28 Temmuz 2007 Cumartesi

BURUC SÜRESİ(MEVDUDİ)

Adı: Surenin adı ilk ayette geçen 'buruc' kelimesinden alınmıştır.

Nüzul zamanı: Muhtevasından da anlaşılacağı gibi sure, dinlerinden dönmeleri için Mekkeli müşriklerin müslümanlara şiddetli bir şekilde zulmettikleri ve onlara her türlü azabı reva gördükleri bir dönemde inmiştir.

Konu: Bu surede kâfirler müslümanlara yaptıkları işkencenin kötü sonuçlarıyla uyarılmakta ve müslümanlar 'şayet uğradığınız işkencelere sabır ve metanet gösterirseniz, bunun karşılığında büyük bir ecir görürsünüz. Allah (c.c.) bu zalimlerden intikamını muhakkak surette alacaktır' denilerek müjde verilmektedir.

Surenin girişinde ilk olarak Ashab-ı Uhdudun kıssası beyan edilmektedir. Onlar ki, sadece imanlarından ötürü mü'minleri ateş dolu hendeklere atarak diri diri yakmışlardı. Bu kıssada hem kâfirlerin hem mü'minlerin ibret almaları için dersler vardır. Birincisi, Ashab-ı Uhdud, sadece iman ettikleri için müslümanlara zulüm etmiş, onları diri diri yakmış ve nasıl Allah (c.c.) tarafından lanetlenerek azaba müstehak olmuşlarsa, şimdi de Mekke'nin ileri gelenleri aynı tavır içindedirler ve onlar da aynı sona, aynı azaba müstehak olacaklardır. İkincisi, o zamanki müslümanlar ateşin içinde yanmayı kabul etmişler ama nasıl imanlarından dönmeyi kabul etmemişler ise, aynı sabır ve metaneti Mekke'deki müslümanlar da göstermeli ve hiçbir zulüm, işkence onları dâvâlarından vazgeçirmemeli, hiçbir surette zaaf içine düşmemelidirler.

Üçüncüsü, kâfirler, sırf Allah'a iman ettikleri için müslümanlardan nefret etmektedirler ve Müslümanlar ise imanlarında ısrarla diretmektedirler. İki grup da bilmelidir ki, Allah (c.c.) herşeye kâdirdir, yeryüzünün ve gökyüzünün sahibidir ve zâtı hamde layıktır. İki grubun da tüm davranışlarını görmektedir. Şüphesiz kâfirlerin gideceği yer cehennemdir. Ancak bu yaptıklarından ötürü, ayrıca onlar için bir ateş azabı daha vardır. Şu da kesindir ki, müslümanların gideceği yer de cennettir ve bu onlar için büyük bir başarıdır. Daha sonra kâfirler, Allah'ın yakalayışının çok çetin olduğu hatırlatılarak uyarılıyorlar: Şayet siz kendi güç ve kuvvetinize güveniyorsanız bilin ki Firavun ve Semud kavmi sizden daha da güçlüydüler. Onların ordularının sonuna bakın ne oldu? İşte bundan da ders alın! Allah'ın kudreti sizi her tarafınızdan kuşatmıştır ve siz ondan kaçamaz ve kurtulamazsınız. Kur'an'ı inkâr etmektesiniz ama O'nun yazdığı hiçbir şey değişmez, bu kesin bir gerçektir ve bunu hiç kimse inkâr edemez. O levh-i mahfuz'da kayıtlıdır.

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1 Burçları olan göğe1 andolsun,

2 O vadedilen güne,2

3 Şahid olana (görene) ve şahid olunana3 (görülene).

4 Kahrolsun Ashab-ı Uhdûd

5 'Tutuşturucu-yakıt dolu o ateş,'

6 Hani kendileri (ateş hendeğinin) çevresinde oturmuşlardı.

7 Ve mü'minlere yaptıklarını seyrediyorlardı.4

8 Kendileri onlardan, yalnızca 'üstün ve güçlü olan,' öğülen Allah'a iman ettiklerinden dolayı intikam alıyorlardı.

9 Ki O (Allah), göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Allah (c.c.) her şeyin üzerinde şahid olandır.5

10 Gerçek şu ki, mü'min erkeklerle mü'min kadınlara işkence (fitne) uygulayanlar sonra da tevbe etmeyenler (yok mu); işte onlar için cehennem azabı vardır ve yakıcı azab onlar içindir.6

AÇIKLAMA

1. Ayetin aslında (zati'l-büruc) yani burçlara sahip olan ifadesi geçmektedir. Bazı müfessirler bunun anlamını, eski astrologlara dayanarak 12 burç şeklinde anlamışlardır. İbn Abbas, Mücahid, Katade, Hasan Basri, Dahhak ve Süddi'ye göre buruç gökyüzündeki yıldızlar ve gezegenlerdir.

2. Yani kıyamet gününe

3. Şahidlik eden ve şahidlik edilenler hakkında müfessirler tarafından birçok görüş ileri sürülmüştür. Ancak benim anladığıma göre, şahidlik eden ifadesiyle kıyamet günü hazır bulunanlar, şahidlik edilenler ifadesi ile de kıyamet günündeki dehşetli manzaralar kastolunmaktadır. Aynı zamanda bu görüş Mücahid, İkrime, Dahhak, İbn Nûcî ve diğer müfessirlere aittir.

4. Ashab-ı Uhdud ile müslümanları ateş dolu hendeklere atarak diri diri yakan kimseler kastedilmektedir. Onları yakarlarken bir de seyrederek eğlenmişlerdir. "Vay onların haline!" Yani onlar lanetlenmişler ve Allah'ın azabına müstehak olmuşlardır. Bu hususun teyidi için üç şey üzerine yemin edilmiştir:

1) Burçlara sahip olan gökyüzüne

2) Kıyamet gününe

3) Kıyamet gününün dehşetli manzaralarına, ki ona her mahluk şahid olacaktır.

Birincisine yemin edilmektedir. Çünkü Allah (c.c.) mutlak kudret sahibidir, yeryüzüne ve gökyüzüne hükmedendir. Zavallı insan O'ndan nasıl kaçabilir?

İkincisine de yemin edilmektedir; çünkü, bu dünyada zulmedenler iyi bilmelidirler ki, o gün çok uzak değildir. Müslümanlar insaf ve adaletle karşılaşırlarken, kâfirler işledikleri cürümlerin cezasını çekeceklerdir.

Üçüncüsüne yemin edilmekle, kâfirlerin çaresiz Müslümanları ateşe atarak seyretmeleri ve eğlenmelerine karşılık, kıyamet günü de herkesin onları seyredecekleri ve eğlenecekleri anlatılmak isteniyor.

Kâfirlerin müslümanları ateş dolu hendeklere atarak katletmeleri hakkında bir çok rivayetler nakledilmiştir. Tüm bu rivayetler bu tür hadiselerin insanlık tarihi boyunca birçok kez meydana geldiğini göstermektedir.

1) Bir Hadis-i Şerif'te Süheyb el-Rumî Rasûlullah'tan (s.a) şöyle bir rivayette bulunmuştur: "Bir Kral ve bir sihirbaz vardı. Sihirbaz çok yaşlandığı için bir gün Kral'a 'bana bir genç verin de onu yetiştireyim' diye arzeder ve bunun üzerine Kral da bu iş için bir genç görevlendirir. Ancak bu genç, sihirbazın yanına giderken, yolu üzerindeki bir rahibe (galiba hristiyanlığa mensup birine) uğradı.

Böylece ondan feyz alarak iman ehli olmuştu. Onun elinden körler ve cüzzamlılar şifa bulmaya başladılar. Fakat Kral'a bu gencin dininden döndüğü haber verilince, Kral öfkelendi ve ilk önce rahibi öldürdü, sonra da genci öldürmek istedi. Ancak gence hiçbir şey tesir etmiyordu. Sonunda genç Kral'a şöyle söyledi: "Şayet beni öldürmek istiyorsan, halkı topla ve bana ok atarken "Bu gencin Rabbinin ismiyle" de. Ben ancak o zaman ölürüm! Kral da böyle yaparak genci öldürdü. Halk tüm olanları gördükten sonra 'bu gencin Rabbine iman ettik' dediler. Bunun üzerine Kral'ın müşavirleri 'korktuğumuz husus başımıza geldi. Bu halk bizim dinimizi bırakarak, o gencin dinini kabul etti.' deyince Kral oldukça kızdı ve yolların kenarlarına hendekler kazdırarak, içinde ateş yakmalarını emretti. O gencin Rabbine iman edenlerden dönmeyenleri ateşe attırıyordu. (İmam Ahmet, Müslim, Neseî, Tirmizi, İbn Cerir, Abdurrezzak İbn Ebi Şeybe, Tabarânî, Abd bin Humeyd)

2) Hz. Ali'den (r.a) rivayet olunduğuna göre, İran Kisrâsı, birgün içkiden dolayı sarhoşken, kendi kızkardeşi ile zina etmiş ve ikisi arasındaki ilişki devam etmişti. Bu haber halk arasında yayılınca, Kisrâ, 'Tanrı kızkardeşlerle evlenmeyi helâl etti.' diye ilan etmiş, halk da buna karşı çıkınca azab etmeye, hatta onları ateş dolu hendeklere atarak öldürmeye başlamıştı. Hz. Ali, Mecusilerde, kızkardeşle evlenmenin o zamandan başladığını söyler. (İbn Cerir)

3) İbn Abbas da buna benzer bir olayı (galiba İsrâiliyata dayanarak) şöyle nakletmiştir: "Babilliler, İsrailoğulları'nı Hz. Musa'nın dininden dönmeleri için zorladılar ve dinlerinden dönmeyenleri ateş dolu hendeklere attılar. (İbn Cerir, Abd bin Humeyd)

4) Bu olaylar içinde en meşhuru Necran hristiyanlarının başına gelendir. Bunu İbn Hişam, Taberî, İbn Haldun ve Mu'cem-ul-Buldan'ın sahibi ile diğer müslüman tarihçiler rivayet ederler. Bu olayın özeti şöyledir:

Himyer (Yemen) Kral'ı Tuban Esed Ebu Karib, bir defasında Medine'yi ziyaret etti. Orada yahudilerle temas ederek, dinini değiştirdi ve yahûdi oldu. Beni Kurayza'dan (yahûdilerin Medine'deki kollarından biri-çev) iki yahûdi alim alarak Yemen'e getirdi. Böylece orada yahûdiliği yaymaya başladılar. Daha sonra oğlu Zûnuvas tahta geçer ve Necrân'ı (Arabistan'ın güneyinde hristiyanların en kuvvetli merkezlerinden biriydi) ortadan kaldırmak için hücum ederek oranın halkını yahûdi olmaları için zorlar. (İbn Hişam bunların Hz. İsa'nın gerçek dini üzerinde bulunduklarını söyler) Zûnuvas Necran'ı ele geçirdikten sonra halkı yahûdiliğe davet edince, halk bu daveti reddetti.

O da bundan dolayı birçok kimseyi, ateş dolu hendeklere atarak yaktı ve bir çoğunu da katletti. Toplam 20.000 kişi öldürüldü. Necran ahalisinden bir şahıs, dost Zûsaliban'a gitmeyi başardı. Bir rivayete göre Rum Kayseri'ne gitti, yine bir başka rivayete göre ise Habeşistan Kral'ı Necaşi'ye giderek, bu zulmü ona anlattı. Birinci rivayete göre Rum Kayseri Habeşistan kralı'na mektup yazdı. İkinci rivayete göre ise, Necaşi, Rum Kayseri'ne deniz kuvvetleri göndermesi için ricada bulundu. Sonunda Habeşistan, Uryat isimli bir komutanın emri altında 20.000 askeri Yemen'e gönderdi. Zûnuvas öldürülerek yahûdi hakimiyeti ortadan kaldırıldı ve Yemen Habeşistan sınırlarına dahil edildi.

İslâm tarihçilerinin açıklamaları bu olayı sadece tasdik etmekle kalmaz, ayrıca ayrıntılı bir biçimde bilgi de verirler. Yemen ilkin M. 340 Yılında hristiyanların eline geçti ve M. 378'e kadar hakimiyetleri devam etti. O zaman hristiyan misyonerler Yemen'e geldiler. Bu dönemde zahid, mücahid ve iman sahibi bir hristiyan seyyah olan Faymiyun, Necran'a geldi ve halka putlara tapmaktan vazgeçmeleri için tebliğ etmeye başladı. Bu tebliğ sayesinde Necran halkı hristiyanlığı kabul etti. Necran'ı üç kişi idare ediyordu. Biri o kabilenin başkanlığını, dışişlerini ve askeri işlerini yürüten Seyyid, ikincisi içişlerini yürüten Akib, üçüncüsü dini işleri idare eden Papaz. Güney Arabistan'da Necran önemli bir stratejik konuma sahipti. Aynı zamanda ticaret ve sanayi merkeziydi. Sûnî ipek, deri ve silah sanatları revaçtaydı, ayrıca Yemen cübbesi de meşhurdu. Bundan da anlaşılıyor ki Zûnuvas, sadece dinî endişelerle değil siyasi ve ekonomik nedenlerle Necran'ı işgal etmek için yola çıkmıştı. Necran'ın Seyyidi Harise hakkında bir süryâni tarihçisi olan Haritas şöyle yazar: "Zûnuvas onu katletti ve onun iki kızını öldürdükten sonra, kızlarının kanını içmesi için karısı Roma'yı zorladı. Sonra onu da katletti. Papaz Paul'un mezarını kazdırdı ve kemiklerini ateşe attırdı. Ateş dolu hendekler içinde kadınları, erkekleri, çocukları, papaz ve rahipleri yaktılar. Toplam 20.000'den 40.000'e kadar insan telef oldu." Bu olay M. Ekim 523'de vukû buldu. Nihayet M. 525'de Habeşistan Yemen'e saldırarak Zûnuvas'ın Himyer saltanatına son verdi. Hüsni Gurap'ta (Yemen'de bir bölge) yapılan arkeolojik araştırmalar sırasında birtakım levhalar bulunmuş ve bunların üzerindeki yazılardan bu olayları aydınlatıcı bilgiler elde edilmiştir.

M.6. yüzyılda hristiyanların çeşitli kitaplarında Ashab-ı Uhdud hadisesi zikredilmiş ve bizzat görenler tarafından ayrıntılı bir biçimde nakledilmiştir. Şahidlerden bazıları anlatma yolunu seçerken, bazıları da bizzat yazmışlardır. Şu üç kitabın yazarı da o dönemde yaşamışlardır.

Birincisi Prokopiyus, ikincisi Cosmos Indcopleustis (bu Necaşi'nin (Elesboan) emri ile o zaman Batlamyus'un Yunanca kitabını tercüme ediyordu. Habeşistan'ın sahil şehri Andolis'te oturuyordu). Üçüncüsü Johannes Mala'dır ve ondan sonra da bir çok tarihçi bu olayı nakletmiştir. Daha sonraları Johannes of Ephesus (öl. 585) yazdığı kitap olan Kanisa Tarihi'nde Necran hristiyanlarının ateşe atılmaları hadisesi hakkında, Simeon'un, Dercila'nın başkanı Abbot von Gabula'ya yazdığı bir mektubu nakleder. Papaz Simeon, bu hadiseyi bizzat görenlerden (Yemenli'lerden) rivayet etmiştir. Bu mektup ayrıca M. 1881 ve M. 1890'da 'Hristiyan Şahidlerinin Hayatı' adlı bir kitapta yayınlanmıştır. Yakubî Patriarch Dionusisus ve Zacharia of Mitylene sûryani lisanında basılan kitaplardan nakletmişlerdir. Yakub Surucî de Necran hristiyanları hakkında bilgi vermiştir. Erreha (Edessa) Papazı Pulus, Necranlı hristiyanların katledilmeleri dolayısıyla bir mersiye de yazmış ve bu mersiye günümüze kadar gelmiştir. Süryani lisanında yazılmış kitabın İngilizce tercümesi (Book of the Himyarites) müslüman tarihçilerin açıklamalarını onaylamaktadır. British Museum'da bu devirle ilgili Habeşistan'dan gelen birtakım vesikalar bulunmaktadır ve bu vesikalar da hadiseyi doğrulamaktadırlar. Filbî, kendi seyahat kitabında (Arabian Highlanda) Necranlıların Ashab-ı Uhdud olayının geçtiği yeri hâlâ bildiklerini yazmaktadır. Ummi Hark'ın yanında bir tepe üzerinde bazı resimler de bulunmaktadır. Ayrıca Necran'daki Kâbe'nin yeri de Necran halkı tarafından bilinmektedir. Habeşistan hristiyanları Necran'ı ele geçirdikten sonra buraya Kabe şeklinde bir mabed inşa etmişler ve Mekke'deki Kabe-i Muazzama yerine bunu dinî merkez kılmak istemişlerdir. Buranın papazları başlarına sarık sararlardı. Ayrıca bu mabedi 'Haram' (kutsal-çev-) ilân etmişlerdi. Roma buraya mâlî yardımda bulunuyordu. Mabedin papazları Rasulullah (s.a) ile münazara yapmak için Mekke'ye gelmişlerdir. Bu meşhur münazara Al-i İmran-61'de zikredilmiştir. Daha fazla bilgi için bkz. Al-i İmran. an: 29-55.

5. Bu ayetlerde Allah'ın sıfatları beyan edilmiştir. Çünkü ancak bu sıfatlara sahip olan bir zat inanılmaya layıktır. Onlar ki, Allah'a iman edenlerden nefret etmektedirler ve onlar ancak zalimlerdir.

6. Yani cehennemde görecekleri azabtan ayrı bir ateşe daha gireceklerdir. Çünkü onlar mazlumları ateş dolu hendeklere atarak diri diri yakmışlardır. Herhalde bu ateş cehennemdeki ateşten farklı ve daha şiddetli olacağı için, bunlar oraya atılacaklardır.

11 Şüphesiz iman edip de salih amellerde bulunanlara gelince; onlar için de altından ırmaklar akan cennetler vardır. İşte büyük 'kurtuluş ve mutluluk' budur.

12 Doğrusu, Rabbinin 'zorlu yakalayışı' şiddetlidir.

13 Çünkü O, ilkin var eden, (sonra dirilterek) döndürecek olandır.

14 O, çok bağışlayandır, çok sevendir.

15 Arşın sahibidir; Mecid (pek yüce)dir.

16 Her dilediğini yapıp-gerçekleştirendir.7

17 Orduların haberi sana geldi mi?

18 Firavun ve Semûd (ordularının)?8

19 Hayır; küfretmekte olanlar, (kesintisiz) bir yalanlama içindedirler.

20 Allah ise, onları arkalarından sarıp-kuşatmıştır.

21Hayır; o (Kitap), 'şerefli-üstün' olan bir Kur'an'dır;

22 Levh-i Mahfuz'dadır.9

AÇIKLAMA

7. Affedicidir denilerek ümit kapısı açık bırakılmıştır. Şayet bir kimse günah işlemekten vazgeçerek tevbe ettiği takdirde Allah'ın rahmetinden yararlanabilir. Seven denilerek Allah'ın mahlûkatını sevdiği ve onlara eziyet etmekten hoşlanmadığı, ancak ne zaman insanoğlu isyanda ısrar ederse, o vakit onları cezalandırdığı anlatılmak isteniyor.

Arşın sahibi ifadesi ile de, insanoğlunun yeryüzü ve gökyüzünün, yani kainatın tek sahibinin Allah (c.c.) olduğu ve bütün saltanatın ona ait bulunduğu ve O'na isyan edenlerin O'ndan kaçamayacakları kastediliyor. Ve Yüce'dir denilerek insanoğluna aciz bir varlık olduğu hatırlatılıyor. Sizi yaratana karşı gelmeye nasıl cüret edebiliyorsunuz? En sonunda ise O istediğini yapandır! buyuruluyor. Yani kainatta hiç kimse Allah (c.c.) gibi güçlü değildir. O'nun iradisine karşı çıkabilecek ve O'na engel olabilecek hiç kimse yoktur.

8. Burada, dünyada kendini güçlü ve kuvvetli sanan gruplara hitap edilerek, 'sizden önce kendini güçlü ve kuvvetli zannederek isyan eden grupların sonlarının ne olduğu hakkında bir bilginiz yok mu' diye onlara ikazda bulunuluyor.

9. Yani Kur'an, yazılmış ve müstakil bir levh-i mahfuz'da korunmaktadır. Onda hiçbir şey değişmez ve ne yazılmışsa o gerçektir. Tüm kainat onu yok etmek istese dahi birşey yapamazlar.

BURUC SÜRESİ(Seyyid KUTUB)

1- Burçları olan göğe.

2- Vaad edilen güne.

3- Şahitlik edene ve şahitlik edilene andolsun ki.

Sure uhdud olayına geçmeden önce bu yeminlerle başlamaktadır: "Burçları olan göğe." Bunlar yıldızları ya olağanüstü, ki göğün büyük burçları yani dikilmiş saraylarıdır. Nitekim Allahu Teala buyuruyor ki: "Göğü kudretle biz kurduk ve biz şüphesiz genişleticiyiz." (Zariyat 47) Başka bir ayette de buyuruyor ki: "Ey inkarcılar! Sizi yaratmak mı daha zordur, yoksa göğü yaratmak mı? Ki Allah onu bina etmiştir." (Naziat 27-28) Ya da bu cisimlerin hareketleri sırasında uğrayıp geçtikleri konaklardır. Yani bunlar, yıldızların gökte şaşmadan izledikleri yörüngeleri ve sahalarıdır. Bunlara işaret edilmesi genişliği ve büyüklüğü çağrıştırmaktadır. Bu giriş bölümünde verilmek istenen mesajda budur.

"Vaad edilen güne." Bugün dünya olaylarının ayrıştırılacağı, yeryüzünün ve ondaki herşeyin hesabının dürüleceği gündür. Bugün yüce Allah'ın geleceğini vaad ettiği gündür. O gün hesap ve ceza günüdür. Sürtüşmeleri ve davaları o güne ertelemiştir. O gün tüm yaratıkların beklediği ve işlerin nasıl sonuçlanacağını görmek için gözetlediği büyük bir gündür.

"Şahitlik edene ve şahitlik edilene." Bütün işlerin sergilendiği ve bütün yaratıkların hazır bulunduğu bu günde herşey, gözler önüne serilecektir. Ve herkes bunlara şahit olacaktır. Herşey öğrenilecek, gizlilikler açığa çıkarılacaktır. Hiçbir şey onları kalblerden ve gözlerden gizleyip saklayamayacaktır.

Burçları barındıran, gök, vaad edilen gün, şahit olan ve şahitlik olunan herşey mükemmel bir uyum içinde bundan sonra sözkonusu edilen uhdud olayı ile bütünleşmektedir. Onunla ilgilenmekte onun etrafında toplanmakta, büyüklüğü karşısında bakakalıp dehşetle seyretmektedir. Ayrıca bu olayın içine yerleştirildiği, kapsamlı ve geniş gerçekler konusunda mesajlar sunmaktadır. Haklılığı burada belirlenmekte ve hesabı burada kapatılmaktadır. Burası hiç şüphesiz yeryüzünden daha büyük dünya hayatının alanından ve sınırlı olan süresinden daha uzundur.

Bu atmosfer oluşturulduktan ve bu zemin hazırlandıktan sonra kısa dokunuşlarla olayın sergilenmesine geçilmektedir.



4- Hendekleri hazırlayanların canı çıksın.

5- Bol yakıtı olan ateşi oralara dolduranların .

6- Hani onlar hendeklerin başında oturuyorlardı.

7- Müminlere yaptıkları işkenceleri seyrediyorlardı.

8- Müminlerden öç almalarının tek sebebi aziz övgüye lâyık Allah'a inanmalarıydı.

9- O Allah ki göklerin ve yerin sahibi olan Allah'a. Allah herşeye şahittir.

Olayın girişi hendeklerin sahiplerinden öç alınacağını gösteren bir işaretle başlamaktadır. "Hendeği kazanların canı çıksın." Bu, kızgınlığı gösteren bir sözdür. Allah'ın hem bu işe, hem de onu yapana karşı öfkelendiğini göstermektedir. Ayrıca Allah'ı öfkelendirecek kadar iğrenç olan bu davranışın çirkinliğini göstermekte ve Allah'ın onlardan mutlaka öcünü alacağını belirterek onları ölümle tehdit etmektedir.

Ardından hendeklerin açıklanmasına geçilmektedir. "Yakıtı bol olan ateştir o." Ayet-i kerimede geçen "uhdud" kavramı yerdeki hendek gibi çukurlardır. Bu hendekleri kazanlar, ayrıca onun içinde ateş yakınışlar ve onu ateşle doldurmuşlardı. Bu yüzden ateş kavramı, ifadede hendeklerden daha önplana çıkmaktadır. Böylece de tüm hendeklerde ateşin yükseldiği ve alevlerin canlandığı ifade edilmiş olunuyordu.

Hendekleri hazırlayanların canı çıksın. Onlar bu kızgınlığı ve öfkeyi hak etmişlerdi zaten. Onlar bu sadistliği işlemekle ve bu cinayete teşebbüs etmekle Allah'ın öc almasını hak etmişlerdi. "Bol yakıtı olan ateşi oralara dolduranların. Hani onlar hendeklerin başında oturuyorlardı." Bu onların konumlarını, durumlarını ve davranışlarını canlandıran bir ifadedir. Burada onlar ateşi yakıyor, inanmış kadınları ve erkekleri oraya atıyor ve daha sonra bu ateşin etrafında oturup seyrediyorlardı. Bu iğrenç kıyımın çok yakınında bulunuyor, işkencenin aşamalarını gözleri ile görüyorlardı. Ateşin vücutları yakmasını zevk alarak sadistçe seyrediyorlardı. Sanki onlar bu çirkin ve iğrenç sahneyi duygularına iyice yerleştirip nakşediyorlar, kazıyorlardı.

Halbuki müminlerin onlara karşı bir kötülükleri ve herhangi bir suçları yoktu: "Müminlerden öç almalarının tek sebebi sırf onların aziz övgüye layık Allah'a inanmalarıydı. O Allah ki göklerin ve yerin sahibi olan Allah'a. Allah herşeye şahittir." İşte onların suçu buydu. Allah'a iman etmeleri idi. Aziz, yani dilediğini yapabilen hamit, yani her durumda övgüye layık olan, cahiller O'na hamd etmeseler dahi özü itibarı ile övünmüş bulunan! Gerçekten inanılmaya ve ibadet edilmeye layık olan Allah'a inanmalarıydı. Çünkü göklerin ve yerin tek sahibi O'ydu. Herşeye şahid olan ve her varlığın kendi iradesine bağlı bulunduğu Allah'tı O. Sonra O hem müminlerin, hem de ateş kuyularını hazırlayanların yaptıklarına tanık oluyordu. Bu dokunuş müminlerin kalplerini huzura kavuşturmakta ve azgın, zorba zalimleri tehdit etmektedir. Çünkü Allah herşeye şahittir ve şahit olarak Allah yeter.

İşte bu kısa ayetlerle olayın sergilenmesi sona ermektedir. Bu ayetler yapılan işin çirkinliğini ve bu işi işleyenin iğrençliğini dile getiren, tiksinti ve nefretle kalpleri doldurmaktadır. Ayrıca olayın arka planındaki gerçekleri Allah katındaki değerini, hak ettiği öcü ve öfkeyi düşünmesi için de kalpleri harekete geçirmektedir. Bu kadarla sona ermeyen bir iştir bu. Ardında Allah'ın korkunç cezası vardır.

Olayın bu şekilde anlatılıp noktalanması ile kalb ürperti ile dolmuştur. Bu, sınava üstün gelen insanın, hayata karşı zafer elde eden inancın, bedenin eğilimlerinden ve dünyanın cazibesinden tamamén soyutlanan özgürlüğün verdiği ürpertidir. Müminler her türlü yenilgiye karşın hayatlarını kurtarma imkanına sahiptiler. Fakat inançta sebat ettikleri takdirde o ahirete gelinceye kadar dünyada kendi canlarını dahi nice şeyleri yitirirlerdi. Bunun yanında bütün bir insanlık da neler kaybederdi. Onlar bu büyük hakikati öldürmekle nice kayıplara uğrarlardı: inançsız hayatın değersizliği, tutsak yaşamanın anlamsızlığı, azgın güçlerin hem bedenlere egemen hem de ruhlara egemen olmalarının alçaklığını böylece ortaya çıkardı. Bu gerçekten değerli şerefli bir davadır. Gerçekten büyük bir hakikattır. Onların yeryüzündeyken kazandıkları bile gerçekten çok yücedir. Onlar bu yüceliği ateşin yakıcı alevlerini göze alarak bedenlerini yakarak bu değerli gerçeği zafere kavuşturarak, onu ateşle temizleyerek kazandılar. Bundan sonra onların da, azgın olan düşmanlarının da Allah katında verecekleri bir hesabı vardı. Nitekim surenin akışı gelip buna dayanmaktadır.



10- İnanmış erkek ve kadınlara işkence edip, sonra yaptıklarına tevbe etmeyenler, var ya. Şüphesiz onlar için cehennem azabı vardır. Yakıp kavuran azapta onlaradır.

11- inananlar ve iyi işler yapanlar için de altlarından ırmaklar akan cennetler vardır. İşte büyük kurtuluş budur.

Yeryüzünde ve şu dünya hayatında meydana gelenler asla yaşananların ve yolun sonu değildir. Sonucu oradadır. Herşeyi yerli yerince koyacak olan ceza ve mükafat ile müminleri ve azgınları birbirinden ayıracak gün gelecektir. Yüce Allah'ın belirttiği gibi mutlaka olacaktır:

"İnanmış erkek ve kadınlara işkence edip sonra yaptıklarına tevbe etme-yenler var ya şüphesiz onlar için cehennem azabı vardır. Yakıp kavuran azab da onlaradır."

Burada özellikle "yakıp kavuran" kavramı kullanılmaktadır. Halbuki bu cehennemle birlikte akla gelen bir niteliktir. Fakat ayette özellikle bu ifade kullanılmakta ve üzerine basılmaktadır. Böylece hendeklerdeki yakıp kavuran ateşin karşılığı verilmekte, o olayı gerçekleştiren olgunun kendisi kullanılmaktadır. Fakat bu yakıp kavuran ateş nerede? Cehennemin yakıp kavuran ateşi nerede? Ateşlerin alevleri ve müddeti arasında o kadar çok fark var ki! Dünyanın yakıp kavurması insanların yaktığı ateşle, ahiretin yakıp kavurması ise yaratıcı Allah'ın yaktığı ateş ile gerçekleşir. Dünyanın yakınası birkaç saniyeliktir. Hemen sona erer.,Ahiretin yakınası ise ebedidir, süresini Allah'tan başka kimse bilemez. Dünyanın yakınası ile beraber Allah müminlerden razı olmuş ve bu Şerefli dava zafere kavuşmuştur. Ahiretin yakınası ile beraber Allah'ın gazabı vardır. Alçaklık, iğrenç bir düşüklükle birlikte gelir.

iman edenlere ve ameli salih işleyenlere Allah'ın ikramda bulunacağı ve onlardan razı olacağı cennet ile ifade ediliyor. "İnanan ve iyi işler yapanlara için-de altlarından ırmaklar akan cennetler vardır." İşte gerçek kurtuluş budur. "İşte bu büyük kurtuluştur." Ayet-i kerimede geçen "fevz" kavramı kurtuluş ve başarma demektir. Sırf ahiretin azabından kurtulmak dahi büyük bir başarıdır. Altlarından ırmaklar akan cennetleri elde etmek ise bambaşka bir zaferdir.

Bu sonuç ile herşey yerli yerine konuyor. Duruşma yerinin son görünüşü de budur. Dünyada meydana gelen olaylar bu sürecin sadece bir kısmıdır. Herşey burada tamamlanmaz. İşte olaya getirilen bu birinci yorumun hedeflediği gerçekte budur. Böylece Mekke'deki Müslüman azınlığın ve asırlar boyunca sıkıntılara uğrayacak olan müminlerin kalplerine bu gerçek nakşedilmektedir.

Ardından açıklamalar devam etmektedir.



12- Doğrusu Rabbinin yakalaması şiddetlidir.

13- İlk yaratan ve tekrar yaratacak olan da O'dur.

14- O, bağışlayan ve sevendir.

15- Arş'ın sahibidir, yücedir.

16- İstediğini yapandır.

17- Sana orduların haberi geldi mi?

18- Firavun ve Semud'a ait orduların.

19- Doğrusu kâfirler bir yalanlama içindedirler.

20- Halbuki Allah onları artlarından kuşatmıştır.

21- Aksine, o şerefli bir Kur'an'dır.

22- Korunan bir levhada (levhi mahfuzda)'dır.

Burada yakalanmanın gerçek mahiyetinin ve şiddetinin ortaya konması geçen olayla uyum sağlamaktadır. Bu olayda basit, küçük bir yakalama manzarasını hem sergileyenler, hem de seyreden insanlar onu bu dünyada büyük birşey sanmışlardır. Halbuki asıl şiddetli yakalama, yüce Allah'ın kıskıvrak yakalamasıdır. Göklerin ve yerin maliki olan Cebbar'ın yakalaması. Belli bir zaman diliminde, dünyanın belli bir bölgesine egemen olan basit ve zayıf kulların yakalaması değil. ' .

"Doğrusu Rabbinin yakalaması..." şeklindeki ifade, bu söze muhatab olan Hz. Peygamber ile sözün sahibi olan Allah arasındaki bağı da dile getirmektedir. Rabb lığına teslim olduğun yaratıcın. Yardımına sığındığın, dayandığın denmiş oluyor. Azgınların müminlere işkence ettiği böyle bir ortamda bu bağın, çok büyük bir değeri vardır.

İlk yaratma ile tekrar yaratma genel anlamda. ilk yaratılışı ve ahiretteki dirilişi çağrıştırmakla birlikte bunlar, gecenin ve gündüzün her anında sürekli meydana gelen iki olaydır. Her an bir ilk yaratılış ve var etme söz konusudur. Her an bir tekrar diriliş, çürüyen ve ölenin yeniden dirilişi sözkonusudur. Evren bütünü ile sürekli bir yenilenme ve sürekli bir çürüme içindedir. İşte bu kapsamlı ve sürekli ilk yaratılış ve tekrar diriliş hareketi ışığında uhdud olayı ve apaçık sonuçları işin gerçeğinde ve takdirin hakikatında geçici bir mesele olarak gelip geçmektedir. Bu sürekli devam eden yenilenme ortamında tekrar diriliş için başlangıç ve bir başlangıç için yeni bir diriliş gereklidir.

Bağışlama önceki ayetlerde geçen "sonra da tevbe etmeyenler" sözü ile ilgilidir. Yani bağışlama Allah'ın sınırsız, hiçbir engel tanımayan rahmetinden ve coşkun lütuf ve ihsanından kaynaklanmaktadır. Bu tevbe edip dönüş yapan herkese açık bir kapıdır. Günah ne kadar büyük olursa olsun, isyan ne kadar aşırı olursa olsun... Sevgi ise müminlerin konumu ile ilgilidir. Herşeye rağmen Rabbini tercih eden müminlerin. Bu da yüce Allah'ın onlara karşı lütufkar, cömert ve yumuşak olduğunu ifade etmektedir. Yüce Allah'ın kendisini seven ve tercih eden kullarını yükselttiğini bu mertebeyi eğer yüce Allah kendisi ihsanı gereği açıklamasaydı kalemler O'nu tanıtmaktan aciz kalırlardı. Bu mertebe dostluk mertebesidir. Rabb ile kul arasındaki dostluk. Allah'ın kendisini seven, kendisine dost olan yakın kullarını sevmesidir. Zaten geçip gitmekte olan hayatı O'nun uğrunda feda etmeleri. Kısa bir dönemde söz konusu olan işkencelere katlanmaları, bu tatlı sevginin yanında nedir ki. Sevgilinin bu güzel davranışı yanında neyi ifade edebilir ki?

Bu dünyada bile yardakçılar, sahibinin ağzından çıkan cesaret verici bir söz veya onun yüzünde beliren bir hoşnutluk işareti ile canlarını tehlikeye atabiliyorlar. Halbuki o da bir kuldur, kendileri de birer kul. Bu durumda Allah'ın kulları neler yapmazlar ki. Allah'ın yüce ve değerli sevgisine mazhar olan bu insanlar O'nun uğrunda neler yapmazlar ki.

"Arşın sahibidir, yücedir."

Yüce arşın sahibinin, sevgili efendinin hoşuna giden, O'nu memnun eden bir işaret... O'nun rızasını elde etme uğrunda katlanılan her türlü acı, her türlü işkence basitleşmez mi?.. Değer verilen herşey ve hayatın kendisi basitleşmez, değersizleşmez mi? "İstediğini yapandır."

Bu yüce Allah'ın sürekli yürürlükte olan, sürekli işleyen bir sıfatıdır. Dilediğini kesinlikle yapandır. O sınırsız irade sahibidir. Dilediğini seçer. Dilediğini ve seçtiğini yapar. Bu sürekli böyledir. Bu O'nun yüce sıfatıdır.

Dilediği bir hikmetten dolayı bazen bu dünyada mü'minlerin üstün gelmelerini sağlar. Yine bir hikmet gereği fani bedenlerini feda edilerek imanın imtihana, işkenceye üstün gelmesini diler. Bazen yeryüzündeki zorbaları cezalandırmayı, bazen de onlara zamanı belirlenmiş gün gelinceye kadar mühlet vermeyi diler. Belirlediği kaderinin içinde hem bu yaptığının hem de diğer yaptığının birer hikmeti vardır. İşte bu da dilediğini yapmasının bir parçasıdır. Bu, hem buradaki olaya hem de gelmekte olan Firavun ve Semud olaylarına uygun düşmektedir. Tüm olayların ötesinde, hayatın ve evrenin ötesinde özgür irade ve özgür kudret gerçeği olduğu gibi kalmakta ve bütün bir varlık içinde işlemeye devam etmektedir. Dilediğini kesinlikle yapandır... İşte dilediğini yapmasının örneğini görüyoruz: "Sana orduların haberi gelmedi mi? Firavun ve Semud'a ait orduların." Bunlar Kur'an-ı Kerim'de sık sık söz konusu edildiklerinden muhatabların artık bildiği konular kabul edildikleri için sadece bir işaretle kendilerine değinilen iki uzun kıssadır. Kur'an onlara ordular adını vermektedir. Böylece onların kuvvetine ve hazırlığına işaret etmektedir. "Sana onların haberi geldi mi?" Ve Rabbinin onlara dilediğini nasıl yaptığını bildiren haber gelmedi mi sana?

Bunlar yapılan, özellikleri ve sonuçları açısından iki ayrı olaydır. Firavun olayında yüce Allah onu ve ordusunu mahvetmiş, israiloğullarını kurtarmış ve onları bir süre yeryüzüne hakim kılmıştır. Belirlediği ve dilediği bir hikmetini onlarla gerçekleştirmek için. Semud olayında ise yüce Allah onları toptan mahvetmiş, Hz. Salih'i ve onunla birlikte olan bir avuç inanmış insanı kurtarmıştır ve onların bundan sonra herhangi bir hakimiyetleri ve egemenlikleri olmamıştır. Sadece sapık bir kavmin zulmünden kurtulmuşlardır.

Bu iki olay irade ve dileme sıfatlarının işleyişinden birer örnektir. Ayrıca Allah'a çağırmanın ve bu yolda karşılaşılacak sürprizlerin, zorlukların tablolarından ikisidir. Bunun yanında üçüncü bir sınav biçimi uhdud olayında meydana gelmiştir. Kur'an-ı Kerim bunların hepsini Mekke'deki mümin azınlık ve daha sonra gelecek tüm inanmış nesiller için birer moral kaynağı olarak takdim etmiştir.

Surenin sonunda kesin ve güçlü iki vurgu yer almaktadır. Her biri bir gerçeği; son sözü ve son hükmü dile getirmektedir:

"Doğrusu kafirler bir yalanlama içindedirler. Allah onları artlarından kuşatmıştır."

Kafirlerin durumu ve gerçek halleri onların bir yalanlama içinde akşamlayıp sabahladıklarıdır. "Allah onları artlarından kuşatmıştır." Onlar ise kendilerini kuşatan Allah'ın cezası ve ilminden habersizdirler. Onlar her şiddetli bir tufanda etrafı kuşatılmış farelerden daha zayıf durumdalar!

"Aksine o şerefli bir Kur'an'dır. Korunan bir levhada (levhi mahfuzda)dır." "Mecid" kavramı yüce, Şerefli, köklü demektir. Allah'ın sözünden daha yüce daha üstün ve daha köklü ne olabilir? Allah'ın bu sözü korunmuş bir levhadadır. Biz bu levhanın yapısını kavrayamıyoruz. Çünkü bu sadece yüce Allah m bilebileceği gayb konularından biridir. Biz sadece ifadenin oluşturduğu gölgeden yararlanıyor ve kalblerde bıraktığı etkiden istifade ediyoruz. Bu da Kur'an-ı Kerimin korunduğunu değişmediğini, Allah'ın sözünün ele Alınan her konuda en son merci olduğunu telkin etmektedir. Bu sözün karşısında tüm sözler erir gider. Fakat bu söz korunmuş, muhafaza edilmiş bir biçimde tüm gerçekliğiyle kalır.

Nitekim Kur'an-ı Kerim uhdud olayında da sözünü söylemiş ve bunun ötesindeki gerçeği de gün yüzüne çıkarmıştır. Bu aynı zamanda söylenebilecek en son sözdür.

BURUC SÜRESİ(Muhammed GAZALİ)

"Burçlara sahip (olan) göğe andolsun." (Burûc: 1) Burûc, yani yıldızların üzerinden geçtiği yörüngelere yemin olsun.

"Va'dedilen güne andolsun." (Burûc: 2) Yani hesap gününe yemin olsun.

"(O gün) şâhidlik edene ve şâhidlik edilene (görenlere ve görülenlere) andol­sun." (Burûc: 3)

"Allah, melekleri ve elçileri insanlara şâhiddir. Öldürüldü, hendeğin (İçine atı­lan) adamları." (Burûc: 4)

Lanetlendiler ve helak oldular. Uhdûd; yerin kazılıp içine yakılacak maddelerin doldurulması, demektir. Yakılmaları için mü'minler oraya atıldılar. Gerçek şehidler beşer tarihinde çoktur. Amansız zulmün ise sının yoktur.

Bir nice şehidler tanıdım ve yaşayışlarında âdeta bu iş için yaratılmış olduklarını gördüm. Bu şehidler, bâtılı ve onu savunanları horlayıp hakir gördüler. Bu yolda can­larını hakka feda etmekten çekinmediler. Bu şehidlerden birinin ölümünden önce şöy­le bir konuşma yaptığım işitmiştim: "Hakta yok olmak, bekanın gözü olmaktır." Bu asrın ortalarında Filistin'de benim ortaya çıkmamı ve meydanda olmamı isteyen ba­zı gençler, benim ziyaretime gelmişlerdi. Şimdi o gençler gittiler ve bir daha dönme­diler. Onların kahramanlıkları, gidenler ve geride kalanlar için dillere destandı.

Zebanilerin, yanında çocuğu ile birlikte ateş dolu hendeğe götürdükleri mü'min bir kadının destanını okumuştum. Bu kadın, belki de çocuğundan ötürü, birazcık te­reddüt etmiş, bunun üzerine çocuğu annesine, "Sabret, sen hak üzeresin." demiş, pe­şinden ateşe atılmıştı.

İmanı yaymak için güzel bir imtihanla sınanan ve ölüme mahkûm edilen râhib bir delikanlının haberini okumuştum. Tanrılık iddiasında bulunan kral, o delikanlıyı, kendine tâbi olan birkaç askerini hükmü infaz etmek (öldürmek) için göndermişti. Deli­kanlı o askerlerden kurtulup yeniden kralın yanına döner ve: "Benim Rabbim senin adamlarından beni kurtardı." der. Bunun üzerine kral, delikanlıyı öldürtmek için bir başka askerlerle gönderir. Delikanlı onların ellerinden de kurtulur. Bu olay birkaç kez tekrar eder ama başarısızlıkla sonuçlanır. Bunun üzerine delikanlı krala der ki: "Beni öldürtmek mi istiyorsun?" Kral: "Evet" der. Delikanlı: "O zaman şehir halkını topla, onların gözleri önünde darağacı kurarak beni as. Bu delikanlının Rabbi olan Allah'ın adıyla diyerek okunu bana fırlat. Beni ancak öyle öldürebilirsin" der. Öyle yapar, oku fırlatır ve delikanlıyı öldürür. Ama bu delikanlı İle birlikte ilâhlık taslayan Fir'avn hu-râfeciliğini öldürür. Ahmak kral, kendi Hanlığının bittiğini anlar. Tarihçilerin aktardı­ğına göre, mü'minleri yakmak için ateşle dolu hendekler kazılmıştır.

"O yakıt doldurulup tutuşturulmuş ateş (hendeğinin adamları)! Onlar(ı yakan zâlimler, ateş dolu) hendeklerin başında oturmuşlardı. (İçine attıkları) mü'min-lere yaptıklarını seyrediyorlardı. Mü'minler sırf azîz, övgüye layık Allah'a inandıkları için onlar bu mü'minlerden öç almışlardı." (Burûc: 5-8)

Bir nice fertler ve cemiyetler, Allah yolunda ölmüş ve âhiret yurdunu kazanmış­lardır. Şu gelen âyette Allah, işledikleri cürümden vazgeçmeleri için Mekkelİlerden bozguncuları tehdit ediyor:

"Mü'min erkeklerle mü'min kadınlara işkence (fitne) uygulayanlar sonra da tevbe etmeyenler (yok mu?) İşle onlar için cehennem azabı ve (orada) yanma cezası vardır." (Burûc: 10)

Ceza amelin cinsine göredir. Bunun ardından sûre, korkacak olanlar korksun ve tevbe edecek olanlar etsin diye Allah'ın bir kısım celâl ve cemâl sıfatlarım zikrediyor:

"Doğrusu Rabbinin zorlu yakalayışı şiddetlidir. Çünkü O, ilkin var eden, (son­ra dirilterek) döndürecek olandır. O çok bağışlayandır, çok sevendir. Arşın sa­hibidir; Mecîd (pek yüce)dir." (Burûc: 12-15)

Bu Allah'ın sıfatlarıyla yapılan öğüt ve hatırlatma, geçmiş zorbaların yaptıkları­na kısaca işaret etmektedir. Allah bu zorbalara az bir müddet tanımış, sonra da onla­rı güçlü ve kuvvetli bir şekilde alıvermiştir: "Bu dünyada arkalarına lanet taktık. On­lar kıyamet gününde de kötülenmişler arasındadır." (Kasâs: 42) Şu gelen âyete bir göz atacak olursak zâlimlerin "cunûd (ordular)" olarak nitelendiğini görürüz:

"Geldi mi sana o orduların haberi? (Yani) Fir'avn ve Semûd (ordulann)ın?" (Burûc: 17-18)

Bu hüküm, cinayetten uzak normal bir hükümdür. Bela, iman ve iman ehlini boğ­mak isteyen ve dinin kendisinden aşırı zarar gördüğü askerî inkılaplarla artıp çoğalır.

BURUC SÜRESİ(Elmalılı Hamdi YAZIR)

Burçlu semâya yemin olsun. Vav, yemin içindir. Semâ-i Zâti'l-büruc; burçlu, yani burçlarla süslenmiş semâ demektir.

BÜRÛC, bilindiği gibi "bürc"ün çoğuludur. Bürc, aslında "görünen şey"

demek olup daha sonraları her bakanın gözüne çarpacak şekilde görünen yüksek köşk = kasr-ı âlî mânâsında hakikat olmuştur. Şehir surlarının, kalelerin yüksek yerlerine de aynı şekilde burc denilmiştir.

Bunlara benzetme yoluyla veya "görünme" mânâsıyla gökteki yıldızlara veya büyüklerine veya bazı yıldızların bir araya gelmesinden ortaya çıkan görüntülere de burc denilmiş ve özellikle, bildiğimiz oniki burçta yani Koç, Öküz, İkizler, Yengeç, Aslan, Başak, Terazi, Akrep, Yay, Oğlak, Kova ve Balık burçlarında hakikat olmuştur. Onun için astronomi ve yıldız ıstılahında burç deyimi altısı kuzeyde ve altısı güneyde olan bu onikisi için kullanılmış, diğerlerinde ise "suret" tabiri kullanılmıştır. (Furkân Sûresi'nde geçen "Gökte burçlar yaratan ve orada bir kandil ve nurlu bir ay yapan Allah'ın şanı ne yücedir."(Furkan, 25/61) âyetinin tefsirine bkz.)

Gökte bu oniki burcun bulunduğu sahaya "mıntıkatu'l-büruc" yani burçlar kuşağı (zodyak) ismi verilir. Burada İbnü Cerir gibi birçok âlim, burçları "oniki burç" ile tefsir etmişler, bazıları da "köşkler", bazıları "ayın menzilleri olan yıldızlar", bazıları "büyük yıldızlar, bazıları da "göğün kapıları" demişlerdir. Zemahşerî de şöyle der:

Bu, oniki burçtur. Bunlar teşbih (benzetme) üzere göğün köşkleridir. Ayın menzilleri olan yıldızlar da denilmiş. Yıldızların büyükleridir. Ortaya çıkıp göründükleri için bunlara bürûc ismi verildi de denilmiştir. Göğün kapılarıdır da denilmiştir.

Bunun özeti: Burçların birer köşk mânâsıyla tasvirini tercih etmektir. Bu mânâ benzetme yoluyla yıldızların hepsinde düşünülebilirse de yüksek yüksek apaçık oluşumlar görüntüsü veren yıldız toplumlarının kastedilmiş olması daha açıktır. Bu arada oniki burç bir itibari (varsayım) olmakla beraber en çok bu mânânın meşhur olması nedeniyle burçlar deyince hemen onlar akla gelmekte d ir. Bununla beraber bu zikredilen yorumlardan herbirinde özel bir fayda bulunduğu da açıktır. Hangisine göre düşünülürse düşünülsün, "burçlar sahibi gök" sözü, dünya göğünü en yüksek tabakasıyla ifade etmiş olur.

2. O vaad edilen güne yemin olsun ki bu, müminlere vaad olunan kâfirlerin de tehdid edildiği kıyamet günü, ceza günüdür.

3. Ve şehadet edene ve edilene yemin olsun ki.

Buradaki "şahid" ve "meşhud" kelimeleri, "hazır olma" mânâsına gelen "şühûd"dan da "şehadet"den de türemiş olabilir. Bundan dolayı burada birçok yorumlar yapılmış ise de en açık olan mânâ, o gün hazır olup da o kıyameti gören veya ondan şahitlik edecek olanlarla görülecek ve şahitlik edilecek olan korkunç olay ve vakaların hepsini kapsamış olmak üzere her hangi bir şahid ve meşhud olmasıdır. Dolayısıyla yüce Allah bu dünyanın en yüksek kısmı ile kıyamet gününe ve onun bütün kapsadığı şeylere yemin etmiştir.

Bu âyetlerle edilen yeminin cevabı yahut âyetleri olup, oradaki âyetler ara cümleleridir. Çünkü hemen bu yeminlerden sonra gelen âyetinde cevap alâmeti yoktur. Zira olumlu geçmiş zaman fiili yemine cevap olunca, başına gibi ve gelmesi gerekir. Ancak, "söz uzadığı zaman, "Elbette nefsini temizlikle parlatan kurtulmuştur." (Şems, 91/9) âyeti n de olduğu gibi bu iki takıdan birini söylememek caiz olabilirse de 'de bunların hiçbiri yoktur" denilmiş ise de, bazıları burada da yemin uzamış olduğu için takdirinde olarak 'ın söylenmemiş olmasının caiz olacağını söylemişler ve mânâ itibarıyla de b unu yakın bulmuşlardır. Lakin ve 'den ikisinin de zikredilmemiş olması düşünülmesi gereken bir durum olduğundan asıl cevabın söylenmemiş olup cümlesinin cevap yerine getirilmiş olmasının daha doğru olacağı da ifade edilmiştir. Sûrenin akışı kâfir l erin eziyetlerine karşı müminlerin imanda sabit tutulması ve müminlere eziyet edenlerin neticede "Ashab-ı uhdûd" gibi lanetlenip kahredileceklerini anlattığından asıl cevabın mânâsı şöyle olur: Müminler kâfirlerden görecekleri sıkıntı ve eziyetlere karşı i manlarında sabır ve sebat etmelidirler. Çünkü müminlere eziyet edenler neticede ezilip kahredileceklerdir.

4. Nitekim kahroldu o hendeğin sahipleri burada "kutile"'nin hakiki mânâda, yani "öldürüldü" mânâsında olması caiz görülmüş ise de manevi ölümü de kapsamış olmak üzere lanetlenmek, yani ilâhî rahmetten kovulmak suretiyle ezilmek ve başkasına ibret olacak şekilde cezalandırılmak mânâsına tefsiri daha uygundur.

UHDÛD ve HADD, yerde olan uzun hendek veya yarığa, bir de kamçı ile dövülen kimselerin bedenlerinde yol yol kan oturarak moraran kamçı yerlerine denir. Burada "bedel-i iştimâl" yoluyla şöyle açıklanıyor:

5. O ateş ki çıralı, tutuşturacak odunu çırası çok, yani o alevli ateşi kapsayan "uhdûd"un, o ateş hendeğinin sahipleri ki müminleri imanlarından vazgeçirmek üzere içine atmak için böyle ateş hendekleri yaptıklarından dolayı "Ashab-ı uhdûd" adını almışlar. Fakat kalplerdeki imanı bu şekilde yakmağa

çalışanlar başarılı olamamış, aksine lanetlenerek mağlup edilip ezilmişler ve adları kötüye çıkmıştır. Bunların kimler ve nerelerde olduğuna ve Yemen'de, Necran'da, Irak'ta, Şam'da veya Habeş'te mecusiler veya yahudiler veya bazı krallar tarafından yapıldığına dair birçok rivayet nakledilmiş ise de Kur'ân bunları belirleme maksadı t a şımadığından, sadece nitelikleri ve fiilleriyle zikr olunmuşlardır.

Ebu Hayyan der ki: Müfessirler Ashab-ı Uhdud hakkında on'dan fazla görüş belirtmişlerdir. Her görüşün de bir uzun kıssası vardır. Biz onları bu kitabımıza yazmak istemedik. Hepsinin kapsadığı mânâ şudur: Kâfirlerden bir takım kişiler yerde hendekler açtılar ve bunlarda ateş yaktılar. Müminleri bu ateşlerin karşısına diktiler. Dininden döneni bıraktılar, imanda ısrar edeni yaktılar. Ashab-ı Uhdud müminleri yakanlardır.

Kaffâl de te fsirinde şöyle der: Ashab-ı Uhdud kıssasında değişik rivayetler zikretmişlerdir. Bununla beraber içlerinde sahih denecek derecede bir şey yoktur. Ancak bu rivayetler şu noktada birleşmişlerdir ki müminlerden bir topluluk, kavimlerine karşı yahut kendileri n e hakim olan kâfir bir krala muhalefet etmişler, o da bunları içi ateş dolu hendeğe attırmıştır. Ve zannederim ki, demiş, bu olay Kureyşliler arasında meşhur idi. Yüce Allah bunu Resulünün ashabına anlatarak dinleri hakkında karşı karşıya kaldıkları eziye t lere sabır ve tahammül etmeleri gerektiğine dikkat çekmiştir. Çünkü haberlerde meşhur olduğu üzere Kureyş müşrikleri müminlere eziyet ediyorlardı."

Bu konuda hadisçilerin en ziyade tercih ettikleri rivayet Müslim, Tirmizî Nesai ve daha bazılarının Süheyb yoluyla Hz. Peygamber (s.a.v.)'den merfu olarak rivayet ettikleridir ki, Tirmizî buna sade "garib bir hasen hadistir" demiş, sahih dememiştir. Onun için biz de yalnız Kur'ân'ın açıklamaları ile yetinelim: Hangi kavimden olursa olsun, Ashab-ı Uhdud la netlendiler.

6. O vakit ki onlar ateşin üzerine oturmuşlardı. Yani etrafına toplanmışlar, karşısından seyrediyorlardı. Bu durum kendi haklarında daha sonra felaketi gerektirmiş olduğuna işaret için bizzat ateşin üzerine oturmuşlar gibi tasvir olunmuştu r.

7. Onlar, müminlere yaptıklarına karşı şahit de oluyorlardı, öyle katı yürekli kâfirler idi ki, hem müminleri ateşe atıyorlar, hem

de o feci durum karşısında oturup seyretmekten zevk alıyorlardı. Yahut diğer bir mânâ ile: Müminlere yaptıkları kendi başlarına geçmiş, o azabı kendileri de görmüşlerdi.

8 . "Acaba o müminler ne yapmışlar, onları bu derece intikama sevk edecek neler yapmışlar da kızmışlardı?" denirse onlardan, (o beğenmedikleri müminlerden bu derece) kızdıkları şey de başka değil, ancak Allah'a iman etmeleri idi. Mazi siğasıyla buyrulmayıp da muzari (geniş zaman) kipi ile buyrulması, ileriye doğru imanda ısrarlarına işarettir. Yani o müminler kızılacak, kendilerinden intikam alınmaya kalkışılacak başka bir şey yapmı y orlar, ancak Allah'a inanıyorlar ve o iman ile gitmek istiyorlardı. O Allah ki Aziz, bütün yücelik ve kuvvet onun, kimse onun yücelik ve kuvvetine karşı gelemez, Hamid, bütün hamd onun, kimse onun karşısında hamd ve saygıya layık olamaz.

9. O ki b ütün göklerin ve yerin mülk ve saltanatı hep onun, hepsinde dilediği gibi işini yürütür. İşte o müminler ancak o Allah'ın mülküne, izzetine ve gücüne, onun hamde layık olduğuna inandıkları ve bu imanlarında devam etmek istedikleri için o Ashab-ı Uhdud (he n dek sahipleri) onlara kızıyor ve yaptıklarını yapıyorlardı. Oysa Allah herşeye şahittir. Herşeyin yanında hazır ve görücüdür.

Bu cümle, yalnız son âyete değil, "Müminlere yaptıklarını seyrediyorlardı." âyetine kadar hepsinin eki ve devamı olarak müminlere bir vaad ve onlara işkence edenlere bir tehdittir. Çünkü her şeye şahit olan yüce Allah her iki tarafın da yaptıklarına şahittir. Ve ona göre yaptıklarının karşılığını verir demek olur. Onun için bu cümlenin müstakil bir cümle olduğuna dikkat çekm e k üzere "oysa o" diye zamir ile yetinilmeyip Allah'ın adı açıkça söylenmiştir. Bundan bu şekilde kısa ve toplu olarak anlaşılan tehdit ve vaad şu âyetlerle açıklanıp detaylı olarak sunuluyor. "O kimseler ki". Bu, hem ilâhî şahitliğin hükmünü açıklam a, hem Ashab-ı Uhdud'un lanetlenmesinin daha genel bir büyük önerme ile illetini gösterme, hem de yeminin cevabını açıklama makamındadır. Yani, haberiniz olsun, o kimseler ki:

10. Mümin erkek ve kadınlara fitne yapmışlar, imanlarından çevirmek için onlara bela olmuş, sıkıntı ve eziyet vermişler, "Sonra da tevbe etmemişlerdir". Bundan dolayı "onlara muhakkak" "cehennem azabı vardır". Bu, küfürlerinin, inkâr etmelerinin karşılığı olan azaptır. Ve onlara yangın azabı vardır. Bu da gittikç e yayılması

itibarıyla bir yangına benzeyen fitnelerinden dolayı kendilerini saracak olan diğer bir ateş azabıdır.



11. Buna karşılık "İman edip iyi iş yapanlar için altından ırmaklar akan cennetler vardır. İşte büyük kurtuluş budur".

FEVZ-İ KEBİR, büyük kurtuluş, büyük murattır. Razî der ki: Ashab-ı Uhdud kıssası ve özellikle bu âyet şunu gösterir: Öldürülme tehdidi ile küfre zorlanan kişinin yapması gereken en uygun iş korkutulduğu şeye karşı sabretmektir. Ve o halde "Ancak kalbi iman ile yatışmış olduğu halde zorlanan hariç." (Nahl, 16/106) âyetini delil göstererek açıktan küfür sözünü söylemek ruhsat gibidir. Yalancı Müseylime Hz. Peygamber (s.a.v.)'in ashabından iki zatı yakaladı. Birine, "Benim, Allah'ın resulü olduğuma şehadet eder misin?" dedi. O zât, "evet" dedi.

Bunun üzerine Müseylime onu bıraktı. Diğerine de aynı soruyu sordu, o ise, "hayır, sen yalancısın" dedi. Böyle diyeni de öldürdü. Resulullah (s.a.v.) da buyurdu ki: Bırakılan ruhsat yolunu tercih etti. Onun için "Ona bir b eis yok". Öldürülen ise fazileti aldı. "İşte ona mübarek olsun." (Kehf Sûresi'ndeki "Onlar sizi ele geçirirlerse sizi taşlarlar yahut zorla dinlerine döndürürler. Bu takdirde ebediyyen kurtulamazsınız."(Kehf, 18/20) âyetinin tefsirine bkz.)

12. Bu vaad ve tehdidi daha çok vurgulamak ve desteklemek için buyruluyor ki: Kuşkusuz Rabbinin yakalaması çok çetindir. Ey Muhammed!

BATŞ, şiddet ve kabalıkla sert bir şekilde tutmak demektir. Böyle iken ayrıca bir de "şiddetli, çetin" sıfatıyla nitelenmesi, o şiddetin olağanüstü derecede olan dayanılmazlığını anlatmak içindir. Maksat yüce Allah'ın zorba ve zalimleri sorguya çekip cezalandırmadaki kudretinin şiddetini ifade etmektir. Ki bu, tehdidi vurgulamaktadır.

13. Zira ilk yaratan ve sonr a da tekrar yaratacak olan ancak odur. İlk yaratmayı da, yeniden hayat vermeyi de o yapar. Onun için onun yakalaması, yaratıklardan hiçbirinin yakalamasına benzemez, son derece şiddetlidir. Çünkü yaratıkların yakalaması ne ilk, ne de sonradan yaratma husu s unda etkili ve hakim olamaz. Dolayısıyla Allah'ın azabı kulların azabı ile karşılaştırma kabul etmez.

İbnü Zeyd ve Dahhak şöyle demişlerdir: Allah yaratışı ta başlangıçtan yapar.

Sonra da kıyamet günü haşr ile iade eder. İbnü Abbas'tan rivayet edilen diğer bir mânâ ile her ilk yaratılanı o yaratır, her yeniden yaratılanı o yeniden yaratır. Başka birinin etki ve müdahalesi olamaz. Bu nedenle onun yakalaması son derece şiddetlidir. Yine İbnü Abbas'tan şöyle bir mânâ rivayet edilmiştir: Kâfirlere azap et m eye başlar, sonra da iade eder. Cehennem ateşi onları yer, nihayet kömür olurlar. Sonra da onları yeni bir yaratılışla yeniden yaratır. Bu mânâ, "Derileri piştikçe azabı duysunlar diye kendilerine yeni yeni deriler vereceğiz." (Nisa, 4/56) âyetinin ifa d e ettiği mânâ olmalıdır.

Diğer bir mânâ ile, Allah o sorguya çekip cezalandırmayı dünyada yaptığı gibi ahirette de yapar. Ashab-ı Uhdud (hendek ashabı) gibi zorba ve zalimlerin yaptığı yakalama ve işkence, "Senin bu dünyada hükmün geçer." (Tâhâ, 20/72) âyetinin ifade ettiği mânâca yalnız dünyada kalır. Ölüm ile ondan kurtulunur. Fakat ölmekle Allah'tan kurtulunmaz. Onun yakalaması dünyadan ahirete, şiddetten şiddete sonsuza kadar devam edip gidebilir.

14. Bununla beraber son derece bağışlayıcıdır o. Bu da vaadi vurgulamakta ve tehditteki kaydının faydasına işaret etmektedir. Çok sevendir, çok sevgili veya çok sevimlidir. Muhabbet ve sevgi mânâsına "vüdd" kökünden türetilmiş olan vedûd, bu sıga (kip)nın ism-i fail mânâsı ifade etmesine göre " ç ok seven" mânâlarına gelebilir. İkisiyle de tefsir edilmiştir. Fakat "gafur" kelimesine uygun düşen ilk mânâdır.

15. Yani ihsanı çok Arş'ın sahibi, maliki, yahut bütün evrenin mülk ve saltanatın sahibidir, uludur, zat ve sıfatlarında büyük, şanı yücedir. Çünkü varlığı vacip, bütün olgunluk isim ve sıfatlarını kendinde toplamıştır.

16. "İstediğini yapandır". Ne isterse dilediği gibi yapar da yapar. İradesi hiç şaşmaz. Bu nedenle vaadini ve tehdidini yerine getireceğinde de asla kuşku yoktur. Yok et mek istediklerini muhakkak yok eder. Kurtuluşa erdirmek istediklerini de kesinlikle kurtuluşa erdirir.

17. "Orduların haberi sana geldi mi?". Bu soru, sorulan şeyin vuku bulduğunu anlatmak için sorulmuş bir sorudur. Yüce Allah'ın her isediğini yapıcı olduğunu ve yakalamasının şiddetini misal ile anlatmak ve düşmanlarına karşı Resulullah (s.a.v.)'a yardım vaad etmek suretiyle teselli vermektir. CÜNÛD'dan maksat, peygamberlere karşı toplanmış olan ordular, gruplardır.

18. Yani Firavun ve Semud k avmi gibiler ki bunların kıssaları, Allah'a ve Resullerine karşı inkâr ve taşkınlıkları ve Allah'ın onları ordularına ve kuvvetlerine rağmen nasıl tutuverip de yok ve azap ettiği Kur'ân'ın birçok yerinde

anlatılmıştır. İmanı olanlar bundan ibret alırlar.

19. Fakat inkâr edenler bir yalanlama içinde bocalayıp durmaktadırlar. Bu, çağdaş kâfirlerin halini beyana geçmek içindir. Yani, bunlar anlatıldığı halde kâfirler hala yüce Allah'ın kuvvet ve kudretine ve Kur'ân'ın vaad ve tehdit yollu açıklamalarının gerçekliğine inanmıyorlar, o büyük kurtuluşa ermek istemiyorlar da "bunlar yalandır, asılsızdır" diye bir yalanlama sevdası içine dalmışlar, sonlarının kötülüğünü düşünmüyorlar.

20. Oysa Allah arkalarından kuşatmış, kitaplarını arkalarından verecek, onun ilim ve kudretinden çıkıp kurtulmalarına imkan yok.

21. Hayır öyle değil. Bu, evvelkine benzer olarak onların inkâr ve yalanlamalarını reddetmek için Kur'ân'ın şanını açıklamaya geçişi ifade eder. Yani, kâfirler yalanlıyorlar ama, o, yani bunları anlatan kitap yüksek şanlı bir Kur'ân'dır. Kitaplar içinde şerefi, şanı en yüksek; üslubu hepsinden yüce, kapsadığı mânâlar yalan ve töhmetten arınmış, dolayısıyla inanılarak okunup amel edilmesi gerekli olan bir kitaptır.

22. Bir Le vh-i Mahfuz'dadır, Allah'ın koruması sayesinde bozulmaktan, yalnışlıktan korunmuş bir Levh'te sabit olup koruma altındadır.

Bu "Levh," şeriat lisanında meşhur olan "Levh-i Mahfuz"dur ki Yasin Sûresi'nde "Biz her şeyi apaçık bir kütükte saymışızdır." (Yâsin, 36/12) buyrulduğu üzere her şeyin yazıldığı varlık sahifesidir. Bunun da aslı, Ümmü'l-kitap (kitabın anası) olan Allah'ın ilmidir.

BURUC SÜRESİ(Muhammed ESED)

91. sureden (Şems) sonra nazil olmuştur.
1 DÜŞÜN büyük burçlarla dolu göğü,
2 ve [tahayyül et] vaad edilen Günü,1
3 ve O [her şeye] tanıklık eden ile [O'nun tarafından] tanıklık edileni!2
4 ONLAR [yalnızca] kendilerini yok ederler,3 o çukuru hazırlayanlar,
5 [imana ermiş olanlara karşı] şiddetle yanan ateş (çukurunu)!4
6 Hani, onlar [keyifle] o [ateşi] seyretmişlerdi, 7 müminlere ne yaptıklarının bilincinde olarak;5 8 yalnızca Kudret Sahibi, bütün övgülere layık olan Allah'a inanmalarından dolayı nefret ediyorlardı o müminlerden, 9 O Allah ki göklerin ve yerin hükümranlığına sahiptir.
O Allah ki her şeye tanıktır!
10 İnanan erkekler ile inanan kadınlara işkence edenlere ve sonra hiçbir pişmanlık duymayanlara gelince, onları cehennem azabı beklemektedir: evet, yakıcı azap6 beklemektedir onları!
11 [Ama,] imana ermiş olup da doğru ve yararlı işler yapanlar, [öteki dünyada] içinden ırmaklar akan bahçeler bulacaklardır; bu, büyük bir kurtuluştur!7
12 ŞÜPHESİZ, Rabbinin yakalaması son derece çetindir!
13 O'dur [insanı] yoktan var eden ve sonra yeniden hayata getiren.
14 Ve yalnız O'dur gerçek bağışlayıcı, sevgide kapsayıcı, 15 şanlı kudret tahtının sahibi8, 16 dilediği her şeyin mutlak Yapıcısı.
17 [GÜNAHKAR] orduların kıssasından haberin var mı? 18 Firavun ve Semûd [kavmi]nin?9
19 Ama, hakikati inkara şartlanmış olanlar onu yalanlamakta ısrar ederler: 20 halbuki Allah onları, farkında olmadıkları halde,10 [ilmi ve kudreti ile] kuşatır.
21 Yok yok, hayır! Bu [reddettikleri ilahî kelâm] şerefli/soylu bir hitabedir, 22 kaybolmayan bir levha üzerine [işlenmiş (bir hitabe)].11

DİPNOTLAR
1 Yani, Kıyamet Günü'nü.
2 Allah, evreni yaratmakla, denilebilir ki, Kendi kudretine ve eşsiz-ortaksız oluşuna “tanıklık yapar”: karş. 3:18 -“Allah O'ndan başka tanrı olmadığına [bizzat Kendisi] şahittir”- ve ilgili not 11.
3 Kutile'nin bu şekilde çevrilmesi ile ilgili bir açıklama için bkz. 74:19-20, not 9.
4 Lafzen, “şu yanıp tutuşan ateş çukurundan sorumlu olanlar (ashâb)”. Bu temsîlî pasajı açıklamak için müfessirler, onu -gereksiz bir biçimde- geçmiş zaman kipinde alarak yorumlamışlar ve bu zalimlerin tarihsel “kimliklerini tesbit” etmek amacıyla en zayıf ve çelişkili menkıbeleri nakletmişlerdir. Bu yorumların ürünü olarak, Hz. İbrahim'in putperest çağdaşlarıyla yaşadığı tecrübeden (karş. 21:68-70) Nebukadnezar'ın İsrailoğulları'ndan üç dindar kişiyi yanan bir ocakta yakma teşebbüsünü anlatan Kitâb-ı Mukaddes efsanesine (Daniel'in Kitabı iii, 19 vd.), yahut 6. yüzyılda Necrân Hristiyanları'nın Yemen Kıralı Zû Nevâs (ki Yahudi dinine mensup idi) tarafından idam edilmelerine, yahut tamamen uydurma bir hikaye olan, bir Zerdüşt kralının erkek kardeş ile kız kardeşin evlenmelerine “Allah'ın müsaade ettiği” şeklindeki hükmünü kabul etmeyen teb‘asını ateşe atarak öldürdüğüne vd. kadar uzanan bir hikayeler antolojisi meydana gelmiştir. Bu menkıbelerin hiç biri, elbette bu bağlamda ciddî bir araştırmaya değecek nitelikte değildir. Ancak yukarıdaki Kur’an pasajında atıfta bulunulan zalimlerin anonimliği, burada bir darb-ı mesel (parable) karşısında bulunduğumuzu ve “tarihî” yahut efsanevî olayların sözkonusu olmadığını göstermektedir. İşkenceciler, kendileri hiçbir şekilde iman etmeyen ve başkalarının da iman etmesini nefretle karşılayan (bkz. aşağıda 8. ayet) kimselerdir; “ateş çukuru”, zalimlerin inananlara işkencelerinin mecazî bir ifadesidir: belli bir dönemle veya belli insanlarla sınırlı olmayıp yazılı tarih içinde çeşitli biçimlerde ve değişen yoğunluk derecelerinde tekrarlanan bir olgu.
5 Lafzen, “etrafında otururlarken onların yaptıkları her şeyi gözlerler”.
6 Lafzen, “yakmak suretiyle”.
7 Bu, dürüst ve erdemlileri öteki dünyada bekleyen nimetlerin bir teşbîhi olarak “içinden ırmaklar akan bahçeler” ifadesinin Kur’an'da hemen hemen ilk defa kullanıldığı yerdir.
8 Lafzen, “O, şanlı kudret tahtının (el-‘arşu'l-mecîd) tanrısı”. ‘Arş'ın “kudret tahtı” olarak çevrilmesi konusunda bkz. 7:54 ve ilgili not 43.
9 Zımnen, “ikisi de günahlarından dolayı yok edilmişlerdi”. Firavun'un ve ordularının kıssası ve boğularak ortadan kaldırılmaları, Kur’an'da birçok kere zikredilmiştir; Semûd kıssası için bkz. özellikle 7:73 vd. ve ilgili notlar 56-62.
10 Lafzen, “arkalarından”; pek yakın olduğu halde farkında olunmayan bir şeyin başa gelmesini gösteren deyimsel bir ifade.
11 Lafzen, “iyi muhafaza edilen bir levhada (levh-i mahfûz)” -Yalnız bu ifade, tek başına, Kur’an'ın bir tanımını vermektedir. Bazı müfessirler, sözkonusu levhayı lafzî anlamıyla alıp Kur’an'ın ezelden beri kaydedildiği gerçek bir “ilahî levha” şeklinde anladıkları halde, diğer birçoklarına göre bu ifade her zaman mecazî bir anlam taşımaktadır: yani, bu ilahî kelâmın kaybolmazlık / korunurluk niteliğine bir işaret. Bu yorum, mesela Taberî, Beğavî, Râzî ve İbni Kesîr tarafından doğru görülerek nakledilmiştir. Bunlar, “iyi muhafaza edilen bir levhada” ifadesinin, Kur’an'ın hiçbir zaman bozulmayacağı ve her zaman bütün keyfî ilavelerden, çıkarmalardan ve lafzî değişikliklerden uzak kalacağı şeklindeki ilahî vaad ile ilgili olduğu konusunda hemfikirdirler. Bu bağlamda bkz. 15:9 ve ilgili not 10.