara ne ölçüde geniş kapsamlı görünse de sınırlı ve küçüktür. Sınırlı hayatlarında çabaları da sınırlıdır. Hayat tümüyle de bu görkemli varlıktan küçük bir bölüm olup, ona da bu varlığın yapısı ve bileşimindeki yasalar ve sistemler egemendir.

Kalbi, bu varlığın içyüzü ile ilgi kuramayan, sezisi ona egemen olan yasa ve sistemlere ulaşamayan, bakmayı sürdürür ama sanki görmez. Dış biçimi ve sürekli hareketini görür, fakat hikmetini anlayamaz, onu ve onunla birlikte yaşayamaz. İnsanların çoğunluğu böyledir, çünkü hayatın pratiğini, varlığın sırları ile bağlantılı kılan sadece gerçek imandır. Bilgiye varlığın sırlarını kavrama ruhunu veren de O'dur. Bu özellikleri içeren iman sahipleri insanlar arasında azınlıktadırlar. Çoğunluk gerçek bilgiden yoksun yaşar.

"Ahiretten ise habersizdirler." Ahiret, yaratma zincirinde bir halka, varlığın çok olan sayfalarından bir sayfadır. Yaratmanın hikmetini ve varlığın yasasını kavrayamayanlar; ahireti ihmal ediyor, onu gereğinde değerlendiremiyor. Ve ahiretin; varlığın seyir çizgisinde yolundan geri kalmaz, hedefinden sapmaz bir aşama olduğunu görmüyorlar.

Ahiretin göz ardı edilmesi, onu göz ardı edenlerin ölçülerini yanıltıcı kılmakta, ellerindeki değerlerin dengesini bozmaktadır. Dolayısıyla, hayatı, olaylarını ve değerlerini doğru algılayamamakta, onlara ilişkin bilgileri eksik, yüzeysel kalmaktadır. Çünkü insanın iç dünyasında ahiretin hesaba alınması, yeryüzünde oluşan her şeye bakışını değiştirmektedir. Ahiret hesaba alındığında, kişinin yeryüzündeki hayatı, evrendeki uzun yolculuğunun kısa bir aşaması ve yeryüzündeki nasibi de varlıktaki kocaman payının az bir bölümüdür. Yeryüzünde olup biten olaylar ve pozisyonlarda romanın küçük bir bölümünden başka bir şey değildir. İnsanın yargısını, uzun yolculuktan kısa bir aşama, kocaman paydan az bir bölme, romandan küçük bir bölüme dayandırması yakışık almaz!

Diğer yandan, ahirete inanıp onu hesabına alan insan; yalnız bu dünya için yaşayan, onun ötesini beklemeyen diğeri ile bağdaşamaz. O ikisi, hayatın hiçbir durumu ve değerlerinden hiçbir değerin değerlendirilmesinde uyuşmazlar. Biri sadece dünya hayatının dış yüzünü görür, diğeri ise; ilişkiler, sistemler ve kapsamlı yâsalar aracılığı ile dışı-içi görünmeyeni-görüneni, dünyayı ahireti, ölümü, hayatı, geçmişi, günü, geleceği, insanlar, alem, canlı-cansız her şeyi kapsayan büyük alemi kavrar... İslam'ın insanlık için taşıdığı, kapsamlı, geniş, engin ufuk işte budur... İslam insanlığı o ufukta, yapısında Allah'ın ruhundan yakışır saygın konumlara yüceltmektedir.

KENDİ VARLIKLARINI DÜŞÜNSÜNLER

Allah'ın zaferine ilişkin vaadinin gerçekleşmesi ve ahiret konusunun, varlığın dayandığı büyük gerçeğe bağlanması için Kur'an, konu değiştirip insanları evrenin içerdikleri, göklerde-yerde ve aralarındaki varlıklar içinde başka bir gezintiye çıkarıyor. Ayrıca onları iç dünyalarına yöneltiyor, onun derinliklerine iniyor, araştırıyor. Amaç bu büyük gerçeği kavramalarını sağlamak. İnsanlar bu gerçekten, ahiretten habersiz olduklarından gafil olmakta ve buna bağlı olarak bu gerçeğin görülmesi ve araştırılmasına yönlendiren çağrıdan da gafil düşmekteler:



8- Kendi kendilerine hiç düşünmediler mi ki, Allah göklerde, yerde ve bu ikisi arasında bulunan her şeyi ancak hak ile belirlemiş bir süre ile yaratmıştır. insanların çoğu, Rabb'lerine kavuşmayı inkâr ederler.

İşte onların kendi yapıları ve tümüyle çevrelerindeki bu evrenin yapısı. Bu varlığın hakka ve sarsılmayan kapsamı içinde yolların ayrılığa düşmediği, hareketi gecikme göstermeyen, birbiri ile çelişmeyen, kör bir rastlantı, değişken psikolojik eğilimlere göre seyretmeyip, belirlenmiş sağlam duyarlı sistemi içinde işleyen yasaya dayandığını ilham etmektedir. Varlığın dayandığı bu gerçek, kişinin yaptıklarının karşılığını eksiksiz göreceği ahiretin olmasını gerektirir. Her şey yönlendirici hikmete göre planlanmış, eceline doğru yürümektedir. Her iş kararlaştırılmış zamanında olmakta, ne ileri geçmekte ne de geri kalmaktadır. İnsanın, kıyametin ne zaman olacağını bilmemesi, onun olamayacağı anlamına gelmez. Fakat gecikmesi dünya hayatının dış görünüşünden başka bir şey bilmeyenleri yanıltmakta, aldatmaktadırlar. "İnsanların çoğu Rabb'lerine kavuşmayı inkâr ederler."

Onları görkemli evrenin çatısı ve canlıları cansızların, büyüğü-küçüğü, gizlisi açığı, bilineni-bilinmeyeni ve tüm gök cisimlerini kapsayan çeşitli içeriğinde gerçekleşen amaçları ve ufku engin bir gezintiye çıkarıyor. Bu geziden geri kalmadan ve hedefinden sapmadan işleyen yasanın bir bölümünü görecekleri, zaman ve tarihin boyutlarından başka bir gezintiye naklediyor!

9- Yeryüzünde gezip, kendilerinden önceki insanların sonlarının nasıl olduğuna bakmazlar mı? Onlar kendilerinden daha güçlü idiler. Yeryüzünü kazıp altüst etmişler ve onu, bunların imar ettiklerinden daha çok imar etmişlerdir. Onlara da elçileri, delillerle gelmişti. Böylece Allah onlara zulmetmiyor, onlar kendilerine zulmediyorlardı.

10- Sonra kötülük edenlerin sonu çok kötü oldu. Çünkü Allah'ın ayetlerini yalanladılar. Ve onlarla alay ediyorlardı.

11- Allah önce yaratır, ölümünden sonra tekrar diriltir. Sonunda O'na döneceksiniz.

Geçmişlerin vardıkları sonuçları düşünmeye çağrı... Onlar da aynı türden insanlar olup Allah'ın yarattıklarından bir yaratıktılar. Onların geçmişte ulaştıkları sonuçlar, onları izleyip gelenlerin ulaşacağı sonuçların perdesini aralamaktadır. Allah'ın yasası hepsinde aynı yasadır. Allah'ın yasası, bu varlığın dayandığı değişmez gerçek olup, ne bir kuşağa ne de kendileriyle birlikte sonuçların değişeceği psikolojik eğilimlere ayrıcalık tanımaz. Alemlerin Rabbi Allah için böyle şeyler düşünülmez!

Bu, herhangi bir kuşağın, tüm insan kuşakları arasındaki güçlü bağı ve bu kuşaklara egemen olan yasa ile hayatlarındaki değişmez değerlerin birliğini göz ardı etmez. Hayatı, değerleri ve düşünceleriyle insanlıktan kopmaması için, bu hayatın gerçeğini, zaman ekseniyle bağlarını ve kuşaklar boyu kaynak ve kader birliğine sahip insanlığın gerçeğinin kavranmasına çağrıdır. "Yeryüzünü kazıp altüst etmişlerdi." Onu işlediler, içini deştiler, içerdiği yararlı maddeleri çıkardılar. Onu, bunların imar ettiklerinden daha çok imar ettiler... Uygarlıkları onlardan daha ileriydi ve yeri imar etme konusunda daha da marifetliydiler. Ama dünya hayatının dış görünüşüne takılıp kaldılar. İlersine geçemediler. Oysa "Onlara elçileri delillerle gelmişti." Fakat kavrayışları bu delillere açılmadı. İman etmediler ki; iç dünyaları, yolu aydınlatacak ışığa ulaşsın. Allah'ın, peygamberlerin getirdiklerini yalanlayanlara ilişkin yasası onlarda da hükmünü yerine getirdi. Ne güçleri yarar sağladı, ne bilgiler, ne de uygarlıkları ihtiyaçlarına çare oldu. Hak ettikleri adil karşılığa kavuştular: "Böylece Allah onlara zulmetmiyor, onlar kendilerine zulmediyorlardı."

"Sonra kötülük edenlerin sonu çok kötü oldu." Kötülük edenlerin karşılaştıkları sonuç çok kötü olup, "Çünkü Allah'ın ayetlerini yalanladılar. Ve onlarla alay ediyorlardı" uygun bir karşılıktı.

Kur'an-ı Kerim Allah'ın ayetlerini yalanlayan ve alaya alanları yeryüzünde gezmeğe, salyangoz gibi kabuklarına çekilmemeye, bu yalanlayan ve alaya alanların akıbetlerini incelemeye ve onların akıbetlerinin benzerini beklemeye çağırıyor. Aynı zamanda Allah'ın yasasının bir tek yasa olup kimseye ayrıcalık tanımadığını kavramaya, düşünce ufuklarını genişletmeye ve bu sayede insanlığın tümünde akıbetin birliğini kavramaya çağırıyor. İslam'ın, mü'minin kalbi ve aklını oluşturmaya özen gösterdiği işte bu düşünce yöntemi olup, Kur'an ona ilişkin çabasını çokça yinelemektedir.

Evrenin ve tarihin derinliklerindeki bu geziden onları, varlığın dayandığı gerçeğin bir öğesi olan, gafillerin göz ardı ettiği ölümden sonra diriliş ve mahşer gerçeğine döndürüyoruz.

"Allah önce yaratır, ölümden sonra tekrar diriltir. Sonunda O'na döneceksiniz."

Bu açık basit bir gerçektir. Yine iki bölümü veya iki halkası arasındaki uyum ve bağlantı da açıktır. Ölümden sonra dirilme ilk yaratma gibi olup, garipsenecek yanı yoktur. Onlar yaratma zincirinde, sadece birbirine bağlı iki halkadırlar. Aralarında kopukluk söz konusu değildir. Dönüş; kullarını olgunlaştırmak, gözetip kollamak ve sonunda yaptıklarına göre karşılık vermek için ilk yaratmayı da son yaratmayı da var eden alemlerin Rabb'inedir.

ÇARPICI TASVİRLER

Ayetlerin akışı, ölümden sonra dirilme ve mahşer konusuna gelindiğinde, kıyamet sahnelerinden bir sahne sunmakta, inananlarla yalanlayanların döndüklerindeki yerlerini tasvir etmektedir. Şirk koşmanın gülünçlüğünü, müşriklerin inançlarının tutarsızlığını ortaya koymaktadır.



12- Kıyamet kopacağı gün suçlular ümitsizlik içinde susarlar.

13- Allah'a ortak koştuklarından kendilerine hiçbir şefaatçı çıkmaz. O zaman ortaklarını inkâr ederler.

14- Kıyamet kopacağı gün, işte o gün mü'minlerle kâfirler birbirinden ayrılırlar.

15- İnanıp iyi işler yapanlar, cennette bir bahçe içinde neşelendirilirler.

16- İnkâr edip ayetlerimizi ve ahiret buluşmasını yalanlayanlara gelince; işte onlar azapla yüz yüze bırakılırlar.

İşte gafillerin göz ardı ettikleri, inkârcıların yalanladıkları kıyamet anı budur. İşte, o gelecek veya oluşacak olan an bu andır. İşte o kötülük edenler, şaşkın ve perişanlar. Kurtuluş umutları kalmamıştır. Dünyada sapıtarak edindikleri ortaklarından da onlara şefaat yoktur! Kurtarıcısız, şaşkın ve umutsuzlar. Ortak edindikleri şeyler onların ortaklıklarını tanımamaktadır.

Ardından mü'minlerle kâfirlerin yol ayrımına geliniyor!

"İnanıp iyi işler yapanlar, cennette bir bahçe içinde neşelendirilirler." Orda kalbi ve düşünceyi ferahlatan, gönlü mutlu kılan şeylerle karşılaşırlar. "İnkâr edip ayetlerimizi ve ahiret buluşmasını yalanlayanlara gelince; işte onlar azapla yüz yüze bırakılırlar."

İşte yolculuğun sonu ve iyilik edenlerle kötülük edenlerin akıbeti.

EVREN VE İNSAN ÜZERİNVDE BLR GEZİNTİ

Ahiret alemi ve kıyamet sahnelerinde gerçekleşen bu geziden onları bu aleme, evren ve hayat sahnelerine, yaratıkların ilginçlikleri, insanın iç yapısının sırları, olayların olağan dışılıkları ve oluşun mucizelerine çeviriyor. Bölüm gece ile gündüzün değişme anları, öğle ile akşam üstleri, Allah'ın tesbih edilmesi ve engin evrende hamdın Allah'a özgü olduğu uyarısı ile başlıyor:



17- Öyle ise akşama girdiğiniz zaman ve sabaha erdiğiniz zaman Allah'ı tesbih edin.

18- Göklerde ve yerde, günün sonunda, öğleye erdiğiniz zamanda hamd O'nundur.

19- O ölüden diri çıkarır, diriden ölü çıkarır. Yeryüzünü ölümden sonra o canlandırır.

20- Sizi topraktan yaratması O'nun delillerindendir. .Sonra birer insan olup yeryüzüne yayılırsınız.

Gayeleri, engin, büyük, latif, derin ve köklü gerçeklere değinen bir gezi. Öyle bir gezi ki; insan kalbini, akşam-sabah, gökler-yer, akşam üstleri ve öğle zamanlarında dolaştırıyor. Onu hayat, ölüm, yenilenme ve yok olma konusunda sürekli eyleme, araştırmaya sevk ediyor. insanın ilk yaratılışı, yapısının içeriği, eğilimleri, dürtüleri, güçleri, enerjileri ve bunlar doğrultusunda işlev gören cinsler arası ilişkileri, göz önüne getiriyor. Göklerin ve yerin yaratılışı, ortam ve mekân farklılığına bağlı olarak diller ve renklerin farklılığındaki Allah'ın ayetlerine dikkat çekiyor. İnsan varlığında görülen uyku, uyanıklık, rahatlık, yorgunluk ve evrende görülen yıldırım ve yağmur olayı, onların insan psikolojisinde harekete geçirdiği korku ve ümit türü duygular ile yerin yapısında harekete geçirdiği canlılık ve gelişmelere yönlendiriyor. Bu ilginç gezi sonunda, insan kalbini, göklerin ve yerin yapılarını korumalarının Allah'ın emri ile olduğu, göklerde ve yerde bulunanların tümünün Allah'a yönelmiş bir durumda olduklarına ulaştırıyor. Ve bu gezi, bu irdeleme sonucu söz götürmez bir açıklıkla beliren gerçeğin vurgulanmasıyla sona eriyor. Allah ile yaratır ve ölüyü yeniden diriltir. Yeniden diriltme O'na daha kolaydır. Göklerde ve yerde yüce nitelikler O'na özgüdür. O yenilmez ve yaptığına tam egemendir.

"Öyle ise akşama girdiğiniz zaman ve sabaha erdiğiniz zaman Allah'ı tesbih edin." "Göklerde ve yerde, günün sonunda, öğleye erdiğiniz zaman da hamd O'nundur."

Bu tesbih ve hamd; mü'minlerin ağırlanacakları cenneti kazandıkları, kâfirlerin de azapla karşılaştıkları kıyamet sahnesinin sunuşunu izleyerek, göklerin, yerin ve insanın psikolojik yapısının derinlikleri ve yaratılışın ilginç görünümlerinde gerçekleşecek geziye giriş olarak gelmektedir. Görüldüğü gibi tesbih ve hamd geçen sahneyi izleyen; bu geziye de giriş olma açısında ayetlerin akışına son derece uygun düşmektedir.

Ayet, tesbih ve hamdı; akşam, sabah, akşam üstleri ve öğle vakitleri olmak üzere zaman ve göklerle yerin boyutlarıyla bağlantılıyor. Böylece onların zaman ve mekânının her an ve her yerinde işlevde olmalarına bağlı olarak, insan kalbi her yer ve zamana Allah'la bağlanmakta, evrenin çatısı, gök cisimlerinin hareketi, gece, gündüz ve öğle olayları aracılığı ile yaratıcı ile olan bu bağı hissettirmektedir. Dolayısıyla bu kalp, işlerlik, uyanıklık ve duyarlığını koruyor. Çevresindeki tüm manzaralar, olaylar, değişen anlar ve pozisyonlar ona Allah'ı hamd ve tesbih etmesi gerektiğini hatırlatıyor ve onu Rabb'ine bağlıyor.

"O ölüden diri çıkarır, diriden ölü çıkarır. Yeryüzünü ölümden sonra O canlandırır."

Yeryüzünü uzay ve denizlerin derinliklerinde gece-gündüz bir an duraksamayan, bu sürekli hareket... İşte bu değişim her an gerçekleşmektedir. Sürekli birliktelik ve tekrarlanmadan ötürü farkına varamadığımız mucizedir bu. Her an ölüden diri, diriden ölü çıkıyor, tane veya çekirdek içinde durgun görünmesine karşın sürekli hareket etmektedir. Her an bir tohumun kabuğunu yararak hayat alanına çıkarmaktadır. Her an süresini dolduran bir dal, ot veya ağaç kuruyor, çürüyüp kırıntı durumunda toprağa karışıyor. Bu kırıntılar aracılığı ile hayata hazır durgun yeni çekirdek, havaya karışan gaz oluşuyor ve toprak onunla gıdâlanarak verime hazırlanıyor. Toprağa karışan ve onu gazlarla besleyen cüsse hayat için yeni malzeme ve bitkiler için yeni bir gıda olmakta, hayvan ve insana dönüşmektedir! Uzay ve denizlerin derinliklerinde de aynı şeyler olup bitmektedir.

Bütün bunları gören,kalb ve uyanık sezgi ile araştıran, Kur'an'ın kılavuzluğu ve Allah'ın nurundan kaynaklanan nuru ile gören kişi için ürperti veren ilginç bir dönüşüm zinciridir.

"Yeryüzünü ölümden sonra O canlandırır"

Mesele olağan olup gerçekle çelişir yanı yoktur. Evrenin gece, gündüz, her an, her yerde, tanıklık ettiğinin dışında bir durum söz konusu değildir.

"Sizi topraktan yaratması O'nun delillerindendir. Sonra birer insan olup yeryüzüne yayılırsınız."

Toprak ölü ve durgundur. Bu yapısına karşın insan ondan oluşmuştur. Kur'anda başka bir yerde "Andolsun ki, biz insanı süzme çamurdan yarattık. "(Mü'minun Suresi, 12) biçiminde gelmiştir. Yani insanın uzak kökü çamurdur. Bu kök burada; ölü, durgun toprakla; canlı hareketli insanın, anlam ve görünüm açısından değerlendirilmesi konusunda uyarmak ve konuya Kur'an'ın yöntemiyle uygunluk kazandırılması için "Ölüden diri çıkarır, diriden ölü çıkarır" ifadesinin ardından veriliyor.

Bu olağanüstü mucize, kudret ayetlerinden bir ayet ve insanların üzerinde yaşadığı, oluşum özü ve büyük varlık çerçevesinde ikisine de hükmeden yasalar açısından kaderdaş olduğu bu dünya arasındaki güçlü bağın dolaysız ifadesidir.

Durgun, dengesiz toprak görünümünden, hareketli yüce insan görünümüne geçiş; bu eylemi Allah'ın gerçekleştirdiği konusunda düşünceyi hareketlendiren, insanın iç yapısını Allah'a hamd etme ve O'nu eksikliklerden uzak görmeğe özendiren ve kalbi, keremli, faziletli yaratanı yüceltmeye yönelten bir geçiştir.

İnsan türüne ilişkin olan birinci halkadan, insanın iki cinsi arasındaki orta hayat alanına geçiyor:



21- O'nun delillerinden biri de, içinizden kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler yaratıp; aranıza muhabbet ve rahmet koymasıdır. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır.

22- O'nun delillerinden biri de, göklerin re yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin ayrı ayrı olmasıdır. Şüphesiz bunda, bilenler için ibretler vardır.

23- O'nun delillerinden biri de, geceleyin uyumanız, gündüz de O'nun lütfundan rızık aramanızdır. Şüphesi:, bunda işiten bir toplum için ibretler vardır.

İnsanlar diğer cinse karşı duygularını bilirler, cinsler arasındaki bu bağ, duyguları ve sinir sistemini meşgul eder. İnsanların adımlarını ve enerjilerini, kadın, erkek arasında çeşitli tarzdaki bu duygular ve yönelimleri harekete geçirir. Fakat onlar, kendi nefislerinden onlara eşler yaratan, psikolojilerinin yapısına uygun bu duyguları koyan, bu bağı nefis ve sinirler için durulma, cisim ve kalb için rahatlama, hayat için denge unsuru, ruhlar ve vicdanlar için ferahlama ve silesi ve hem kadın hem erkek için gönül rahatlığı kılan Allah'ın elini ne kadar az hatırlıyorlar.

Kur'an bu ilişkiyi, kalbin ve duyguların derinliklerinden toplayıp getirircesine duyarlı, latif ve ilham veren bir biçimde dile getiriyor:

"İçinizden kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler yaratıp aranıza muhabbet ve rahmet koymasıdır. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır."

İki cinsten, her birinin diğerinin yanında rahatlık ve iç huzuru bulmaları, déngeyi sağlar. Psikolojik sinirsel ve organik bileşimlerinde her birinin beklentilerine karşılık verilmesi, diğerinde gözetildiğinden, her ikisinin de, birliktelikte huzur ve yeterlilik bulmaları. Birlikteliklerinin ürünü olarak yeni bir kuşakta kendini gösterecektir. Yeni bir hayatın var edilmesine yönelik olması açılarından, iki cinsten her birinin diğeri ile uyumlu ve psikolojik, ahlâki ve fiziki yönlerden yapısal ihtiyaçlarına cevap verir biçimde yaratılışı aracılığı ile insanlar yaratıcının hikmetini kavrıyorlar.

"O'nun delillerinden biride, göklerin ve yerin yaratılması dillerinizin ve renklerinizin ayrı ayrı olmasıdır. Şüphesiz bunda, bilenler için ibretler vardır."

Göklerin ve yerin yaratılışlarının ayet oluşuna Kur'an'da çokca değinilmekte fakat biz genellikle üzerinde durmadan geçmekteyiz... Oysa bu üzerinde uzunca durup derinden araştırılmaya layıktır.

Göklerin ve yerin yaratılması; hakkında çok az bir şeyler biliyoruz. Aralarında küçük dünyamızın neredeyse boyut ve hacimden yoksun, varlığından habersiz, bir zerreden başka anlam taşımadığı, sayılamayacak kadar yıldızlar, gezegenler, nebulalar ve galaksilerden oluşan; insanı irkilten büyüklüğe karşın dolaşım ve hareketlerinde çarpışma. bozulma, geri kalma ve sarsılmadan koruyup, her şeye durumuna göre ölçü koyan ilginç düzen arz eden evrenin duyarlı, büyük ve mükemmel yapısının oluşturulması anlamınadır.

Genel hacim ve düzen açısından durum bu. Bu görkemli yaratıkların sırları, yapıları, onların içinde örtülü olanlar ve dış yüzeylerinde görülenlerle onlara hükmeden ve yönlendiren yasalara gelince; anlamı mahiyeti, insanın ulaştığı noktanın çok ötesinde olup, insan onlara ilişkin çok az şey bilmektedir. Günümüze dek üzerinde yaşadığımız bu küçük gezegenin araştırılmasında da çok az yol alınmıştır.

Bilginlerin yaptıkları küçük bir aygıtla uzun uzadıya ilgilenirken üzerinde durmadan geçtiğimiz, göklerin ve yerin yaratılışlarının kanıt oluşturmasına, kısa bir dengenin ortaya koydukları bunlar. Bilginler, o küçük aygıtın, belirli bir zaman bozulmadan, öğeleri çelişkiye düşmeden düzenli bir hareketi gerçekleştirebilmeleri için, öğelerinin uyumu konusunda önlemler almaktalar. Durum böyleyken kimi şaşkın sapıklar, bu ilginç duyarlı sistem sahibi görkemli evrenin, yaratıcısız ve düzenleyicisiz varolduğunu ileri sürebilmekteler. Daha şaşırtıcı olan bu ciddiyetsiz bilginleri dinleyenlerin varlığı!

Göklerin ve yerin ayet oluşturması ile insanlar arasındaki dil ve renk farklılıklarının bağlantısı... Bunların göklerin ve yerin yaratılması ile ilgisi vardır. İnsanoğlunun yaratılışı birliğine rağmen görülen dil ve renk farklılıkları, yerin astronomik konumu ve yeryüzündeki atmosfer ve ortam farklılıklarıyla bağlantılıdır.

Günümüz bilginleri, dil ve renk farklılıklarını görüyorlar da ondaki Allah'ın eli ve göklerle yerin yaratılışındaki ayetlerini görmeden geçiyorlar. Doğrusu dış görünüşü objektif bir biçimde araştırıyorlar fakat, hem dış görünüşler ve hem de içte olanların yaratıcısı ve sistemleştiricisinin yüceltilmesi konusu üzerinde durmuyorlar. Sebep insanların çoğunun bilmez oluşu: "Onlar dünya hayatının görülen kısmını bilirler." Göklerin, yerin dillerle renklerin farklılığının, Allah'ın varlığına kanıt içermelerini ise; sadece kapsamındakiler biliyorlar. "Şüphesiz bunda, bilenler için ibretler vardır" ın kapsamındakiler biliyorlar.

"O'nun delillerinden biri de, geceleyin uyumanız, gündüz de O'nun lutfundan rızık aramanızdır. Şüphesiz bunda işiten bir toplum için ibretler vardır."

Görüldüğü gibi bu ayette; evrensel olaylar ve insanlığın onlarla ilintili durumlarını bir araya getirerek varlığın çatısı içinde uyumlu ve bağlantılı durumlarını ortaya koymaktadır. Yine gece-gündüz olgusu, insanın uyuması, Allah'ın kullarına, arayış ve çabalarına bağlı olarak lütfettiği rızık arama girişimlerinin birbirine bağımlılığı ve uyumluluğu da gözler önüne serilmektedir. Allah, insanları içinde yaşadıkları varlıkla uyum içinde yaratmıştır. Çalışma ve girişime olan gereksinimlerine ışık ve gündüz; uyku ve dinlenme gereksinimlerine de gece ve karanlıkla uygun ortam sağlamıştır. Bu ve diğer konularda, çok farklı niteliklere sahip olmalarına karşın, onların durumları bu gezegendeki diğer canlılar gibidir. Hepsi de genel varlık sisteminde yapısına cevap veren ve yaşamasına olanak sağlayan ortamı bulur. "Şüphesiz bunda, işiten bir toplum için ibretler vardır" Uyku ve çalışma, işitme ile algılanan durgunluk ve harekettirler. Diğer yandan, Kur'an ayetindeki bu değerlendirme, Kur'an yöntemiyle değindiği oluşa ilişkin ayetle uyum içindedir.



24- O'nun delillerinden biri de, size korku ve ümit veren şimşeği göstermesi, gökten su indirip ölümden sonra yeri diriltmesidir. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır.

Şimşek evrensel sistemden kaynaklanan bir gerçek. Kimileri onu elektrik yüklü iki bulut veya bulutla, dağ tepesi gibi bir yer cismi arasında oluşan iyon akışından kaynaklandığını söylüyorlar. Bu olay gök gürültüsü biçiminde belirir ve atmosferde bir boşalmaya yol açar. Genellikle bu çarpışmanın sonucu şimşek çakması ve yıldırım inişini yağmur izler. Neden, ne olursa olsun şimşek; bu evrenin Allah'ın koyduğu sisteminden kaynaklanmaktadır.

Kur'an-ı Kerim yapısı gereği evrensel olayların nitelikleri ve nedenleri konusunda pek detaya inmemekte, insan kalbini varlık ve varlığın yaratıcısına bağlamak için onları araç edinmektedir. Diğer yandan bu noktada "Umut ve korku vermek için" onlara şimşeği göstermesinin Allah'ın ayetlerinden bir ayet olduğunu bildiriyor. Umut ve korku, bu olay karşısında insan psikolojisini. dönüşümlü olarak etkileyen yapısal iki duygudurlar. Şimşek çaktığında; kimi kez insanları ve eşyayı yıldırım düşmesinin yol açtığı veya şimşeği görmenin, bu görkemli evrenin genel çatısına egemen gücün algılanması yönündeki etkisinin neden olduğu müphem korku, kimi kez de, ayette şimşeğin ardından "gökten su indirip onunla ölümünden sonra yeri diriltir" sözleriyle değinilen ve çoğu durumlarda şimşeği izleyen yağmurun ardından gelecek yarar umudu sarar insanı.

Canlılık ve ölülük terimlerinin yer için kullanılması, yerin yaşayan ve ölen canlı bir varlık olarak algılanmasına yol açmaktadır. Gerçekte de durum Kur'an-ı Kerim'in nitelediği gibidir. İşte bu evren, Rabb'ine baş eğerek, saygı göstererek itaat eden, emirlerini kulluk ve yüceltmeyle karşılayan canlı bir yaratık olup, bu gezegen üzerinde Allah'ın yaratıklarından biri olarak gezinen insan da, onlarla birlikte, Alemlerin Rabb'i Allah'a yönelmiş o tek konvoy içinde yürümektedir.

Bunların tümü, suyun toprağa ulaştığında, ona sağladığı verimlilikle gelişen, canlı bitkilerin üremesi ve her yanın bu bitkiler, hayvanlar ve insanların oluşturduğu hayatla dalgalanmasını sağlamasına dayanmaktadır. Su hayat taşıyıcısıdır, onun olduğu yerde hayat oluşur.

"Şüphesiz bunda, düşünen bir toplum için ibretler vardır." Bu araştırılması ve düşünülmesi gereken bir konudur.



25- O'nun delillerinden biri de, göğün ve yerin O'nun buyruğu ile ayakta durmasıdır. Sonra sizi kabirlerinizden bir çağırmaya görsün, hemen çıkıverirsiniz.

26- Göklerde ve yerde olanlar O'nundur, hepsi O'na boyun eğmiştir.

27- Önce yaratan, ölümden sonra tekrar dirilten O'dur. Bu O'nundur. O güçlüdür hikmet sahibidir.

Göğün, yerin düzeni, kusursuz, planlı hareket eder biçimde varlıklarını sürdürmeleri, Allah'ın gücü ve düzenlemesinin dışında bir şeyle olmamaktadır. Kendisinin veya bir başkasının bunu sağladığını iddia edecek hiçbir yaratık yoktur. Yine "bunların tümü düzenleme olmaksızın oluşmaktadır" diyecek akıllı biri de yoktur. Durum bu olunca, göğün ve yerin emre uyarak, hedeften şaşmadan, bozulma, sarsılma göstermeden O'na boyun eğerek ayakta durması, Allah'ın ayetlerinden bir işarettir.

"Sonra sizi, kâbirlerinizden bir çağırmaya görsün, hemen çıkıverirsiniz."

Evrendeki bu ince düzeni ve bu eşsiz egemenliği seyreden biri; yüce ve ulu yaratıcıdan gelen bir emirle kabirlerden çıkılması buyrulduğu zaman güçsüz insanların bu direktifle koşmamasını asla düşünemez.

Ve ardından bu açıklamaları bitirmek üzere son vurgu geliyor; işte göklerde ve yerdeki yaratıkların tümü Allah'a boyun eğmektedir.

"Göklerde ve yerde olanlar O'nundur, hepsi O'na boyun eğmiştir."

İnsanlardan birçoğunun Allah'a boyun eğmediğini ve kulluk etmediğini biliyoruz. Fakat bu gerçek, göklerde ve yerde bulunan her şeyin Allah'ın şaşmaz ve geçilmez kanunlarına boyun eğdiği ve O'nun iradesine bağımlı olduğunu belirtmektedir. Onlar, isyankâr olup, kâfir olsalar da bu kanunun egemenliğindedirler. Akılları ile Allah'ı yalanlasalar kalpleri ile O'nu inkâr etseler de aynı yasaya boyun eğip aynı prensiplere uyacak ve gerçek yaratıcı onlara diğer kullara hükmettiği gibi hükmedecektir.

Çünkü onların bu emre itaat etmekten başka yapabilecekleri bir şey de yoktur. Bu engin ve görkemli gezinti, gafillerin görmezlikten geldiği diriliş ve kıyamet meselesini belirterek bitiyor.

"Önce yaratan, ölümden sonra tekrar dirilten O'dur. Bu O'nun için daha kolaydır. Göklerde ve yerde olan en yüce sıfatlar O'nundur. O güçlüdür, hikmet sahibidir."

Geçtiğimiz ayetlerde yoktan var etme ve yeniden diriltilme olayına değinilmişti. Bu detaylı gezinin ardından bu konu,burada yeniden tekrarlanmakta ve yeni eklemeler yapılmaktadır. "Ölümden sonra diriliş O'nun için daha kolaydır." Allah için kolay, veya zor diye bir şey yoktur. "O'nun işi bir şeyin olmasını dileyince ona "Ol" demektir. O şey hemen oluverir" (Yasin Suresi, 82) Fakat O, insanların kavrayışına göre hitab etmektedir. İnsanların ölçüsüne göre yoktan var etmek, bozulup dağılanın var edilmesinden daha zordur. Durum böyleyken ne oluyor da yeniden var etmeyi Allah için daha zor görüyorlar, oysa o yapısı açısından daha kolaydır!

Göklerde ve yerde üstün nitelikler O'nundur. O, kimsenin ortak olmadığı nitelikleriyle göklerde ve yerde tektir. Hiçbir şey O'nun benzeri değildir. O hiçbir şeye ihtiyacı olmayan fakat her şeyin kendisine muhtaç olduğu eşsiz yaratıcıdır. İstediğini yapacak güce sahiptir, dilediğini idare edecek hükme maliktir.

Surenin akışı, insan kalbini geniş ufuklarda ve engin ortamlarda gezdirdikten; görünen ve görünmeyen hallerde dolaştırdıktan sonra onu yeni bir vurguyla yüz yüze getiriyor.



28- Allah size kendisinden bir misal vermektedir: Size verdiğimiz rızıklarda, emrinize verilen kölelerin, hizmetçilerin eşit suretle hak sahibi olmalarına razı olur ve birbirinizden çekindiğiniz gibi onlardan da çekindiğiniz ortaklar var mı? İşte biz aklını kullanan bir toplum için delillerimizi böyle açıklıyoruz.

Bu örnek, cin, melek, put ve ağaç gibi her ne türden olursa olsun Allah'ın yaratıklarından birini O'na ortak koşan kimseler için verilmektedir. Onlar, kölelerini ne sahip oldukları mala ortak kabul ederler, ne de herhangi bir açıdan kendilerine eşit sayarlar. Durumları o kadar ilginç ki, tek rızık veren yaratıcıya ortaklar koşuyorlar, fakat kölelerin kendi mallarına ortak olmasını reddediyorlar. Oysa malları, Allah'ın kendilerine verdiği nimetlerdir. Kendi yaratıkları da değildir. Bu, hesap ve değerlendirişleriyle, derin bir çelişkiye düşmüşlerdir. Allah bu örneği onlara adım adım açıklıyor. "Size kendinizden bir misal vermektedir. Sizden uzak değil, araştırılması için yolculuk da gerekmez... Sahip olduklarınız (köleleriniz)den verdiğimiz rızıkta size eşit olan ortaklar var mı?" Kölelerin onlara eşit olması bir kenara, malla üzerine herhangi bir pay sahibi olmalarına da razı olmazlar. "Birbirinizden çekindiğiniz gibi onlardan da çekinir misiniz?

Yani siz eşitlik gözeterek hür ortaklarınızı saydığınız gibi özgür ortakların hakkın gözettiğiniz gibi onların hakkını da gözetiyor, size haksızlık, hakkınıza tecavüz etmelerinden endişe duyduğunuz gibi, siz de onların hakkına tecavüz etmekten çekinir misiniz? Sizin yakınınızda ve kendinizle ilgili bir konuda durum böyle olur mu? Sizin için olmazsa en yüce sıfatlara sahip olan Allah için nasıl uygun görüyorsunuz?

Bu açık mantık kurallarına ve doğru düşünmeye dayanan, gayet yalın kesin yargılı, tartışma götürmez bir örnektir.

"İşte aklını kullanan bir toplum için delillerimizi böyle açıklıyoruz."

Onların şirk konusunda düştükleri çelişkiler bu şekilde sunulduktan sonra, bu ikilemin asıl sebebi açıklanıyor ve bunun hiçbir düşünce ve akla dayanmayan nefsi eğilimlerin eseri olduğu belirtiliyor.

29- Hayır, zulmedenler bilgisizce keyiflerine uydular. Allah'ın saptırdığı kimseleri kim doğru yola eriştirebilir?

Keyfi eğilimlerin sınırı ve ölçüsü yoktur. Onlar; nefsin değişken eğilimlerine, dengesiz atılımlarına, isteklerine ve korkularına bağlıdır. İstekleri ve emelleri ne gerçeğe dayanır, ne sınır tanır, ne de bir ölçü ile yenilebilir. Çünkü hidayete yer bırakmayan, delaletten korunmaya imkân vermeyen sapıklığın kendisidir. "Allah'ın saptırdığı kimseleri kim doğru yola eriştirebilir?" Çünkü bu sapıklık da nefsi arzuların sonucu olur. Kötü gidişten alıkoyacak yardımcı yoktur onlara.

MÜ'MİNLERE RABB'LERİNDEN ÖĞÜTLER

Değişken ve dengesiz eğilimlerin güdümünde yürüyenleri bu noktada bırakarak, Resulullah'a yöneliyor. Onu yarattığı fıtrata, Allah'ın insanları değişmez dinine yönelmesini emrediyor. İnsan yapısına ve fıtratına uygun olan bu dindir. Müşriklerin, değişken arzu ve eğilimlerinin ardına takılarak grup grup ayrılmaları gibi kapalılık ve ayrılıklar yoktur bu dinde; ayrılan müşrikler olduğu gibi, ayrılığa düşmediği değişmez tek dindir!



30- Ey Muhammed! Yüzünü Allah'ı birleyici olarak doğruca dine çevir: Allah'ın yaratma kanununa uygun olarak dine dön ki, insanları ona göre yaratmıştır. Allah'ın yaratması değiştirilemez. İşte doğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.

31- Yalnız O'na yönelin ve O'ndan korkun; namazı kılın ve Allah'a ortak koşanlardan olmayın.

32- Müşrikler dinlerini parçaladılar ve bölük bölük oldular. Bunlardan her fırka kendi yanındakiyle böbürlenmektedir.

Evrenin içeriği, dıştan görünen sahneleri, nefsin derinlikleri ve yapısında geçen bu gezintilerin ardından yönelimin doğru dine bağlı kılınmasına ilişkin bu direktif yerinde ve zamanında geliyor... Öyle ki, yoldan çıkmış kalpler, tutumlarını haklı gösterecek her türlü gerekçeyi yitirmiş ve her türlü cephane ve silahtan yoksun kaldıkları gibi, yapısı bozulmamış kalpler de onu karşılamaya hazırlanmıştır. İşte Kur'an'ın uyguladığı yol, insanı oraya götüren güçlü metod budur. Kalplerin karşı koyamadığı nefislerin reddedemediği metod:

"Yüzünü Allah'ı birleyici olarak doğruca dine çevir..."

Doğruca O'na yönel. Gerçek bilgiye dayanmayıp; sadece arzuların ardına takılıp giden, dağınık arzu ve eğilimlerin etkisinden koruyan, işte bu dindir... Sen yönelimini insan yapısının onayladığı dine çevir ve hiçbir yana eğilme. Ve başkalarına da aldırış etme.

"Allah'ın yaratma kanununa uygun olarak dine dön ki, insanları ona göre yaratmıştır. Allah'ın yaratması değiştirilemez."

Böylece insan nefsinin yapısı ile bu dinin yapısını birbirine bağlıyor. Her ikisi de Allah'ın dilediği yapıda her ikisi de varlığın yapısıyla uyumlu, her biri yapı ve yöneliminde diğeriyle uyumlu. İnsan kalbini yaratan Allah'dır. Bu dini ona hükmetmesi, onu yönetmesi, hastalığını tedavi etmesi ve sapmadan koruması için indiren yüce Allah, yarattığını bilir. O lâtiftir, haberdardır. Yapı da değişmez, dinde; "Allah yaratması değiştirilemez." Nefisler yapılarının dışına çıktıklarında; onları yapılarına döndürecek ve yapıyla uyum içinde olan bu dindir sadece. İnsanın yapısıyla varlığın yapısını kesiştiren din.

"İşte doğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.

Bu davranış sonucu bilgisizce, keyfi eğilimlerin güdümüne giriyor, hedefe götüren doğru yoldan sapıyorlar.

Yönelimin doğru dine bağlı kılınmasına ilişkin direktif Peygamberimize yönelik ise de kastedilen tüm mü'minlerdir. Bunun için direktif yönün doğru dine bağlı kılınmasının ne demek olduğunu açıklamaya devam ediyor.

"Yalnız O'na yönelin ve O'ndan korkun; namazı kılan ve Allah'a ortak koşanlardan olmayın."

Yönelimin doğru dine bağlı kılınmasını; Allah'a yönelme ve her durumda O'na dönme, hatadan sakınma, iç duyarlığı koruma, gizli, açık her konumda Allah'ın kontrolünü göz önünde bulundurma, her hareket ve durgunluk anında o kontrolü duyumsama, salt Allah'a kulluk için namaz kılma ve mü'minlerle müşrikleri birbirinden ayıran özellik olan Allah'ı bir bilme olarak veriyor.

Müşrikleri ise; "Dinlerini parçaladılar ve bölük bölük oldular" olarak niteliyor. Şirkin türleri çoktur. Müşriklerin kimi cinleri, kimi melekleri, kimi ataları, kimi yöneticileri, kimi papazları ve hahamları, kimi ağaçları-taşları, kimi gezegen ve yıldızları, kimi ateşi, kimi geceyi-gündüzü, kimi sahte değer yargıları ve arzuları Allah'a ortak koşarlar. Şirkin türleri sayılmakla bitmez... Her grup kendi yanındaki ile sevinmektedir. Oysa doğru din birdir, değişmez ve kollara ayrılmaz; bağlılarını tek Allah'dan başkasına götürmez. Yerin ve göklerin emri ile varlığını sürdürdüğü ve yerdeki göktekilerin O'nun olup O'na baş eğdiği Allah'dan başkasına.

Surenin bu bölümü de ana konu etrafında ilerliyor. İnsanlarla olayların kaderlerinin bağlı olduğu, hayat, evren ve doğru dinin yapılarının çelişmesiz biçimde uyum sağladıkları genel ve evrensel yörüngesinde.

Kur'an bu bölümde, değişmez yapılar yanında, insanın değişken psikolojik éğilimlerinin görünümü ve doğru dinin güçlülüğü karşısında şirk türü inançların güçsüzlüğünü, darlık ve bolluk anlarında insan psikolojisinin durumlarını tasvir ediyor. Ki o insan psikolojisi, Allah'ın sarsılmaz ölçüsüne dayandığı ve rızkı dilediğine genişletip dilediğine kısan kaderine boyun eğmediği sürece, değerlendirim ve tasarımlarında denge sağlayamamaktadır. Rızkın uyandırdığı çağrışımları aracılığı ile onları, malı arttırıp temizleyen yönteme yönlendiriyor. Hedefe ulaştıran açık yolla uyum içindeki yönteme... Onları bu yolla öldüren, dirilten ve rızık veren Allah'ın tanımasına ulaştırıyor. Allah'ın yaptıklarına karşın O'na ortak koştuklarının ne yaptıklarını soruyor. Peygamberimiz -salât ve selâm üzerine olsun- ve müslümanları, çalışma ve kazanmanın olmadığı sadece yapılanların hesabı ve karşılığının görüleceği gün gelmeden doğru yollarına yönelmeleri konusunda uyardığı gibi, müşrikleri de her yerde görülen, şirk inancının yol açtığı olumsuzluk konusunda uyarıyor. Sözün Allah'ın rızkına ilişkin açılımında; kalplerini, bu rızkın gökten inip ölümünden sonra yeri canlandıran ve Allah'ın emri ile içinde gemilerin yüzdüğü su gibi maddi hayatlarına ilişkin ve ölü kalpleri, gönülleri diriltmek için Resule inen açık ayetler gibi manevi hayatlarına ilişkin türlerine yöneltiyor, fakat onlar ne doğru yolu buluyor, ne de dinliyorlar. Onları yaratılışlarının evreleri ve zulmedenlerin özürlerinin kabul edilmeyeceği ve memnun olmayacakları gün olan, yaratıcılarına ulaşana dek hayatlarına ilişkin bir geziye çıkarıyor... Bu bölüm Peygamberimizin -salât ve selâm üzerine olsun- yatıştırılmaları ve Allah'ın hak vaadi gerçekleşene dek direnmeye yönlendirilmesiyle sona eriyor.



33- İnsanlara bir zarar dokundu mu, Rabb'lerine yönelerek O'na yalvarırlar. Sonra Rabb'leri, onlara kendinden bir rahmet tattırınca, hemen onlardan bir grup, Rabb'lerine ortak koşarlar.

34- Böyle yaparlar ki kendilerine verdiğimiz nimete karşı nankörlük etsinler. Haydi! Biraz eğlenin bakalım, yakında sonunuzun ne olduğunu bileceksiniz.

35- Yoksa onlara ortak koşmalarını söyleyen bir delil mi indirdik?

36- Biz insanlara bir rahmet tattırdığımız zaman sevinirler. Şayet yaptıklarından dolayı başlarına bir kötülük gelirse hemen ümitsizliğe düşerler.

37- Görmediler mi, Allah dilediğine rızkı genişletiyor da, daraltıyor da. Şüphesiz inanan bir toplum için bunda ibretler vardır.

Değişmez bir değere dayanmayan ve bilinen doğru bir yolda yürümeyen insan nefsinin görünümü. Geçici etkilenimler, değişik tasarımlar, olaylar ve akımlara bağlı serkeşlikler arasında sallantıdaki görünümü. İnsanlar kendilerine bir zarar dokunduğunda Rabb'lerini hatırlıyorlar. Ve kendisinden başka tutunacak şey bulamayan, O'na dönüşün dışında kurtuluşu olmayan güce sığınıyor. Fakat bu, üzüntünün zorluğun kalkmasına kadar sürüyor. Allah onlara katından bir rahmet tattırdığında ise, "Onlardan bir grup, Rabb'lerine ortak koşarlar." O grup kendilerine doğru yolu gösteren bir inanca ve doğru bir yönteme dayanmayanlardır. Rahatlık, onları Allah'a sığındıran zorunluğu kaldırmış, O'na döndüren zorunluğu unutturmuştur. Bu durum onları, Allah'ın verdiği hidayet ve rahmete karşı şükür yerine küfre sevk etmiştir.

Peygamberimizin mesajı, karşısına dikilen müşriklerin şahsında bu grup hemen tehdit ediliyor. Grubun, onların şahsında tehdidine bağlı olarak hitap onlara yönelerek, onların "Haydi! Biraz eğlenin bakalım yakında sonunuzun ne olduğunu bileceksiniz."

Hemen anında yöneltilen bu tehdidin ardından Allah'ın nimet ve rahmetini bırakıp küfre düştükleri, şirke ilişkin dayanaklarının tutarsızlığını vurgulamak için onlara sorular yöneltiyor.

`Yoksa onlara ortak koşmalarını söyleyen bir delil mi indirdik?"

Allah'dan gayrısından, akidesine ilişkin bir şey alması insana yakışmaz. Öyle ise; tutturduğunuz bu şirkin gerekliliğine bu hüccet mi indirmişiz size? Bu, dayanaksız şirk inancının tutarsızlığını açığa çıkaran, ayıplayan ve alaya alan bir soru. Diğer yandan soru, inanç ilkelerinin Allah katından inmiş olması gerektiği, aksi taktirde güdük kalacağına da açıklık getirmektedir.

Kur'an ilerleyerek, insan psikolojisinin rahatlık durumunda basitliğe kayan ve yanılgıya düşen, zorlukla karşılaştığında ise umutsuzluğa kapılan başka bir yönüne ışık tutuyor.

"Biz insanlara bir rahmet tattırdığımız zaman sevinirler. Şayet yaptıklarından dolayı haşlarına bir kötülük gelirse, hemen ümitsizliğe düşerler." İfadeden anlaşıldığına göre, bu her durumda yaptıklarını ölçebilen değişmez bir çizgi ve hayatta karşılaşılan değişimlere bağlı olarak nefsin görünümüdür. Burada "insanlar" sözüyle o çizgiye bağlı olmayan ve o ölçütü kullanmayanlar kastedilmektedir. Çünkü onlar bir rahmetle karşılaştıklarında onun kaynağı ve hikmetini unutturan düşüncesizlik tavrıyla seviniyor, havalara uçuyor ve kendinden geçiyorlar. Sonra da iyiliği verene şükretmiyor ve iyiliğin içerdiği denemenin farkına varmıyorlar. Yaptıklarına bağlı olarak Allah'ın iradesi onları yakalayıp kötü bir durum tattırdığında da Allah'ın zorlukla denemesindeki hikmetine karşı körleşiyorlar, Allah'ın zorluğu kaldıracağı ve rahmetle mükafatlandıracağına ilişkin tüm ümitlerini yitiriyorlar. Bir, Allah'la ilişkisi kesilmiş, O'nun yasalarını kavrayamayan ve hikmetini anlayamayan kalplerin durumudur. İşte o "bilmeyenler" bunlardır. Sadece dünya hayatının dış görünüşünü bilenler!

Bu tasviri, durumlarının garabetini, kısa görüşlülüklerini ve sağduyudan yoksun olduklarını ortaya koyan bir soru izliyor. Aslında darlık-bolluk meselesi, değişmez bir yasaya bağlı olup Allah'ın dilemesinden kaynaklanır. Rahmetiyle nimetlendiren ve zorlukla deneyen, koyduğu yasalar ve hikmetinin gerektirdiği doğrultuda rızkı genişletip daraltan O'dur. Her an yaşanan olgu budur. Fakat onlar görmüyorlar.

"Görmediler mi, Allah dilediğine rızkı genişletiyor da, daraltıyor da."

Dolayısıyla genişlediğinde sevinip şımarmanın azaldığında ise, ümitsizliğe kapılmanın anlamı yoktur. Bunlar Allah'ın hikmeti doğrultusunda, insanları değişmiş olarak etki altına alan durumlardır. Onlar, mü'min kalbi için her şeyin Allah'a bağlı olduğu, yasanın sürekliliği ve durumlarının değişikliğine karşın sistemin değişmez olduğunu gösteren kanıtlar içerir:

"Şüphesiz inanan bir toplum için bunda ibretler vardır."

Rızkı genişletip daraltan ve dilediği doğrultuda veren ve engelleyen Allah olduğuna göre, insanlara mallarının artma ve kazanma yolunu açıklayanın da Allah olması gerekir. Mallarının artması, kazanması, onların sanıları doğrultusunda değil, Allah'ın onlara gösterdiği doğrultuda olacaktır.



38- Akrabaya, yoksula, yolcuya hakkını ver. Allah'ın rızasını isteyen-ler için bu daha hayırlıdır. Ïşte onlar kurtuluşa erenlerdir.

39- İnsanların mallarında artış olsun diye verdiğiniz herhangi bir faiz, Allah katında artmaz. Allah'ın rızasını isteyerek verdiğiniz zekât böyle değildir. İşte zekât veren o kimseler, sevaplarını ve mallarını kat kat arttıranlardır.

Mal Allah'ın malı olup onu kimi kullarına rızık olarak verdiğine göre, malın ilk sahibi Allah'dır. O, malın bir bölümünü kulları arasında bölüştürmüştür ki, onu o gruplara, malı elinde bulunduranlar ileteceklerdir. Diğer bir nokta da, onu hak olarak adlandırmasıdır. Burada o gruplardan akraba, yoksul ve yolculara değiniliyor. Bunun dışında ne zekâtın oranı sınırlandırılmış ne de hak sahipleri tek tek sayılarak belirlenmiş değildir. Fakat ilke kesin çizgilerle belirlenmiştir. İlke; malla rızıklandıranın O olması dolayısıyla mal Allah'ın malıdır ve onda muhtaç gruplar için, onu elinde bulunduranların aracılığıyla ulaştırılmak üzere, malın gerçek sahibince belirlenmiş bir pay vardır... Mala ilişkin İslami görüşün temeli budur. Mal Allah'ın malı olunca, ilk sahibi olması özelliğine bağlı olarak; mülk edinilmesi, artırılması ve muhtaç olanlara yardım olarak verilmesi gibi tüm pozisyonların da Allah'ın kararlaştırdığı kurallara göre olması gerekir. Onu elinde bulunduran istediği gibi kullanma serbestisine sahip değildir.

O burada, mala mutemet olmaları için en uygun yola yöneltmektedir ki; o yol malın, akraba, yoksul ve yolcuya daha geniş bir tanımla Allah yolunda harcanmasıdır: "Allah'ın rızasını isteyenler için bu daha hayırlıdır. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir."

O devirde kimileri mallarını, daha çok geri döneceğini gözeterek zenginle-re hediye vererek çoğaltmaya çalışıyorlardı. Onlara hemen bu noktada bunun, malın gerçek artış yolu olmadığını açıklıyor: "İnsanların mallarında artış olsun diye verdiğiniz herhangi bir faiz, Allah katında artmaz." Ayet genel anlamı açısından malların her ne biçimde olursa olsun, faiz türü metodlarla artırma yollarının tümünü kapsıyorsa da, rivayetler bu ayette kastedilenin, bu hediye vererek malın artmasını sağlamak olduğunu bildiriyorlar. (Bu metodda bilinen faiz gibi bir haramlık yoksa da o malın temiz, saygın artırılma yolu değildir) Bu arada onlara malın gerçek artma yollarım da açıklıyor. "Allah'ın rızasını isteyerek verdiğiniz zekât böyle değildir. İşte zekât veren o kimseler, sevaplarım ve mallarını kat kat artıranlar-dır."

Malin kat kat artırılmasını garantiye alan yol; insanlardan hiçbir şey beklemeksizin, sadece Allah'ın hoşnutluğu gözetilerek hak sahiplerine verilmesidir..

İnsanlara rızkı genişletip daraltan O değil mi? Dolayısıyla mallarını, Allah'ın hoşnutluğunu gözeterek muhtaçlara verenlerin mallarını artıracak; insanların hoşnutluğunu gözeterek mallarını muhtaçlara verenler orada daha çok kazanacaklardır. Görüldüğü gibi dünyada ve ahirette kazanan bu ticarettir.

Kur'an şirk meselesini, kazanç, rızık ve o günkü müşriklerin kendi hayatlarına ve onlardan öncekilerin hayatlarına etkisini irdeliyor ve eski müşriklerin kalıntılarının tanıklık ettiği akıbetlerini ortaya sürüyor.



40- Sizi yaratan, sonra rızıklandıran, sonra öldüren daha sonra da dirilten Allah'dır. O'na koştuğunuz ortaklarınızdan böyle bir şey yapan var mıdır? Allah onların ortak koştuklarından münezzehtir ve yücedir.

41- İnsanların elleriyle kazandıkları (günahları) yüzünden karada ve denizde fesat çıktı. Allah'da belki dönerler diye yaptıklarının bir kısmını böylece kendilerine tattırır.

42- De ki; "Yeryüzünde dolaşın da daha öncekilerden ortak koşanların sonunun nasıl olduğuna bir bakın."

Onları gerçek durumları ile yüz yüze getiriyor. Yalnız Allah'ın oluşturduğu konusunda tartışmaya giremedikleri veya ortak bildikleri ilahlarının bu oluşumlarda pay sahibi olduğunu ileri süremedikleri, onları yaratanın, rızık veren, öl-düren ve ölümden sonra diriltecek olanın Allah olduğu gerçekleriyle. İşte, yalnız Allah'ın yaratıcı olduğunu onaylıyorlar, ilahlarının kendilerine herhangi bir rızık verdiğini ileri süremiyor ve öldürme konusunda da Kur'an'ın söylediği ile çelişen bir kanıta sahip değiller. Geriye sadece olup olmayacağı konusunda çekişmeye girdikleri ölümden sonra dirilme kalıyor. Vicdanlarına yerleştirmek için Kur'an bu konuyu onlara, düştükleri sapıklığın ötesinden yapılarına seslenen, eşsiz bir yöntemle, herkesçe onaylanan ölçüler içinde sunuyor. Yapı ölümden sonra dirilme işini reddetmez.

Sonra onlara ortaklarınız içinde bunlardan bir şey yapan var mı" diye soruyor. Onlardan cevap beklemiyor. Bu, cevaba ihtiyaç duymayan ayıplama babında sadece olumsuz cevap için oluşturulmuş bir sorudur! Ona Allah'ın eksikliklerinden beri görülmesini eklemekle yetiniyor. "Allah onların ortak koştuklarından münezzehtir ve yücedir."

Ardından onlara hayatın durumları ve konumlarının, insanların eylemleri ve elde ettikleriyle olan ilişkilerini insanların iç tutumları, inançları ve eylemlerinin bozukluğunun yeryüzünün düzenini bozarak, karaları ve denizleri fesatla doldurduğu ve fesadı yeryüzünün her köşesine egemen ve baskın kıldığını açıklıyor:

"İnsanların elleriyle kazandıkları (günahları) yüzünden karada ve denizde fesat çıktı."

İşte kargaşanın doğması ve ortama egemen olmasının kaynağı. O, mantıktan yoksun ve rastlantı sonucu olmayıp, "onlara şer ve bozgunculuktan dolayı ettiklerinin bir kısmını tattırmak için" Allah'ın yönlendirimi ve yasalarına bağlıdır. Allah onu, olumsuzluğunu gördüklerinde "belki dönerler" bozgunculuğa karşı durur, düzelirler diye oluşturmaktadır.

Gezinin sonunda, kendilerinden öncekilerin başlarına gelenlerin bir çoğunu bilen ve yeryüzünü gezdiklerinde, kalıntılarından da onların başlarına gelenleri anlayan müşriklere, öncekilerinin başına gelen kötülüklerin kendi başlarına da gelmemesi konusunda uyarıyor.

"De ki; Yeryüzünde dolaşın da daha öncekilerden ortak koşanların sonunun nasıl olduğuna bir bakın."

Yeryüzünü gezdiğinizde gördüğünüz gibi aynı yolu izleyenlerin akıbetleri hep aynıdır.

DOSDOĞRU DİN BUDUR

Bu ayetlerde, izleyenlerin sapıtmadığı başka bir yol, yönelenlerin rüsvay olmadığı başka bir ufuk gösteriliyor:



43- Allah katından dönüşü olmayan bir gün gelmeden önce yönüne dosdoğru dine çevir! O gün insanlar bölük-bölük ayrılacaklardır.

44- Kim inkâr ederse inkârı kendi aleyhine olur. Yararlı bir iş yapanlar da cennette kendileri için yer hazırlamaktadırlar.

45- Çünkü Allah inanıp yararlı iş işleyenlere lütfundan karşılık verecektir. Doğrusu O, inkârcıları sevmez.

Doğru dine yönelmeyi belirleyen bu tablo, insanı doğrudan etkileyen yönü, olgunluğu ve ciddiyetini ortaya koyan bir tablodur: "Yönünü dosdoğru dine çevir" Görüldüğü gibi, özen, uyanıklık ve bilinçlik içeren, yüce hedef, engin ufuk ve yönelimin doğruluğunun gözetilmesini vurgulayan bir anlatım.

Bu direktif surede, önce yön birliği olmayan, dağınık psikolojik eğilimlere uymanın doğurduğu, çeşitli gruplara değinilirken gelmişti. Burada ise, Allah'a koşulan ortaklar, rızık ve artırılması, şirkten kaynaklanan kargaşa, insanların fesadın oluşması ve ortama egemen olması dolayısıyla dünyada tattıkları ve müşriklerin dünyadaki sonlarına ilişkin olarak gelmektedir. Ona bağlı olarak, ahirette görülecek karşılık ve mü'minlerle kâfirlerin oradaki nasiblerini bildirdikten sonra onları, insanların ilk grup, olacağı ve yaşanılacağı kesin olan gün konusunda uyarıyor. "Kim inkâr ederse inkârı kendi aleyhine olur. Yararlı iş yapanlarda cennette kendileri için yer hazırlamaktadır."

"Yemhed, yühemmed, yu'abbid" anlamında onlar gibi geçişli olup, dinlenilecek sediri hazırlama, yol veya yatağı düzeltme anlamlarına gelir. Bu anlamların hepsi de, salih emel işleyen, onu işlerken aynı anda, kendisi için rahat bulacağı bir yer hazırlamaktadır. Anlatımın insanda çağrıştırdığı budur. Çünkü mü'minlerin işledikleri salih amel, Allah'ın "inanıp salih emel işleyenlere karşılık-fazlından vermesi içindir" Allah fazlından verecektir, yoksa kimse cenneti ameliyle kazanamaz. Ne kadar çalışsa da Allah'ın bağışının herhangi bir cüzünün gerektireceği şükrü ödeyemez. Sonuç, Allah'ın mü'minlere katından verdiği rahmeti keremi kâfirlere hoşnutsuzluğunun ifadesidir. Sadece kâfirleri sevmez."

ALLAH'IN SONSUZ NİMETİ VE İNSAN'IN YAPISI

Burada onlarla, Allah'ın kimi ayetlerini göz önüne koyan başka bir geziye başlıyor. Allah'ın fazlı, keremi, onlara bağışladığı rızkı ve onlara inen hidayeti içeriyor. Onlarsa kimini araştırıyor kimini de inkâr ediyor. Ne şükrediyor ne de doğruya yöneliyorlar.



46- Rüzgârları müjdeciler olarak göndermesi, size rahmetini tattırması, buyruğu ile gemilerin yürümesi, lütfundan rızık istemeniz O'nun varlığının delillerindendir. Belki şükredersiniz.

47- Andolsun ki, biz senden önce de elçileri kavimlerine gönderdik, onlar belgeler getirdiler; dinleyip suç işleyenlerden öç aldık, zira inananlara yardım etmek bize hak olmuştur.

48- Rüzgârları gönderip, bulutları yürüten, onları gökte dilediği gibi yayan ve kısım-kısım yığan Allah'dır. Sen de aralarından yağmurun çıktığını görürsün. Derken onu kullarından dilediğine verince hemen sevinirler.

49- Oysa onlar, daha önce üzerlerine yağmur yağdırılmasından iyice ümitlerini kesmişlerdi.

50- Allah'ın rahmetinin belirtilerine bir bak. Nası1 yeri ölümden sonra diriltiyor? Şüphe yok ki, o ölüleri diriltir. O her şeye kadirdir.

51- Andolsun bir rüzgâr göndersekte ekini sararmış görseler, hemen nankörlüğe başlarlar.

Kur'an bu ayetlerde, rüzgârların müjdeleyici, peygamberlerin kanıtlarla gönderilmeleri, peygamberler aracılığı ile mü'minlerin zafere erdirilmeleri, ölü toprağı canlandırıcı yağmur indirilmesi, ölülerin diriltilmeleri ve mezardan çıkarılmalarını bir araya getiriyor. Bunun amacı var... Onların hepsi de Allah'ın bağışı olup, Allah'ın yasaları çerçevesinde oluşmaktadırlar. Evrenin sistemi ile peygamberlerin hidayeti içeren mesajları ve mü'minlerin zafer kazanmaları arasında güçlü bir bağ vardır. Hepsi Allah'ın ayeti, rahmeti ve nimetini temsil ederler. İnsanların hayatı onlara bağlıdır ve onların tümü evrenin özgün sistemiyle bağlantılıdırlar.

Yağmurun çağrıştırdığı toprağın verimlenmesi ve bitkilerin gelişmesi kanalıyla lütfundan rızık istemeniz "buyruğu ile gemilerin yürümesi" rüzgârların onları itmesi veya yürüyecekleri nehirleri oluşturması açılarından gerçeğe bağlı görünürler. Allah'ın evreni yarattığı yasası ve gemilerin su üstünde kalıp yürümeleri, rüzgârların onları suyun akıntısı yönünde veya akıntının ters yönünde yürütmesi de bu gerçeğe bağlıdır. Her şeyin özellik ve görevini belirleyen takdirin çerçevesinde yürümektedirler. Ticari geziler, tarım uğraşısı ve alışveriş aracılığı ile "lütfundan rızık istemeniz" ve Allah'ın bunlar aracılığı ile ulaştırdığı nimetlerine "şükretmeniz" için, "rüzgârları müjdeciler olarak göndermesi "O'nun varlığının delillerindendir. Yağmuru müjdelerler. İnsanlar deneyim ve edindikleri uzmanlık sayesinde yağmur getiren rüzgârı tanır, sevinirler. Görüldüğü gibi, bu çok bağışla Allah'ın nimetine gereğince karşılık verilmesi konusunda da teşviktir.

Rüzgârların müjdeleyici olarak gönderilmesi, peygamberlerin kanıtlarla gönderilmesinin benzeridir.

"Andolsun ki, biz senden önce de elçileri kavimlerine gönderdik, onlar belgeler getirdiler."

Fakat insanlar -daha önemli iken- Allah'ın bu rahmetini, ne müjdeleyici rüzgârları karşıladıkları gibi karşıladılar, ne de -daha yararlı ve sürekli olmasına karşın- yağmur ve sudan yararlandıkları gibi ondan yararlandılar! İnanmayan, sonlarını düşünüp taşınmayan, peygamberlere eziyet eden ve insanları Allah yolundan engellemekten geri kalmayan suçlular ve Allah'ın ayetlerini kavrayan, rahmetine şükreden, vaadine güvenen ve suç işleyenlerin (cürümkârların) eziyetlerine katlanan mü'minler olarak peygamberlerin karşısında iki grup oldular... Sonuç Allah'ın adaleti ve güvenilir vaadi ile uyumlu oldu:

"Dinleyip suç işleyenlerden öç aldık, zira inananlara yardım etmek bize hak olmuştur."

Mü'minlerin zafere erdirilmelerini kendisine gerekli kılan ve keremi ile onlara hak kılan Allah, eksikliklerden beridir. O, onlara tanıdığı hakkı kuşku olasılığına yer vermez bir anlatımla pekiştirmektedir. Zaten eksikliklerden uzaktır. O'nun geri çevrilmez iradesi, işlevinden geri kalmaz sistemi ve varlığı yöneten yasasına açıklık kazandırmak kabilinden söylemektedir.

İnsanların değerlendirmesi açısından kimi kez bu zafer gecikmektedir. Bu yöndeki yargıların oluşmasına; onların işlerin hesabını yaparken Allah'ın hesabını göz önüne almamaları, durumları değerlendirirken Allah'ın değerlendirdiği gibi değerlendirmemeleri yol açmaktadır. Oysa Allah her şeyi bilen, yaptığına tam egemen olandır. Vaadi, istediği ve bildiği zamanda, dilediği ve sistemi çerçevesinde gerçekleşmektedir. Zamanlaması ve insanlara biçtiği kaderin hikmeti, kimi kez açığa çıkmakta, kimi kez de gizli kalmaktadır. Fakat her zaman hayır O'nun istediği ve doğru olan da O'nun zamanlamasıdır. Vaadi somut biçimde gerçekleşir. Sabredenler, içleri yatışmış, güven içinde gözlerler.

Ayetlerin akışı ilerleyerek, rüzgârları gönderenin, yağmuru indirenin ve ölümünden sonra toprağı diriltenin Allah olduğunu vurguluyor.. Ölülerin de aynı sistem, aynı metod ve genel yasa zincirindeki halkalar çerçevesinde toprağın diriltilmesi gibi diriltileceklerini gözler önüne seriyor!

Evreni yaratması, sistemleştirmesi ve yönetmesindeki yasa doğrultusunda "Allah rüzgârları gönderir" onlar yerdeki su kütlesinden yükselen su buharı yüklü "bulutları yürütürler" ardından Allah "Onları gökte dilediği gibi yayar" ve "Kısım kısım yığar" bir araya gelmeleri, yoğunlaşmaları üst üste yığılmaları veya birbiriyle çarpışmadan veyahut tabakalar, parçalar arasında elektrik kıvılcımı akışını sağlar. Şimşek olayının ardından bulutun "Aralarından yağmurun çıktığını görürsün." Ayette geçen "vedga" sözü bulutun arasından inen yağmur anlamındadır. "Onu kullarından dilediğine verince sevinirler." Bu müjdeleme olayı, yağmurun yağışını doğrudan yaşayanların algıladığı gibi algılanamamaktadır. Araplar, hayatları gökten inen yağmura bağlı olduğu için, bu işareti en iyi kavrayan insanlardı. Şiir ve söylentilerinde, sevgi ve saygı ile söz edilirdi!

"Oysa onlar, daha önce üzerlerine yağmur yağdırılmasından iyice ümitlerini kesmişlerdi."

Bu ifade onları umutsuzluk ve sönüklükten kurtarıp, sevinç ve hareketliliğe götüren, yağmur inmeden önceki durumlarını tesbit ediyor. "Allah'ın rahmetinin belirtilerine bir bak" onun etkileri; umutsuzluğun ardından sevince gark olmuş nefisler, sönüklüğün ardından insana gülen yeryüzü, toprak ve kalplerde harekete geçen hayatta görün.

"Allah'ın rahmetinin belirtilerine bir bak."

Kuşkusuz bu, anlaşılması için bakmak ve düşünmekten öte bir şey gerekmeyen gözle görülen somut bir gerçektir. Diğer yandan ayet bu olguyu; kendisine görünen varlık sahneleri ile somut hayat olgularını, geniş evreni tartışma alanı edinen Kur'an'i tartışma metodu içerisinde, ölümden sonra dirilme ve mezardan çıkış konusu için kanıt olarak ileri sürmektedir.

"Şüphe yok ki O, ölüleri diriltir. O her şeye kadirdir."

İşte Allah'ın rahmetinin yerdeki etkileri, bu vaadin doğruluğunu söylüyor ve bu sonucu teyid ediyor.

Bu gerçeğin belirlenmesinin ardından, su yüklü rüzgârlarla müjdeleşen ve gökten indiğinde Allah'ın rahmetinin verileriyle rahatlığa kavuşan toplumun durumunun tasvirine yöneliyor... Rüzgârları, su ve bulut değil de toprak ve kum taşımasından ötürü -bu tarım ve hayvancılığı mahveden bir rüzgâr- sarı olarak veya onun etkisiyle yeşillikleri sararır gördükleri zamanki durumlarının tasviri yönünde ilerliyor.

"Andolsun bir rüzgâr göndersek de ekini sararmış görseler, hemen nankörlüğe başlarlar."

Allah'ın hükmüne teslim olup, belayı kaldırması için boyun eğerek O'na yönelecekleri yerde, kızgınlık ve umutsuzluğa kapılarak nankörlük ederler. Bu, Allah'ın takdirine inanmayan, basiretle Allah'ın tedbirindeki hikmetine yönelmeyen ve tümüyle bu evreni düzenleyen, birbiri ile bağlantılı cüzlerden oluşan varlığın kapsamlı düzeni çerçevesinde her olay ve pozisyonu takdir eden, olayların arkasındaki Allah'ın elini göremeyenlerin durumudur.

GÖRENLER VE KÖRLER

İnsanların, psikolojik eğilimlerinin güdümünde dengelerini kaybetmelerini, çevrelerindeki varlıkta somut olarak görürler. Allah'ın ayetlerinden ders almamaları, gördükleri olaylar ve oluşumların arkasındaki Allah'ın hikmetini kavrayamamalarının tasvirinde ulaşılan bu noktada hitabı, Allah'ın Resulüne yöneltiyor. Çevresindekilerin hidayete erdirilmeleri yönündeki gayretinin onların ekseriyetinde başarısız kalması konusunda O'nu teselli ediyor. Ve bunu, onların değişmeyen yapılarına ve basiretlerinin aşınması ile körlüklerine bağlıyor:



52- Ey Muhammed! Sen ölülere işittiremezsin; arkalarını dönüp giden sağırlara da çağrını işittiremezsin.

53- Ve sen, körleri de sapıklıklarından çıkarıp yola getiremezsin. Sen ancak ayetlerimize inananlara işittirirsin de onlar müslüman olurlar.

Varlık bütünüyle iletişimini kaybettiği için, onun yasaları ve sistemlerini kavrayamayan ölüdür. Onda hayat yoktur. Ondaki hayat hayvansal bir hayattır, hatta ondan daha sapık ve daha düzeysiz bir hayattır. Hayvan; ona çok az ihanet eden yapısıyla yolunu bulabilmektedir. Kalplere işleyen Allah'ın ayetlerini duyduğunda icabet etmeyen sağırın sağırıdır. Ses titreşimlerini işiten iki kulağı olsa da! Varlığı tüm pozisyonlarını kapsayan Allah'ın işaretlerini görmeyen, bir hayvan olarak iki gözü olsa da kördür!

"Sen ancak, ayetlerimize inananlara işittirirsin de onlar da müslüman olurlar."

İşte çağrıyı işitenler bunlardır. Çünkü kalpleri diri, sağduyuları açık ve kavrama yetkileri sağlamdır. Dolayısıyla onlar işitiyor ve müslüman oluyorlar. Çağrının yaptığı sadece yapılarını uyarmadır, onlar hemen karşılık veriyorlar.

ETKİLEYİCİ BİR GEZİNTİ

Surenin akışı onları yeni bir gezintiye çıkarmaya yöneliyor. Bu dış dünyanın sahnelerinde değil, kendi özlerinin içeriği ve yeryüzündeki yaratılış aşamalarında gerçekleşecek. Gezi sonunda, ahiret hayatı ve iki hayat arasındaki güçlü bağlantıya uzanıyor:



54- Sizi güçsüz olarak yaratan, güçsüzlükten sonra kuvvetli yapan, sonra da kuvvetliliğin ardından güçsüz ve ihtiyar yapan Allah'dır., Çünkü O, dilediğini yaratır; bilendir ve kudret sahibidir.

55- Kıyamet koptuğu gün, suçlular dünyada bir saatten fazla kalmadıklarına yemin ederler. İşte onlar dünyada da aldatılıp haktan böyle dönüyorlardı.

56- Kendilerine bilgi ve iman verilenler dediler ki; "Andolsun siz, Allah'ın yazgısınca tayin edilen yeniden dirilme gününe kadar kaldınız. İşte bu yeniden dirilme günüdür. Fakat siz bilmiyordunuz. "

57- Artık zulmedenlere o gün mazeretleri fayda vermeyecek, onlardan Allah'ı hoşnut etmeleri de istenmez.

Uzun bir gezinti. Başlangıç bölümlerini, yaşadıkları hayatta görüyorlar. Son bölümlerini ise, sanki önlerindeymiş duygusu veren tasvirlerde görüyorlar. Doğrusu bu; kalbi olan, tanık olan ve kulak verenleri doğrudan etkileyecek bir gezi.

"Sizi güçsüzlükten yaratan" sizi güçsüz olarak veya güçsüz durumda yarattı demiyor da "sizi güçsüzlükten yaratan" diyor. Sanki yapılarının oluştuğu hammaddeleri güçsüzlüktür... Ayetin değindiği bu `güçsüzlük' insanın yaratılmasında çeşitli aşamalar ve anlamlara temel oluşturur.

O, ceninin oluştuğu ince küçük hücrede temsil edilirken güçsüzdür. Ardından gelen cenin ve aşamaları döneminde ve ta gençlik dönemine kadar olan çocukluk döneminde de güçsüzdür.

Diğer yandan yaratıldığı madde açısından da güçsüzdür. Eğer çamur, Allah'ın ruhundan üflediği soluk olmasa idi, maddesellik veya hayvansallık düzeyinde kalacaktı. Bu da insanlığı oluşturan yapıya kıyasla çok zayıftır.

O, iç dürtüler, eğilimler, şehvetler ve arzular karşısında psikolojik yapı açısından da güçsüzdür. Eğer yüce soluk ve bu bünyede yarattığı irade gücü ve yetenekleri olmasaydı, bu varlık içgüdüye mahkûm hayvandan daha güçsüz kalırdı.

"Sizi güçsüzlükten yaratan, güçsüzlükten sonra kuvvetli yapan." Güçsüzlüğün güce dönüştürülmesi olayında, organik, insana özgü, psikolojik yapılar ve düşünsel oluşuma ilişkin tüm güçsüzlük öğeleri dönüşmüştür.

"Sonra da kuvvetliliğin ardından güçsüz ve ihtiyar yapar." İnsani yapının tümü güçsüzleştirilmiştir bu aşamada. Bilindiği gibi, ihtiyarlık tüm görünümleriyle çoğunluğa dönüşür. Kimi durumlarda ona, irade güçsüzleşmesinden kaynaklanan psikolojik çöküş eşlik eder. O kadar ki, kimi kez o da çocuk gibi coşkuya kapılır, iradesi onu koruyamaz. İhtiyarlıkta saçlar ağarır. Görüldüğü gibi ihtiyarlığı psikolojik ve nesnel açılardan tüm yönleriyle veriyor.

Bu evrelerden kimse kurtulamaz. Ömrü oldukça bu aşamalar hiçbir kimsede işlevlerinden geri kalmaz, yavaşlamaz ve kararlaştırılan düzenin dışında da gelmezler. Evreler insan yaratığını dönüşümlü olarak ele alırlar. Ki dilediğini yaratan, dilediği kaderi belirleyen, güvenilir bilgi ve duyarlı takdir çerçevesinde tüm yaratıklar için ecellerini, vaziyetlerini ve yaşam aşamalarını kararlaştıran bir avucun içinde olduğunu anlasın. "O dilediğini yaratır, O bilendir ve kudret sahibidir."

Bu planlanmış kusursuz yaratmanın, gene planlanmış bir sonu olması gerekir. Bu sonu, Kur'ani metodla, hareket ve diyalog yüklü kıyamet sahnelerinden bir sahnede veriyor:

"Kıyamet koptuğu gün, suçlular dünyada bir saatten fazla kalmadıklarına yemin ederler."

Kavrayışlarında o günün dışındaki zamanlar o ölçüde değersizleşirler ki, dünyada kısa bir anın dışında kalmadıklarına yemin ederler. Kalışlarının yeryüzünde diri ve ölü olarak geçirdikleri zamanın tümü olabildiği gibi, yeminlerinin mezarda kalış süreleri için söylenmiş olması olasılığı da vardır. "İşte onlar dünyada da aldatılıp haktan böyle dönüyorlardı." Doğru bilgi sahipleri onları doğru değerlendirmeye iletseler bile, haktan ve doğru değerlendirmeden ayrılıyorlardı:

Kendilerine bilgi ve iman verilenler dediler ki; "Andolsun siz, Allah'ın yazgısınca tayin edilen yeniden dirilme gününe kadar kaldınız. İşte bu yeniden dirilme günüdür. Fakat siz bilmiyordunuz."

Sözü edilen bu bilgi sahipleri, kıyamet gününe iman eden, dünya hayatının dış görünüşünün ötesini kavrayan mü'minler olup, gerçek bilgi etkin iman ehli onlardır. İşte onlar işi Allah'ın takdiri ve bilgisine dayandırmaktalar. Kendilerine bilgi ve iman verilenler dediler ki:

İste bu, o planlanmış andır. Uzun veya kısa olması önemli değildir. Kuşku yoktur ki, bu, o vaad edilen buluşma zamanıdır ve gerçekleşecektir.

"İşte bu yeniden dirilme günüdür. Fakat siz bilmiyordunuz."

Perde, din gününü yalanlayan zalimlerin başlarına gelenleri tasvir eden latif, özet ve genel bir yargıya ulaştırarak kapanıyor.

"Artık zulmedenlere o gün mazeretleri fayda vermeyecek, onlardan Allah'ı hoşnut etmeleri de istenmez."

Artık mazeretleri kabul edilmez, kimse yaptıkları konusunda onları uyarmaz veya özür dilemelerini istemez. Çünkü bu, uyarma değil, cezalandırma günüdür.

Onları bu umut kırıcı, can sıkıcı tablodan, içinde bulundukları inat ve yalanlamaya çeviriyor ki; seyrettikleri tablo bu inat ve yalanlamanın sonucu idi:



58- Andolsun; biz bu Kur'an'da insanlara her çeşit misali getirip anlattık. Onlara bir ayet getirdiğin zaman inkâr edenler; "Siz ancak geleneklerinizi iptal edenlerden başkası değilsiniz " derler.

59- İşte Allah, bilmeyenlerin kalplerini böyle mühürler.

Zaman ve mekân açısından çok farklı bir konuya geçiliyor, fakat anlatımın akışı içinde yakının yakınıymış gibi geliyor. Zaman, mekân dürülüyor bir de bakıyorlar ki, bir kere daha Kur'an'ın önündeler ve O'nda her örnek, her türlü hitap, kalpleri akılları uyarmak için her vasıta, derinden etkileyen ilham veren dokunuşlar mevcut. Yine O, her ortamda, her yörede, her akla ve her kalbe hitap ediyor. Fakat durumlarını ve hayat evrelerinin her birinde insan psikolojisine hitap ediyor. Fakat onlar -tüm bunlara karşın- her ayeti yalanlıyorlar. Yalanlamakla da yetinmiyor, gerçek bilgi sahiplerine saldırıyor, onlar hakkında: "Sïz ancak geleneklerinizi iptal edenlerden başkası değilsiniz" derler.

"İşte Allah, bilmeyenlerin kalplerini böyle mühürler."

İşte böyle. Kalplerinin ışığı sönmüş bilmeyenlerin, bu gidiş ve tutulan yoldan ötürü sağduyuları Allah'ın ayetlerini kavramaya açılmadığından bilgi ve hidayet ehline saldırmaktalar. Allah'ın göz ve kalplerinin durumunu bilmesine karşın, işin iç yüzünü kavrama yetkilerini körleştirmesi ve kalplerini damgala-masını hak ediyorlar da! ..

SABIR VE SONUÇ

Müşriklerle, evren, tarih, kendi özleri ve hayat evrelerinde geçen bu gezintilerin ve onların tüm bunlara karşın, küfür ve büyüklenmelerini sürdürmelerinin ardından suredeki son vurgu geliyor... Son vurgu Peygamberimiz ve O'nunla birlikte olan mü'minlerin kalplerine bir yön verme görünümünde geliyor:

60- Sen şimdi sabret. Bil ki, Allah'ın sözü gerçektir. Ïnanmayanlar seni telaşa ve gevşekliğe düşürmesinler.

Kimi durumlarda sonsuz görünen uzun dikenli yolda, mü'minlerin azığı; sabır, Allah'ın hak vaadine güven ve tedirginlik duymadan, sarsılmadan, şaşırmadan ve kuşkuya kapılmadan direnmedir. Diğerlerinin sarsılmaları, hakkı yalanlamaları ve Allah'ın vaadi konusunda kuşkuya kapılmalarına karşın sabır, güven ve direnme... Farklılığın nedeni, onların bilgi ve kesin imana ulaşma sebeplerinden yoksun oluşları... Allah'ın ipi ile bağlantıyı sürdürmeyi başaran ve ona tutunmuş olan mü'minlerin izleyecekleri yol; ne ölçüde uzun, sis ve bulutlardan ötürü ne ölçüde de sonu görünmez olursa olsun doğal olarak sabır, Allah'ın vaadine güvenme ve zorluklara direnme yoludur!

Birkaç yıl içinde Rumlar'ın ve mü'minlerin zafer kazanacaklarına ilişkin Allah'ın vaadi ile başlayan sure, Allah'ın vaadi gelene dek sabredilmesi ve inanmayanların imanı sarsma girişimlerine karşı direnilmesi buyruğuyla sona eriyor.

Görüldüğü gibi başlangıç ve sonuç bir uyum oluşturmaktalar. Sure sona ererken kalpte; Allah'ın vaadinin doğruluğu ve zayıflamaz, sarsılmaz kesin inancı, güçlü biçimde pekiştiren bir vurguyla kalıyor.