30 Mayıs 2007 Çarşamba

ŞUARA SÜRESİ(MEVDUDİ)

Adı: Sure adını, "şuara" kelimesinin geçtiği 224. ayetten alır.

Nüzul zamanı: Konu, üslup ve ilgili rivayetler, surenin Mekkî dönemin ortalarında indiğini gösteriyor. İbn Abbas'a göre önce Ta Ha Suresi, sonra Vakıa suresi, ardından da Şuara Suresi nazil olmuştur. (Ruhu'l-Meani, C. XIX. S. 64). Ta Ha Suresi'nin Hz. Ömer'in (r.a) İslâm'a girmesinden önce indiği bilinmektedir.

Konular: Surenin temelinde, Mekke kafirlerinin şu veya bu bahaneyle Hz. Peygamber (s.a) tarafından tebliğ edilen İslâm Mesajı'nı ısrarla reddedişleri yatmaktadır. Zaman oluyor ki, Hz. Peygamber'in, (s.a) peygamberliğini isbat için kendilerine "ayet" getirmediğini (mucize göstermediğini) söylüyorlar; zaman oluyor, ona şair ve kahin etiketi vuruyorlar ve mesajıyla alay ediyorlar, zaman oluyor, onun peşinden gidenlerin bir-kaç akılsız genç, ya da yoksullar ve köleler olduğunu, buna karşılık misyonun halk için gerçekten bir değeri olmuş olsaydı, soyluların ve ileri gelenlerin onu öncelikle kabul etmesinin sözkonusu olduğunu söyleyerek, misyonunu eğlenceye alıyorlardı. Sonuçta, bir yanda Hz. Peygamber (s.a), kendilerine inançlarının hatalarını akli delillerle ve tevhid ve ahiret akidesini kanıtlama çabalarıyla yorulur ve yıpranırken, kafirler beri tarafta, birbiri ardısıra, inatlarını çeşitli biçimlerde sergilemekten bıkmıyorlardı. İşlerin bu şekilde gitmesi, Hz. Peygamber'e (s.a) büyük acı ve üzüntü veriyordu.

Sûre'nin indiği dönemde Mekke'de durum buydu. Dolayısıyle Sûre, anlam bakımından şu ifadelerle Hz. Peygamber'i (s.a) teselli ederek başlamaktadır: "Onlar adına niye kendini tüketirsin? Eğer bu adamlar sana inanmıyorlarsa, bu hiç bir "ayet" görmediklerinden değil, inatlarından dolayıdır. Onlar, akla ve mantığa kulak vermez, başlarını aşağılık içinde eğmelerini gerektirecek bir "ayet" görmek isterler. Zamanı gelip de bu ayet gösterilmeye başlayınca, o zaman onlar şimdi kendilerine sunulanın gerçek olduğunu kavrayacaklardır."

Bu girişin ardından 191. ayete kadar sürekli olarak tek bir konunun üzerinde durulmakta ve şöyle denmektedir: "Yeryüzü, gerçeği arayan kimseyi kendisine götürecek "ayet"lerle doludur. Fakat, dikkafalı ve yanlış yolda olanlar, ister tabii olgular olsun isterse peygamberlerin mucizeleri olsun, "ayetler"i gördükten sonra da inanmamışlardır. İlâhî ceza kendilerini yakalayıncaya kadar, bu sapık insanlar, yanlış akidelerine saplanıp kalmışlardır." Bu gerçeği örneklemek için, Mekke kafirleri gibi, küfürlerinde inat eden yedi eski kavmin tarihi anlatılmaktadır. Bu bağlamda aşağıdaki hususlar vurgulanmaktadır:

1) Ayetler iki türdür:

a) Yeryüzünün her yanına dağılmış halde bulunup akıllı bir kişinin görmesiyle Hz. Peygamber'in (s.a) sunduğunun gerçek olup olmadığına karar verebileceği ayetler,

b) Firavun ve kavmine, Nuh kavmine, Ad kavmine, Semud ve Lut kavmi ile Eykelilere gösterilen ayetler. Artık, hangi tür ayetleri görmek istediklerine karar vermek, kafirlere kalmış bulunmaktadır.

2) Çağlar boyu, kafirlerin zihin yapıları hep aynı olagelmiştir. Tartışma biçimleri, karşı çıkışları ve inanmamak için ileri sürdükleri bahane, özürleri ve sonunda kaderleri de aynı olmuştur. Aynı şekilde, her çağda peygamberler hep aynı öğretileri sunmuşlar; kişisel karakterleri, akıl yürütmeleri ve muarızlarına karşı ileri sürdükleri deliller de aynı olmuş ve hepsi de Kadir Allah'ın rahmetiyle nimetlenmiştir. Bu iki davranış modelinin ikisi de tarihte görülmekte olup bizzat kafirler de, kendilerinin hangi, Hz. Peygamber'in (s.a) hangi modele ait olduğunu görebilirler.

3) Allah aynı zamanda hem Kadir, hem Rahim, hem de güçlüdür. Tarih, O'nun rahmeti gibi, gazabına da şahitlik etmektedir. Bu durumda, Allah'ın rahmetine mi, yoksa gazabına mı müstehak olmaya karar vermek, insanların kendilerine kalmış bulunmaktadır.

4) Son olarak sure şöyle bir özetle bitmektedir: "Ey kafirler! Eğer illâ ayet görmek istiyorsanız, neden eski toplumları helâk eden korkunç ayetleri görmemekte ısrar ediyorsunuz? Neden, kendi dilinizde okunan Kur'an'ı görmüyorsunuz?

Neden Hz. Muhammed'i (s.a) ve Ashabını görmüyorsunuz? Kur'an'ın ayetleri cin veya şeytan işi olabilir mi? Kur'an'ın kendisine nazil olduğu Peygamber (s.a) hiç kahine benziyor mu? Hz. Muhammed (s.a) ve Ashabı şairlerden ve hayranlarından farklı değiller mi? Neden küfürden vazgeçmiyor ve onları yargılarken kalbinize danışmıyorsunuz? Kalbinizin derinlerinde Kur'an'ın kehanet ve şiir olmadığına inandığınız halde, ona karşı çıkmakla zalim ve gaddar olduğunuzu bilin ve yine bilin ki, zalim ve gaddarlar için hazırlanan acı sonu mutlaka göreceksiniz."

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1 Tâ, Sîn, Mîm.

2 Bunlar, apaçık olan Kitabın ayetleridir.1

3 Onlar mü'min olmayacaklar diye neredeyse kendini kahredeceksin (öyle mi?)2

4 Dilersek, onların üzerine gökten bir ayet (mucize) indiririz de, ona boyunları eğilmiş kalıverir.3

AÇIKLAMA

1. Yani bu surede sunulan ayetler, her okuyan ve dinleyenin neye çağırdığını, neyi emredip neyi yasakladığını ve neyi gerçek, neyi sahte kabul ettiğini kolayca anlayabileceği açıklıkta konusunu sunan ve anlatan Kitap'ın ayetleridir. İnanıp inanmamak ayrı bir iştir; fakat kimse, Kitap'ın öğretilerini, emir ve yasaklarını anlayamadığı özründe bulunmaz.

El-Kitabü'l-Mübin'in bir anlamı da Kur'an'ın şüphesiz İlahî bir kitap olduğudur. Dili, üslubu, işlediği konular, sunduğu gerçekler ve vahyedilme gerekçesi, onun tüm yaratıkların rabbinin kitabı olduğuna şehadet eder. Bu anlamda onun her cümlesi bir ayet ve bir mucizedir. Bu yüzden, sağduyu sahibi bir kişi, Hz. Muhammed'in (s.a) peygamberliğine inanmak için kitabın ayetlerinden başka bir ayete ihtiyaç duymaz.

Bu iki anlamı da ihtiva eden girişteki bu kısa ayetin, surenin ana konusuyla yakından bağlantısı vardır. Mekke kafirleri, getirdiği Mesaj'ın Allah'tan olduğuna kendilerini ikna etmesi için Hz. peygamber'den (s.a) mucize göstermesini istiyorlardı. Buna cevap olarak, Peygamber'e (s.a) inanmak için gerçekten bir "ayet" isteyenlerin, bu kitabın ayetlerini incelemeleri gerektiği söylenmektedir.

Sonra kafirler, Hz. Peygamber'i (s.a) kahin olmakla suçluyorlardı. Bu suçlama, esrarlı ve kapalı hiç bir şeyin bulunmadığı söylenerek reddedilmektedir. Tersine, Kur'an, bir şair veya kahinin muhayyilesinin ürünü olmasına imkan bulunmayan tüm öğretilerini açıklıkla ortaya koymaktadır.

2. "Bahiunnefse" kelime kelime çevrildiğinde, "kendini öldüreceksin" anlamına gelir. Ayet, Mekke kafirlerinin sapıklığı, ahlâkî düşüklüğü ve getirdiği ıslah mesajına karşı gösterdikleri inat ve muhalefet karşısında Hz. Peygamber'in (s.a) duyduğu aşırı üzüntü, endişe ve kederi tasvir etmektedir. Zaman zaman onlar adına duyduğu bu üzüntü ve ızdırap sanki onu öldürecek bir hal alıyordu. Hz. Peygamber'in (s.a) bu durumuna Kur'an'ın daha başka yerlerinde de değinilmektedir. Örnek: "Onlar bu söze inanmazlarsa, peşlerinde esefle sanki kendini tüketeceksin." (Kehf: 6), "Bundan dolayı, nefsin onlar için hasretlere (üzüntü ve kederlere) düşmesin." (Fatır: 8).

3. Yani, "Allah için, bütün kafirlerin teslim olacağı bir "ayet" göndermek hiç mi hiç zor değildir. Fakat, göndermediği takdirde, bu, böyle birşeyin O'nun gücünün dışında olduğu anlamına değil, zorla kabul edilen inancın Allah katında makbul olmadığı anlamına gelir. Allah, insanların sağduyularını kullanıp ilâhî kitabın ayetlerini ve tüm kainata yayılmış bulunan ve aynı zamanda kendilerinde de yer alan ayetler aracılığı ile gerçeği tanımalarını ister. Sonra, peygamberlerin mesajının gerçeği ihtiva ettiğine ve buna aykırı olan inanç ve akidelerin bâtıl olduğuna kalbleri kanaat getirdiği zaman, kendi istekleriyle bâtılı bırakıp Hakk'ı benimsemelidirler. Bu isteğe bağlı olan Allah'ın insandan istediği inanç, Hakk'ın kabulü ve bâtılın reddidir, Bu nedenledir ki, Allah insana seçim serbestisi, hür irade ve doğru ya da yanlış istediği yolda gitme hürriyeti bağışlamıştır. Aynı nedenle, insanın fıtratına hem iyiye hem de kötüye yönelik eğilimler yerleştirmiş ve hem takva, hem de fücur yolunu önüne açmıştır. Yine aynı nedenle, Şeytan'a insanı saptırma hürriyet ve süresi tanımış ve onu doğru yola yöneltmek için de peygamberlik, vahy ve iyiliğe çağrı düzenlemelerinde bulunmuş, böylece insanı, iman ve itaat yolunu mu, yoksa küfür ve isyan yolunu mu seçecek diye imtihana tabi tutmuştur. Öte yandan, eğerAllah, insanları iman ve itaata zorlama yöntemini benimsemiş olsaydı, bu, imtihanın amacını ortadan kaldırırdı. Üstelik bu amaçla ayetler göndermeye de gerek kalmaz, bunun yerine insanı kötülük, küfür ve günaha hiç eğilim duymayan temiz bir tabiatla yaratır ve doğuştan, melekler gibi, itaatkar kılardı. Bu hususa Kur'an'ın çeşitli yerlerinde değinilmektedir. Örnek: "Rabbin dilemiş olsaydı, yerde olanların hepsi iman ederdi." (Yunus:99), "Rabbin dilemiş olsaydı, insanları tek bir ümmet kılardı; fakat, ihtilaf edip durmaktadırlar. Ancak Rabbinin rahmet ettiği müstesna; onarı bunun için yarattı O..." (Hud: 118). Daha fazla açıklama için bkz. Yunus, an: 101-102 ve Hud, an: 116.

5 Onlara Rahman (olan Allah)dan yeni bir uyarı gelmeyiversin, hiç tartışmasız ondan yüz çevirirler.

6 Gerçekten yalanladılar; fakat, alay konusu edinmekte oldukları şeyin haberi kendilerine pek yakında gelecektir.4

7 Yeryüzüne bir bakmadılar mı ki, biz onda her güzel (kerim) çiftten nice ürünler bitirdik.

8 Hiç şüphe yok, bunda bir ayet vardır;5 ancak onların çoğu mü'min değildirler.

9 Hiç şüphe yok, senin Rabbin, gerçekten O, üstün ve güçlü olandır, merhamet sahibi olandır.6

10 Hani senin Rabbin, Musa'ya seslenmişti:7 "Zulmetmekte olan kavime git;"

AÇIKLAMA

4. Yani, kendilerini doğru yola getirmek için yapılan her aklî teşebbüse karşı hissiz ve ilgisiz kalan kişiler, gökten ayetler gönderilerek zorla iman ettirilemez. Onlar, yeterince uyarıldıktan ve karşısında ilgisiz davranmakla kalmayıp aynı zamanda, küçümseyerek reddettikleri hidayet kendilerine gösterildikten sonra, ancak kötü sonlarının gösterilmesini hak etmektedirler. Bu kötü son, kendilerine çeşitli yollarla gösterilebilir:

a) Acımasızca karşı çıktıkları ve alay ettikleri gerçek, düşmanlıklarına rağmen gözleri önünde yeryüzünde hakim olur.

b) Kendilerini acıklı bir azab yakalar ve yeryüzünden silinip giderler.

c) Yanlışla geçmiş bir-kaç senelik bir ömürden sonra ölümle karşılaşırlar ve hayatlarında tüm kalbleriyle peşinden gittikleri şeyin sadece bâtıl, buna karşılık peygamberlerin sundukları şeyin ise Hak olduğunu görürler. İşte kötü son, tarihte görüldüğü üzere, çeşitli kavimler için farklı şekillerde gelebilir.

5. Yani, gerçeği arayan, uzaklarda ayet aramaya çıkmaz. Yalnızca çevresindeki bitki olgusunu görmekle, peygamberlerin sunduğu, dünyadaki sistemle (yani Tevhid'le) ilgili realitenin mi yoksa müşrik ve tanrıtanımazların zihin oyunlarının mı doğru olduğuna, kendi adına karar verebilir. Yeryüzündeki yaratıkların bolluk ve çeşitliliğinden, buna destek olan çeşitli unsur ve faktörlerden, yaratıkların büyüyüp gelişmelerine neden olan tabii kanunlardan ve sayısız yaratıkların sayısız istek ve ihtiyaçlarıyla özellikleri arasındaki uygunluk ve ahenkten, ancak aptal birisi, bütün bunların Aziz ve Kadir Yaratıcı'nın hikmet, bilgi, kudret ve düzenlemesi olmadan kendiliğinden meydana geldiği sonucuna varabilir. Açıktır ki, pek çok rab ve ilâhlar hiç bir şekilde toprak, güneş ve ayla, bitki ve hayvan hayatı ve yeryüzünde yaşayan çok çeşitli yaratıkarın ihtiyaçları arasındaki mükemmel ahenk ve uygunluğu sağlayamaz. Duyarlı bir kişi, yanlı ve ön yargılı olmadığı sürece, bütün bunların bir Allah'ın varlığının açık delilleri ve ayetleri olduğuna kanaat getirmekten kendini alamaz ve kendisini tevhid gerçeğine ikna edecek bir mucizeye ihtiyaç duymaz.

6. Yani, "O, cezalandırmak dilediği herkesi tümden yok etme güç ve kudretine sahiptir. Fakat rahmeti nedeniyle cezalandırmakta acele atmez, düşünüp anlaması ve yolunu düzeltmesi için ona yıllarca ve asırlarca süre tanır ve günahkar tövbe ettiği takdirde bir ömürlük günahları da bağışlamaya hazırdır.

7. Kısa bir girişten sonra, Musa Peygamber (a.s) ile Firavun arasında geçenlerden başlanarak tarihî olaylar sunulmakta ve dikkatler özellikle şu noktalara çekilmektedir:

1) Musa Peygamber'in (s.a) görevini ifa zorunda kaldığı şartlar, Hz. Peygamber'in (s.a) karşılaştıklarından daha zor ve daha çetindi. Hz. Musa (a.s), Firavun ve kavmince ezilen, köle bir topluma mensuptu. Buna karşılık Hz. Peygamber (s.a) Kureyş kabilesinin üyesiydi ve ailesi diğer kabilelerle en azından eşit bir statüye sahipti. Sonra, Hz. Musa (a.s) Firavun'un sarayında yetiştirilmiş, büyütülmüş ve bir cinayet suçlaması nedeniyle kaçak olarak on yıl kaldıktan sonra, hayatı uğruna kendisinden kaçtığı aynı hükümdara gitme emri almış bulunuyordu.

Hz. Peygamber (s.a) için böyle bir durum sözkonusu değildi. Hem, Firavun'un imparatorluğu, zamanın en geniş ve en güçlü imrapatorluğu olup Kureşy'in zayıf gücüyle kıyas bile kabul etmeyecek durumda idi. Bütün bunlara rağmen, Firavun, Hz. Musa'ya (a.s) hiç bir zarar veremedi, sonunda yenilen kendisi oldu. Bununla Allah, Kureyş'ten şu dersi almasını istemektedir: "Allah'ın kendisine yardım ettiği kişiyi kimse yenilgiye uğratamaz. Firavun, bütün güç ve kuvvetine rağmen, Musa karşısında çaresiz kaldığına göre, siz ey Kureyş, nasıl Muhammed (s.a) karşısında başarıya ulaşabilirsiniz?"

2) Hz. Musa (a.s) kanalıyla Firavun'a gösterilenlerden daha belirgin ve açık ayet olamaz. Sonra, Firavun'un meydan okuyuşu karşısında yüzbinlerce insanın önünde sihirbazlarla yapılan açık bir müsabakada, Hz. Musa'nın gösterdiğinin sihir olmadığı açıkça ortaya çıkmıştır. Kendileri Mısırlı olan ve bizzat Firavun tarafından çağrılan hünerli sihirbazlar, Hz. Musa'nın (a.s) asasının yılana dönmesinin sihirle değil, ancak ilâhî bir mucize ile meydana gelebilecek gerçek bir mahiyet değişmesi olduğuna şahitlik etmişlerdir.

Ayrıca, sihirbazların hayatları pahasına derhal Hz. Musa'ya inanmaları, Hz. Musa'nın (a.s) gösterdiği ayetin bir sihir değil, bir mucize olduğunu her türlü şüphenin ötesinde isbat etmiştir. Böyleyken kafirler, Hz. Musa'ya (a.s) inanma eğilimi göstermemişlerdi. Şimdi siz ey Kureyş, kendinize açık bir mucize ve fizikî bir ayet gelince inanacağınızı nasıl söyleyebilirsiniz? Gerçekte bir insan ön yargıdan, sahte bir prestij ve kazanılmış hak duygusundan uzak bulunur, Hak'la bâtıl arasındaki farkı kavrayabilecek açık bir zihne sahip olur ve Hak adına bâtılı bırakmaya hazır olursa, Kitap'ta bulunanlardan, Kitap'ı getirenin hayatında ve çevresini saran geniş kainatta gördüklerinden başka bir ayete ihtiyaç duymaz. Buna karşılık, gerçeğe ilgi duymayan ve bencilliği nedeniyle çıkarlarıyla çatışacak hiç bir gerçeği kabule ve tanımaya yanaşmayan inat bir kişi ise, ne kadar ayet görse de, hatta gözlerinin önünde gök ve yer tersyüz edilse de, yine inanmaycaktır.

3) İnadın yol açtığı ve Firavun'un da karşılaştığı acıklı son, başkalarının sabırsızlıkla bekleyeceği bir şey değildir. Kendi gözleriyle ilâhî kudretin ayetlerini gördükten sonra da inanmayanlar, benzer sonlarla karşılaşacaklardır. Dolayısıyle, ders almak yerine, neden böyle korkunç bir ayet görmekte ısrar edersiniz? Lütfen karşılaştırın A'raf: 103-137, Yunus: 75-92, İsra: 101-104, Ta Ha: 9-79.

11 "Firavun'un kavmine.8 Hâlâ sakınmıyorlar mı?"9

12 Dedi ki: "Rabbim, kuşkusuz ben, onların beni yalanlamalarından korkmaktayım."

13 Göğsüm sıkışmakta, dilim dönmemektedir; bundan dolayı Harun'a da (elçilik görevini bildirmesi için Cibril'i) gönder."10

14 "Üstelik, onların bana karşı (davasını savunacakları bir cinayet) suçu(m) var; bundan dolayı beni öldürmelerinden de korkmaktayım."11

15 (Allah:) "Hayır," dedi. "İkiniz de ayetlerimle gidin,12 hiç şüphesiz sizinle birlikteyiz (ve) işitmekteyiz."

16 "Gecikmeksizin Firavun'a giderek deyin ki: -Gerçekten biz, âlemlerin Rabbi'nin elçisiyiz,"

17 "İsrailoğullarını bizimle birlikte göndermen için (sana geldik)."13

AÇIKLAMA

8. "Zalim kavim" ifadesi, Firavun kavminin aşırı derecede kötü karakterini tanımlamaktadır.

9. Yani, "Ey Musa, şu insanların, kendilerini ahirette hesaba çekecek Allah'tan korkmadan, ülkede her şeye gücü yettikleri varsayımıyla ne cinayet ve zulümler işlediklerine bak!"

10. "Göğsüm daralır" ifadesi, Hz. Musa'nın (a.s) böylesi bir göreve yalnız gitmekte tereddüt ettiğini ve ayrıca güzel ve etkili konuşamadığı hissine sahip olduğunu gösteriyor.

Bu yüzden, kendisinden daha iyi konuşan Hz. Harun'un (a.s) da kendisine yardımcı bir rasûl olarak yanında görevlendirmesini Allah'tan istiyor. Başlangıçta, Hz. Musa'nın (a.s) kendi yerine Hz. Harun'un (a.s) risalete getirilmesini istemiş olabileceği, fakat daha sora, Allah'ın kendisini bu mevkiye getirmeyi irade ettiğini hissedince, bu defa Hz. Harun'un (a.s) hiç olmazsa yanında yardımcı ve danışman olmasını istemiş olması mümkündür. Hz. Musa'nın (a.s) burada Hz. Harun'un (a.s) danışman olarak seçilmesini istemeyip "Harun'a risalet gönder" diye dua etmesi buna delil olarak gösterilebilir. Öte yandan, Ta-Ha Suresi'nde Hz. Musa'nın (a.s), "Bana ailemden bir vezir ver, kardeşim Harun'u" dediği, Kasas Suresi'nde de, "Kardeşim Harun benden dil bakımından daha fasihtir, onu beni doğrulayıcı bir yardımcı olarak benimle gönder" diye dua ettiği nakledilmektedir. Buradan, bu iki isteğin daha sonra yapıldığı, fakat başlangıçta Musa Peygamber'in (a.s) Allah'tan kendi yerine Harun'a (a.s) risalet göndermesini rica ettiği anlaşılmaktadır.

Kitabı Mukaddes'te farklı bir hikaye anlatılır. Buna göre, Firavun kavminin kendisini reddetmesinden korkan ve dilindeki kekemeliği özür olarak ileri süren Musa Peygamber (a.s) konuşmasında fesahat olmadığı gerekçesiyle risalete getirilmesini kabulden çekinmiştir: "Aman ya Rab, niyaz ederim, göndereceğin adamın eliyle gönder." (Çıkış: 4/1-71) Sonra, Allah kendi iradesiyle Harun'u ona yardımcı yapmış ve Firavun'a gitmeleri için kendilerini ikna etmiştir. (Çıkış: 4/1-71). Daha fazla ayrıntı için bkz. Ta-Ha, an: 19.

11. Burada, Hz. Musa'nın (a.s), bir İsrailî ile kavga eden bir Mısırlıya yumruk vurup onun ölümüne neden olmasına işaret edilmektedir. Bu olay üzerine, haberin Firavun'a ve kavmine ulaştığını ve kendisinden intikam almayı kurduklarını öğrenen Musa, ülkeyi terk ederek Medyen'e sığınmıştı (Kasas: 15-21). Aradan sekiz yıllık bir gizlenme dönemi geçtikten sonra çağrılıp kendisine karşı cinayet suçlaması olan Firavun'a Mesaj'la gitmesi emrolunan Hz. Musa (a.s), kendisi daha Allah'ın emrettiği şekilde Mesaj'ı iletemeden karıştığı cinayetin önüne sürüleceği endişesine kapılmaktadır.

12. Burada "ayetler"den maksat, Hz. Musa'ya (a.s) verilen asa ve parlayan el mucizeleridir. Ayrıntı için bkz. A'raf: 106-117, Ta Ha: 17-23, Neml: 7-14, Kasas: 31-32.

13. Musa ve Harun peygamberlerin (a.s) mesajı iki yönlüydü: İlki, her peygamberin en önde gelen misyonu olarak, Firavun'u Allah'a ibadet ve taata çağırmak; ikincisi de, kendilerine özgü bir görev olarak, İsrail Oğulları'nı Firavun'un esaret zincirinden kurtarmak. Kur'an, bazan bunlardan yalnızca birinciyi (Naziat Sûresi'nde olduğu gibi), bazan da yalnızca ikinciyi sözkonusu eder.

18 (Gittiler ve Firavun:) Dedi ki: "Biz seni içimizde daha çocukkken yetiştirip-büyütmedik mi?14 Sen ömrünün nice yıllarını aramızda geçirmedin mi?"

19 "Ve sen, yapacağın işi (cinayeti) de işledin;15 sen nankörlerdensin."

20 (Musa) Dedi ki: "Ben onu yaptığım zaman şaşkınlardandım."16

21 "Sizden korkunca da hemen aranızdan kaçtım; sonra Rabbim bana hüküm (ve hikmet) verdi17 ve beni peygamberlerden kıldı."

AÇIKLAMA

14. Firavun'un bu sözü, onun Hz. Musa'yı (a.s) evinde büyüten Firavun değil, onun oğlu olduğunu göstermektedir. Aynı Firavun olmuş olsaydı, "İçimizde büyütülüp yetiştirildin" değil, "Ben seni büyütüp yetiştirdim" derdi. Daha ayrıntılı bir tartışma için bkz. A'raf, an: 85-93.

15. Hz. Musa'nın (a.s) kaza sonucu işlediği cinayet olayına işaret ediliyor.

16. Dalâlet, her zaman "yoldan çıkmak" demek değildir. Kelime cehalet, yanılgı, unutkanlık, şaşkınlık ve dikkatsizlik anlamlarında da kullanılır. Kasas Suresi'nde anlatıldığı üzere, Musa Peygamber (a.s), bir İsrailî'ye vahşice davrandığını gördüğü Mısırlıya yalnızca bir yumruk vurmuştu. Yumruk, öldürme aracı olmadığı gibi öldürme niyetiyle de vurulmaz. Dolasıyle, bu bilerek (amden) öldürme değil, kazaen olmuş (hataen) bir öldürmedir. Bu cinayet işlenmişse de ne kasten işlenmiş, ne de ölüme yol açan veya öldürmek için kullanılan bir silahla işlenmiştir.

17. Hükm, Allah'ın kudret ve güvenle konuşması için bir peygambere verdiği hikmet, bilgi ve otorite demektir.

22 "Bana karşı lütuf-dediğin nimet de, İsrailoğullarını köle kılmandan dolayıdır."18

23 Firavun19 dedi ki: "Âlemlerin Rabbi nedir?"20

24 Dedi ki: "Göklerin, yerin ve bu ikisi arasında olan her şeyin Rabbidir. Eğer 'kesin bilgiyle inanıyorsanız' (böyledir)."21

25 Çevresindekilere dedi ki: "işitiyor musunuz?"

26 (Musa:) Dedi ki: "O sizin de Rabbiniz, geçmişteki atalarınızın da Rabbidir."22

27 (Firavun) Dedi ki: "Şüphesiz size gönderilmiş bulunan elçiniz, gerçekten bir delidir."

28 "Eğer aklınızı kullanabiliyorsanız, O, doğunun da, batının da ve bunlar arasında olan her şeyin de Rabbidir"23 dedi (Musa).

AÇIKLAMA

18. Yani, "Eğer İsrailîler'e karşı zalim ve acımasız olmamış olsaydın, ben büyütülmek üzere evinize getirilmezdim. Başka değil, yalnızca sizin barbarlığınızdandır ki, annem beni bir sepete koyarak ırmağa bırakmış. Aksi halde, kendi aile ocağımda güzel güzel büyütülürdüm. O halde, beni evinizde büyütmeniz nimetini bana hatırlatmanız uygun düşmüyor."

19. Burada, Hz. Musa'nın (a.s) kainat'ın Rabbi'nin elçisi olarak Firavun'un önüne çıkması ve Rabbin Mesajı'nı ona iletmesinin ayrıntılarına girilmeden, yalnızca aralarında geçen konuşma verilmektedir.

20. Bu soru, Hz. Musa'nın (a.s) kendisinin Alemlerin Rabbi ve Meliki tarafından İsrail Oğulları'nı kendisiyle gitmeleri için salması mesajıyla gönderildiğini söylemesiyle ilgilidir. Burada, Hz. Musa'nın (a.s) temsil iddiasında bulunduğu Bir Olan'ın, Firavun dahil bütün insanlar üzerinde otorite ve hakimiyet haklarına sahip olduğu ve mutlak Hakim-Hükümdar olarak kendi hakimiyet alanına el atmakla kalmayıp tebasından bir kısmını, atadığı temsilcisine teslim etmesi buyruğunu da gönderdiği ve böylece onları imparatorluk bölgesinin dışına çıkaracağı ima edilmektedir. Bu yüzden Firavun, "İmparatorluğumun adi bir tebasına böyle bir emir vererek seni Mısır İmparatoru'na gönderen Alemlerin Rabbi kimdir?" diye sormaktadır.

21. Yani, "Ben dünya üzerinde hüküm süren fani bir kral tarafından değil, göklerin ve yerin Malik'i tarafından gönderildim. Eğer, bu kainatın bir Yaratıcısı, Rabbi ve Hükümdarı olduğuna inanıyorsanız, Alemlerin Rabbinin kim olduğunu anlamak sizin için zor olmayacaktır."

22. Bu sözler, Firavun'un "Duymuyor musunuz?" diye sorduğu erkanına yöneliktir. Hz. Musa (a.s) şöyle demekteydi: "Ben dün yokken bugün var olan, ya da bugün varken yarın yok olan sahte ilâhlara inanmıyorum. Sizin rabbiniz olarak kulluk ettiğiniz bu Firavun dün yoktu ve atalarınızın kulluk ettikleri Firavunlar da bugün yok. Oysa ben, bugün sizin ve Firavun'un Rabbi olduğu gibi, dün de atalarınızın Rabbi olan gerçek Rabbin hakimiyetine ve otoritesine inanıyorum."

23. Yani, "Siz beni deli yerine koyuyorsunuz, fakat eğer kendinizi akıllı kişiler sanıyorsanız, gerçek Rabbin kim olduğuna kendiniz karar vermelisiniz; şu, yeryüzünün küçük bir bölgesinde hüküm süren fasık Firavun mu, yoksa doğunun ve batının ve Mısır ülkesi dahil, doğunun ve batının çevrelediği her şeyin Maliki mi? Ben yalnızca O'nun hakimiyetine inanıyorum ve O'nun mesajını yaratıklarından birine iletmek üzere gönderilmiş bulunuyorum.

29 (Firavun) Dedi ki: "Andolsun, benim dışımda bir ilah edinecek olursan, seni mutlaka hapse atacağım."24

30 (Musa) Dedi ki: "Sana apaçık bir şey getirmiş olsam da mı?"25

31 (Firavun) Dedi ki: "Eğer doğru sözlülerden isen, onu getir."26

32 Bunun üzerine asasını bırakıverdi, bir de (ne görsünler) o, açıkça bir ejderha oluverdi.27

AÇIKLAMA

24. Bu konuşmayı tam anlamıyla kavrayabilmek için, bugün olduğu gibi eskiden de "ilâh" kavramının yalnızca 'dinî' anlamla sınırlı olduğu gerçeği hatırda tutulmalıdır. İlâh, kendisine tapınılan, kurbanlar ve hediyeler sunulan ve "tabiat-üstü güçler" ve otoritesinden dolayı halkın yardım ve arzularının yerine gelmesi için kendisine dua ettiği bir şeydir. Buna karşılık, bir ilâhın yasal ve siyasal alanda da hakim olabileceği ve dünyevi işlerde istediğini emretme hakkına sahip olup insanın "kanun"a olduğu gibi, onun buyruklarına teslim olması gerektiği, dünyevi hükümdarlar tarafından asla kabul edilemiyordu. Bu hükümdarlar, her zaman, dünya işlerinde mutlak otoritenin yalnızca kendilerine ait olduğunu ve hiç bir ilâhın kendilerinin koyduğu kanuna ve çizdikleri politikaya karışma hakkının bulunmadığını iddia edegelmişlerdir. Peygamberler ve izleyicileriyle dünyevî hükümdarlar ve yönetimler arasındaki çatışmanın gerçek nedeni hep bu olagelmiştir. Peygamberler, dünyevî hükümdarların, Alemlerin Rabbi'nin hakimiyetini ve mutlak haklarını kabul etmeleri için ellerinden geleni yaparlarken, hükümdarlar da, hakimiyet ve hak iddiasında bulunmakla kalmamış, peygamberleri siyasal ve yasal alanda bir başka ilâh kabul eden bir suçlu, bir asi saymışlardır.

Bu temel gerçek göz önünde bulundurulduğu zaman, Firavun'un sözlerinin gerçek anlamı kolaylıkla anlaşılabilir. Sorun yalnızca basit bir tapınma ve takdim sorunu olmuş olsaydı, Firavun, bütün ilâhları terkederek yalnızca Alemlerin Rabbi Allah'ı bu haklara sahip gören bir Musa'yı pek fazla rahatsız etmeyecekti. Eğer Hz. Musa (a.s), ondan Allah'a "ibadet" etmesini isteseydi, kendisini fazla tahrik olmuş ve saldırıya uğramış hissetmiyecekti. Bu durumda yapsa yapsa, atalarının inancını bırakmayı reddeder ve Hz. Musa'yı (a.s) kendi din bilginleriyle tartışmaya çağırırdı. Fakat, onu bu derece tahrik eden, Hz. Musa'nın (a.s) kendini Alemlerin Rabbi'nin temsilcisi olarak sunması ve ona, kendisinin ikinci derecede bir hükümdar olup üstün otorite adına buyruğa itaat istediğini hissettirmesiydi. Firavun, bu anlamda bir başka siyasal ve yasal otorite kabul etmeye ve tebasından birinin hakimiyet sahibi hükümdar olarak kendi yerine bir başkasını tanımasına izin vermeye hazır değildi. Bu nedenle ve bu Hükümdar'ın gönderdiği mesaj, yalnızca "dinî" alanda değil, siyasal alanda da hakimiyet yansıttığındandır ki, "Alemlerin Rabbi" ifadesine karşı çıkmıştır. Sonra, Hz. Musa (a.s) tekrar tekrar "Alemlerin Rabbi"nden ne kasdettiğini açıklayınca Firavun, Mısır ülkesinde kendinden başka bir "hakim" tanıdığı takdirde zindana atacağını söyleyerek Hz. musa'yı (a.s) tehdit etmiştir.

25. Yani, "Sana, benim Alemlerin Rabbi, göklerin ve yerin Rabbi ve doğu ile batının Rabbi Allah'ın Rasûlü olduğumu ispatlayacak ikna edici bir ayet göstersem de mi beni reddeder ve zindana gönderirsin?"

26. Firavun'un bu cevabı, onun eski ve modern zamanların müşriklerinden hiç bir farkının olmadığını göstermektedir. Tüm diğer müşrikler gibi o da tabiat-üstü anlamda Allah'ın diğer tüm tanrı ve tanrıçalardan daha büyük bir güç ve otoriteye sahip en büyük tanrı (ilâh) olduğuna inanıyordu. Bu yüzden Hz. Musa (a.s) kendisine "Benim Allah tarafından gönderildiğime inanmıyorsan, gerçekten O'nun tarafından gönderildiğimi ispatlayacak apaçık ayetler gösterebilirim" demiş ve yine bu yüzden Firavun, "Eğer iddianda doğru isen, ayetini getir" cevabını vermişti. Eğer Firavun, Allah'ın var olduğuna ve en büyük ilâh olduğuna inanmamış olsaydı, "ayet" istemezdi.

27. Su'ban ejderha, büyük yılan demektir. Kur'an'da başka yerlerde asanın şeklini aldığı yılanı tanımlamak için hayyetun (yılan) ve câan (küçük yılan) kelimeleri kullanılır. İmam Razi, büyüklüğü nedeniyle ejderha, küçük yılanlar gibi çok seri hareket ettiği için de "câan" kelimesinin kullanıldığı yorumunda bulunur.

33 Elini de çekip çıkardı, bir de (ne görsün) o, bakanlar için 'parlayıp aydınlanıvermiş.'28

34 (Firavun) Çevresindeki önde gelenlere: "Bu dedi". "Doğrusu bilgin bir büyücüdür."

35 "Büyüsüyle sizi yurdunuzdan sürüp çıkarmak istiyor;29ne buyurursunuz?"30

36 Dediler ki: "Bunu ve kardeşini oyala, şehirlere de toplayıcılar gönder,"

37 "Bütün uzman-bilgin büyücüleri sana getirsinler."

38 Böylelikle büyücüler, bilinen bir günün belli vaktinde bir araya getirildi.31

39 Ve insanlara da: "Siz de toplanıyor musunuz? dendi."32

40 "Umarız ki, eğer galip gelirse biz de büyücülere uyarız."33

AÇIKLAMA

28. İsrailiyatın etkisinde kalan bazı müfessirler beyza'yı "beyaz" anlamında tercüme edip sağlam elin koltuk altından çıkarıldığında cüzzama yakalanmış gibi beyazlaştığı tefsirinde bulunmuşlardır. Fakat İbn Cerir, İbn Kesir, Zamahşehri, Razî, Ebu's-Suud İmadî, Alusî ve daha başka müfessirler burada beyza'nın ışıklı ve parlak anlamına geldiğini belirtmişlerdir. Hz. Musa (a.s) koltuk altından elini çıkarır çıkarmaz, her taraf güneşle aydınlanmış gibi parlardı. Daha fazla açıklama için bkz. Ta Ha an: 13.

29. Gösterilen iki mucizenin etkisi, daha bir dakika önce Firavun, peygamberlik iddiasında ve İsrailoğulları'nı açıkça göndermesi talebinde bulundu diye Hz. Musa'ya (a.s) deli der ve onu, kendisinden başkasını rab edinirse ömür boyu zindana atmakla tehdit ederken, bir dakika sonra "ayetler"i görür görmez, hükümdarlığının tehlikeye düştüğü hissiyle dehşete kapılmasından ve sarayında köleleriyle anlamsızca konuştuğunu farkedemeyecek kadar telaşa kapılmasından anlaşılabilir. Mazlum İsrail kavminden iki kişi, dönemin en güçlü hükümdarlarının önünde duruyorlar, hiç bir askerî güçleri yok; zayıf ve cansız bir topluluğa mensuplar ve ülkenin hiç bir köşesinde en küçük bir ayaklanma belirtisi olmadığı gibi, hiç bir dış gücün desteğine de sahip değiller. Böyleyken, asanın ejderha oluşu ve elin parlaması mucizeleri gösterilir gösterilmez zorba çılgınca bağırıyor: "Bu iki adam iktidarı ele geçirmek ve yönetici sınıfı hakimiyet haklarından mahrum etmek istiyor!" Hz. Musa'nın (a.s) sihrinin gücüyle bunu yapacağı endişesi yine karmakarışık bir zihin halini yansıtmaktadır. Çünkü, dünyanın hiç bir yerinde sihir gücüyle ne siyasal bir devrim olmuş, ne bir ülke zaptedilmiş, ne de bir savaş kazanılmıştır. Mısır'da usta sihirbazlık örnekleri sergileyen pek çok büyücü vardı. Fakat Firavun, bunların yalnızca mükafat ve ücret için sihirbazlık yapan hiç mesabesinde kişiler olduğunu biliyordu.

30. Bu cümle de, Firavun'un zihninin nasıl karıştığnı gösteriyor. Daha bir dakika önce sarayındakilerin ilâhı olan bu adam, bu defa dehşet içinde, ortaya çıkan tehlikeli durumu nasıl karşılayacağını kullarına soruyor.

31. Ta Ha Suresi'nde geçtiği üzere (ayet: 59), belirlenen gün, Mısırlıların ulusal bayram günüydü. Bugün halk, ülkenin her tarafından büyük kalabalıklar halinde gelecek ve izleyicilerin gösterileri açıkça seyredebilmesi için kuşluk vakti yapılacak büyük "yarış"a şahit olacaklardı.

32. Yani, yapılan ilânın yanısıra, halkı müsabakayı seyretmeye teşvik için münadiler gönderildi. Hz. Musa'nın (a.s) kapalı sarayda gösterdiği mucizenin haberi halka da yayılmış olmalı ki, halkın etkilenmesinden korkan Firavun, herkesin akın akın gelip bir asanın yılana dönüşmesinde bir olağanüstülük bulunmadığını, bunun ülkedeki sihirbazlar tarafından da yapılabileceğini görmesini istemiştir.

33. Bu cümle, Hz. Musa'nın (a.s) kraliyet sarayında gösterdiği mucizeyi gözleriyle görenlerin ve dışarıda işitenlerin, atalarının dinine olan inançlarını yitirmeye başladıkları ve inançlarının gücünün, sihirbazların Hz. Musa'nınkine (a.s) benzer bir performans göstermelerine bağlı bulunduğu fikrini desteklemektedir. Bu nedenle, Firavun ve erkanı bu müsabakayı, sonucu belirleyici bir müsabaka olarak saymışlar ve münadileri ülkenin her yanında, sihirbazlar müsabakayı kazanırlarsa, Hz. Musa'nın (a.s) dininin üstün gelmesi riskinin bertaraf edileceği, aksi halde, inançlarının terkedilmeye maruz kalacağı konusunda halkı etkilemeye koyulmuşlardır.

41 Büyücüler geldiklerinde, Firavun'a: "Şayet biz galip gelirsek, bize bir ücret var gerçekten değil mi?" dediler.34

42 "Evet" dedi. "Üstelik şüphesiz siz en yakın(larım) kılınanlardan da olacaksınız" 35

43 Musa onlara dedi ki: "Atacağınızı atın."

44 Onlar da, iplerini ve asalarını atıverdiler ve: "Firavun'un üstünlüğü adına, hiç tartışmasız, üstün olanlar gerçekten bizleriz" dediler.36

45 Böylelikle Musa da asasını bırakıverdi, bir de (ne görsünler) o, uydurmakta olduklarını yutuveriyor.

46 Anında büyücüler secdeye kapandılar.

47 (Ve:) "Alemlerin Rabbine iman ettik" dediler.

48 "Musa'nın ve Harun'un Rabbine."37

AÇIKLAMA

34. Ülkenin şirk dininin tek arzuları, müsabakayı kazandıklarında kraldan mükafat almak olan destekçilerinin mantalitesi buydu işte.

35. Bu, dinlerine en iyi hizmet edenlere kralın verebileceği en büyük şerefti. Böylece daha başlangıçta Firavun ve sihirbazları, davranışlarıyla bir peygamberle bir sihirbaz arasındaki büyük maneviyat farkını ortaya koymuş oluyorlardı. Bir tarafta, mazlum topluluğa mensup ve cinayet suçlamasıyla on yıl gizlenmiş olmakla birlikte, birden korkusuzca Alemlerin Rabbi tarafından gönderildiğini açıklamak için Firavun'un sarayında görünüveren ve İsrailoğulları'nın serbest bırakılmasını isteyen cesaret ve güven heykeli duruyor ve tehditlerine hiç aldırmadan Firavun'la yüz yüze bir tartışmaya girmede en küçük bir tereddüt göstermiyor; karşı tarafta ise, Firavun tarafından atalar dinini kurtarmaları için çağrılmış oldukları halde, hizmetlerinin karşılığıda mükafat dilenen, ahlâk ve maneviyattan nasipsiz sihirbazlar yer alıyordu. Ve kendilerine, mükafatlandırılmakla kalmayıp saray halkı arasına katılacakları müjdelenince büyük bir sevince kapılıyorlardı. Bu iki karakter türü, bir peygamberin yüce kişiliği ile bir sihirbazın zavallı kişiliği arasındaki farkı ortaya koymaktadır. Gerçek buyken, ancak bütün namus ve iffetini yitiren bir kimse bir peygambere, "sihirbaz" deme küstahlığında bulunabilir.

36. Sihirbazlar iplerini ve sopalarını bırakır bırakmaz, bunlar Hz. Musa'ya (a.s) doğru yılan sürüsüymüş gibi hareket etmeye başladılar. Bu olay, Kur'an'ın başka yerlerinde ayrıntılarıyla anlatılmaktadır: "Attıkları zaman, insanların gözlerini büyülediler ve kendilerini dehşete düşürdüler; büyük bir sihir ortaya koydular." (A'raf: 116) "Sihirlerinden ötürü ipleri ve sopaları ona sanki koşuyor gibi göründü ve bunun üzerine, Musa içinde büyük bir korku duydu." (Ta Ha: 66-67).

37. Bu, yalnızca daha büyük bir sihirbazmış gibi Hz. Musa'ya (a.s) yenildiklerinin itirafı değil, Kainatın Rabbi Allah'a karşı secdeye kapanmaları, binlerce Mısırlının önünde Hz. Musa'nın (a.s) gösterdiğinin sihir değil, Allah'ın gücünün tezahürü olduğunun apaçık ilanıdır.

49 (Firavun) Dedi ki: "Ona, ben size izin vermeden önce mi inandınız? Hiç tartışmasız, o, size büyüyü öğreten büyüğünüzdür;38 öyleyse yakında bileceksiniz. Şüphesiz ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama kestireceğim ve sizin hepinizi gerçekten asıp-sallandıracağım."39

50 "Hiç zararı yok" dediler. "Çünkü biz gerçekten Rabbimize dönücüleriz."

51 "Doğrusu biz, iman edenlerin ilki olduğumuzdan dolayı Rabbimizin bizim hatalarımızı bağışlayacağını ummaktayız."40

52 Musa'ya da: "Kullarımı gece yürüyüşe geçir,41 çünkü izleneceksiniz"42 diye vahyettik.

AÇIKLAMA

38. Bu, apaçık bir mucizeye şahit olduktan ve sihirbazların buna şahitlik ettiklerini gördükten sonra bile, hala bunun sihir olduğunda ısrar eden Firavun'un aşırı inadını göstermektedir. Fakat, A'raf Suresi'nde geçtiğine göre, "Bu, şehirde halkını oradan çıkarmak için kurduğunuz bir tuzaktır." (Ayet: 123) diyen Firavun, böylece, sihirbazların mucizeden dolayı değil, siyasal iktidarı ele geçirerek birlikte semeresini görmek için, kendisiyle müsabakaya tutuştukları Hz. Musa (a.s) ile hazırladıkları bir tuzak ve hile nedeniyle Hz. Musa'ya teslim olduklarına halkı inandırmaya çalışıyordu.

39. Firavun, sihirbazların Hz. Musa (a.s) ile gizli bir işbirliğine girdikleri düşüncesini haklı çıkarmak için, böyle korkunç bir tehditte bulunmaktadır. Sihirbazların hayatlarını kurtarmak için işbirliği itirafında bulunacakları ve böylece secdeye kapanıp binlerce izleyicinin önünde Hz. Musa'ya (a.s) inanmalarının doğurduğu etkinin silineceğini düşünüyordu.

40. Yani, "Biz her hal-ü kârda Rabbimize döneceğiz. Bizi şimdi öldürsen, hemen bugün O'nun huzuruna varmış oluruz, dolayısıyle bunda endişe edecek bir şey yoktur. Biz, bu büyük topluluk içinde gerçek belli olur olmaz inanan ilk kişiler olduğumuzdan, günahlarımızın ve hatalarımızın bağışlanacağını umuyoruz."

Sihirbazların bu cevabı, Firavun'un tellallarının topladığı halka şu iki şeyi açıklamaktadır:

1) Firavun, namustan yoksun, inatçı ve aldatıcı birisidir. Bizzat kendisinin düzenlediği bir müsabakada Hz. Musa'nın (a.s) kazandığını görünce, bir tuzak uydurusunda bulunmuş ve tehditle sihirbazları bunu itirafa zorlamıştır. Eğer bu, tuzak olmuş olsaydı; sihirbazlar ellerinin ve ayaklarının çaprazlama kesilmesini ve asılmayı göze alamazlardı. Sihirbazların böylesine korkunç bir tehdit karşısında bile imanlarında direnip kararlı davranmaları, Firavun'a karşı gizli bir tuzak kurulduğu suçlamasını geçersiz ve anlamsız kılmaktadır. Gerçekte sanatlarında uzman olan sihirbazlar, Hz. Musa'nın (a.s) gösterdiğinin sihir değil Alemlerin Rabbı Allah'ın kudretinin bir tezahürü olduğunu kavramışlardı.

2) Ülkenin her tarafında toplanmış olan binlerce kişi, Alemlerin Rabbi'ne inanır inanmaz, sihirbazlarda meydana gelen manevî değişkilğe bizzat şahit olmuştu. Sihirleriyle atalar dinini güçlendirmek ve güvenliğe erdirmek için çağrılan ve daha bir dakika önce mükafat için Firavun'un önünde eğilen aynı sihirbazlar şimdi öylesine cesaretlenmiş ve ruhî bir asalet kazanmışlardı ki, Firavun'un gücüne ve tehditlerine hiç aldırmıyor ve imanları uğrunda ölümü ve en ağır fizikî işkenceleri göze alabiliyorlardı. Böylece, psikolojik açıdan, Mısırlıların şirk dininin ne olduğunu kendi gözleriyle görmeleri ve Hz. Musa'nın (a.s) dininin nasıl gerçek din olduğunun zihinlere nakşolması için bundan daha iyi bir fırsat olamazdı.

41. Burada hicretten söz edilmesi, Hz. Musa (a.s) ve İsrailoğulları'na hemen Mısır'ı terketme emri verildiği anlamına gelmez. Arada geçen dönemin tarihi A'raf: 127-135 ve Yunus 83-89'da, bir kısmı da Mümin: 23-46 ve Zuhruf: 46-56'da anlatılmaktadır. Kıssa burada kısa kesilmekte ve Firavun ile Hz. Musa (a.s) arasındaki mücadelenin yalnızca son bölümü verilmektedir. Amaç, apaçık ayetleri gördükten sonra da inadında direnen Firavun'un trajik sonuyla, getirdiği mesajın arkasında ilâhî desteği bulan Hz. Musa'nın (a.s) nihaî zaferini göstermektir.

42. "İzleneceksiniz" uyarısı, geceleyin yola çıkma emrindeki hikmeti göstermektedir. Amaç, Firavun, ordusuyla peşlerine düşmeden önce, onların yetişemeyeceği kadar bir uzaklığa varmalarıdır. Burada, İsrailoğulları'nın Mısır'a tek bir bölgede yerleşmiş olmayıp çeşitli yerleşim alanlarına dağılmış olduklarını ve özellikle Memfis'le Ramises arasındaki Goşen denilen topraklarda yaşadıklarını hatırlatmalıyız. Mısır'ı terketme emri alınca Hz. Musa'nın (a.s) İsrailoğulları'nın oturdukları yerlere talimatlar gönderip halka hicret için hazırlıklar yapmalarını söylediği ve çıkış için belli bir gece tayin ettiği anlaşılıyor.

53 Bunun üzerine Firavun da şehirlere (asker) toplayıcılar gönderdi.

54 "Gerçek şu ki bunlar azınlık olan bir topluluktur;"

55 "Ve şüphesiz bize karşı da büyük bir öfke beslemektedirler."

56 "Biz ise uyanık bir toplumuz" (dedi).43

57 Böylelikle biz onları (Firavun ve kavmini) bahçelerden ve pınarlardan sürüp çıkardık;

58 Hazinelerden ve soylu makam(lar)dan da.44

59 İşte böyle; bunlara İsrailoğullarını mirasçı kıldık.45

60 Böylece (Firavun ve ordusu) güneşin doğuş vakti onları izlemeye koyuldular.

61 İki topluluk birbirini gördükleri zaman, Musa'nın adamları: "Gerçekten yakalandık" dediler.

62 (Musa:) "Hayır" dedi. "Şüphesiz Rabbim, benimle beraberdir; bana yol gösterecektir."46

AÇIKLAMA

43. Bütün bunlar gösteriyor ki, Firavun gerçekte dehşet içinde olmakla birlikte korkusunu, korkusuzluk örtüsü altında gizlemeye çalışıyordu. Bir yandan, durumu kurtarmak için çeşitli güçleri harekete geçirirken öte yandan yılgınlık ve ürküntü içinde olmadığını göstermek istiyordu.

Çünkü, Firavun gibi despot bir hükümdara, yüzyıllarca baskı altında yaşayan köle ve ezilmiş toplumdan tehlike gelemezdi. Bu yüzden tellalları, İsrailoğulları'nın kendilerine hiç bir zarar veremeyecek bir avuç topluluk olduklarına, fakat sebeb oldukları tahrik nedeniyle cezalandırılmaları gerektiğine halkı inandırmaya çalışıyorlardı. Seferberlik ise, sadece gelecekte ortaya çıkabilecek olayları önlemeye yönelik bir tedbirden ibaretti!

44. Firavun'un emrettiği genel seferberlik, İsrailoğulları'nı tümden ezmeye yönelikti. Fakat Allah'ın tedbiri durumu tersine çevirdi ve tüm ileri gelenlerle birlikte saraylıların hepsini konutlarından çıkarıp hep birlikte boğulacakları yere sürükledi. İsrailoğulları'nı izlememiş olsalardı hiç bir şey meydana gelmeyecek ve bu toplum ülkeyi sessiz bırakmayıp eskiden olduğu gibi güzel güzel evlerinde, köşk ve saraylarında hayatın tadını çıkarmaya devam edecekti. Niyetleri, İsrailoğulları'nın rahat rahat çekip gitmelerine izin vermemek, hicret halindeki kervanlara birden saldırıp hepsini mahvetmekti. Bu amaçla tüm prensler, tüm ileri gelenler ve soylular saraylardan çıkıp akında Firavun'a katılmışlardı, fakat kurnazlıkları ellerine hiçbir şey geçirmedi. Sonuçta İsrailoğulları Mısır'dan kaçıp kurtulmakla kalmadı, aynı zamanda Firavun'un despot kırallığının önde gelenleri hep birden denizde helâk oldular.

45. Bazı müfessirler bu ayete, "Allah, İsrailoğulları'nı Firavun ve halkının terkettiği bahçelere, pınarlara, hazinelere ve güzel güzel konutlara mirasçı kıldı" anlamı vermişlerdir. Böyle bir yorum, Firavun'un boğulmasından sonra İsrailoğulları'nın Mısır'a döndükleri ve Firavun'un kavminin mal ve servetini sahiplendikleri demek olur. Ne var ki, bu yorumu ne tarih, ne de diğer Kur'an ayetleri desteklemektedir. Bakara, Maide, A'raf ve Ta Ha Suresi'nin ilgili ayetleri, Firavun'un denizde boğulmasından sonra İsrailoğulları'nın Mısır'a dönmeyip hedeflerine doğru yoluna devam ettiklerini ve Davud Peygamber (a.s) (M.Ö. 1013-973) zamanına kadar meydana gelen tüm önemli olayların şimdi Sina Yarımadası, Kuzey Arabistan, Ürdün ve Filistin denilen topraklarda geçtiğini teyid etmektedir. Bu durumda, bize göre ayetin anlamı şudur: Bir yanda Allah Firavun'un kavmini servet, mülk ve ihtişamdan yoksun bırakırken, öte yanda bunları Mısır'da değil de Filistin'de İsrailoğulları'na verdi. Bu anlam A'raf Suresi'nin 136-137. ayetlerinde desteklenmektedir: "Biz de onlardan intikam aldık ve denizde onları boğduk, çünkü ayetlerimizi yalanlamışlar ve onlardan gafil olmuşlardı. Müstaz'af kılınan kavmi de, içinde bereketler kıldığımız yerin doğularına ve batılarına mirasçı yaptık." "Bereketli yer (ülke)" ifadesi Kur'an'da genellikle Filistin için kullanılır. Bkz. İsra: 1, Enbiya: 71-81, Sebe: 18.

46. Yani, "Bana bu felaketten kurtuluş yolunu gösterecektir."

63 Bunun üzerine Musa'ya: "Asanla denize vur" diye vahyettik. (Vurdu ve) Deniz hemencecik yarılıverdi de her parçası kocaman bir dağ gibi oldu.47

64 Ötekileri de buraya yaklaştırdık.

65 Musa'yı ve onunla birlikte olanların hepsini kurtarmış olduk.

66 Sonra ötekilerini48 suda boğduk.

67 Hiç şüphe yok, bunda bir ayet vardır.49 Ama onların çoğu iman etmiş değildirler.

68 Ve hiç şüphe yok, senin Rabbin, güçlü ve üstün olandır, esirgeyendir.

69 Onlara İbrahim'in haberini de aktarıp-oku:50

70 Hani, babasına ve kavmine: "Siz neye kulluk ediyorsunuz?" demişti.51

71 Demişlerdi ki: "Putlara tapıyoruz, bunun için sürekli onların önünde bel büküp eğiliyoruz."52

72 Dedi ki: "Peki, dua ettiğiniz zaman onlar sizi işitiyorlar mı?"

AÇIKLAMA

47. Tavd, "yüksek dağ" demektir. Öyle anlaşılıyor ki, Hz. Musa (a.s), asasıyla denize vurur vurmaz, deniz ayrılarak sular iki dağ gibi iki tarafa yığılmış ve yüzbinlerce göçmenden oluşan İsrailoğulları kervanları sağ salim karşıya geçinceye ve Firavun'la orduları denizin ortasına ulaşıncaya kadar o halde kalmıştır. Denizin yarılarak suların yüksek dağlar gibi iki yana yığılması ve bu şekilde uzun süre kalması gibi bir olaya, tabii yolla, ne kadar güçlü olursa olsun, bir fırtına veya tayfun yol açamaz. Ta Ha Suresi'nin 77. ayetinde, Allah'ın Hz. Musa'ya (a.s), "...denize vurup onlar için kuru bir yol aç" diye emrettiği anlatılmaktadır. Bu da gösteriyor ki, denize vurma, yalnızca suların ikiye ayrılıp büyük dağlar gibi iki yana yığılması sonucunu doğurmakla kalmamış, hiç çamursuz kuru bir yol açılmasına da neden olmuştur. Bu bağlamda, Duhan Suresi'nin 24. ayetinde, kavmiyle birlikte denizi geçtikten sonra Hz. Musa'ya (a.s) "Firavun boğulacağından denizi açık bırakması" emrinin verildiği de hatırlatılmalıdır. Buradan, denizi geçtikten sonra Hz. Musa (a.s) asasıyla tekrar vurmuş olsaydı, deniz sularının tekrar birleşeceği, fakat bundan menedildiği anlamı çıkar. Açıkça bir mucizeydi bu. Böyle iken, bunu tabii bir olay gibi yorumlamaya çalışanların görüşü bir yanılgıdan başka birşey değildir. Açıklama için bkz. Ta Ha, an:53.

48. Yani, Firavun ve ordusu.

49. Yani, Kureyş bundan şu dersi almalıdır: "Firavun, erkanı ve tebası gibi inatçı kişiler, kendilerine yıllarca apaçık mucizeler gösterildiği halde iman etmediler. İnat gözlerini öylesine kör etmişti ki, denizde boğulmaları olayında, gözlerinin önünde denizin yarıldığını, suların dağlar gibi iki tarafa yığıldığını ve İsrail kervanlarının geçmesi için ortada kuru bir yol açıldığını gördükleri halde, yine de, savaşmak üzere çıktıkları Hz. Musa'nın (a.s) arkasında ilâhî destek ve yardımın olduğunu anlayamadılar. Sonunda kendilerine geldiler ama, artık çok geçti. Çünkü, Allah'ın gazabı kendilerini kuşatmış ve deniz suları üzerlerini bütünüyle örtmüş bulunuyordu. Tam bu durumda Firavun bağırdı: "İnandım ki, İsrailoğulları'nın inandığından başka ilah yoktur ve ben müslümanlardanım (teslim olanlardanım)". (Yunus: 90)

Öte yandan, bu olayda müminler için de bir ayet vardır: Şimdilik şer güçler egemen görünseler de, Allah uzun vadede lütfuyla hakkı hakim kılar ve bâtılı yok eder.

50. İbrahim Peygamber'in (a.s) hayat hikayesinin bu bölümü, risalet görevi almasından sonra, Tevhid ve Şirk sorunları üzerinde kendisiyle kavmi arasında geçen çatışmanın zamanıyla ilgilidir. Bu bağlamda, okuyucu Bakara: 258-260, En'am: 75-83, Meryem: 41-50, Enbiya: 51-70, Saffat: 83-113 ve Mümtehine: 4-5. ayetlerine de bakmalıdır.

Genelde Araplar ve özelde Kureyş, kendilerini Hz. İbrahim'in (a.s) izleyicileri sayıp onun yolu ve inancı üzerinde gittiklerini itiraf ettiklerinden, Kur'an, İbrahim Peygamber'in (a.s) hayatının bu bölümünü tekrar tekrar anlatmaktadır. Araplar'dan başka Hıristiyanlarla Yahudiler de, Hz. İbrahim'in (a.s) kendi dinî lider ve yolgöstericileri olduğunu iddia ediyorlardı. Bu yüzden Kur'an, Hz. İbrahim'in (a.s) getirdiği dinin, şimdi Hz. Muhammed aleyhisselamın tebliğ ettiği, kendilerinin ise şiddetle karşı çıktıkları aynı din, yani İslâm olduğu konusunda onları tekrar tekrar uyarır.

Hz. İbrahim (a.s) müşrik değildi, tam tersine şirkin baş düşmanıydı. Bu nedenle evini ve ülkesini terkedip bir muhacir olarak Suriye, Filistin ve Hicaz'da yaşamak zorunda kalmıştı. Bir Yahudi ve Hıristiyan da değildi o. Çünkü Hıristiyanlık ve Yahudilik ondan yüzlerce yıl sonra doğmuştu. Bizzat müşrikler, Arabistan'da puta tapınmanın, Hz. İbrahim'den (a.s) yüzyıllarca sonra başladığını itiraf ettiklerinden ve Yahudilerle Hıristiyanlar da Hz. İbrahim'in (a.s) Yahudilik ve Hıristiyanlık'ın doğuşundan çok uzun zaman önce yaşadığnı inkar etmediklerinden, bu tarihi delili reddetmenin imkanı yoktu. Öyleyse, bunların dinlerinin temelini oluşturduğunu sandıkları özel inanç ve adetler Hz. İbrahim'in (a.s) getirdiği dinin parçası olamazdı. Hak Din, tüm bu kirliliklerden uzak, yalnızca Bir Allah'a ibadet ve itaata dayanan dindi. Bu yüzden Kur'an şöyle der: "İbrahim ne Yahudi, ne de Hıristiyandı, fakat hanif müslümandı; müşriklerden de değildi. Şüphesiz İbrahim'e en yakın ve layık olanlar ona uyanlar, bu nebi ve iman edenlerdir..." (Al-i İmran: 67-68).

51. Bu sorunun hedefi, halka tapındıkları ilâhların sahte ve mutlak anlamda güçsüz olduğunu hatırlatmaktadır. Enbiya Suresi'nde aynı soru şöyle ifade edilir: "Karşılarında büyük bir bağlılıkla hizmet edip boyun büktüğünüz şu putlar nedir?"

52. Herkes onların putlara ibadet ettiklerini bilirken, bu şekilde cevap vermeleri, inançlarında sabit ve kalplerinin bununla mutmain olduğunu belirtmek içindi. Şöyle demek istiyorlardı çünkü: "Biz de bunların taştan ve odundan putlar olduğunu biliyoruz. Fakat inancımız, onlara bağlılıkla hizmet ve ibadet etmemizi gerektiriyor."

73 "Ya da size bir yararları dokunuyor mu veya zararları?"

74 "Hayır" dediler. "Biz atalarımızı böyle yaparlarken bulduk."53

75 (İbrahim) Dedi ki: "Şimdi, neye tapmakta olduklarınızı gördünüz mü?"

76 "Hem siz, hem de eski atalarınız?"54

AÇIKLAMA

53. Yani, "Onlara ibadetimiz ve hizmetimiz, dualarımızı ve münacatımızı duyduklarından, ya da fayda ve zararları olduğundan değil, atalarımızı onlara ibadet ve hizmet ederken gördüğümüzdendir." Böylece onlar putlara tapmalarının gerçek nedeninin, atalarını körü körüne taklit etmek olduğunu itiraf ediyorlardı. Bir başka deyişle, şöyle demek istiyorlardı: "Bize söylediğinde yeni hiç bir şey yok. Bunların hiç bir şey işitmeyen, fayda da, zarar da vermeyen taş ve tahtadan putlar olduğunu biz de biliyoruz. Fakat, yüzyıllardan beri nesil be nesil onlara tapınan ecdadımızın akılsız kimseler olduğuna inanamayız. Bu cansız suretlere tapınmalarında iyi bir neden olmalı; onlara tam olarak inandığımızdan biz de aynı şeyi yapıyoruz."

54. Yani, "Ataları da aynı dinde idi diye, o dinin gerçek olduğunu söylemek yerinde midir? İnsanlar, tapındıkları ilâhların hiç bir ilâhî sıfata sahip olup olmadıklarına, kaderleri üzerinde güç ve etkilerinin bulunup bulunmadığına bakmadan atalarının izinde körü körüne gidip durmalı mıdırlar?"

77 "İşte bunlar, gerçekten benim düşmanımdır;55 yalnızca alemlerin Rabbi hariç"56

78 "Ki beni yaratan ve bana hidayet veren O'dur;"57

79 "Bana yediren ve içiren O'dur;"

80 "Hastalandığım zaman bana şifa veren O'dur;"58

81 "Beni öldürecek, sonra diriltecek olan da O'dur;"

AÇIKLAMA

55. Yani, "Onlara bakıyorum da, eğer onlara ibaret edecek olursam, kendimi dünyada da, ahirette de helâk edeceğimi görüyorum. Onlara ibedet etmek helâke yol açtığına göre, onlara ibadet etmek, kişinin düşmanına ibadet etmesi demektir." İbrahim Peygamber'in (a.s) bu sözleri, Meryem Suresi'nin 81 ve 82. ayetleriyle yakından bağlantılıdır. "Kendilerine destek olsunlar diye Allah'tan başka ilâhlar edindiler. Asla! Onların kendilerine ibadet etmelerini inkar edecekler ve bunlara zıt olacaklardır."

İbrahim Peygamber'in (a.s), "Onlar sizin düşmanınızdır" değil de, "Onlar benim düşmanımdır" demesine dikkat edilmelidir. Öbür türlü demiş olsaydı, ilâhlarının kendilerine nasıl düşman olabileceğini anlıyamayacaklarından, kendilerini tahrik edilmiş hissedeceklerdi. Gerçekte Hz. İbrahim (a.s) insanın kendi iyiliğini isteyen ve bile bile kendisinin kötülüğünü arzu etmeyen tabii duygularına başvuruyordu. Bu da, karşıdakileri gerçekten kendilerinin iyiliğine mi, yoksa kötülüğüne mi çalıştıkları konusunda düşünmeye itecekti.

56. Yani, "Dünyada kendilerine tapınılan, ibadet edilen ilâhlar içinde, kendisine ibadette kendim için fayda bulduğum ve kendisine ibadet etmekle kişinin düşmanına değil, kendi yardımcı ve besleyicisine ibadet ettiği Alemlerin Rabbi tek bir Allah vardır." Bundan sonra, Hz. İbrahim (a.s), neden yalnızca Allah'ın ibadete layık olduğu konusunda kimsenin reddedemeyeceği delilleri sıralamaya geçiyor ve dolaylı olarak karşısındakilerin, Allah'tan başka ilâhlara tapınmalarında atalarını körü körüne taklitten başka hiç bir akli temellerinin olmadığını ima ediyor.

57. Allah'ın, yalnızca bir Allah'ın insanın ibadetine layık olduğunun birinci nedeni budur. Kavmi de, yalnızca Allah'ın ortaksız yaratıcıları olduğunu biliyor ve buna inanıyordu. Yalnızca onlar değil, dünyanın bütün müşrikleri, ibadet ettikleri ilâhların bile Allah'ın yaratığı olduğuna inanagelmiş ve ateistler dışında kimse, Allah'ın tüm kainatın yaratıcısı olduğunu inkar etmemiştir. İbrahim Peygamber'in (a.s) bu delili, bir yaratık olarak, yalnızca ibadetine layık olan yaratıcısına ibadet edebileceğini ve Allah'ın yaratmasında hiç bir ortağı bulunmadığından, başka kimseye ibadet edemeyeceğini ifade etmektedir.

58. Allah'a, yalnızca Allah'a ibadet etmenin ikinci nedeni, Allah'ın insanı yarattıktan sonra, ona ilgisiz kalmayarak, başka destekçiler araması için onu kendi başına bırakmayıp yolunu bulması, korunması ve ihtiyaçlarını gidermesi için gerekli düzenlemelerde bulunma sorumluluğunu da üzerine almış olmasıdır. Daha çocuk doğar doğmaz, sütü anne göğsünde üretilmekte ve görünmeyen bir güç kendisine, sütü emme ve yutma yolunu öğretmektedir. Yaratıcı, hayatının ilk gününden ölümüne kadar gelişmesi, büyümesi ve yaşaması için hayatının her safhasında gerekli olan tüm araçları çevresindeki dünyada varetmiş bulunmaktadır. Yaratıcı, onu ayrıca bu araçları yararına kullanması için gerekli tüm güç ve yetenekleri bahşetmiş ve hayatının her anında gerekli tüm donatımda bulunmuştur. Sonra, tüm hastalık, mikrop ve zehirlere karşı korunması için öylesine ilaç ve panzehirler yaratmıştır ki, insan bilgisi bunları bütünüyle kavramaktan acizdir. Bütün bu tabii düzenlemelerde bulunmamış olsaydı, tek bir diken bile onun için felaketler doğurabilirdi. Yaratıcı'nın, bu her şeyi saran rahmet ve donatımı, insana hayatının her anında yetişirken, insanın Allah'tan başkalarının önünde eğilmesinden, ihtiyaç ve sıkıntı halinde başka yardımcılar aramasından daha büyük bir akılsızlık ve nankörlük olabilir mi?

82 "Din (Ceza) günü hatalarımı bağışlayacağını ummakta olduğum da O'dur;"59

83 "Rabbim, bana hüküm60 (ve hikmet) bağışla ve beni salih olanlara kat;"61

84 "Sonra gelecekler arasında bana bir doğruluk dili (lisan-ı sıdk) ver."62

AÇIKLAMA

59. Başkasına değil, yalnızca Allah'a ibadet etmenin üçüncü nedeni, insanın Allah ile ilişkisinin yalnızca dünya hayatı ile sınırlı olmayıp ölümünden sonraki hayata da uzanmasıdır. Kendisini vareden aynı Allah, bir gün onu çağırır ve dünyadan ayrılıp O'na dönüşü engelleyecek hiç bir güç de yoktur. Hiç bir ilaç, hiç bir doktor, hiç bir tanrı veya tanrıça, insanı dünyadan alan ele yetişemez. Tüm şu tanrılaştırılan ve kendilerine tapınılan insanlar bile, kendi ölümlerini savuşturabilecek değillerdir. Yalnızca Allah'tır ki, hükmeder ve kişinin dünyadan ne zaman çağrılacağına karar verir ve ne zaman bir kişi O'nun çağrısını alırsa, o her halükârda dünyadan ayrılmak zorundadır. Sonra, yine yalnız Allah'tır ki, dünyada doğmuş, ölmüş ve gömülmüş olanların tekrar ne zaman hayata döndürüleceğine karar verir ve dünyada işlediklerinden dolayı kendilerini hesaba çeker. Kimsenin, kendisinin ve başkalarının yeniden dirilmesini durdurabilme gücü yoktur. Herkes, Allah'ın hükmü ile kalkacak ve O'nun mahkemesine çıkacaktır. O gün tek Hakim de yalnızca Allah'tır ve kimse hükmünde O'na hiç bir şekilde ortak olamaz. Affetmek veya cezalandırmak bütünüyle Allah'ın elindedir. Allah'ın cezalandırmak istediği bir kişiyi kimsenin affettirme gücü olmadığı gibi, affetmek istediği bir kişiye de kimsenin ceza verdirmeye gücü yetmez. Dünyada şefaatçi kabul edilenlerin tümü, affedilmeleri için, Allah'ın rahmet ve lütfunu umacaklardır.

Bu gerçekler karşısında, Allah'tan başkalarına ibadet eden bir kişi, kendi felaketini kendisi hazırlıyor demektir. İnsanın, dünyada ve ahirette hayatını elinde tutan Allah'tan yüz çevirip yardım ve destek için bu noktada bütünüyle güçsüz olanlara yönelmesinden daha büyük bir talihsizlik olamaz.

60. Bu duanın yapıldığı zamanda Hz. İbrahim (a.s) peygamberliğe getirilmiş bulunduğundan, burada hükm, peygamberlik anlamında değildir. Bu dua peygamberlikten önce yapılmış olsa bile, peygamberlik, istek üzerine verilmeyip Allah'ın dilediğine bahşettiği bir şey olduğundan, yine peygamberlik anlamında değildir. Burada hükm, hikmet, ilim, doğru ile yanlışı ayırdetme ve yargı gücü demektir. Hz. Peygamber'den de (s.a) buna benzer bir dua nakledilmektedir ": Bize eşyayı olduğu gibi göster."

61. Beni salihlerin arasına kat": "Bana dünyada içinde yaşanacak salih bir topluluk ver ve ahirette beni salihlerle birlikte haşret." Salihlerle haşrolmakla kurtuluşa ermek aynı anlama gelir. Dolayısıyle, ahirete, mükafat ve cezaya inanan herkesin duası olmalıdır bu. Dünyada iken bile salih bir kişi, Allah'ın kendisini ahlâksız ve kötü bir toplum içinde yaşamaktan korumasını ve salihlerin içine katmasını arzular. Salih ve dindar bir kişi, içinde yaşadığı toplum ahlâkî-manevî yönden temizleninceye veya hakkın, doğrunun ve namusluluğun ilkelerine uygun bir başka topluma katılıncaya kadar asla rahat edemez.

62. "Sonrakiler içinde benim için lisan-ı sıdk kıl": "Bana, benden sonraki nesillerin ölümünden sonra beni, kendileri kötü olmakla kalmayıp arkalarında da kötülükten başka birşey bırakmayan zalimlerden biri olarak değil, iyi ve dindar biri olarak anmaları nimetini bahşet. Bana öyle salih ameller işlemeyi nasib et ki, hayatım başkaları için gelecek tüm zamanlarda bir ışık kaynağı olsun ve ben de, insanlığa faydalı olanlar içinde sayılayım."

Bu, dünyevi yücelik ve şöhret duası değil, ancak kalıcı ve değerli hizmetler sonucu kazanılabilecek gerçek büyüklük ve şöhret duasıdır. Bir insanın böyle gerçek ün ve şan kazanmasının iki hayırlı yönü vardır:

1) Dünyadakiler, kötü örnekler karşısında kendilerine takva aşılayacak ve doğru yolu izlemede cesaret verecek iyi bir örnek bulurlar.

2) Salih kişi, yalnızca ortaya koyduğu güzel örneği izleyerek doğruya yönelen nesillerin işlediklerinden de mükafat almakla kalmaz, kendi amellerine ek olarak, nesiller boyunca Kıyamet Günü'ne kadar insanlara yararlı olmakta devam eden, arkasında bıraktığı hidayet çeşmelerinden dolayı, milyonlarca insanın kendi lehine şahitliğini kazanır.

85 "Beni nimetlerle-donatılmış cennetin mirasçılarından kıl,"

86 "Babamı da bağışla, çünkü o şaşırıp-sapanlardandır."63

87 "Ve beni (insanların) diriltilecekleri gün küçük düşürme,"64

88 "Malın da, çocukarın da bir yarar sağlayamadığı günde."

89 "Ancak Allah'a selim bir kalp ile gelenler başka."65

90 (O gün)66 Cennet takva sahiplerine yaklaştırılır.

91 Cehennem de azgınlar için sergilenir.67

92 Ve onlara: "Tapınmakta olduklarınız nerede?" denilir.

93 "Allah'ın dışında olan (ilah)lar; size yardımları dokunuyor mu, veya kendilerine yardımları oluyor mu?

94 Artık onlar ve azgınlar onun içine dökülüverilmiştir.

95 Ve İblis'in bütün orduları da.68

96 Orada birbirleriyle çekişip-tartışarak derler ki:

97 "Andolsun Allah'a, biz gerçekten apaçık bir sapıklık içindeymişiz,"

AÇIKLAMA

63. Bazı müfessirler, Hz. İbrahim'in (a.s) babasının bağışlanması için yaptığı bu duayı, bağışlanma ve her halûkârda İman'la bağlantılı ve İman'a bağlı olduğundan, babasına İslâm'ı kabul nimetini bahşetmesi için Allah'a dua ettiği şeklinde yorumlamışlardır. Fakat bu yorum, Kur'an'daki ilgili diğer ayetlere uygun düşmemektedir. Kur'an, Hz. İbrahim'in (a.s), babasının acımasız davranışları karşısında yurdunu terk ederken şöyle dediğini anlatır: "Sana selam olsun" dedi, "senin için Rabbimden bağışlanma dileyeceğim; şüphesiz o bana karşı çok lütufkârdır" (Meryem: 47). Bu sözünü yerine getirmek için yalnızca babası için değil, hem annesi, hem de babası için istiğfarda bulunmuştur: "Rabbimiz, beni anne-babamı bağışla..." (İbrahim: 41). Fakat ardından, bir müminin babası bile olsa, Hakk'ın düşmanının istiğfarı hak etmeyeceğini farketti: "İbrahim'in babası için istiğfarı, yalnızca ona karşı yaptığı bir vaatten ötürü idi; fakat, kendisine onun Allah düşmanı olduğu açık-seçik belli olunca ondan uzaklaştı..." (Tövbe:114).

64. Yani, "Hüküm Günü herkesin önünde, ben çaresiz görüp dururken, babama azab ederek üzerime leke getirme."

65. 88 ve 89. ayetlerin Hz. İbrahim'in (a.s) duasının bir bölümü mü, yoksa Allah'ın eklemesi mi olduğunu kestirmek güçtür. Birinci durumda, İbrahim Peygamber'in (a.s) babası için dua ederken, gerçekleri çok iyi kavramış olduğu anlamı çıkar. İkinci durumda, bunlar Hz. İbrahim'in (a.s) duasına Allah'ın şöyle denircesine bir yorumu olur: "Hüküm Günü mal ve çocuklar değil, ancak selim bir kalb, imanlı, isyan ve günahtan arınmış bir kalb fayda verecektir. Çünkü, ancak kalb selim olursa, malın ve çocukların bir faydası olabilir. Mal, ancak kişi onu içten gelerek Allah yolunda harcarsa, faydalı olacaktır. Aksi halde, bir milyoner, milyarder bile orada yoksuldur. Yine, ancak iman ve salih amel üzerine eğitilmiş çocukların yardımı olacaktır orada; aksi halde, oğul peygamber bile olsa, babası küfür üzere öldüyse -böyle bir babanın çocuklarının iyiliğinde payı olamayacağından- cezadan kurtulamayacaktır."

66. 90-102. ayetler, Hz. İbrahim'in (a.s) sözlerinin bir bölümü değil, Allah'ın sözü olarak görülmektedir.

67. Yani, bir yandan muttakilere Allah'ın lütfuyla cennette tadacakları sayısız nimetler gösterilirken, öte yandan, Mahşer'de dalâlettekilere cehennem bütün korkunçluğu ile açılacaktır.

68. Metinde "Kübkibû" nun iki anlamı vardır: 1) Birbiri ardınca cehenneme yığılacaklar; 2) Cehennem'in derinliklerine yuvarlanmaya devam edecekler.

98 "Çünkü sizi (yalancı olanları) alemlerin Rabbiyle eşit tutuyorduk.

99 "Bizi suçlu-günahkârlardan başka saptıran da olmadı."69

100 "Artık bizim için ne bir şefaatçi var,"70

101 "Ne de candan-yakın bir dost."71

102 "Bizim bir kere daha (dünyaya dönüşümüz mümkün) olsaydı da iman edenlerden olabilseydik."72

103 Hiç şüphe yok, bunda bir ayet vardır,73 ama onların çoğu iman etmiş değildirler.

104 Ve hiç şüphe yok, senin Rabbin, güçlü ve üstün olandır, esirgeyendir.

AÇIKLAMA

69. Burada, dünyadayken halkın ilâh gibi sayıp hizmet ettikleri, sözlerini ve davranışlarını otorite saydıkları ve kendilerine her türlü arz ve takdimde bulundukları dinî lider ve önderlerine nasıl davranacakları anlatılmaktadır. Ahirette halk, önderlerinin kendilerini saptırmış ve helâklerine yol açmış olduğunu anlayınca, durumlarından onları sorumlu tutacaklar ve onlara lanetler yağdıracaklardır. Kör izleyiciler, dünyada önderlerinin kendilerini doğruya mı, yoksa yanlışa mı götürdüklerine dikkat etsinler diye, Kur'an bu dehşetli ahiret manzarasını çeşitli yerlerde sunmaktadır. Örnek: "Her bir ümmet girdikçe kardeşine lanet eder: ne zaman ki, hepsi orada toplanır, o zaman sonrakileri, öncekileri için, "Rabbimiz, şunlar bizi sapıttı, dolayısıyla onlara ateşten bir kat daha azab ver" der. "Her biri için bir kat daha fazla var, fakat bilmezsiniz" der. (A'raf:38)

"Küfredenler, "Rabbimiz, bizi sapıtan cinleri ve insanları bize göster, onları ayaklarımızın altına alalım da, en alçaklardan olsunlar." (Fussilet: 29) "Ve Rabbimiz, şüphesiz biz efendilerimize ve büyüklerimize itaat ettik de, bizi yoldan sapıttılar" dediler. "Rabbimiz, onlara iki kat azab ver ve onları büyük bir lanetle lanetle." (Ahzab: 67-68).

70. Yani, "Bizim dünyada iken şefaatçilerimiz saydıklarımız ve bizi salimen cennet'e ulaştıracaklarına inandıklarımız, bugün çaresiz ve bize faydasızdırlar."

71. Yani, "Bizim için duygulanacak ve bizi teselli edecek hiç bir sevenimiz yok," Kur'an, ahirette yalnızca müminlerin birbirlerine dost olmaya devam edeceklerini belirtir. Kafirler ise, dünyada iken dostluk yemini bile etmiş olsalar, birbirlerine düşman kesileceklerdir. Her biri diğerini kötü sonlarından sorumlu tutacak ve onun en fazla cezayı görmesi için çalışacaktır. "O gün dostlar, muttakiler dışında birbirine düşmandır." (Zuhruf: 67).

72. Kur'an, bu tür hasret ve arzuya, "Eğer geri gönderilmiş olsalardı, yine nehyolunduklarını yapmaya dönerlerdi." (En'am: 28) şeklinde cevap vermektedir. Dünyaya yeniden dönmelerine neden izin verilmeyeceği konusunda bkz. Müminun an: 90-92.

73. Hz. İbrahim Peygamber'in (a.s) kıssasındaki "ayet"in iki yönü vardır:

a) Arap müşrikleri, özellikle Kureyş, bir yandan kendilerinin İbrahim Peygamber'in (a.s) izleyicileri olduklarını iddia edip onun soyundan gelmekle övünürken, diğer yandan, Hz. İbrahim'in (a.s) hayatı boyunca sürekli bir mücadele verdiği şirke bulaşmış durumdaydılar. Sonra, bu insanlar, kendilerini Hz. İbrahim'in (a.s) getirdiği dine çağıran Hz. Peygamber'e (s.a), tıpkı Hz. İbrahim'e karşı çıkılıp davranıldığı gibi, karşı çıkıp davranıyorlardı. Dolayısıyla onlara, Hz. İbrahim'in (a.s), kendilerinin itiraf etmelerine rağmen, inatlarında va karşı çıkmalarında devam ettikleri tevhid'in bağlısı ve şirk'in düşmanı olduğu hatırlatılmaktadır.

b) Hz. İbrahim'in (a.s) kavmi yeryüzünden silinmişti. İçlerinden hayatta kalanlar, Hz. İbrahim (a.s) ile oğulları İsmail ve İshak'ın (a.s) çocukları idiler. Her ne kadar Kur'an, Hz. İbrahim'in (a.s) kavmine inen azabtan söz etmiyorsa da, bu kavim azaba uğrayan kavimlerin arasında anılmaktadır: "Onlara, kendilerinden öncekilerin, Nuh Kavmi, Ad, Semud ve İbrahim Kavmi ve Medyen halkıyla tersine çevrilmiş şehirlerin haberi gelmedi mi?" (Tevbe: 70).

105 Nuh kavmi74 de gönderilen (peygamberler)leri yalanladı.75

106 Hani onlara kardeşleri Nuh: "Sakınmaz mısınız?"76 demişti.

107 "Gerçek şu ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir peygamberim."77

108 "Artık Allah'tan korkup-sakının ve bana itaat edin."78

109 "Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum; benim ücretim yalnızca alemlerin Rabbine aittir."79

110 "Artık Allah'tan korkup-sakının ve bana itaat edin."80

AÇIKLAMA

74. Lütfen karşılaştırın: A'raf: 59-64, Yunus: 71-73, Hud: 25-48, İsra: 3, Enbiya: 76-77, Müminun: 23-30, Furkan: 37, Hz. Nuh'un (a.s) kıssasının ayrıntıları için bkz. Ankebut: 14-15, Saffat: 75-82, Kamer: 9-15 ve Nuh Suresi.

75. Her ne kadar onlar tek bir rasûlü reddetmişlerse de, rasûllerin hepsi Allah'tan aynı mesajı getirdiklerinden, tüm rasûlleri reddetmiş oluyorlardı. Kur'an'ın çeşitli şekillerde tekrar tekrar andığı bir olgudur bu. Dolayısıyle, tek bir peygamberi reddedenler, diğer peygamberlere inansalar bile kafir olmuş olurlar. Çünkü, herhangi bir rasûle inanan mümin, ırkî ön yargılar, ataları taklit gibi etkenler altında kalmadıkça, aynı gerçeği daha başka durumlarda inkar edemez.

76. Hz. Nuh'un (a.s) kavmine ilk hitabesi, Kur'an'ın başka yerinde anıldığı üzere şöyleydi: "Ey kavmim! Allah'a ibadet edin, sizin için Ondan başka ilâh yoktur. Öyleyken, sakınıp korkmayacak mısınız?" (Müminun: 23). "Allah'a ibadet edin, O'ndan sakınıp korkun ve bana itaat edin." (Nuh:3). Yani, "Allah'a isyanın ve O'ndan başkalarına ibadet etmenin sonuçlarından korkmuyor musunuz?"

77. Burada iki anlam vardır: 1) "Ben size ancak Allah'ın bana vahyettiğini aktarıyorum." ve 2) "Ben, zaten güvenilir, dürüst ve namuslu bildiğiniz bir rasûlüm. Sizinle olan ilişkilerimde dürüst ve güvenilirken, Allah'ın Mesajı'nı aktarmada nasıl güvenilmez ve yalancı olabilirim? O halde, size getirdiğim her şeyin gerçek olduğu konusunda emin olabilirsiniz."

78. Yani, "Ben güvenilir ve doğru bir rasûl olduğuma göre, tüm diğer reisler karşısında bana itaat etmek, emir ve talimatlarımı yerine getirmekle yükümlüsünüz. Çünkü, ben Allah'ın iradesini temsil ediyorum. Bana itaat, Allah'a itaat; bana itaatsizlik, Allah'a itaatsizliktir." Bir başka deyişle, insanlardan yalnızca bir rasûlü, Allah tarafından gönderilmiş gerçek bir rasûl olarak kabul etmek değil, ona itaat etmek ve diğer tüm kanunlar karşısında onun kanununa itaat etmek istenmektedir. Bir peygamberi reddetmek veya onu peygamber olarak kabul ettikten sonra kendisine itaatsizlikte bulunmak, Allah'a isyan ve O'nun gazabını çekmekle eş anlamlıdır. Dolayısıyle "Allah'tan sakınıp korkun" ifadesi, her işitenin, bir peygamberin mesajını reddetmenin veya emirlerine itaatsizlik etmenin sonuçlarını açıkça anlaması konusunda bir uyarıdır.

79. Hz. Nuh'un (a.s), mesajının gerçekliği konusundaki iki delilden ikincisi budur. İlki, aralarında geçen hayatının ilk döneminde kendisini güvenilir bir insan olarak tanımalarıydı. Bu ikinci delil ise şunu ifade etmektedir: "Sizden gelen her türlü itiraz ve düşmanlığa rağmen, gece gündüz demeden tebliğ ettiğim mesajı aktarmada, benim hiç bir kişisel çıkarım yoktur. Hiç olmazsa, davetimde samimi olduğumu ve size ancak doğruluğuna inandığım ve tüm insanlığın kurtuluş ve mutluluğunu izlenmesinde bulduğum şeyi sunduğumu anlamalısınız. Bunda hiç bir kişisel çıkarım yok ki, halkı kandırmak için yalanlar düzeyim."

Bu iki delil, peygamberlerin doğruluğunun delilleri olarak Kur'an'ın tekrar tekrar ileri sürdüğü ve peygamberliği değerlendirmede ölçü olarak sunduğu en önemli delillerdendir. Peygamberliğinden önce yaşadığı toplum içinde her zaman doğru, güvenilir ve ahlâklı bir kimse olarak tanınmış bir kişiden, hemen Allah adına yalanlar düzmeye ve öyle olmadığı halde, insanları Allah tarafından tayin edildiğine inandırmaya girişti diye, en ön yargılı biri bile şüphelenemez. Bundan da önemlisi, ortada bencil bir etken olmadıkça, iyi niyetle böyle bir yalan da düzülemez. Ayrıca, böyle bir aldatmaya girişen bir kişi, yalanını insanlardan bütünüyle gizleyemez. "İşini" ilerletmek için uydurduğu yalanlar ve kullandığı araçlar bilinir ve her türlü bencil çıkar ve kazançlar çok geçmeden ortaya çıkar. Buna karşılık peygamberlerin kişisel hayatları, ahlâkî meziyet ve üstünlüklerle doludur. Bu hayatta, hiç bir hile ve aldatma izine rastlanmaz. Bırakın kişisel çıkar sağlama düşüncesini, bir peygamber, sonuçsuz görünen bir dava uğruna her şeyini feda eder. Sağduyu ve adalet duygusuna sahip hiç bir insan, oldukça huzur dolu bir hayat sürmekte olan akıllı bir kişinin, birden, kendisine herhangi bir yarar sağlaması şöyle dursun, tüm parasını, vaktini ve enerjisini isteyen ve kendisine tüm dünyanın düşmanlığından başka bir şey kazandırmayan asılsız bir iddia ile ortaya çıkmasını düşünemez. Kişisel çıkarların fedası, kişinin samimiyetinin birinci delilidir. O halde, kişisel çıkarlarını yıllarca feda eden bir kişinin samimiyetinden ve niyetlerinden şüphelenmek, kendisi bencil ve samimiyetsiz olan bir kişinin oyalanmasından başka bir şey olamaz. Ayrıca bkz. Müminun, an: 70.

80. Bu cümlenin kullanılışı sebebsiz değildir. Birinci kullanışta (ayet: 108), şöyle bir anlam ihtiva ediyordu: "Kendinizin de geçmişte doğru ve güvenilir bir kişi olarak kabul ettiğiniz sadık ve emin elçisine yalancı muamelesi yapmakla Allah'tan korkmuyor musunuz?"

Burada ise şu anlam vardır: "Hiç bir kişisel çıkar düşüncesi taşımadan, yalnızca halkın ıslahı için içtenlikle çalışan bir kişinin niyetinden şüphelenirseniz Allah'tan korkun." Nuh kavminin ileri gelenleri, Hz. Nuh'un (a.s) getirdiği hak mesajda yanlışlıklar bulmak için, onu kişisel üstünlük mücadelesi vermekle suçluyorlardı: "Üzerinizde üstünlük sağlamak istiyor." (Müminun: 24).

111 Dediler ki: "Sana, sıradan aşağılık insanlar uymuşken inanır mıyız?"81

AÇIKLAMA

81. Hz. Nuh'un (a.s) mesajına bu cevabı verenler, Hud Suresi'nde anıldığı üzere, kavminin ileri gelenleri, reisleri ve soyluları idi: "Kavminden küfreden ileri gelenler dediler: "Seni ancak bizim gibi bir beşer görüyoruz ve görüyoruz ki, sana yalnızca düşünüp taşınmayan rezillerimiz uyuyor; ve yine sizin bize karşı hiç bir üstünlüğünüzün olmadığını da görüyoruz..." (Hud: 27). Ayetten anlaşıldığına göre, Hz. Nuh'a (a.s) inananlar çoğunlukla yoksullar, işçiler veya toplumda hiç bir mevkisi olmayan bazı gençlerdi. Toplumda etkili ve zengin olanlar ise, Hz. Nuh'un (a.s) en sert düşmanları idiler ve sıradan halkı arkalarında tutabilmek için her hile ve yalana başvurmaktan çekinmiyorlardı.

Hz. Nuh'a (a.s) karşı getirdikleri delillerden (!) birisi de şuydu: "Nuh'un mesajında dikkate değer bir şey olsaydı, ona önce toplumdaki zenginler, bilginler, din adamları, soylular ve akıllı kimseler inanırdı; fakat, bunların hiç biri ona inanmıyor; yalnızca, toplumun sağduyudan yoksun en alt katmanına mensup akılsızlardır ona uyanlar. Bu durumda, bizim gibi soylu ve makam sahibi kişiler, bu sıradan insanlara nasıl katılabilir?"

Kureyş kafirlerinin, Hz. Peygamber (s.a) ve ashabı hakkında söyledikleri de aynıydı: Herakliyus'un sorularına Ebu Süfyan, "Muhammed'e kavmimizin yoksulları, zayıfları ve bazı akılsız gençleri uyuyor" cevabını vermişti. Onlara göre, toplumun ileri gelenlerinin kabul ettiği gerçek, ancak gerçek olabilirdi. Çünkü yalnızca sağduyu ve değerlendirme gücüne sahip olanlar onlardı. Sıradan halkın, zaten sıradan oluşu, onların sağduyu ve değerlendirme gücüne sahip olmadıklarının delili idi. Öyleyse, onların kabul ettiği bir şey, ileri gelenlerce reddedilirse, bu demektir ki, bu şey, herhangi bir kıymet ve değere sahip değildir. Mekke kafirleri daha da ileri gidiyorlardı. Rasûlün sıradan bir insan olamayacağını ileri sürüyorlardı. Onlar; Allah bir rasûl gönderecekse, ileri gelenlerden birisini seçip gönderirdi: "Ve, "Bu Kur'an iki büyük şehirden (Mekke ve Taif) büyük bir adama indirilmeli değil miydi?" dediler." (Zuhruf: 31).

112 De ki: "Onların yapmakta oldukları hakkında benim bilgim yoktur."

113 "Onların hesabı yalnızca Rabbime aittir, eğer şuurundaysanız (anlarsınız.)"82

114 "Ve ben mü'min olanları kovacak değilim."

115 "Ben, yalnızca apaçık bir uyarıcı-korkutucuyum."83

116 Dediler ki: "Eğer (bu söylediklerine) bir son vermeyecek olursan, gerçekten taşa tutulanlardan olacaksın."84

AÇIKLAMA

82. Bu, çalışan sınıflara ve toplumun aşağı görülen işler yapan alt katmanlarına mensup yoksulların zihnî yeterliliğe sahip bulunmadığı ve sağduyu ve düşünceden yoksun oldukları varsayımına dayalı itiraza ilk cevaptır. Hz. Nuh'un (a.s) ağzıyla: "Mesajımı kabul edip ona göre davranan insanların yaptıklarının değerini ölçmeye ve onları imana götüren etkenleri değerlendirmek için hiç bir aracım yok. Bu, benim işim değil, Allah'ın bileceği bir iş."

83. "Ey Nuh, köleler, hizmetçiler ve ücretliler gibi aşağı derecedeki insanlar arasında sayılalım diye mi sana iman edeceğiz?" denircesine, iman edip Hz. Nuh'un (a.s) çevresinde toplananlar en düşük sosyal katmana mensup olduklarından, soyluların hiç birinin onlara katılmak istemediğini ima ettiren itiraza Hz. Nuh'un (a.s) ikinci cevabı da şudur: "Nasıl böylesine mantıksız bir tutum takınır da, beni dinlemek bile istemeyenleri sayar, onlara uyar ve bana inanıp arkamdan gelenleri ise kovarım? Ben yalnızca, gittiğiniz yolun yanlış olup sizi helâke sürüklediğini ve benim çağırdığım yolun ise, herkes için kurtuluş yolu olduğunu açıkça ilan eden bir uyarıcıyım.

Uyarılarıma kulak verip benimsemeniz, ya da körü körüne helâke giden yolda yürümeye devam etmeniz, artık size kalmış bulunuyor. Uyarıma kulak verip doğru yolu benimseyenlerin atalarını, sınıflarını ve mesleklerini araştırmam gerekmez. Onlar sizin gözünüzde "adi" olabilirler, fakat ben onları kovup da, "soyluların ne zaman felaket yolundan vazgeçerek kurtuluş ve esenlik yoluna gireceklerini gözleyemem."

Bu ayetler indiğinde, Hz. Peygamber (s.a) ile Mekke kafirleri arasında da aynı şeyler olup bitiyordu; dolayısıyle, Hz. Nuh (a.s) ile kavminin ileri gelenleri arasında geçen konuşmaların burada neden nakledildiği bütünüyle anlaşılabilir. Mekke kafirlerinin ileri gelenlerinin düşünce yapıları da tamı tamına aynıydı. Bilal, Ammar, Süheyb gibi köleler ve ücretli sınıfın diğer mensupları ile bir arada nasıl yanyana oturabileceklerini soruyorlar ve sanki şöyle diyorlardı: "Bu yoksullar kovulmadıkça, soyluların mümin olmayı düşünmelerine imkan yoktur. Köle ile efendinin omuz omuza bir arada oturmaları mümkün değildir."

Buna cevap olarak, Allah mağrur ve kibirli kafirlere, onlar öyle istedi diye yoksul müminleri yanından kovamayacağını söylemesini Hz. Peygamber'e (s.a) emretmektedir: "İstiğna gösterene gelince: Sen ona yöneliyorsun, onun arınmasından sana bir şey yok ki! Ama koşarak ve titreyerek sana gelen; sana gelmişken sen onunla ilgilenmiyorsun. Hayır, olamaz böyle; muhakkak o bir hatırlatma ve öğüttür. Kim dilerse hatırlar, öğüt alır..." (Abese: 5-12). "Sabah akşam O'nun rızasını dileyerek Rablerine dua edenleri kovma! Onların hesabından sana bir şey, senin hesabından da onlara bir şey yok ki, onları kovarak zalimlerden olasın. İşte böyle olanların bazısını bazısı ile sınadık, "Bunlar mıdır aramızda Allah'ın lütufta bulunduğu?" desinler diye. Allah şükredenleri daha iyi bilen değil midir?" (En'am: 52-53).

84. Metindeki kelimeler iki anlama gelebilir: 1-"Taşlanarak öldürüleceksin", 2-"Her yandan hakaret yağmuruna tutulacak ve her nereye gitsen lanet ve küfürle karşılaşacaksın".

117 De ki: "Rabbim, şüphesiz kavmim beni yalanladı."85

118 "Bundan böyle, benimle onların arasını açık bir hükümle ayır ve beni ve benimle birlikte olan mü'minleri kurtar."86

119 Bunun üzerine, onu ve onunla birlikte olanları (insan ve hayvanlarla) yüklü gemi içinde kurtardık.87

120 Sonra bunun ardından geride kalanları da suda-boğduk.

121 Hiç şüphe yok, bunda bir ayet vardır, ama onların çoğu iman etmiş değildirler.

122 Ve hiç şüphe yok senin Rabbin, güçlü ve üstün olandır, esirgeyendir.

123 Âd (kavmi) de gönderilen (peygamber)leri yalanladı.88

124 Hani onlara kardeşleri Hûd: "Sakınmaz mısınız?" demişti.

125 "Gerçek şu ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir peygamberim."

126 "Artık Allah'tan korkup-sakının ve bana itaat edin."

127 "Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum; benim ücretim yalnızca alemlerin Rabbine aittir."89

AÇIKLAMA

85. Yani, "Beni kesinkes ve bütünüyle reddettiler ve artık mümin olmaları ümidi kalmadı." Burada, hemen Hz. Nuh (a.s) ile kavminin ileri gelenleri arasındaki bu konuşmadan ve mesajının reddedilmesinden sonra, Rasûl'ün, kavminin kendisini reddettiğini Allah'a arzettiği ve aralarındaki hesabı görmesini Allah'tan istediği şeklinde yanlış bir anlayışa kapılmamalıdır. Kur'an, değişik yerlerde, Hz. Nuh (a.s) ile küfürde direnen kavmi arasında yüzyıllarca süren uzun mücadelenin ayrıntılarına değinir. Ankebut Suresi'nin 14. ayetine göre bu mücadele 950 yıl sürmüştür: "Aralarında elli yıl hariç bin yıl kaldı." Bu uzun zaman süresince Hz. Nuh (a.s) nesillerce gösterdikleri davranışları ve takındıkları tavrı inceledi ve kimsede gerçeği kabul etme eğilimi görmeyip gelecek nesillerde de iman edecek bir kişinin çıkması ümidinin bulunmadığı sonucuna vardı: "Sen onları bırakacak olursan, kullarını saptırırlar ve ancak facir, alabildiğine kafir doğururlar." (Nuh: 27). Bizzat Allah, Hz. Nuh'un (a.s) bu fikrini tasdik etmektedir: Nuh'a vahyolundu ki, kavminden, iman etmiş olanlardan başka kimse inanmayacak; dolayısıyle onların yaptıklarına üzülme." (Hud: 36).

86. "Benimle, müminlerden beraberindekileri kurtar": "Yalnızca kimin doğruda, kimin yanlışta olduğu konusunda hüküm verme; öyle bir hüküm ver ki, Hakikat'in izleyicileri kurtulsun, yalanın ve sahtenin izleyicileri bütünüyle yeryüzünden silinsin."

87. "Yüklü Gemi", çünkü Gemi müminler ve her türden çift çift hayvanla dolu idi. Ayrıntı için bkz. Hud: 40.

88. Lütfen karşılaştırın: A'raf: 65-72, Hud: 50-60, kıssanın ayrıntıları için ise bkz. Fussilet: 13-16, Ahkaf: 21-26, Zariyat: 41-45, Kamer: 18-22, Hakka: 4-8, Fecr: 6-8.

89. Hz. Hud'un bu hitabesini bütünüyle kavrayabilmek için, Ad kavmi hakkında Kur'an'ın verdiği ayrıntıları göz önünde bulundurmak gerekir:

1) Nuh kavminin helâk edilmesinden sonra, Ad'a yeryüzünde iktidar ve üstünlük verilmişti: "Düşünüp ibret alın ki, Allah sizi Nuh'un kavminden sonra halifeler yaptı..." (A'raf: 69)

2) Güçlü kuvvetli insanlardı: "... Ve yaratılışta sizin güç ve kuvvetinizi artırdı." (A'raf: 69).

3) Yeryüzünde onların dengi bir başka kavim yoktu. "Beldeler içinde onun benzeri yaratılmamıştı." (Fecr: 8).

4) Medeni idiler ve dünyada yüksek sütunlu muhteşem binalar yapma sanat ve hünerleriyle tanınmışlardı: "Görmedin mi Rabbin nasıl yaptı Ad'a? Yüksek sütunlu İrem'e?" (Fecr: 6-7)

5) Bu maddi refah ve güç onları mağrur ve kibirli yapmıştı: "Ad'a gelince: Yeryüzünde haksız yere büyüklendiler ve "Bizden daha kuvvetli kim var?" dediler." (Fussilet: 15).

6) Siyasal iktidar, karşılarında kimsenin ses çıkaramadığı birkaç despotun ellerinde idi: "...Ve her inatçı zorbanın emrine uydular." (Hud: 59).

7) Allah'ın varlığına inanmıyor değillerdi, fakat şirk içinde idiler. Başkasına değil, yalnızca Allah'a ibadet etmeyi reddediyorlardı: "Bize, yalnızca Allah'a ibadet edelim ve babalarımızın ibadet ettiklerini bırakalım diye mi geldin" dediler." (A'raf: 70).

128 "Siz, her yüksekçe yere bir anıt inşa edip (yararsız bir şeyle) oyalanıp eğleniyor musunuz?"90

129 "Ölümsüz kılınmak umuduyla sanat yapıları mı ediniyorsunuz?"91

130 "Tutup yakaladığınız zaman da zorbalar gibi mi yakalıyorsunuz?"92

131 "Artık Allah'tan korkup-sakının ve bana itaat edin."

132 "Bilmekte olduğunuz şeylerle size yardım edenden korkup-sakının,"

133 "Size hayvanlar, çocuklar (vererek) yardım etti."

134 "Bahçeler ve pınarlar da."

135 "Doğrusu, ben sizin için büyük bir günün azabından korkmaktayım."

136 Dediler ki: "Bizim için farketmez; öğüt versen de, öğüt verenlerden olmasan da."

137 "Bu, geçmiştekilerin geleneksel tutumundan başkası değildir."93

138 "Ve biz azab görecek de değiliz."

AÇIKLAMA

90. Yani, "İhtişam ve şanınızın göstergesi anıtlar olmaktan başka bir yarar ve amaç taşımadıkları halde, sırf servet ve gücünüzü göstermek için büyük büyük binalar dikersiniz."

91. Yani, "Oturmak için de binalar dikiyorsunuz da, onları büyük, güzel ve sağlam yapmak için dünyada sonsuzca kalacakmışçasına servetinizi, her türlü fizikî-zihnî yeteneğinizi harcıyorsunuz. Hayatta, konfor ve zevkten başka hiç bir amacınız olmadığı gibi, bu dünya hayatının ötesinde dikkatinizi çeken bir şey de yok."

Bu bağlamda, mimaride israfın, bir halk içinde rastgele ortaya çıkmayıp maddi amaçlar ve bencil kazançlar uğrunda servet yığma ve çılgınlığın sonucu olduğu belirtilmelidir. Bir ulus bu noktaya geldiği zaman, tüm sosyal sistemleri bozulur ve çöküntüye uğrar. Hz. Hud'un (a.s), kavmini mimarideki israf ve lüksten dolayı eleştirmesi, yalnızca yüksek köşk ve anıtlara değil, ayrıca, ülkenin her yerinde tefessüh alametleri anıt ve köşkler şeklinde görülen köhnemiş medeniyetlerine ve sosyal sistemlerine de yönelikti.

92. Yani, "Sürekli artan hayat standardınızın taleblerini karşılamak için, küçük evlerle yetinmiyor ve köşkler, kaşaneler inşa ediyorsunuz: Yine bunlarla da tatmin olmuyor, sırf gösteriş ve debdebe uğruna, lüzumsuz yere koca koca binalar dikiyorsunuz. Ama insanlıktan öylesine soyulmuşsunuz ki, kalblerinizde yoksullara karşı hiç bir merhamet ve adalet duygusu taşımadığınız gibi, ülkenizin içinde veya çevresinde yaşayan düşük sosyal katmanlara mensup herkesi zalimce eziyorsunuz ve barbarlığınızdan kimse kurtulamıyor."

93. Burada iki anlam sözkonusu olabilir:

1) "Biz yeni şeyler yapmıyoruz; atalarımız zamanında yüzyıllardan beri yapılagelen şeyleri yapıyoruz. Onlar da aynı inanç, aynı hayat tarzı, aynı ahlâk ve aynı tür ilişkiler içinde idiler: Böyleyken hiç bir felaket gelip kendilerine dokunmadı. Bu hayat tarzında bir kötülük olmuş olsaydı, senin bizi tehdit ettiğin felaketle karşılaşmamız gerekirdi."

2) "Senin va'z ettiğin, tebliğ ettiğin şeyleri, daha önceden dindar manyaklar ve güya ahlâkçılar da va'z ve tebliğ ettiler. Fakat dünyanın gidişatını değiştiremediler. İnsanlar senin gibi öğütçüleri dinlemeyi reddetti diye, hiç bir zaman dünyanın başına bir felaket gelmemiştir."

139 Böylelikle onu yalanladılar, biz de onları yıkıma uğrattık.94 Hiç şüphe yok, bunda bir ayet vardır, ama onların çoğu iman etmiş değildirler.

140 Ve hiç şüphe yok, senin Rabbin, güçlü ve üstün olandır, esirgeyendir.

141 Semud (kavmi) de, gönderilen (peygamber)leri yalanladı.95

142 Hani onlara kardeşleri Salih: "Sakınmaz mısınız? demişti.

143 "Gerçek şu ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir peygamberim."96

144 "Artık Allah'tan korkup-sakının ve bana itaat edin."

145 "Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum;"

146 "Siz burada güvenlik içinde mi bırakılacaksınız?"97

147 "Bahçelerin, pınarların içinde."

148 "Ekinler ve yumuşak tomurcuklu can alıcı hurmalıklar arasında?"98

AÇIKLAMA

94. Kur'an'a göre, Ad kavmi şiddetli bir kasırga ile helâk edilmiştir. Kasırganın vadilerine doğru geldiğini görünce, daha fazla yağmur verecek kadar bulutlar geliyor ümidiyle sevinmişlerdi. Fakat Allah'ın azab kamçısıydı bu. Kasırga yedi gece, sekiz gün esti ve her şeyi mahvetti. Halk, saman çöpleri gibi oraya-buraya savruldu ve kuru, sıcak rüzgarın üzerinden geçtiği her şey çürümeye terkedildi. Fasık kavmin son ferdi de helâk oluncaya kadar kasırga dinmedi. Yalnızca, başlarına gelenin hikayesini anlatmak için evlerinin harebeleri kaldı geriye ve bugün o harabeler de yok artık. Tüm Ahkaf yöresi, korkunç kum yığınlı çöllere dönüştü. Ayrıntı için bkz. Ahkaf: an: 25.

95. Lütfen karşılaştırın: A'raf: 73-79, Hud: 61-68, Hicr: 80-84, İsra: 59. Daha fazla ayrıntı için bkz. Neml: 45-53, Zariyat: 43-45, Kamer 23-31, Hakka: 4-5, Fecr: 9, Şems: 11.

Ad'ın helâkinden sonra Semud, iktidar ve ihtişama ulaştı. Medeniyet alanındaki ilerleme açısından öncülerinin izleri ardınca gittiler. Gün geçtikçe, hayat standartları arttıkça arttı ve buna karşılık insanlık standartları düştükçe düştü. Bir yandan, ovalarda büyük büyük binalar dikerler ve Hindistan'daki Ellora ve Acanta mağaraları gibi tepelerden güzel güzel evler oyarlarken, öte yandan, putlara ibadet ediyorlar ve ülkelerini zulüm ve baskıyla kirletiyorlardı. İktidara ve iş başına en kötü adamları geliyordu. Bu yüzden, Salih Peygamber'in (a.s) Hak mesajı yalnızca düşük sosyal katmanlara mensup yoksullarca kabul görüyor ve yüksek sınıflara mensup olanlar kendisine inanmayı reddediyorlardı.

96. Kur'an'a göre, bizzat Hz. Salih'in (s.a) kavmi onun son derece dürüst, tam bir şahsiyet bütünlüğüne sahip ve olağanüstü yetenekte bir insan olduğunu kabul ve itiraf ediyorlardı: "Ey Salih" dediler, "sen bundan önce aramızda kendisine büyük ümitler beslenen bir kişiydin." (Hud: 62).

97. Yani, "Zevk ve eğlence içinde geçen hayatınızın sürüp duracağını ve Allah'ın üzerinizdeki nimetlerinden ve yaptığınız kötülüklerden hiç sorguya çekilmiyeceğinizi mi sanıyorsunuz?"

98. Hezim: Ağaçlardan sarkan olgun, özlü ve yumuşak hurma.

149 "Dağlardan da ustalıkla zevkli evler yontuyorsunuz?"99

150 "Artık Allah'tan korkup-sakının ve bana itaat edin."

151 "Ve ölçüsüzce davrananların emrine de itaat etmiyin."

152 "Ki onlar, yeryüzünde bozgunculuk çıkarmakta ve dirlik-düzenlik kurmamaktadırlar (ıslah etmemektedirler)."100

153 Dediler ki: "Sen ancak büyülenmişlerdensin."101

154 "Sen yalnızca bizim benzerimiz olan bir beşerden başkası da değilsin; eğer doğru sözlülerden isen, bu durumda bir ayet (mucize) getir-görelim."102

AÇIKLAMA

99. Nasıl Ad medeniyetinin önde gelen özelliği yüksek sütunlu binalar yapmak idiyse, Semud medeniyetinin eski kavimler arasında meşhur olmuş bulunan önde gelen özelliği de kayalarda evler oymalarıydı. Bu nedenledir ki, Fecr Suresi'nde Ad'dan "sütunlar sahibi" olarak söz edilirken, Semud'dan "vadide kayalar oyanlar" diye söz edilmektedir. Bunlar, hiç gerek olmadğı halde, sırf servet, güç ve mimari hüner gösterisinde bulunmak için ovalarda köşkler de yaparlardı. Bu, yoldan çıkmış insanların özelliğidir; içlerindeki yoksullar barınak bulamazken, servet sahipleri güzel konutlar edinmekle kalmazlar, bunların üstüne de debdebe ve gösteriş için anıtlar dikerler. (Bkz. A'raf: 74).

Semud'un eserlerinden bazıları bugüne kadar gelmiştir. Ben bunları Aralık 1959'da gördüm. Ülkeleri, Medine ile Tebük arasında, Hicaz'da El-Ulâ, Hz. Peygamber (s.a) zamanındaki adıyla Vad'il-Kura'nın birkaç mil kuzeyinde idi. Yerliler bugün bile buraya el-Hicr ve Medain-i Salih diyorlar. El-Ulâ, hala bol su kaynakları ve bahçeleri bulunan yeşil ve verimli bir vadiyken, el-Hicr terkedilmiş bir yer görünümündedir.

Burada, zayıf insanlar, birkaç yeşillik ve içlerinden biri Hz. Salih'in (a.s) devesinin su içtiği söylenen kuyu olmak üzere birkaç tane de kuyu var. Şimdi kuru olan bu kuyu, Türkler zamanında terkedilmiş askerî bir karargahın içinde kalmaktadır. Bu yöreye girip de el-Ulâ'ya yaklaştığımızda sanki şiddetli bir depremle baştan aşağı parça parça olmuş görünümü veren tepelerle karşılaştık. Aynı tip tepeleri doğuya, el-Ulâ'dan Hayber'e yaklaşık 90 mil ve Ürdün içlerinde kuzeye 30-40 mil kadar giderken de gördük. Demek ki, uzunluğuna 300-400 mil, enine 100 mil uzanan (300-400x100 mil2) bir alan korkuç bir depremle yerle bir olmuştu.

El-Hicr'de gördüğümüz Semud türü anıtlardan bir kaçına, Akabe Körfezi kıyısında Medyen'de ve Ürdün'de Petra'da rastladık. Özellikle Petra'da Semud ve Nebatiye eserleri, yanyana bir arada olup üslupları ve mimari özellikleri, şekilleri birbirinden öylesine farklıdır ki, bunları inceleyen biri onların ne aynı çağda, ne de aynı ulus tarafından yapılmadığını hemen farkeder. İngiliz müsteşrik Daughty, Kur'an'ın gerçek olmadığını güya kanıtlamak için el-Hicr'de bulunan eserlerin Semud tarafından değil, Nebatiler tarafından oyulduğunu iddia etmişti. Oysa, kayalardan ev oyma sanatı Semud'la başlamış ve binlerce yıl sonra İ.Ö 2. ve 1. yüzyıllarda Nebatiler tarafından önemli ölçüde geliştirilmiş, Petra'dan yaklaşık 700 yıl sonra oyulan Ellora mağaralarında doruğuna ulaşmıştır.

100. Yani, "Önderlikleri altında kötü bir hayat tarzı takip ettiğiniz reislerinize, rehberlerinize ve yöneticilerinize itaattan vazgeçin. Bunlar tüm ahlâk sınırlarını aşmışlardır; hiç bir ıslah hareketinde bulunmazlar ve benimsedikleri her hayat sistemini bozarlar. Sizin için tek kurtuluş ve mutluluk yolu Allah'tan korkmanız, kötülük önderlerine itaatı bırakıp bana itaat etmenizdir. Çünkü ben Allah'ın rasûlüyum; samimiyet ve dürüstlüğümün tümüyle farkındasınız; giriştiğim ıslah hareketinde hiç bir kişisel çıkarım yok."

Kısaca, Hz. Salih'in (a.s) kavmine sunduğu manifesto buydu. Bu, yalnızca dinî bir mesaj değil, aynı zamanda kültürel, ahlâkî ve siyasal devrim çağrısı da ihtiva ediyordu.

101. "Büyülenmiş": Aklını yitirmiş, deli. Antik anlayışlara göre delilik, ya bir cinnin, ya da büyünün etkisiyle olurdu. Bu yüzden deliye ya "mecnun" (cin etkisinde), ya da "büyülenmiş" denirdi.

102. Yani, "Senin, Allah'ın elçisi olduğuna inanamayız, Çünkü sen de bizim gibisin ve sende hiç bir ayrıcalık, hiç bir farklılık yok. Bununla birlikte, eğer Allah'ın seni elçisi olarak seçtiği iddianda doğru isen bize öyle açık bir mucize göster ki, senin gerçekten kainatın Rabbi ve yaratıcısı tarafından gönderildiğine inanalım."

155 Dedi ki: "İşte, bu bir dişi devedir;103 su içme hakkı (bir gün) onundur, belli bir günün su içme hakkı da sizindir."104

156 "Ona bir kötülükle dokunmayın, sonra büyük bir günün azabı sizi yakalar."

157 "Sonunda onu (yine de) kestiler,105 ancak pişman oldular."

158 Böylece azab da onları yakaladı.106 Hiç şüphe yok, bunda bir ayet vardır, ama onların çoğu iman etmiş değildirler.

AÇIKLAMA

103. Semudluların mucize talebi üzerine, dişi bir deve yaratılmıştı. Bu deve onların görmeye alıştıkları sıradan bir deve değildi. Çünkü onun yaradılışı harikulade bir nitelik taşımalıdır ki, mucize kabul edilebilsin. Şayet Hz. Salih (a.s) mucize olarak sıradan bir deveyi gösterecek olsaydı, bir peygamberden beklenmeyen bir davranış olurdu bu. Nitekim ayetin siyak ve sibakından da böyle anlaşılıyor. Ayrıca Kur'an'ın birçok yerinde bu devenin mucize niteliği taşıdığı açıklanmıştır. Örneğin A'raf ve Hud surelerinde, Allah'ın bu dişi devesinin bir ayet (mucize) olduğu belirtilirken, İsra suresinde daha belirgin bir ifade kullanılmıştır.

"Bizi ayetler (mucizeler) göndermekten alıkoyan şey, evvelkilerin onları yalanlamış olmasıdır. Semud'a açık bir mucize olarak dişi deveyi verdik. O yüzden kendilerine zulmettiler. Oysa biz o mucizeleri, yalnız korkutmak için göndeririz. (Oyun ve eğlence olsun diye değil)".

104. Yani, "Bir gün kuyularınızdan ve pınarlarınızdan bu dişi deve su içecek, bir gün de sizin hayvanlarınız ve bu sıra hiç bozulmayacak". Herhalde Araplar için bundan daha büyük bir meydan okuma olamazdı. Çünkü, Araplar arasında çoğu kez kan dökülmesi ve canların verilmesi ile sonuçlanan savaşların ve kan davalarının en önde gelen nedenini su oluşturuyordu. Dolayısıyle, Hz. Salih'in (a.s) meydan okuması tüm kavmine karşıydı ve halk tarafından, ardında büyük bir güç olduğuna kanaat getirmeden kabul edilmesi mümkün değildi. Böyleyken, Hz. Salih (a.s) ardında hiç bir dünyevî güç olmadığı halde bu meydan okumada bulundu ve tüm kavmi bunu ses çıkarmadan kabul etmekle kalmayıp bir hayli gün buna boyun da eğdiler.

A'raf ve Hud Sureleri'nde buna bir de ilave vardır; "Bu sizin için bir ayet olarak Allah'ın dişi devesi; dolayısıyla bırakın onu Allah'ın arzında otlasın ve kötülükle ona dokunmayın." (Hud: 64). Yani meydan okuma, yalnızca bir gün arayla devenin su içmesiyle sınırlı olmayıp tarlaları, bahçeleri, hurmalıkları ve otlaklarında dilediği biçimde serbestçe otlamasını ve kendisine kötü niyetle dokunulmamasını da içine alıyordu.

105. Bu, meydan okumayla karşılaşır karşılaşmaz, hemen deveye saldırıp derhal ayaklarından keserek öldürdükleri anlamına gelmez. Gerçekte, deve tüm kavim için bir sorun haline gelince, halk iyice öfkelenip ondan nasıl kurtulacaklarına dair birbirlerine danışmaya başladılar. Sonunda, Şems Suresi'nde anıldığı üzere, kibirli bir reis buna bir son verme görevini yüklendi: "En şakileri ayaklandığı zaman..." (ayet: 12). Aynı olay Kamer Suresi'nde de anılmaktadır: "Bir yoldaşlarını çağırdılar, o da çekip bacaklarını kesti." (ayet: 29).

106. Kur'an'ın başka yerlerinde geçtiğine göre, deve öldürülünce Hz. Salih (a.s) şöyle dedi: "Yurdunuzda üç gün daha metalanın." (Hud: 65). Bu zaman sona erince şafak vakti sıraları şoke edici bir patlama oldu ve ardından şiddetli bir deprem tüm halkı bütünüyle helâk eti. Sabahleyin, bir çitin çevresinde hayvanlar tarafından çiğnenmiş kuru çalılar gibi cesetler oraya buraya saçılmış durumdaydı. Ne taştan köşkleri, ne de kayalar içinde oyulmuş barınakları başlarına gelen felaketten kendilerini koruyamadı. "Üzerlerine tek bir sayha (korkunç bir ses, patlama) gönderdik; ağılcının (çitinin) kuru çalıları gibi saçıldılar." (Kamer: 31). "Kendilerini o sarsıntı yakaladı da, yurtlarında yüz üstü düşe kaldılar." (A'raf: 78). "Sabaha girerlerken kendilerini o sayha yakaladı. Kazandıkları kendilerinden hiç bir şey savmadı." (Hicr: 83-84).

159 Ve hiç şüphe yok, senin Rabbin, güçlü ve üstün olandır, esirgeyendir.

160 Lût (kavmi) de, gönderilen (peygamber)leri yalanladı.107

161 Hani onlara kardeşleri Lût: "Sakınmaz mısınız?" demişti.

162 "Gerçek şu ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir peygamberim."

163 "Artık Allah'tan korkup-sakının ve bana itaat edin."

164 "Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum; benim ücretim yalnızca alemlerin Rabbine aittir."

165 "Siz insanlardan (cinsel arzuyla sadece) erkeklere mi gidiyorsunuz?108

166 "Rabbinizin sizler için yaratmış bulunduğu eşlerinizi bırakıyorsunuz.109 Hayır, siz sınırı çiğneyen bir kavimsiniz."110

167 Dediler ki: "Ey Lût, eğer (bu söylediklerine) bir son vermeyecek olursan, gerçekten (burdan) sürülüp çıkarılanlardan olacaksın."111

168 Dedi ki: "Gerçekten ben, sizin bu yapmakta olduğunuza öfke ile karşı olanlardanım."

169 "Rabbim, beni ve ailemi bunların yapmakta olduklarından kurtar."112

AÇIKLAMA

107. Lütfen karşılaştırın: A'raf: 80-84, Hud: 74-83, Hicr: 57-77, Enbiya: 71-75, Neml: 54-58, Ankebut: 28-35, Saffat: 133-138, Kamer: 33-39.

108. Burada iki anlam olabilir: 1) Dünyada yığınla kadın varken, cinsel arzularınızı doyurmak için tüm yaratıklar arasında yalnızca erkek olanları mı seçersiniz? 2) Dünyada cinsel arzularını doyurmak için erkeklere giden tek kavim sizsiniz, hayvanlar bile bunu yapmıyor. Bu ikinci anlam, A'raf ve Ankebut Sureleri'nde şöyle ifade edilmektedir: "Alemlerden sizden önce kimsenin yapmadığı ahlaksızlığı mı yapıyorsunuz?" (A'raf: 80).

109. Burada da iki anlam olabilir: 1) "Allah'ın cinsel arzularınızı doyurmanız için yarattığı eşlerinizi bırakıyor ve bu amaç için erkeklerle tabiat dışı yollar benimsiyorsunuz." 2) "Eşlerinizde de tabii yolu bırakıp şehvetinizi tatmin için tabiat dışı yollara başvuruyorsunuz." Bunu belki de aile planlaması niyetiyle yapıyorlardı.

110. Yani, "İşlediğiniz tek kötülük yalnız bu da değil; tüm hayatınız tefessüh ve dalâlet içinde": "Göz göre göre bu ahlâksızlığı yapıyor musunuz?" (Neml: 54). "Siz erkeklere varıyor, yol kesiyor ve toplantılarınızdan münkere dalıyor musunuz?" (Ankebut: 29). Daha fazla ayrıntı için bkz. Hicr an: 39).

111. Yani, "Biliyorsun ki, kim bize karşı söz etmiş, yaptıklarımıza karşı çıkmış, ya da şu veya bu şekilde bize muhalefet etmişse memleketimizin dışına sürülmüştür. Eğer sen de böyle davranırsan, sana da aynısı yapılacaktır" A'raf ve Neml sureleri'nde Hz. Lut'a (a.s) bu uyarıda bulunulmadan önce şerli kavmin, "Onlar fazla temizlenen insanlarmış, onları memleketinizden çıkarın" (A'raf: 82) kararını verdikleri ifade olunmaktadır.

112. Bu, şu anlamlara da gelebilir: "Rabbim, onların kötülüklerinin sonuçlarından bizi kurtar" veya "Şerli kavmin ahlâksızlıklarının kötü etkilerinden müminlerin çocuklarını koru."

170 Bunun üzerine onu ve bütün ailesini kurtardık.

171 Yalnızca geri kalanlar içinde bir kocakarı hariç.113

172 Sonra geride kalanları yerle bir ettik.

173 Ve üzerlerine bir yağmur yağdırdık; uyarılıp-korkutulanların yağmuru ne kadar da kötü.114

174 Hiç şüphe yok, bunda bir ayet vardır, ama onların çoğu iman etmiş değildirler.

175 Ve hiç şüphe yok, senin Rabbin, güçlü ve üstün olandır esirgeyendir.

AÇIKLAMA

113. Burada sözkonusu edilen Hz. Lut'un (a.s) karısıdır. Tahrim Suresi'nde Hz. Nuh ve Lut'un (a.s) eşlerine değinilerek buna açıklık getirilmektedir: "Bu ikisi, kullarımızdan iki salih kulun (nikahı) altındaydılar, fakat onlara ihanet ettiler." (ayet: 10). Yani iman etmediler ve salih kocalarının değil de, kafirlerin tarafını tuttular. Bu nedenle, Allah Lut'un kavmini cezalandırmak dileyince, Hz. Lut'a (a.s) ehliyle birlikte memleketi terketmesini, fakat karısını geride bırakmasını emretti: "Gecenin bir kısmında ehlini yürüt; içinizden kimse geriye bakmak için dönmesin, karın hariç. Çünkü, onların başına gelen onun da başına gelecektir..." (Hud: 81).

114. Bu, su yağmuru değil, taş yağmuruydu. Kur'an'ın başka yerlerinde verilen ayrıntılara göre, Hz. Lut (a.s) gecenin son saatlerinde ehliyle birlikte memleketinden ayrılınca, şafak vakti korkunç bir patlama ve şiddetli bir deprem olmuş, şerli kavmin tüm evlerinin altını üstüne getirdikten sonra, volkanik patlama ve rüzgarın etkisiyle pişmiş çamurdan oluşan taşlar yağmur gibi lanetli şehrin üzerine inmeye başlamıştır.

Aşağıda, konuyla ilgili Kitabı Mukaddes'teki hikayeyi, antik Yunan ve Latin yazılarını ve modern jeolojik araştırmalarla arkeolojik gözlemleri sunuyoruz:

Ölü Deniz'in doğusunda ve güneyinde uzanan çöllük ve boş topraklarda bulunan yüzlerce harabe, burasının geçmişte bir zamanlar müreffeh ve sık nüfuslu bir bölge olduğunu göstermektedir. Arkeologlar, bu bölgenin yaşadığı refah döneminin İ.Ö. 2300-1900 yılları arasında geçtiğini tahmin ediyorlar. Tarihçilere göre Hz. ibrahim (a.s) İ.Ö. 2000 yıllarında yaşamıştır. O halde, arkeolojik deliller bu bölgenin Hz. İbrahim (a.s) ve yeğeni Hz. Lut (a.s) zamanında helâke uğradığını teyid etmektedir.

Bölgenin en kalabalık ve verimli yöresi, Kitabı Mukaddes'te anıldığına göre "Sidim Deresi" idi: "Ve Lut gözlerini kaldırdı ve bütün Erden Havzası'nın Sodom ve Gomorra'yı Rabb helâk etmeden evvel Rabb'in bahçesi gibi, Tsoara giderken Mısır diyarı gibi, her yerde suyu bol olduğunu gördü." (Tekvin: 13/10). Günümüz bilginleri, bu havzanın şimdi Ölü Deniz'in altında bulunduğu görüşündedirler ve bu görüşü sağlam arkeolojik deliller desteklemektedir: Eski zamanlarda Ölü Deniz bugünkü kadar güneye uzanmıyordu. Bugünkü Ürdün şehirlerinden el-Kerek'in batısında ve tam karşısında el-Lisan adında küçük bir yarımada vardır. Burası eskiden Ölü Deniz'in ucuydu. Bunun güneyinde kalan ve şimdi deniz sularının altında bulunan (haritadaki taralı bölüm) yöre, Hz. Lut'un (a.s) kavminin ünlü şehirleri Sodom, Gomore, Edmah, Zeboyim, Zoar'ın yer aldığı "Sidim Deresi" denilen verimli bir vadiydi. İ.Ö. 2000 yıllarında bu vadi, şiddetli bir depremin etkisiyle çöktü ve deniz sularının altında kaldı. Bugün bile burası Deniz'in en sığ parçasıdır. Romalılar zamanında daha da sığdı ve batı sahilindeki el-Lisan'a yürünerek geçilebiliyordu. Güney kıyılarında, hâlâ su altındaki ormanlar görülebilmekte ve aynı şekilde su altında binaların bulunması ihtimali de kuvvetli görülmektedir.

Kitabı Mukaddes ile eski Yunan ve Latin yazılarına göre, yöre petrol çukurları ve asfalt bakımından da zengin olup şurda burda alev almayan gaz vardı. Jeolojik gözlemlerden, şiddetli deprem şokuyla petrol, asfalt ve gazların yüzeye fırlayıp alev aldığı ve tüm yörenin bir bomba gibi infilak ettiği anlaşılmaktadır. Kitabı Mukaddes'te, Hz. İbrahim'in (a.s) haberi alınca Hibran'dan felakete uğrayan vadiye gittiği ve "yerin dumanının ocak dumanı gibi çıktığını" (Tekvin: 19/28) gördüğü anlatılmaktadır.

HARİTA - I -

HARİTA - II -

76 Eyke halkı da, gönderilen (peygamber)leri yalanladı.115

177 Hani onlara Şuayb: "Sakınmaz mısınız?" demişti.

178 "Gerçek şu ki, ben size gönderilmiş güvenilir bir peygamberim."

179 "Artık Allah'tan korkup-sakının ve bana itaat edin."

180 "Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum; benim ücretim yalnızca alemlerin Rabbine aittir."

181 "Ölçüyü tam tutun ve eksiltenlerden olmayın."

182 "Dosdoğru olan terazi ile tartın."

AÇIKLAMA

115. Eyke halkı, Hicr Suresi'nin 78-84. ayetlerinde kısaca sözkonusu edilmektedir. Burada haklarında verilen bilgi daha fazladır. Medyenliler'le Eykeliler'in iki farklı kabile mi, yoksa aynı kavim mi olduğu konusunda müfessirler arasında görüş ayrılığı vardır. Bir grup, A'raf Suresi'nde Hz. Şuayb'a (a.s) "Medyenliler'in kardeşi" (ayet: 85) dendiği halde, burada Eyke halkıyla ilgili olarak böyle bir şey denmediğinden hareketle bunların ayrı kavimler olduğunu savunurken diğer grup, Medyenliler hakkında A'raf ve Hud Sureleri'nde sözü edilen ahlâkî hastalıklar ve özelliklerle, burada Eykeliler hakkında verilen bilgilerin aynı olduğundan hareketle, bunların aynı kavim olduğu görüşündedir. Sonra, Hz. Şuayb'ın (a.s) her iki kavme mesaj ve uyarısı aynı olduğu gibi, iki kavmin sonu da aynı olmuştur.

Bu konudaki araştırmalar, her iki görüşün de doğru olduğunu göstermiştir. Medyenliler'le Eykeliler kuşkusuz iki ayrı kavim idiler; fakat aynı gövdenin dallarıydılar. Hz. İbrahim'in (a.s) karısı (veya cariyesi) Ketura'dan üreyen nesli Arabistan'da ve İsrailîler'in tarihinde de Ketura'nın çocukları olarak pek meşhurdurlar. Bunların en önemli kolu, ataları Hz.İbrahim'in (a.s) oğlu Medyen'e izafetle Medyenliler (veya Medyenîler) olarak bilinenlerdi. Bunlar, Kuzey Arabistan ile Güney Filistin arasındaki bölgede ve Kızıl Deniz ile Akabe Körfezi kıyılarında yerleşmişlerdi. Başkentleri, Ebu'l-Fida'ya göre, Akabe Körfezi'nin batı kıyısında Eyle'den (bugünkü Akabe) beş günlük mesafede yer alan Medyen'di. Ketura'nın, içlerinde Dedanîler'in diğerlerine oranla daha çok bilindiği diğer çocukları, Kuzey Arabistan'da başkentleri Tebük, eski adıyla Eyke olmak üzere (Yakut, Mü'cemu'l-Buldan'da Eyke'yi anlatırken burasının Tebük'ün eski adı olduğunu söyler ve Tebük'ün yerlileri de bunu doğrulamaktadır) Teyme, Tebük ve el-Ulâ arasındaki bölgede yerleştiler.

Medyenliler ile Eykeliler'e aynı peygamberlerin gönderilmiş olmasının nedeni, her iki kabilenin de aynı soydan gelmiş olmaları, aynı dili konuşmaları ve yan yana komşu bölgelerde yerleşmiş bulunmaları olsa gerektir. Aynı yörelerde yanyana yaşamış ve birbirleriyle evlilik gibi sosyal ilişkiler içinde bulunmuş olmaları da mümkündür. Sonra, bu iki akraba kabilenin ikisi de, meslekten ticaret adamlarıydılar ve aynı kötü hayat ve sosyal ve ahlâkî düşüklük içinde idiler. Kitabı Mukaddes'in ilk kitaplarına göre, bunlar Baal-peo'a taparlardı. İsrailoğulları Mısır'dan çıkıp da bunların bölgelerine girince, aynı putperestlik ve zina hastalığından etkilenmişlerdi. (Sayılar: 25/1-5, 31/16-17). Yine, bunlar biri Yemen ile Suriye'yi, diğeri İran Körfezi ile Mısır'ı birleştiren iki uluslararası ticaret yolu üzerinde yerleşmiş bulunuyorlardı. Bu avantajlı durumları nedeniyle, büyük ölçüde yol kesiciliğe başlamışlardı ve ağır haraçlar ödemedikçe hiçbir kervanın geçmesine izin vermiyorlardı. Böylece, ticaret yollarını bir hayli tehlikeli hale getirmişlerdi. Hz. Şuayb'ın (a.s) uyarısına yol açcan bu yol kesicilikleri Kur'an'da şöyle geçmektedir: "Tehdit ederek ve O'na inananı Allah'ın yolundan alıkoyup eğriliğini isteyerek her yolun başına oturmayın." (A'raf: 86). İşte bu nedenlerle, Allah her iki kavme de aynı peygamberi göndermiş ve bu peygamber kendilerine aynı öğretileri ve aynı mesajı getirmiştir. Medyenlilerle Hz. Şuayb'ın (a.s) kıssasının ayrıntıları konusunda bkz. A'raf: 85-93, Hud: 84-95, Ankebut: 36-37.

183 "İnsanların eşyasını değerden düşürüp-eksiltmeyin ve yeryüzünde bozguncular olarak karışıklık çıkarmayın."

184 "Sizi ve önceki yaratılmışları yaratandan korkup-sakının."

185 Dediler ki: "Sen ancak büyülenmişlerdensin."

186 "Sen, yalnızca benzerimiz olan bir beşerden başkası değilsin ve biz senin gerçekte yalancılardan olduğunu sanmaktayız."

187 "Eğer doğru sözlülerden isen, bu durumda gökten üstümüze bir parça düşürüver."

188 Dedi ki: "Rabbim, yapmakta olduklarınızı daha iyi bilmektedir.116

189 Sonunda onu yalanladılar, böylece onları o gölgelik-gününün azabı yakaladı.117 Gerçekten o, büyük bir günün azabıydı.

190 Hiç şüphe yok, bunda bir ayet vardır, ama onların çoğu iman etmiş değildirler.

191 Ve hiç şüphe yok, senin Rabbin, güçlü ve üstün olandır, esirgeyendir.

192 Gerçekten o118 (Kur'an), alemlerin Rabbinin (bir) indirmesidir.119

AÇIKLAMA

116. Yani, "Azabı getirmek benim kudretim dahilinde değildir, Allah'ın kudreti dahilindedir ve O, kötülüklerden bütünüyle haberdardır. Dilediği zaman ve dilediği şekilde azabı gönderecektir."

Eyke halkının bu isteğinde ve Hz. Şuayb'ın (a.s) cevabında Kureyş için de bir uyarı vardır. Onlar da Hz. Peygamber'den (s.a) üzerine azab getirmesini istiyorlardı: "Yahut, zannetiğin gibi göğü parçalar halinde üzerimize düşürmelisin..." (İsra: 92). İşte burada Kureyş'e Eyke halkının da peygamberlerinden benzer isteklerde bulundukları ve peygamberlerinden aldıkları cevabın Hz. Muhammed'in (s.a) cevabı olduğu söylenmektedir.

117. Bu azabın ayrıntılarını ne Kur'an'da, ne de sahih hadislerde bulmak mümkün değildir. Ancak metinden öğrendiğimiz şudur: Bu halk gökten bir azab isteğinde bulununca, Allah kendilerine bir kubbe gibi üzerlerini örten bir bulut gönderdi ve sürekli yağış azabıyla hepsi helak oluncaya kadar bu bulut üzerlerinde kaldı. Medyenliler'e gönderilen azabın mahiyetinin Eykeliler'e gönderilenden farklı olduğunu Kur'an açıkça belirtmektedir. Eykeliler, burada anıldığı üzere, gölge azabıyla helâk edilirken, Medyenliler'e gelen azab, korkunç bir deprem şeklinde idi: "Derken o sarsıntı onları yakalayıverdi ve yurtlarında yüzüstü kalakaldılar." (A'raf: 91). "Zulmedenleri o korkunç ses yakaladı da yurtlarında yüzüstü kalakaldılar." (Hud: 94). Dolayısıyle, her iki azabı da aynı saymak yanlıştır. Bazı müfessirler, "Gölge Günü'nün azabı" konusunda açıklamalarda bulunmuşlarsa da, bilgilerinin kaynağını bilmiyoruz. İbn Cerir, Hz. Abdullah İbn Abbas'tan (r.a) şöyle bir rivayette bulunur: "Alimlerden size Gölge Günü'nün azabıyla ilgili açıklamada bulunacak biri olursa, bunu doğru saymayın."

118. Tarihî kıssaların sonunda surenin kendisiyle başladığı aynı tema tekrarlanmaktadır. Bkz. 1-9. ayetler.

119. Yani, "Ayetleri size okunan apaçık Kitap ve Kitab-ı Mübin ve halkın yüz çevirdiği bu "Uyarı", bir insanın zan ve hayallerinin ürünü değildir; Hz. Muhammed (s.a) trafından yazılıp toplanmış da değildir; Alemler'in Rabbi'nin vahiylerinden oluşmaktadır o."

193 Onu Rulu'l-Emin120 indirdi.

194 Uyarıcı-korkutuculardan olman için, senin kalbinin üzerine (indirmiştir).

195 Apaçık Arapça bir dille.121

196 Ve hiç şüphesiz, o (Kur'an), geçmişlerin kitaplarında da vardır.122

197 İsrailoğulları bilginlerinin onu bilmesi onlar için ispatlayıcı bir delil (ayet) değil mi?123

198 Onu Arapça bilmeyen birine de indirmiş olsaydık,

199 Böylece onlara karşı onu okusaydı, yine ona iman edecek değillerdi.124

200 Biz onu, suçlu-günahkârların kalbine işte böyle geçirip-yürüttük.125

AÇIKLAMA

120. Yani, Bakara Suresi'nin 97. ayetinde anıldığı üzere Cebrail: "Deki: "Kim Cibril'e düşman olursa, ki o, kendinden öncekini doğrulayıcı ve müminler için hidayet ve müjde olarak onu senin kalbine tenzil etmiştir." Burada Cebrail (a.s) için "Ruhu'l-Emin" ünvanının kullanılması, Kur'an'ın Allah tarafından değişim ve sallantıya maruz maddi bir vasıta aracılığı ile değil de, hiç bir maddiliği olmayan, bütünüyle güvenilir saf bir Ruh aracılığı ile vahyedildiğini ima etmek içindir. Bu Ruh, Allah'ın mesajlarını, kendisine emanet edilen şekil ve muhteva içinde aynen getirir; onun mesajlarla oynaması veya onlara şu veya bu şekilde eklemelerde bulunması mümkün değildir.

121. Bu cümle, "Ruhu'l-Emin indi" ile ilgili olabileceği gibi, "uyarıcı-korkutucular"lar da ilgili olabilir. Birinci durumda anlam, "Emin Ruh, onu açık Arapça ile getirdi" şeklinde olurken, ikinci durumda, "Hz. Peygamber (s.a) Hud, Salih, İsmail ve Şuayb (selam üzerlerine olsun) gibi kavimlerini Arapça'yı kullanarak korkutan peygamberlerdendir" şeklinde olur. Her iki durumda da amaç aynıdır: İlâhî mesaj ölü ve esrarengiz bir dille veya muamma ve bilmecelerle dolu bir dille değil, her Arap ve Arapça'yı bilen her Arap olmayanın kolayca anlayabileceği apaçık bir Arapça ile indirilmiştir. O halde, ondan yüz çevirenler, Kur'an'ın mesajını anlayamadıkları özrünü ileri süremezler. Onların küfür ve yüz çevirmelerinin tek nedeni, Firavun'un, Hz. İbrahim'in (a.s) kavminin, Hz. Nuh'un (a.s) ve Hz. Lut'un (a.s) kavminin, Ad, Semud ve Eykeliler'in tutulduğu aynı hastalığa tutulmuş olmalarıdır.

122. Yani, bu uyarı, ilahi mesaj ve öğretiler önceki kitaplarda da vardır. Bir Allah'a teslimiyet mesajı, ahirete inanç ve peygamberleri izlemeye çağrı, aynıyla tüm kitaplarda vardır. Allah'ın indirdiği bütün kitaplar şirki ve materyalist hayat anlayışını reddederek halkı, insanın Allah önündeki sorumluluğu anlayışına dayanan ve insandan rasûllerin getirip tebliğ ettiği İlâhî Hükümler karşısında bağımsızlığını terketmesini isteyen, gerçek ve sağlam hayat felsefesine çağırır. Bunların hiç biri, önce Kur'an'ın sunduğu yeni ve bilinmez şeyler değildir ve kimse de Hz. Peygamber'i (s.a.), daha önce hiç bir peygamberden duyulmamış şeyler söylemekle suçlayamaz.

İmam Ebu Hanife'nin, Kur'an'ı Arapça aslıyla okuyabilsin veya okuyamasın, bir kişi namazda Kur'an'ın tercümesini okursa namazı geçerli olur şeklindeki ilk görüşünü destekleme konusunda öne sürülen delillerden biri de bu ayettir. Allame Ebu Bekir el-Cessas'a göre, bu iddianın temeli şudur: "Allah, Kur'an'ın önceki kitaplarda da olduğunu söylüyor; önceki kitapların hepsi Arapça değildi. O halde, eğer tercüme edilir ve başka bir dille sunulursa, bu da yine Kur'an olacaktır." (Ahkamu'l-Kur'an, 3/429).

Fakat bu iddianın zayıflığı ortadadır. Kur'an veya başka bir ilâhî kitap, Allah'ın peygambere anlamıyla ilham edip peygamberin onu halka kendi ifadesiyle sunması biçiminde vahyedilmemiştir. Her kitap, hangi dilde olursa olsun, ilâhî lafız ve anlamıyla birlikte vahyolunmuştur. O halde, Kur'an'ın öğretileri, önceki kitaplarda da beşerî değil, ilâhî lafızla vardır ve bunların tercümelerinden hiç biri ilâhî kitap veya onun temcilcisi olarak kabul edilemez. Ayrıca, bizzat Kur'an'da, Kur'an'ın Arapça olarak vahyedildiği tekrar tekrar ifade edilmiştir: "Biz onu Arapça bir Kur'an olarak indirdik" (Yusuf: 2). "Ve işte böyle, biz onu Arapça bir hüküm olarak indirdik." (Rad: 37). "Eğrisiz, pürüzsüz Arapça bir Kur'an." (Zümer: 28).

Sonra, bu ayetten hemen önceki ayette Ruhu'l-Emin'in onu Arapça olarak getirdiği belirtilmektedir. Gerçek bu iken, nasıl olur da şu veya bu dildeki Kur'an tercümesinin de Kur'an olacağı ve sözlerinin Allah'ın sözlerini temsil edebileceği söylenebilir? Güvenilir rivayetlere göre, İmam'ın bizzat kendisi bu iddiadaki çürüklüğü hissetmiş ve sonradan, Arapça telaffuzda bulunamayan bir kişinin, telaffuzda bulunabileceği zamana kadar namazında Kur'an'ın tercümesini okuyabileceği şeklindeki İmam Ebu Yusuf ile İmam Muhammed'in görüşünü benimsemiştir. Yine bu görüşe göre, Kur'an'ı Arapça aslıyla okuyabilen bir kişi, eğer tercümesini okursa, namazı geçerli olmayacaktır. Şu kadarı var ki, bu iki imam, İslâm'a girer girmez namazında Arapça okuyamayacak, Arap olmayan yeni mühtediler için böyle bir feragatta bulunmuşlardır. Bunun temelinde yatan ise, Kur'an'ın tercümesinin bizzat Kur'an'ın kendisi olduğu değil, rüku ve secdeye gidemeyen bir kimsenin işaretle namazını kılabilmesi örneği, Arapça telaffuzda bulunamayan bir kişinin tercümeyi okuyabileceği ruhsatıdır. Sonra, namazını işaretle kılan kişinin namazı, buna neden olan etken ortadan kalkar kalkmaz nasıl geçersiz olacaksa, aynı şekilde tercüme ile kılınan namaz da, Arapça telaffuz öğrenilir öğrenilmez geçersiz olacaktır. (Ayrıntılı bir tartışma için bkz. Serahsi, el-Mebsut, 1/37; Fethu'l-Kadir ve Şerh-i İnaye alâ'l-Hidaye, 1/190-201.)

123. Yani, "İsrailoğulları'nın alimleri, Kur'an'ın öğretilerinin önceki kitaplarınkiyle aynı olduğunu bilirler. Her ne kadar Mekkeliler, Kitab'ın bilgisiyle tanışmamışlarsa da, Kur'an'ın Abdullah'ın oğlu Muhammed (s.a) tarafından ilk kez sunulan yeni bir "mesaj" getirmediğini, tersine, onun getirdiği mesajın, binlerce yıldır birbiri ardısıra Allah'ın rasûllerinin getirip tebliğ ettiği mesajın aynısı olduğunu bilen çevre yörelerde yerleşmiş İsmâilîler arasında pek çok alim vardır. Kur'an'ın, önceki kitapları indiren aynı Alemlerin Rabbi tarafından indirildiğine inandırıcı bir delil değil midir bu?"

Siyer-i İbn-i Hişam'a göre, bu ayetler inmeden az bir zaman önce, Hz. Cafer'in (r.a) tebliğinden etkilenen 20 kişilik bir heyet Habeşistan'dan Mekke'ye gelir. Mescidü'l-Haram'da Hz. Peygamber (s.a) ile karşılaşırlar ve Kureyş kafirlerinin huzurunda öğretilerinin ne olduğunu sorarlar. Hz. Peygamber (s.a) cevap olarak kendilerine Kur'an'dan birkaç ayet okur ve bunun üzerine gözlerinden yaşlar dökülmeye başlayan heyet üyeleri Hz. Peygamber'in (s.a) Allah'ın gerçek bir rasûlü olduğuna inanırlar. Sonra, Hz. Peygamber'den (s.a) ayrılıp giderlerken Ebu Cehil birkaç Kureyşli ile birlikte karşılarına çıkar ve kendilerini azarlayarak, "Şimdiye kadar buraya hiç böylesine aptal bir heyet gelmemişti.

Ey budalalar; siz ise daha onunla karşılaşır karşılaşmaz, hemen inancınızdan vazgeçiverdiniz!" Bu kibar insanlar Ebu Cehil ile tartışmak istemeyerek şöyle deyip ayrıldılar: "Seninle tartışmaya girmek gibi bir niyetimiz yok. Sen kendi inancından sorumlusun, biz de kendi inancımızdan sorumluyuz. Bizim için kabulünde hayır gördüğümüz birşeyi kabul ettik." (3/32).

Aynı olay Kasas Suresi'nde de geçmektedir: "Ondan önce kendilerine Kitap verdiklerimiz ona inanırlar. Kendilerine okunduğu zaman, "Ona inandık, şüphesiz o Rabbimiz'den haktır, biz ondan önce de müslümanlardık" derler. Onlar, kendilerine sabretmelerinden dolayı mükafatları iki defa verilir; kötülüğü iyilikle savarlar ve kendilerini rızıklandırdığımızdan infak ederler. Boş söz işittikleri zaman ondan yüzçevirirler ve "bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz size, size selam olsun, biz cahilleri istemeyiz" derler." (ayet: 52-55).

124. Yani, "Kendi içlerinden biri onlara bu İlâhî Vahyi apaçık Arapça ile okuyunca, "bunu o yazdı ve dolayısıyle Allah'tan olamaz" derler. Fakat, aynı vahiy Allah tarafından bir mucize olarak apaçık Arapça ile Arap olmayan birisine indirilmiş ve bu adam da önlerinde onu mükemmel bir Arap aksanıyla okumuş olsaydı, inanmamak için bu defa başka bir bahane bulurlardı. Bu kişinin, Arap olmayan birisinin ağzından Arapça konuşan bir cinin etkisinde olduğunu söylerlerdi."

Gerçekte, Hakk'ın aşığı kendisine sunulan şeyi inceler ve yeterince düşündükten sonra onun hakkında belli bir sonuca varır. Fakat inanmak istemiyen inatçı birisi, kendisine ne denirse densin dikkat etmez; kabul etmemek için bahane üstüne bahane arar, her halü-kârda bir mazeret uydurur. Kureyş kafirlerinin de bu inadı Kur'an'da tekrar tekrar açığa vurulmuş ve kendilerine, bir mucize görmüş bile olsalar, inanmak niyetinde olmadıklarından inkar için mutlaka bir mazeret bulacakları açıkça söylenmiştir: "Eğer sana kağıt üzerinde yazılı bir kitap indirmiş olsaydık ve ona elleriyle dokunmuş olsalardı, şüphesiz ki küfredenler, "Bu ancak apaçık bir büyüdür" derlerdi." (En'am: 7), "Eğer üzerlerine gökten bir kapı açsak da, oradan çıkacak olsalardı, mutlaka gözlerimiz kamaştırıldı; hayır sihir yapılmış bir topluluğuz biz" derlerdi." (Hicr: 14-15).

125. Yani, kalb ve zihin huzuru kazandırdığı hakikat aşıklarının aksine, Kur'an, kafirlerin kalblerine kızgın bir demir çubuk gibi girerek, onları huzursuz ve rahatsız eder ve onun konuları üzerinde düşünmek yerine onu reddetmek için bahaneler ararlar.

201 Onlar, o pek acıklı azabı görünceye kadar ona inanmazlar.126

202 Artık o (azab), kendileri şuurunda olmadan onlara apansız gelecektir.

203 Derler ki: "Bize bir süre tanınır mı?"127

204 Onlar, yine de azabımızı çabuklaştırmak mı istiyorlar?

205 Gördün mü; biz onları yıllarca yararlandırsak,

206 Sonra kendilerine va'dolunan (azab günü) geliverse,

207 Onların 'meta ile yararlandıkları' şey, kendilerini (görecekleri azabtan) bağımsız kılamaz.128

208 Kendisi için bir uyarıcı-korkutucu olmaksızın, biz hiç bir ülkeyi yıkıma uğratmış değiliz.

209 (Onlara) Hatırlatma (yapılmıştır); biz zulmedenler değiliz.129

210 Onu (Kur'an'ı) şeytanlar indirmiş değildir,130

AÇIKLAMA

126. Yukarıda sözü edilen kavimlerin cezalandırıldığı azab türü.

127. Yani, "Azab kendilerini yakalayıncaya kadar suçlular Rasûl'e inanmazlar. İş işten geçince de pişman olurlar ve kendilerine süre tanınmasını arzu ederler."

128. Bununla önceki cümle arasında, okuyucunun biraz düşünmekle doldurabileceği anlamlı bir boşluk vardır. Geleceğinden emin olmadıkları için kafirler azabın çabuklaştırılmasını istiyorlardı. O ana kadar yaşayageldikleri rahat ve eğlence hayatını hep sürdürüp gideceklerinden emindiler. Aynı güvenle Hz. Peygamber'e (s.a) meydan okuyarak şöyle diyorlardı sanki: "Eğer Allah'ın Rasûlü isen ve seni yakaladığımız için biz, Allah tarafından cezalandırılmayı hak etmişsek, hiç durma, hemen tehdit ettiğin azabı getir."

Buna cevap olarak şöyle denmektedir: "Pekâlâ, onlar güvenlerinde haklı bile olsalar, azab üzerlerine hemen gönderilmese ve umdukları üzere neşeli bir hayat için kendilerine uzun bir süre tanınsa bile Ad, Semud, Lut'un kavmi ve Eykelileri yakalayan Allah'ın azabı onları da yakaladığında veya kimsenin kurtulamadığı ölüm başlarına geldiğinde, bu birkaç yıllık dünya rahatı ve zevki kendilerine ne kazandıracaktır.?"

129. Yani "zulümle suçlanamayız, çünkü onlar uyarıcıların uyarılarına kulak asmadılar ve helâk oldular. Onları uyarmak ve helâk olmadan önce kendilerini doğruya çağırmak yolunda hiç bir çaba sarfedilmemiş olsaydı, o zaman helâk edilmeleri zulüm olurdu."

130. Olumlu yön 192-193. ayetlerde ifade edildikten sonra, Kur'an'ın hakikat düşmanlarının iddia ettiği gibi şeytanlar tarafından indirilmediği şeklinde olumsuz yön ifade edilmektedir. Kureyş kafirleri Hz. Peygamber (s.a) aleyhinde yalanlar ve iftiralar atma kampanyalarında büyük bir çıkmaz içinde idiler. Halka Kur'an şeklinde sunulan ve insanların kalblerini derinden derine oynatan hitabeler karşısında ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Kur'an'ın halka ulaşmasını engelleyemiyorlardı. Onun etkisine karşı koymak için yapageldikleri tek şey, halkın kalblerinde ve zihinlerinde şüpheler doğurmaktı. Bu yüzden, büyük bir ümitsizlik ve bıkkınlık içinde, Hz. Muhammed'i (s.a) şeytanlardan ilham alan bir kahin olmakla suçluyorlar ve ne doğrulanabildiği, ne de reddedilebildiği için bu ithamın en etkili bir itham olduğunu düşünüyorlardı.

211 Bu, onlara yaraşmaz131 ve güç de yetiremezler.132

212 Çünkü onlar, (vahyedileni) işitmekten kesin olarak uzak tutulmuşlardır.133

213 Allah ile beraber başka bir ilaha yalvarıp-yakarma, sonra azaba uğratılanlardan olursun.134

AÇIKLAMA

131. Yani, Kur'an'ın işlediği konular ve onun vayedilmesi şeytanlara hiç mi hiç uymaz. En küçük bir sağduyuya sahip bir kimse, Kur'an'da sunulan erişilmez yücelikteki hitapların şeytanlar tarafından ilham edilemeyeceğini pekâlâ anlar. Şeytanların kahinler aracılığı ile halka Allah'a ibadet etmeyi ve O'ndan korkup sakınmayı öğrettikleri veya onları şirkten ve putperestlikten nehyettikleri, onları ahiret sorumluluğu ile uyardıkları ve zulümden, cinsel ve ahlâkî sapmalardan menederek bunların yerine muttaki olmaya, başkalarına iyilikte bulunmaya teşvik ettikleri hiç mi hiç vaki olmamıştır. Bu tür işler şeytanlara yaraşmaz. Onların işi gücü, insanlar arasına ayrılık tohumları ekmek, insanları şerre ve kötülüğe çekmektir. Hem, halk büyücülere, aşk işlerinde başarılı olup olmayacaklarını, kumarda ne yaparlarsa şanslı olacaklarını, düşmana karşı ne tür hile ve stratejilerin yarar sağlayacağını öğrenmek için gider. Bunların dışında kahinler şeytanlarından halkı ıslah etmek, ahlâk ve maneviyatla hayatlarını kötülüklerden temizlemeyi öğretmek gibi sorunları kendilerine dert etmeleri beklenmez.

132. Yani, şeytanlar isteseler bile, Kur'an'ın yaptığı şekilde gerçek bir öğretmen ve ıslahçı gibi halka hakikati ve hayrı öğretemezler. Halkı aldatırken bile, bir faydacı kılığında gelirler ve yaptıkları, cehaletlerini ve gizlenmiş şeytanî niteliklerini ortaya koyucu kusurlardan uzak olamaz. Aynı şekilde, şeytanların etki ve ilhamı altındaki dinî lider kılığına girmiş bir kişinin hayat ve öğretileri de, niyet ve kurgudaki kötülüğü kesinlikle açığa vuracaktır. O halde, şeytanlar ne başkalarına iyilik ve takva ilham edebilirler, ne de şeytanlarla ilişkisi olan kişiler dindar ve takva sahibi olabilirler. Sonra, Kur'an soylu ve erişilmez yücelikteki öğretilerinin yanısıra, gerçekliğin bilgisini ihtiva eden apaçık ve beliğ bir kitaptır. Bu yüzden Kur'an, tekrar tekrar tüm enerji ve kapasitelerini bir araya toplasalar bile insanların ve cinlerin kendisi gibi bir kitap ortaya koyamayacakları meydan okuyuşunda bulunmaktadır: "De ki: "Andolsun, eğer insanlar ve cinler bu Kur'an'ın bir benzerini getirmek üzere toplansalar, onun benzerini meydana getiremezler, birbirlerine yardımla arka verseler bile." (İsra: 88). "De ki: "Eğer doğrularsanız, haydi onun benzeri bir sure getirin ve Allah'tan başka çağırabildiklerinizi de çağırın." (Yunus: 38).

133. Yani, "Şeytanlar, Kur'an'ın vahyedilmesine karışmak şöyle dursun, Cebrail, (a.s), Allah'tan alıp Hz. Peygamber'in (s.a) kalbine getirinceye kadar, kendilerine bir an için bile olsa, onu işitme fırsatı daha tanınmaz. Onu işitmekten öylesine uzak tutulurlar ki, onun sözleri ve muhtevası konusunda bir ipucu bile elde edemezler ki, dostlarını Hz. Peygamber'in (s.a) ashabına şu mesajı ileteceğine veya sözlerinin şu günde şunu ihtiva edeceğini haber versinler. Daha fazla ayrıntı için bkz. Hicr: an:8-12, Saffat, an: 5-7, Cin: 8-9, 27.

134. Bu, Hz. Peygamber'in (s.a) yüzçevirmesi konusunda uyarıldığı şirke düşeceği anlamına gelmez. Amaç, kafirleri ve müşrikleri şu şekilde uyarmaktır: "Kur'an'ın mesajı, alemlerin Aziz, Kadir, Hakimi'nin vahyettiği saf hakikate dayandığından ve onda hiç bir şeytanî kirlilik izi bulunmadığından, gerçek ile ilgili olarak hiç kimseye ayrıcalık tanıma diye bir şey yoktur. Yaratıkları içinde Allah'a en yakın ve O'nun en sevgili kulu olan Hz. Rasul-i Ekrem (s.a) bile O'na itaat yolundan birazcık sapacak ve Allah'tan başka bir ilâh çağıracak olsa, o da cezadan kurtulamaz." Hz. Peygamber (s.a) için durum böyle olunca, başka kim Allah'a şirk koştuktan sonra cezadan kurtulabilir veya başkalarının kurtulmasına yardımcı olabilir?

214 (Öncelikle) En yakın hısımlarını (aşiretini) uyarıp-korkut.135

215 Ve mü'minlerden, sana tabi olanlara (koruyucu) kanatlarını ger.

AÇIKLAMA

135. Allah'ın dini ile ilgili bir meselede Hz. Peygamber'in (s.a) şahsı için nasıl bir ayrıcalık sözkonusu değilse, aynı şekilde Hz. Peygamber'in (s.a) ailesi ve en yakınları için de durum aynıdır. Burada herkes meziyetine göre değerlendirilecek ve kimseye atalarından veya bir başkasıyla ilişkisinden dolayı ayrıcalık tanınmayacaktır. Ahirette hesap verme ve dalâlet ve kötü amelleri için ceza görme herkes için aynı olup Hz. Peygamber'in (s.a) en yakınları bile bunun dışında değildir. Dolayısıyla, sırf yakınlarından olmakla cezadan kurtulamayacaklarından, Hz. Peygamber'e (s.a), doğru inanca ulaşıp salih amellerde bulunmaları için yakınlarını uyarması emredilmektedir.

Bu ayetin inmesinden sonra, Hz. Peygamber'in (s.a) önce dedesinin oğullarına ve kızlarına hitap ettiğini ifade eden sahih rivayetler vardır: "Ey Abdulmuttalip Oğulları, ey Abbas, ey Rasûlulah'ın halası Safiye, ey Muhammed'in kızı Fatıma! Uyarıp kendinizi cehennem ateşinin azabından kurtarmanız için uyarılıp korkutuluyorsunuz. Ben sizi Allah'ın azabından koruyamam, fakat benim malımdan arzu ettiğinizi isteyebilirsiniz." Sonra, gelen bir felaketten halkı uyarmak için Arabistan'da adet olduğu üzere, Safa tepesine çıkarak bağırdı: "Ey Kureyş, ey Kaab bin Lüey Oğulları, ey Mürre Oğulları, ey Kusay Oğulları, ey Abd-i Menaf Oğulları, ey Abd-i Şems Oğuları, ey Haşim Oğulları, ey Abdulmuttalib Oğulları..." ve bu şekilde tüm Kureyş kabilelerini isimleriyle çağırdı. Herkes toplanınca şöyle dedi:

"Ey insanlar! Eğer size bu tepenin şu tarafında büyük bir ordu size hücum etmek için bekliyor desem, sözüme inanır mısınız?" Geçmişte kendisinden hiç yalan duymadıklarını belirterek bir ağızdan "evet" dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdular: "Öyleyse, Allah'ın gelen azabından sizi uyarıyorum, kendinizi O'nun cezasından koruyun. O'na karşı çıkarsanız size hiç bir yardımım olmaz. Kıyamet Günü yalnızca muttakiler bana en yakın olacaktır. Sakının ki, başkaları sahih amellerle gelirken, siz başlarınızın üzerinde günah yüküyle gelmeyesiniz. Sonra beni yardıma çağırırsınız da, ben sizden yüz çevirmek zorunda kalırım. Şüphesiz burada, dünyada size kan bağıyla bağlıyım ve iyi bir yakınlığın gerektirdiği şekilde size mümkün olan en nazik davranışta bulunacağım." (Bu konuda Buhari, Müslim, Müsned-i Ahmed, Tirmizi, Nesei ve İbn Cerir, Hz. Aişe, Hz. Ebu Hureyre, Hz. Abdullah bin Abbas, Hz. Züheyr bin Amr ve Hz. Kabisa bin Maharik'ten rivayetlerde bulunmaktadırlar.)

Konu, yalnızca "en yakın akrabanı uyarıp korkut" emrini alınca Hz. Peygamber'i (s.a) tüm yakınlarını toplayıp emri yerine getirmesi değildi. Gerçekte, vurgulanan ilke, din konusunda Hz. Peygamber (s.a) ve yakınlarının başkalarının yoksun olduğu özel bir ayrıcalığa sahip bulunmadıklarıydı. Bir kişi için zararlı olan herkes için zararlıydı. Hz. Peygamber'in (s.a) bundan, önce kendisini koruyacağı, sonra en yakınlarını ve doğacak kötü sonuçlardan diğer insanları uyaracağı düşünülürdü. Öte yandan, bir kişi için iyi ve yararlı olan, herkes için iyi ve yararlıydı. Dolayısıyla, Hz. Peygamber (s.a) bunu önce kendisi benimsemeli, sonra da, herkesin Hz. Peygamber'in (s.a) mesajını başkalarına iletmekle kalmayıp bizzat kendisinin içtenlikle uyguladığını görmesi için yakınlarını da bunu benimsemeye çağırmalıydı. Hz. Peygamber (s.a) hayatı boyunca bu ilkeden ayrılmamıştı. Mekke'nin fethinde şehre girince şöyle ilan etmişti: "Cahiliye döneminde insanların ödediği her türlü faiz ayaklarımın altındadır. İlk kaldırdığım faiz de amcam Abbas'a ödenecek olan faizlerdir." (Faiz yasağından önce Hz. Abbas (r.a) faizle para ticareti yapardı ve hakkın kendisine karşı çok fazla miktarda faiz borcu vardı.) Bir defasında Hz. Peygamber (s.a), hırsızlık yapan Fatıma adlı Kureyşli bir kadının elinin kesilmesini emretti. Hz. Usame bin Zeyd (r.a) kadın adına şefaatte bulunmaya gelince, Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdular: "Vallahi, Muhammed'in kızı Fatıma bile hırsızlık yapmış olsaydı, onun da elinin kesilmesini emrederdim."

216 Eğer sana isyan edecek olurlarsa, artık de ki: "Gerçekten ben, sizin yapmakta olduklarınızdan uzağım."136

217 Sen, O güçlü ve üstün, esirgeyici olan (Allah')a tevekkül et.137

218 O, kıyam ettiğin zaman seni görmektedir.138

219 Secde edenler arasında dönüp dolaşmanı da.139

220 Hiç şüphe yok, O, işitendir, bilendir.

221 Şeytanların kimlere inmekta olduklarını size haber vereyim mi?

222 Onlar, 'gerçeği ters yüz eden,' günaha düşkün olan her yalancıya inerler.140

AÇIKLAMA

136. Bu, iki anlama gelebilir: 1) "Sana inanan ve öğretilerini uygulayan yakınlarına nazik davran; mesajını kabul etmeyenlere gelince, onların yaptıklarından sorumlu olmadığını açıkla." 2) "Sana inanıp itaat eden herkese nazik davran ve yaptıklarından sorumlu olmayacağın konusunda kafirleri uyar."

Bu ayet, o zaman Kureyş ve komşu Araplar arasında Hz. Peygamber'in (s.a) mesajının doğruluğuna inanmış kişilerin bulunduğunu gösterir. Fakat, bunlar henüz onun öğretilerini günlük hayatlarında uygulamaya başlamamışlardı. Diğer kafirler gibi, halkın içinde aynı küfür hayatını yaşamaya devam ediyorlardı. Allah bu tür müminleri, imandan sonra Hz. Peygamber'e (s.a) bütünüyle iman eden gerçek müminlerden ayırmaktadır. "Kanadını indir" emri yalnızca ikinci grup içindi. İtaattan yüz çevirip hem mesajının gerçekliğine inananlara, hem de reddedenlere karışanlar için ise Hz. Peygamber'e (s.a) onları sahiplenmesi ve açıkça yaptıklarından kendilerinin sorumlu olduğunu, uyarıdan sonra yaptıklarından asla sorumlu olmayacağını onlara söylemesi emredilmektedir.

137. Yani, "Ne kadar büyük ve güçlü olursa olsun hiç bir dünyevi iktidara aldırma; Aziz ve aynı zamanda Rahim Olan'a tam olarak güvenip dayanarak görevini yapmaya devam et. O Aziz'dir, dolayısıyle O'nun desteğini alanın üstesinden hiç bir güç gelemez. O Rahim'dir, dolayısıyle yeryüzünde kendi kelimesini yükseltme uğruna mücadele edenlerin çaba ve fedakarlıklarını boşa çıkarmaz."

138. "Kıyam etmek", gece namaza kalkmak anlamına gelebileceği gibi, risalet görevini yerine getirmek amacıyla ortaya çıkmak anlamına da gelebilir.

139. Burada çeşitli anlamlar vardır:

a) Cemaatle namazda, arkandakilerle birlikte kıyamda, teşehhüdde, rükuda ve secdede iken Allah seni görüyor.

b) Senin, -alamet-i farikası "secdeye varmak" olan- ashabının ahiretteki mutlulukları uğruna ne yaptıklarını görmek için geceleyin yatağından kalktığını görüyor.

c) Halkı ıslah için senin ve ashabının nasıl didindiğinizden bütünüyle haberdardır.

d) Secdeye giden insanların hayatlarında inkılab yapmak için gösterdiğin çabalardan bütünüyle haberdardır. Onları ıslah için kendilerini ne tür eğitimden geçirdiğinden, yaşantılarını nasıl temizleyip nasıl onları en iyi insanlar haline getirdiğinden de haberdardır.

Hz. Peygamber (s.a) ile ashabının bu özelliklerinin, metinde ayrı bir anlam ve önemi vardır. İlk olarak, Hz. Peygamber (s.a), Allah'ın rahmet ve desteğini hak etmektedir. Çünkü, her şeyi duyan ve bilen Allah, Rasûlü'nün kendi yolundaki mücadelesinden ve ashabının ıslah için harcadığı çabalardan bütünüyle haberdardır. İkinci olarak, Hz. Muhammed'in (s.a) yaşadığı böylesine soylu bir hayatı yaşayan ve üstün karakterde ashabı gibi arkadaşlara sahip olan birisi için ancak bir serseri, bir aptal onun bir şair olduğunu ve kendisine şeytanların ilhamlarda bulunduğunu söyleme cesaretinde bulunabilir. Halk, şeytanlardan ilham alan kahinler ile şairlerin ve onların aralarında yaşayan hayranlarının ne tür bir hayat sürdüklerini gayet iyi bilmektedir. Hz. Muhammed (s.a) ile ashabının yaşadığı soylu hayat ile şairlerle kahinlerin hayatları arasında fark olmadığını söyleyebilecek namuslu ve dürüst bir kimse acaba bulunabilecek midir? Sonra, Hz. Muhammed (s.a) ile ashabına hiç utanmadan şair ve kahin damgasını vuruvermek, tam bir arsızlık ve küstahlık değilse, başka nedir acaba?

140. Burada, gaybi bilir pozu takınan ve insanlara geleceklerini söyleyen büyücüler, müneccimler, falcılar ve sihirbazlardan, ya da cinler ve ruhlar üzerinde kontrolleri olduğu ve onlarla insanların kaderlerine hükmettikleri iddiasında bulunan "bilge kişiler"(!) den söz edilmektedir.

223 Bunlar (şeytanlara) kulak verirler ve çoğu yalan söylemektedirler.141

224 Şairler ise; gerçekten onlara da azgın-sapıklar uyar.142

225 Görmedin mi; onlar, her bir vadide vehmedip durmaktadırlar;143

226 Ve gerçekten onlar, yapmayacakları şeyleri söylemektedirler.144

227 Ancak iman edenler, salih amellerde bulunanlar ve Allah'ı çokça zikredenler ile zulme uğratıldıktan sonra zafer kazananlar (veya öçlerini alanlar) başka.145 Zulmetmekte olanlar, nasıl bir inkılaba uğrayıp-devrileceklerini pek yakında bileceklerdir.146


AÇIKLAMA

141. Burada iki anlam olabilir: 1) Şeytanlar şu veya bu şekilde gerçekten küçük bir parça alırlar ve bunu her türlü bâtılla karıştırarak ajanlarına ilham ederler. 2) Aldatıcı ve yalancı kahinler, müneccimler, büyücüler, falcılar şeytanlardan bir şeyler duyarlar ve sonra bunu bâtılla karıştırarak halkın kulaklarına fısıldarlar.

Bu durum, Buhari'nin rivayet ettiği bir hadiste ifade edilmiştir: Hz. Aişe'den (r.a) naklettiğine göre, Hz. Peygamber (s.a), kendisine büyücüler-kahinler hakkında sorulan bir soruya, "Onlar hiçbir şey değildir" cevabını verir. "Ya Rasûlallah, onlar bazan doğru şeyler söylüyorlar" denmesi üzerine, Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuşlar: "Bu doğru şeyi cinler kapar ve dostlarının kulağına fısıldarlar; onlar da buna pek çok bâtıl karıştırarak bir hikaye düzerler."

142. Yani, şairlerin peşinden gidenler, Hz. Muhammed'in (s.a) peşinden gidenlerden karakter, davranış ve ahlâk bakımından bütünüyle farklıdırlar. Bunlar arasındaki fark öylesine açıktır ki, biri diğerinden kolaylıkla farkedilir. Bir tarafta ciddi, medenî ve kibar davranışlı, doğru, dindar, muttaki, sorumluluk duygusu sahibi, başkalarının haklarına saygılı, ilişkilerinde adaletli ve haksızlık yapmaktan uzak, iyilik ve ıslah dışında söz sarfetmeyen, sadık ve inançları ve amaçları uğruna tüm enerji ve yeteneklerini kullanan insanlar; karşı tarafta ise, işleri güçleri şehvet gıcıklayıcı aşk ve içki sahneleri tasvir etmek, eğlenmek, alay etmek, gülünçleştirmek ve övmek, ya da başkaları aleyhinde kin, nefret ve düşmanlık duyguları uyandırmak, ya da halkı memnun etmek, alkış ve beğenilerini kazanmak için genelevlerdeki fahişelerle, evlerinde oturan iffetli kadınların çekiciliklerini tanımlamak olan insanlar... Şiir toplantılarına katılan ve "ünlü" şairlerin peşinden giden kalabalıkların, hiç bir ahlâkî sınır tanımayan, hayatta hayvanlar gibi şehvet ve tutkularını doyurmaktan başka amaç taşımayan ve hayatta yüce ve soylu idealler nedir bilmeyen kişiler olduğu sonucuna varmaktan insan kendini alamaz. Bu iki insan türü arasındaki açık farkı görmeyen ancak kör birisidir. Görüp bilmediğinden değil, ancak Hakk'a engel olmak amacıyla Hz. Muhammed'in (s.a) ve ashabının şairlerden ve izleyicilerden farkı olmadığını söyler; böylesi yalnızca yalancı değil, aynı zamanda bütün namus ve edeb sınırlarını aşan birisidir.

143. Yani, düşünce ve sözlerinde hiç bir model tanımazlar, her vadide başıboş gezinir dururlar. Her yeni dürtü, bunda gerçek payı var mı, yok mu diye düşünmeden kendilerini yeni bir konuda söz söylemeye iter. Bir anlık bir dürtüyle akıllı ve bilgece sözler söylerken, bir başka dürtüyle bu defa kirli ve adi duyguları terennüme başlarlar. Birinden hoşnut oldukları zaman hemen onun hakkında abartmalı övgülerde bulunurlar; bir de birine gücendikleri zaman, onu da yerin dibine batırırlar. Birinden çıkarları varsa, cimri birini, cömert birine ve korkağı yiğite tercih etmekte bir tereddüt göstermezler. Buna karşılık, memnun olmadıkları kişinin karakterini lekelemede, kendisini ve atalarını alaya almada utanç duymazlar. Bu yüzden, aynı şairin şiirlerinde hem Allah'a ibadeti, hem ateizmi, hem materyalizmi, hem ruhçuluğu, hem ahlâkçılığı, hem ahlaksızlığı, hem fısk ve fücuru, hem takvayı, hem ciddiyeti, hem şakayı, hem övgüyü, hem hicvi yanyana, birarada görmek mümkündür. Şairlerin bu herkes tarafından bilinen karakterlerinden haberdar olan bir kişi, her sözü ve hitabı açık ve net, amacı kesin ve belirli ve bizzat kendisi gerçek, takva ve fazilet yolundan ayrı tek söz söylememiş olan Kur'an'ın alıcısının şairlikle suçlanmasına evet diyemez.

Kur'an'ın bir başka yerinde, şiirin Rasulullah'a (s.a) yakışmadığı ifade edilmektedir: "Biz ona şiir öğretmedik, bu ona yakışmaz da." (Ya-Sin: 69). Ve, Hz. Peygamber (s.a) ile kişisel tanışıklığı olan herkes bu gerçeği bütünüyle biliyordu. Sahih rivayetler, onun ezberinden bütün tek bir şiir bile okumadığını göstermektedir. Sohbet anında bir şairin güzel bir şiirini hatırladığında söz dizimine, ölçüsüne dikkat edip önem vermeden okurdu.

Bir defasında Hz. Peygamber'in (s.a) konuşmalarında hiç şiir kullanıp kullanmadığı Hz. Aişe'ye (r.a) sorulmuş, o da, "Rasulullah en çok şiir mısralarından nefret eder, bazan Benî Kays'ın bir şairinin bir şiirini okusa bile, farkında olmadan söz dizimini değiştirirdi. Hz. Ebu Bekir düzeltmede bulununca, "Kardeş ben şair değilim, amacım şiir düzmek de değil" derdi." cevabını vermiştir.

Arap şiiri cinsellik, aşk hikayeleri, içki, kabilesel nefretler ve kan davaları, atalarla övünme gibi konularla dolu olur ve pek seyrek olarak pâk ve soylu temaları işlerdi. Bâtıl, yalan, abartma, yersiz suçlama, gereksiz övgüler, boş sözler, övünme, hiciv, çok tanrıcılık ve müstehcenliklerle öylesine doluydu ki, bir defasında Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştu: "Birinizin içinin irinle dolması şiir mısralarıyla dolmasından daha iyidir." Bununla birlikte, bir şiir de güzel birşey görürse, bunu takdir eder ve "Bazı şiirlerde hikmet vardır" buyururdu. Ümeyye bin Ebi's-Salt'ın mısralarını işittiğinde şöyle demişti: "Şiiri mümin, fakat kalbi kafir." Bir defasında bir sahabi, huzurunda yüz kadar güzel mısra okumuş, Rasulullah da (s.a) kendisini daha fazla okuması için teşvik etmişti.

144. Şairlerin bu özelliği, Hz. Peygamber'in (s.a) davranış ve uygulamalarının tam karşıtıydı. Hz. Peygamber'in (s.a) yaptığını söylediğini, söylediğini yaptığını herkes biliyordu. Yaptıkları ile söyledikleri arasında tam bir uygunluk olduğunu kimse inkar edemezdi. Buna karşılık, şairlerin bir şey söyleyip fakat bunun aksini yaptıkları herkesçe bilinen bir şeydi. Sözgelimi, şiirlerinde cömertlik, dünyalığa ilgi göstermeme, kanaat ve saygı temalarını işlerlerken, kendileri günlük hayatlarında bütünüyle cimri, korkak, servet düşkünü ve bencil bir tutum sergilerlerdi. Başkalarının gözündeki çöpü büyütürler, fakat kendi gözlerindeki merteği görmezlerdi.

145. Burada, şu dört niteliğe sahip şairler, yukarıdaki azar ve eleştiriden istisna edilmektedir:

1) Allah'a, Peygamberler'ine, Kitaplar'ına ve Ahiret'e inananlar;

2) Günlük hayatlarında muttaki, günahtan uzak ve her istediklerini söylemeyecek kadar ahlâkî sınırlara bağlı olanlar;

3) Edebi eserlerinde ve yaşantılarında Allah'ı çok ananlar. Hayatlarında takva ve İslâmî şuuru yansıtırken, şiirlerinde şehvet ve ahlâksızlık temalarını işlemeleri, ya da şiirleri ciddi hikmet ve İslâmî şuur temalarıyla yüklü iken, kişisel hayatlarının Allah'ı zikirden yoksun bulunması olmaz. Gerçekte, bu her iki durum da arzu edilir değildir. İyi bir şair, kişisel hayatında Allah'ın kendisini gördüğünün farkında olan ve buna göre yaşayan, şairlik hüner ve yeteneğini ise, Allah'tan korkan, Allah'a ibadet eden ve Allah'ı hiç hatırından çıkarmayan insanların yaşantılarını yaymak için kullanan kişidir.

4) Kişisel nedenlerle başkalarını hicvetmeyen, kişisel, ırkî ve ulusal önyargılarıyla intikam almaya kalkmayan ve gerçeğin desteklenmesi gerektiğinde edebî yeteneklerini, zalim ve hainler karşısında savaş silahları gibi kullananlar. Zulüm ve haksızlık karşısında baş eğici ve yalvarıcı bir tutum takınmak müminlere yakışmaz. Kafir ve müşrik şairlerin İslâm ve Hz. Peygamber (s.a) aleyhinde gerçek dışı suçlama fırtınaları estirdikleri ve müslümanlar aleyhinde nefret zehirleri yaydıklarında, Hz. Peygamber'in (s.a) İslâm şairlerini buna karşılık vermeye teşvik ettiği rivayetlerde gelmektedir. Bir defasında Ka'b bin Malik'e şöyle buyurmuşlardı: "Onları hicvet, çünkü, nefsimi elinde tutan Allah' a yemin ederim ki, senin şiirin onlar için oktan daha etkili ve yaralayıcı olacaktır." Aynı şekilde Hassan bin Sabit'e de şöyle demişlerdi: "Onlarla atış, Cebrail seninledir." "Söyle, Ruhu'l-Kuds seninledir." Yine, bir defasında da şöyle buyurdular: "Mümin, kılıçla olduğu kadar dille de savaşır."

146. "Zulmedenler": Sırf inatları nedeniyle Hz. Peygamber'i (s.a) büyücü, şair, deli ve büyülenmiş olmakla suçlayarak İslâm'ı yenilgiye uğratmak isteyen ve diğer insanların kafalarını karıştırarak onları Rasûlullah'ın (s.a) mesajından ve davetinden yüz çevirmeye itenler.