22 Ağustos 2007 Çarşamba

NASR SÜRESİ(MEVDUDİ)

Adı: Birinci ayetteki "nasr" kelimesi sureye isim olmuştur.

Nüzul Zamanı: İbn Abbas, bu surenin, Kur'an'ın son suresi olduğunu söylemiştir. Yani bundan sonra tam olarak bir sure nazil olmamıştır. (Müslim, Neseî, Taberanî, İbn Ebi Şeybe, İbn Merduye). İbn Ömer'den bu surenin Veda Haccı'nda, teşrik günleri sırasında Mina'da nazil olduğu rivayet edilmiştir. Rivayete göre Rasulullah daha sonra devesinin sırtına çıkıp meşhur hutbesini okumuştur. (Tirmizî, Bezzar, Beyhakî, İbn Ebi Şeybe, Abd b. Humayd, Ebu Ya'la, İbn Merduye).

Beyhakî Kitabü'l Hac'da, Serra b. Nebhan'dan Rasulullah'ın o meşhur hutbesini nakletmiştir. Serra demiştir ki, ben Veda Haccı'nda Rasulullah'ın söylediklerini duydum. Şöyle dedi: "Ey insanlar biliyor musunuz bugün hangi gündür?" Orada bulunanlar: "Allah ve Rasulü daha iyi bilir" diye cevap verdiler. Rasulullah: "Bugün, teşrik gününün orta günüdür" dedi. Sonra şöyle buyurdu: "Biliyor musunuz bu yer hangi yerdir? Oradakiler: "Allah ve Rasulü daha iyi bilir" dediler. Rasulullah: "Burası meş'ar-i haram'dır" buyurdu. Daha sonra şöyle buyurdu: "Bilmiyorum, bundan sonra belki sizi göremeyebilirim. Dikkat edin, kanınız ve şerefiniz birbiriniz için haramdır. Bugün, bu yerde haram olduğu gibi. Rabbinizin huzuruna çıkıp, amelleriniz hakkında sorulacağınız zamana kadar bu haramlık sürecektir. İyi dinleyin, bu söylediğim yakın ve uzaktakilere ulaşsın. Dinleyin, size tebliğ ettim mi?". Biz Medine'ye döndükten kısa bir süre sonra Rasulullah ahirete irtihal etti.

Bu iki rivayeti birarada okuyunca, Nasr suresinin nüzulu ile Rasulullah'ın vefatı arasında üç ay ve birkaç günlük bir süre geçtiği anlaşılır. Tarihlere göre, Veda Haccı ile Rasulullah'ın vefatı arasında ancak bu kadar zaman geçmiştir.

İbn Abbas'tan şöyle rivayet edilmiştir: Rasulullah'a bu sure nazil olduğunda; "Bu benim vefatımı bildirmektedir. Vaktim gelmiştir" dedi. (Ahmed, İbn Cerir, İbn Münzir, İbn Merduye). İbn Abbas'tan ikinci rivayet de şöyledir: Rasulullah, bu surenin nazil olmasından, bu dünyadan ayrılacağının haberi olduğunu anlamıştır. (Ahmed, İbn Cerir, Taberanî, İbn Ebi Hatim, İbn Merduye).

Ümmü'l Mü'minin Ümmü Habibe şöyle buyurmuştur: Bu sure nazil olduğunda Rasulullah, "bu sene vefat edeceğim" dedi. Bunu duyan Hz. Fatıma ağlamaya başladı. Rasulullah bunun üzerine şöyle buyurdu: "Ailemden bana ilk kavuşan sen olacaksın." Fatıma bunu duyunca güldü. (İbn Ebi Hatim, İbn Merduye). Hemen hemen aynı muhtevaya sahip bir rivayeti Beyhakî, İbn Abbas'tan rivayet etmiştir.

İbn Abbas şöyle buyurmuştur: Hz. Ömer (r.a), Bedir gazvesine katılan büyüklerin toplantısına beni de çağırdı. Onların arasına girmek pek hoşuma gitmezdi. O büyükler Hz. Ömer'e: "Bu çocuk bizim çocuklarımız gibidir. Özellikle bunu, toplantılarımıza niçin çağırıyorsun" dediler. (Buharî ve İbn Cerir, bu sözü söyleyenin Abdurrahman b. Avf olduğunu açıklamışlardır.) Hz. Ömer şöyle buyurdu: "İlim bakımından bu çocuğun makamını biliyor musunuz." Bir gün Hz. Ömer'in, beni bu büyüklerin toplantılarına her zaman niçin çağırdığını ispat etmek için beni de davet ettiğini anladım.

Hz. Ömer sohbet sırasında Bedir ehlinin büyüklerine şöyle sordu: "Nasr suresi hakkında ne dersiniz?" Bazıları şöyle dedi: "Bize Allah'ın nusreti gelip fetih nasip olduğunda, Allah'a hamd ve istiğfar etmemiz emredildi." Bazıları: "Bundan murad şehir ve kalelerin fethidir" dediler. Bazıları da sessiz kaldılar. Hz. Ömer daha sonra: "İbn Abbas, sen de aynı şekilde mi düşünüyorsun, sen ne dersin?" dedi. Ben "Hayır" dedim. Hz. Ömer: "Sen ne diyorsun?" dedi. Ben: "Bundan murad Rasulullah'ın ecelidir" dedim. "Bu surede Rasulullah'a, Allah'ın nusretinin gelip fetih nasip olmasının, eceline işaret olduğu bildirilmiştir. Ondan sonra Allah'a hamd ve istiğfar etmesi emredilmiştir" dedim. Bunun üzerine Hz. Ömer: "Ben de senin dediklerinden başka bir şey bilmiyorum" dedi. Bir rivayette Hz. Ömer'in, Bedir ehlinin büyüklerine şöyle buyurduğu da kayıtlıdır: "Bu gencin toplantımıza katılmasına hâlâ itiraz ediyor musunuz? O'nu bu toplantıya çağırmamın sebebini herhalde anladınız." (Buharî, Ahmed, Tirmizî, İbn Cerir, İbn Merduye, Beğavî, Beyhakî, İbn Münzir.)

Konu: Yukarıda zikerdilen rivayetlerden anlaşılıyor ki, bu surede Allah (c.c.) Rasulullah'a, Arabistan'da İslam'ın zaferi kemale erdikten sonra ve insanlar grup grup dine girdiklerinde bunun anlamının, bu dünyadaki misyonunun sona ermesi olduğunu bildirmiştir. Ondan sonra Rasulullah'a, hamd ve Allah'ı tesbih ile meşgul olması emredilmiştir. Çünkü O, Allah'ın lütfu ile büyük bir işi başarıyla tamamlamıştır. Görevi yerine getirirken işlediği zaaf ve eksikliklerden dolayı Allah'tan af dilemelidir. Buradaki önemli nokta, bir Nebi ile dünyevî önder arasındaki farkın ne kadar büyük olduğudur. Bir dünyevî öndere, dünyada büyük bir inkılâb yapmak nasip olsa, o kişi törenler düzenleyerek önderliğinden gurur duyar. Ama burada Allah'ın peygamberi, 23 sene gibi kısa bir sürede bir kavmin akide, düşünce, ahlâk, kültür, medeniyet, muaşeret, siyaset, iktisat ve savaş anlayışını değiştirerek, cahiliyeye boğulmuş bu kavmi bütün dünyaya hâkim olacak bir duruma getirmesine ve dünyanın bütün kavimlerine önder olmaya lâyık hâle kavuşturmasına rağmen, böyle büyük bir başarının sonunda törenler düzenleyip gururlanmak yerine, Allah'a hamd edip mağfiret dilemesi ve O'nu tesbih etmesi emredilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.) de bütün acziyle bu emri yerine getirmekle meşgul olmuştur.

Hz. Aişe şöyle buyurmuştur: Rasulullah vefatından önce şu cümleyi çokça söylerdi: "Subhâneke Allahümme ve bihamdike ve estağfiruke ve etubu ileyk" (bazı rivayetlerde lâfız şöyledir: Subhanallahi ve bihamdihi ve' stağfırullahe ve etubu ileyh). Ben: "Ya Rasulallah! Sürekli okuduğunuz bu kelimeler nasıl kelimelerdir?" dedim.

Rasulullah: "Bu, Nasr Suresi'ndeki işareti görünce okuduğum kelimelerdir" buyurdu. (Ahmed, Müslim, İbn Cerir, İbn Münzir, İbn Merduye). Bunun benzeri bazı rivayetler yine Hz. Aişe'den rivayet edilmiştir. Rasulullah rükû ve secdede, "Subhaneke Allahümme ve bihamdike Allahumme'ğfirli" cümlesini çokça okurdu. Bu, Kur'an'ın (yani Nasr suresinin) Rasulullah'ın buyurduğu tevili idi. (Buharî, Müslim, Ebu Davut, Neseî, İbn Mace, İbn Cerir).

Ümmü Seleme şöyle buyurdu: Rasulullah'ın mübarek ağzı her zaman, oturduğu, kalktığı, yolda yürüdüğü zaman, "Subhanellahi ve bihamdihi" kelimelerini tekrarlardı. Bir gün, "Ya Resulallah! Bu kelimeleri niçin bu kadar çok zikrediyorsunuz?" dedim. Şöyle buyurdu: "Bana böyle emredildi" ve bu sureyi okudu. (İbn Cerir).

İbn Mes'ud'dan şöyle rivayet edilmiştir: Bu sure nazil olduğu zaman Rasulullah çokça "Subhaneke Allahümme ve bihamdike Allahümme'ğfirli subhaneke Rabbena ve bihamdike Allahümme'ğfirli inneke ente'ttevvabül gafûr" sözlerini tekrarladı (İbn Cerir, Müsned-i Ahmed, İbn Ebi Hatim).

İbn Abbas şöyle beyan etmiştir: Bu sure nazil olduktan sonra Rasulullah, ahiret için mihnet ve riyazatla o kadar meşgul oldu ki daha önce böylesi görülmemişti. (Neseî, Taberanî, İbn Ebi Hatim, İbn Merduye).

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1 Allah'ın yardımı ve fetih geldiği zaman,1

2 Ve insanların Allah'ın dinine dalga dalga girdiklerini gördüğünde,2

3 Hemen Rabbini hamd ile tesbih et3 ve O'ndan mağfiret dile.4 Çünkü O, tevbeleri çok kabul edendir.

AÇIKLAMA

1. "Fetih"den murad, belli bir savaştaki zafer değildir. Aslında burada kesin bir zafer murad edilmiştir. Bu öyle bir zamandır ki İslâm'a karşı çıkacak hiçbir güç kalmamış ve İslâm Arabistan'da kesin bir zafer kazanmıştır. Bazı müfessirler bundan Mekke fethini anlamışlardır. Ancak Mekke fethi Hicrî 8'de vukubulmuş, bu sure ise Hicrî 10'un sonunda nazil olmuştur. Bu, girişte açıkladığımız İbn Ömer ve Serra binti Nebhan'ın rivayetlerinde görülmüştü. Bunun yanısıra ibn Abbas'ın kavli de bu tefsire ters düşer. O kavil, bu surenin Kur'an'ın son suresi olduğu idi. Bu durumda, Mekke'nin fethi kastedilmiş olamaz. Çünkü Tevbe suresi bu sureden sonra nazil olmuştur. Öyleyse bu sure, en son sure nasıl olabilir? Kuşkusuz Mekke'nin fethi bir bakıma kesin zafer sayılabilir. Çünkü bu olaydan sonra Mekke'li müşriklerin cesareti kırılmıştır. Buna rağmen müşriklerde hâlâ, yeterli güç ve kuvvet vardı. Nitekim bundan sonra vukubulan Taif ve Huneyn gazvelerinden sonra Arabistan üzerinde kesin galibiyet sağlanabildi ve bu da iki yıl aldı.

2. Yani insanların birer ikişer İslam'a girdikleri dönem geçmiş, kabilelerin, hiç karşı koymadan topluca İslam'a girdikleri zaman gelmiştir. Bu keyfiyet Hicrî 9'un başlarında başlamıştır. Onun için o seneye "heyetler senesi" denmiştir. Arabistan'ın her köşesinden Araplar, peşpeşe heyetler halinde Rasulullah'ın huzuruna gelerek O'na biat ettiler ve İslam'a girdiler. Resulullah'ın Veda Haccı'na gittiği Hicrî 10'a kadar bütün Arabistan tek bayrak altında birleşmiş ve ülkede hiç bir müşrik kalmamıştı.

3. "Hamd"dan murad, Allah'a hamd-ü senâ ve şükretmektir. "Tesbih"ten murad, Allah'ı her bakımdan tenzih etmektir. Burada, "Rabb'inin bu mucezesini gördükten sonra O'na hamd edip, O'nu tesbih et" denmiştir. Hamd'in anlamı, "bu büyük başarının, senin marifetin sonucu gerçekleştiği aklına bile gelmemelidir. Bu tamamen Allah'ın lütfu ile olmuştur. Bunun için Allah'a şükret, kalp ve lisan ile bunu itiraf et. Çünkü böyle büyük bir işi gerçekleştiren ve bu başarının yaratıcısı ancak Allah'tır, hamd'a ancak O müstehaktır" şeklindedir. Burada "Tesbih"in anlamı ise şöyledir: "Allah, sözünün yücelmesi için sizin çabanıza muhtaç olmaktan münezzehtir. Bunu itiraf edin. Çabanızın başarıya ulaşmasının, ancak Allah'ın teyid ve nusreti ile olabileceğine de kesinlikle inanmalısınız. Allah (c.c.) bir işi istediği kuluna yaptırabilir. Bir kula bunun gibi bir hizmeti yaptırması, aslında ona Allah'ın bir ihsanıdır. Allah'ın sizin üzerinizdeki ihsanı da onun dinine hizmet etme şerefini size vermesidir." Bunun yanısıra, "Subhanallah" demenin bir de taaccüb yanı vardır. Akıl almayan bir iş vukubulduğunda insan "subhanallah" der. Onun anlamı, ancak Allah'ın kudretinin böyle hayret verici bir işi meydana getirebileceği, başka hiçbir gücün bunu başaramayacağıdır.

4. Yani Rabb'inize dua edin. Size yüklenilen hizmeti yerine getirirken eğer bir zaafta bulunduysanız bunu affetsin. Bu, İslâm'ın insanlar arasında oluşturduğu terbiyedir. Bir kimse Allah'ın dini için ne kadar zorluğa katlanmış olursa olsun aklına hiçbir zaman Rabb'inin hakkını ödediği düşüncesi gelmemelidir. Tersine, insan her zaman "ben aslında yapmam gereken kadarını bile yapamadım" şeklinde düşünmelidir. Allah'a, O'nun hakkını ödemede ne kadar eksikliği varsa affetmesi ve yaptıklarını kabul etmesi için dua etmelidir. Allah, Rasulullah'a işte böyle bir terbiye vermiştir. O Rasulullah ki, hiç kimse ondan daha fazla Allah (c.c.) yolunda çaba göstermeye güç yetiremez. O'ndan başka kim, yaptıklarından sonra gururlanmaz ve Allah'ın hakkını ödeyemediğini düşünür? Allah'ın bir kulu üzerindeki hakkı o kadar büyüktür ki hiçbir mahluk onu ödeyemez.

Allah, kendisine ettikleri ibadeti, riyazet ve dini hizmeti büyük zannetmemeleri için bu emri Müslümanlara sürekli tekrarlar. Allah (c.c.) yolunda bütün hayatlarını verdikten sonra bile Allah'ın hakkını ödeyemecekleri gerçeğini unutmamalıdırlar. Aynı şekilde, eğer onlara bir afiyet nasip olmuşsa, onu kendi marifetleri saymamalıdırlar. Bunu da Allah'ın lutfu olarak bilmelidirler. İftihar ve kibirlenmek yerine, Rabb'inin önünde acz ile eğilmeli, hamd ve istiğfar etmelidirler.

NASR SÜRESİ(Seyyid KUTUB)

1- Allah'ın yardımı ve fethi geldiğinde

2- İnsanların dalga dalga Allah'ın dinine girdiğini gördüğünde,

3- Rabbini överek tesbih et, O'ndan mağfiret dile. Çünkü O tevbeleri kabul edendir.

Surenin birinci ayetinde bu evrende meydana gelen olayların ve bu hayatta meydana gelen hadiselerin bu havada, Hz. Peygamberin ve müminlerin görevinin ve bu konuda onların gelip dayanacağı sınırın gerçekliğine ilişkin özel bir bakış açısının oluşturulması için açık bir mesaj yer Alıyor. Bu mesaj yüce Allah'ın "Allah'ın yardımı geldiği zaman" sözünde somutlaşıyor. Yardım ve zafer Allah'ındır. Yüce Allah onu belirlediği zaman da, çizdiği amacı gerçekleştirmek için, dilediği şekilde gerçekleştirir, dilediği zamanda meydana getirir. Ne Peygamberin ne de arkadaşlarının bu konuda bir yetkileri vardır. Bu zafer konusunda onların bir güçleri de yoktur. Onda kişisel çıkarları, özel faydaları da olmadığı gibi. Gönüllerini rahatlatan özel bir hazları da yoktur! Zafer Sadece Allah'ın işidir. Onu kendileri ile veya kendileri olmadan gerçekleştirir. Yüce Allah'ın, zaferi kendilerinin eliyle gerçekleştirmesi, onun başına bekçi dikmesi ve bu zaferi onlara emanet etmesi de şeref olarak kendilerine yeter. İşte zaferden, fetihten, insanların akın akın Allah'ın dinine girişinden onların payına düşen budur.

Bu mesaja ve meselenin gerçekliğine ilişkin oluşturduğu özel bakış açısına göre Hz. Peygamberin ve beraberindekilerin konumu belirlenmektedir. Buna göre onları onurlandıran Allah'tır. Onların elleri ile zaferini gerçekleştirmesi onlar için bir şereftir. Dolayısıyla Peygamberin ve O'nunla birlikte olanların konumu zafer anında Allah'a yönelmeleri, hamd ile Allah'ı tesbih etmeleri ve günahlarının bağışlanmasını dilemeleridir.

Hamd ve tesbih Allah'ın nimetlerine ve lütuflarına karşılıktır. Çünkü O, kendilerini davasının güvenilir elleri ve dininin bekçileri kılmıştır. Dinine yardım etmekle, Peygamberine fetih vermekle, bütün bir insanlığa verdiği rahmete karşılıktır. Sapıklık, körlük ve hüsrandan sonra insanların akın akın, bu coşup taşan hayır kaynağına girmesini sağlamakla insanlığa verdiği lütfunun karşılığıdır.

Günahların bağışlanmasını dilemek, insanın iç alemine gizlice sinmeye çalışan pek çok etkenlere, olumsuzluklara karşılıktır. Uzun mücadeleden sonra zaferin verdiği sarhoşlukla kalbe sirayet edebilecek veya yol bulabilecek, sevinçten dolayı mağfiret dilemek, uzun yorgunluktan sonra gelen zaferin sevincinden istiğfar. Bunlar insan kalbinin kendisini zor tutabildiği anlardır. İşte bunlardan dolayı insanın günahının bağışlanmasını dilemesi gerekir.

Uzun mücadele, aşırı yorgunluk, büyük sıkıntılar, büyük belalar süreci içinde insanın kalbine sirayet eden sıkıntılardan, bunalımlardan, sarsılmalardan dolayı günahların bağışlanmasını dilemek, Allah'ın zafere ilişkin sözünün geciktiğini düşünme halinden dolayı istiğfar gerekmektedir. Nitekim bu sıkıntı halleri başka bir yerde şu şekilde dile getirilmiştir.

"Acaba sizden öncekilerin başlarına gelenlerin benzeri sizin de başınıza gelmeksizin, kolayca cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlar öylesine ağır sıkıntılara ve zorluklara uğradılar, öylesine sarsıldılar ki, peygamberleri ile çevresindeki inanmışlar `Allah'ın yardımı ne zaman gelecek?' dediler. İyi bilin ki Allah'ın yardımı yakındır." (Bakara 214)

Bu halden de istiğfar edilmesi gerekir. insanın Allah'a hamd etme ve şükretmesinde görülen aksaklıklardan dolayı da istiğfar etmesi gerekir. Çünkü insanın çabası ne kadar fazla da olsa sınırlıdır, zayıftır. Allah'ın nimetleri ise sürekli coşmakta ve bol şekilde verilmektedir. "Eğer Allah'ın nimetlerini saymaya kalksanız onları saymakla bitiremezsiniz." (İbrahim Suresi, 34)

İşte insan bu eksikliğinden ve yetersizliğinden dolayı da Allah'a istiğfarda bulunmalıdır.

Özellikle zafer anında istiğfarda bulunmanın bir inceliği daha vardır. Bu da neşe ve sevinç anında acizliğini ve eksikliğini hatırlatıp hissettirmek içindir. Dolayısıyla insan bu anda büyüklenme duygusunu bastırmalı ve Rabbinin affına sığınmalıdır. Bu da sevinç ve gurura yol açacak bilinçteki güçleri frenler.

Öte yandan insanın eksikliğini, acizliğini ve yetersizliğini hissetmesi, Allah'a yönelerek bağış, af ve müsamaha dilemesine yol açar. Yenilen, mağlup olan insanlara karşı zulüm ve azgınlık yapılmasını da önler. Böylece zaferi elde eden, Allah'ın onlara yaptığı uygulamadan dolayı kendisini hesaba çekeceğini bilir. Çünkü kendisini zafere kavuşturan Allah'tır. Kendisi ise aciz, yetersiz ve eksiktir. Yüce Allah dilediği bir işi gerçekleştirmek için onu mağlup insanların başına dikmiştir. Yoksa zafer zaten Allah'ın zaferi, fetih O'nun fethi, din O'nun dinidir. Her şey dönüp dolaşıp O'na gelecektir.

Bu yüce ve aydınlık bir ufuktur. Kur'an-ı Kerim insanın ruhunu bu ufka doğru çevirmek, onu basamaklarında zirveye doğru tırmandırmak, güzel, onurlu bir konuma getirmek ister. Bu ufukta insan, gururunu, büyüklüğünü yendiği için büyür. Bu ufukta, Allah'a doğru açıldığı için insanın ruhu özgür bir havaya doğru kanatlanır.

Bu, insanın Allah'ın ruhlarından biri olabilmesi için benlik bağlarından kurtulmasıdır. Burada insan Allah'ın rızasından başka bir paye aramaz. Bu özgürlükle birlikte Hayrın, iyiliğin,zaferi, hakkın gerçekleştirilmesi, yeryüzünün uygarlığı ve hayatın ilerlemesi için çalışma, insanlığa yapıcı, tertemiz ve olgun bir liderlikte bulunma, bu liderliğini yapıcı, adil, güzel ve iyi ilkelere ve bunlarla birlikte Allah'a yönelime temelinde cihad yer alır.

İnsanın kendi şahsi, kişisel zaaflarına bağlı olduğu, arzu ve istekleri ile sınırlı olduğu, şehevi ihtiraslarının ağır yükü altında bulunduğu halde özgürlük ve bağımsızlık çabaları boşunadır. insanın kendi beninden kurtulmadan, zaferin ve ganimetin ardında kendine pay çıkarmaktan sıyrılıp yalnız Allah'ı ön plana çıkarmadan yapacağı tüm çalışmalar boşunadır.

İşte bu peygamberliğin sürekli olarak damgasını taşıdığı edebin, anlayışın kendisidir. Yüce Allah insanlığı bu edebin ufuklarına doğru çıkarmak ister. Sürekli olarak gözlerini bu ufuklara dikmesini öngörür.

Hz. Yusuf'un herşeyi elde ettiği ve rüyasının gerçekleştiği anda takındığı edeb ve tutum budur: "Ana-babasını makam koltuğuna oturttu, bu arada hep birlikte önünde secdeye kapandılar. Bunun üzerine Hz. Yusuf, babasına dedi ki; `Babacığım bu olay, bir zamanlar gördüğüm rüyanın somut yorumudur. Rabbim o rüyayı gerçeğe dönüştürdü. Ayrıca beni hapisten çıkararak ve şeytanın kışkırtması sonucunda kardeşlerimle aramın açılmasından sonra sizleri çöl ortasından kaldırıp yanıma getirerek bana lütufta bulundu. Hiç şüphesiz Rabbim dilediklerine karşı lütufkâr davranır. O herşeyi bilen ve her yaptığını yerinde yapandır." (Yusuf 100)

Bu anda Hz. Yusuf, içini sevinç, seçkinlik ve üstünlük duygularından arındırarak şükreden, Rabbini hatırlayan bir kulun Rabbini yüceltmesi gibi O'na yönelmiştir. Saltanatının zirvesinde ve rüyalarının gerçekleşmesinin sevinci içinde Rabbine şöyle yalvarmıştır: "Rabbim sen bana egemenlikten pay verdin, beni olayları (ya da rüyaları) yorumlamaya ilişkin bazı bilgiler ile donattın. Ey göklerin ve yerin yaradanı! Gerek dünyada gerek ahirette dayanağım sensin; canımı Müslüman olarak al ve beni iyi kulların arasına kat." (Yusuf 101)

Burada şöhret ve saltanat geriye çekiliyor. Buluşma, aile fertlerinin bir araya gelişi ve kardeşlerin kaynaşması ile oluşan sevinç geriliyor. Son sahnede tek başına olan, Rabbine içtenlikle yönelen bir insanın sahnesi ön plana çıkıyor. Ölene kadar Müslüman kalması, vefat ettikten sonra ise katındaki salih kulların arasına alması için O'na yalvarıyor. Lütfuna ve ihsanına sığınıyor.

Hz. Süleyman'da gözünü açıp kapayıncaya kadar kısa bir zamanda Sebe kraliçesinin tahtını yanında gördüğünde bu edebi takınmıştı: "Kutsal kitap kaynaklı bilgisi olan biri ise `Gözünü kapamadan o tahtı sana getireyim' dedi. Süleyman tahtı önünde yere konmuş görünce, `Bu şükür mü edeceğim yoksa, nankörce mi davranacağım diye beni sınavdan geçirmek isteyen Rabbimin bana yönelik bir lütfudur. Kim şükrederse kendisi için şükretmiş olur. Nankörlük eden de bilsin ki, yüce Allah'ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur ve bağışı karşılıksızdır' dedi." (Neml 40)

Bütün hayatı boyunca Hz. Muhammed'in tutumu da bu sebep çerçevesinde idi. Rabbinin kendisi için bir alamet kıldığı zafer ve fetih konumundaki durumu bu idi. Bineğinin üzerinde Rabbine başı eğmiş ve bu şekilde Mekke'ye girmişti. Kendisine eziyet eden, kendisini sürgün eden, kendisi ile savaşan davanın önünde bu kadar inatçı bir tutumla dikilen Mekke'ye... Allah'ın zaferi ve fetih kendisine nasip olunca, Peygamber zaferin sevincini unutmuş, şükreden bir kulun tutumu ile başını eğmiş, Rabbinin kendisine aşıladığı şekilde hamd etmiş, O'nu tesbih etmiş ve günahlarının bağışlanmasını dilemiştir. Rivayetlerde belirtildiği gibi tesbihini, hamdını ve istiğfarını artırmıştı. Kendisinden sonra ashabına bıraktığı sünneti de buydu. Allah onların hepsinden razı olsun.

İşte bu şekilde insanlık Allah'a iman ile yükselmiştir. Bu şekilde parlamış, arınmış ve kanatlanmıştır. Ve bu şekilde büyüklüğe, kuvvete ve özgürlüğe kavuşmuştur.

NASR SÜRESİ(Muhammed GAZALİ)

"Allah'ın yardımı ve fetih geldiği ve insanları dalga dalga Allah'ın dinine gir­diğini gördüğün zaman." (Nasr: 1-2)

Bu sûre, Peygamber'in (s.a.v) ömrünün sonlarında inmiştir. Bu sûreden, tıpkı sahabenin zekîlerinin anladıkları gibi, Peygamber'in kendisinin kastedildiği anlaşılmış ve bu dünyadan göçünün yaklaştığı hissedilmiştir. Bunun için uzun boylu teşbih ve istiğfara hazırlanmıştır.

Gelen yardım, putlar yıkılıp devleti çökertildikten, gece gündüz, "Allah birdir, kendisine tapılan taşlar ancak kaldırımlar ya da duvar katlarında kullanılabilir" diye çağıran müezzinler ufukları doldurduktan sonra vuku bulmuştur.

Muhammed, risâletini, Allah'ın kelimesini yücelterek ve egemen olan bâtıl inançları yok ederek yerine getirmiştir. Geriye uzun cihadından elde ettiği iyiliğin karşılığını görmesi için Rabbine dönmesi kalmıştır. O hiç kimsenin yorulmadığı ka­dar yorulmuştur. Ayaklan şişene dek teheccüd (gece namazı) için ayakta durmuştur. O yakarışta bilmeden derinlere dalmıştır. Savaşta yaralılarla meşgul olsun diye cari­yeleri bile savaşa almayı düşünmüş, insanların kendisine yaptıklarına aldırmamış ve ardından şöyle yakarmıştır: Eğer gazap senden olmayacaksa başkası hiç önemli de­ğil, aldırış etmem!

Diyebilirsin: Savaş kazanmcaya dek ömrü uzun olsaydı ne olurdu?

Derim ki: Savaş kazanmak ancak dünyada yüce bir istektir. Peygamber ömrünün sonlarında bir Yahudi tacirden evi için yiyecek istedi. Yahudi vermedi. Ancak bir re­hin karşılığında verebileceğini söyledi. Peygamber o zamanlar, yönetimin doruğun­da idi. Bütün güçler ordusunun önünde bozguna uğruyordu. Arap Yarımadası'nm sı­nırlarının gerisindeki Roma bölgeleri alınmıştı. Bütün Yahudi bölgeleri teslim alın­mıştı. Şayet Resul, kendine tabi olan zenginlerden birine istenilen yiyeceğin fiyatını ödemesini teklif etse, o zengin bunu dünya ve âhiret onuru sayardı.

Ama Resul, bunu yapmadı. Yahudiye dedi ki: Ben yerde ve gökte güvenilirim. İs­tediğin rehini al. Ona zırhını rehin verdi! Ve Peygamber, zırhı evinin yiyeceği için bir Yahudi yanında rehin bırakılmış olduğu halde vefat etti.

İnsanların dünyasından Muhammed'e ne kaldı?

Ardından vahiy, ona burada kalmayı veya Allah'a kavuşmayı sunmak için geldi. O, aksine Refîku'1-A'la (En Yüce Dost), diyordu.

Muhammed Rabbine kavuştu ve O'nun yakınında ağırlandı. "0 şimdi önceki re­sullerle ve mukarreb meleklerle birliktedir. Güçlü padişahın huzurunda doğruluk kol­tuklarında (memnunluk içinde)dtrler." (Kamer: 55)

NASR SÜRESİ(Elmalılı Hamdi YAZIR)

"geldiği zaman." Tahakkuk ifade eden bir zaman zarfı olduğu için fiil-i maziye gelir, şart mânâsına delalet ettiği için de mazinin mânâsını geleceğe çevirerek şartın gelecekte gerçekleşeceğini ifade eder. Burada şartı, ile ona atfedilen fiilinin toplamıdır, cevabı da ve matufudur.

nın bu vechile tahakkuk ifade etmesinden dolayı burada kendisinden

öncesinin de düşünülmesiyle şu mânâ hasıl olur:

"Ey Muhammed, seni gönderen, senin tek mabudun olan Allah'ın yardımı ile fetih gelecek, hem sen insanların Allah'ın dinine fevc fevc (dalga dalga) girmeye başladıklarını göreceksin. Çünkü "Allah, "Elbette ben ve elçilerim galip geleceğiz." diye yazmıştır." (Mücadele, 58/21); "Elbette biz elçilerimize ve inananlara hem dünya hayatında, hem de şahitlerin (şahitliğe) duracakları günde yardım ederiz." (Mümin, 40/51), "Eğer siz Allah(ın dinin)e yardım ederseniz, (Allah da)size yardım eder." (Muhammed, 47/7) buyurulmuştur. Sen Allah'ın Resulü olduğun ve önceki sûre mânâsı üzere tevhid ve ihlas ile Allah'a ibadet ve kulluk edip sırf onun dinine sarıldığın, bu şekilde mücahede ederek ona yardım ettiğinden dolayı bunlar kesin olarak olacak, işte bunlar gerçekleştiği zaman "Rabbini öğerek tesbit et"...

Allah'ın yardımı. Düşmanlara karşı galip ve muzaffer kılacak olan vaad edilen yardımı, "Allah'tan yardım ve yakın bir fetih... Müminleri müjdele!" (Saff, 61/13) buyurulan yardımı, ve fetih. Zemahşerî der ki: "Nasr" ile " feth" arasında ne fark vardır ki ona atfedilmiş? dersen, derim ki: "Nasr", iğase ve düşman üzerine üstün kılmaktır. "Fetih" de memleketlerin fethidir ve mânâ Resulullah'ın Arab'a ve Kureyş'e zaferi ve Mekke'nin fethidir. Allah'ın müminlere nusreti ve şirk beldelerinin onlarca fethi emridir de denilmişt i r." Râzî tefsirinde de der ki: "Nasr, istenilenin tahsiline yardımdır, fetih de onunla ilgili olan istenilen şeyin meydana getirilmesidir. Nusret, fetihe sebeptir, onun için atfedilmiştir."

İkinci bir vecih: Nusret dinin kemali, fetih dünyaya ait istektir ki, tamamı nimettir. Bunun benzeri "Bugün size, dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım." (Maide, 5/3) âyetidir.

Üçüncü bir vecih: Nusret, dünyada istediğine ulaşmak, fetih de "Ve (cennetin) kapıları açıldı." (Zümer, 39/73) buyurulduğu üzere cennete ait olmaktadır. Görüşlerin en açığı; yardımın, Kureyş'e veya bütün Arab'a üstün gelme, fethin de Mekke fethi olmasıdır. İbnü Abbas'tan nakledilen de Mekke'nin fethidir ki ona "fethu'l-futuh" (fetihlerin fethi) denilir. Nitekim buna b a şlangıç

olan Hudeybiye antlaşmasına da "feth-i mübin" denilmişti. Şu halde asıl mânâ sade Kureyş'e veya Arab'a karşı yardımın ve Mekke fethinin hususiyetleri üzerine değil, bunlar, ilerde bunların üzerine kurulacak fetihlerin anahtarı, İslâm'a fetihlerin kapılarının açılışı demek olması hasebiyle ve üstünlük ve fethin gelmesi, gelecek bütün fetihlerin gelmeye başlaması mânâsına raci olduğundan dolayı bir çok tefsirciler bu nasrı ve fethi cinse yüklemişlerdir ki, bu mânâ Kevser'in verilmesinde beyan olunan m ânâ gibi olarak "Bugün dininizi size, olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım." (Maide, 5/3) buyurulan güne işaret olmuş olur. Veda Haccı'nda da teşrik günlerinde Mina'da indiği rivayetine göre bu mânâ daha yakın olur. Ancak bu takdirde daki gelecek m â nâsı fiilinde değil, rü'yet (görme)in bazı kısmı itibarıyla düşünülmek gerekir. Bu açıklamadan sonra şu sonucu da gelebiliriz ki, fetihten maksat yalnız memleket fethinden ibaret olmayıp, daha çok kalblerin iman ve İslâm'a fethi demek olur. Mekke fethi ü z erine en çok terettüp eden fetihler, İslâm dininin derhal yayılıvermiş olması ve yirmi seneden beri Kureyş kâfirlerinin karşı koymalarından dolayı hakkın kabulüne kapalı duran kalplerin Mekke ve Taif fethinden sonra akın akın İslâm'a açılıvermiş bulunması d ır. Onun için Isâm demiştir ki: "Allah'ın dinine dalga dalga girdikleri"ne münasip olan, fethin müminlere din kapısının açılması mânâsına yorumlanması da kalbe çarpan mânâlardandır." Yukarılarda da geçtiği üzere Mekke'nin fethi hicretin sekizinci sene s i Ramazan'ında olmuştu. Resulullah'ın emrinde Muhacirler ve Ensar ve diğer müminlerden on bin kişilik muntazam bir ordu vardı. İki bin kişi de sonradan katılmıştır. Peygamber'imiz (s.a.v.) Mekke'de onbeşgün kaldı, ilk girdiği zaman Kâbe'nin kapısında durup: "Allah'tan başka ilâh yoktur, tekdir; kuluna (Muhammed'e) yardım etti, (müşrik) toplulukları da yalnız başına yenilgiye uğrattı." demişti. Sonra da: "Ey Mekke'liler! Şimdi ben size ne yapacağım, dersiniz? buyurdu. Hayır yapacaksın, kerîm bir kardeş ve kerîm bir kardeş oğlu, dediler. Haydi gidiniz sizler serbestsiniz "gidiniz, siz serbestsiniz" buyurdu. Bu şekilde onları âzad etti, onun için onlara "serbestler" denildi. O zamana kadar İslâm'a girenler birer ikişer giriyorlardı. Buhârî, Amr b. Seleme'den şöyle nakletmiştir: Demiştir ki: Fetih olunca her kavim, İslâm ile

Resulullah'a koştu, bütün kabileler İslâm'a gelmek için Mekke'nin fethini gözetiyorlardı ve onu kavmi ile bırakın, eğer onlara üstün gelirse o peygamberdir diyorlardı. Hasen'den de: Resulullah (s.a.v.) Mekke'yi fethedince Araplar: "Allah Teâlâ Mekkelileri Fil ashabından korumuşken, o madem ki onlara karşı üstün geldi, o halde sizin ona eliniz erişmez." dediler ve bölük bölük Allah'ın dinine girdiler." Bunlardan anlaşılır ki fetih t en maksad, çoğunluğun dediği gibi Mekke'nin fethi olmakla beraber, o yalnız düşman bir şehrin fethinden ibaret değil, Kâbe'nin fethi olduğundan aynı zamanda kalblerin Allah dinine, İslâm kapısının bütün insanlığa açılışı ve bu şekilde fetihlerin fethi olm u ştur. Derhal bütün Arabistan'a ve oradan bütün cihana yayılan İslâm'ın maddî ve manevî fetihleri Kâbe kapısının açılmasıyla başlamıştır.

2. Şu da buna işaret işaret eder: Ve insanları gördün. Yukarıda söylendiği üzere bu , ye atfedilmiş olarak toplamının başına dahil olduğundan, hepsi birden bir vakit ve bir şart olmak üzere düşünülmek gerekir. Razî'nin dediği gibi âyetin zahirinden açıkça anlaşılan Arap'tan başkasını da içermek üzere bütün insanlardır. Fakat bu genelleme başlangıçta Arap'tan başladığı cihetle ilk önce Arab'a sarfedilmiş olmak gerekir. Onun için tefsircilerin pek çoğu, Arap demişlerdir. Asıl maksad da hakiki istiğrak (içerme) ile insanın her ferdini değil, genel örf ile insanlık âleminin girmeye başladığını görmek veya bilmekt i r. "Ben, cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım." (Zâriyat, 51/56) buyurulduğu üzere insanlık hilkatinden ve akıldan kastedilen Allah'ı tanıyıp ibadet etmek olduğu cihetle hakkı tanımayanların "Onlar hayvanlar gibidirler, hatta daha da sapık." (A'raf, 7/179) hükmünde olduklarına da işaret olabilir. Rü'yet (görmek)ten açıkça anlaşılan da gözle görmektir. İki mef'ulünü geçişli hale koyan ef'al-i kulûbdan olarak "ilim" mânâsına olmak da muhtemeldir, denilmiştir. Yani Allah'ın mevcu t olan yardımı ve fetih geldiği ve sen insanları gördüğün veya dış tesiriyle anlayıp bildiğin zaman ki giriyorlar. Rü'yet gözle olduğuna göre "nas" (insanlar) mef'ul, bu cümle "nas"dan haldir. "Giriyorken" demek olur. Rü'yet kalp ile olduğuna göre de o nun ikinci mefulüdür. "İnsanları giriyor gördüğün zaman" demek olur. "Girdiler" buyurulmayıp "giriyorlar" buyurulması da hepsinin girmeleri tamam olmuş olmayıp, girmeye başladıklarına ve peyderpey gireceklerine işaret eder. İşte bu ölçü iledir ki " n as" (insanlar), Arap'tan başkasını da içine alır ve gelecekteki girmeler de bu hale katılmış olacağı anlaşılır. Yani giriyorlar ve girecekler.

Allah'ın dinine. Yani hak İslâm milletine ki, Allah katında din odur. Ondan başka din isteyenin dini kabul olunmaz. "Muhakkak Allah katında din İslâm'dır." (Âl-i İmran, 3/19), "Kim İslâm'dan başka bir din ararsa, bilsin ki (o din) ondan kabul edilmeyecek ve o, ahirette kaybedenlerden olacaktır." (Al-i İmran, 3/85) buyurulmuştur. Allah'a isteyerek teslim olup da boyun eğmeyen, nihayet istemeyerek teslim olmaya mecbur olur, ona döndürülür. "Göklerde ve yerde olanların hepsi, ister istemez, O'na teslim olmuştur ve O'na döndürülüp götürüleceklerdir." (Al-i İmran, 3/83) bunu göstermektedir. Öyle giriyorlar ki, fevc fevc (dalga dalga), alaylarıyla toplum toplum. Bu da "nas"a raci olan 'nin zamirinden haldir. Rağıb der ki: "Fevc, süratle geçen topluluktur, mutlak cemaat mânâsına da gelir". Şu halde her iki mânâ itibariyle bizim alay tabirimize benzemektedir. Burada mutlak cemaat (toplum) mânâsına olmakla beraber "efvacen" diye çoğul yapılması haysiyetiyle de fevca fevc, alay alay demek olacağından dolayı bu girişin peyderpey gelen bir geçit resmi manzarası ifade etmiş olacağından gaflet olunmamak gerekir. B u manzara ise "O (hak)dini, bütün dinlere üstün kılsın." (Fetih, 48/28) âyetindeki vaadi gereğince, bu hak dinin bütün dinlere üstünlüğünün ortaya çıkma manzarasıdır ki, bu, Mekke'nin fethi ile Resulullah'ın vefatı arasında başlamıştır.

Ebu Ömer b. Abdü'l-Berr demiştir ki: "Resulullah'ın vefatında Araplar'da kâfir kalmamıştı. Mekke'nin fethini müteakip Huneyn ve Taif muharebelerinden sonra hepsi İslâm'a girmişti. Kimi kendi gelmiş, kimi de fevc fevc elçilerini ve temsilci heyetlerini göndermişlerd i. İbnü Atıyye de demiştir ki: Bunun "kâfir kalmamıştı" demesinden maksat -Allah daha iyi bilir puta tapıcı Arap kalmamıştı, demek olmalıdır. Çünkü Beni Tağlib hıristiyanları Resulullah'ın hayatında henüz İslâm'a girmiş olmayıp, cizye vermeyi kabul etmişle r di. O halde maksad, Mekke'liler, Taif'liler, Yemen'liler, Havazin'liler ve diğer puta tapıcılar olmuş olur". İkrime ve Mukatil'den bir rivayette de "nas"dan maksat, Yemen'lilerdir, denilmiş, onlardan yediyüz kişi elçi olarak gelmiş, İslâm'ı kabul etmişler d i. Bu münasebetle "İman Yemen'lidir, hikmet de Yemen'lidir" yani Yemen tarafına mensubdur, hadisi de bilinmektedir. Mekke'nin fethiyle onu takiben Huneyn muharebesi ve Taif muhasarasından

başka bir harp olmaksızın, ondan sonra Peygamber'in vefatına kadar iki sene içerisinde bütün Arabistan'ın her tarafından akın akın, fevc fevc heyetler gelerek İslâm'a girmişler, Necranlılar ve Beni Tağlib gibi henüz doğrudan doğruya İslâm'ı kabul etmemiş bulunanlar da İslâm zimmet ve tâbiyyetini kabul etmişler ve İslâ m milleti içine girmişlerdi. Bu surette dıştaki devletlere karşı da İslâm davet ve fetihlerinin kapısı açılmış bulunuyordu ki, hep bunlar "O (Hak dini) bütün dinlere üstün kılsın." (Fetih, 48/28) vaadinin ortaya çıkmaya başlamış olması idi ve bu günler "Bugün dininizi size olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım." (Maide, 5/3) buyurulmuş günler idi. Bununla Resulullah'ın peygamberlik ve tebliğ görevi sona ermiş ve bundan sonrası ümmetin üzerine düşen diğer vazifeler olmuş oluyordu. Bundan dolayı buy u ruluyor ki, işte muhakkak olacak olan bu olaylar olduğu, yani vaad edilen o yardım ve fetih geldiği ve sen insanların böyle fevc fevc Allah'ın dinine girmeye başladıklarını gördüğün zaman,

3. artık hamd ile Rabb'ine tesbih et. Seni yardım ve özel terbiyesi ile yetiştirip hüda ve hak dini ile göndererek "O (Hak dini) bütün dinlere üstün kılın." (Fetih, 48/28) vaadini yerine getirmek üzere o hamd ve tazime değer başarılara erdiren, sana Kevser'i verip düşmanlarını güdük kılan Rabbinin büyük lütuf ve ihsanına kavuşmaktan dolayı ona layık her türlü övgü ve yüceltmeler ile hamd ederek, onun noksan olan sıfatlardan uzak zatını her vechile, yani zatında, sıfatında, fiillerinde, isimlerinde şanına yaraşmayan eksiklik şaibelerinden tenzih ve kutsamaya da h a çok devam et. Demek ki, bütün bunların: Yardım, fetih ve dini yaymanın neticesi, hikmetin gayesi tesbih ve şükürdür. "Onların orada duası: "Allah'ım sen her türlü eksiklikten uzaksın", birbirlerine sağlık dilekleri: "Selam", dualarının sonu da: "Âleml e rin Rabb'i Allah'a hamdolsun" sözleridir." (Yunus, 10/10) buyurulduğu üzere Cennet ehlinin Cennet'te baştan sona duaları tesbih ve Allah'a hamd etmektir. "Biz seni överek tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz." (Bakara, 2/30) mânâsınca meleklerin işi de odur. Hatta her şey kendi özelliğine göre yaratıcısına hamd ile tesbih ettiğine göre hamd ile tesbih bütün yaratılışın gayesi demektir. "O'nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur, ama siz onların tesbihlerini anlayamazsınız." (İsra, 17/44) âyeti İsra Sûresi'nde geçmişti ki tesbih esasen balığın suda, kuşun ve atın havada, yıldızların yörüngelerinde hızla geçişleri gibi süratle geçmek, yani hızla yüzmek mânâsına "sibahat"dan tef'il babında olduğu için çok yüzdürmek mânâsının gereği olarak çok uzakl a ştırmak veya

paklıkta, temizlikte çok ileri götürmek mânâsından alınarak tenzihte meşhur olmuştur. Ragıb der ki: Tesbih, Allah'ı Teâlâyı tenzihtir, bunun aslı da Allah'a ibadette süratle gidiştir, ib'ad "Allah onu ırak etsin" gibi şer hakkında kullanıldığı gibi, tesbih de hayır işe tahsis edilmiştir ve tesbih, gerek söz, gerek fiil, gerek niyet ibadetin hepsine de ıtlak olunur. "Eğer tesbih edenlerden olmasaydı." (Sâffat, 37/143) "namaz kılanlardan" diye tefsir edilmiştir. Bununla beraber en u ygun olan üçünü de içermesidir.> Demek, hamdin özel bir ifadesi olduğu gibi, demek de tesbihin bir özel ismi olduğundan dolayı "Kamus"ta zikredildiği üzere tesbih, "sübhanallah" demek mânâsına da gelir ve yerine göre demek taaccüb (şaşmak) yerin d e de söylenir. Eğer taaccüb (şaşma) fevkalade bir güzellik münasebetiyle istihsan (güzel görme) yerinde ise yaratanı bu güzel sanatıyla tenzih mânâsında olur. Eğer bir münasebetsizliğe şaşmak suretiyle istihcan (kötü ve çirkin bulma) yerinde ise yüce yar a tıcıyı ondan tenzih ederim, mânâsında olur. "Sübhan" kelimesinin Esma-i Hüsna (Allah'ın güzel isimlerin)dan olarak Allah'ın zatına ıtlak olunduğu da zikrolunmuştur. "Ebu'l-Baka Külliyyâtı"nda da şöyle söylenmiştir: "Kur'ân'da tezekkî, İslâm mânâsına olduğ u gibi, tesbih de hep salâttır. Bununla birlikte Kur'ân'da tesbih, çeşitli vecihlerle tenzih mânâsına da gelmektedir. Tesbihten tenzih ve yalnız zikir kastedildiğinde harf-i cer ile teaddi etmez (geçişli olmaz), denilmez. Fiil, yani salâta makrûn (yakınl a ştırılmış) tenzih kastedildiği zaman ise bu kasda tenbih için harf-i cer ile müteaddî (geçişli) olur. Bir de tesbih, taat ve ibadet ile, takdis (kutsama) de bilgiler ve inançlarla olur. Tesbih layık olmayanı reddetmek; takdis, layık olanı isbattır. , mânâsınadır." Yani burada ile geçişli olmuş değildir. Tesbihin hamd ile bir araya getirilmesi emredilmiştir. Razî der ki: "Hak Teâlâ'nın sıfatları selb (inkâr) ve îcâb (kabul etme), nefy (red) ve isbatta düşünülür. Sülûb (negatifler) ise îcâbât (po z itifler)dan öne alınmıştır. Tesbih, vâcibü'l-vücûd olan Allah'ın selbî sıfatlarına işarettir ki, bunlar celâl sıfatlarıdır. Tahmid de sıfat-ı sübûtiyyeye işarettir ki, bunlar da ikrâm sıfatlarıdır."

Şu halde tesbih ile hamdin bir araya getirilmesi celâl ve ikrâm sahibi olan Allah'ın ismi hükmünce celâl ve ikram sıfatlarının isbatı ve açıklanması demek

olur. Yine tefsircilerin naklettikleri vechile Resulullah (s.a.v.)'a tesbihten sorulduğunda buyurmuştur ki: "Allah Teâlâ'yı her ârızadan, şâibeden tenzihtir." Bu ise gerek zâtî sıfatlarında ve gerek fiilî sıfatlarında nefy (red) veya isbatı caiz ve layık olmayacak her noksanlıktan uzak demek olur. Şu halde tesbih, Allah Teâlâ'nın zatında, sıfatında, fiillerinde, isimlerinde nezahet ve paklığını ifade eder. Bu da olaylar ve mümkün olan şeylerin şanından olan çirkinliklere, eksikliklere ve Allah'ın kemâline aykırı olan hallere karşı fiil sıfatından olan kızma ve celâl sıfatının tecellisini ve zatında hiçbir noksan kabul etmeyen cemâl sıfatının, en yükse k güzelliğin bütün paklığıyla tahakkukunu gerektirir. Bundan dolayıdır ki "Gök gürültüsü, övgüsüyle; melekler de korkusundan O'nu (Allah'ı) tesbih ederler." (Ra'd, 13/13) ilâhî kavli tesbihin celâl sıfatı ile ilgisini açık olarak ifade etmektedir. O ha l de tesbihin hakikati, hamdin hakikati gibi doğrudan doğruya Allah Teâlâ'nın kendisine mahsus olan ve Subbûh, Kuddüs, Hamîd şerefli isimlerinin gereği bulunan fiildir. Yaratılmışlara ait olan tesbih ise her birinin fıtrî verilerine mümkün olabilen özel yet e nekleri oranında gerek fiilen ve gerek sözlü olarak ve gerek itikâdî bakımdan onun açıklanma ve ilanı için ilâhî emre uymaktan ibarettir. Bundan dolayıdır ki tesbih söz, fiil, niyet ve itikadı içermek üzere ve özellikle namaz mânâsına ve "sübhaneke" ve "s ü bhânallah" gibi tenzihi ifade eden zikirler ile övme mânâlarına gelmektedir. Onun için burada tefsircilerin çoğu mutlak tenzih ile, bazıları da namaz ile, diğer bazıları da "sübhanallah" demekle tefsir etmişler, bazıları da "Bunu bizim hizmetimize vere n (Allah)in şânı yücedir." (Zuhruf, 43/13) gibi tesbihi taaccüb olarak bu başarının hayrete değer bir şekilde büyüklüğünü kutlamak için olduğunu anlatmışlardır. Ebu's-Suud bu vecihleri şöyle özetlemiştir: "Rabbine hamdederek "sübhanallah" de, yahut kimsen i n kalbine gelmeyecek vechile sana o hayrete şâyân üstünlük ve başarıları kolaylaştırdığından dolayı onun o güzel, o mükemmel sanatına hamd ederek taaccüb et (şaşırıp kal), yahut çok nimet vermesinden dolayı çok ibadet ve sena olmak üzere onu tesbih ve ham d ederek zikret. Yahut nimetine hamd ederek onun için namaz kıl, Kâbe'nin kapısını açtığı zaman Resulullah (s.a.v)'ın sekiz rekat kuşluk namazı kılmış olduğu rivayet edilmiştir. Yahut vaadini yerine getirdiğinden dolayı hamd ederek onu zalimlerin söyledikl e rinden tenzih et, yahut ikram sıfatlarına hamd ederek celâl sıfatlarıyla senâ et!"

Resulullah'ın, birçok âyetlerde geçtiği üzere, daha önceden de tesbih ve hamd ile emrolunduğu ve bundan dolayı fetihten önce dahi tesbih ve hamd etmekte bulunduğu malum olduğu için buradaki emrin devam veya fazlalaştırma veya diğer bir nükte ile özel bir mânâ ifade etmesi gerekeceğinden, anılan vecihlerle tefsirciler bunu anlatmak istemişlerdir. Şu muhakkaktır ki, Allah Teâlâ'nın celâl ve ikram tecelliyatı hiçbir an kes i lmediğinden dolayı her zaman ona tesbih ve hamd vazifedir. Hamd, Fâtiha'da açıklandığı üzere yalnız ulaşılmayan nimetten dolayı değil, ulaşılan nimetten dolayı da olur. Ve o zaman hamd, şükür mânâsında olur. Şu halde celâl ve ikram tecellileri arttığı or a nda da tesbih ve hamdin artması gerekir. Zira nimet ve ikrama erince, ihsan edeni ve celâl sıfatını unutmak ve celâl eseri karşısında cemâl ve ikram tecellilerini unutmak hüsrana götüren cahillik ve küfür huylarındandır. Yardım ve fetihte ise bir taraftan celâlin ortaya çıkarılması, bir taraftan da ikram ile vaade vefa vardır. Şu halde bunların tahakkukuyla tesbih ve hamd vazifesinin ifası kastedilmiştir. En yüksek paklık ile en yüksek hamd ve şükür zevki asıl o zamandır. Ve asıl o zamandır ki kalbin daha y üksek bir ferağat ve temizlikle Hak Teâlâ'nın celâl ve cemâl neş'esini duyarak ona yönelmesi lazımdır. Nitekim "Boşaldığın zaman uğraş (ibadetle meşgul ol) yorul. Ve Rabbine rağbet et." (İnşirah, 94/7-8) buyurmuştu. Ve onun için cennet ehlinin bütün davası da tesbih ve hamddir. İşte "Allah'ı hamd ile tesbih ederim." diye zikre devamda bu zevk ve neşe ile Hakk'ın cemâline olan o şevk ve rağbetin ilan ve izharı ve ruhun tam bütünüyle ona dönmesi demek olduğu gibi, ta peygamberliğin başlangıcında " Pislikten (Allah'a eş tutmak, puta tapmak gibi şeylerden) kaçın." (Müddessir, 74/5) buyurulmuş olan putların bu fetih ve zafer üzerine kırılması ve açıkta kapalıda şirk eserlerinin, ahlâkının ve âdetlerinin silinmesi için temizlik yapılması da tesbih ve tenzihin gereğidir. Bundan dolayı burada "tesbih et" emri, Allah Teâlâ'yı zikir ve tenzihin çoğaltılmasını ifade ederken zahir ve bâtının temizlenmesi emrini de ifade etmiş olur. Fakat biraz önce hatırlatıldığı üzere tesbih ve tahmidin hakikati yine A l lah'a mahsus olduğu için her kim olursa olsun dünyada hiçbir yaratığın onu bütün kemaliyle yerine getirmesi kabil olmaz, kul, masum olsa da münezzeh, sübhan olamaz. Her ne kadar, büyük ahlâk olan ilâhî ahlâk ile ahlâklansa, "Onunla arasındaki mesafe i k i yay kadar, yahut daha az." (Necm, 53/9) kalsa da Yaratıcı Teâlâ'nın "Zatına benzer hiçbir şey yoktur." (Şûrâ, 42/11) olan zât-ı sübhânisine oranla mahlûkun kusur ve noksanı mahiyetinin gereğidir. Onun bütün kemâli "Ancak sana ibadet ederiz ve a ncak senden

yardım bekleriz." (Fatiha, 1/5) anlaşmasıyla Allah Teâlâ'nın yardım ve inayetinden aldığı imdat feyzine bağlıdır. Her hususta yardım ve fetih ondandır. Nitekim Resulullah "Ben sana senâyı sayıp tüketemem, sen kendini senâ ettiğin gibisin." demiştir. "Sana hakkıyla ibadet edemedik." diye varid olmuştur.> Bu kusuru örtecek, bu eksikliği tamamlayacak olan da ancak Allah Teâlâ'nın mağfiretidir. O da isteyene vaad edilmiş olduğundan buna işaret olarak da buyuruluyor ki: Ve ona istiğfar et. Mu h ammed Sûresi'nde "Bil ki, Allah'tan başka tanrı yoktur. (Ey Muhammed), kendi günahın, inanan erkeklerin ve inanan kadınların günahı için (Allah'tan) mağfiret dile." (Muhammed, 47/19) buyurulduğu üzere gerek kendin ve gerek ümmetin için mağfiretimi dile, k i "Allah senin günahından, geçmiş ve gelecek olanı bağışlasın." (Fetih, 48/2) hükmü zâhir olarak (gerçekleşerek) bütün temizlikle Rabbine dönesin. Çünkü O muhakkak tevbeleri çok kabul edici bulunuyor. Tevbe ile kendine dönenleri kabul ile affedegel m iştir. Şu halde istiğfar ve tevbe edenler kabulünü ümit etsinler. Kelamın zahiri denilmek iken buyurulması nüktelidir. Tesbihin hamde yakınlaşması gibi, bununla istiğfarın tam faydası, tevbeye yakınlaşması halinde olacağına bir tenbih vardır. İs t iğfar, yahut "Ya Rabbi bana mağfiret et, bize mağfiret buyur, mağfiretini niyaz ederim" gibi dua ve niyaz ile mağfiret istemektir. Tevbe ise yukarılarda açıklandığı üzere günaha nedamet ve bir daha yapmamak üzere azim ile dönüştür. İnsan, başkalarının günahları için de istiğfar edebilir. Kur'ân'da "Rabbimiz, hesabın görüleceği gün, beni, anamı babamı ve müminleri bağışla." (İbrahim, 14/41) gibi bunun pek güzel misalleri vardır. Onun için burada da "ondan mağfiret dile" emri, Peygamber'in sade c e kendisi için olması lazım gelmeyip ümmeti için de olur. Ve hatta daha çok ümmeti için denilmiştir.

Fakat kimse başkasının adına tevbe edemez. Bununla beraber istiğfar, tevbeyi de içine alabilir. Alûsî'nin naklettiği vechile İbnü Receb demiştir ki: Yalnız istiğfar, duada mağfiret isteğiyle beraber tevbedir, "Allah'tan

mağfiret diliyor ve O'na tevbe ediyorum." gibi tevbeyi de zikrederek istiğfar ise, sadece mağfiret talebiyle duadır. Bir de demiştir ki, yalnız istiğfar, geçmiş günaha nedametle ve onun şerrinden korunmayı dua ile talep ve gelecek günahın şerrinden de onu yapmamaya azm ile korunmayı talebdir. Ve işte "Israr ile sağîra (küçük günah) yoktur, istiğfar ile de kebîre (büyük günah) yoktur." gibi varid olan hadislerde ısrarı yas a klayan ve soyut olarak zikredilen istiğfardan kastedilen böyle nedamet ve azm ile tevbeyi içermiş olan istiğfardır. Eğer geçmiş günaha nedamet yoksa, o sadece duadır, nedamete yaklaşmış ise tevbedir."

Bunun özeti, şer'an istiğfara vaad edilmiş ve tertip edilmiş olan hükümler, tevbe mânâsında olan istiğfardadır. Mutlak olarak istiğfar denildiği zaman o kastedilir. Tevbe, nedamet mânâsı bulunmayan ve günahtan pişman olmaksızın sadece onun af ve mağfiretini istemekten ibaret kalan istiğfar, sadece bir du a dır, makbul olmamak gerektir. Çünkü hem günaha pişmanlık duymamak, hem de onun mağfiretini istemek Allah'a karşı edepsizliktir. Ancak bu, kişinin kendi günahı hakkındadır.

Bir de bu âyette intibak sanatı olduğu söylenmiştir. Asıl kelam: "Ona istiğfar et, çünkü o bir mağfiret edicidir ve tevbe et, çünkü o bir tevbeleri kabul edicidir" demek olup, her birinden birinin hazfiyle diğerine işaret edilmiştir.

Sûrenin başında da işaret olunduğu üzere İmam Ahmed b. Hanbel'in "Müsned"inde ve "Sahih-i Müslim"de ve daha başkalarında Hz. Aişe'den rivayet edilmiştir ki, Resulullah (s.a.v.) son zamanlarında sözünü çok söyler olmuştu ve sorulduğunda: "Rabbim bana ümmetimde bir alamet göreceğimi haber verdi ve onu gördüğüm zaman hamd ile tesbih ve istiğfar etm e mi emir buyurdu." demişti. "Keşşaf Tefsiri"nde der ki: "Tesbih emriyle beraber istiğfar emri dinin kıvamı olan emir ile emri olgunlaştırmak içindir. Yani dinin kıvamı itaat ile günahlardan korunmak arasını toplamadadır. Bir de Resulullah'ın masum olmasıy l a beraber bu emir ümmetine lütuf olması içindir. Bir de istiğfar, Allah için tevazudan ve nefsin hazmindendir. Ve ondan dolayı nefsinde bir ibadettir. Peygamber (s.a.v.) hazretlerinin: "Ben gece ve gündüz yüz kere istiğfar ederim." dediği de sahih rivayetler cümlesindendir."

Alûsî der ki: "Kul her ne kadar çok çalışsa da, Mabud'un celaline layık olanı, gereği gibi yerine getirmede kusurdan uzak olamayacağına işaret için birçok taatlardan sonra istiğfar da meşru kılınmıştır. Onun için zikretmişlerdir ki, farz namazı kılan kimse için akabinde üç defa istiğfar etmesi, teheccüd kılanın seher vakitleri dilediği kadar istiğfar etmesi ve hacının hacdan sonra istiğfar etmesi meşru kılınmıştır. "Seherlerde istiğfar ediciler." (Âl-i İmran, 3/17), "Sonra i n sanların akın akın döndüğü yerden siz de akın edin ve Allah'tan mağfiret dileyin, şüphesiz Allah bağışlayan, esirgeyendir." (Bakara, 2/199). Aynı şekilde abdestin sonunda ve her toplantının bitiminde istiğfarın meşru olduğu da rivayet olunmuştur. Resulul l ah herhangi bir toplantıdan kalkarken de derdi. Bu şekilde istiğfar emrinden, anlaşıldığı nakledilen vefat haberine bir remiz var demektir. Meşhuru da bu işaret, dinin emrinin kemal bulmasıyla davet görevinin tamama yaklaşmış olduğuna delaletten anlaşılmıştır."

"O, Resulünü hidayet ve hak din ile gönderdi ki, o (İslâm dini)nu bütün dinlerin üstüne çıkarsın." (Saf, 61/9) âyetleri Resulullah'ın peygamber olarak gönderilmesi, Hak dininin bütün dinlere karşı hikmetinin açıklanması için olduğunu anlattığı ve "Onlara (yapacağımızı) söylediğimiz (azab)in bir kısmını sana göstersek de veya (bunu sana göstermeden) seni (dünyadan) alsak da (ne farkeder?). Nihayet bize dönecekler." (Yunus, 10/46) gibi âyetlerde de kâfirlere karşı yapılmış olan tehditler i n bir kısmını Peygamber'in, vefatından önce dünyada göreceğine işaret buyurulduğu gibi, bu sûrede de yardım ve fethin geleceği ve halkın alay alay hak dine girmeye başladıklarını Resulullah'ın muhakkak göreceği vaad olunarak bu görüş tahakkuk ettiği zaman tesbih ve hamd ile istiğfarın emrolunması ve sonra buna talil (sebep gösterme) makamında Tevvâb (tevbeleri çok kabul eden) şerefli ismiyle son verilmesi, tesbih ve hamd ehl-i cennetin ilerden beri davasının gayesi olduğunun malum bulunması ve mağfirette ö rtmek, tevvabda dönüşü kabul etmek mânâlarının da esas olması düşünülünce muhakkak bir kerîm vaad ile onu kesin şekilde yerine getirmeyi ifade eden bu ta'lîk (belli bir zamana bırakma)ın birçok

nüktelere delalet eden faydalarının neticesi; o vakit gelince, vaadin tamam olup peygamberlik görevinin sona ererek "dön" emrinin tahakkuk edeceğini ve böylece o alametler görülünce vaadin doğruluğunu ve hakkındaki yardım ve ilâhî tecellilerin kudsiyet ve yüceliğini görmüş, Kevser'in oluş zevkini müşahede et m iş olan Muhammedî zatının o başarılı neşesiyle tatmin olmuş ve seçilmiş, lekesiz olarak bu fani âlemden, bu imtihan yeri ve günahların savaş alanı olan bu dünyadan çekilip pak ruh ve temiz sır ile hakka'l-yakîn Allah'ın likasına kavuşmak üzere tesbih, ham d ve en çok ümmeti için istiğfar ederek "Biz Allah'a aidiz ve muhakkak O'na dönücüleriz." (Bakara, 2/156) âyetinin hükmüne hazır ve âmâde bulunması gereğine işaret olduğu sezilir ki, bunda "Benim dinim benim içindir." (Kâfirûn, 109/6) mefhûmundaki ihl a s ve müjdelemenin de bir izah ve ifası vardır. Rivayet olunmuştur ki bu sûre nazil olduğunda Resulullah (s.a.v.) bir hutbe okuyup şöyle buyurmuştu: "Bir kul, Allah onu dünya ile kendine kavuşması arasında muhayyer (seçmeli) kıldı, o Allah'a kavuşmasını s eçti." Bunun ne demek olduğunu Ebu bekir (r.a.) anlamıştı da: Canlarımız ve mallarımız, atalarımız ve evlatlarımızla sana feda olalım, demişti. Yine rivayet olunmuştur ki: Resulullah bunu ashabına okuduğu zaman sevinmişler, fakat Hz. Abbas (r.a.) ağlamıştı. Resulullah (s.a.v.): "Neye ağlıyorsun amca?" buyurdu. "Sana vefatın haber veriliyor." dedi, "Evet dediğin gibi" buyurdu.Hz. Ömer'in ve İbnü Abbas'ın bunu anlayışları da yukarıda anlatılmıştır.

Nasr (yardım), fetih ve rüyet (görmek) bu üç şarta tesbih ve hamd, istiğfar, bu üç emrin gereğiyle ilgili nükteleri beyan ederken "Razî tefsiri"nde der ki: "Hak yakınlarının seyrinde iki yol vardır. Kimisi "hiçbir şey görmedim, illa ondan sonra Allah'ı gördüm" demiştir. Kimisi de "hiçbir şe y görmedim, illa ondan önce Allah'ı gördüm" demiştir. Şüphe yok ki bu tarîk daha mükemmeldir. (Bak: Âl-i İmran, 3/190; Yunus, 10/31; Fussilet, 41/53) Zira yüksek hikmetler itibarıyla eseri meydana getirenden esere inmek, eserden eseri yapana çıkmaktan dere c e itibarıyla daha yüksektir. Rivayet erbabının fikirlerine de nur kaynağı vâcibü'l-vücûd, zulmet

kaynağı mümkinü'l-vücûd olduğundan vâcibü'l-vücûdda istiğrak daha şereflidir. Hem asıl ile tabi olana istidlal, tabi olanla asla istidlalden daha kuvvetlidir. Bu anlaşıldıktan sonra bu âyet de işte bu iki tarîkın en şereflisi olan tarîka delalet etmektedir. Zira yaratıcı ile meşgul olmak, nefis ile meşgul olmaktan önce getirilerek önce Yaratan'a ait iki emir; tesbih ve hamd zikredilmiş, sonra da üçüncü mertebed e istiğfar zikredilmiştir ki hem Yaratan'a, hem de halka dönüş olan karışık bir durumdur. Tesbih, celâl sıfatı olan selbî sıfatlara, tahmid de ikram sıfatı olan sübutî sıfatlara delalet ettiğinden dolayı celâli düşünmek, ikramı düşünmekten öne alınmak için tesbih, hamdden önce getirilmiş, sonra da Yaratan'dan halka inme yoluyla istiğfar zikredilmiştir. Çünkü bunda nefsin kusurunu ve hakkın zenginliğini görmek ve nefs için en güzel ve en mükemmel olanı istemek vardır. Malumdur ki, Allah'tan başkasının mütala a sıyla meşgul olduğu nisbette Allah Teâlâ'nın celâlini mütalaadan mahrum olur, istiğfarın tesbih ve tahmidden sonraya bırakılması bu inceliğe işaret eder." Lâkin şunu da unutmamak gerekir ki, burada halka olan bu nüzul halkta kalmak için değil, halktan yar a tıcıya en mükemmel şekilde rücû (dönme) ve onun mağfiretiyle cemalinin lütfuna gark olmak üzere huzur-ı ehadiyyetine kabul için olduğuna tenbih olarak sonu Tevvâb (tevbeleri çok kabul eden) şerefli ismiyle bitirilmiştir. Bunda zikredilen iki yolun ikisini de içine almış olmak üzere halka nüzulünden sonra yine Yaratan'a dönmek ve baştan sona tevhid ile ahirete ve sonsuzluğa karar vardır. "O, ilktir, sondur." (Hadid, 57/3), "Ve sonunda Rabbine varılacaktır." (Necm, 53/42), "Biz Allah içiniz ve biz O'na döneceğiz." (Bakara, 2/156).

Kevser kendisine verilmiş olan Fahr-i âlem (s.a.v.) nihayet böyle yardım görmüş ve zafere ermiş olarak kendisine fetih kapıları açıldığı ve halkın alay alay, akın akın Allah'ın dinine girmeye başladıklarını gördüğü ve bu şekilde din tekamül ederek peygamberlik görevi sona erip gereğince dünyada hükümleri icra etmek üzere bütün dünya maddî ve manevî bakımdan kendisine teveccüh etmiş bulunduğu sırada "İnsana çalışmasından başka bir şey yoktur. Çalışması da yakında görü l ecektir. Sonra ona karşılığı tam olarak verilecektir. Ve sonunda senin Rabbine varılacaktır." (Necm, 53/39-42) hükmünce iki mükâfatın tecellisi karşısında bulunuyordu. Birisi: Zafer ve fethin gereği olarak dünya saltanatı ve ganimetinin teveccühü. Birisi de, onu kazandıran Allah'ın dininin gereği olarak o fani dünya arzu ve hevesine meyl ve iltifat etmeyip, Allah'ın lütuf ve yardımıyla sırf Allah için yapılmış olan o çalışma ve mücahedenin ecrini hiçbir

dünyaya ait garazla kirletmeyerek "Elbette senin s onun (ahiretin), ilkinden (dünyandan) daha hayırlıdır." (Duhâ, 93/4) hükmünü tahakkuk ettirmek üzere bu başarıyla şükran için de pak, temiz olarak Allah'a kavuşmak. Bir adı da Tevdi' Sûresi olan bu sûre işte bu saatin girmesinde onun artık tesbih ve hamd ederek bundan böyle bu en mükemmel dinin hükümlerinin icrasını ümmetine bırakmak ve mihnet ve fena âlemi olan bu cisimler âlemine veda edip Rabbine kavuşmasına işaret ediyordu. Hz. Yusuf mülk edinmekteki başarısının sonunda "Rabbim, sen bana mülkten bi r nasip verdin ve bana rüyaların yorumunu öğrettin. Ey göklerin ve yerin yaratıcısı! Dünyada da, ahirette de benim yârim sensin! Beni müslüman olarak öldür ve beni iyilere kat!" (Yusuf, 12/101) diye müslüman olarak alınıp salihlere katılmasını istediği gi b i, Resul-i Ekrem (s.a.v.) de hutbesinde: "Bir kulu Allah, dünya ile kendine kavuşması arasında serbest bıraktı, o da Allah'a kavuşmayı seçti." diye işaret ettiği vechile dünyayı bırakıp, Allah'a kavuşmayı tercih etti.>

Hicretin onuncu senesi "Bug ün size dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'ı beğendim." (Maide, 5/3) âyetinin nazil olduğu Veda Haccı'nı yaptıktan ve "Bakınız tebliğ ettim mi?, bakınız tebliğ ettim mi?" diye söylediği meşhur Veda Hutbesi'ni b itirdikten sonra Medine'ye dönmüştü. Hep hamd ile tesbih ediyordu. Bu arada son âyet olarak

"Şu günden sakının ki, o gün (hepiniz) Allah'a döndürüleceksiniz. Sonra herkese kazandığı tam olarak verilecek ve onlara hiç haksızlık edilmeyecektir." (Bakara, 2/281) âyeti nazil olmuştu. Derken onbirinci hicrî senesinin Safer ayının sonlarında bir baş ağrısından rahatsızlanarak Rebîü'l-Evvel'in onikinci gününe kadar devam eden bu rahatsızlığı esnasında dahi son üç günden başkasında Mescid-i saadete çıkıp nam a zı kıldırmaktan kalmamıştı. Bu esnada bir gün Fadl b. Abbas ve Ali b. Ebi Talha hazretlerinin ikisi arasında minbere çıkıp hamd ve senâ ettikten sonra okumuş olduğu hutbesinde:

"Ey insanlar! Ben kimin sırtına bir değnek vurdumsa, işte sırtım, aynen bana vursun ve eğer kimsenin ırzına sövmüşsem, işte ırzım aynını yapsın, ben kimsenin malını almışsam, işte malım ondan alsın ve benim tarafımdan düşmanlık olur diye korkmasın, o benim şanımdan değildir." dedi ve indi. Öğle namazını kıldıktan sonra yine min bere döndü, önceki sözünü tekrar etti. Bunun üzerine üç dirhem iddia eden bir kişiye derhal bedelini verdi. Sonra şöyle buyurdu: "Haberiniz olsun, dünya mahcupluğu, ahiret mahcupluğundan ehvendir. Sonra Uhud ashabına dua etti ve onlar için istiğfar eyledi. Sonra da yukarıda zikrolunduğu üzere: "Bir kul, Allah onu dünya ile kendisine kavuşması arasında serbest bıraktı da, o Allah'a kavuşmayı seçti." buyurdu. Hz. Ebu Bekir bunun üzerine ağlamıştı da "Sana kendimizi, mallarımızı, babalarımızı ve evlatları m ızı feda ederiz!" demişti. Sonra da Ensar'ı tavsiye buyurdu. Ancak üç gün mescide çıkamamıştı, ezan okununca: "Ebu Bekir'e emredin insanlara namazı kıldırsın." buyurdu. Rebiü'l-Evvel'in onikinci günü Pazartesi günü -ki doğduğu gündür- Hz. Aişe'den rivayet olunduğu vechile önündeki bardağa mübarek elini batırıp su ile yüzünü meshediyor "Allahım bana sekerâtına karşı yardım buyur." diye dua ediyordu. Kuşluk vakti idi, derken ağırlaştı. Hz. Aişe kucağına almıştı, bu fani âleme gözünü yumdu, son sözü "Hayır, refîkı'l-a'lâ" diye Rabbine özlemini arzetti, isteği olan Allah'ın likâsına kavuştu (Bkz: Âl-i İmran, 3/144).

"Selâm, dualar ve güzellikler Allah içindir. Selâm, Allah'ın rahmeti ve Allah'ın bereketleri senin üzerine olsun ey Peygamber. Selâm (esenlik), bizim ve Allah'ın salih kullarının üzerine olsun. Ben şahitlik ederim ki Allah'tan başka tanrı yoktur. Ve yine şahitlik ederim ki Muhammed Allah'ın kulu ve peygamberidir." "Allahım, İbrahim ve yakınlarına salat ve selâm ettiğin gibi, Muham m ed ve yakınlarına da salat ve selâm et." "Rabbim, beni ve soyumu namaz kılanlardan eyle. Rabbimiz, duamızı kabul eyle." "Rabbimiz, beni, babamı, anamı ve insanları, hesaba kalkılacağı gün affeyle." "Allahım, bizi onun dini üzere yaşat, onun dini üzere öl d ür ve onun bayrağı altında haşret." "Allahım sen sübhansın, sana hamd ediyorum, beni affetmeni diliyorum ve sana tevbe ediyorum" "Bizim son duamız, "hamd âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur" olsun."

Bu başarıya, bu güzel son buluşa, böyle tesbih ve hamd ile Allah'ın mağfiretine kavuşturan Allah'ın dinine karşılık bu nimetin kadrini bilmeyip küfür ve inkârda ısrar eden ve kendilerine "sizin dininiz sizedir" denilen ve tevbeye yanaşmayan kâfirlerin kötü sonuçlarıyla cezaları da en açık bir misal i le gösterilmek ve Peygamber'in vefatıyla İslâm'ın fetihlerine ve yayılmasına zarar

gelmeyip, ona düşmanlık edenlerin yine muratlarına eremeyecekleri anlatılmak üzere bunun akabinde Hz. Peygamber'in amcası iken ona iman şerefine nail olmayıp küfür ve düşmanlık edenlerle beraber olduğundan dolayı soyu ve nesebi, serveti ve çalışmaları kendisine fayda vermemiş olan Ebu Leheb'in ebedî hüsranını anlatan "Tebbet" Sûresi gelecektir.

NASR SÜRESİ(Muhammed ESED)

Minâ'da Hz. Peygamber'in H. 10. yılın Zilhicce ayında gerçekleştirdiği Vedâ Haccı sırasında -yani, vefatından yaklaşık iki ay önce- nazil olan bu sure, kesinlikle o'nun insanlığa duyurduğu son tam suredir. Bir gün önce (Zilhicce ayının 9'u Cuma günü) şu ayetler nazil olmuştu: “Bugün sizin için dininizi tamamladım, size bütün nimetlerimi bahşettim ve Bana tam teslimiyeti (islâm) dininiz olarak seçtim” (5:3); ve bu ayetlerin hemen ardından bu sure nazil olduğundan Hz. Peygamber'in bazı arkadaşları bu sözlerden, o'nun görevinin tamamlandığı ve artık vefat etmek üzere olduğu sonucuna vardılar (Buhârî). Gerçekten de Hz. Peygamber'in Nasr suresinin nüzulünden sonra aldığı tek vahiy, Bakara'nın 281. ayeti olmuştur.
1 ALLAH'ın yardımı ve zafer geldiğinde, 2 ve insanların Allah'ın dinine1 dalga dalga girdiklerini gördüğünde, 3 Rabbinin sınırsız şanını yücelt, O'na hamdet ve O'ndan mağfiret dile: çünkü O, her zaman tevbeleri kabul edendir.2

DİPNOTLAR
1 Yani, Allah'a tam teslimiyet dinine: karş. 3:19. “Allah katında tek [hak] din, [insanın] O'na tam teslimiyetidir”.
2 Yani, insanlar doğru dine kalabalıklar halinde girseler bile, mümin kendine aşırı güvenden kaçınmalı, tersine daha mütevazi ve kendi zaaflarının daha fazla bilincinde olmalıdır. Ayrıca Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğu rivayet edilir: “Dikkat edin, insanlar dine büyük gruplar halinde giriyorlar -ama öyle bir zaman gelecek ki yine büyük gruplar halinde ayrılacaklar” (İbni Hanbel, Câbir b. Abdullah'tan rivayeten. Benzer bir Hadis, Ebû Hureyre'nin rivayeti ile Mustedrek'te geçmektedir).