2 Ağustos 2007 Perşembe

BELED SÜRESİ(MEVDUDİ)

Adı: Birinci ayet'teki "beled" kelimesi sureye isim olmuştur.

Nüzul zamanı: İçeriği ve üslubu, Mekke döneminin başlangıcında nazil olan surelere benzemektedir. Ama surenin içindeki bir işaret, bu sürenin nüzul zamanının, Mekkeli kafirlerin Rasulüllah'a düşman kesilerek O'na karşı her türlü zulmü ve haksızlığı reva gördükleri döneme denk düştüğünü göstermektedir.

Konu: Bu surede geniş bir konuya kısa kısa cümlelerle, özet olarak değinilmiş ve konu toparlanmıştır. Bu da Kur'an-ı Kerim'in icazıdır ki hakkında koca bir kitap yazılabilecek büyük bir konu, bu küçük surede kısa kısa cümlelerle ve müessir ifadeyle beyan edilmiştir. Surenin konusu, insanın dünyadaki yerini anlatmak ve aynı zamanda Allah'ın insan için iki yol olarak saadet ve şekaveti açık bıraktığını belirtmektedir. İnsana, bu iki yolu görmek ve takip etmek imkanı da yaratılmıştır. Saadet yolunu takip ederek güzel bir sona varmak veya şekavet ederek kötü sona ulaşmak insanın gayretine bağlıdır.

Önce Mekke şehrine ve onun içinde bulunan Rasulullah'ın üzerindeki musibetlere yemin edilerek, Rasulullah nazarında bütün Ademoğlu'nun vaziyeti; dünyanın insan için bir dinlenme yeri olmadığına delil olarak ileri sürülmüştür. İnsan bu dünyaya meşakkat içinde gelmiştir. Aynı konuyla ilgili olan Necm Suresinin 39. ayeti ile birleştirecek olursak, insanın istikbalinin, bu dünyadaki çalışmasına ve meşakkatine bağlı olduğu anlaşılmaktadır.

Bundan sonra insanın yanlış düşüncesi olan "bu dünyada sadece insanın varlığı vardır ve ondan üstün güç yoktur. İnsandan hesap da sorulmayacaktır" inancı düzeltilmektedir.

Daha sonra, insanın pek çok cahiliye tasavvurlarından biri olan, bu dünyada büyüklük ve fazîlet için ne gibi yanlış ölçüler kabul edildiği misal olarak ileri sürülmüştür. Bazı şahislar büyüklük için gösteriş olarak yığınlarca mal sarfeder. İsraf ettiği mal ile kibirlenir, halk da ona özenir. Halbuki onu gözeten Zat, kazandığı malı hangi yol ile kazandığını, ne niyetle ve hangi maksatla sarfettiğini gözetlemektedir.

Bundan sonra Allah (c.c.) şöyle buyurmuştur: Biz insana ilmî vasıtalar ve düşünme yeteneği vererek onun önünde iyi ve kötü olmak üzere iki yol açtık. Bir yol onu ahlâkî alçaklığa götürür ve onu izlemek için hiçbir gayrete de ihtiyacı yoktur. Tersine nefsini dünyevi lezzetlere bırakması yeterlidir. İkinci yol ise ahlâkî yüksekliğe ulaştırır. Bu yoldaki zor geçitlerden geçebilmesi için kendi nefsine cebretmesi gerekir. İnsan, zaafı nedeniyle bu zor geçitten geçmek yerine, aşağı düşmeyi tercih eder.

Sonra Allah, o zor geçidin ne olduğunu açıklamaktadır. Bu geçit, insanın oradan geçerek yükselebileceği yoldur. O zor geçit: İnsanın gösteriş, kibir ve riya için mal sarfetmeyi bırakarak; malı yetimlere, miskinlere yardım için sarfetmektir. Allah'a ve onun dinine iman ederek iman edenler topluluğuna katılmaktır. Böyle insanlardan oluşan bir cemiyet kurulmalı ve mensupları birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye etmeli, insanlara merhamet göstermelidirler. Bu yolda yürüyenler Allah'ın rahmetine layık olurlar. Tersine öbür yolu izleyenlerin sonu ise, içinden çıkış yolu bulunmayan cehennem ateşidir.

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1 Hayır;1 bu şehre yemin ederim,2

2 Ki sen, bu şehirde oturmakta iken,3

AÇIKLAMA

1. Bundan önce Kıyamet suresi an: 1'de bunu izah etmiştik. Söze "değil" ile başlayarak daha sonra yemin edilmesinin anlamı: Güya önce bir konu tartışılmaktaydı. O reddedilerek şöyle buyurulmaktadır; "değil, sizin dediğiniz gibi değildir. Fakat filan filan üzerine yemin ederim ki asıl şey şudur." Burada şöyle sorulabilir: Reddedilen şey neydi? Bu soruya sonraki muhteva delalet etmektedir. Mekke'deki kafirler şöyle diyorlardı: Bizim hayatımızda hiçbir sapıklık yoktur. Dünyadaki hayat sadece yeyip, içmek ve eğlenmek, sonra da ölmektir. Hz. Muhammed (s.a) bizim bu hayat şeklimize boşuboşuna yanlış ve sapık demekte ve bizi korkutmaktadır. Bir de yaptıklarımızın hesabının sorulacağını, ceza ya da mükafaat verileceğini boşuna söylemektedir.

2. Yani Mekke şehri. Burada şehre niçin yemin edildiğini açıklamaya ihtiyaç yoktur. Mekkeliler bu şehrin tarihçesini iyi biliyorlardı. Daha önce çöl olan, dağlar arasında susuz, bitkisiz bir vadiydi. Hz. İbrahim, hanımı ile kundaktaki çocuğunu hiçbir güvence olmadan burada bırakmıştı. O zamanlarda inşa edilen "beyt"e insanlar hacc için çağrıldıklarında, çevresinde bunu duyacak hiç kimse yoktu. Ancak daha sonra bu şehir bütün Arabistan'ın merkezi olmuş ve haram kılınmıştı. Asırlardır anarşi içinde yaşayan Arabistan'da bundan başka emin bir yer yoktu.

3. Müfessirler buradaki kelimenin üç anlama geldiğini açıklamışlardır. Birincisi, sen bu beldede mukimsin. Senin burada bulunman dolayısıyla şehrin azameti artmıştır. İkincisi, bu şehir haramdır ama bir zaman gelecek, belli bir süre için burada harb olacaktır. Üçüncüsü, bu şehirde vahşi hayvanları öldürmek, ağaçları kesmek Arablar indinde haramdı. Burada her şey emin sayılırdı. Hal böyleyken senin emniyetin yoktur. Sana eziyet vermek ve hatta seni öldürmeyi planlamak helâl sayılmaktadır. Kelimenin anlamı açısından bu üç tefsir de imkan dahilinde olmasına rağmen, ilerideki konuyu düşünürsek anlaşılıyor ki ilk iki mananın konuyla ilgisi yoktur. Ancak üçüncü anlam burada uygun düşmektedir.

3 Babaya ve doğan-çocuğa da.4

4 Andolsun, biz insanı bir zorluk içinde yarattık.5

5 O, hiç kimsenin kendisine asla güç yetiremeyeceğini mi sanıyor?6

6 O: "Yığınla mal tüketip-yok ettim" diyor.7

7 Kendisini hiç kimsenin görmediğini mi sanıyor?8

8 Biz ona iki göz vermedik mi?

9 Bir dil ve iki dudak?9

AÇIKLAMA

4. Baba ve ondan olan evlat ifadesi kullanılarak insanın kendisi kasdedilmiştir. Bu nedenle baba'dan kasıt Adem (a.s)'dir. O'ndan olan evlattan kasıt, şimdiki ve gelecekteki dünyada bulunan bütün insanlardır.

5. Yukarıda zikredilen şekildeki yemin, bunun üzerine de edilmiştir. İnsanın meşakkat içinde doğmasından maksat, insanın bu dünyaya eğlence ve dinlenme için getirilmediğidir. Tersine, bu dünyada mihnet ve meşakkat çekmek için yaratılmıştır. Hiçbir insan bu zorluktan istisna değildir. Mekke şehri, bir Allah'ın kulunun meşakkate girerek bu ev'i inşa ettiğine ve sonra Arabistan'ın merkezi olduğuna şahittir. Mekke şehri, bir gaye için türlü türlü musibetlere katlanan Hz. Muhammed'in (s.a.) de haline şahittir. Hatta burada vahşi hayvanlara emniyet varken O'na rahat yoktur. Ana rahminde nutfe halinden ölüme kadar süren insan hayatı şahittir ki Ademoğlu zahmet, meşakkat, mihnet, tehlike ve şedid merhalelerden geçmektedir. Sizin en imrendiğiniz insanlar bile ana karnındayken tehlike içindeydi. Orada ölebilir veya düşük olabilirdi. Doğum anında ise o insan ölüm ve hayat arasındadır. Doğumdan sonra ise o kadar çaresizdir ki bir kimse alıp bakmasa ölebilir. Yürümeye başladığında her adımda düşer.

Çocukluktan büluğ çağına ve yaşlanıncaya kadar türlü bedenî değişiklikten geçmiştir. Bu değişiklik sırasında yanlış bir gelişme olsaydı can kaybına uğrayabilirdi. Bir padişah ve diktatör yatakta bile olsa her an bir ayaklanma olmasından korkar. Dünyayı fethetmiş bile olsa, halkının isyan edebileceği korkusu ile yaşar. Karun, kendi döneminde, servetini nasıl artıracağı ve onu nasıl koruyabileceği düşüncesi içinde yaşardı. Hasılı, hiçbir insan tamamen güven içinde değildir. Çünkü insan meşakkat içinde yaratılmıştır.

6. Yani, insan bu durum içindeyken, dünyada istediğini yapacağı, üstünde kendisine hesap soracak kimse olmadığı düşüncesinde nasıl olabilir? Halbuki kendi takdirinin başkasının elinde olduğunu ahiretten önce bu dünyada da görmektedir. Allah'ın kararı karşısında bütün tedbirler anlamsız kalır. Bir yer sarsıntısı, bir fırtına, nehirlerin ve denizlerin kabarması ona Allah'ın gücü karşısında çaresiz olduğunu göstermek için yeterli değil midir? Anî bir olay sağlıklı bir insanı felce uğratabilir. İktidar sahibi Allah (c.c.) bir çırpıda onu alaşağı edebilir. Daha önce kendilerine karşı çıkmaya kimsenin cesaret edemediği en yüksek ve güçlü milletler, takdir değiştiği zaman dünyada hor duruma düşerler. İnsan, kendisinin üzerinde bir kimse olmadığını nasıl olur da düşünebilir?

7. Bu lafzın manası "Yığın yığın mal heder etti"dir. Bu ifade şu anlama gelmektedir: İnsan kendi mal varlığı karşısında kibirlenerek, 'yığın yığın mal serfatmeme rağmen benim için farketmez çünkü çok malım var' der. Bu harcamayı iyi bir iş için değil sadece gösteriş için yapmıştır. İleriki ayetlerden, servetini büyüklük taslamak ve gösteriş için sarfettiği anlaşılmaktadır. Yani şairlere büyük mükafaatlar vererek, evlenme ve ölüm merasimi için binlerce kişiye yemek vererek, kumarda kazandığı zaman develer keserek, festival ve törenler yaparak, bu gibi diğer eğlencelerde birbiriyle yarışarak, meşhur olmak için mal sarfediyorlardı. Bu şekildeki sayısız ve boşuna merasimler cahiliye döneminde cömertlik alameti ve büyüklüğün işareti sayılırdı. Böyle harcamada bulunanlara kasideler yazılıyor, bunda da birbirleriyle yarışıyorlardı.

8. Yani, büyüklük taslayanlar Allah'ın onları gözetlediğini anlamıyorlar. Onların bu serveti nasıl elde ettiklerini, niçin kullandıklarını, hangi niyetle ve ne maksatla harcadıklarını görmektedir. Onlar şöhret hırsı ve meşhur olmak için yaptıkları bu israfın Allah (c.c.) katında bir değer taşıdığını mı zannediyorlar? Bu dünyada insanları kandırdıkları gibi Allah'ı da kandırabileceklerini mi sanıyorlar?

9. Yani, biz ona ilim ve akıl vermedik mi? İki gözden kasıt, hayvanî gözler değil insanî gözlerdir. Yani, gözünü açıp bakarsa çevresinde, gerçeğin işaretlerini görecek ve yanlış ile doğru arasındaki farkı anlayabilecektir. Dil ve dudaklardan kasıt, sadece konuşan organlar değil aslında nefs-i nâtıkadır. Bu organların arkasında düşünme ve anlama yeteneği de vardır. Bu organlar, insanın hissettiğini dile getirmek için araçtırlar.

10 Biz ona 'iki yol-iki amaç' gösterdik.10

11 Ancak o, sarp yokuşa göğüs germedi.11

12 Sarp yokuşun ne olduğunu sana öğreten nedir?

13 Bir boynu çözmek (bir köleye özgürlük vermek)tir;

14 Ya da açlık gününde doyurmaktır,

15 Yakın olan bir yetimi,

16 Veya sürünen bir yoksulu.12

17 Sonra iman edenlerden,13 sabrı birbirlerine tavsiye edenlerden, merhameti birbirlerine tavsiye edenlerden olma.14

18 İşte bunlar, sağ yanın adamlarıdır (Ashab-ı Meymene).

19 Ayetlerimizi inkar edenler ise, sol yanın adamlarıdır (Ashab-ı Meş'eme)15

20 'Kapıları kilitlenmiş' bir ateş onların üzerinedir.16

AÇIKLAMA

10. Yani, biz insana sadece akıl ve düşünme yeteneği vererek kendi kendine yol bulsun diye bırakmadık. Ayrıca yol da gösterdik. Düşünerek ve anlayarak dilediğini seçmesi için ona iyilik ve kötülük, doğruluk ve sapıklıktan oluşan iki yol açıkladık. Aynı konuyla ilgili olarak Dehr suresinde de şöyle buyurulmuştur: "Biz insanı katışık bir nutfeden yarattık, onu deneriz, bu yüzden onu işitir ve görür kıldık. Şüphesiz ona yol gösterdik, kimi buna şükreder kimi de nankörlük eder." (Dehr 2-3) (Bkz. Dehr an: 3-5)

11. "igtahame"ın manası, kendisi için zor ve meşakkatli bir işe yönelmektir. "Akabe" zor geçit demektir. Zor geçit hakkında şöyle denir: Akabe geçilerek dağların yükseklerine çıkılır. Bu nedenle bu ayetin anlamı, "ona iki yol gösterdik" demektir. Birincisi, bu yol yükseklere gider ama meşakkatli ve zor geçitlere sahiptir. Onu geçmek için insan nefsine, heveslerine ve şeytanın vesveselerine karşı mücadele etmelidir. İkinci yol onu uçuruma götürür. Bu yol kolaydır. Çünkü ona düşmek için bir meşakkata ihtiyaç yoktur. Kendini serbest bırakması yeterlidir. Nefsinin bağlarını gevşetmesi ile dalalete düşer. Kendisine iki yol gösterdiğimiz insan uçuruma giden yolu izlemiş ve onu yükseklere çıkartacak olan zor geçitten vazgeçmiştir.

12. Yukarıda onların israfından sözedilmiştir. Kendini büyük göstermek ve başkalarına karşı iftihar etmek için israf ediyordu. Bu nedenle burada mal sarfetme yolu gösterilmiş ve ahlâkî bozgunluğa uğramanın insanı yoksullaştıracağı açıklanmıştır. Bu tür harcamada şehvanî lezzet yoktur. Tersine fedakarlık için nefsin zorlanması vardır. Köle azat etmek veya bir kimseye malî yardımda bulunmak, bir borçlunun borcunu ödemek, yük altında ve borç içinde olan çaresize yardım etmek, aç bir kimseyi doyurmak, akraba veya komşu olan yetime destek olmak, iflas ve fakirlik dolayısıyla muhtaç duruma düşene yardımcı olmak gibi davranışlar belki insanlara şöhret kazandırmaz ve diğerleri gibi meşhur olmazlar ama ahlâkî bakımdan yükselebilmeleri için bu zor geçitlerden geçmelidirler.

Bu ayetlerde iyilikler zikredilerek, Rasulullah'a bunların fazîletleri açıklanmıştır. "Köle azat etmek" hakkında pek çok hadis rivayet edilmiştir. Bunlardan biri Ebu Hureyre'nin rivayet ettiği hadistir: "Rasulullah şöyle buyurdu: "Mü'min bir köle azat eden bir kimseyi Allah, o kölenin her uzvuna karşılık bir uzvunu cehennem ateşinden koruyarak mükafatlandıracaktır. Eline karşı el, ayağına karşı ayak, fercine karşı ferc." (Müsned-i Ahmed, Buharî, Müslim, Tirmizî, Neseî). Hz. Ali b. Hüseyin (Zeynelabidin), bu hadisi rivayet eden Sad b. Mercan'a şöyle sormuştu: Sen Ebu Hureyre'den bu hadisi kendin duydun mu? O da "evet" demişti. Bunun üzerine İmam Zeynelabidin en kıymetli kölesini çağırdı ve onu hemen azat etti. Müslim'de şöyle beyan edilmiştir: Bu köle için on bin dirhem verenler vardı. İmam Ebu Hanîfe ve İmam Şa'bi bu ayete dayanarak, köle azat etmenin sadakadan daha efdal olduğunu söylemişlerdir. Çünkü Allah (c.c.) bunu zikretmeyi sadakadan öne almıştır.

Miskinlere yardımın fazîleti hakkında Rasulullah'tan pek çok hadis rivayet edilmiştir. Birisi şu hadistir: Ebu Hureyre rivayet ediyor ki, "Dul ve miskinlere yardım için uğraşmak, Allah (c.c.) yolunda cihad gibidir." (Ebu Hureyre diyor ki, Rasulullah'ın, bununla uğraşan kimse namaz için kıyam etmiş ve hiç dinlenmemiş ya da peşpeşe oruç tutmuş ve hiç ara vermemiş gibidir" dediğini sanıyorum) (Buharî ve Müslim).

Yetimler hakkında Rasulullah'ın pek çok buyruğu vardır. Sehl b. Sad'dan rivayet edildiğine göre Rasulullah şöyle buyurmuştur: "Akrabası olmayan yetime kefalet eden kişiyle ben cennette şöyle olacağız. (iki parmağını yanyana göstererek)" (Buharî). Ebu Hureyre bir başka hadis daha rivayet eder: "Müslümanların evlerinden en iyisi evde yetime iyi muamele edilendir. En kötüsü ise kötü muamele edilendir" (İbn Mace, Buharî), Ebu Ümame diyor ki, Rasulullah şöyle buyurdu: "Eğer bir kimse yetimin başını okşamışsa ve bunu sadece Allah (c.c.) rızası için yapmışsa, çocuğun kaşındaki saçlar sayısı kadar, okşayan kişiye sevap yazılacaktır. Bir kimse erkek ve kız yetime iyi muamele yapmışsa o ve ben cennette şöyle olacağız. Bunu dedikten sonra Rasulullah iki parmağını birleştirerek gösterdi." (Müsned-i Ahmed, Tirmizî). İbn Abbas'tan rivayet edilmiştir: "Bir kimse yetimi kendi yemeğine ve içeceğine ortak etmişse Allah (c.c.) ona cenneti vacib kılmıştır. Affolmayacak bir günah işlemesi bundan müstesnadır." (Şerhu's-Sünne). Ebu Hureyre şöyle buyurdu: "Bir şahıs Rasulullah'a kalbinin çok katı olduğundan şikayet etti. Rasulullah şöyle dedi: Yetimin başını okşa ve miskinlere yemek yedir." (Müsned-i Ahmed)

13. Yani bu özelliklerin yanısıra insanın mü'min olması da şarttır. Çünkü imanı olmayanın hiçbir ameli salih sayılmaz ve Allah (c.c.) indinde kabul olmaz. Kur'an'da pek çok yerde, iyiliğin yalnız iman ile yapılırsa kıymeti olduğu ve onun kurtuluşuna vasıta olacağı açıklanmıştır. Mesela Nisa suresinde şöyle buyurulmuştur: "Mü'min olan erkek ve kadınlardan iyi işler işleyenler cennete girerler. Kıl kadar zulüm görmezler" (Nisa 124) Nahl suresinde ise şöyle buyurulmuştur: "Kadın olsun, erkek olsun inanmış olarak kim iyi iş işlerse ona hoş bir hayat yaşatacağız. Ecirlerini, yaptıklarından daha güzeli ile ödeyeceğiz" (Nahl 97). Mü'min suresinde şöyle buyurulmuştur: "Kim bir kötülük işlerse ancak onun kadar ceza görür. Kadın veya erkek, kim inanarak yararlı iş işlerse, işte onlar cennete girerler, orada hesapsız şekilde rızıklanırlar" (Mü'min 40). Kur'an'ı mütalaa edenler, nerede salih amele karşılık ecir verileceği zikredilmişse orada muhakkak imanın da şart koşulduğunu göreceklerdir. İmansız bir ameli Allah (c.c.) kabul etmez ve karşılığında mükâfaat vermeyi de vaat etmemiştir.

Burada ayetteki önemli bir nokta gözden kaçırılmamalıdır. Ayette "ondan sonra iman etti" denmemiştir. Şöyle buyurulmuştur: "ondan sonra iman edenlere katıldı." Bunun manası şudur: sadece ferdî olarak iman etmek yeterli değildir. Her iman eden başka iman edenlerle birleşmelidir. Böylece mü'minlerden bir toplum vücut bulur. Toplumsal olarak da salih sayılmış ameller ikame edilir, kötü ameller de ortadan kaldırılır. Çünkü bu imanın gereğidir.

14. Bunlar mü'min toplumun iki özelliğidir ki iki kısa cümle ile beyan edilmiştir. Birinci özellik, birbirine sabrı telkin ederler. İkinci özellik, birbirlerine merhameti telkin ederler.

Sabır hakkında daha önce pek çok yerde açıklama yaptık. Kur'-an-ı Kerim'de bu kelime çok geniş anlamlarıyla kullanılmıştır. Mü'minin tüm hayatı sabırla doludur. İman yolunun başlangıcından itibaren sabır imtihanı başlar. Allah'ın emirlerine uymak ve itaat etmek sabır ister. Allah'ın ibadetlerine yerine getirmek sabır ister. Allah'ın haramlarından sakınmak sabırsız mümkün değildir. Kötü ahlâkı bırakmak ve temiz ahlâka uymak sabır ister. Adım adım insanı günaha teşvik eden şeylerden sakınmak ancak sabırla mümkündür. Hayatta sayısız olaylarla karşılaşır ki eğer Allah'ın kanununa uyarsa bu dünyada mahrumiyetler ve musîbetler ile karşıkarşıya kalır. Bunun tersine Allah'a itaatsizlik yolunu izlerse o zaman pek çok fayda ve lezzetler elde etmeyi ümit edebilir. Sabır olmadan bu gibi şartlarda bir mü'min kolay kolay günahlardan sakınamaz. Ayrıca, insan iman ettikten sonra nefs ve hevasından tutun ailesi, kabilesi, cemiyeti, kavmi, ülkesi, bu dünyadaki cin ve insanlara varıncaya kadar herkes ona karşı çıkmaktadır. Hatta Allah (c.c.) yolunda hicret ve cihad etmeye sıra geldiğinde ona karşı çıkanlar karşısında sabır özelliği olmadan tutunamaz. Açıktır ki mü'minler bu zor imtihanların her birinde her an yenilgiye düşebilir. Başarması çok zor bir iştir. Bunun tersine, her ferdi hem kendisi sabreden hem de sabrı tavsiye eden mü'minlerden müteşekkil bir toplumun hayatında, bu imtihanlara karşı yardımlaşma olursa toplumca başarıya ulaşılır. Bu toplum şerre karşı büyük bir güç teşkil eder ki insanlık toplumunu iyiliğe götürmek için bu büyük bir ordu demektir.

Şimdi "merhamet"e gelelim. Bu, iman edenlerin, mü'min toplumunun ayrıcalıklı bir vasfıdır. Onlar katı kalpli, merhametsiz ve zalim bir toplum değildir. Mü'minler, insanlığın merhametli, şefkatli ve birbirinin dert ortağı olanlara sahip toplumudur. Şahıs olarak bir mü'min Allah'ın merhametinin bir gölgesidir. Toplum olarak da mü'minlerdeki bu özelliği Allah'ın Resulü temsil eder ki Kur'an onu şöyle tasvir etmiştir: "Seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik" (Enbiya 107).

Rasulullah'ın en fazla üzerinde durduğu şey, ümmeti arasında yaymaya çalıştığı yüksek ahlâkî meziyetti. Bu ise rahmet özelliğidir. Rasulullah'ın irşadları incelendiğinde anlaşılacaktır ki, bu mesele Rasulullah'ın önünde en önemli mesele olarak yer almaktaydı. Cerir b. Abdullah rivayet ediyor, Rasulullah şöyle buyurdu: "İnsanlara merhamet etmeyene Allah (c.c.) da merhamet etmez." (Buharî, Müslim). Abdullah b. Amr b. As şöyle rivayet etti: "Rasulullah buyurdu ki, merhamet edenlere Rahman da merhamet eder. Yer yüzündekilere merhamet edin ki gök sahibi de size merhamet etsin" (Ebu Davud, Tirmizî). Saîd Hudrî Rasulullah'tan rivayet etti: "Merhamet etmeyene merhamet edilmeyecektir" (Buharî). İbni Abbas, Rasulullah şöyle buyurdu, dedi: "Küçüklerimize merhamet etmeyen, büyüklere ilgi göstermeyen bizden değildir." (Tirmizî). Ebu Davud, Abdullah b. Ömer'den nakletti: "Küçüklerimize merhamet etmeyen ve büyüklerin hakkını tanımayan bizden değildir." Ebu Hureyre diyor ki; "Ben Ebu'l Kasım'dan duydum: Bahtsız insanın kalbinden merhamet alınır" (Ahmed, Tirmizî). İyaz b. Hamer rivayet etti: "Üç tip insan cennetliktir. Birisi de, her akrabası ve Müslüman için merhametli, yumuşak kalp taşıyandır" (Müslim). Numan b. Beşir rivayet etti: "Sen mü'minleri, merhamet ve muhabbetli, birbiriyle dertleşen bir bünye olarak görürsün. Bünyenin bir uzvu sancı hissetse bütün bünye uykusuz kalır ve hastalanır" (Buharî ve Müslim). Ebu Musa Eş'arî rivayet etti: "Mü'min, diğer mü'min için duvar gibidir. Herkesin bir kısmı diğeri ile sağlamlaşır" (Buharî, Müslim). Abdullah b. Ömer rivayet etti: "Müslüman Müslümanın kardeşidir. Ona zulüm de etmez, yardımdan da vazgeçmez. Bir kimse kardeşinin ihtiyacını gidermek için çalışırsa, Allah (c.c.) da onun hacetini görmek için çalışır. Bir şahsı bir musibetten kurtarırsa Allah (c.c.) da onu kıyamet günü bazı musîbetlerden kurtarır. Bir Müslümanın ayıbını örterse Allah (c.c.) da kıyamet günü onun ayıbını örter."

Bunlardan anlaşılıyor ki, iman ettikten sonra salih amel işleyenlerin, iman edenler cemaatine katılmasına Kur'an'ın bu ayetinde işaret edilmiştir. Bundan ne gibi bir toplum kastedildiği açıklanmıştır.

15. Sağ ve sol kanatlar hakkında, Vakıa suresinde gerekli açıklamayı yapmıştık. (Vakıa an: 5-6)

16. Yani, ateş onları çevreleyecektir ve oradan çıkmaları mümkün olmayacaktır.

BELED SÜRESİ(Seyyid KUTUB)

1- Hayır, and içerim bu şehre.

2- Ki sen bu şehre girmektesin.

3- Doğurana ve doğurduğuna andolsun ki,

4- Biz insanı birtakım zorluklar, zahmetler ve sıkıntılar içinde yarattık.

Buradaki "Belde" Mekke'dir. Yüce Allah'ın saygın evidir. Yeryüzünde insanlar için, toplantı yeri ve güvenli bir sığınak olmak üzere kurulan ilk evdir. Herkes orada silahını bir yana koyar, çekişmelerini ve düşmanlıklarını unutur ve barış içinde biraraya gelir. Birbirlerinin kanını, malını, ırzını dokunulmaz kabul ederler. Nitekim bu evin kendisi, ağacı, kuşu ve orada yaşayan her canlı da dokunulmazdır. Ayrıca bu ev, Hz. İsmail'in arapların ve tüm Müslümanların atası olan Hz. İbrahim'in evidir.

Yüce Allah, Peygamberi Hz. Muhammed'i -salât ve selâm üzerine olsun şereflendiriyor, bu nedenle burada onu anıyor, onun şu Mekke şehrinde kalmasından ve durmasından söz ediyor. Çünkü Peygamberin orada kalması, Mekke'ye bir kat daha saygınlık kazandırıyor, şeref bahşediyor, büyüklük katıyor. Bu ifadeler burada derin anlam gücüne sahip olan ilhamlardır. Müşrikler bu evin saygınlığını çiğniyorlar ve Peygamberi ve orada bulunan Müslümanları incitiyorlardı. Bu ev şerefli bir evdi. Peygamberin orada kalması da şerefine şeref katmıştı. Yüce Allah Mekke şehrinin ve orada kalan Hz. Muhammed'in üstüne yemin edince, o şehire yücelik, saygınlığı üstüne katmerli bir saygınlık elbisesi giydiriyor demektir. Bu durumda bu evin hizmetkârları olduklarını, Hz. İsmail Peygamberin çocukları ve ibrahim'in -selâm üzerine olsun- dini üzere yaşadıklarını iddia eden müşriklerin durumu her yönden iğrenç ve çirkin olarak ortaya çıkmış oluyor.

Belki de "Doğurana ve doğurduğuna andolsun" ayetinin özel olarak Hz. İbrahim ya da Hz. İsmail'e işaret ettiği varsayımı ile ve bu ifadenin daha önce geçen Mekke şehri ve orada kalan Peygamber üstüne edilen yemin ile birlikte düşünülmesi, sonra Mekke'yi ilk kuran Hz. İsmail ile onun oğlunun beraberce gözönüne alınması durumunda, bu anlam, insanın aklına gelmektedir. Gerçi bu değerlendirme, "Doğurana ve doğurduğuna andolsun" ayetinin anlamının herhangi bir kimse ile kayıtlı olmadığını, ortadan kaldırmadığı gibi bu ifadenin insanın dünyaya gelme biçimi ile ve bunun doğum yaparak çoğalma prensibine dayandığına işaret, olması ile çelişmez. Ki bu da surenin temel konusu olan insanın içyüzünden söz etmeye bir hazırlık anlamındadır.

Üstad Muhammed Abduh'un "Amme Cüzü" isimli tefsirinde bu surenin açıklamasını yaparken tam bu noktada, hem bu surenin ruhu ile ve hem de bizim tefsirimiz olan "Fi zılali'l-Kur'an"ın ruhu ile uyuşan çok hoş işaretleri ve nükteleri vardır. Şimdi o nükteleri buraya aktarmak istiyoruz. Rahmetli Üstad tefsirinde diyor ki:

"Sonra yüce Allah, doğuran ve doğan üstüne yemin ederek, dikkatlerimizi birçok hikmetlere çekiyor. Dünyaya geliş aşamalarından "doğup çoğalma" merhalesinin ne kadar yüce olduğuna, ondaki saklı olan sonsuz hikmetlere, yaratma sanatının mükemmelliğine, hem doğuranın ve hem de doğanın dünyaya gelmenin başlaması ve yeni doğan yavrunun olgunluğa erişmesi ve onu kendisi için planlanan gelişmenin son sınırına ulaştırmak uğruna nelere katlandıklarına, dikkatlerimizi çekiyor."

"Bir bitkiyi düşünelim. Gelişme aşamalarında bir tohum, nelerle boğuşur. Atmosferin etkilerine göğüs gerer. Çevresinde bulunan elementlerden gıdaları emmeye çalışır. Sonunda dallı-budaklı bir ağaç olur. Kendisi gibi tohum ya da tohumlar vererek kıvama gelir. Ve hoş manzarası ile kainatı süsler. İşte bir tohum bu aşamaya gelmek için ne çilelere göğüs gerer! Şimdi, bu söylenenleri aklımızın bir köşesine koyup, bitkiler dünyasından, hayvanlar ve insanlar alemine eğilirsek, doğuran ile doğan canlının daha büyük çilelere katlandıklarını görürüz. Ve her iki canlı dünyasının kendi türünü koruma uğruna ve şekilleri ile kainatın güzelliğini saklamak için çok daha fazla çilelere ve meşakkatlere katlandıklarını görürüz: '

Yüce Allah insan denen yaratığın hayatında değişmez bir gerçeği pekiştirmek, üzerine dikkat çekmek için "doğuran ve doğan" üstüne yemin ediyor.

"Biz insanı birtakım zorluklar, zahmetler ve sıkıntılar içinde yarattık." Biz insanoğlunu, bitip tükenmez, meşakkat, sıkıntı, çaba, çile, mücadele ve uğraşı ile meşgul olmak üzere yarattık. Nitekim yüce Allah başka bir surede buyurur: "Ey insan! Sen Rabbin için çalışıp çabaladın, artık O'na-kavuşmaktasın." (İnşikak Suresi, 6)

Ana rahmine düşen ilk hücre, orada bomboş, hareketsiz olarak durmaz. Aksine hemen -Rabbinin izni ile orada yaşayıp beslenmek için kendine uygun ortamı hazırlamak uğruna çalışıp çabalamaya, uğraş vermeye başlar. O karanlık dünyadan çıkış kapısına ulaşıncaya kadar bitip tükenmeyen bir uğraştır bu. Ardından annenin çektiği doğum sancısının yanında, yavrunun bizzat kendisinin de aynı sancıdan neler çektiğini Allah bilir. Ana rahmindeki bu çocuk dünya ışığını görür görmez öyle bir basınç ve itilme ile karşılaşır ki Rahim denilen o küçücük alemin kapısından çıkarken neredeyse boğulacak gibi olur.

İşte bu andan itibaren en yorucu çaba ve en acı çile başlar. Çünkü ana rahmindeki bu çocuk şimdi hiç alışık olmadığı havayı teneffüs etmeye başlar. ilk kez ağzını ve ciğerlerini açar. Çığlıklar içinde nefes Alıp vermeye başlar. Bu çığlıklar sanki dünya hayatının başlangıcının çilelerinin işaretlerini verir gibidir! Sindirim sistemi ve kan dolaşımı daha önce alışılmayan bir biçimde çalışmaya başlar. Barsakları bu yeni reaksiyona alışıncaya dek gıda artıklarını dışarı çıkarmak için neler çeker! Bundan sonra attığı her adım çile, yaptığı her hareket yorgunluk üstüne yorgunluk, bitkinlik üstüne bitkinliktir. Emeklemek isteyen, yürümeye çalışan bir çocuğu izleyen onun bu basit hareketleri yapmak için ne çileler çektiğini kendi gözleri ile görür.

Dişleri çıkarken çile, ayakta dengede durmak ayrı bir zahmettir. Düşmeden adım atması meşakkat, öğrenmesi yorgunluk, düşünmeyi öğrenmesi ayrı bir çiledir. Yani her yeni tecrübesi emeklemek ve yürümek gibi ayrı bir çiledir.

Daha sonra yollar ayrılır, zahmetler çeşitlenir. Kimi kas gücü ile yorulur. Kimi zihin gücü ile didinir durur. Kimi ruhu ile çaba harcar, kimi bir lokma ekmek ve bir hırka giymek için ter döker. Kimi binini ikibin, yapmak onbin'ini yüzbine çıkarmak için didinir durur. Kimi makam ve mertebe için kendisini parçalar. Kimi de Allah yolunda yorulur. Kimi de şehvet ve arzu peşinde koşar. Kimi inanç sistemi ve islam davası için ter döker. Kimilerin yorgunluğunun sonu cehennemdir. Kimilerinin ki ise cennettir. Kısacası herkes yükünü omuzuna almış taşımaktadır. Herkes Rabbine giden yolda basamak basamak çilelere göğüs gererek yükselmektedir ve en sonunda da Rabbine kavuşacaktır herkes. Orada en büyük acı günahkârların, en muazzam rahatlık da mü'minlerin olacaktır.

Doğrusunu söylemek gerekirse, dünya hayatının yapısı yorgunluktur. Şekli ve nedenleri değişebilir ama son tahlilde hepsi de yorgunluktur. Zararlıların en zararlısı dünyanın yığın yığın çilelerine katlanan, sonunda ise çektiği çilelere karşılık öbür dünyada en yorucu ve en acı felaketlerle karşılaşan kimsedir. Bahtlıların en bahtlısı ise Rabbine giden yolda zâhmetlere ve çilelere göğüs gerip yorulan, sonunda ise, kendisinden öbür dünyanın meşakkatlerini Alıp götürecek iyi amellerle Rabbine kavuşan ve yüce Allah'ın gölgesi altında kendisine en büyük rahatı sağlayacak, salih amellerle O'na ulaşan mü'mindir.

Üstelik bizzat dünyada çeşitli yorgunluk ve zahmetlere birtakım mükafatlar verilmektedir. Kuşkusuz değerli bir iş için çaba harcayan değersiz bir iş için yorulan kimse ile bir değildi. Bunların ikisi, zihin rahatlığı açısından, bağışlamak için gönül hoşnutluğu duymak bakımından ve fedakarlıktan rahatlık duymak yönünden bir değillerdir. Toprağa bağımlılık yükünden arınmış olan, ya da bu yüklerden kurtulmak için bağımsız olmak üzere çalışıp çabalayan kimse ile, çamura dalmak ve haşere ve kurtlar gibi yeryüzüne yapışmak için didinen kimseler elbette bir değildir. Bir dava uğruna ölenle, şehvet uğrunda ölen tabii ki bir değildir. Birinin karşılaştığı zorluğu ve yorgunluğu algılaması ile öbürünün algılaması ve değerlendirmesi asla aynı değildir.

İNSANIN BÜYÜKLENMESİ

İnsan hayatının özelliğine dair bu gerçeği belirttikten sonra, yüce Allah, insanların birtakım iddialarını ve davranışlarının varlığına işaret ettiği bazı düşünce tarzlarını, tartışmaya açıyor.



5- İnsan hiç kimsenin kendisine güç yetiremeyeceğini mi sanıyor?

6- Yığın yığın mal tüketmişimdir diyor.

7- Kimsenin kendisini görmediğini mi sanıyor?

Meşakkat içinde yaratılmış olan ve hiçbir zaman çilelerden ve zorluklardan kendisini kurtaramayan şu "insan" doğrusu gerçek durumunu unutuyor, yaratıcısının kendisine vermiş olduğu güce, kuvvete, zevke ve nimete aldanıyor. Bunun sonucu olarak, yaptıklarından dolayı hesaba çekileceğini hesaba katmayan insanlar gibi hareket ediyor. Güçlü bir yaratıcının kendisine üstün gelip, yaptıklarının hesabını soracağını hiç beklemeyen kimseler gibi davranıyor. Çizgiyi aşıyor, şımarıyor, onun bunun malını Alıyor, topluyor biriktiriyor, Allah'a itaat etmiyor, günah işliyor. Hem de hiç korkmadan ve sıkılmadan... İşte kalbi imandan yoksun olan insanın niteliği bunlardır.

Ama -surede sözü edilen yerler gibi harcama alanlarına- hayır yapması ve Allah için vermesi teklif edildiği zaman, "Yığın yığın mal tüketmişimdir" diyor. Ben çok şeyler verdim, verdiklerim ve harcadıklarım yeter diyor. "Kimsenin kendisini görmediğini mi sanıyor?" Yüce Allah'ın gözünün üstünde olduğunu, ilminin kendisini çepeçevre kuşattığını unutuyor mu? Allah onun verdiğini de ve ne için verdiğini de görüyor. Fakat şu "insan" denen yaratık, sanki bu gerçeği unutuyor ve kendisinin Allah'ın gözünden gizli kalacağını sanıyor.

İnsana kendisini güçlü ve kuvvetli zannettiren bu aldanmaya karşılık insanın dünya malına sarılıp çok verdiğini iddia etmesine karşın, Kur'an-ı Kerim insanın karşısına, onun ruhunun özelliklerinde, yapısının temelinde, mizacının ve yeteneklerinin özelliklerinde bulunan nimetler deryasını hatırlatarak karşısına dikiliyor. Şükretmediği ve hakkını vermediği nimetlerle insanoğlunu karşılıyor.



8- Biz ona iki göz vermedik mi?

9- Bir dil iki dudak vermedik mi?

10-Biz ona eğri ve doğru iki yol göstermedik mi?

Doğrusu insan gücü ile aldanıyor. Halbuki kendisine bu derece güç ve kuvvet veren yüce Allah'tır. İnsanoğlu mala sıkı sıkı yapışıyor. Oysa bu malı kendisine bahşeden yüce Allah'tır. Doğru yola girip de şükretmiyor. Halbuki Allah, duyular aleminde kendisine yol gösterecek duyular bahşetmiştir. Kendisine yapısı bu derece hassas ve ince, nesneleri görme gücü son derece hassas iki göz vermiştir. İnsanı konuşma yeteneği ile diğer canlılardan üstün tutmuş ve kendisine konuşmanın en sağlam aracını vermiştir. "Bir dil iki dudak vermedik mi?"

Sonra yüce Allah insanoğluna, Hayrı ve şerri, doğru yolu ve sapıklığı, Hakkı ve Batıl'ı kavrayacak gücü bahşetmiştir. Sonra biz insanoğluna dilediğini seçsin diye "Eğri ve doğru iki yol gösterdik." İnsanın yapısında, dilediği yolu tutsun diye ikili bir yetenek vardır. Ayette geçen "Necd" sözcüğü, yüksek yol demektir. Yüce Allah'ın iradesi, insanoğluna dilediği yola girme gücü vermeyi dilemiştir. Ve onu Allah'ın yaratmadaki, herşeye biçimini vermedeki ve şu alemdeki görevini kolaylıkla yerine getirmesi için gerekli şeyleri bahşetmedeki hikmeti uyarınca, bu iki yolu kabul edecek karakterde yaratmayı uygun bulmuştur.

Bu ayet insan yapısının gerçek yüzünü ortaya koyar. Nitekim yine bu ayet Şems suresindeki, "Kişiye ve onu şekillendirene. Sonra da ona iyilik ve kötülük kabiliyeti verene andolsun ki, kendini arıtan saadete ermiştir. Kendini fenalıklara gömen kimse de ziyana uğramıştır" (Şems Suresi, 7-10) ayetleri ile birlikte "islamın psikolojik nazariyesi"ni simgeler. (Bu konunun açıklamasını diğer yerde, Şems suresinde yapacağız. Çünkü orası bu konu için daha geniş bir saha sayılır.)

Yüce Allah'ın insan türüne, kendi özelliği ve yaratılışının özüne dair bahşetmiş olduğu ve insana doğru yolu bulmada yardımcı olan bunca nimetler var ya; Şu kainat kitabının sayfalarında yüce Allah'ın kudretini gösteren deliller ve imanın ilhamları, -ki bu delil ve ilhamlar kainat kitabının sayfaları arasında serpiştirilmiştir- evet bunları kendisi ile görmüş olduğu gözleri, dili ve iki dudağı ki bunlar da iade ve açıklama aracıdırlar- ve insanlar bunlar aracılığı ile birçok şeyler yapabilirler. Evet bu nimetler insanı, cennetle arasına giren o sarp yokuşa atılmaya itememiştir. Zaman olur ki bir söz kılıç ve top yerine hatta daha büyük bir şey yerine geçer. Zaman da olur ki bir söz söyleyeni ateşin içersine attırır. Nitekim aynı söz insanı ateşin içinde yükseltir de alçaltır da. "Cebel oğlu Muaz anlatıyor: Bir yolculukta Rasulullah Efendimiz ile birlikte bulundum. Birgün yürüdüğümüz sırada Peygamberin yakınında oldum. Ona: "Ey Allah'ın elçisi! Bana öyle bir amel söyle ki hem beni cennete soksun, hem de cehennemden uzaklaştırsın" dedim. Buyurdu ki: "Çok büyük bir şey istedin benden ama, Allah'ın kolaylaştırdığı kimseler için bu çok basittir. Allah'a ibadet etmeli, O'na hiçbir şeyi ortak koşmamalısın, namaz kılmalı, zekat vermelisin, ramazan orucunu tutmalı, Allah'ın evini (Kâbe'yi) ziyaret etmelisin. Sonra buyurdu ki: Ey Muaz, ben sana hayır kapılarını göstereyim mi?" Ben de: "Evet ey Allah'ın rasulü" dedim. Buyurdu ki: "Oruç kalkandır. Sadaka ise suyun ateşi söndürdüğü gibi günahları söndürür." Bir kimsenin gecenin ortasında namaz kılması salihlerin nişanıdır. Sonra Peygamber şu ayeti okudu: "Gece teheccüd namazı kılmak için vücutlarını yataklardan ayırıp kalkarlar, korkarak ve ümit ederek Rabblerine dua ederler ve kendilerine verdiğimiz rızktan hayır için harcarlar." (Secde Suresi, 16) Arkasından Resulallah ekledi: "Sana bu işin bayı,. belkemiğini ve zirvesini bildireyim mi?" Ben de: "Evet bildir ey Allah'ın elçisi" dedim. Resulallah: "İşin başı: İslamdır. Belkemiği: Namazdır. Zirvesi ise: Cihattır." buyurdu ve sonra da ekledi: "Sana bütün bunların temelini ve dayanağını bildireyim mi?" Ben de: "Evet bildir ey Allah'ın elçisi" dedim. Resulallah: Dilini göstererek, "Bunu tut" buyurdu. Bunun üzerine sordum: "Ey Allah'ın Peygamberi, bizler konuştuklarımızdan sorumlu tutulacak mıyız?" Peygamber Efendimiz: "Anan seni kaybetmesin. İnsanlar dillerinin söyledikleri olmasa yüzüstü veya burunları üzerinde sürüklenerek cehenneme atılırlar mıydı hiç?" dedi. Bu hadisi, İmam Ahmet, Tirmizi, Nesai ve İbn Mace birlikte naklederler.

İnsana nimet olarak bahşedilen iki gözüne, diline, dudaklarına ve konuşma yeteneklerine ek olarak yüce Allah'ın ona (iyiyi ve kötüyü) kavrama cennete ve cehenneme giden yolu öğrenme, yeteneği bahşetmesi ve ona vermiş olduğu bu doğru yol nimeti ile Hayrı göstermesi...

İşte bütün bu nimetler, "insanoğlu"nu kendisi ile cennet arasına engel olan şu sarp yokuşu, yüce Allah'ın şu ayette açıklamış olduğu bu yokuşu aşmak için olanca gücü ile ona atılmaya itmemiştir.



11- Fakat o zor geçidi aşmaya girişmedi.

12- O zor geçidin ne olduğunu sen bilir misin?

13- O geçit bir köle ve esir azadetmektir.

14- Yahut açlık önünde doyurmaktır.

15- Akraba olan yetimi,

16- Hiçbir şeyi olmayan yoksulu,

17- Sonra inanıp birbirlerine sabır tavsiye eden ve merhamet tavsiye edenlerden olmak.

18- İşte bunlar amel defterleri sağdan verilenlerdir.

İşte, imanın desteğine dayananların dışında hiç kimsenin aşamadığı sarp yokuş bu yokuştur. İnsan ile cennet arasına dikilen yokuş budur. İnsan bu yokuşu bir aşabilse cennete varırdı. Bu sarp yokuşun böylece sunulması çok güçlü bir teşvik oluşturmakta ve insan kalbini coşturmakta ve o yokuşu aşabilsin diye harekete geçirmektedir. Bu yokuş açıklanmış, insanla bu muazzam kazancın arasına giren engel olduğu bildirilmiştir. "Fakat o zor geçidi aşmaya erişmedi". İfade, teşvik, coşturma ve ileriye doğru itme havası var.

Arkasından bu işin ne derece muazzam ve büyük olduğu ifade ediliyor. "O zor geçidin ne olduğunu sen bilir misin?" Maksat sarp yokuşun büyüklüğünü açıklamak değil, yüce Allah'ın katındaki önemini belirtmektir. Yüce Allah'ın bundan hedefi ise, o sarp yokuşu aşmak ve geçmek için ne kadar emek ve çile isterse istesin insanoğlunu buna teşvik etmektir. Sevk etmektir. Çile katmer katmer olacaktır. İnsan sarp yokuşu aşmak için çaba harcadığı zaman, yüce Allah bunun karşılığını kendisine verecek, kendisini yokuşun kucağına atan kimseye, çekmiş olduğu çilelerin karşılığını verecektir. Harcanan çabalar boşa gitmeyecek, ne olursa olsun karşılığı mutlak ve mutlak alınacaktır.

Yüce Allah sarp yokuşu ve onun yapısını açıklamaya islam davasının sunulduğu özel çevrenin (toplumun) en çok ihtiyaç duyduğu bir nesne ile başlıyor. Çile çeken boyunları esirlik zincirinden kurtarmak ve yoksullara yemek yedirmek. Azgın ve inkarcı bir toplumun kendilerine çok katı davrandığı zavallıların karınlarını doyurmaya çok ihtiyaç vardır. Sonra yüce Allah bir olguya değiniyor. Bu olgu herhangi bir topluma, zamana özel değildir. İnsanlar sarp yokuşu kurtuluşa doğru aşarlarken o olgu ile mutlaka yüzyüze gelirler. İşte bu olgu: "Sonra inanıp birbirlerine sabır tavsiye eden ve merhamet tavsiye edenlerden olmak."tır.

Bazı bilginler ayetin metninde geçen "Fekrü'r-rakabe": "Kölenin boynunu kölelik zincirinden kurtarmak" sözcüğünü, köleyi özgürlüğüne kavuşturmaya katılım, "İlk: köle azadı"nı ise, kişinin başkaları katılmaksızın yalnızca kendisinin köleyi özgürlüğüne kavuşturması demektir, diye açıklamışlardır. Ayette kastedilen amaç bunlardan hangisi olursa olsun, ortaya çıkan sonuç birdir, farketmez.

Bu ayet indiği sıralarda islam Mekke'de müşriklerin kuşatması altında idi. Kendisinin getirmiş olduğu hukuk sistemine dayalı devleti yoktu. Kölelik hem arap yarımadasında hem de yarımadayı çevreleyen dünyada yaygın bir durumda idi. Kölelere kelimenin tam anlamı ile çok sert davran ılıyordu. İçlerinden Yasir oğlu Ammar ve ailesi gibi, Rebah oğlu Bilal gibi, Suheyb ve benzerleri -Allah hepsinden razı olsun- gibiler Müslüman olunca, zalim olan efendilerinin çok acı işkenceleri ile karşılaştılar. Efendileri kendilerini dayanılmaz işkencelerin kucağına attılar. Bunun üzerine anlaşıldı ki bu kölelerin kurtuluş yolu, kendilerini zorba efendilerinin elinden satın alarak kurtarmaktadır. Her zaman adeti olduğu gibi çağrıya ilk koşan, emre tereddütsüz, gönül huzuru içinde ve dosdoğru olarak sarılan ve yerine getiren Hz. Ebu Bekir olmuştur.

İbn İshak naklediyor: "Hz. Ebu Bekir'in azad ettiği Hz. Bilal Cemhoğullarının yanında yetişenlerden birisiydi. İslama gönülden bağlı, kalbi tertemiz birisi idi. Cemhoğullarından, Huzafe oğlu, Vehb oğlu, Halef oğlu Ümeyye öğle sıcağı bastırınca onu çıkarır, Mekke kumluklarına sırt üstü yatırır, sonra büyük bir kaya getirilmesini emreder ve o kaya Hz. Bilal'in göğsü üzerine konurdu. Sonra ona: "Ölünceye kadar böyle kalacaksın. Ya da Muhammedi inkar eder Lat ve Uzza'ya taparsın" derdi, de bu çileler altında bile Hz. Bilal: "Allah bir, Allah bir" derdi: '

"Nihayet birgün Hz. Ebu Bekir, Hz. Bilal'e aynı işkenceleri yaparlarken onlara rast gelir. Çünkü Hz. Ebu Bekir'in evi, Cemhoğullarının yakınlarında idi. Halef oğlu Ümeyye'ye derki: "Allah'tan korkmaz mısın da bu zavallıya böyle davranırsın? Ne zamana kadar buna devam edeceksin?" Ümeyye: "Sensin onu bozan. Gördüğün durumdan kurtar onu" der. Ebu Bekir de: "Peki yaparım. Benim ondan daha güçlü ve dayanıklı zenci bir kölem var. O da senin dinindendir. Bunun karşılığında vereyim onu sana" deyince, Ümeyye, kabul ediyorum der. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir: Tamam öyle ise o senindir der. Ve kölesini Ümeyye'ye verir ve Hz. Bilal'i alarak azad eder."

"Hz. Ebu Bekir, Medine'ye hicret etmeden önce, altı köle daha azad etmişti. Bilal ise yedinci oluyordu. Bunlar, Füheyre oğlu Amir -Bedir savaşına katılmış, Maune kuyusu savaşında şehit düşmüştü- Ümmü Abis, Zenire -Hz. Ebu Bekir onu azad edince gözleri kör olmuştu. Bunun üzerine Kureyşliler, "Onun gözlerini kör eden Lat ve Uzzadan başkası değildir" deyince, Zenire: "Yalan söylemişler. Allah'ın beyti hakkı için, Lat ve Uzza ne zarar verebilir ne de bir yarar" der. Bunun üzerine yüce Allah, gözlerine tekrar görme gücü bahşeder. Hz. Ebu Bekir Nehdiye ve kızını da azad etmişti. Bunlar Abdud-Dar oğullarından bir kadının bir kölesi idiler. Kadın onlarla kendine ait un göndermişti. Onlara: "Vallahi sizi asla azad edemeyeceğim" diyordu. Hz. Ebu Bekir: "Ey filancanın annesi, boz yeminini" der. O da: "Tamam bozayım. Sen bozdun onları sen azad et" der. Hz. Ebu Bekir "Kaça veriyorsun onları" deyince, kadın: "Şu kadara" der. Hz. Ebu Bekir: "Tamam aldım onları, onların ikisi de özgürdür" karşılığını verir ve kadınlara dönerek: "Onun ununu kendisine geri verin" der. Onlar da birazını boşaltıp öyle mi geri verelim deyince "İsterseniz" der.

Hz. Ebu Bekir Müemmil oğullarından -ki bu kabile Adiyyoğullarındandır- bir cariyeye rastlar. Bu cariye Müslümandır. Hz. Ömer o zamanlar henüz müşriktir. islamı bıraksın diye bu cariyeye işkence eder vurur döver, dövmekten yorulunca ona: "Kusura bakma! Acıdığım için bırakmıyorum seni, usandığım için bırakıyorum" der. Cariye de: "Allah da sana böyle yapsın" der. İşte Hz. Ebu Bekir bu cariyeyi satın Alır ve azad eder."

İbn İshak der ki: "Ebu Atik oğlu, Abdullah oğlu Muhammed bize, Zübeyr oğlu Abdullah oğlu Amir'den nakletti. Amir de kendi ailesinden birisinden duymuş. Babası Hz. Ebu Bekir'e der ki: Yavrucuğum görüyorum ki hep güçsüz köleleri azad ediyorsun. Şayet güçlü kuvvetli kişileri azad edersen seni korurlar, sana destek olurlar. Hz. Ebu Bekir: "Babacığım! Ben sırf Allah için istiyorum yapmak istediklerimi" der."

İşte Hz. Ebu Bekir çile çeken bu köleleri sırf Allah hoşnut olsun diye salıverirken o sarp yokuşu aşmaya çalışıyordu. O günlerin arap yarımadasının şartları, Allah yolunda sarp yokuşu aşmak için atılması gereken gerekli i adımların ve sıçramaların başında "Köle azad" edilmesinin sayılmasını gerekli kılıyordu. "Yahut açlık gününde doyurmaktır. Akraba olan yetimi, hiçbir şeyi olmayan yoksulu."

Ayet metninde geçen "Mesğabe" açlık demektir. Yemeğin nadir ve bulunmaz olduğu açlık günü, imanın içyüzünü, ortaya koyan bir mihenk taşı gibidir. İnkarcı ve azgın cahiliyet toplumunda yetimler akraba bile olsalar her zaman haksızlığa ve zulme uğruyorlardı. Bunun için Kur'an, yetimlere iyi davranma emirleri ile dopdoludur. Bu Kur'an ifadeleri, yetimlerin bulundukları çevrenin ne kadar taş yürekli bir toplum olduğunu gösterir. Kur'an'da bu emirler peşi peşine sürüp gelmiştir. Hatta Medine inişli surelerde bile, miras, vasiyet ve evlenmeye dair islam yasalarının yürürlüğe konulması dolayısı ile, yetimlere iyi davranılması yine emredilmiştir.

İslam hukukunun bu konulara dair getirmiş olduğu hükümlerin çoğu özellikle Nisa suresindedir. Ayrıca Bakara suresinde ve diğer bazı surelerdedir. Durumunun kötülüğünden ve sefaletinden dolayı yere yapışıp, toprağa bulanan yoksulu açlık günü yedirmeyi Kur'an-ı Kerim, aynı şekilde sarp yokuşu aşma yolunda atılacak bir adım olarak sunuyor. Çünkü bu da, sıkıntı, açlık ve ihtiyaç günü, merhamet, acıma, dayanışma, başkalarını kendine tercih etme, çoluk çocuğunu Allah'ın gözetimine bırakma gibi iman duygularının değerini gösteren bir mihenk taşı gibidir. İşte bu iki adımın, köle azad etmenin ve yoksula yemek yedirmenin, her ne kadar genel bir özelliği var ise de bunlar o günün toplumunun kendisini ısrarla hissettiren ilhamlarındandı. Bundan dolayı yüce Allah, sarp yokuşunun aşılmasında atılacak adım olarak önce bu ikisini sıralamış sonra da kapsamlı ve en büyük sıçramayı belirtmiştir.

"Sonra inanıp birbirlerine sabır tavsiye eden ve merhamet tavsiye edenlerden olmak."

Ayetin metnindeki "sonra" sözcüğü, zaman bakımından bir aralığın ve sonralığın ifadesi değildir. Aksine, sarp yokuşun aşılması için atılacak olan bu son adım, daha kapsamlı ve daha geniş çerçeveli olduğu için soyut bir sonralık ve aralıktır. Yoksa iman olmadan köle azad etmenin ve yoksulları doyurmanın ne anlamı vardır? iman, köle azad etmeden ve yoksulu doyurmadan önce var olması gerekli olan bir olgudur. Odur yüce Allah'ın ölçüsünde iyi amele bir değer veren. Çünkü iman amelleri, değişmez ve kaypak olmayan bir sisteme bağlar. Böylece iyilik, değişip duran bir mizacı hoşnut etmek, toplumun övgüsünü arzulamak ya da bir yararı elde etmek için amaçsızca yapılan gelip geçici bir hareket olmaz.

Yüce Allah sanki şöyle diyor: Sarp yokuşu geçmek için atılması gereken adımlar: Köle azad etmek, veya açlık gününde bir yoksulu doyurmak, yakınlığı bulunan bir yetimi veya toprağa bulanmış, yerde sürünen yoksulu yedirip doyurmak.. Bir de bunun üzerine ek olarak, iman eden, sabrı ve merhametli olmayı tavsiye eden kişilerden olmaktır. Burada ayetin metninde yer alan "Sümme: Sonra" sözcüğü, son adımın ne kadar üstün ve yüce olduğunu belirtmek içindir.

Sabretmek genel olarak iman için, ve özel olarak da sarp yokuşu aşmak için gerekli unsur ve nesnedir. Mü'minlerin birbirlerine sabrı tavsiye etmeleri ise, bizzat sabrın üstünde başka bir dereceyi ifade eder. Mü'minler topluluğunun dayanışmasını, birbirlerine sabrı tavsiye etmelerini ve imanın yükümlülüklerine karşı yardımlaşmalarını belirtir. Çünkü Müslümanlar karşılıklı duygu alış-verişinde olan bir toplumun üyeleridir. Tümü ortak tek bir duygu olarak, yeryüzünde iman sistemini gerçekleştirmek ve yükümlülüklerini taşımak için cihadın zorluğuna katlanırlar. Dolayısı ile ortak yükü taşımak üzere, birbirlerine sabrı tavsiye ederler. Güçsüz duruma düşmemek için birbirlerine dayanak-destek olurlar. Yenilmemek için birbirlerini desteklerler. Bu ise kişisel sabra dayalı olsa bile, ondan ayrı başka bir olgudur. Bu ayet islam toplumunda bulunan bir mü'minin görevini ilham eden bir ayettir. O halde bir mü'min toplum içinde toplumu zayıflatıcı bir üye değil, aksine güçlendirici bir elemandır. Mü'min mağlubiyet çığırtkanı değil, toplum içinde atılımın ve dinamizmin güçlü sesidir. Sabırsızlığı körükleyen değil, aksine huzur kaynağıdır.

Merhamet tavsiye etmek de böyledir. Yan: merhameti tavsiye etmek merhametin bizzat kendisinden öte bir olgudur. Merhameti tavsiye etmek toplumun safları arasında "acıma" görevini yaymaktır. Bunun yolu ise, toplum üyelerinin bunu karşılıklı olarak birbirlerine tavsiye ve teşvik etmeleri ve bu görevi herkesin tanıdığı ve uğrunda birbirleri ile yarıştığı toplumsal ve aynı zamanda kişisel bir görev olarak kabul etmektir.

Toplum, anlamını ancak bu yönlendirme ile kazanır. Gerek Kur'an'ın, gerek Peygamberin hadislerinde üstüne basa basa vurguladıkları özellik budur. Çünkü bu özelliğin, dinin yeryüzünde hakim olması için önemli bir yeri vardır. Çünkü bu din toplum dinidir. Kişisel sorumluluklar ve kişisel olarak hesaba çekilmenin tam olarak açıklanması yanında bu din, toplumun uyması gereken bir hayat sistemidir.

Kur'an-ı Kerim'in niteleyip belirttiği gibi, sarp yokuşu aşmak üzere atılanlar "Amel defterleri sağdan verilenlerdir." Başka yerlerde belirtildiği gibi onlar "sağ ehli"dirler. Ya da onlar, bereket, nasip ve mutluluk erbabı kimselerdir. Her iki anlam da iman kavramı ile ilgilidir.



19- Ayetlerimizi inkar edenler, İşte onlar amel defterleri soldan verilenlerdir.

20- Onlar her yönden ateşe kapatılacaklardır.

Burada yüce Allah, "sol ehli" olan zümre için "ayetlerimizi inkar edenler" niteliğinden başka bir nitelik saymak gereğini duymamıştır. Çünkü "kafirlik" özelliği herşeyi bitirir. Kâfirlikle birlikte hiçbir iyi amel düşünülemez. Ne kadar kötülük varsa "Kâfirlik" o kötülükleri kapsar ya da onları örtüp kendisi baskın çıkar. O halde, onların köle azad etmediklerini, yoksula yemek yedirmediklerini belirtmeye sonra da ayetlerimizi inkar ettiler diye ifade etmeye hiç gerek yoktur... Çünkü bir sefer kafir oldular mı, o sıralanan davranışların -yapsalar bile kendilerine hiçbir yararı olmayacaktır.

Onlar "Meş'eme" ehlidirler. Yani defterleri sol taraftan verilecek olanlar ya da uğursuz kötü kimselerdir. Burada da her iki anlam iman kavramına yakındır. İşte bunlar sarp yokuşun gerisinde kalmışlar onu aşmak için o yokuşa atılmamışlardır. Üzerine kapatılmış "Onlar her yönden ateşe kapatılacaklardır." Yani onların üzerine kapatılmış bir ateş vardır. Bu anlamı ya akla hemen geliveren üzerlerine kapalıdır diye anlarız. İkinci bir ihtimal bu yakın anlamdan çıkan sonuç da ayetin anlamına uygun düşebilir. Yani onlar, ateşten çıkamazlar. Ateşin kapıları kendi üzerlerine kapatıldığı için oradan kesinlikle ayrılamazlar. Bu iki anlamı birbirinden ayırmak mümkün değildir.

İşte insan denen varlığın hayatındaki ve iman düşüncesindeki temel gerçekler bunlardır. Böyle kısa ifadelerin çerçevesi içinde böylesine güçlü ve böylesine açıklıkla sunulmaktadır. İşte bu Kur'an'ın eşsiz ifade özelliğidir.

BELED SÜRESİ(Muhammed GAZALİ)

"And içerim bu beled(şehir)e.." (Beled; 1) Yani yemin ederim Mekke'ye.

"Kİ sen içinde oturmaktasın." (Beled: 2)

Sen orada ikamet etmekte ve basiretle Allah'a davet etmektesin. Bununla birlik­te beled (şehir), hayvanların ve bitkilerin korunduğu haremdir. Böyle olmasına kar­şın, düşmanlık Muhammed'e reva görülmekte ve kendisi mubah sayılmaktadır.

Neden beled(şehir)e yemin edilmiş, burada bir çelişki yok mu? Çünkü tevhide davet, buradan başlamıştır. Çağlar önce duası kabul edilen Allah'la irtibata geçen ye­ni neslin oluşumu burasıdır. Burada İbrâhîm ve İsmail şöyle dua etmişlerdi: "Rabb'imiz onlara kendi içlerinden senin âyetlerini kendilerine okuyacak, onlara ki­tabi ve hikmeti öğretecek, onları temizleyecek bir elçi gönder." (Bakara: 129)

Bunun için biz:

"Babaya ve ondan meydana gelen çocuğa and içerim ki" (Beled: 3)

âyetindeki babayı İbrâhîm, çocuğu da, yeryüzünde tevhid devleti kuran ve risâletle-rin sonuncusu jsmâîl zürriyetinden gelen ve O'nun çocuğu olan Muhammed olarak tefsir ettik.

"Biz İnsanı zorluk arasında yarattık." (Beled: 4)

İnsan cinsi, yükümlülüklerin ağırlığını ve şehvetine uymaktan kendisini koruyan şeriatın gemini yüklenir. Yeniden dirileceğini inkâr edebilir.

Neden? Onun canını aldıktan sonra ona o canı tekrar iade etmekten Allah âciz mİ? İnsan hiç kimsenin kendisine güç yetiremeyeceğini mi sanıyor?" (Beled: 5)

Bunun bir benzeri âyet başka sûrede şöyle geçmektedir: "İnsan bizim kendisinin kemiklerini bir araya toplayamayacağımızı mı sanıyor?" (Kıyamet: 4)

İnsan kazancıyla ve servetini infâk etmekle gururlanır:

"(Gösteriş ve övünme için) Ben bir çok mal sarfettim, diyor." (Beled: 6)

İşte, makam, servet ve cömertlikle böbürlenen Arab'ın özelliği budur. Şâir Anta-ra der ki:

Sen sarhoş olunca ben telef ederim malımı

Yaralanmamış bol namusumu.

Kendine gelince çığlığı kısamam

Sen de bilirsin benim karakterimi ve bana asil ol.

Kişi, iman ve ıslah elbisesi olmadan çıplak olarak Rabbine kavuşmuşsa bütün bunların ne kıymeti var?

"Kimse kendisini görmedi mi sanıyor?" (Beled: 7)

Allah, herkesten malını, nerede kazandığını ve nasıl infâk ettiğini soracaktır. Ardından Mevlâ, kuluna şükretmesi için verdiği nimetleri hatırlatıyor:

"Biz ona vermedik mi: İki göz, bir dil, iki dudak? Ona iki tepe (iki hedef: hayır ve şer yolunu) gösterdik." (Beled: 8-10)

Küfrün ve kör bağnazlığın bağlarının kırılma ânı gelmedi mi, inanarak ve emri­ne boyun eğerek Allah'a giden yolu engellendi mi ki!

"Bunu gerçekleştirmek için ne yaptı? Sarp yokuşun ne olduğunu sen nereden bi­leceksin? Bir boynu (kölelik zincirinden) çözmek, yahut doyurmaktır; açlık gü­nünde, akraba olan yetimi, yahut hiçbir şeyi olmayan yoksulu." (Beled: 12-16)

Sûre, burada çok güzel eserleriyle birlikte imandan söz ediyor. Çünkü iman, so­yut cömertlik, fidye verme, aklama, övme kuruntusu değildir. Mü'minler, kâmil ve yüce onur sahibi insan tiplemeleridir:

"Sonra inanıp birbirine sabır tavsiye eden ve merhamet tavsiye edenlerden ol­mak. İşte onlar sağın adamlarıdır." (Beled: 17-18)

Yani cennet ehlinin bütünüdür. Sabrı ve merhameti tavsiye etmek, olgun ve ictİ-had ehlinin bir pazarlamasıdır.

Mü'minler, tembel ve pısırık değil ölüm kendilerine erişinceye dek hayır yolun­da yarışan insanlardır. İşte bu yüzden onlar Rıdvan cennetİndeki yerlerine konulurlar. Herkes çabası, koşusu ve Allah'ın tevfîki oranında ağırlanır.

Günahta kaşarlanmış ve karanlık aâşıklarına gelince onlar için başka bir son var­dır:

"Ayetlerimizi tanımayanlar İse solun adamlarıdır. Onlara (kapıları) üzerlerine kilitlenecek bir ateş vardır!" (Beled: 19-20)

Beled Sûresi, Arap peygamberlerin, güney ve kuzey olarak Arap Yarımadası'nda hidâyette başarı elde edemediklerini açıklamaktadır. Son peygamber mührü gelince Arap Yarımadası* nın ortasında, meşaleleri bütün dünyaya taşıyanları oluşturdu.

BELED SÜRESİ(Elmalılı Hamdi YAZIR)

"Yemin ederim" (Geniş bilgi için Kıyâme Sûresi'ne bak.) "bu beldeye".

Bu beldeden maksat, Beled-i Haram, yani Mekke-i Mükerreme olduğunda tefsirciler ittifak emiştir. Kamus'ta: "el-Beled ve el-Belde Mekke-i Mükerreme'nin ismidir" denilmekt edir. Şerhinde ise şöle yazılıdır: Bu Süreyya yıldızına en-Necm denilmesi gibi yüceltme içindir. "Besair"de açıklandığına göre: Beled ve belde; muhite ve sınırlı, belli ve içinde bulunanların toplanma ve oturmalarıyla etkilenen yere denir. Şehre belde den i lmesi de bunun içindir. İmar edilmemiş, bayındır olmayan çöle belde denilmesi, vahşi hayvanların mekanı; toprağa belde denilmesi, haşere ve böceklerin mekanı; mezarlığa belde denilmesi de ölülerin mekanı olmalarından dolayıdır. İki kaş arasındaki açıklığ a belde denilmesi, sınırlı olan o yere benzetme yoluyladır. Devenin göğsündeki döşüne belde denilmesi de böyledir. İstiare yoluyla bazan insanın göğsüne de denilir. Yukarda zikredilen etkilenme itibariyle eser ve nişan mânâsına, bir yerde ikamet edip kalma mânâsı itibarıyla ayrılmama, oturma ve ayırmama mânâlarına ve vatandan ayrılmamış bir kimsenin diğer bir yerde şaşkınlığa düşmesi nedeniyle hayret ve zihin donukluğu mânâlarına dahi kullanılır.

Bu ayrıntılı bilgilerden anlaşılır ki Mekke-i Mükerreme'ye başındaki ahid mânâsı ifade eden "lâm" ile el-Beled denilmesi "Doğrusu insanlar için yapılan ilk ev elbetteki Mekke'de bulunan o çok mübarek ve bütün âlemlere hidayet rehberi olan evdir. Onda apaçık âyetler var."(Âl-i İmran, 3/96-97) niteliği gereği n ce Beyt-i Atik olan mübarek Kâbe-i Muazzama ile bazı apaçık âyetleri içeren bir "Harem-i âmin" olmak itibarıyla âlemin insanı hayretler içinde bırakan bir fazilet sinesi halinde hürmet ve saygıyla tanınması vacip, mübarek, bilinen bir şehir olduğuna iş arettir.

Yüce Allah insanın sıkıntılar içinde yaratılmış olduğunu ve dolayısıyla Rabbine doğru yükselmek için bu âlemde sıkıntılara göğüs germesi gerekeceğini vurgulu bir şekilde açıklamak için burada bu beldeye ve "vav" atıf harfi (bağlacı) ile buna bağlanan baba ve oğula yemin etmiştir ki önceki sûrede bu gibi yeminlerin gerçekte onların Rabb'ine yapılmış olduğu anlatılmıştı.

2. Önceki sûrede "Leyâl-i aşr" yani on gece, Zilhicce'nin ilk on gecesi; "şef' ve vetr" yani çift ve tek de, Hacc günleri olan Bayram ve Arefe olduğuna göre burada haccın ifa edildiği Belde-i Haram'a yemin edilmesindeki münasebet açıktır. Fakat şu da çok dikkate değer bir husustur ki bu yemin pek kayıtsız bırakılmamış, şu hal cümlesi veya ara cümlesi ile kayıtlanmış veya hemen

ardından şu cümle zikredilmiştir: Sen hıll iken bu beldede, yani burada bulunurken, veya bu beldeye hıll iken, yani buradan çıkıp da sonra fetih ile buraya gireceğin zaman, yahut sen ki hılsin bu beldede, yani harem-i amin olan bu beldede senin hakkına hürmet edilmiyor, burada bir ava bile saldırılmazken sana saldırı helal sayılıyor, dolayısıyla sen ona, o sıkıntılara göğüs ger. Çünkü insan sıkıntı içinde yaratılmıştır. Bu mânâca cümle cümle-i mu'tarıza (ara cümlesi)dır. Yahut sen bu beldede bir an için hıll halinde olacaksın, yani dilediğini yapmak helal olacak, o haldeki bu beldeye yemin ederim, ey Muhammed!

Birinci ve bu üçüncü mânâda hal cümlesindeki hal mukarine (fiille aynı anda bulunan hal) veya mukaddere (fiil ile beraber bulumayan hal)dir.

HILL kelimesi haram, harem, ihram karşılığı olarak helal gibi mastar ve mastarla isimlendirme kabilinden sıfat ve isim olur. Haram olmayıp helal olmak veya helal olan ve Mekke'de harem bölgesinden dışarda kalan yer, o helal yerde bulunmak ve ihramdan çıkmak, veya ihramdan çıkan ve yeminin sorumluluğundan çıkmak mânâlarına gelir ki asıl kavramı helal gibi çözmek mânâsından olup bir serbestlik ifade eder. Bir şeyin üzerine inmek, konmak mânâsına olabildiği de söylenmiştir.

Burada muhatap olan Hz. Peygamber (s.a.v.)'in bir vasfı olduğu açıktır. Bu da işaret edildiği üzere başlıca üç mânâda düşünülebilir. Kadı Beydâvî önce bir yere inmek, konmak mânâsını öne alarak demiştir ki:

Yüce Allah Beled-i haram'a (haram Belde'ye) yemini Hz.Peygamber (s.a.v.)'in ona girmesi ile kayıtlamıştır ki bunda peygamberin faziletinin büyüklüğünü gösterme ve bir yerin şerefinin, o yerde bulunanların şerefi ile olduğunu bildirme mânâsı vardır.

Hıll'in, bir yere inmek mânâsına gelen hulul kökünden türetilmiş bir sıfat olmasını münakaşa edenler olmuş ve bu kökten sıfat türetilirken hıll değil hal denildiği ileri sürülmüş ise de Alûsî, bu münakaşanın araştırma azlığından kaynaklandığını söylemiştir. Bununla beraber hulul'den maksat, Hz. Peygamber (s.a.v.)'in sa d e Mekke'de kalmasından ibaret olmamalıdır. Zira öyle olsa idi, "hıll" lafzına gerek kalmadan "sen bu beldede iken" denilmesi yeterli

idi. O halde maksat, bununla beraber bilhassa oradan hicret edip de daha sonra fetih ile oraya gireceği hale de işaret olmasıdır. Bu suretle hem oradan çıkmağa sebep olacak sıkıntılara katlanmak gereğine dikkat çekmek, hem de "Kuşkusuz sana o Kur'ân'ı farz kılan, elbette seni dönülecek yere döndürecektir."(Kasas, 28/85) buyurulduğu üzere güzel bir dönüş yerine kadar d öndürülüp o beldeye serbest olarak geleceği vaadi ile bir müjde ve teselli etmek mânâsını içerir. Onun için İbnü Cerir ve daha başkalarının rivayet ettiği üzere İbnü Abbas bunu tefsirinde demiştir ki: Ey Muhammed! Bu beldede savaş ancak sana bir an için helal olacak, fakat senden başkasına olmayacak. Mücahid de demiştir ki: Yüce Allah Hz. Peygamber (s.a.v.)'e bir gündüzün bir saatinde bu beldeyi helal kıldı. "Onda her ne yaparsan helal olacak, sorguya çekilmeyeceksin." buyurdu. Ebu Salih, Katade, İbnü Atıyye, İbnü Zeyd, Hasen ve Dahhâk'ten de bu mânâ rivayet edilmiştir. Bu mânâyı ifade eden lafızlar şöyledir: "Yüce Allah buyuruyor ki: Sen bu Harem'de hıllsin. O vakit dilersen öldür, dilersen bırak. Ve bu fetih günü idi." Hz. Peygamber (s.a.v) o gün Ebu B erze, Said b. Harbi Eslemi'ye emredip dinden çıkmış olan Abdullah b. Hatal'ın boynunu Ka'be örtüsüne yapışmış iken vurdurmuştu ki bu İbnü Hatal'a Kureyşliler "iki kalpli" derlerdi. Müslüman olduğunu ortaya koymuş, sonra dinden çıkıp İslâm aleyhinde bir t a kım adilikler yapmış idi. Daha önce Mekke'nin fethinden bahsedilirken geçmiş idi ki Hz. Peygamber (s.a.v.) o saat üç-dört kişinin daha öldürülmesini emretmiş ve o güne kadar ömrünü Resulullah (s.a.v)'la savaş ve düşmanlıkla geçiren öldürülmeyi hak etmiş n iceleri ise affedilip hakla batılı ayıran o büyük fetihte bütün öldürülenler böyle birkaç kişiden ibaret kalarak fethin sonucu genel bir rahmet olmuş idi. Yine o gün Hz. Peygamber (s.a.v) buyurmuştu ki: "Yüce Allah gökleri ve yeri yarattığı gün Mekke'yi haram kıldı, o, kıyamet kopana kadar da haramdır. Benden önce kimseye helal olmadı, benden sonra da hiç kimseye helal olmayacaktır. Bana da bir gündüzün bir saatinden başka helal olmadı. Bundan dolayı onun ağacı budanmaz, otu biçilmez, avı ürkütülmez, sok a ğında bulunup alınan ve sahibi belli olmayan şey, onu araştırıp sorandan başkasına helal olmaz." Bunun üzerine Hz. Abbas: "Ey Allah'ın Resulü! İzhırdan (boya otundan) başka. Çünkü o bizim koyunumuz, kabirlerimiz ve evlerimiz içindir." demişti. Rasulullah (s.a.v.) da: "İzhırdan başka"

buyurmuştu. Buna nazaran "sen" müsnedün ileyhin öne alınması sadece ona helal olduğunu göstermek için, 'deki tenvin de azlık için demek olur ki "bir saat" ile açıklanmıştır.

Bu cümlede tekrar olunup da zamir ile y etinilmemesi, bu beldeye ayrıca bir hürmet ifade etmek veya Resulallah (s.a.v.)'ın orada bulunması halinde yeni bir özellik kazanacağına işaret olmak içindir.

3. "Babaya ve çocuklarına yemin ederim." Birinci âyette geçen üzerine bağlanarak bunlara da yemin edilmiştir.

Valid, ata; vemâ veled, doğmasına vesile olduğu soyu, çocuğu, zürriyetidir. Bunda da tefsircilerden birkaç izah şekli nakledilmiştir:

1. Vâlid, Âdem (a.s); mâ veled, onun soyudur. Bu Mücahid'den rivayet edilmiştir. Bunl ara yemin edilmiştir. Çünkü insanoğlu türü, yeryüzünde Allah'ın yarattığı mahlukların en enteresanıdır. Açıklama, konuşma, yönetme, ilim elde etme onlarda; Allah'a davet eden peygamberler ve dininin yardımcıları onlardandır. "O Allah ki yerde ne varsa h epsini sizin için yarattı. Sonra iradesini göklere yöneltti."(Bakara, 2/29) buyurulduğu üzere yeryüzündeki şeylerin hepsi onlar için yaratılmış, sonra da gökten nasibi verilmiş, Âdem (a.s)'e isimler öğretilmiş, meleklere ona secde etmeleri emredilmiş, "Andolsun biz Âdem oğullarını üstün kıldık"(İsrâ, 17/70) buyrulmuştur. Bu suretle insanoğlu türünün iyisi kötüsü ayrılmayarak hepsine yemin edilmiş demektir. Zira ilk yaratılış bakımından hepsi birdir. Enteresan durumların ortaya çıkma yeri olan bu büny e ve terkipte hepsi ortaktır. Bununla beraber bir de denilmiştir ki yemin, Âdem ile onun oğullarından iyi olanlara yapılmıştır. Çünkü iyi olmayanlar, sanki Âdem oğullarından değil, hayvan hükmündedirler. Onlar hakkında "Onlar ancak hayvanlar gibidir. Ha t ta daha da sapıktır."(Furkan, 25/44) ve "Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler, hakka dönmezler."(Bakara, 2/18) buyrulmuştur.

2. Vâlid, İbrahim (a.s) ve mâ veled, İsmail ve Muhammed (s.a.v.), yahut Vâlid, İbrahim ve İsmail (a.s.); mâ veled, Muhammed (s.a.v.)'dir. Önce Mekke'ye yemin edilmiş olması ve "ente hıllün" buyrulması bunu andırır. Çünkü o, İbrahim (a.s.)'in bina ettiği, oğlu İsmail (a.s)'in gelişip büyüdüğü ve soyundan Muhammed (s.a.v.)'in doğduğu yerdir. Bununla Bakara Sûresi'nde geçen "Şunu da hatırlayın ki bir zaman Rabbi İbrahim'i birtakım kelimelerle imtihan edip de o, bunları tamamen yerine getirince: "Ben seni bütün insanlara önder yapacağım." buyurdu. İbrahim de: Zürriyetimden de bir kısmını önder yap." dedi. Allah da, "zalim l er benim ahdime nail olamazlar" buyurdu. Hani biz Kâbe'yi vaktiyle insanlara bir sevap mahalli ve her türlü düşman taarruzundan emin bir sığınak yapmıştık. Siz de Makam-ı İbrahim'den namaz kılacak bir yer edinin. İbrahim ve İsmail'e şöyle ahit verdik: Bey t imi hem tavaf edenler, hem ibadete kapananlar, hem de rüku ve secde edenler için tertemiz bulundurun. O vakit İbrahim: "Ey Rabb'im! Burasını emin bir belde kıl ve halkını bütün meyvelerle rızıklandır. Bunu hepsine değil de içlerinde Allah'a ve ahiret gü n üne iman etmiş olanlara..." dedi. Allah da: "Kâfir olanı dahi kısa bir müddet için faydalandıracağım. Sonra da onu asla kurtulamayacağı cehennem azabına uğratırım. Varacağı yer ne kötü bir yerdir." buyurdu. Hani bir vakit İbrahim İsmail ile beraber Beyt'i n temellerini yükseltiyor ve ikisi birden şöyle dua ediyorlardı: Ey Rabbimiz ! Bu işimizi sen kabul buyur. Kuşkusuz daima işiten ve daima bilen sensin, ancak sen. Ey bizim Rabbimiz! Hem bizi yalnız senin için boyun eğen müslüman kıl ve soyumuzdan yalnız sa n a boyun eğen müslüman bir ümmet yetiştir. Bizlere ibadetimizin yollarını göster. Tevbe ettikçe üzerimize rahmetinle bak. Zira tevbeleri en çok kabul eden ve müminleri hakkıyla esirgeyen sensin, sen. Ey Rabbimiz! Hem de onlara içlerinden bir peygamber gönd e r..."(Bakara, 2/124-129) âyetlerinin mânâsı özetlenmiş olur.

"Ve men velede" (doğmasına vesile olduğu kimseler) denilmeyip de "ve mâ velede= "doğmasına vesile olduğu şeyler" denilmesi, "Göğe ve onu bina eden şeye yemin olsun."(Şems, 91/5) ve "Allah onun doğurduğu şeyi daha iyi bilir."(Âl-i İmran, 3/36) âyetlerindeki nükteler gibi bir hayret mânâsını da ima etmesidir ki: Şanı enteresan bir oğul demek olur.

3. İbnü Cerir ve İbnü Ebi Hatim, Ebu İmran'dan şöyle rivayet etmişlerdir : Vâlid, İbrahim (a.s); "Mâ veled" de onun bütün çocuklarıdır. Lakin "Zürriyetimden de bir kısmını önder yap." dedi. Allah: "Zalimler benim ahdime nail olamazlar." buyurdu" (Bakara, 2/124) âyeti zalimleri ilâhî ahitten dışarda bıraktığı için bunu da müminlerine tahsi s etmek gerekir. Nitekim "İbrahim'e ve İbrahim'in âline salat ettiğin gibi..." duası da böyledir. Bir kısım tefsirciler bu tashihi açıkça belirtmişlerdir. Bu şekilde bu izah ikinci izah şekline yakın olmakla beraber ondan daha kapsamlı olur.

4. Mâver di'den şöyle rivayet edilmiştir: Vâlid, Hz. Peygamber (s.a.v); "Ve mâ veled", onun ümmeti olmak da ihtimal dahilindedir.

5. İbnü Abbas'a nisbet olunarak denilmiştir ki: Maksat, her baba ve çocuğudur. Buna, gerek akıl sahibi olanlardan ve gerek akıl sahibi olmayanlardan her baba ve çocuğu dahil olabileceğine göre bu mânânın kapsamı birinciden çok daha geniştir. "Ve Mâ veled" tabirinden en açık olan da budur. İbnü Cerir: "doğru olan da budur" demiştir. Razî de der ki: Bu uygundur. Çünkü bütün yaratılmışlara hürmet ve saygı bu sözün içinde vardır. Belli ki bütün yaratılmışlardan maksadı, doğum olayının cereyan ettiği bütün canlı mahluklar demektir.

6. İkrime yoluyla yine İbnü Abbas'tan bir de şu rivayet edilmiştir: Valid, her bir doğuran; "ve mâ veled" de doğurmayan demektir. Bu iki şekilde anlaşılabilir. Birisi; Âdem ve melek karşılığı olmak üzere kendisi doğmuş; şahsı veya nev'i veya cinsi itibariyle doğurmak da şanından olduğu halde doğurmamış demek olur ki, bu mânâ "mâ"nın mevsul olmasıyla birlik t e "vâlid"e karşılık olarak

zikredilmesinden çıkarılabilir. Yani "ve mevludin gayr-i valid" (doğmuş, fakat doğurmamış) meâlinde olur. Çünkü her doğuran "vâlid" lafzının mânâsına dahildir. Bu durumda beşinci izahtan pek farkı olmaz.

Diğer birisi de "mâ"nın olumsuzluk mâ'sı olmasıdır ki nakledenler böyle kabul etmişlerdir. Bu surette "her doğuran ve doğurmayan" olumluluk -olumsuzluk karşılaştırılması ile bütün eşyayı kapsar. Önceki sûredeki "çift ve tek"in bir mânâsındaki kapsama benzer. Lakin bunda ikis i nin birbirine bağlanmasının sahih olması için "doğuran ve doğurmayan" takdirinde hazfedilmiş, aslında olduğu halde zikredilmemiş bir mevsul gözetmek gerekir. Böyle mevsulün hazfini ise Nahivde Basralı âlimler caiz görmemiş olduklarından bu yön zayıf s a yılmıştır. Atfa nazaran (bağlaç kuralına göre) en açığı, bu beldeye uygunluğu bilinen baba ve oğul olmaktır. Bunda da meşhur olan İbrahim ve İsmail (a.s.)'dir. Bu nedenle ikinci yön ve izah tarzı daha açıktır. Mutlak olarak açık olan da, insan yaratılışı ile ilgili olan ve "Baba nedir? Oğul nedir? takdir edilebilen her baba ile çocukları olmaktır. Bu ise beşinci maddede açıklanmıştır. Buna önceki yorumlar öncelikle dahil olur.

4. Bu yeminlerle vurgulanıp desteklenerek bildirilen cevap şudur: Gerçekten biz insanı bir sıkıntı ve meşakkat içinde yarattık. (İnsan Sûresi'nin baş tarafına bkz.)

İnsan hayata bir anda kolaylıkla gelivermiş olmadığı gibi kolaylıkla geçip gidiverecek de değildir. O, ciğerlere işleyecek şiddetli bir sıkıntı ile kuşatılmış olarak ve ilâhî yardım ile halden hale o sıkıntılar içinden geçirtilerek yaratılmış, hayata çıkarılmış, o suretle insan olmuştur. Demek ki sıkıntı ve meşakkat içinden insanlık gayesine ermek, insan yaratılışının ayrılmayan bir vasfı ve yaratıcının bir k anunudur. İnsan aslında aciz ve güçsüz iken yüce yaratıcının teşekküre layık büyük bir yardım ve himayesine mazhar olmuştur. O halde insan, mükemmel bir insan olmak için bunu bilerek sıkıntı ve meşakkate göğüs germeli ve o sıkıntı içinde onu koruyup hayat a çıkaran, kuvvet veren yaratıcıya şükrünü eda etmek üzere vazifeye atılmalı ve öyle acıklı, merhamete layık kullara merhamet ederek kurtulma ve hoşnut olma yoluna girmelidir. Çoğunluğun görüşüne göre bu âyetin mânâsı budur.

Kâfın ve bânın fethasıyla kebed, bânın kesresi veya sükunuyla ciğer mânâsına gelen kebid maddesindendir. Tefsircilerin bununla ilgili de birkaç yorumu vardır:

1. Zemahşeri der ki: Kebed aslında, bir kimsenin ciğeri ağırdığı ve şiştiği zaman söylenen sözündendir. Böyle ciğeri şişip ağrıyan adama yani "ekbed" denilir. Daha sonra kelimenin anlamı genişletilerek her yorgunluk ve sıkıntıda kullanılmıştır. Sıkıntılara karşı koymak mânâsına kullanılan "mükabede" bundan alınmıştır. Nitekim "yok etti" mânâsına ta ile denilir. Aslı 'dur ki "ciğerine sapladı" demektir.

Diğer bazıları da demişlerdir ki: Kebed aslında şiddet mânâsınadır. sözü bundandır ki, "süt, yoğurt koyulaştı, katılaştı" demektir. Bu iki görüş arasındaki fark şudur: Birincisinde "kebed" ismi önce ciğere verilmiş, sonra bundan şiddet ve sıkıntı mânâsı türetilmiş; ikincisinde ise lafız önce şiddet ve koyuluk için kullanılmış, sonra ondan uzvun ismi türetilmiştir.

2. Kebed; düzgünlük ve doğruluk mânâsınadır denilmiştir ki ciğerin düzgünlüğünden, yahut "kebed-i sema" tabirinden düşünülüp alınmış demektir. Bunda insanın diğer canlılar gibi sürünmeyip belinin doğruluğu, gidişindeki doğruluk ve manen yükselme kabiliyeti ile "yarattı ve düzgünleştirdi." (Â'lâ, 87/2) mânâsı gözetilmiş oluyorsa da feth ile "keb e d"den bu mânâyı çıkarmak çok uzaktır.

3. Kebed, yaratılışın şiddet ve kuvvetidir denilmiştir. Yaratıcının kudretiyle kuvvetlendirilip bedenine kuvvet verilmek suretiyle demek olur ki, önceki mânâ bunu da ifade edebilir. Bu kuvvetlenme mânâsı "Keşfu'l-Esrar"da fizyolojik bakımdan meninin pıhtılaşması ve donması tarzıyla biraz aydınlatılmak istenilerek denilmiştir ki: Bu bize bazı zamanlar meni pıhtılaşıp donduğunda meydana gelen durumu anlatabilir. Bunun bir benzeri de şudur: Mesela, göğsün iç zarı gi b i gışâ-i maslide bir iltihap meydana geldiği zaman önce onda çok ve saf bir akıcı, tabii sıvı görülür. Sonra az miktarda bir posa olur ve ağdalanır, hatta sıcağa tutulduğu zaman yumurta akı gibi olur. Sonra da onda mayalı hamur boşlukları gibi boşluklar v e küçük küçük kabarcıklar çıkar ki düzenlerine göre sıra sıra olabilirler. Sonra bunlardan birbirlerine ağızlar açılır ve hareketli bir sıvı ile dolan bir takım damara benzer kanallara dönüşürler. Sonra bu damarlar

ile iltihaflı yere bitişik ince damarlar arasında ağızlaşmalar olur. Bu şekilde yeni oluşan bu zara da genel bir hayat yayılır. Bu gözlemden gerçi her canlı maddedeki akıcı şeylerin donmuş şeylere dönüşmesinin zorunlu olduğu hükmünü bilemezsek de bunun faydalı olduğunda da şüphe yoktur.

Zira biz bununla içteki vazifelerden bir vazifenin farkına varıyor ve çoğu durumlarda bize gizli kalan sırlardan bir sırrı anlamış oluyoruz.

Razî şöyle der: Bu üç izah şekli bilindikten sonra deriz ki: Birinci veche göre maksadın yalnız dünya zorlukları olması da, yalnız sorumluluğun getirdiği zorlukların olması da, yalnız ahiret zorlukları olması da ihtimal dahilinde olduğu gibi, hepsinin olması ihtimali de vardır.

BİRİNCİSİ: "Andolsun biz insanı sıkıntılar içinde yarattık." Yani onu bir takım merhalelerden geçirerek yarattık ki, hepsi sıkıntı ve meşakkattir. Babanın belinden geçerken ve anasının karnında, sonra emzik zamanında, sonra ergenlik çağında geçimliğini elde etmede, sonra da ölümde.

İKİNCİSİ: Dinde sıkıntı ve zahmet. Hasan demiştir ki: Bolluk ve refah halinde şükür ile uğraşır, sıkıntı halinde sabır ile uğraşır ve ibadetleri eda ederken zorlukla uğraşır.

ÜÇÜNCÜSÜ: Ahiret sıkıntıları, ölüm, melek sorusu, kabir karanlığı, sonra yeniden dirilme ve Allah'ın karşısına çıkarılış. Bu, ce nnetteki veya cehennemdeki yerini buluncaya kadar devam eder.

DÖRDÜNCÜSÜ: Lafzın bütün bu mânâları taşımış olmasıdır ki gerçek de budur. Razi bunlara şunu da ilave ederek der ki: Bence bunda bir izah yönü daha vardır. Şöyle ki: Bu dünyada lezzet yoktur. O lezzet zannedilen şeyler sıkıntı ve elemden kurtuluştur. Mesela, yemek yemekle alındığı hayal edilen lezzet, açlık eleminden bir kurtuluştur. Giyimde hayal edilen lezzet, sıcak ve soğuk gibi elemlerden kurtuluştur. Demek ki dünyada insanın hali ya el e m, veya bir elemden kurtularak diğerine geçmektir. 'in mânâsı bu demektir. Bundan açıkça anlaşılır ki insan için öldükten sonra dirilme ve kıyamet kaçınılmazdır. Zira insanın yaratılışını yöneten o hikmet sahibi yaratıcının bundan maksadı onun elem çek m esi ise, bu, rahmete uygun değildir. Yok eğer maksadı ne elem çekmesi ne de lezzet alması ise, onu yoklukta bırakıp yaratmaması bu maksadın gerçekleşmesine yeterli gelirdi. Oysa Allah insanı bu dünyada bir

sıkıntı, meşakkat ve dert içinde yaratmıştır. O halde bu dünya yurdundan başka bir ahiret yurdu olmalı ki orası mutluluk, lezzet ve ikram yurdu olsun. "Kebed" in düzgün yapma mânâsına geldiğine dair ikinci vecih İbnü Abbas'tan nakledilmiş olup, İbnü Abbas: "Fi kebed, diğer canlılar baş aşağı yürürken ins a n yukarı doğru düzgün ve dik olmak üzere yaratıldı mânâsınadır." demiştir ki bu, yaratılış nimetini bir tür hatırlatma demek olur.

Bu kelimenin, yaratılışın şiddet ve kuvveti mânâsına geldiğine dair üçüncü izah şekliyle ilgili olarak Kelbi şöyle demiştir: Bu âyet Beni Cumah'tan Ebu'l-eşedd künyesini taşıyan bir adam hakkında indi. Öyle kuvvetli idi ki ayaklarının altına Ukaz derisini koyar onu ayaklarının altından çekerlerdi. Deri parçalanır da ayakları kımıldamazdı.

Şunu bilmek gerekir ki, âyete uygun olan iki izah şeklidir. Âyetin iniş sebebi özel olabilirse de insandan maksat bazılarının sandığı gibi belli bir insan değil, geneldir, herkes dahil olur.

Böyle daha birçok tefsirci gibi Alûsî de demiştir ki: Kebed hakkında ilk söylenilen sıkıntı ve meşakkat mânâsından başka diğer bütün söylenenler zayıftır, güvenilmez. Fakat o birinci mânâyı Hakim sahih olarak ve daha bir topluluk İbnü Abbas'tan rivayet ettikleri gibi daha başka ilk devir âlimlerinden de rivayet edilmiştir. "İnsan" sözüden açık ç a anlaşılan da mutlak olarak insan cinsidir. Bu şekilde önce bir büyük önerme makamında, sıkıntı ve meşakkate dayanmanın insanlığın yaratılışında bulunan bir özellik olduğu açıklanarak Resulullah (s.a.v.)'a bir teselli verilip teşvik yapıldıktan ve daha ö n ceden vaadi ile gelecekte muvaffak olacağı müjdelendikten sonra, kuvvetine güvenip de Resulullah (s.a.v.)'a karşı saygısızlık edenleri ayıplama ve o büyük önermenin daha bazı neticelerini dallara ayırma akışı içerisinde buyuruluyor ki:

5. O insan, k endisine karşı kimse güç yetiremez mi sanıyor?.

Belli ki burada "O sanıyor mu?" derken fiilin altında gizli olan zamir adı geçen insan cinsinin yerini tutmakla beraber, her insan demek değil, zihnen bilinme mahiyetinde olarak bu vasıf ile nitelenen mağrur ve kibirli bazı insanlardır. Bunun iniş sebebi, daha önce adı geçen kuvvetine mağrur Ebu'l-Eşedd Üseyd b. Keledete'l-Cümahi denilmiş, Amr b. Abdivedd denilmiş, Velid b. Muğire denilmiş, Ebu Cehil b. Hişam denilmiş, Haris b. Amir b. Nevfil b.

Abdimen af denilmiş. Anlaşılıyor ki bunların hepsi iniş sebebi olmuştur. Soru kınama içindir. Hayret ifade etmek için olduğu da söylenmiştir.

6. Ben yığın yığın mal yok etmişim, diyor. Bunu inananlara karşı caka satmak üzere gurur ve iftihar ile söylüyor ve gösteriş için harcadığı malları kast ediyor. Sarf etme ve harcama yerine, yok etme ve telef etme tabirinin kullanılması, gerçek faydalar için sarf edilmeyip boşuna tüketilerek kaybedilmiş olduğunu anlatmak içindir. Çünkü zevk ve eğlence düşkünü olup p a rasını pulunu israf eden insanlar bir fakirin karnını doyurmaktan hoşlanmaz da zevk, eğlence ve gösteriş için mal telef etmekle iftihar eder, bunu büyüklük zanneder. Bu mânâ önceki sûredeki mirasyedilikle de uygun düşmektedir. Resulullah (s.a.v.)'a düşman l ığının şiddetini göstermek için ona düşmanlık yolunda sarfettiği malları kastettiği de söylenmiştir. İniş sebebinin Haris b. Nevfel olduğunu gösteren rivayette sırf Resulullah (s.a.v.)'a eziyet vermek için söylendiği zikredilmiştir: Mukatil'den rivayet ed i ldiğine göre, Haris b. Nevfel bir günah işlediği zaman Resulullah (s.a.v.)'tan fetva isterdi. Hz. Peygamber (s.a.v.) de ona, keffaret vermesini emrederdi. Haris: "Muhammed'e itaat ettiğimden beri keffaret ve ona uyma yolunda çok mal telef ettim" demiş. Bu ise din yolunda sarfedilen malların boşuna bir harcamadan ibaret olduğunu iddia ile hayıflanarak dine itiraz etmek ve peygambere itaat etmemek için söylenmiş demektir. Bazıları da demişlerdir ki: Maksat önceki mânâdır. Ancak sözü, şimdiki zaman değ i l, gelecek zaman içindir. Yani bunu kıyamet günü söyleyecektir. Çünkü o yaptığı harcamaların kendisine fayda vermediğini o gün cezasını çekerken anlayacaktır.

LÜBED, "sured= örülmüş zırhlar" kalıbında çok mal mânâsınadır ki, sanki bir biri üstüne yığıla yığıla keçe gibi birbirine girmiştir.

7. Onu hiçbir gören olmadı mı zannediyor?. Bu soruda da iki izah yönü vardır:

BİRİNCİSİ, korkutmadır. O yok ettim, harcadım diye mağrurlandığı malı sarf ederken o insanı kimse görmedi mi zannediyor da öyle iftihar etmek istiyor? Kuşku yok ki harcayıp yok ettiyse onu tek olan yüce Allah görmüştür. O malları öyle gösteriş için veya peygambere düşmanlık için harcayıp yok etmiş olduğundan dolayı cezasını verecek, onun hakkından gelecektir. O vakit o, bu m alları öyle yok ettiğine pişman olacaktır, demek olur.

İKİNCİSİ de Kelbi'den rivayet edildiği üzere harcama iddiasını yalanlamaktır. Yani böyle diyen o kimse yalan söylüyor, bir şey sarfetmediği halde birçok mal yok ettim diye yalan ile öğünüyor. Allah onun ne yaptığını, sarf edip etmediğini görmedi mi zannediyor da öyle yalanı ile öğünüyor? Hayır, hiç kimse görmediyse Allah onu görmüştür. Söylediğinin aksini yaptığını bilir ve cezasını verebilir demek olur. Önceki izah şekli bu mânâyı da içine alabi l eceği için daha mânâlıdır.

Şimdi yüce Allah genellikle sıkıntı içinde yarattığı insana ve bu arada bilhassa kuvvet ve malı ile iftihar eden o mağrur insana olan kapsamlı yardım ve lutuflarından bazılarını hatırlatmak ve yaratılış gayesini göstermek suretiyle ona verdiği nimetleri sayarak onun hallerini bildiğini ve hesaba çekip yaptıklarının karşılığını verebileceğini anlatmak ve mutmain nefislerin uğurlu seçkin özellikleriyle kâfir nefislerin uğursuz özellik ve akibetlerini bildirmek ve böylece "kebe d"in mânâsına açıklamak akışı içerisinde buyuruyor ki:

8. Ya yapmadık mı, yaratıp vermedik mi ona, o meşakkat içinde yarattığımız bütün insanlar arasında bilhassa o sözü söyleyen mağrur insana? İki göz. Baksın, görülecekleri görsün diye. O halde o yaptıklarını görüyor da, onu ve o gözleri yaratan ve gözetip duran Allah görmez mi? Bu iki gözden maksat görünen iki göz olabileceği gibi, biri gördüğümüz göz, biri de kalp gözü olma ihtimali vardır.

9. Ve bir dil ki, birçok faydalara alet ol duğu gibi diğer canlıların dillerinden seçkin olarak bilhassa maksadını anlatabilmek için de alet oluyor. Hatta gösteriş ve riya için söylediği o sözü ve yalanı bile Allah'ın verdiği o dil ile söylüyor. Ve iki dudak ki, birbirine uygun olarak ağzını lü z umuna göre açar, kapar, söylemesinde, yemesinde, içmesinde ve diğer birçok özel sözlerinde onlardan yardım görür. O halde onları hayırlı şeylere açmak, zararlı şeylere, yakışık almayan sözlere kapamak gerekmez mi? Onları yaratan ve her an gözetip duran Al l ah onları, onlarla yapılan ve onlara girip çıkan şeyleri bilmez olur mu? Bu soru takrirî olduğu için mânânın özeti, "evet yaptık" şeklinde olur. Şu da bu özet mânâ üzerine bağlanmıştır.

10. Ve ona iki yolu gösterdik.

NECD: Nunun fethi ve cimin sü kunuyla "necd", tepe gibi, etraf ve civarından yüksek olan tümsek yere denilir. Bu mânâ iledir ki, Arabistan'da engin Tihame karşılığı olan ve Necd-i Hicaz, Necd-i Arız diye ikiye ayrılan yüksek kısma Necd denildiği gibi Yemen ülkesinin sonunda Mehre ve mıntıkasından özet bir yere de Necid denilmiştir. Yüksek ve açık yola, yüksek mertebelere

çıkan, yüksek işler gören adama "Tallâu's-senaya" denildiği gibi, işlerde sabit, galip mânâsına "tallâu encud, tallâu encide, tallâu'n-nicad" denilmesi de bu mânâdandır. Başkalarının yapamadığı zor işleri becerip içinden çıkan cesur, kahraman kimseye ve gam ve tasaya dahi necid denilir.

Necid, rakibe üstün gelmek ve pek terlemek mânâlarına mastar da olur. Necdet ve necadet de bahadırlık, kahramanlıktır. Bir de necid, göğüste tümsekliği veya süt yolu olması nedeniyle sediy, yani meme mânâsında çok kullanılmaktadır. Araplar arasında "İnan, ana ve memelerine yemin olsun ki yapmadım" diye yemin etmek yaygındır ki, bu bizim Türkçe'de "anamdan emdiğim süt harama olsun, bu böyledir" diye edilen yemine benzer.

Burada Necid kelimesi bütün bu mânâlara ima etmekle beraber yukarıdaki "kebed", aşağıdaki gelecek olan "akabe" ile uygun düşmek üzere mücahit bir kahramana gösterilen iki tepe gibi yüksek iki gaye, iki yol mânâsı telkin etmektedir. Bazıları ayneyn "iki göz"; dil ve "şefeteyn" iki dudak ipuçları ile yaratılışın başlangıcını düşünerek iki necdi, iki meme" mânâsına anlamak istemişlerdir. Bunu İbnü Abbas'tan, Dahhâk'tan ve hatta Hz. Ali'den rivayet edenler de olmuşt u r. Gerçekte doğum olacağına doğru ana memesinin sütle hazırlanmağa başlaması ve yavrunun doğar doğmaz doğal bir ilham ile emmeyi bilmesi ilâhî rahmet ve hidayeti gösteren engin delillerden ilâhî bir nimet olmak itibariyle aslında bir nimet olarak sayılmay a layık ve bunun dil ve dudaklarla yapılması da bu mânâya uygun olduğunda şüphe yok ise de bu nimet daha genel olup insan dilinin ve dudağının temayüz ettiği nimetlerden olmadığı gibi insanın da ilk haline ait güzel nimetlerdendir. Bu âyetten önce ve son r a zikredilenler ise, bundan gelecekle ve insanın sorumluluğuyla ilgili daha geniş ve daha yüksek bir mânâ kastedildiğini göstermektedir. Onun için tefsirciler bu ihtimali "kıyle=denildi ki" sözüyle nakletmekle beraber burada "necdeyn"in, tümsek tepe veya d oğrudan doğruya yüksek yol mânâsından mecaz olarak biri hayır biri şer iki yüksek gayeye giden, biri uğurlu biri uğursuz iki yüksek yol mânâsına olduğunu daha sahih ve daha kuvvetli rivayet ve akıl yoluyla destekliyerek beyan etmişler ve bunu İnsan Sûresi ' ndeki "Biz ona yolu gösterdik, ister şükredici olsun, ister nankör."(İnsan, 76/3) âyetiyle aynı meâlde olduğunu söylemişlerdir.

Bu cümleden olarak Buharî, Mücahid'in bunu hayır ve şer diye tefsir ettiğini rivayet etmiştir. İbnü Cerir ise şu rivayetleri çıkarmıştır:

Rab; b. Haysem'den: Bunlar memeler değildir.

Abdullah b. Mesud'dan: Hidayet ve sapıklık, hayır yol ve şer yol.

İkrime ve Mücahid'den: Hayır ve şer.

Dahhâk'tan: Hayır yolu ve şer yolu.

Hasen'den mürsel olarak: Resu lullah (s.a.v) demiştir ki: "Onlar iki yoldur: Hayır ve şer yolu. Demek ki şer yolu size hayır yolundan daha sevgili kılınmamıştır."

Katade'den: Bize anlatıldığına göre Hz. Peygamber şöyle buyurdu: Ey insanlar! Onlar iki yoldur. Hayır ve şer yolu. Demek ki şer yolu size hayır yolundan daha sevgili değildir. İbnü Zeyd'den: İbnü Zeyd bu âyeti tefsir ederken "hayır ve şer yolu" dedi ve "Biz ona yolu gösterdik."(İnsan, 76/3) âyetini okudu.

İbn Mesud'dan Hakim sahih diyerek rivayet etmiş; Taberânî ve daha başkaları da rivayette bulunmuştur. Taberânî Ebu Ümame'den merfu olarak rivayet etmiştir. "Dürrü Mensur"da, Faryabî ve Abd b. Humeyd rivayetleriyle Hz. Ali (r.a.): "Bazı insanlar necdeyn iki meme mânâsınadır diyorlar, hayır bunlar hayır ve şerdir." demiştir diye yazılıdır. Alûsî bunun Şia tefsirlerinden "Mecmau'l-Beyan"da da yazılı olduğunu söylemiştir. Burada Hasen ve Katade'den nakledilen hadis-i şerifin mânâsı ayrıca dikkate değerdir. Bununla bazılarının zannettiği gibi insan tabiatının hayırdan ziyade şerri sevdiği ve dolayısıyla insanda şerre olan meylin asıl olduğu iddiası reddelimiş demektir. Doğrusu mutlak olarak insan tabiatı ikisine da aynı derecede elverişlidir. Birisinin diğerine üstünlüğü sonradan olan sebeplerledir. Nitekim ta Bakara S û resi'nde geçtiği üzere Âdem'in günahı şeytanın aldatmasına kanmasındandır. Şu halde nefs-i emmarenin kötülüğü emretmesi, ya hayırlı ve faydalı olacağı zannıyla bir cahilliğin veya kötü terbiye ve alışkanlık ile fıtrattan sapmamın neticesidir. Demek ki ins a nın çok zalim ve çok cahil olması da, olgunlaşması ve ilerlemesi de genel olarak mutlak surette yaratılışın bir gereği değil, sonradan oluşan sebep ve illetler dolayısıyladır. Onun içindir ki insan, terbiyesine ve kişinin iyiliğine ve kötülüğüne göre ahlâ k ını güzelleştirebilir veya bozabilir. Bundan anlaşılır ki:.

"Zulüm, nefislerin huy ve tabiatlarındandır. Sen her ne kadar

İffetli birisini bulsan da, o bir illetten dolayı zulmetmiyordur."

diyen şairin nefislerde bulunan zulüm duygusun u yaratılıştan ve doğal sayıp da yalnız iffeti sonradan olma bir illetle illetlenmiş sayması doğru değildir. İnsan hayra da şerre de istidatlı olarak ikisine de sonradan olan sebep ve illetle yürür ve hangisini hedef edinirse ona gider. Nefis, emmare yani kötülüğü emredici de olur, mutmainne yani iyilikle kötülüğü ayırt edip temizlenerek kişiyi Allah'a yaklaştırıcı da olur. Ancak bu yoruma karşı şöyle bir soru akla gelir: Hayır gayesinin ve hayra giden yolun yüksekliği bilinmekte ve herkesçe kabul edilmek t edir. Ona necid, yani yüksek yer ismi verilmesinin uygun olduğunda kuşku yoktur. Fakat şerre giden yolda ne yükseklik düşünülebilir ki ona da necid denilsin? O, engin bir uçurum değil mi? Evet, gerçekten öyledir. Fakat ona gidenler hayır gibi bir yükseklik hayaliyle gittikleri ve hayır, şerre üstün olduğu için tağlib yoluyla ikisine de necid denilmiş; sonra da bu yüksekliğin asıl hayırda olduğu bundan sonra gelen "akabe" (sarp yokuş)nin tefsiriyle anlatılmıştır. Bununla beraber şunu da göz önüne alıp düşün m ek gerekir ki, insanın kendisine başkasından gelen hayır ve şerre karşı durumu ile, kendisinin kendisine veya başkalarına yapacağı hayır ve şerr karşısındaki durumu arasında önemli fark vardır. Hiç kuşku yok ki, insanın, kendisine yapılan hayrı sevmesi, k ö tülüğü sevmemesi tabiidir. Kendisinin başkasına veya mutlak olarak hayır ve şer yapmasına gelince, gerçekte bunun da öyle olması, yani hayrın mutlaka hayır olduğu için sevilmesi, kötülüğün de mutlaka kötülük olduğu için sevilmemesi gerekirse de mücerred ( s oyut) hayır ve şer tabiatının hükmü olan bu hak ait olduğu kişiye göre değişebildiğinden dolayı, insan tabiatı için bir olgunluk gayesi olmakla beraber ilkel durumda ve fiile döküldüğünde farklı olur. Maddi tabiat, hareketsizliği iş yapmaya tercih edeceğ i nden dolayı ruhu zayıf olan tembel insan başkasından gelecek hayra ağzını açar da bir gayret harcaması gereken iş ve amelden kaçınır, ne hayır yapmasını ister, ne de şer. Çünkü şer fiillerin bir çoğu da hayır yapmak kadar zor, hatta bazı bakımlardan daha zordur. Firavun olmak, Firavun ile uğraşmaktan kolay değildir. Bu bakımdan hayır ve şer yapma işi, tembellik tabiatı karşısında dikilmiş iki tepe, iki tümsek gibidir ki ikisi de yiğitlik ister. Zikredilen hadis gösteriyor ki insanın yaratılışında bulunan h ayra sevkedici şeyler, şerre sevkedenlerden az değildir. Zannedildiği gibi insan mutlak şekilde şer yapmayı hayır yapmaktan daha çok sever değildir. İnsan ruhu ikisini yapmaya da yeteneklidir. Kimisinde birisi, kimisinde öbürü daha çok

gelişir. Hangisi gelişirse insanın akıbeti o olur. İnsan henüz hayır yapmaya gücü yetmediği ilk yaratılışından itibaren ta sonuna kadar yaşadığı muhitte hayır ve şer, lezzet ve elem ile kuşatılmış bulunur. İşte kebed, yani sıkıntı içinde yaratılmasının mânâsı da budur. O, n e kendine ne başkasına bir hayır yapmağa, ne de kendisinden şerri savmaya bizzat gücü yetmediği halde yüce Allah onu o sıkıntı dünyasında dilediği kadar korur, büyütür, hayır ve şer yapabilecek kuvvet ve çağa eriştirir. Dil ve dudaklara kadar bu mânâ anla t ılmıştır. Bu çağa kadar tamamen acz içinde bulunan insan birçok elem ve zahmetle karşı karşıya kalmakla beraber sırf ilâhî rahmete borçludur. Bundan itibaren de gücü oranında onun şükrünü yerine getirmek için hayırlı ve kötü olanı birbirinden ayırt ederek hayır yapmak, kendine ve Allah'ın kullarına kötülük yapmaktan sakınmakla mükelleftir. İşte ile bu iki gaye gösterilmiştir: Hayır gayesi, şer gayesi. Durgunluk ve hareketsizliğe nazaran bunun ikisi de iş ve hareket, sabır ve tahammül ile sıkıntıya düşme y i gerektiren, birinde yükselme ve esenlik, öbüründe düşme ve felaket muhakkak olan iki tepe gibidir ki insan bunları aşmak zorundadır. Hayır tepesine gitmek hidayet, şer tepesine gitmek sapıklıktır. Şu halde "Biz ona iki yolu da gösterdik." âyeti ile b u nun ikisine birden hidayet demek, ikisinin de yollarını bildirerek hayırlı yola girmeyi ve kötü yoldan sakınmayı emir, başka bir deyişle hayrı emir, yani emr bi'l-ma'ruf; şerden nehy, yani nehy ani'l-münkerdir. Zira hidayet bir hayır ve doğru yolu göster m e olduğundan hayır yolunu göstermek emir ve teşviki; şer yolunu göstermek ise nehy ve sakındırmayı ifade eder. Bu şekilde birbirinin karşısında bulunan bu iki yola hidayet, "şuna yürü, şuna yürüme" gibi biri olumlu biri olumsuz karşı iki yol göstermek dem e k olur. Hidayette hayırlı yol olumlu, hayırsız yol olumsuzdur.

Kötü yoldan sakınmak, iyi yola tırmanmak... İşte bütün yiğitlik, kuvvet, kahramanlık, yükseklik, mutluluk bundadır. Bunu açıklıyarak neticeyi anlatmak ve önemini göstermek için buyruluyor ki:

11. Fakat o, (kuvvetine, malına güvenen mağrur insan) o sarp yokuşa atılamadı.

AKABE, engin bir vadiden yüksek bir dağa doğru çıkan sarp yokuş demektir.

İKTİHÂM, hız ve baskı ile bir şeye atılmak, saldırmak, kahramanlıkla hücum etmektir ki, düşünmeden bir işe kendini atmak mânâsına gelen "kühûm"dan türetilmiştir. Bu "iktiham" kelimesi dilimizde pek yaygın olmuş bir tabirdir. Zorlayıp atılmak mânâsıyla müşkil şeyleri göğüslemek diye mef'ul alır.

Arapçadaki aslına göre ise müşkil şeylere göğüs germe, karşı durma diye ismin "e" hali ile mef'ul(tümleç) almış oluyor. Yani o yüksek gayeye ermek için çıkılması gereken o sarp ve çetin yokuşa göğüs verip de onun zorluklarını yenmek üzere ona kendini atacak bir kahramanlık, bir yiğitlik göste r emedi. Bundan anlaşılıyor ki iki yolda olumlu, asıl yükseklik sarp yokuş birindedir ki, o hayır yoludur. Üzerine atılmak değil, sakınılması gereken şer, gayesi veya yolu gerçekte iniş kabilinden olmakla ona tepe, yüksek yer denilmesi tağlib yoluyladır. Bu r adaki akabe tabiri de necid gibi yüksek zor amellerden istiare olarak mecazdır. Göğüs gerilmesi gereken bu akabeden maksadın hayır yolu olduğu anlatılmak için şöyle tefsir ediliyor:

12. Bildin mi o akabe, o göğüs gerilmesi büyük bir kahramanlık olan zor yüksek iş, o sarp yokuş nedir?

13. Bir köleyi salıvermek. Bilindiği gibi "rakabe" boyun demek olup "bir parçayı söyleyip bütününü kastetmek" yoluyla mecaz olarak zat ve şahıs mânâsında kullanılır olmuştur. Bilhassa hürriyetini kaybetmiş esir veya kölede kullanılması yaygındır. Dolayısıyla "fekkü rakabe", esirlik bağıyla bağlanmış bir boynu, bir kimseyi esaretten kurtarıp hürriyete kavuşturmaktır ki bu önce insanın kendi hürriyetine malik olarak kendini kurtarmış olmasına bağlıdır. Bunun en b a sit misali köle azat etmek olup fazileti çoktur. Buharî, Müslim, Tirmizi ve diğer hadis kitaplarında Ebu Hureyre'den şöyle rivayet edilmiştir: Rasulullah (s.a.v) buyurdu ki: Her kim bir mümin köleyi azat ederse, yüce Allah onun her uzvuna karşılık azat ed e nin bir uzvunu cehennem ateşinden azat eder. " Hatta üreme uzvuna karşıık üreme uzvunu ateşten azat eder."

İmam Ahmed, İbnü Hibban, İbnü Merduye ve Beyhaki Bera (r.a.)'dan şöyle rivayet etmişlerdir: Bir bedevi, ey Allah'ın Rasulü! Bana bir amel öğret de beni cennete koysun, demişti. Rasulullah (s.a.v.): "Bir neseme (bir can) kurtar veya bir köle salıver." buyurdu. Onun ikisi de bir değil mi? dedi. Buyurdu ki: Hayır, bir can kurtarmak, onu azat etmekte senin yalnız ve tek olmandır. Fekk-i rakabe, yani bir köleyi salıvermek ise onun azat edilmesine yardım etmendir yani fekk-i rakabe, tek başına veya ortak olarak köle azat etmekten daha geneldir.

Bir ferdi hürriyete kavuşturmak böyle büyük bir fazilet ve kahramanlık olunca bir kavmin, bir toplumun hürriyetini kurtarmak ne büyük kahramanlık olacağını anlamalı.

"Fekk-i rakabe"nin başka bir mânâsı daha vardır ki, o da "Herkes kendi kazancına bağlıdır."(Tûr, 52/21) mânâsı gereğince her nefsin kurtuluşu kazancına bağlı olduğu için insanın iyi amelleri kazanarak kendisini cehennem azabından kurtarması demektir ki, bu kurtarış, "En büyük düşmanın iki yanın arasındaki nefsindir." buyrulan nefs-i emmarenin azgın arzularıyla şeytanın aldatmalarına karşı cihat etmekle olur. Nitekim o mağrur insanın b u sarp yokuşa göğüs verememesi de bunlarla cihat etme kahramanlığını yapamamasından dolayıdır.

14. İşte o sarp yokuş böyle esir bir boynu kurtarmak veya salgın, yani genel bir açlık gününde yemek yedirmektir.

MESĞABE, "Seğab" maddesinden mimli mastar olup açlık, özelikle sıkıntı ve yorgunluk içinde açlık demektir. Ebu Hayyan'ın açıkladığına göre genel olan açlıktır, susuzlukta da kullanılır. Genel olması mânâsı "zî"den anlaşılmak gerekir. Zira "fi yevmi mesğabe="açlık gününde" denilmemiş, açlık l ı mânâsına "zi mesğabe" denilmiştir ki genellikle açlık, özelliği olan gün demek olur. Gerçekte böyle genel bir açlık zamanında yemek yedirebilmek can kurtarmak demek olduğu için fekk-i rakabe gibi büyük bir kahramanlıktır. Hem de kimlere yedirmek?

15. Yakınlığı olan bir yetime ki, bundan açıkça anlaşılan nesep yakınlığıdır. Bununla beraber komşuluk yakınlığı da olabilir. Nesep ve din yakınlığının tercih edilmiş olacağı kuşkusuzdur.

16. Yahut topraklı bir yoksula.

METRABE de toprak mânâsına gelen "türab"tan mimli mastar olup topraklanmak demektir. Zâ metrabe, Türkçe'de "toprak döşenip taş yaslanan" tabir edildiği gibi şiddetli fakirlik ve ihtiyaçtan kinayedir. Öyle genel açlık zamanlarında böyle şiddetli fakirlik ve ihtiyaç ile yoksulluk içi n de kalmış birçok kimse bulunabileceği için uzak yakın böyle çaresize yemek yedirebilmek kuşkusuz ki aşılması büyük kalp kuvveti ile bir gayrete bağlı olan sarp bir yokuştur. İşte, kendisine kimsenin gücü yetmezmiş gibi mağrurlanan ve "ben yığın yığın mal yok ettim" diye iftihar etmek isteyen o insan, ne öyle ne de öyle, bu sarp yokuşu aşamadı. Böyle bir kahramanlığa hiçbir şekilde girişemediği gibi

17. Sonra da olamadı. Bu "kâne", "ıktehame" üzerine bağlandığından mânâsı olumsuzdur. "Ne yokuşa göğüs verebildi, ne de oldu." demektir. Yani onların hiçbirine girişemedikten, o malın şükrünü eda edecek kahramanlardan olamadıktan

başka iman edip de birbirlerine sabır tavsiye eden, merhamet tavsiye eyleyen sabırlı, merhametli müminlerden de olamadı ki

18. onlar, o yüksek vasıflarla nitelenmiş olan o kahramanlığı yapan, esir kurtarmak veya öyle zor bir günde bir yetime veya çaresize yemek yedirmek suretiyle can kurtaran, bunlara gücü yoksa iman edip de birbirine sabır ve merhamet tavsiye etmek suretiyle teselli ve kalp kuvveti vermeye çalışan müminler mutluluk sahipleri, kitapları sağ taraflarından verilecek kişiler, kendilerine ve başkalarına uğurlu kimselerdir.

19. Bizim âyetlerimize küfreden, inanmayarak nankörlük eden kâfirler ise -ki o m ağrur kişi de bunlardandır- onlar, uğursuz kişilerdir, uğursuzluktan kurtulmayan, kitapları sol taraflarından verilecek olan, kendilerine de başkalarına da uğursuz olan kimselerdir ki

20. üzerlerine bir ateş bastırılıp kapıları kapanacaktır.

MÜ'SADE, İysâd kökünden ism-i mef'ul (edilgen ortaç) olup "kapatılmış" demektir. "Kapıyı kapadım, sımsıkı kilitledim" mânâsına denir. Üzerlerine ateşin yakılıp fırın gibi kapısının kapanması ateşin şiddetli olmasını gerektireceğinden bu onların cehen n emdeki azaplarının şiddet ve sonsuzluğundan kinayedir.

BELED SÜRESİ(Muhammed ESED)

Suyûtî, bu sureyi Mekke döneminin ortalarına ait gördüğü halde (50. sureden -Kâf- sonra), Muhammed (s)'in peygamberliğinin ilk yıllarına ait olması daha kuvvetli bir ihtimaldir.
1 BEN bu beldeyi tanıklığa çağırırım, 2 senin serbestçe yaşadığın bu beldeyi,1
3 ve [tanıklığa çağırırım] anne-babayı ve çocukları:2
4 Gerçek şu ki, Biz insanı acı, sıkıntı ve imtihan [ile yüklü bir hayat]a gönderdik.3
5 İnsan, kimsenin kendi üzerinde güç sahibi olmadığını mı zannediyor?
6 Övünüp duruyor: “Ben, yığınla servet tükettim!”4
7 Peki, kimsenin kendisini görmediğini mi sanıyor?5
8 Biz ona iki göz vermedik mi? 9 Bir dil ve bir çift dudak,6 10 ve ona [kötülüğün ve iyiliğin] iki yolunu da göstermedik mi?
11 Ama o, sarp yokuşa tırmanmayı denemedi...
12 Bilir misin nedir o sarp yokuş?
13 [O,] boynunu [günah zincirinden] kurtarmaktır;7 14 yahut [kendi] aç iken (başkasını) doyurmaktır, 15 yakını olan bir yetimi, 16 yahut toprağa uzanıp kalmış olan [yabancı] bir yoksulu, 17 ve imana ermişlerden ve birbirine sabrı ve merhameti tavsiye edenlerden olmaktır.
18 İşte böyleleri dürüstlüğe ve erdemliliğe erişmiş olanlardır;8 19 Bizim mesajlarımızın doğruluğunu inkara şartlanmış olanlar ise kötülüğe batmış kimselerdir, 20 üzerlerine salınmış ateş [ile].9

DİPNOTLAR
1 Lafzen, “sen bu beldede serbestçe otururken”. Klasik müfessirler, beled terimine “şehir” anlamı vermişler ve hâze'l-beled (“bu şehir”) ibaresinin Mekke'yi anlattığını ve ikinci ayetteki “sen” şahıs zamirinin ise Muhammed (s)'e işaret ettiğini belirtmişlerdir. Mekke'nin kutsallığı Kur’an'da defalarca vurgulandığı için bu yorum makul görünmektedir, ancak ayetlerin devamı ve surenin tümünün genel havası, daha geniş kapsamlı ve daha genel bir yoruma imkan vermektedir. Bana göre, hâze'l-beled sözleri ile “bu insanlık yurdu”, yani yeryüzü kasdedilmektedir (ki bu ikinci terim, birçok dilbilimciye göre, beled'in aslî anlamlarından biridir). Sonuç olarak diyebiliriz ki, 2. ayetteki “sen” zamiri, genel olarak insana râcidir ve “tanıklığa çağırılan” da, onun yaşadığı dünyevî hayattır.
2 Lafzen, “doğuranı ve doğurduğunu”. Taberî'nin ikna edici açıklamasına göre bu ibare, “her anne-baba ve bütün çocukları” anlamına gelir: yani, baştan sona bütün insan soyu. (Vâlid müzekker şekli, elbette, hem erkek hem kadın ebeveyni göstermektedir.)
3 Kebed terimi, “acı”, “sıkıntı”, “zorluk”, “baskı”, “imtihan” vb. kavramlarını kapsadığından ancak yukarıdaki gibi bileşik bir ifade ile çevrilebilirdi.
4 Kendi kaynaklarını -ve dolayısıyla, imkanlarını- bitip tükenmez gördüğüne işaret. “İnsan” teriminin burada “insan soyu” anlamında kullanıldığını unutmamalıyız: bu nedenle, yukarıdaki övünme, -dinî gerilemenin ve zayıflamanın yoğunlaştığı bütün dönemlerin karakteristiği olan-insanın önündeki güç imkanlarının sınırsız olduğu ve bu nedenle dünyevî “menfaatler”in doğru ile yanlışın tek ölçüsü olduğu şeklindeki yaygın inancın mecaz yoluyla ifadesidir.
5 Yani, “kendinden başka kimseye karşı sorumlu olmadığını mı sanıyor?”
6 Yani, Allah'ın varlığı hakikatini tanıması ve bu hakikati dile getirmesi yahut en azından hidayeti istemesi için.
7 Beğavî tarafından nakledilen ‘İkrime'nin ve ayrıca Râzî'nin yorumu. Fekku rakabe ibaresi, alternatif olarak, “insanoğlunu boyunduruklarından kurtarmak” şeklinde de çevrilebilir (karş. 2:177, not 146). “Boyunduruk/zincir” terimi, burada, “kölelik” olarak tanımlanabilecek olan bütün tutsaklık ve sömürü -sosyal, ekonomik veya politik- biçimlerini kapsar.
8 Lafzen, “sağdaki/sağ taraftaki insanlar (ashâb )”: bkz. 74:39, not 25.
9 Yani, öteki dünyada “[günahkarların] kalpleri üzerinde yükselen” ve “onları kuşatan” ümitsizlik/çaresizlik ateşi: karş. 104:6-8 ve ilgili not 5. “Kötülüğe batmış kimseler” şeklinde çevirdiğim ibare, lafzî olarak, “sol tarafın insanları (el-meş’eme )” şeklindedir.