4 Ağustos 2007 Cumartesi

LEYL SÜRESİ(MEVDUDİ)

Adı: Birinci ayetteki "leyl" kelimesi sureye isim olmuştur.

Nüzul zamanı: Bu sure, Şems suresine o kadar benzemektedir ki, sanki bu iki süre birbirlerini tefsir etmektedirler. Şems suresinde bir yönden ele alınan şey, bu surede diğer yönden ele alınmıştır. Her iki surenin hemen hemen aynı dönemde nazil olduğu anlaşılmaktadır.

Konu: Hayatta iki yolun arasındaki var olan fark ve bu iki yolun sonucu açıklanmıştır. Sure iki kısımdır: Birincisi 11. ayete kadardır, ikincisi ise 12. ayetten surenin sonuna kadardır.

Birinci kısımda ilk olarak, insanların, kavimlerin veya grupların amel ve çalışmalarının, ahlakî açıdan iki çeşit olduğu açıklanmıştır. Gece ve gündüz, erkek ve dişi nasıl iki türlü ise, bu da öyledir. Bundan sonra Kur'an-ı Kerim'in kısa surelerinin uslübu ile, üç adet bir çeşit ahlakî özellikler, üç adet de diğer çeşit ahlaki ameller ortaya konmuştur. Kulağı ile duyan bir şahıs, bir çeşit özelliğin hangi hayat şeklini temsil ettiğini ve diğer çeşit özelliğin hangi hayatın alameti olduğunu anlayabilir. Bu iki örnek kısa kısa cümlelerle, duyunca insanın kalbine tesir edecek ve lisanı da kolayca anlaşılacak şekilde güzel bir üslupla açıklanmıştır. Birinci çeşit özellikler, insanın mal sarfetmesi, Allah'tan korkması, takvaya ve iyiliğe iyilik olarak inanmasıdır. İkinci çeşit özellikler, insanın cimri olması Allah'ın rıza ve hoşnutluğuna kayıtsız kalması ve iyi ve doğru sözü yalanlamasıdır.

Bu çeşit insan, iyi ve doğru sözü yalanlar, reddeder. Daha sonra, bu iki tip amelin birbirinden açıkça farklı olduğu, netice itibariyle de kesinlikle aynı olmadığı açıklanmıştır. Bu iki amel, şekil itibariyle birbirine ne kadar zıt ise, netice itibariyle de o kadar zıttır. Bir şahıs veya bir topluluk birinci tip ameli işlerse Allah (c.c.) ona, hayattaki temiz ve doğru yolu kolaylaştırır; böylece onun iyilik yapması kolaylaşırken, kötülük yapması da zorlaşacaktır. Ya da bir kimse öteki tip amelleri takip ederse Allah (c.c.) ona, hayatındaki zor ve kötü yolu izlemesini kolaylaştırır; ve böylece onun kötü ameller yapması kolay hale gelir. Bu açıklama çok etkili ve kalbe ok gibi saplanan bir cümle ile son bulmuştur: Dünyada, uğruna her şeyi kurban ettiğiniz bu mal sizinle birlikte kabire gitmeyecek ve ölümden sonra da hiç bir şeye yaramıyacaktır.

İkinci kısımda kısaca şu üç gerçek açıklanmıştır: Birincisi, Allah'ın bu dünyayı insan için imtihan yeri yapmasıdır. Allah (c.c.) insanı bu konuda habersiz bırakmamıştır. Çeşitli yollardan hangisinin doğru olduğunu insana bildirmeyi Allah (c.c.) üzerine almıştır. Bunun yanısıra, bu işin yerine getirilmesi için peygamberler ve kitaplar gönderildiğinin burada ayrıca belirtilmesine ihtiyaç duyulmamıştır. Çünkü bu iki hidayet aracı önlerinde mevcuttu. İkinci gerçek şöyle açıklanmıştır: Dünya ve ahiretin sahibi Allah'tır. Eğer dünyayı istersen onu alırsın, eğer ahireti istersen onu da alırsın. Bu ikisinden hangisini isteyeceğine karar vermek senin elindedir. Üçüncü gerçek şöyle açıklanmıştır: Rasül ve kitabın tebliğ ettiği iyilikten yüz çevirerek onu yalanlıyanları körüklenmiş bir ateş beklemektedir. Bir kimse Allah (c.c.) korkusuyla, onun rızası için ve karşılık beklemeden bu dünyada iyilik yolunda mal sarfederse Allah (c.c.) ondan razı olur ve bu amelin karşılığını öyle verir ki, kul ondan memnun kalır.

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1 Sarıp-örttüğü zaman geceye andolsun,

2 Parıldayıp-aydınlandığı zaman gündüze,

3 Erkeği ve dişiyi yaratana;

4 Gerçekten sizin çabalarınız (çelişkili, parça parça) darmadağınıktır.1

5 Fakat kim verir ve korkup-sakınırsa,

6 Ve en güzel olanı doğrularsa,2

AÇIKLAMA

1. Gece ve gündüz, erkek ve dişinin yaratılışı üzerine yemin edilmiştir. Yani, gece ve gündüz, erkek ve dişi nasıl birbirinden farklı; her birisinin şekil ve neticeleri de nasıl diğerine zıt ise aynı şekilde, gayret sarfederek takip ettiğiniz yol ve amaçlar da mahiyet itibariyle farklıdır, netice itibariyle de birbirine zıttır. Bundan sonraki ayetlerde, çeşitli çalışma ve gayretlerin iki büyük kısma ayrıldığı açıklanmıştır.

2. İnsanın bir kısım çalışması için de üç şey sayılmıştır. Dikkat edildiğinde, bunların hepsinin iyiliği teşvik ettiği anlaşılmaktadır. Birincisi, insanın cömertçe harcaması ve servetinde cimriliğe düşkün olmamasıdır. Allah'ın kendisine verdiğinden, Allah'ın hakkı, kulların iyiliği ve insanlara yardım etmek için sarfeder. İkincisi, onun kalbi Allah'tan korku içindedir. Ahlakî amellerinde, sosyal ilişkilerinde, kısaca hayattaki her işinde Allah'ın hoşnut olmadığı her şeyden sakınır. Üçüncüsü, O, iyiliği tasdik eder. Burada iyilik geniş anlamda kullanılmıştır. Akide, ahlak ve amelde bunun içindedir. Akide anlamında iyiliği tastik etmek, şirki ve küfrü terkederek tevhide, ahiret ve risaletin hak olduğuna inanmaktır. Ahlakî amellerde iyiliği tasdik etmek, şuursuzca değil, Allah'ın düzenlediği nizamın doğru olduğuna inanarak iyilik yapmaktır. İyiliğin şekilleri bir nizam halinde düzenlenmiştir ve onun topluca ismi İlahî Şeriattır.

7 Biz de onu kolay olan için başarılı kılacağız.3

8 Kim de cimrilik eder, kendini müstağni görürse,

9 Ve en güzel olanı da yalan sayarsa,4

AÇIKLAMA

3. Bu çeşit çalışmanın sonucu budur. "Kolay yol" dan kasıt, insanın fıtratına uygun olan yoldur. O yol, insanı ve kainatı yaratanın rızasına uygundur. Bu yolda yürüyen insanın vicdanına ters olmadığı için ona zor gelmez. Bu yol onun fıtratına göredir. İnsan bu yolu izlerken kendi vicdanına ters düşmek ve çelişki dolu bir hayat sürmek yerine, sulh içinde ve cemiytte de emin bir yol izleyerek kişilik kazanır. Açıktır ki, bir kimse malını insanların iyiliği için sarfetse, herkese iyilikle davransa, hayatı fısk, fücur ve kötü ahlâktan temiz ise, alışverişte doğru ve dürüstse, kaypaklıktan uzak durur ve söz verdikten sonra caymazsa, sözüne sadık ve vefalıysa, ihanet, zulüm ve haksızlık yapmazsa, herkese iyi ahlâk ile muamele ederse, parmakla gösterilecek bir ahlâka sahipse, bu gibi kişiler ahlâken kötü durumdaki hangi cemiyette olursa olsunlar, insanlar onlara saygı gösterirler ve kalben de sevgi beslerler. Bu ahlâklı kişilerin ise kalpleri mutmain olur. Cemiyetteki makamları da kötü ahlâklı insanların sahip olamayacağı yerlerdedir. Aynı konu Nahl suresinde şöyle ifade edilmiştir: "Erkek ve kadından her kim inanmış olarak iyi bir iş yaparsa, onu hoş bir hayatla yaşatırız. (Ahirette ise) onların ücretini yaptıklarının en güzeliyle veririz" (Nahl 97). Meryem suresinde ise şöyle buyurulmuştur: "İnanıp faydalı işler yapanlar için Rahman bir sevgi yaratacaktır (Meryem 96). ayrıca aynı yol dünyadan ahirete kadar insan için rahat ve mutmain olacaktır. Bunun neticeleri geçici değil, ebedidir.

Bu konuda Allah (c.c.) şöyle buyurmuştur: "Biz bu yolda yürüyen için kolaylaştırırız." Bu ifadenin manası: İyiliği tasdik ederek, bu yol bana layıktır ve kötü yol benim için değildir diye karar verdiği zaman; bunun yanısıra, fiilen de malî fedakârlık göstererek ve takva ile yaşayarak ispat ettiğinde, onun gerçekten hakkı tasdik ettiği ortaya çıkar.

Bu durumda Allah (c.c.) o kişinin bu yolda yürümesini kolaylaştırır. O zaman günah işlemesi zorlaşacak ve iyilik etmesi kolay olacaktır. Önüne haram mal gelirse onu fayda değil, noksanlık bilecek ve ateşten elini sakınır gibi bu maldan sakınacaktır. Zina yapmaya ve ondan lezzet kazanmaya şans bulsa da, ondan, cehennem ateşinden kaçar gibi kaçacaktır. Namaz kılmak onun için zor değildir. Tersine, namazı zamanında kılmamışsa rahatsız olur. Zekat vermek kalbini daraltmaz. Tersine, zekat verdiğinde malını pislikten temizlediğini hisseder. Eğer zekât vermemişse, malını, temiz olmayan mal olarak bilir. Kısaca, Allah (c.c.) ona bu yolda yürümeyi nasib eder ve onu teyid eder. Şartları ona kolaylaştırır ve ona yardımcı olur.

Bundan önce Beled suresinde "zor geçit" olarak nitelendirilmiş bulunan bu yol, şimdi "kolay yol" olarak zikredilmiştir. Bu ikisinin tatbikinin nasıl mümkün olabileceği sorulabilir. Cevabı şudur: Bu yolu takip etmeye karar vermeden önce insana gerçekten çok zor gelir. Bu yola girdiği zaman nefsi hevesleri, dünyaperest ailesi, akraba, dost ve ahbabları ile, üstelik şeytanla mücadele gerekir. Çünkü bunların herbiri, bu yola girmesine karşıdır ve bu yolu korkunç olarak gösterirler. Ama ne zaman insan iyiliği tasdik ederek o yolda yürümeye azmederse ve malını Allah (c.c.) yolunda harcayarak takva yolunu kabul ederse, fiilen de bu azmi sağlamlaşırsa, o zaman bu geçit onun için kolaylaşır. Ahlâki alçaklığa düşmek ise onun için zorlaşır.

4. Bu insani çalışmanın ikinci kısmıdır. Her bakımdan birinci türden farklıdır. "Bahil"dan kasıt genellikle bir kimsenin para biriktirmesi, ne kendine ne de çoluk çocuğuna sarfetmemesi için kullandığımız cimrilik ile sınırlı değildir. Bu kelime aynı zamanda, iyilik ve hayır için Allah (c.c.) yolunda mal sarfetmemek anlamına da gelir. Bu bakımdan, kendi rahatı, eş ve çocuklarının eğlencesi için çok cömertçe mal sarfeden, ama hayırlı bir iş için cebinden beş kuruş bile çıkmayan kişi de "bahil"dir, cimridir. Bu kişi hayırlı bir iş için para verse bile, bunun karşılığında meşhur olacağını, menfaat sağlayacağını, bulunduğu yerdeki insanların gözüne gireceğini düşünür.

Burada "istiğna"dan kasıt şudur: İnsan dünyadaki maddi menfaat için uğraşır durur. Bütün gayretini bu maksat için sarfeder. Allah'tan müstağni kalır. Allah'ın hoşnut olup olmayacağına aldırmaz. Şimdi, iyiliği yalanlamak, iyiliğe bütün ayrıntısıyla inanmaya zıttır. Bunu açıklamaya ihtiyaç yoktur. Çünkü iyiliği tasdik etmenin anlamını açıkladık.

10 Biz de ona en zorlu olanı (azaba uğramasını) kolaylaştıracağız.5

11 Tereddi edeceği (başaşağı düşüşe uğrayacağı) zaman, malı ona hiç yarar sağlamaz.6

12 Şüphesiz, bize ait olan, yol göstermektir.7

13 Gerçekten, son da, ilk de (ahiret ve dünya) bizimdir.8

AÇIKLAMA

5. Bu yolun zor olmasının anlamı olarak şöyle denilmiştir: Bu yolda yürüyen, maddi menfaat, dünyevi lezzet ve bu dünyanın zahiri başarılarına tamah ederek bu yola girer. Yolun her adımında kendi fıtratı ve vicdanının tersine amel eder. Kainatın yaratıcısının kanunu ile de tersleşir ve çevresindeki her şey ile sürekli bir gerginlik içinde yaşar. Her yolla kendi menfaat ve isteklerini yerine getirmeye çalışırken, dindarlık, eminlik, şeref ve iffet sınırlarını çiğner.

O şahsın aracılığıyla başkalarına iyilik yerine kötülük dokunmaya başladığında, insanların haklarına, hukuklarına, namuslarına tecavüz ederken kendi gözünde değeri düşer. Yaşadığı cemiyet ile adım adım çatışır. Bu kişi eğer zayıfsa, bu tutumu dolayısıyla durmadan cezaya çarptırılır; eğer zengin, kuvvetli ve etkili bir kişi ise, etki ve kuvvetiyle bu dünyada başkalarını susturabilir ama onların kalbinde kendisi için, iyilik, izzet ve şeref için asla muhabbet bulamıyacaktır. Hatta onun bu işlerindeki ortakları bile onu habis olarak anacaklardır. Bu durum bir şahıs ile de kayıtlı değildir. Milletler, diğer milletlere karşı kötü ahlak izlediği zaman, dünyadaki öbür milletler onlara düşman olurken, aynı zamanda kendi ülkelerinde suçlar, intiharlar, uyuşturucu, cinsel hastalıklar, aile hayatının alt üst olması, gençlerde ahlaksızlık, sınıflar arası çatışma, zulüm, haksızlık vb. şeyler yayılır. Hatta düştüğü zaman onun ismi tarihte lanetli olarak anılır.

Şöyle buyurulmuştur: "Böyle bir kimseye biz zor yolu takip etmeyi kolaylaştırırız." Bunun anlamı şudur: Onun iyilik yapmasına engel olunurken kötülük yapmasının kapıları açılacaktır. Ona, kötülük yapmasının imkanları serilecektir, böylece o kişi için kötülük yapmak kolay olacak, iyilik yapmayı düşünmekse ona ölüm gibi gelecektir.

Aynı keyfiyet Kur'an-ı Kerim'de başka bir yerde şöyle açıklanmıştır: "Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun göğsünü İslâm'a açar, kimi de saptırmak isterse onun göğsünü göğe çıkıyormuş gibi dar ve tıkanık yapar. İnanmayanların üstüne işte böyle pislik çökertir" (En'am 125). Diğer bir yerde şöyle buyurulmuştur: "Sabırla, namazla yardım dileyin. Şübhesiz bu, saygı gösterenlerden başkasına ağır gelir" (Bakara 46). Münafıklar hakkında da şöyle buyurulmuştur: "Sadakalarının kabul edilmesine engel olan sadece şudur: Onlar Allah (c.c.) ve Rasulü'nü inkar ederler, namaza da üşene üşene gelirler ve istemeye istemeye sadaka verirler" (Tevbe 54), "... kimi de var ki (Allah yolunda) verdiğini on paraya sayar..." (Tevbe 98)

6. Diğer bir ifadeyle her halükârda bir gün ölecektir. Rahatı için topladığı her şeyini dünyada bırakacaktır. Eğer ahiret için hiç bir şey yapmamışsa ona ne yarayacak ki? Ne bir villayı, ne arabayı, ne araziyi ve ne de topladığını kabre götüremez.

7. Yani, insanın Halık'ı Allah, hikmet, adalet ve merhameti dolayısıyla, insanı dünyada habersiz bırakmayı, doğru yolun hangisi, yanlış yolun da hangisi olduğunu bildirmeyi, iyiliğin ve kötülüğün ne olduğunu, haram ve helalin neler olduğunu, hangi yol izlenirse Allah'a itaatkar kul olunacağı, hangi yol izlenirse asi olunacağını insana bildirmeyi üzerine almıştır. Aynı konu Nahl suresinde şöyle anlatılmıştır: "Yolu doğrultmak Allah'a aittir. Ama ondan sapan da var. Allah (c.c.) dileseydi hepinizi doğru yola iletirdi." (Nahl 9). (Bkz. Nahl an: 9).

8. Bunun bir kaç anlamı vardır, hepsi de doğru olabilir. Birincisi, dünyadan ahirete kadar Allah'tan kaçamazlar. Çünkü iki dünyanın sahibi de Allah'tır. İkincisi, dünya ve ahiret, ikisi de her halükarda kaimdir. Gösterdiği yola ister uyarsınız, ister uymazsınız. (sapıtırsanız Allah'a bir zarar veremezsiniz, kendiniz hüsrana uğrarsınız. Eğer doğru yola uyarsanız Allah'a hiç bir yararı dokunmaz. O sizin için daha hayırlıdır. İtaatsizliğiniz ile Allah'ın mülkünde hiç bir eksiklik olmaz. İtaat ederseniz de Allah'ın mülkünde bir fazlalık olmaz.) Üçüncüsü, iki dünyanın da maliki biziz. Eğer dünyayı isterseniz biz onu size veririz. Eğer ahiret sevabını isterseniz onu vermek de bizim elimizdedir. Aynı konuya Al-i İmran suresinde şöyle değinilmiştir: "Allah'ın izni olmadan hiç bir kişi ölemez. O belirli bir süreye göre yazılmıştır. Kim dünya sevabını isterse kendisine ondan veririz, kim de ahiret sevabından isterse kendisine ondan veririz. Şükredenleri mükafaatlandıracağız." (Al-i İmran 145). Şûra suresinde de şöyle açıklanmaktadır: "kim ahiret ekinini istiyorsa onun ekinini artırırız, kim de dünya ekinini istiyorsa ona da dünyada bir şey veririz. Fakat onun ahirette de bir nasibi olamaz." (Şura 20). (Bkz. Al-i İmran an: 105, Şura, an: 37).

14 Artık sizi, 'alevleri kabardıkça kabaran' bir ateşle uyardım.

15 Ona, ancak en bedbaht olandan başkası yollanmaz;

16 Ki o, yalanlamış ve yüz çevirmişti.

17 Korkup-sakınan ise, ondan uzak tutulacaktır.

18 Ki o, malını vererek temizlenip-arınır.9

19 Onun yanında hiç kimsenin karşılığı verilecek bir nimeti (borcu, nimeti) yoktur;

20 Ancak yüce Rabbinin rızasını aramak için (verir).10

21 Muhakkak kendisi de ileride razı olacaktır.11

AÇIKLAMA

9. Bunun anlamı, katı insanlardan başkasının ateşe girmeyeceğidir. Çok muttakilerden başkası da ondan kurtulamayacaktır. Aslında burada maksat, iki örnek vererek, bu iki örnek arasındaki zıtlığın durumunu açıklamaktır. Birinci kişi, Allah (c.c.) ve Rasulü'nün talimatını yalanlar ve ondan yüz çevirir. İkincisi, sadece iman etmekle kalmaz, aynı zamanda ihlasla, gösteriş yapmadan malını Allah (c.c.) yolunda harcar. O Allah (c.c.) yolunda temiz bir insan olarak kabul görür. Bu iki karakter de o zamanki Mekke toplumunda mevcuttu. Bu nedenle onların isimleri anılmadan, şöyle buyrulmuştur: Cehennem ateşine düşecek olan, ikinci karakter sahibi değil, birinci özellik sahibi olacaktır. Ateşten uzak kalacak olanlar ise birinci gruba mensup olanlar değil, ikinci gruba mensup olanlardır.

10. Bu, takva sahibi olan o insanın ihlasının başka bir açıklamasıdır. O, mal vermiş olduğu insanlardan karşılık beklemez, karşılığında ihsan olduğunu bildiği için mal vermez. Yalnız Allah (c.c.) rızası için yardım eder ki, yardım ettiği insanların onun üzerinde bir ihsanları yok.

Bunun en iyi örneği Hz. Ebu Bekir'dir. Mekke-i Muazzama'da İslâm'ı kabul eden ve bu yüzden sahipleri tarafından kendilerine zulüm yapılan cariye ve köleleri satın alarak onları kurtarmıştır.

İbn Cerir ve İbn Asakir, Hz. Amr b. Abdullah b. Zübeyr'den şöyle rivayet ederler: "Hz. Ebu Bekir'in, fakir, miskin köle ve cariyeleri azat etmek için mal sarfettiğini gören babası şöyle dedi: "Ey oğul, görüyorum ki zayıf olanları kurtarıyorsun. Eğer sağlam ve genç olanlar için aynı malı sarfedersen onlar senin için bir güç olur. Hz. Ebu Bekir şöyle dedi: "Ey babacığım, ben Allah (c.c.) indindeki mükafaatı bekliyorum."

11. Bu ayetin iki anlamı olabilir; ikisi de geçerlidir. Birincisi, Allah (c.c.) muhakkak ondan razı olacaktır. İkincisi, Allah (c.c.) ona o kadar mükafaat verecek ki o memnun kalacak.

LEYL SÜRESİ(Seyyid KUTUB)

1- Örttüğü zaman geceye andolsun,

2- Ortaya çıkıp göründüğü zaman gündüze andolsun,

3- Erkeği ve dişiyi yaratana andolsun.

Yüce Allah, bu iki mucizenin, yani gece ve gündüz delilinin üstüne yemin etmektedir. Hem de bunların her ikisini tabloyu canlandıran niteliği ile anlatarak yemin etmekte ve and içmektedir. "Örttüğü zaman geceye andolsun." ... "Ortaya çıkıp göründüğü zaman gündüze andolsun." Yeryüzünü bürüyüp örttüğü ve görünmez hale getirdiği zaman geceye, aydınlanıp ortaya çıktığı zaman gündüze andolsun. Gündüzün aydınlanması ile herşey ortaya çıkar ve görülür. Gece ve gündüz yer yuvarlağının yörüngesinde dönmesi ile ortaya çıkan birbirine karşıt iki mucizedir. Hem biçim açısından, hem özellik bakımından ve hem de sonuçları açısından karşılıklı iki mucizedirler.

Yine yüce Allah, surenin atmosferindeki ve tümü ile içindeki gerçeklerdeki "birbirine karşılıklı olma" görüntüsünü tamamlamak için, canlı türleri karşılıklı iki cins olarak yaratmasına yemin ediyor. "Erkeği ve dişiyi yaratana andolsun."

Gece ile gündüz kapsamlı iki olaydır. Her ikisinin insan kalbine ilham ettiği özel anlamları vardır. Yine gece ile gündüzün, kendileri ve barındırdığı gizli gerçekler düşünüldüğünde ve detaylıca incelendiğinde özel etkileri vardır. insan ruhu gece ile gündüzün ard arda gelerek değişmesi ile doğrudan doğruya etkilenir. Herşeyi kaplayıp bürüdüğü zaman gece aydınlanıp açıldığı zaman gündüz. Bu değişimin hem açık bir sözü ve hem de dolaylı bir imajı vardır. Sırları bilinmez şu kainattan ve insanlığın, oluşumuna asla müdahale edemediği şu olaylardan söz eder. Bu değişim, Kainatta zamanı tıpkı basit bir çarkın döndürülmesi gibi, döndürülen bir gücün varlığını, ve kainatta sürekli bir değişim ve bir durumdan diğerine geçiş olduğunu, kainatın asla Aynı durumda değişmez olarak kalmadığı mesajını verir.

Üzerlerinde inceden inceye düşünüldüğünde ve araştırıldığında gece ile gündüz yeryuvarlağını döndüren ve gece ile gündüzü bu düzenlilikte, bu ahenkte ve bu hassasiyette peşi peşine getiren başka bir elin olduğunu kesin bir dil ile ifade ederler. Yeryuvarlağını bu biçimde idare eden gücün insanlığın hayatını idare ettiğini, onları boşuna yaratmadığı gibi başıboş da bırakmayacağını kuşkuya yer bırakmayan bir dil ile ifade ederler.

İnkarcılar ve saptırıcılar bu gerçeği ne kadar çürütmeye çalışırlarsa çalışsınlar, dikkatleri bundan çevirmek için ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar, insan kalbi her zaman bu kainata bağlı kalacak ve onun mesajlarını almaya devam edecek, kainatta olan değişiklikleri görecek, düşünüp araştırdıktan ve iyice inceledikten sonra anlaşılacağı gibi doğrudan doğruya herşeyi idare eden çekip çeviren bir yaratıcının olduğunu kavrayacaktır. insanoğlunu bu yaratıcıyı hissetmekten ve bunca boş sözlere, yakışıksız varsayımlara, bunca inkar ve kabul etmemelere rağmen yaratıcının varlığını itiraf etmekten Alıkoyacak hiçbir güç yoktur.

Erkeğin ve dişinin yaratılışı da böyledir... Bu yaratılış insanlarda ve memeli hayvanlarda rahime yerleşen bir sperm aracılığı ile başlar. Spermdeki hücreler yumurtacıkla birleşir, ve canlı oluşur. Peki sonuç ta bu ayrılık nereden çıkmaktadır? Şu hücreye erkek ol, şuna da dişi ol diyen kimdir? Bu bir damla spermi erkek veya dişi kılan genetik faktörlerin bilimsel olarak açığa çıkarılması, bu konunun esrarından hiçbir şeyi eksiltmez. Çünkü o zaman da şu soru gündeme gelir. Neden şu genetik faktörler burada bulunup erkeği oluştururken, öbür faktörler de orada bir araya gelerek dişiyi oluşturmaktadır? Nasıl oluyor da şu dişinin rahmindeki hücre erkeğe, öteki dişinin rahmindeki hücre dişiye dönüşmektedir? Bütün hayatın akış çizgisi ile uyumlu olan ve yaşamın doğum olayı ile bir kez daha sürmesini sağlayan bu olay nasıl meydana gelmektedir?

Tesadüf ile mi? Ama rastlantının da bir kanunu vardır. Bu kanuna göre, o canlının oluşması için gerekli bunca elementlerin tesadüf kabilinden bir arada bulunması olanaksızdır. Bu durumda geriye sadece, erkeği ve dişiyi planlanmış bir hikmete ve belli bir hedefe göre yaratan bir idare edicinin (yaratıcının) varlığını kabul etmek kalır. Bu varlık aleminin sisteminde ve düzeninde kör tesadüfün ve kendi kendine oluşun asla yeri yoktur.

Bundan da öte erkeklik ve dişilik memelilerin dışındaki tüm canlı türler için de geçerlidir. Bu durum bitkiler dahil olmak üzere tüm canlılarda, yaratma konusunda değişmez, istisnası olmayan bir kuraldır. Bu kuraldan ancak ve ancak kendisine hiçbir şeyin benzemediği yüce Allah müstesnadır.

Bunlar, anlamlarındaki kuşatıcılık ve etkilerindeki derinlik yüzünden yüce Allah'ın üstüne yemin ettiği şu evren manzaralarının ve insan gerçeğinin vermiş olduğu ilhamlardır. Zaten Kur'an ifadeleri evren manzaralarını ve insan gerçeğini davranışlar ile bunun dünya ve ahiretteki karşılığını gözler önüne sermek için anlatmaktadır.

Yüce Allah kainattaki ve insanlardaki bu karşılıklı simetrik gerçeklerin ve durumun üstüne yemin ederek insanların çalışmasının ve gittikleri yolların çeşitli olduğunu belirtmektedir. Dolayısı ile alacakları karşılığın da çeşitli olacağını ifade etmektedir. Buna göre, iyilik ile kötülük, doğruluk ile sapıklık, dürüstlük ile kaypaklık bir olmayacaktır. Allah'tan korkup verenle şımarık cimri bir değildir. Tasdik edip iman edenle, yalanlayıp itaat. etmekten yüz çeviren Aynı değildir. Her birinin bir yolu, bir akıbeti ve kendine uygun bir cezası vardır.



4- Sizin işiniz çeşit çeşittir,

5- Kim verir korunursa,

6- ve en güzel sözü doğrularsa,

7- Onu en kolay başarıya ulaştırırız.

8- Fakat kim cimrilik eder, kendini zengin görüp kendisini Allah'tan müstağni sayarsa,

9- Ve en güzel sözü de yalanlarsa,

10- Biz de onu en zora yöneltiriz.

11- Çukura düştüğü zaman malı ona hiçbir fayda sağlamaz.

12- Doğru yola iletmek bize aittir.

13- Şüphesiz ahiret de dünya da bize aittir.

14- Ben sizi alev saçan bir ateşe karşı uyardım.

15- Ona ancak bedbaht kimse girer.

16- O ki yalanladı ve döndü.

17- En çok korkan ondan uzak tutulur.

18- O ki malını Allah rızası için vererek arınır, yücelir.

19- O yaptığı iyiliği birinden karşılık görmek için yapmaz.

20- Ancak yüce Rabbinin hoşnutluğunu gözeterek yapar.

21- Elbette kendisi de hoşnut olacaktır.

Gerçekten sizin uğraşılarınız değişik değişiktir. Gerçek yapısı açısından birbirinden ayrıdır. Nedenleri değişik, yönleri değişiktir. Ve sonuçları da değişiktir... Yeryüzünde insanların karakterleri ve huyları değişik değişiktir. Eğilim ve arzuları, düşünce yapıları, değer verdikleri şeyler hep ayrı ayrıdır. Hatta insanların herbiri özel bir gezegen de yaşayan apayrı bir alemdir sanki...

Bu bir gerçektir. Ama bir başka gerçek daha vardır. Bütün insan topluluklarını kuşatan, birbirinden farklı dünyalara sahip şu insanların tümünü kucaklayan, onları iki demette toplayan ve iki genel sancak altında, karşıt iki safta bir araya getiren kısa bir gerçek daha vardır. Bunlar, "Kim verir korunursa, ve en güzel sözü doğrularsa." ... "Kim cimrilik eder, kendini zengin görüp kendisini Allah'tan müstağni sayarsa ve en güzel sözü de yalanlarsa." dır.

Kim de malını ve canını vermez cimrilik ederse, yüce Allah'tan ve O'nun getirmiş olduğu doğru yoldan yüz çevirir kabul etmezse ve bu "en güzel"i yalanlarsa...

İşte çeşit çeşit insanların, değişik değişik eğilimlerin, çeşit çeşit sistemlerin birbirine benzemeyen hedeflerin buluştuğu iki ayrı dizidir bunlar. Bu dizilerden her birinin bu dünya hayatında izlediği bir yol vardır. Herbirinin gittiği yolda kendine ait başarısı vardır. "Kim verir korunursa, ve en güzel sözü doğrularsa onu en kolay başarıya ulaştırırız."

Veren, korkup sakınan, en güzeli doğrulayan kimse ruhunu temizlemek ve onu doğru yola iletmek için yapabileceğini sonuna kadar yapmış demektir. İşte bu kişi o zaman yüce Allah'ın yardımını kendi iradesi ve dilemesi ile üstüne almış olduğu ve nasib edeceği başarısını hak eder. Bu başarı olmazsa insan bir hiçtir ve hiçbir şeyi yapamaz.

Yüce Allah'ın en kolayı elde etmeye başarılı kıldığı kimse, hedefe ulaşmış demektir. Kolaylıkla, yumuşaklıkla ve sükunetle ulaşmış demektir... Henüz şu yeryüzünde iken ve kolaylık içinde yaşarken ulaşmış demektir. Kolaylık bu kişinin içinden kaynar çevresinde neler varsa, kimler varsa tümünün üzerine seller gibi boşalır. Adımlarını kolay atar, yolunda kolay yürür, tüm işleri ele almasında bir kolaylık vardır. Gerek toplu gerek parça parça tüm işlerin de sakin ve güvenli bir başarı vardır. Bu içinde herşeyi bulunduran bir derecedir. Çünkü bunu elde eden kişi, Rabbinin Resulüne verdiği söze onunla birlikte katılır. "Ve seni kolay olana başarılı kılarız." (A`la 8)

"Fakat kim cimrilik eder, kendini zengin görüp kendisini Allah'tan müstağni sayarsa ve en güzel sözü de yalanlarsa, biz de onu en zora yöneltiriz. Çukura düştüğü zaman malı ona hiçbir fayda sağlamaz."

Canını ve malını vermeyip cimrilik eden, Rabbinden ve onun doğru yolundan yüz çeviren, Rabbinin çağrısını ve öğretisini yalanlayan kimse kendini sapıklığa atma konusunda yapabileceğini en sonuna kadar yapmış demektir. Böyle birisi yüce Allah'ın her şeyi kendisine zorlaştırmasını hak etmiştir, dolayısı ile yüce Allah onu en zora yöneltir. Ona güçsüzlük ve eksiklik verir, her türlü kolaylıktan mahrum eder. Attığı her adımı zorluk ve sıkıntı kaynağı kılar. Bu yüzden her ne kadar kurtuluş yolunda yürüdüğünü zannetse de o doğru yoldan sapmış ve bedbahtlık yolunu tutmuş demektir. Ayağı sürçer, bu sürçmeden kendisini yüce Allah'ın yolundan ve O'nun hoşnutluğundan uzaklaştıran başka bir sürçme ile korunmaya çalışır. Sürçmelerin ve sapmaların sonunda ayağı kayıp düştüğü ve yere yıkıldığı zaman cimrilik edip vermediği, kendisini Allah'tan ve O'nun doğru yolundan uzaklaştırdığı malı ona bir yarar sağlamayacaktır. "Çukura düştüğü zaman malı ona hiçbir fayda sağlamaz." Kötülüğün ve günahın kolayca işleyebilmesi, bu kişinin dünyada kurtuluşa erse de başarı sağlasa da, ona zorluğun sağlanması anlamına gelir... Cehennemden daha zor bir şey olur mu hiç? Cehennem, zorluğun ta kendisidir.

Böylece surenin birinci bölümü son buluyor. Bu bölümde her yerdeki ve her çağdaki insan topluluklarına iki yol ve iki sistem gösterilmiştir. insanların renkleri ve biçimleri ne kadar çeşitli ve ne kadar çok olursa olsun, aslında onların iki grup ve iki sancak oldukları belli olmuştur. Herkesin yapmak istediği şeye ulaştığını ve yüce Allah'ın da herkese ister kolaylık ister zorluk olsun seçtiği yolu kolaylaştırdığı anlaşılmıştır.

İkinci bölümde ise yüce Allah, her iki grubun akıbetinden söz etmektedir. Kolaylığın ve zorluğun verildiği her iki zümrenin, sonunda akıbetlerini gözler önüne sermektedir. Her şeyden önce de bu gruplardan her birinin karşılaştığı ödül ve cezanın kesin ve kaçınılmaz olduğu ve bunun ayrıca adalet ve hak ölçüleri içinde olduğunu belirtmektedir. Çünkü yüce Allah insanlara doğru yolu açıklamış ve onları yakıp kavuran ateşle korkutmuştur.

Yüce Allah -kullarına bir ihsan ve rahmet olarak- doğru yolu insanların fıtratına ve bilinçlerine açıklamayı kendi üzerine almıştır. Ve yine doğru yolu insanlara peygamberlerle peygamberlerin mesajları ile ve deliller aracılığı ile açıklamayı kendisi üstlenmiştir. Böylece kimsenin elinde sığınacağı bahane kalmasın ve hiç kimseye zulmedilmesin diye bizzat kendisi üstlenmiştir. "Doğru yola iletmek bize aittir."

Değinilen ikinci nokta ise, insanları kuşatan hakimiyet gerçeğinin kesin bir dil ile açıklanmasıdır. İnsanların bu hakimiyetten kurtulacak bir sığınağı bulamayacaklarının belirtilmesidir. "Şüphesiz ahiret de dünya da bize aittir." Yüce Allah'tan uzaklara gitmek isteyenler nereye gidebilirler?

Yüce Allah, kullarına doğru yolu göstermesinin, ahiretin, ceza ve amel yurdu olan dünyanın sahibi olmasının bir uzantısı olarak, onları korkuttuğunu ve sakındırdığını hatırlatıyor ve açıklıyor: "Ben sizi alev saçan bir ateşe karşı uyardım." Tutuşturulmuş bir ateşe karşı uyardım. Tutuşturulmuş bu ateşe "ancak bedbaht kimseler girer." Tüm kulların en bedbahtı girer ona. Ateşe girmekten öte bir bahtsızlık olur mu? Sonra da yüce Allah o en bahtsız kimsenin kim olduğunu açıklıyor. Bu en bedbaht kişi "Yalanlayan ve dönen kişidir." islam davasını yalanlayan ve ondan yüz çeviren kimsedir. Evet bu zavallı insan, doğru yoldan ve yüce Allah'ın tıpkı kendisine istekle gelenlere vaadde bulunduğu gibi insanlara, doğru yola ersinler diye yaptığı çağrıdan yüz çeviren kimsedir.

"En çok korkan ondan uzak tutulur." Bu kişi en bahtsız insana karşılık en mutlu olan kişidir. Sonra yüce Allah en çok sakınan kimsenin de kim olduğunu açıklıyor. Bu kimse "malını Allah rızası için vererek arınan yücelendir." Malını, harcamaları ile temizlenmek için veren kimsedir. Yoksa gösteriş yapmak ve üstünlük taslamak için veren değildir. Bu kişi, malını gönüllü olarak harcar ne yapılan iyiliklere karşılık vermek için ve ne de kimseden teşekkür almak için harcar. Yalnız ve yalnız Rabbinin bağışını, O'nun eşsiz hoşnutluğunu elde etmek için harcar.

"O yaptığı iyiliği birinden karşılık görmek için yapmaz. Ancak yüce Rabbinin hoşnutluğunu gözeterek yapar."

Sonra ne olacak? Temizlenmek ve yüce Rabbinin rızasını kazanmak için malını veren, şu çok sakınan kişiyi neler beklemektedir? Burada Kur'an'ın mü'min ruhlara bildirdiği mükafat Hayret verici, hiç beklenmeyen ve alışılmamış bir mükafattır.

"Elbette kendisi de hoşnut olacaktır."

Bu çok korkan mü'minin kalbine dolan hoşnutluktur. Ruhunu bürüyen hoşnutluktur. Bütün benliğine seller gibi boşalan hoşnutluktur. Tüm benliğini dolduran hoşnutluktur. Hayatında meltem gibi esen de hoşnutluktur.

Bu ne büyük bir mükafat ve ne büyük bir nimet! "Elbette kendisi de hoşnut olacaktır."

Dininden hoşnut olacak, Rabbinden hoşnut olacak... Kaderinden hoşnut olacak... Nasibinden hoşnut olacak... Sıkıntıda ve rahatlıkta bulduğu şeylerden hoşnut olacak. Zenginlikten ve fakirlikten, kolaylıktan ve zorluktan, bolluktan ve darlıktan hoşnut olacaktır. Hoşnut olacak endişeye kapılmayacaktır, sıkılmayacak acele etmeyecek, omuzladığı yükü ağır görmeyecek, hedefi uzak görmeyecektir. Kuşkusuz bu hoşnutluk her mükafattan daha büyük olan en büyük mükafattır. Bu hoşnutluk canını ve malını verenlerin, temizlenmek için verenlerin, çok yüce Rabblerinin hoşnutluğunu elde etmek için harcayanların, hak ettikleri bir mükafattır. Bu mükafatı ancak Allah verir. Kendisine candan ve samimi olan, kendisinden başka hiçbir kimseyi görmeyen kalplere oluk oluk akıttığı bir mükafattır bu. "Elbette kendisi de hoşnut olacaktır." Hoşnut olacaktır, çünkü bedelini vermiştir. Vereceğini vermiştir.

Bu, tam anlamı ile yerinde bir sürprizdir. Ancak bu mükafat, temizlenmek için malını veren ve gördüğü iyiliğe diyet borcunu ödemek âmâcı ile yanında mal bulundurmayan ama sadece Rabbinin hoşnutluğunu kazanmak için çalışan en çok korkan kimselerin ulaştıkları dereceye ulaşan kimseler için beklenen ve onlara sürpriz olmayan bir sonuçtur. Ve "Elbette kendisi de hoşnut olacaktır."

LEYL SÜRESİ(Muhammed GAZALİ)

"Örttüğü zaman geceye andolsun. Ortaya çıkıp göründüğü zaman gündüze an-dolsun." (Leyi: 1-2)

Dünyayı kaplayan gece karanlığına ve onu açığa çıkaran gün ışığına yemin ol­sun. Gece ile gündüzün farklı oluşu ile birlikte insanlar zamanlarını belirler­ler ve geleceklerini tâyin ederler. Böylece ya cennete giderler ya da cehenne­me. Salih bîr kimsenin çabası, kendisine geleceğinin aydınlık olduğunu belirler. Kö­tü amel de, sahibini kötü sona hazırlar.

"Bundan dolayı kim (fakirlere) verir, (günahlardan) korunursa, ve en güzeli (Kur'ân'ı) doğrularsa, ona en kolay(en rahat şeylerin yolun)ı kolaylaştırırız (cennetlere, huzur ve rahata sokarız). Fakat kim cimrilik eder kendini zengin gö­rüp (Allah'a) tenezzül etmezse, ve en güzeli de yalanlarsa, ona en güç(şeylerin yolun)ü kolaylaşunnz(onu çetin durumlara götüren yola sokarız.)" (Leyi: 5-10)

İslâm ümmeti içinde kendi güçlerini inkâr eden, oturmaya ve tembelliğe özenen, bu yüzden içinde bulunduğu hâlini ve geleceğini kaybeden nesiller zuhur etmiştir. Çünkü bunlar kaza ve kader anlayışıyla ahmaklaşmış, cebir hurafesine boyun eğmiş, başarısızlığını ve çaresizliğini kiralamada kendilerini gevezeliğe vurmuşlardır. Cö­mertlik, dürüstlük ve takvanın gerekliliği ile birlikte mutlaka Allah'ın rızasını aramak ve her şaibeden niyeti soyutlamak gerekir.

Bu zor bir iştir. İnsanların geneli mal ve makama tapıyorlar. Şahsı, şeref ve hay­siyetleri etrafında dönüp dolaşıyorlar. Bazen kafamdan, beşerî oluşumun eksenini gösterişin oluşturduğu ve İhlasın, dedikleri gibi "enderu min kİbriti'l-ahmer (kırmızı kibritten daha nadir -Zümrüdü Anka-)" olduğu geçiyor!

"O ki malını (Hak rızası için) vererek arınır. Ve onda hiç kimsenin kargılık ve­rilecek nimeti yoktur. (Verdiğini) Yalnız Yüce Rabbinin rızasına ermek için ve­rir. Yakında kendisi de (Allah'ın vereceği nimetle) razı olacaktır." (Leyi: 18-21)

Amel, dünya sevgisinden kurtulup âhiret arzusuna yaklaşsaydı dünya korkunç fit­nelerden kurtulur, ortalığı darmadağın eden savaşlar son bulur, farklı gruplar birleşir, dağınık saflar düzelirdi. Allah'tan perçemlerimizden tutup rızasına götürmesini isti­yoruz.

LEYL SÜRESİ(Elmalılı Hamdi YAZIR)

"geceye yemin olsun".

Bu sûrenin başındaki yeminler, önceki sûredeki yeminlerin bir özeti olmakla beraber, sıralanmaları itibarıyla ayrıca dikkate değerdir. Orada nurdan karanlığa geçerek, yok olma ve soyulup çıkarılma âleminden Allah'ı ve nefsi tanımaya giden yol gösterilmiş ve bedenin karanlıklarında kalanlara sonunda hüsran ve zarar ile Semud kıssası anlatılmış idi. Burada ise yokluk karanlıklarından var olup görünme nuruna doğru açılmak, temizlenmek ve gelişmek suretiyle beka billah (Al l ah'ta baki kalmağ)'a doğru gidilecek ve sonunda rızaya erilecektir. O sûre bir korkutma ile son bulmuştu. Bu, korkutma ile başlayıp müjdeye doğru gidecektir. Önceki sûre yok olma ve ceza hatırlatmasıyla son bulduğu için bu sûreye geceye yemin ile başlanıp gündüzün ortaya çıkışına, yaratılışın erkek ve dişi ile gelişmesine ve çalışmaların farklılığına geçilmesinde "Onun sonucundan korkmaz."(Şems, 91/15) hatırlatmasının bir yönünü de açıklığa kavuşturmak vardır. Bir toplumun hatta bütün âlemin helak ve yo k olmasıyla yaratıcıya bir eksiklik, bir ziyan gelmez. Onun kudretine bir duraklama arız olmaz. O, geceyi gündüz yapar ve dilediği gibi erkeği dişiyi yine yaratarak yaratılışa bir gelişme verir. Bu münasebetle karanlıktan ışığa, korkutmadan müjdelemeye doğ r u gidilmek ve müjde yolu gösterilmek üzere önce geceye yemin edilmiştir ki, dışımızdaki ve içimizdeki karanlıklara işarettir. Onun için geceye yapılan yemin şu kayıtla kayıtlanmıştır:

Bürürken veya bürüyeceği zaman, yani karanlığıyla Güneşi veya gündüzü veya örtebileceği her şeyi ile ufukları ve hatta gam ve sıkıntıyı, "Sizleri geceleri ölü gibi uyutan odur."(En'am, 6/60) buyrulduğu üzere ölüm mânâsında olan uyku ve gafleti ile gözleri ve gönülleri, bütün şuur ve nefisleri sarıp bürüyor, kaplıyo r olduğu şu ana veya kaplayacağı geleceğe; kısacası şu anda ve gelecekte insanı ayrılıktan birleştirmeye, çokluktan

yalnızlığa, görünen âlemden yokluğa götürmek üzere hücum ettiği veya edeceği koyu şiddetli zamana ki, tamamen istila etmiş bulunursa "fenâ-i küll" (tam yokluk) içinde gömülüp gitme hasıl olur.

Bu yeminle önceki sûredeki "Onu bürüdüğü zaman geceye."(Şems, 91/3) âyetine işaret edilmiş olmakla beraber mef'ul (tümlec)ün zikredilmesinde daha çok bir genelleme ve açıklamayıp müphem bırakmak suretiyle bir korkuya düşürme vardır. Dolayısıyla "leyl" kelimesinin başında bulunan lâm'ı cins mânâsına alarak gece cinsinin böyle bir anına veya bu lâmı ahit mânâsına alarak, hakiki ve mecazi bütün mânâsıyla en dehşetli gecelerin böyle bir saldırı anına işaret olabilir. vuku bulma mânâsı ifade etmek ve muzari fiil, "şimdiki" ve "gelecek zaman" mânâsına gelme ihtimalini taşımış olmak itibariyle bunun şu anda veya gelecekte gerçekleşeceğine de dikkat çekilmiştir. Bu izah şekli ile bunda Semud'un helak o lma sırası gibi bir beldenin veya bir kavmin battığı, batacağı sırada saran öfke ve elem eserlerini halin hikayesi şeklinde bir hatırlatma ve genel olarak uyku ve gaflet veya şiddet ve sıkıntı ve özellikle Hz. Muhammed (s.a.v.)'in peygamber olarak gönderi l diği sıralarda dünyayı sarmış bulunan cahiliye devri haline ve geleceğe ait olmak üzere de can çekişme haline veya kıyamet koparken olacak korkunç hallere işaret dahi vardır. Bu kayıt gösteriyor ki gece ile olaylar ve olması mümkün olan şeylere, aslolan a s ıl yokluğa değil, bilhassa sonradan arız olan veya olacak olan fanilik halinde geçici yokluk karanlığına yemin olunarak her şeyden önce onun gerçekleşeceğine dikkat nazarları çekilmiştir ki bu an eşyada "Yeryüzündekilerin hepsi fanidir. Celal ve ikram s a hibi Rabbinin zatı bakidir."(Rahmân, 55/26-27) ve "Onun zatından başka her şey yok olucudur."(Kasas, 28/88) âyetlerinin okunduğu andır. Bunu okuyanlar fanilik hükmünden geçip bakilik yönüne giderler. Onlara o fanilik anından vahdet nuru ile bakilik âle m i tecelli eder. Bu şekilde karanlıktan nura götürülmek üzere buyuruluyor ki:

2. Ortaya çıktığı vakit gündüze yemin olsun. Önceki sûrede gündüzün, güneşi ortaya çıkardığı vakte yemin edilmişti. Bunda ise gündüzün kendi ortaya çıkışına yemin edimiştir. Bunda hak güneşinin vahdetle aydınlanıp İslâm'ın ortaya çıkışına işaret vadır. "bürür" ve "ortaya çıkar" fiillerindeki zamirler görünüşte biri gecenin biri gündüzün yerini tutmakla beraber gerçekte ikisi de yüce Allah'ın yerini tutan zamirlerdir. Ör tmek de ortaya çıkmak da ona aittir. Bundan dolayı yemin yüce Allah'a döndürülerek buyuruluyor ki:

3. Ve erkeği, dişiyi yaratan o büyük kudret sahibi yaratıcıya, yahut "mâ"nın mastar "mâ"sı olmasına göre, onun erkeği ve dişiyi yaratmasına yemin o lsun.

Bunda ortaya çıkışın tekten çoğa doğru akışına, önceki sûrede düzgün hale getirildiği belirtilen nefsin erkek ve dişi türlerine ayrıldığına, bu hitapların ikisini de kapsadığına, yokları var eden ve çoklukları birleştirerek bir nizama ve düzene koyan yaratıcının birliğine ve hayatta aktivite ve kabiliyetle birleşip bir araya gelme düzeninin önemine dikat çekme vardır. Bundan dolayı çalışma ve amelde farklılıktan sakındırarak birlik ve düzene teşvik için yeminin cevabında buyuruluyor ki:

4. Sizin çalışmanız birbirinden farklıdır. Yani çalışmalarınız birbirini tutmaz şekilde dağınık, ayrı ve düzensizdir. Oysa hayat ve kurtuluş, birlik nizamı içinde yardımlaşma ve birleşmeye bağlıdır. Nitekim "Hepiniz toptan Allah'ın ipine sımsıkı sarılın, parçalanıp ayrılmayın." (Âl-i İmran, 3/103) buyurulmuştur. Yahut çalışmalarınız çok farklıdır. Kimi iyi çalışır kimi kötü, kimi yüksek kimi aşağı, kimi imanlı kimi imansız.

ŞETTÂ, "şetit" kelimesinin çoğulu olup ayrı ayrı, dağınık, perakende ve perişan mânâsınadır. Tefsirciler burada bunu hükümleri değişik, birbirinden uzak, kimi iman, itaat ve iyilikler gibi hayır ve hidayet; kimi küfür, isyan ve kötülükler gibi şer ve sapıklıktır meâlinde tefsir etmişlerdir. Çünkü gayeleri, hükümleri farklı olan ç a lışmaların neticesi ayrılık ve dağınıklıktır. Hayra koşan şerre koşandan elbette ayrılır. Bu durumda mânâ "Mümin olan fasık olan gibi olur mu? Bunlar eşit olmazlar."(Secde, 32/18); "Yoksa kötülükleri işleyip duranlar, kendilerini, inanıp iyi amel i şleyenler gibi mi yapacağımızı sandılar? Hayat ve ölümleri onlarla bir olacak öyle mi? Ne kötü hüküm veriyorlar."(Câsiye, 45/21) âyetlerinin mânâsına döner.

"İhtilaf edip duracaklar. Ancak Rabb'inin merhamet ettikleri hariç. Onun içindir ki Allah onları yarattı."(Hud, 11/118-119) âyetlerinin mânâsına göre ayrılma ve birleşme şeklinde düşünmek de mümkündür. Bununla beraber asıl maksadın, cahiliyye devrinde olduğu gibi dağınıklık ve ayrılığın kendisinden sakındırmak ve gönüllerde tevhid fikri ile amel l erde bir düzene ve intizama sevkedilmek olması daha açıktır. Zira çalışmada dağınıklık ve perişanlık, bir diğerinin çalışmasını bozması itibarıyla

aslında çalışmamaktan daha fena olan boşuna bir yorgunluk ve sakınılması gereken bir kötülüktür.

Bunun k aynağı da nefislerde farklı gayelere koşan heves ve arzuların değişikliğiyle gönüllerin küfür, şirk ve günah buhranları içindeki perişanlığıdır. Allah'ın birliğine hakkıyla iman edememekten ileri gelen bu durum ise bireyin de, toplumun da perişanlığıdır. N itekim bu mânâ Hacc Sûresi'nde "Kim Allah'a ortak koşarsa onun durumu, yüksekten düşüp de kendisini kuşun didiklediği veya rüzgarın uzak bir yere sürüklediği kimsenin durumu gibidir."(Hacc, 22/31) ve İbrahim Sûresi'ndeki "Rabblerini inkâr edenlerin m isali şöyledir. İşledikleri amelleri bir küle benzer. Fırtınalı bir günde rüzgar onu şiddetle savurmaktadır. Kazandıklarından hiçbir şey ellerine geçmez. O uzak sapıklık işte budur." (İbrahim, 14/18) âyetleriyle açıklığa kavuşturulmuştur.

Bir sonraki âyette gelecek olan beyan, dağınıklığın açıklanmasıdır denilmiş ise de söylediğimiz gibi "Hepiniz toptan Allah'ın ipine sımsıkı sarılın, parçalanıp ayrılmayın."(Âl-i İmran, 3/103) mânâsı üzerine zıddını yapmayı teşvik ederek dağınıklıktan sakındırmak içi n hükümlerini açıklamak olması bizce daha uygundur.

5. Fakat her kim vermiş. Malının hakkı olan vergisini vermiş, "Kendilerine verdiğimiz rızıktan harcarlar."(Bakara, 2/3) ve benzeri infak âyetlerinde beyan olunduğu ve az önce Beled Sûresi'nde geçtiği gibi hayır yoluna çıkan sarp yokuşu aşmak üzere köle azat etmek, darlık gününde yoksullara yedirmek ve müslümanları düşmanlara karşı savunmak ve desteklemek gibi hayır yollarına sarf edip harcamış ve korunmuş, takva yolunu tutmuş, Allah'tan korku p itaat yolunu tutarak kendini dağınıklıktan, fenalıktan, yasaklanmış şeylerden sakındırmış. "Ufak tefek kusurlar dışında, büyük günahlardan ve fuhşiyattan sakınanlar." (Necm, 53/32) vasfını elde ederek müttaki olmuş, Allah'ın korumasına girmiş

6. ve e n güzeli tasdik etmiş ise. Hakikatte bir güzellik ve güzellerin en güzeli bulunduğuna inanmış, iyiyi kötüyü, fazileti rezilliği fark etmiş, iyilik güzellik yaptıkça güzelliklerin en güzele doğru gittikçe artacağına, iyilik yapanlara ilerisinin daha iyi o l acağına inanmış, inanarak ihsanda bulunanlar hakkında iyimser olarak çalışmış. "İyi iş yapanlara daha güzeli, bir de daha fazlası var. Yüzlerine ne bir

leke bulaşır, ne bir zillet. Cennet ehli işte bunlardır. Orada sonsuza kadar kalacaklardır."(Yunus, 10/26), "Kim çalışır bir güzellik kazanırsa ona daha fazla bir güzellik veririz."(Şura, 42/23), "Güzellik edenleri de daha güzeliyle mükafatlandıracaktır."(Necm, 53/31), "Allah güzel amel işleyenlerin ecrini zayi etmez." (Tevbe, 9/120), "İyilik eden l erin ecrini daha da artıracağız." (Bakara, 2/58) ve "elbette kendilerine yaptıklarının daha güzelini veririz." (Ankebut, 29/7) gibi âyetlerle vaad ve beyan olunduğu üzere ihsan eden, Allah'ı görüyor gibi sadakat ve samimiyetle güzellik yapanlara yaptı k ları iyi işlerin ilerde artırılarak daha güzeliyle karşılığı, daha fazlasıyla ecir ve mükafatı verileceğini, sonunda en güzel akıbete, güzel bir son ile sonraki hayatta cennet ve cemale erdirileceğini, kısaca ihsan ve takva sahipleri hakkında dünyanın son u ahiretin daha güzel olacağını tasdik etmiş, bu vaadin, bu en güzel hasletin, bu en güzel kelimenin, bu daha güzel mükâfatın bu en güzel sonun doğruluğuna inanmış, bunu kendisine inanç ve huy edinmiş ise...

HÜSNÂ, bilindiği gibi daha önce geçtiği üzere "ahsen" üstünlük sıfatının müennesi, "daha güzel" veya "en güzel" mânâsına sıfat olduğu halde, niteliği isim zikredilmemiş ve böylece isim olarak kullanılmıştır. Burada "haslet-i hüsna" en güzel haslet; iman ve ihsan hasleti, veya "Kelime-i hüsna", en g ü zel kelime: Kelime-i tevhid, yahut bir hakkı gösteren kelime, ahsen-i kavil yani en güzel söz olan tevhid kelimesi, Kur'ân; hüsnâ (en güzel) âyetleri öncelikle dahil olur. Veya -Millet-i hüsna: en güzel din ve millet, islam milleti, veya Mesube-i hüsna: d a ha güzel karşılık, yahut en güzel sevap ve mükafat, cennet diye birkaç şekilde tefsir edilmiştir. Hepsinin mânâsı bir demek ise de âyetlerin akışına göre en açık ve en faydalı olan mânâ, ihsan eden, Allah için güzellik yapan ihsan sahiplerine ilerde daha g üzeliyle karşılık, sonunda en güzel sevap ve mükafat kavramıyla mesube-i hüsna (cennet) veya akıbet-i hüsna (en güzel son) mânâsı veya bunu vaad eden hüsna âyetleridir. En güzeli tasdik etmek, hüsna âyetlerinin mânâsı üzere ihsana daha güzeli ve fazlasıyl a veya en güzel sevap ve akıbet ile mükafat olunacağına iman ve imanını fiilen sadakat ile isbat mânâsına düşünmek amelî bakımdan daha faydalıdır.

Malından vermek ve takvalı olmak gibi ihsana karşılık en güzeli tasdik eden, onun doğruluğuna inanarak sadakat gösteren kimse kuşkusuz gücü yettiği kadar hilesiz hurdasız ihsan yapmağa ve o en güzeli gerçekleştirmeye çalışır. Böyle kimse, dünyanın sonu önünden, ahiretin dünyadan daha güzel olacağı

imanıyla iyimser olur. Fakat herkes hakkında ve mutlak olarak değil, ihsan şartıyla ihsan sahipleri hakkında iyimser olur. Fazileti rezilliği, iyiyi kötüyü birbirinden ayırır. Faziletin önü zor, acı olsa da sonu pek güzel, mutluluk olduğuna; rezilliğin önü rahat ve lezzet olsa da sonu pek kötü, mutsuzluk olduğuna i n anarak fazilet yolunda mal ve bedeniyle çalışıp zorlukları aşmaktan; rezilliklerin lezzetini elem bilip sebeplerinden korunmaktan hoşlanır. İyilik hakkında iyimser olduğu kadar da kötülük hakkında kötümser olur. Böyle bir kimse ihsandan haz ve zevk duyacağı için malından vermeyi ve Allah'ın emirlerini tutup yasaklarından kaçmayı huzur ve gönül rahatlığı ile seve seve yapar. Hayra sarfettiği mal ve gayrete acımaz ve fenalıktan korunmak için sıkıntılara katlanmaktan, fedakarlık etmekten yılmaz. "Kim nefs i nin hırsından korunursa, işte felah bulanlar onlardır." (Haşr, 59/9) der.

Bu şekilde "en güzel"e iman, var olma sırasına göre malını vermek ve takvalı davranmaktan daha öncedir. O fazilet ve ihsan, o tasdikin neticesi olarak tasdikten sonra olur. Böyle iken malını vermek ve takvalı davranmanın daha önce zikredilmesinde iki nükte vardır:

BİRİNCİSİ, tasdikten maksat yalnız içinden teorik ve sözlü olarak değil, pratik olarak da tasdik olduğuna, yani soyut bir şekilde "doğrudur" demek değil, fiilen samimiyetle yapılması da istenen ve bizzat malını verme ve takvalı olmanın, ihsana bağlı olarak yapılacak bir şey değil ilk evvel yapılması gereken birer istenen asıl olduğuna, bununla beraber iman olmayınca da gerçekte hükümleri olmayacağına dikkat çekme d ir. Çünkü en güzelin fiilen tasdiki, malını Allah için vermenin ve Allah'tan korkmanın varlığıyla olur. Yani uygulamada hiç eseri görünmeyen tasdike, burada biraz sonra zikredilecek olan kolaylık vaadi gerekmez.

İKİNCİSİ, netice sebepten; bedel bedel olduğu şeyden; ücret ve mükafata hak kazanmak, vazife ve amelden sonra olduğu ve hüsna (en güzel), ihsanın gerektirdiği bir gaye olduğu için, gerçekleşme hususunda malını vermek ve takvalı olmaktan sonradır. Tasdikin sona bırakılması da hüsna ile ilgisi n e deniyle olmuştur.

7. Böyle her kim Allah için malını harcamış, takva sahibi olmuş ve en güzel olanı tasdik etmiş ise, biz onu en kolaya muvaffak kılacağız. En kolay yola, yani en çok kolaylık ve rahata erdiren "Kolay bir hesap ile hesaba çekilir ve sevinerek ehline döner."(İnşikak, 84/8-9) mânâsınca kolay hesap ile cennete girmek gibi refah ve mutluluk yolu olan

hayır yoluna hazırlayacağız, kolaylıklara muvaffak kılacağız.

Beled Sûresi'nde geçtiği üzere başkaları için aşılması zor sarp bir yokuş olan hayır yolu onun için en kolay yol olacak, o bu zorlukları kolaylıkla aşacak, hayırlı işler yapmaya kolaylıkla mavaffak olup rahat ve mutluluğa erecektir.

Tefsirciler der ki: Bu 'daki "teysir", hazırlamak, hazır etmek mânâsınadır. Zira, "gemini ve eyerini vurup ata binmek için hazırladı" mânâsına denilir. Buradaki hazırlama da bu mânâda istiaredir. En güzel olanı hakkıyla tasdik eden, ihsanın neticesi hakkında iyimser olan kimse Allah yolunda harcamak ve ondan korkmak suretiyle hayır ve güzel şeyleri ne kadar zor olsa bile seve seve, aşkla ve atılarak yapacağından zorlukla değil, kolaylıkla, zevkle ve hoşlanarak yapar. Dolayısıyla o en güzele kolaylıkla ererek mutluluğa kavuşur ve aynı zamanda bu harcama ve takva ona, gittikçe o mutluluk yolunu kolaylaştırır. Sebep ve yollarını çoğaltarak maksada ulaşmayı kolaylaştırır.

8. Fakat cimrilik etmiş malını kıskanıp da vergi vermekten kaçınmış ve kendisini artık ihtiyacı yok sanmış, yani kendini doyuma ermiş, en güzel sonucu bulmuş, ilerisi için hiçbir ihtiyacı kalmamış, artık korunmayla ilişiği yok ve zengin sayarak haline, tekliğine saplanmış, geleceğini hesaba almayıp malıyla, dünya lezzetleriyle ahiret nimetlerine ihtiyacı kalmadığını zannetmiş

9. ve en güzeli yalanlamış, daha güzele veya en güzele inanmamış, cennet nimetleriyle ihsan sahibi kişileri bekleyen akıbetin daha güzel olacağı hakikatine "yalan" demiş, kısacası gün günden daha kötüdür ihsanın, korunmanın faydası yoktur diyerek sonuç hakkında kötümser olmuş ise

10. onu da en zor olana hazırlayacağız, ateşe girmek gibi en zor ve en güç akıbete götüren yola hazır kılacağız, onu en zor akıbete hazırlayacağız. O zorluğu yenemeyecek, zorluklar onun tepesine binecektir.

11. Çukura yuvarlandığı yahut helak olduğu vakit onu malı kurtaramayacaktır. Kıyıp veremiyerek biriktirdiği ve onunla zengin olmak, hiçbir şeye ihtiyaç hissetmemek istediği mal, onu kabre yuvarlanmaktan, helak olarak aşağıların aşağısına gitmekten kurtaracak değil, aksine azap ve zararını ar t ıracaktır.

TEREDDÂ, yok olmak mânâsına "reda" kökünden, yahut yuvarlanmak mânâsına "tereddüt"dendir. İkinci şekilde aslı "tereddede" olup "doğan, konmak için süzüldü"(Geniş bilgi için Şems, 91/10. âyetin tefsirine bkz.) kelimeside olduğu gibi yâ'ya çevrilmiştir. Nitekim "mütereddiye" (düşen) kelimesi bundandır.

12. "Doğru yolu göstermek bize aittir." Bu, yukarıda yapılan beyanları açıklayarak vaaz ve irşat için yeni bir söze başlamaktır. Yani, haberiniz olsun ki her halde hidayet etmek ve yol göstermek bize atittir. Kurtuluşa götüren doğru yolu göstermek, hakkı ve doğruyu açıklamak, peygamber göndermek, kitap indirmek, sizin dışınızda deliller ortaya dikmek, içinizde kalplere iyiyi kötüyü ilham etmek Rab'lığa yakışır bir iştir. Alla h 'ın hidayeti olmayınca siz kendiliğinizden onu yapamazsınız, ona göre hidayeti kabul ettirip de hak ve hayır yoluna girmek de sizin dilemenize bırakılmış bir durumdur.

13. Kuşku yok ki, son da bizimdir, ilk de. Başta ve sonda mülk bizim, tasarruf hakkı bizimdir. Karşı çıkacak veya karışacak başka bir malik yoktur. O halde ne ahirette, ne de dünyada Allah'tan başka hükmü ve isteği geçerli olacak bir başvuru yeri bulmanıza ve onun hidayetine ihtiyacımız yok deyip de kendinizi kurtarmanıza imkan yoktur. O ne derse öyle olacaktır. Hidayet onun hidayeti, asıl irade onun iradesi, hüküm onun hükmüdür. Onun iradesi, hidayeti, hükmü aksine hareket etmek isteyen arzularınız, dilekleriniz, hükümleriniz hep sapıklıktır. Onun, sizin dilemenize bırakarak gösterdiği h i dayeti kabul etmeyip aksine gitmek istediğiniz takdirde zarar edecek olan o değil, ancak sizsinizdir.

14. İşte size bir uyarı yaptım, bir ateş haber verdim ki alevlendikçe alavlenir, köpürdükçe köpürür.

TELEZZÂ, muzari (geniş zamanlı) müennes bir fiil olup aslı "tetelezzâ"dır. Mâzi (geçmiş zaman) olsa idi, ateş mânâsına gelen nâr kelimesi müennes olduğu için denilmesi gerekirdi.

15. Bir ateş ki, ona ancak en azılı, en bedbaht olan yaslanır.

EŞKÂ'dan maksat kâfir olduğu anlatılmak için şununla tefsir edilip açıklanmıştır:

16. O ki yalanlamış Hak hidayetine yalan demiş ve yüz çevirmiştir. Doğruya yalan demiş, iltifat etmemiştir ki işte bu kâfirdir. İlâhî takdire göre en mutsuz, en bedbahttır. O ateşe yaslanıp kalacaktır. Yalanlamaksızın yüz çeviren fasık ise en bedbaht değil, sadece bedbahttır. O ateşe girerse de yaslanıp kalmaz.

17. O en takvalı olan, yani hem küfürden hem günahtan korunan en müttaki ise, o ateşten uzaklaştıkça uzaklaştırılacak, çok uzaklaştırılacaktır. Çünkü o, ona yaslanıp kalmak şöyle dursun, asla girmeyecek, üzerinden kolaylıkla geçip cennete gidecektir.

18. O en takvalı kişi ki malını verir, temizlenir, feyiz alır, kurtuluşa erer. Yahut hal cümlesi olduğuna göre, temizlenmek üzere, yani Allah katında temizlenip artmak üzere malını verir.

19. Ve onda başka bir kimsenin bir

nimeti yoktur ki karşılığı, mükafatı verilecek olsun, yani hiç kimseye borçlu ve minnet altında kalmış değildir ki verirken ona karşılık olarak versin. Yahut herhangi bir kimseye verdiği vergiyi ondan bir karşılık, bir mükafat bekliyerek vermez.

20. Ancak yüce Rabbinin rızasını aramak için verir, işin bu yönünü gözetir. Onu bulacak mı? denirse:

21. Yemin olsun ki, o muhakkak hoşnut olacaktır. kelimesinin başındaki yemin veya başlangıç için; olayın gelecekte gerçekleşeceğini bildirmek içindir. "hoşnut olacak" fiilinin fail zamiri, "takvalı kişi"yi de "Rabb"i de gösterebilir. Çokları bu zamirin "takvalı kişi"nin yerini tuttuğunu daha açık görmüşler, "o takvalı kişi Rabb'inden hoşnut olacak" demişlerdir ki, Rabb'inin aradığı rızasını bulup razı oluncaya kadar nimet ve ihsanına erecektir demek olur. İmam Razî, bu zamirin "Rab" kelimesinin yerini tutmasının daha yakın ve daha beliğ olduğunu, çünkü kul için yüce Allah ' ın rızasının kulun kendi rızasından daha mükemmel olduğunu söylemiştir ki, Rabb'i de ondan razı olacak, rızasına erdirip onu razı ettiği kullarından kılacaktır. Yüce Rabb'inin rızasını arayan o en takvalı kul da daha önce Rabb'inden razı olduğu gibi aradığı rızaya erip aynı zamanda kendisinden de razı olunan bir kul olarak vasfı gerçekleşecektir demek olur. "Allah'ın rızası hepsinden büyüktür. İşte asıl büyük kurtuluş da budur." (Tevbe, 9/72)

Hakim, sahih diye Amir b. Abdillah b. Zübeyr'den, baba sından rivayet etmiş, demiştir ki: Ebu Kuhafe, oğlu Hz. Ebubekir'e: Görüyorum ki, birtakım zayıf köleleri azat edip duruyorsun. Madem ki bunu yaptın, bari kuvvet olacak ve önünde duracak birtakım yiğit adamlar azat etseydin." demişti. O da: Babacığım, "B e n ancak murat ettiğimi istiyorum." dedi. Bunun üzerine "Malını Allah yolunda verip takva yolunu tutana gelince..." âyetinden "Onda hiç kimsenin, karşılığı verilecek bir nimeti yoktur." âyetine kadar olan âyetler indi.

İbnü Cerir der ki: Hakkında eser bulunanların en sahihi şudur: Demişlerdir ki: Bu Ebubekir (r.a.) azat ettiklerini azat etmesi sebebiyle onun hakkında indi. Bana Muhammed b. İbrahim Enmati anlattı. Ona da Harun b. Maruf, Bişr b. Seri, Mus'ab b. Sabit ve Amir b. Abdillah kanalıyla gel m iş. Amir demiş ki: Bana babamın anlattığına göre, âyeti Hz. Ebubekir es-Sıddık hakkında indi.

Bana Abdu'l-A'lâ anlattı. Ona da Ma'mer'den rivayet ederek Sevr anlatmış. Ma'mer demiş ki: Bana Saîd, Katade'den naklederek şöyle haber verdi: âyeti Ebubekir es-Sıddık (r.a.) hakkında indi. Bazı insanları kendilerinden ne bir karşılık ne de teşekkür beklemeden azat etmişti. Bunlar altı yahut yedi kişi kadar idi ki Bilal ve Amir b. Füheyre bunlardandı.

İbnü Ebi Hatim, Ebu'ş-Şeyh ve İbn Asakir İbnü Mes'ud'un şöyle rivayet ettiğini tesbit etmişlerdir: Hz. Ebubekir Bilal'i, Ümeyy b. Halef'ten bir hırka ile dörtyüz dirheme satın alıp azat etti. Yüce Allah da âyetlerini indirdi. Allah onlardan, onlar da Allah'tan razı oldu.

Şimdi bu sûreyi de Duha, İnşirah ve Tin sûreleri takip edecektir.

LEYL SÜRESİ(Muhammed ESED)

İttifakla ilk vahiylerden biri olarak kabul edilen ve çoğunlukla kronolojik sıralamada dokuzuncu sıraya yerleştirilen bu sure, adını ilk ayetinde geçen “gece” (leyl) kelimesinden almaktadır.
1 DÜŞÜN [yeryüzünü] karanlığa boğan geceyi, 2 ve aydınlığı yükselten gündüzü!
3 Erkeğin ve dişinin yaratılışını düşün!1
4 Gerçekte, [ey insanlar,] siz çok çeşitli hedefler2 peşindesiniz!
5 Her kim [başkaları için] harcar ve Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşırsa, 6 ve nihaî güzelliğin/iyiliğin gerçekliğine3 inanırsa, 7 işte onun için [nihaî] huzur ve rahatlığa giden yolu kolaylaştıracağız.4
8 Cimrilik yapana ve kendi-kendine yeterli olduğunu zannedene5, 9 ve nihaî güzelliği/iyiliği yalanlayana gelince, 10 onun için zorluğa ve sıkıntıya giden yolu kolaylaştırırız: 11 bakalım serveti onu koruyacak mı6 [mezarına] girdiği zaman?
12 BAKIN, Bize düşen doğru yolu göstermektir; 13 ve hem öteki dünya, hem de [hayatınızın] bu ilk bölümü [üzerindeki hakimiyet] Bize aittir:7
14 İşte, sizi alevler saçan ateşe karşı uyarıyorum; 15 [öyle bir ateş ki] kimse girmez, en onulmaz azgınlar dışında, 16 hakikati yalanlayan ve [ondan] yüz çeviren (azgınlar).
17 Ama, Allah'a karşı sorumluluğunun bilincinde olanlar (ateşten) uzak kalacak: 18 arınmak için servetini [başkalarına] harcayanlar, 19 gördüğü bir iyiliğin karşılığı olarak değil,8 20 ama yalnızca yüce Rabbinin rızasını kazanmak için: 21 işte böyleleri de, zamanı geldiğinde sevinci tadacaklar.

DİPNOTLAR
1 Lafzen “erkeği ve dişiyi yaratmış olanı [veya “yaratanı”] düşün”, yani erkek ile dişi arasındaki farklılığı oluşturan unsurları. Bu, gece ve gündüz, aydınlık ve karanlık sembolizmi ile birlikte -önceki surenin ilk on ayeti gibi- bütün tabiatta mevcut olan kutupluluğa ve dolayısıyla, insanın hedeflerini ve saiklerini karakterize eden (sonraki ayette sözü edilecek olan) çift kutupluluğa bir işarettir.
2 Yani, hem iyi hem de kötü hedefler (karş. 91:8, not 6) -zımnen, “ve yaptıklarınızın sonuçları da, zorunlu olarak çok çeşitlidir”.
3 Yani, zamandan ve sosyal şartlardan bağımsız ahlakî değerlere ve dolayısıyla, “ahlakî vecîbe” olarak tanımlanabilecek olanın mutlak geçerliliğine.
4 Bkz. 87:8, not 6.
5 Karş. 96:6-7.
6 Yahut (doğrudan bir ifade ile): “serveti onu korumaz...” vd.
7 Bu ifade, insanın bu dünyadaki ve öteki dünyadaki hayatının, süregelen aynı olgunun iki safhasından ibaret olduğu gerçeğini vurgulamaktadır.
8 Lafzen, “O'nun nezdinde hiç kimsenin karşılığı ödenecek bir iyiliği yoktur”. Bu ibare, en geniş anlamıyla, geleceğe yönelik bir karşılık beklentisini de kapsamaktadır.