13 Temmuz 2007 Cuma

MEARİC SÜRESİ(MEVDUDİ)

Adı: Sure, adını üçüncü ayetten almaktadır.

Nüzul Zamanı: Muhtevasından bu surenin hemen hemen el-Hakka Suresiyle aynı zamanlarda nazil olduğu anlaşılmaktadır.

Konu: Bu surede, kendilerine kıyamet, ahiret, cennet cehennem hakkında haberler verildiğinde, bunları alaya alan kafirleri ikazda bulunup nasihat edilmektedir. O kafirler ki, Allah Rasulü'ne "Biz seni tekzib ediyoruz. Sana göre biz kıyamette cehennem azabına çarptırılacakmışız. Hadi o bizi korkuttuğun kıyamet gelsin de bir görelim" diyerek meydan okumaktaydılar. Burada onların bu kafa tutuşlarına cevap verilmektedir.

Surenin bidayetinde "Onlar azabın gelmesini taleb ediyorlar ama aslında bu azaba inanmıyorlar ki, "O azab tayin edilen vakitte gelecektir ve geldiği zaman da kimse onu engelleyemeyecektir" buyurulmaktadır. Allah'ın indinde bir şey geç olabilir ama muhakkak vuku bulur. Onun için sen bu alaylara aldırış etme ve sabret. Onlar bu işi imkândan uzak görüyorlar ama biz yakın görüyoruz.

Kıyamet hemen gelsin istiyorlar, aslında alay ediyorlar. Fakat bu ne korkunç bir şeydir. O geldiği zaman bu mücrimlerin hali ne kadar kötü olacaktır. O zaman kendi eşlerini, çocuklarını ve sevdiklerini bile kendilerini kurtarabilmek için fidye olarak teklif ederler. Ama maalesef kurtulamayacaklardır.

Daha sonra bildirilmektedir ki; o gün insanların akibetleri hakkında karar onların akide, ahlâk ve amellerine göre verilecektir. Dünyada iken doğrudan yüz çevirenler, mal-mülk yığmakla uğraşanlar cehenneme layık olacakken, bu dünyada Allah'ın azabından korkan, ahirette inanan, namazlarına devam eden, kendi mallarından muhtaçların hakkını veren, zinadan uzak duran, emanete hıyanet etmeyen, verdikleri söze riayet eden ve doğru şahitlikte bulunan kimseler ise cennette ağırlanacaklardır.

En sonunda, her gördükleri yerde koşarak Rasulüllah (s.a) ile alay etmeye gelen Mekke'deki kafirlere "Eğer inanmayacaksanız Allah sizin yerinize başkasını getirecektir" denilerek ikazda bulunulmaktadır. Allah Rasulü'ne de bunların alay ve dalga geçmelerine aldırış etmemesi telkin edilmektedir. "Eğer onlar kıyamet günündeki zilletlerini görmek için ısrar ediyorlarsa onları beyhude meşgaleleri içinde bırak, en sonunda kötü sonlarını görecekler."

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1 İstekte bulunan biri, (muhakkak) gerçekleşecek olan bir azabı istedi.1

2 Kafirler için olan, bu (azabı) geri çevirecek kimse yoktur.

3 (Bu azab) Yüce makamlar sahibi olan Allah'tandır.2

AÇIKLAMA

1. Metinde, "" cümlesi vardır. Bazı müfessirler, bundan soru sormak anlamını alarak ayetin manasını şöyle açıklamışlardır: "Sorucu, senin haber verdiğin azab ne zaman olacak diye sordu." O zaman Allah (c.c) bu kafirlerin üzerine azabın geleceği cevabını vermiştir. Fakat müfessirlerin çoğu bunu soru değil de talep etme, isteme manasında düşünmüşlerdir. Nesei ve diğer bazı muhaddisler, İbn Abbas'tan Hakim'in de sahih dediği şu rivayeti naklederler: "Ey Allah! Eğer bu senin tarafından tehdid edilen azab doğru ise bize gökten taş yağdır, ya da bizi çetin bir azaba uğrat (Enfal: 32) diyen Nadr bin Haris bin Katade'dir. Bunun dışında Kur'an'ın diğer bazı yerlerinde kafirlerin "O bizi korkuttuğunuz azab hadi niye gelmiyor?" şeklinde kafa tutuşlarını aktarmaktadır. Mesela Yunus: 46-48; Enbiya: 36-41; Neml: 67-72; Sebe: 26-30; Yasin: 45,52; Mülk: 24-27.

2. Ayette "zil-mearic" kelimesi geçmektedir. Mearic, ma'rec'in çoğuludur. Manası "merdiven ya da bunun gibi bir şeyle yukarıya doğru yükselmek"'tir. Allah (c.c) için "zil-mearic" denilmesi, O'nun en yüce ve üst olduğunu belirtmek içindir. Bir sonraki ayette beyan edildiği gibi O'nun huzuruna çıkmak için melekler peşpeşe derecelere yükselirler.

4 Melekler ve ruh 3 (Cebrail) O'nun huzuruna bir günde çıkarlar 4 ki onun miktarı elli bin yıldır. 5

5 Şu halde, güzel bir sabır (göstererek) sabret.6

6 Çünkü gerçekten onlar, bunu uzak görmektedirler.

7 Biz ise, onu pek yakın görmekteyiz.7

8 (O azab geleceği) O gün8 gök, erimiş gümüş gibi olur.9

9 Dağlar da (etrafa uçuşmuş) rengarenk yün gibi olacak.10

AÇIKLAMA

3. "Ruh"tan kasıt Cebrail'dir (a.s). O'nun adını diğer meleklerin yanında ayrı olarak zikretmek onun yüceliğine delalet eder. Şuara Suresi'nde "Kur'an'ı Ruhu'l-Emin senin kalbine indirdi", ve Bakara Suresi'nde "De ki, senin kalbine indiren Cebrail'e kim düşmandır?" buyurulmaktadır. Bu iki ayeti mütaala edince Ruh'tan kastedilenin Cebrail'den (a.s) başkası olmadığını anlamaktayız.

4. Bu müteşabihattandır. Manasını tayin etmek mümkün değildir. Melekler hakkında gerçek bilgiye sahip değiliz. Yükseklere nasıl çıkarlar, onun keyfiyetini anlamaktan uzağız. Bu da bizim o merdivenlerin nasıl olduğu ve meleklerin nasıl tırmandığı hakkında bir fikir ileriye sürmemize manidir. Ayrıca Allah Teâlâ'nın hakkında da O'nun belli bir makamda bulunduğunu tasavvur edemeyiz. Çünkü O'nun zatı zaman ve mekan kayıtlarından münezzehtir.

5. Hac Suresi 47. ayette ".... başlarına acele azap getirmeni istiyorlar. Allah sözünden asla caymayacaktır. Rabbinin katında bir gün, sizin ölçünüze göre bin yıla eşittir." Ve Secde Suresi 5. ayette "Gökyüzünden yeryüzüne kadar bütün işleri Allah düzenler, sonra o iş sizin hesabınıza göre bin yıl tutan bir gün içinde O'na yükselir." buyurulmaktadır. Bu ayette ise azabın gelmesi istekleri karşısında Allah (c.c) "Bizim bir günümüz elli bin seneye eşittir" buyurmaktadır. Sonra Allah, Rasulü'ne, "Bunlar seninle alay ediyorlar, azab getirmeni istiyorlar, sabırlı ol" telkininde bulunuyor."

Bu azabı çok uzakta görüyorlar ama biz onu yakın görüyoruz." Bütün bu fermanlara topluca bakacak olursak, bu kafirlerin, kendi dar fikir ve ölçülerine göre Allah'ın (c.c) vaktini ölçüp biçmeye çalıştıkları, yüzelli yılın kendilerine çok uzun geldiği anlaşılır. Oysa Allah'ın indinde O'nun planı binlerce, yüz binlerce yıl mesabesindedir. Bu süre sadece bir misal olsun diye verilmektedir. Yoksa onun milyarlarca, trilyonlarca yılı kapsayan işi olabilir. Bu planlardan birisi de insan için yaratılan bu kainattır. Muayyen bir vakte kadar insanoğluna bu dünyada faaliyet göstermesi fırsatı verilmiştir. Kimse bilemez ki bu ilahi plan ne zaman başlamıştır, onun gelişimi için ne kadar süre tayin edilmiştir. Biz bu planın yalnızca gözümüzün önünde cereyan edenini bilebilmekteyiz. Ya da bizden önce geçmiş milletlerin hakkında tarih ilminden kısmî malumatlar alabilmekteyiz. Kainatın başlangıç ve sonunu, değil bilebilmek, onu idrak edebilmek bile bizim için mümkün değildir. Bunun arkasındaki hikmeti de bilemeyiz. Şimdi bu azabın gelmesini isteyenler, bu ilâhi planın hemen biterek kıyametin gelmesini talep etmekteler. Eğer biz bunların dediği gibi yapmazsak o zaman "bir gün herşeyin son bulacağı bir kıyamet" fikri iddası onlara göre asılsız olacaktır. Aslında bu, onların ne kadar beyinsiz ve ahmak olduklarının delilidir. Bkz. Hacc an: 92-93; Secde an: 9.

6. Yani, ancak yüksek meziyetli insana yakışan bir sabır.

7. Bunun iki manası olabilir. Birincisi, "Onlar bunu imkan dışı görüyorlar ama bizim indimizde ise, biz onu çok yakın, sanki hemen yarın olacakmış gibi görüyoruz."

8. Müfessirlerin bir grubu bu ayetin, "mesafesi elli bin yıldır" ayetiyle ilgili olduğunu ve elli bin sene uzunluğundaki bir günden kastın kıyamet günü olduğunu söylemişlerdir. Müsned-i Ahmed ve İbn Cerir et-Taberi tefsirinde Ebu Said el-Hudri'den şöyle bir rivayet aktarılır. "Bu ayet için "O çok uzun bir gündür" deyince, Rasulüllah, "Canım elinde olan O Zat'ın ismi üzerine yemin ederim ki inananlar için o gün dünyada bir farz namaz kılma süresi kadar kısa olacaktır," buyuruldu. Şimdi eğer bu rivayet sahih senetle naklolmuş olsaydı, herhalde bu ayetin bundan başka bir tevili olamazdı. Fakat bu hadisin senedi içerisindeki ravilerden Derrac ve O'nun şeyhi Ebu'l Hesîm hadis konusunda zayıf kimselerden kabul edilirler.

9. Yani, tekrar tekrar renkleri değişecektir.

10. Çünkü, dağların renkleri muhteliftir. Bu yüzden kendi ağırlıklarını kaybedip havaya kalktıkları zaman, tıpkı kabartılarak atılan rengarenk yünler gibi havada uçuşacaklardır.

10 (Böyle bir günde) Hiç bir yakın dost bir yakın-dostu sormaz.

11 Onlar birbirlerine gösterirler.11 Bir suçlu-günahkar, o günün azabını karşılık olmak üzere, oğullarını fidye olarak vermek ister;

12 Kendi eşini ve kardeşini,

13 Ve onu barındıran aşiretini (soyunun hepsini) de;

14 Yeryüzünde bulunanların tümünü (verse de); sonra bir kurtulsa.

15 Hayır; (böyle fidyeler kabul edilmez.) Doğrusu o (cehennem), cayır cayır yanmakta olan ateştir:

16 Başın derisini kavurup-soyar.

17 Yüz çevirip arkasını döneni çağırır-durur.

18 (Durmaksızın mal ve servet) Toplayıp bir yerde (üstüste) yığmakta olanı.12

19 Gerçek şu ki, insan, 'bencil ve haris' olarak yaratıldı.13

20 Kendisine bir şer (kötülük) dokunduğu zaman feryadı basar.

21 Ona bir hayır dokunduğunda engelleyici olur (veya cimrilik eder).

22 Ancak namaz kılanlar hariç;14

23 Ki onlar, namazlarında süreklidirler.15

AÇIKLAMA

11. Yani, bu demek değil ki, birbirlerini görmeyecekler de bu yüzden birbirlerini sormayacaklar. Aslında birbirlerini görecekler ama herkes kendi derdinde olduğu için birbirlerini soracak halleri olmayacak.

12. Burada da, aynen Hakka Suresi 33. ve 34. ayetlerde beyan edildiği gibi ahirette insan için kötü son doğuran iki sebep sayılmaktadır. Birincisi, doğrudan ayrılmak ve imanı inkâr etmek, diğeri de insana biteviye mal-mülk yığdırtan ve bunları hayır için de kullandırmayan dünya sevgisi ve cimrilik.

13. Nasıl ki bir insan için "bu onun fıtratındandır. Ya da bu onun fıtrî zayıflığındandır" deriz, Allah da (c.c) burada "Muhakkak insan pek huysuz, hırsına düşkün yaratılmıştır" buyurmaktadır. Burada şu hususu gözden kaçırmamalıyız: Kur'an'ın, insanın ahlâkî zayıflığından bahsettiği pekçok yerde, bundan iman edenler ve doğru yolda olanlar istisna edilmiştir. Aynı husus ileriki ayetlerde de gelecektir. Burada kendiliğinden anlaşılıyor ki, doğuştaki bu fıtrî zayıflık daha sonra değiştirilemez değildir. Fakat insan Allah'ın gönderdiği hidayeti kabul eder ve kendi nefsini ıslah için bilfiil gayret gösterirse o zaman bu zayıflığını tedavi edebilir. Eğer nefsini gevşek bırakırsa bu zaafiyetler onun içerisinde yerleşir, gelişir. Bkz. İzah için Enbiya an: 41; Zümer an: 23-28; Şura an: 75.

14. Bir kimsenin namaz kılması onun muhakkak, Allah'a, Rasulü'ne, Kitabı'na ve ahiret gününe inanmakta ve bu imana göre amel etmek gayretinde olduğu anlamına gelir.

15. Yani, bir tembellik, bir gevşeklik ya da bir meşguliyet onların namazına mani olamaz. Namaz vakti gelince her şeyi bırakarak Allah'ın huzuruna dururlar. "Namazlarında devamlıdırlar"ın, bir manası da Hz. Ukbe bin Amir'in beyan ettiğine göre, "Tam bir huzur ve huşu içerisinde namazı eda etmektir. Yani tabir caizse, kuşun kanat çırpışı gibi bir an evvel o namazdan kurtulabilmeye çalışmak değildir. Namazdayken de başka bir şeye iltifat etmez. Arapça deyiminde durgun su için "maud-daim" denilir. Bu izahat da bundan alınmıştır.

24 Ve onların mallarında belirli bir hak vardır.16

25 Yoksul ve yoksun olan(lar) için.

26 Onlar, din gününü de tasdik etmektedirler.17

27 Onlar, Rablerinin azabına karşı (daimi) bir korku duymaktadırlar.18

28 Şüphesiz Rablerinin azabından emin olunamaz.

29 Ve onlar, ırzlarını (ferç) korurlar:19

30 Ancak kendi eşleri ya da sağ-ellerinin malik olduğu başka; çünkü onlar (bunlardan dolayı) kınanmazlar.

31 Fakat bunun ötesini arayanlar, artık onlar sınırı çiğneyenlerdir.20

32 (Bir de) Onlar, kendilerine verilen emanete ve verdikleri ahde (harfiyyen) riayet edenlerdir.21

33 Şahidliklerinde de dosdoğru davrananlardır.22

AÇIKLAMA

16. Zariyat Suresi 19. ayette "Onların mallarında muhtaç ve mahrumlar için muayyen bir hak vardır." buyurulmuştur. Bazıları "muayyen bir hak"tan kasıt, farz olan zekattır.

Çünkü onun nisabı ve miktarı tayin edilmiştir", demişlerdir. Ama bu tefsir kabule şayan değildir, çünkü Mearic Suresi Mekki'dir, oysa zekata mahsus nisab ve açıklama Medine'de emredilmiştir. Bu yüzden "Malum olan Hakk'tan doğru olarak anlaşılan şudur: Yani mal sahibi olanlar, kendileri muhtaçlara bir pay ayırırlar. Hz. İbn Abbas, Abdullah İbn Ömer, Mücahid, Şa'bî ve İbrahim Nehaî'de aynı görüştedir.

Muhtaç (Sâil) kimseden kasıt, dilenen kimse değildir. İhtiyaç içerisindedir ama kimseden bir şey isteyemez. Mahrum'dan kasıt ise işsizlerdir. Veya çalışan ama kazandığı ile geçimini sağlayamayan kimsedir. Allah'a inanan hiç kimse böyle bir insanın ihtiyaç duyduğu zaman onu gelip kendinden istemesini beklemez. O istemeden yardımını yapar. Bkz. Zariyat an: 17

17. Yani, dünyadayken kendini sorumsuz saymıyor ve bunlardan hiçbir hesap sorulmayacağını zannetmiyordu. Aksine, bir gün Allah'ın huzurunda yaptıklarının hesabını vereceğine kesinlikle inanıyordu.

18. Diğer bir ifadeyle, "Bunlar, dünyada Allah'tan hiç korkmadan her türlü günah, suç, zulüm, yapan kafirler gibi değillerdir. Aksine bunlar, ellerinden geldiğince salihçe yaşamalarına rağmen kıyamet gününde kusurlarının iyiliklerine ağır basması ve bir cezaya müstehak olurlar endişesiyle Allah'tan korkarlar. Bkz. Mü'minun an: 54; Zariyat 19.

19. "İffet ve namuslarını korurlar"dan kasıt, "zinadan sakınırlar ve çıplaklıktan da berîdirler" demektir. Mu'minun an: 6; Nur an: 30-32, Ahzab an: 62.

20. İzah için bkz. Mu'minun an: 7

21. "Emanet"ten kasıt, Allah'ın (c.c) kullarına ve bir insanın diğerine itimat ederek verdiği şeylerdir. "Ahid"ten murad ise Allah'ın, kulları ile ya da insanların kendi aralarında yaptığı ahitlerdir. Bu iki yönlü emanetlere hıyanet etmeme ve ahde vefa bir müminin karakterinin ayrılmaz bir parçasıdır. Hz. Enes'ten şöyle rivayet edilir: "Allah Rasulü bize hitabederek şöyle buyurdu: "Bilin ki, bir kimse eğer emanete hıyanet ederse onda iman yoktur ve bilin ki eğer bir kimse verdiği sözü yerine getirmiyorsa onda din de yoktur." (Beyhaki, imanın şubeleri.)

22. Yani, şahitlikte bulunurlarken hiç bir eksiltme ya da çoğaltma yapmazlar.

34 Namazlarını (titizlikle) koruyanlardır.23

35 İşte onlar, cennetler içinde ağırlananlardır.

36 Şimdi küfretmekte olanlara ne oluyor ki, boyunlarını sana uzatıp koşuyorlar.24

37 Sağ yandan ve sol yandan bölükler halinde.

38 Onlardan her biri, nimetlerle donatılmış cennete gireceğini mi umuyor (tamah ediyor)?25

39 Hayır, doğrusu biz onları bildikleri şeyden yarattık.26

40 Artık,27 doğuların ve batıların Rabbine28 yemin ederim; biz gerçekten güç yetirenleriz;

41 Onların yerine kendilerinden daha hayırlılarını getirip-değiştirmeğe. Üstelik bizim önümüze geçilemez.29

42 Şu halde sen, kendilerine vadedilen (azab) günlerine kavuşuncaya kadar onları bırak; dalıp-oynasınlar, oyalansınlar.

43 Kabirlerinden koşarcasına çıkacakları gün, sanki onlar dikili birşeye yönelmişler gibidirler.30

44 Gözleri 'korkudan ve dehşetten düşük,' yüzlerini de bir zillet sarıp-kaplamış; işte bu, kendilerine vadedilmekte olan (kıyamet ve azab) günüdür.

AÇIKLAMA

23. Bundan, namazın önemi anlaşılmaktadır. Cennete sahip olacak o yüksek meziyetli kimselerin sıfatı namaz ile başlar ve namaz ile biter. Namaz kılmak onların birinci sıfatlarıdır. Namaz kılmaya devam etmek ise onların ikinci sıfatıdır. Namazlarını korumak ise son sıfatlarıdır. Namazı korumaktan kasıt, onları vaktinde eda etmektir. Namazdan önce hem bedenlerinin ve hem de üzerindeki giysilerin temiz olmasına ve abdestlerine özen gösterirler. Abdestte vücut azalarını iyice temizlerler. Namazın farzlarına, vaciplerine, sünnet ve müstehaplarına tam manasıyla uyarak namazın adabına da riayet ederler. Allah'a karşı gelerek namazlarını heba etmezler. Bunların hepsi "namazı korumak" içerisinde sayılmaktadır.

24. Bu ayet, Rasulüllah'ın davete ya da Kur'an-ı Kerim'i tilâvete başladığı zaman sesini duyar duymaz hemen koşarak onunla alay etmeye gelenleri işaret etmektedir.

25. Yani, önceki ayetlerde izah edilen, "hak sesi" duymaya bile tahammül edemeyen ve o sesi boğmak için çalışan insanlar nasıl olur da cennete girmeyi ümit ederler? Allah cenneti bunlar için mi yaratmıştır? Burada Kalem, 34-41 arası ayetleri göz önünde tutalım. Orada Mekkeli kafirlerin "Eğer ahiret olursa orada da bu dünyada olduğu gibi biz istifade edeceğiz, siz ise bu dünyada olduğunuz gibi mahrum olacaksınız" iddialarına cevap verilmekteydi.

26. Bu cümlenin iki manası olabilir. Eğer önceki konuyla irtibatlı olarak düşünürsek anlamı, "Biz bunları da aynı maddeden yarattık, bu yüzden insanlar aynıdır. Ama cennete girmek için yalnızca bu madde bir ölçü olsaydı, o zaman iyi ve kötü, zalim ve adil, suçlu ve suçsuz hepsinin cennete girmesi gerekirdi. Azıcık bir aklı olan bile, cennete girebilmesi için diğer özellikleri hiç dikkate alınmadan yalnızca bu ölçünün kullanılamayacağını bilir. Eğer bu ayeti, bir sonraki mevzunun mukaddimesi olarak düşünürsek bu sefer manası, "Bunlar kendilerini, bizim azabımızdan korunmuş hissediyor, onları azamıbımızla korkutan kişiyi de alaya alıyorlar. Oysa ki biz dünyada da onlara istediğimiz zaman azab verebilir, ölümden sonra da istediğimiz zaman diriltebiliriz. Kendileri de biliyorlar ki biz onları bir nutfeden, bir su damlasından yarattık ve sonra insan haline getirdik. Eğer kendi yaratılışları üzerinde bir nebzecik düşünselerdi, kendilerinin bizim kontrolümüz dışında olduğu ve onları tekrar diriltmeye muktedir olmadığımız şeklinde düşünce hatalarına düşmezlerdi.

27. Yani, bu onların zannettiği gibi değildir.

28. Burada, Allah Teâlâ, kendi zatı üzerine yemin etmektedir. "Doğuların ve Batıların" tabiri, güneşin, senenin her günü başka bir açıdan ve yeryüzünde değişik kısımlarda doğup battığını ifade eder. Bu yüzden doğu batı tek değildir, birçok doğu ve batı vardır. Öte yandan kuzey ve güney gibi doğu ve batı da bir yön tarif eder. Bu yüzden Şuara Suresi 78. ayette ve Müzzemmil Suresi 19. ayette "Doğunun ve Batının Rabbi" denilmektedir Diğer bir yönden de bakıldığında yeryüzünde iki doğu ve iki batı vardır. Çünkü yeryüzünün bir yarı küresinde göneş doğarken, diğer bir yarı kürede güneş batar. Bu yüzden Rahman Suresi 17. ayette "iki doğunun ve iki batının Rabbi" denilmektedir. İzah için bkz. Rahman an: 17.

29. Allah Teâlâ onun yüzünden "Doğunun Rabbi ve batının Rabbi" diyerek kendi üzerine yemin etmektedir. Bunun anlamı, "çünkü biz doğuların ve batıların sahibiyiz bu yüzden bütün yeryüzü bizim kudret elimiz altındadır. Benden kurtulamazsınız. Biz ne zaman istesek sizi helak eder ve yerinize sizden daha iyilerini getiririz" demektir.

30. Metinde "" cümlesinde geçen nusb hakkında müfessirler ihtilaf etmişlerdir. Bazıları bunun put olduğunu söyler. Dünyadayken bu putlara nasıl koşarak gidiliyorsa, o gün de Allah'ın hesabına öyle koşarak getirileceklerdir. Diğer bazı müfessirler ise bunların, birbirlerini geçmeye çalışan yarışçılar için dikilmiş nişanlar olduğunu söylerler.

MEARİC SÜRESİ(Seyyid KUTUB)

1- Bir isteyen, inecek azabı istedi.

2- Kafirlerin başına; ki onu savacak yoktur.

3- Yükselme derecelerinin sahibi Allah'tandır.

4- Melekler ve ruh, miktarı elli bin yıl süren bir gün içinde O'na yükselir.

5- Şimdi sen güzelce sabret.

6- Onlar onu uzak görüyorlar.

7- Biz ise onu yakın görüyoruz.

8- O gün gök, erimiş bakır gibi olur.

9- Dağlar, atılmış renkli yün gibi olur.

10- Dost dostun halini sormaz.

11- birbirlerine gösterirler. Suçlu ister ki o günün azabından kurtulmak için fidye versin: oğullarını,

12- eşini ve kardeşini,

13- kendisini barındıran, içinde yetiştiği tüm ailesini.

14- Ve yeryüzünde bulunanların hepsini versin de tek kendisini kurtarsın.

15- Hayır! O alevden bir ateştir.

16- Deriler kavurur, soyar.

17- Kendine çağırır; sırtını dönüp gideni.

18- Mal toplayıp kasada yığanı.

Her halûklarda sure, azabın ne zaman gerçekleşeceğini soran ve bu konuda oldukça aceleci davranan bir kişiden söz ediyor. Yine bu azabın fiilen gerçekleştiğini anlatıyor. Çünkü bu azap bir açıdan yüce Allah'ın evrensel planında fiilen gerçekleşmiş gibidir. Bir diğer açıdan da gerçekleşmemiştir. Fakat gelişi yakındır. Yine sure, hiç kimsenin bu azabı savamayacağını, engelleyemeyeceğini vurguluyor. Azap gerçekleştiği ve geri savma imkanı da olmadığı halde azabın ne zaman gerçekleşeceğine ilişkin soru, üstelik bir an önce gerçekleşmesi için acele etmek, bu soruyu soran aceleci fert veya toplumun iyiden iyiye kuşku içinde kıvranmasının göstergesidir.

Azap bütün kafirleri kapsamaktadır... Bütün kafirleri kapsamına aldığı gibi bu soruyu soran acelecileri de kapsıyor. Bu azabı "Yükselme derecelerine" sahip Allah gerçekleştirecektir. Bu ifade yüksekliği, yüceliği anlatmaktadır. Nitekim bir diğer surede de şöyle denmektedir: "Dereceleri çok yüksek, arşın sahibi."

Azap konusu, gerçekleşmesi, azabı hakkedenler, azabın kaynağı, kaynağın yüceliği ve üstünlüğü ile ilgili kesin ve doyurucu ifadeler içeren ve azapla ilgili kararı yüce, geçerli, karşı konulmaz ve geri çevirilmez bir olgu olarak sunan bu girişten sonra, surenin akışı, içinde bu azabın gerçekleşeceği günün niteliklerini sıralamaya başlıyor. Bu gün çok yakınlarında olduğu halde acele ediyorlar ve ne zaman gelecek diye soruyorlar. Ne var ki, Allah'ın değerlendirmesi insanlarınkinden farklıdır. Onun koyduğu ölçüler insanların ölçülerine benzemez:

"Melekler ve ruh, miktarı elli bin yıl süren bir gün içinde O'na yükselir. Şimdi sen güzelce sabret. Onlar onu uzak görüyorlar. Biz ise onu yakın görüyoruz." Burada işaret edilen günün, kıyamet günü olması kuvvetle muhtemeldir. Çünkü surenin akışında bu anlam adeta belirginleştiriliyor. İşte bu günde melekler ve ruh Allah'ın katına yükseliyorlar. Büyük bir ihtimalle burada sözü edilen ruh, Hz. Cebrail'dir. Nitekim başka yerlerde de Hz. Cebrail bu isimlerle anılmıştır. Burada meleklerden ayrı olarak anılması özel statüsünden kaynaklanıyor. Öte yandan bu günde. Meleklerin ve ruhun Allah'ın katına çıkışından sözedilmiş olması da bu olayın o gün için son derece önemli ve özel olduğunu göstermektedir. Çünkü melekler ve ruh bu günün önemli meseleleri için Allah'ın katına çıkıyorlar. Ama bu önemli meselelerin mahiyetini bilmiyoruz -bilmek zorunda da değiliz-. Meleklerin nasıl ve nereye çıktıklarını da bilmiyoruz. Bunların hepsi gaybın kapsamına giren ayrıntılardır. Ayetin arka planında yatan hikmetin anlaşılması konusunda bir katkısı da olmaz. üstelik bu hikmeti kavrama imkanına ve bu konuda yolumuzu aydınlatacak bir kanıta da sahip değiliz. Dolayısıyla bu sahne aracılığı ile o günün önemini kavramamız yeterlidir. Bu büyük günün önemli olayları ile uğraşan meleklerin ve ruhun davranışlarından yola çıkarak o günün önemli ve büyük birgün olduğunu kavrayabiliriz. istenen de budur.

"Miktarı elli bin yıldır." deyimine gelince; bununla o günün uzunluğu vurgulanmış olabilir. Nitekim araplar bir zaman diliminin uzunluğunu vurgulamak için böyle ifadeler kullanırlar. Bununla o günün gerçek miktarı da anlatılmış olabilir. Aslında bir gün olduğu halde süresi dünyadaki zaman ölçü birimlerine göre elli bin yıl olabilir. Şu anda bu gerçeği kavramak daha kolaydır. Çünkü dünyadaki bir zaman ölçü birimi olarak gün, dünyanın yirmidört saatte bir kendi ekseni etrafında dönmesi sonucu oluşur. Oysa kendi eksenleri etrafında dönüşleri binlerce gün (dünya günü) olan yıldızlar mevcuttur. Burada sözkonusu edilen elli bin günle amaç budur, demek istemiyorum. Fakat iki ayrı gün arasındaki ölçüm farklılığını düşünmeyi kolaylaştırmak için bu gerçeği hatırlattık.

Allah katındaki bir tek gün elli bin seneye eşit olduğuna göre onların çok uzak gördükleri kıyamet gününün azabı Allah'a göre yakındır demektir. Bu yüzden yüce Allah, kafirlerin acele etmelerine ve çok yakın bir zamanda gerçekleşecek olan bu azaba yakalanmalarına karşı peygamberini güzelce sabretmeye çağırıyor:

"Şimdi sen güzelce sabret. Onlar onu uzak görüyorlar. Biz ise onu yakın görüyoruz."

Sabretmeye ilişkin çağrı ve direktif, her davet hareketi ile birlikte gündeme gelmiş, her peygamberin gönderilişi ile bu çağrı tekrarlanmış ve peygambere uyan her müminden sabretmesi istenmiştir. Çünkü yükün ağırlığı, yolun meşakkati karşısında sabır bir zorunluluktur. Uzak bir hedefe yönelmiş, engin ufuklara doğru yol alan ruhları hoşnut ve birbirine bağlı tutmak için sabır kaçınılmazdır. Güzel sabır, insana huzur veren sabırdır. Öfkenin, sıkıntının, vaadin doğruluğuna ilişkin herhangi bir kuşkunun insanın içinde yer etmediği sabırdır. Sonuçtan emin olarak, Allah'ın kaderinden hoşnut olarak imtihanın arka planında bir hikmetin yattığının bilinci ile, herşeyin ondan geldiğini hesap ederek ve Allah'a bağlı kalarak sabretmektir.

İşte dava adamına yakışan bu tür bir sabırdır. Çünkü bu dava Allah'ındır. Çağrı Allah'a yöneliktir. Dava adamının bir çıkarı sözkonusu değildir. Bu çağrının arka planında dava adamının şahsına ilişkin bir amaç yatmaz. Şu halde bu hedefe doğru yol alırken karşılaştığı herşey Allah yolundadır. Dava ile ilgili olan herşey Allah'ın emridir. Şu halde güzel sabır hem bu gerçekle, hem de vicdanın derinliklerinde yer alan bu gerçeğe ilişkin bilinç ile uyuşmaktadır.

Yalanlayanların karşısına dikildiği davanın sahibi Allah'tır. Kafirlerin bir an önce gerçekleşmesini istedikleri, bu arada yalanladıkları vaadin sahibi de O'dur. Kendi belirlediği bir hikmete ve evrensel plana göre olayları ve olayların vakitlerini planlayan O'dur. Fakat insanlar bu planı ve tasarıyı bilmezler, bu yüzden acele ederler. Uzun süre beklediler mi kuşkuya düşerler. Zaman zaman dava adamlarının içine de sıkıntı düşebilir. Allah'ın vaadinin bir an önce gerçekleşmesi arzu ve temennisi onlarında hatırına gelebilir. İşte böyle bir durumda her şeyden haberdar olan ulu Allah'tan bunun gibi güvenceler ve direktifler gelir. "Sen güzelce sabret."

Burada hitap Peygamber Efendimize yöneliktir. Amaç, karşılaştığı kıt anlayışlıktan, kaypaklıktan ve yalanlamadan dolayı kalbine güven aşılamaktır. Bunun yanısıra bir başka gerçek de vurgulanıyor: Buna göre yüce Allah'ın olaylara ilişkin planı insanlarınkinden farklıdır. Onun sınırsız ölçüleri insanların dar kapsamlı, küçük ölçülerine benzemez:

"Onlar onu uzak görüyorlar. Biz ise onu yakın görüyoruz: '

Ardından, gerçekleşmesi kaçınılmaz olan o korkunç azabın yer aldığı, onların uzak, ama Allah'ın yakın gördüğü kıyamet gününden bazı sahneler sunuluyor. Bu sahneler evrenin uçsuz bucaksız alanlarında, insan ruhunun dipsiz derinliklerinde gösteriliyor. Bunlar hem evrende, hem de insan ruhunda şaşırtıcı ve sarsıcı etki bırakan dehşeti gözler önüne seren sahnelerdir:

"O gün gök, erimiş bakır gibi olur. Dağlar atılmış renkli yün gibi olur."

Ayetin orijinalinde geçen "el-Muhl" kelimesi; madenlerin erimiş halidir, tıpkı yağın tortusu gibi. "el-ihn" ise, dağınık, kabarık yün demektir. Kur'an-ı Kerim, birçok yerde, kıyamet günü olağanüstü olayların meydana geleceğinden, evrensel cisimlerin yer, nitelik, dayanak ve bağlantılarının değişeceğinden sözeder. Kıyamet günü gerçekleşecek olaylardan biri de gökyüzünün erimiş madenlere benzeyecek olmasıdır. Doğa ve astronomi bilimleri ile uğraşanların bu ayetler üzerinde düşünmeleri gerekir. Çünkü onlarca genel kabul gören görüşe göre gök cisimleri gaz düzeyine gelene kadar eriyen madenlerden meydana gelmişler. -Bu, belli bir süreç içinde gerçekleşen erime ve akma aşamalarından sonraki bir aşamadır-. Belki de bu cisimler kıyamet günü söneceklerdir. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Yıldızlar kararıp döküldüğü zaman." (Tekvir suresi 2) Soğuyup ısınan madenler hâline geleceklerdir. Böylece şimdiki durumları, yani gaz hâlinde olmaları durumu ortadan kalkacak yeni bir şekil alacaklardır.

Her halükarda bu, doğa ve astronomi bilimleri ile uğraşanların yararlanabilecekleri bir ihtimaldir. Bize gelince; bu ayetin önünde duruyor, gökyüzünün erimiş maden tortusuna dönüştüğü, dağların etrafa saçılmış kabarık yünler gibi savrulup atıldığı, bu dehşet verici sahneyi düşünüyoruz. Bu sahnenin arka planında ruhları kıskıvrak yakalayan, şaşkına çeviren korkuyu düşünüyoruz. Kur'an-ı Kerim bu korkuyu şu derinlikli ifadeyle dile getiriyor:

"Dost dostun halini sormaz. Birbirlerine gösterirler. Suçlu ister ki o günün azabından kurtulmak için fidye versin: oğullarını, hayat arkadaşım ve kardeşini, kendisini barındıran, içinde yetiştiği tüm ailesini ve yeryüzünde bulunanların hepsini versin de tek kendisini kurtarsın."

insanların dertleri başlarından aşkın. Kendisinden başkasına aldıracak durumu olmaz. Zaten kafasında da Kendisinden başkasına yer yoktur. "Dost dostun halini sormaz." Çünkü dehşet saçan korku bütün bağları koparmıştır. Her kişiyi, kendi canının telaşına düşürmüştür. Başkasını düşünmesine imkan kalmamıştır. O dehşetli günde dostlar karşı karşıya getirilirler: "Birbirlerine gösterilirler." Sanki bilerek ve kasden birbirlerine gösterilirler. Ne yazık ki her birinin başından aşkın derdi vardır. Her birinin vicdanı kendi haliyle meşgul. Dostunun durumunu sormak veya yardımını istemek hiç kimsenin aklına gelmez. Çünkü sıkıntı hepsini kuşatmıştır. Dehşet tümünü çepeçevre sarmıştır.

Acaba "suçlu" ne durumdadır? Korkudan donakalmış, duygusuz hale gelmiştir. Dehşetten kendini kaybetmiştir. Şu anda azaptan kurtulmak için en çok sevdiği; uğruna hayatını feda etmeye hazır olduğu, onlar için mücadele ettiği, onlar için yaşadığı oğlunu, karısını, kardeşini, içinde yetiştiği kendisini barındıran yakın aşiretini fidye vermek ister. Daha doğrusu kurtuluş çırpınmaları, kendisinden başkasını düşünme duygusunu ortadan kaldırmıştır. Bu yüzden yeryüzünde bulunan her şeyi vermek ister, tek kendisi kurtulsun diye. Burada önü alınmaz bir hırsın, insanı şaşkına çeviren bir paniğin ve ipini koparmış serkeş bir arzunun tablosu çiziliyor. Derin anlamlar yüklü Kur'an ayetlerinin satır aralarında üzerine korku sinmiş, sıkıntı bulaşmış, dehşetle renklendirilmiş bir tablo canlandırılıyor.

Suçlu bu durumdayken, gerçekleşmesi mümkün olmayan bu dilekte bulunuyor. Ama içini karartan, tüm ümidini yok eden veya içinde geçen ve kendisine güç veren tüm yanıltıcı sözleri silip süpüren bir cevap işitiyor. Onunla birlikte herkes ortamın gerçek mahiyetini, olup bitenlerin özünü ortaya koyan bu açıklamayı işitiyor:

"Hayır! O alevlenen bir ateştir. Derileri kavurur soyar. Çağırır; sırtını dönüp gideni, mal toplayıp kasada yığanı!"

Ortamın sıkıntı ve dehşetinden şaşkına döndükten sonra insan ruhunun her aydınlık ümidiyle koştuğu bir sahnedir bu. Ama "Hayır!" Bu sahne onun gerçekleşmesi imkansız olan arzusunu söndürüyor. Oğullarını, eşini, kardeşini, aşiretini ve yeryüzünde bulunan herkesi fidye verip azaptan kurtulma ümidini kırıyor. "Hayır! O alevlenen bir ateştir." Alevlenen ve yakan bir ateştir. "Derileri kavurur soyar." Yüz ve kafa derilerini soyar. Bu, dehşeti ile insanı çıldırtan bir ateştir. Canlı bir kişiliği vardır. isteyerek ve kasden korku ve azap atmosferine katkıda bulunuyor: "Çağırır; sırtını dönüp gideni, mal toplayıp kasada yığanı." Daha önce doğru yola girmeye çağırdığı ve bu çağrıya sırtını dönüp gittiği gibi çağırır onu. Fakat bugün cehennem onu çağırdığı zaman arkasını dönüp gidemez. Dünyadayken mal toplayıp kasalarda saklamakla meşgul olduğu için Allah'ın dinine uymaya ilişkin çağrıya kulak vermemişti. Fakat bu gün cehennemin çağrısını kulak ardı edemez. Yeryüzündeki her şeyi verip te ondan kurtulma olanağına da sahip değildir.

Bu surede, önceki "Hakka" ve "Kalem" surelerinde küfür, Allah'ın ayetlerini yalanlama ve Allah'ın emrine karşı gelmenin yanısıra ısrarla iyiliğe engel olmaktan, yoksulu doyurmaya teşvik etmemekten, mal yığıp kasalarda toplamaktan sözedilmesi, islam davasının Mekke ortamında küfür, yalanlama ve sapıklığın yanısıra cimrilik, mal hırsı ve açgözlülük unsurlarını da barındıran özel durumlarla karşılaştığını ortaya koymaktadır. O kadar ki bu duruma sık sık işaret edilmesi, akıbetinin korkunçluğunun vurgulanması. Allah'a ortak koşmaktan ve küfürden sonra azabı hakkeden bir suç olduğunun belirtilmesini gerektirmiştir.

Bu anlamı pekiştiren, islam davasının karşısına dikildiği Mekke toplumunun karakteristik özelliklerini yansıtan başka işaretler de vardır surede. Mekke toplumu ticaret ve faiz yoluyla mal toplama peşindeydi. Bu işleri de kureyş kabilesinin ileri gelenleri tekellerine almıştı. Ticaret amaçlı yaz ve kış yolculuklarına çıkan kervanlar onlara aitti. Servete yönelik azgın istek ve cimrilik fakirleri yoksun, duruma düşürmüştü. Yetimler her şeylerini kaybetmişlerdi. Bu yüzden meselenin üzerinde ısrarla duruluyor, bu tutum içinde olanlar sakındırılıyorlardı. Kur'an-ı Kerim Mekke'nin fethinden önce ve sonra ruhların derinliklerindeki ihtiras ve doyumsuzluğa karşı savaştığı gibi kesintisiz olarak mal hırsına ve açgözlülüğe karşı da savaşmıştır. Faizden uzak durmaya, haksız yere insanların mallarını yememeye, yetimlerin mallarını onların büyümelerini beklemeden har vurup harman savurmamaya, yetim kızlara zorbalık etmemeye, mallarına konmak için onları isteksizce evlenmeye zorlamamaya ilişkin uyarıları inceleyenler bunu açıkça görebilirler. Yine, ihtiyacından dolayı isteyeni reddetmemeye, yetimi itip kakmamaya, yoksulların haklarına el koymamaya ilişkin uyarılar da bu yönde başlatılan savaşın belirtileridirler. Bu savaşta bunun gibi toplumun karakteristik özelliklerine işaret eden daha bir çok sert karakterli saldırılar ardarda sıralanmıştır. Bunlar aynı zamanda her toplum için geçerli olan psikolojik tedavi amaçlı direktiflerdir. Mal sevgisi, servet hırsı, cimrilik ve süslenme arzusu insan ruhuna dizgin vuran bir afettir. Bu afetin dizgininden, kementinden, boyunduruğundan kurtulmak gerekir. Bunun içinde kesintisiz bir savaşa, uzun bir tedaviye ihtiyaç vardır.

Bununla surenin akışı o günkü sahnelerin ve o günkü azab tablosunun tasvirini tamamlamış oluyor. Şimdi de, insan ruhunun mümin veya imansız olması durumunda kötülük ve iyilik karşısındaki tutumuna ilişkin bir gerçeği dikkatimize sunuyor. Bu arada müminlerin akıbetini de vurguluyor. Nitekim bundan önce suçluların uğrayacakları akıbeti vurgulamıştı.



19- Doğrusu insan hırslı ve huysuz yaratılmıştır.

20- Kendisine kötülük dokundu mu sızlanır.

21- Kendisine hayır dokundu mu yoksullara yardım etmez..

22- Ancak namaz kılanlar bunun dışındadır.

23- Onlar ki: Namazlarını sürekli kılarlar aksatmazlar.

24- Mallarında belli bir hisse vardır.

25- Saile ve mahruma .

26- Ceza gününü tasdik ederler.

27- Rabblerinin azabından korkarlar.

28- Çünkü Rabblerinin azabına güven olmaz.

29- Irzlarını korurlar.

30- Yalnız eşlerine ya da ellerinin altında bulunan cariyelere karşı korumazlar. Bundan ötürü de onlar kınanmazlar.

31- Ama kim bundan ötesini ararsa, onlar sınırı aşanlardır.

32- Emanetlerini ve ahidlerini gözetirler.

33-Şahidliklerini yaparlar.

34- Namazlarım korurlar.

35- İşte onlar cennetlerde ağırlanırlar.

Kalbi imandan yoksun bulunan bir insanın tablosu, Kur'an-ı Kerim'in çizdiği şekliyle, gerçekliği, özenle çizilmiş olması ve bu yaratığın sahip bulunduğu temel karakteristik çizgileri anlatan ifadeleriyle son derece ilginç bir tablodur. insan bu tabloda sergilenen temel olumsuz karakterlerinden ancak iman sayesinde kurtulabilir. iman insanı öyle bir kaynağa bağlar ki, kötülük karşısında sızlanmayacak, iyilik bulunca da cimrilik yapmayacak şekilde ona bir anlayış aşılar.

"Doğrusu insan hırslı yaratılmıştır. Kendine kötülük dokundu mu sızlanır. Kendisine hayır dokundu mu vermez."

Sanki her kelime harikalar yaratan sanat fırçasının bir darbesiymiş gibi her defasında şu insan denen yaratığın temel bir özelliğini çiziyor. Birkaç kelimeden meydana gelen bu üç kısa ayetin sonunda tablo dile geliyor, canlanıveriyor. içinden karakteristik özellikleri ile, temel çizgileri ile bir insan beliriveriyor. Hırslıdır... Kötülük dokundu mu sızlanır. Acısı karşısında ahlar, vahlar. Kötülüğe uğradım diye dövünüp durur. Bu durumun sürekli olduğunu, bir gün düze çıkmayacağını sanır. içinde bulunduğu anın ebedi olduğunu, bu durumu değişmez kaderi zanneder. Bu an ve bu anda başına gelen kötülüğün girdabında içinde uyanan kuruntularla ruhunu hapseder. Bir çıkış yolunun olabileceğini tasavvur edemez. Yüce Allah'ın bu durumu değiştirebileceğini beklemez. Bu yüzden ahlayarak, vahlayarak yer bitirir kendini. Hırs içini kemirir. Çünkü gücünden destek alacağı sağlam bir yere yaslanmamıştır. Umut bağlayacağı, yardımını umacağı bir merciye yönelmemiştir... Bir iyilik görmesi takdir edilince de dört elle sarılır, kimseye bir şey vermez olur. Bu iyiliğin kendi emeğinin ürünü, kendi kazancı olduğunu sanır. Bu yüzden başkasına vermeye kıyamaz sırf kendisi için biriktirir. Gitgide sahip bulunduğu malın esiri olur. Servet hırsının kulu kölesi olur. Çünkü rızkın gerçek mahiyetini ve rızk üzerindeki kendi rolünün, etkinliğinin farkında değildir. Rabbinin katında ondan çok daha hayırlı ve kalıcı olan nimetlerden haberi yoktur. Çünkü Rabbinden kopuk durumdadır. Kalbi Rabbine ilişkin duygulardan yoksundur. Bu insan her iki durumda da hırslıdır. Zarar dokunmasın, iyilik sürekli olsun diye hep kendini yer bitirir. İşte bu imandan yoksun bir kalbe sahip insanın iç karartıcı tablosudur.

Böylece Allah'a inanma meselesinin insan hayatındaki önemi ortaya çıkmış oluyor. Kuşkusuz dille söylenen bir sözü veya yerine getirilen sembolik kulluk davranışlarını kastetmiyoruz. iman bir ruh hali, bir hayat sistemi, değerlere, olaylara ve durumlara ilişkin eksiksiz bir düşünce sistemidir. insan kalbi bu dayanaktan yoksun olunca sarsılır, sağa sola yalpa vurur. Rüzgarların önünde bir tüy gibi savrulur durur. ister kendisini bir kötülük dokunsun da sızlansın, ister bir iyilik dokunsun da dört elle sarılsın o, her zaman derin bir endişe, ölümcül bir sıkıntı içinde yaşar. Ama kalp iman tarafından onarıldığı zaman sürekli bir güven ve esenlik içinde olur. Çünkü olayların kaynağına, durumları yönlendiren merciye bağlanmıştır. Bu yüce mercinin takdirine güvenir. Rahmetinin bilincindedir. Sınamasını değerlendirir. Sürekli kendisine bir çıkar yolu göstereceğini umar. Kendisini zorluktan kolaylığa çıkaracağını bekler. O'na, iyilik yaparak yönelir. O'nun kendisine verdiği rızktan infak ettiğini ve onun uğrunda yaptığı hayır amaçlı harcamaların karşılığını vereceğini dünya ve ahirette yerini daha iyisiyle dolduracağını bilir. Çünkü iman, ahiretteki ödülden önce dünyadayken elde edilen bir kazançtır. Dünya yolculuğu boyunca rahat, güven, dayanıklılık ve istikrar bahşeder insana.

İnsanın genel karakterleri arasında yer alan hırstan istisna edilen müminin sıfatlarını surenin akışı burada ayrıntılı olarak ve birer birer sıralıyor:

"Ancak namaz kılanlar bunun dışındadır. Onlar ki; Namazlarına devam ederler."

Namaz, islamın şartı ve imanın 'belirtisi olmasının yanısıra, Allah'la iletişim kurmanın, bu sonsuz kaynaktan güç almanın aracıdır. Rabblık ve kulluk makamlarının açık ve belirgin olarak birbirlerinden kesin çizgilerle àyrıldığı katışıksız kulluğun görüntüsüdür. "Onlar ki, namazlarına devam ederler." ayeti ile özellikle vurgulanan süreklilik niteliği, istikrar ve devamlılık ifade etmektedir. Şu halde onların kıldığı namaz, terk etmek, ihmal etmek veya tembellik göstermekle kesintiye uğramaz. Namaz, Allah'la kurulan kesintisiz bir iletişimdir, sürekli bir bağdır. Peygamber Efendimiz bir ibadete başladığı zaman artık devamlı o ibadeti yapardı. Şöyle diyordu Peygamberimiz: "Allah katında amellerin en sevimlisi az da olsa sürekli olanıdır." (Altı sahih hadis kitabında yer alan bu hadis Hz. Aişe`den rivayet edilmiştir.) Kuşkusuz vurgulanmak istenen kararlılık, istikrar ve Allah'la iletişim halini kesintisiz sürdürmedir. Bu iletişimin saygınlığına da bu yaraşır zaten. Çünkü bu iletişim, istendiğinde kurulan, istendiğinde koparılan bir oyuncak değildir.

"Mallarında belli bir hisse vardır. İsteyene ve yoksula."

Burada kastedilen hak, özellikle zekat ve öteki miktarı belirlenmiş sadakalardır. Bu, müminlerin mallarındaki bir haktır. Veya bundan daha kapsamlı ve daha büyük bir anlam kastedilmiştir. Buna göre onlar, mallarında belli bir pay ayırırlar ve bunun isteyenler ve yoksullar için bir hak olduğunu bilirler. Bunun altında cimrilikten kurtulma, ihtirasları yenme yatar. Ayrıca bu davranış, karşılıklı dayanışma ve yardımlaşma içindeki bu ümmette varlıklının yoksula karşı görevleri olduğuna ilişkin bilincin de somut ifadesidir. Ayette "seul" olarak isimlendirilen, isteyen kimsedir "mahrum" ise, istemeyen, ihtiyacını dile getirmeyen dolayı siyle yoksun kalan kimsedir. Belki de "mahrum" olarak nitelendirilen kimse, başına bir musibet gelip te bu yüzden yoksul kalan ve isteyemeyen kimsedir. Mallarda ihtiyaç sahiplerinin ve yoksulların hakkının olduğuna ilişkin düşünce, bir yandan Allah'ın lütfuna yönelik duyguyu, öte yandan insanlık bağlarının önemini yansıtır. Bunun yanısıra hırs ve cimriliğin boyunduruğundan kurtuluş ta bu sayede mümkündür. Bu duygu aynı zamanda bütün ümmetin dayanışması ve yardımlaşması için bir sosyal güvencedir. Çünkü bu, hem vicdan aleminde hem de realite dünyasında değişik fonksiyonlar icra eden bir yükümlülüktür, bir farzdır. Mümin ruhun karakteristik özelliklerinden biri olarak bu tabloda çizilmesinin yanısıra bu duygu, surede amaçlanan cimrilik ve mal hırsına yönelik tedavinin bir halkasını da oluşturur.

"Ceza gününü tasdik ederler."

Bu sıfatın surenin asıl konusu ile doğrudan bir ilişkisi vardır. Ama aynı zamanda mümin ruhun karakteristik özelliklerine ilişkin temel bir çizgi de çiziyor. Çünkü hesaplaşma ve karşılık görme gününe inanmak, bununla ilgili uyarıları doğrulamak imanın bir yanını oluşturur. Bu anlayışın, duygu ve davranış açısından hayat sistemi üzerinde derin etkisi vardır. Çünkü, ahirette hesaplaşmanın olacağına ilişkin uyarıyı doğrulayan birinin elindeki hayatı, değerleri, amelleri ve olayları ölçen terazi bunu yalanlayan veya bu konuda kuşkusu bulunan birinin elindeki hayatı, değerleri, amelleri ve olayları ölçen teraziden farklıdır. Ceza gününü (ahiret günü hesaplaşma) doğrulayan kişi, yeryüzünün değil gökyüzünün terazisini, dünya hesaplaşmasını değil ahiret hesaplaşmasını gözeterek hareket eder. iyi-kötü her olayı teslimiyet duygusu içinde karşılar; bu olayların sonuçlarının öteki dünyada alınacağını bilir. Bu yüzden olayları değerlendirirken beklenen sonuçlarını da hesaba katarak değerlendirme yapar.

Ahiretteki hesaplaşmayı (din gününü) yalanlayan kimse ise, olayları kısa ve sınırlı dünya hayatındaki görünümleri ile hesaplar. Yeryüzünün ve insan ömrünün daracık sınırları içinde hareket eder. Bu yüzden hesabı değişir, ölçülerinin sonuçları farklı olur. Zaman ve mekanın dar kalıpları içine hap solmasının yanısıra yanlış sonuçlar elde eder. Sürekli düşüncesini, hesabını ve değerlendirmesini sınırlandırdığı bu dünya hayatında olup bitenler tatmin etmez kendisini, hiçbir zaman rahat yüzü göremez, çünkü elde edilen sonuçlar adil ve makul değildir. Hiç kuşkusuz bunun nedeni olayları hesaplarken daha büyük ve daha uzun olan öteki yönünü hesaba katmamasıdır. Bu yüzden ahireti hesaba katmayan insan, olup bitenlerden dolayı mutsuz olur, veya çevresini mutsuz kılar. Karşılığını bu dünyada net olarak göremediği için üstün ve onurlu bir hayat yaşaması imkansızlaşır. Bu yüzden ahiret gününü doğrulamak islam hayat sisteminin dayanağı olan imanın bir bölümünü oluşturur.

"Rabblerinin azabından korkarlar. Çünkü rabblerinin azabına güven olmaz."

Bu da, din gününü sadece doğrulamanın ötesinde bir derecedir. Keskin bir duyarlılık, uyanık bir gözetim ve çok ibadete rağmen Allah'a karşı görevi tam yapamamanın bilinci gibi unsurların etkin olduğu bir derecedir bu. Bu derecede sürekli kalbin bir an için kayabileceği, dolayısiyle azabı hakkedeceği endişesi ve Allah'ın koruması ve gözetimi umudu taşınır.

Allah katında seçkin bir yere sahip bulunan, Allah'ın kendisini seçip gözettiğini bilen Peygamber Efendimiz sürekli Allah'ın azabından sakınır, hep azaba çarpılma endişesini taşırdı. Allah'ın lütfu ve merhameti olmadıkça amellerinin kendisini koruyamayacağını, cennete girmesine neden olamayacağını kesin olarak biliyordu. Arkadaşlarına şöyle diyordu: "Hiç kimseyi ameli cennete girdirmez." Seni de mi ey Allah'ın elçisi? diye sorulduğunda: "Evet beni de. Ancak Rabbinin rahmeti ile beni kuşatması sayesinde cennete girebilirim."(Buhari, Müslim ve Nesai)

Yüce Allah'ın: "Çünkü Rabblerinin azabına güven olmaz." şeklîndeki sözü, bir an bile devre dışı kalmayan sürekli bir duyarlılığa yönelik bir mesajdır. Çünkü azabı gerektirici davranışlar bu gaflet anında sergilenebilir, dolayısiyle azap hakkedilebilir. Yüce Allah insanlardan sadece bu duyarlılığı ve uyanıklığı istiyor. Buna rağmen insan olmalarından kaynaklanan zaaflarına yenik düşecek olurlarsa, O'nun rahmeti geniş ve bağışlaması hazırdır. Tevbe kapısı açıktır ve üzerinde hiçbir kilit yoktur. İşte islama göre gaflet ile endişe arasındaki denge budur. İslam ne gafleti ne de endişeyi onaylar. Allah'a bağlanmış olan bir kalp hem sakınır hem umar. Hem korkar hem ümit besler. Ve o her halûklârda Allah'ın rahmetine güvenir.

"Irzlarını korurlar. Yalnız eşlerine ve ellerinin altında bulunan cariyelerine karşı korumazlar. Bundan ötürü de onlar kınanmazlar. Ama kim bundan ötesini ararsa, onlar sınırı aşanlardır."

Bu ayetler, ruh ve toplum temizliğini ifade etmektedirler. Çünkü islam tertemiz bir toplum kurmayı arzular. Bu toplumun aynı zamanda acık ve sade olmasını da ister. Bu toplumda bütün yükümlülükler coşkuyla yerine getirilir, insanın öz yaratılışından kaynaklanan bütün ihtiyaçlar karşılanır. Fakat kesinlikle güzel hayatı yiyip bitiren başıboşluğa, tertemiz açıklığı öldüren çarpıklığa izin vermez. islamın arzuladığı toplum, sağlam, güçlü ve yasal aile esasına dayanır. Bu toplumun çekirdeğini işaretleri belirlenmiş, gözler önünde ve herkesçe tanınan ev oluşturur. Bu toplumda her çocuk babasının kim olduğunu bilir ve doğum şeklinden dolayı kendinden utanç duymaz. Yüzlerde ve ruhlarda utanma duygusu yok olduğu için değil elbette. Fakat cinsel ilişkiler temiz, açık, uzun süreli ve belli bir amaç esasına dayandığı için. insani ve toplumsal bir görevi yerine getirmeye yönelik olduğu için. Sırf hayvansal içgüdüleri, cinsel arzuları tatmin amacına yönelik olmadığı için.

İşte bu yüzden Kur'an-ı Kerim, burada müminlerin bu niteliğinden sözediyor: "Irzlarını korurlar. Yalnız eşlerine ya da ellerinin altında bulunan cariyelerine karşı korumazlar. Bundan ötürü de onlar kınanmazlar. Ama kim bundan ötesini ararsa, onlar sınırı aşanlardır."

Böylece islam eşlerle ve el altında bulunan cariyelerle kurulan temiz ilişkiyi onaylıyor. -Cariyeler, yasal bir nedenden dolayı sahip bulunulan kadınlardır-. islamın kabul ettiği tek yasal gerekçe de Allah yolunda yapılan savaşta esir almaktır. Çünkü islamın onayladığı tek savaş Allah yolunda olanıdır. Savaş esirleriyle ilgili asıl hüküm, Muhammed suresindeki şu ayette vurgulanmıştır: "Savaşta kafirlerle karşılaştığınız zaman onların boyunlarını vurun. Sonunda onlara üstün geldiğinizde onları esir Alin. Savaş sona erince, onları ya karşılıksız, ya da fidye ile salıveriniz." (Muhammed suresi 4) Fakat bazan günün koşullarından dolayı esirler ne karşılıksız ne de fidye karşılığı serbest bırakılmayabilirler. Çünkü karşı taraf -başka bir isim altında da olsa- herhangi bir şekilde Müslüman esirleri köleleştirirse Müslümanların ellerindeki esirler de köleleştirilirler. Bu durumda islam, sadece sahiplerinin cariyelerle ilişki kurmalarına izin verir. Onların özgürlüklerini ise, islamın bu kaynağın kuruması için öngördüğü birçok yola havale eder. islam bu konuda açık ve temiz ilkelerini belirleyerek, bu kadın esirlerin iğrenç bir cinsel kargaşaya neden olmalarını önler. Nitekim eski-yeni savaşlarda esir düşen kadınlar hep bu iğrenç bataklığa düşmüşlerdir. Bu yüzden islam aldatmaca yönüne gitmiyor, meseleyi olduğundan başka türlü göstermiyor. Savaş esiri kadınlar düpedüz cariye oldukları halde bunlar özgürdürler diye göz boyamaya kalkışmıyor.

"Ama kim bundan ötesini ararsa, onlar sınırı aşanlardır."

Bununla islam, bu açık ve dolambaçsız şekilden başka her türlü cinsel pisliğin yüzüne kapıyı kapıyor. Aslında islam bu doğal görevin kendisinde bir pislik görmüyor. pislik bunu çarpıtmakta, iğrenç bir ilişkiye döndürmektedir. islam ise, temizdir, açıktır, tutarlıdır

"Emanetlerini ve ahitlerini gözetirler."

islamın toplumsal düzenini dayandırdığı ahlaki ilkelerden biri de budur. İslamda emanet ve ahitleri gözetme olgusu, yüce Allah'ın göklere, yeryüzüne ve dağlara sunduğu, ama onların taşımaktan kaçındığı buna karşın insanın omuzladığı en büyük emaneti gözetmekle başlar. Bu en büyük emanet, inanç sistemidir, zorla değil isteyerek inanç sistemine uyma yükümlülüğüdür. Emanet ve sözleşmeleri gözetmek, henüz babalarının sülbünde yer alıyorlarken insanın öz yaratılışı ile yüce Allah'ın tek ve ortaksın Rabb olduğuna ilişkin imzalanan ilk sözleşme ile başlar. İnsanlar yaratılışları ile bu sözleşmenin tanıklarıdırlar. İşte yeryüzündeki diğer ilişkilerde emanet ve sözleşmelere bağlı kalma ilkesi bu ilk emanet ve sözleşmeden kaynaklanır. islam emanet ve sözleşme konusunu sıkı tutmuş, ısrarla üzerinde durmuştur. Amaç, toplumsal düzeni, ahlak, karşılıklı güvén ve huzur gibi sağlam esaslara dayandırmaktır. Bu yüzden islam, emanet ve sözleşmeleri gözetmeyi mümin ruhun temel bir özelliği olarak öngörmüştür. Nitékim emanete ihaneti, sözleşmelere bağlı kalmamayı da münafık ve kafir ruhların bir özelliği olarak vurgulamıştır. Bu Kur'an ve sünnette defalarca belirtilmiştir. islam geleneğinde önemli bir yer işgal eden bu ahlak kuralı hakkında hiçbir kuşkuya yer bırakmamıştır.

"Şahitliklerini yaparlar."

Yüce Allah birçok hakkın yerini bulmasını şahitlik görevinin yerine getirilmesine bağlamıştır. Daha doğrusu şahitliğin eksiksiz yerine getirilmesi ile çiğnenmesi önlenen Allah'ın belirlediği sınırları ahitliğe bağlı kılmıştır. Yüce Allah'ın şahitliğin üzerinde ısrarla durması, başlangıçta şahitlik yapmaktan kaçınmayı yasaklaması, yargılanma esnasında şahitliği gizlemekten sakındırması, bir tarafa eğilim göstermeden ve gerçeği saptırmadan doğrunun yerini bulması için şahitlik yapmayı emretmesi bir gerekliliktir. Yüce Allah şahitliği kendisine yönelik itaate bağlamak için onu kendine özgü kılmış ve şöyle buyurmuştur: "Şahitliği Allah için yerine getirin." (Talak suresi 2) Burada da şahitliği mümin ruhun karakteristik bir özelliği olarak sunmuştur. O da gözetilmesi gereken bir emanettir. Yüce Allah önemini vurgulamak, büyük bir mesele olduğunu belirtmek için burada ondan ayrıca söz etmiştir.

Mümin ruhun karakteristik özellikleri namazla başladığı gibi yine namazla bitiyor:

"Namazlarını korurlar."

Bu, başlangıçta vurgulanan namaza devam etmekten ayrı bir sıfattır. Bu sıfat, namazları vaktinde, farzını, sünnetini gözeterek, şekil ve ruhuna bağlı kalarak kılmakla gerçekleşir. İhmal ederek veya tembellik göstererek namazlarını kaçırmazlar. Normal şeklini gözetmeden kılmak suretiyle de namazlarını kaçırmazlar. Hem başta hem de sonda namazdan sözedilmesi namazın önemine ve namaza gösterilen özene bir işaret niteliğindedir. Bununla müminlerin karakteristik özellikleri son buluyor.

Ayetlerin akışının geldiği bu noktada, insanlar arasında yer alan bu grubun akıbeti açıklanıyor. Nitekim bundan önce de öteki grubun akıbeti açıklanmıştı: "İşte onlar cennetlerde ağırlanırlar."

Bu kısacık ayet-i kerime somut ve soyut nimet türlerini bir arada anıyor. Buna göre onlar cennetlere girerler. Bu cennetlerde saygıyla ağırlanırlar. Nimetin ve saygıyla ağırlanmanın zevkini birlikte tadarlar. Hiç kuşkusuz bu, müminleri ayrıcalıklı kılan saygın ahlakın ödülüdür.

Ardından surenin akışı, Mekke'deki islama davet hareketinin sahnelerinden birini sunuyor. Burada müşrikler hızlı adımlarla Hz. Peygamberin Kur'an okuduğu yere doğru yürüyorlar. Sonra etrafında gruplar oluşturuyorlar. Ayet-i kerime, onların bu koşuşmalarında ve toplanmalarında dinledikleri ile doğru yolu bulma isteği olmadığı için onları kınayıcı bir ifade tarzına sahiptir:



36- O nankörlere ne oluyor ki sana doğru koşuyorlar

37- Sağdan, soldan, ayrı ayrı gruplar halinde gelip etrafını sarıyorlar.

Ayetin orjinalinde geçen "Muht'i" kelimesi, boynundan bir iple çekiliyormuşçasına hızlı adımlarla yürüyen demektir. "iziyn" kelimesi "izeh"in çoğuludur. kalıp olarak "fiah" kelimesine benziyor ve "grup" anlamına geliyor. Ayet-i kerime üstü kapalı olarak onların kuşkulu hareketlerini alaya alıyor. Bu davranışlarını ve bu davranışları sergiledikleri ortamı tasvir ediyor ve tutumlarının Hayret vericiliğini dile getiriyor. Böylesine ilginç bir tutumu sergilemelerinin nedenini soruyor. Çünkü onlar sözlerini dinlemek ve bu sözler aracılığı ile doğru yolu bulmak için Peygamber Efendimize doğru hızlı adımlarla gitmiyorlar. Tersine, gidip dehşetle onu dinliyor, sonra kafa kafaya verip dinledikleri sözlerin etkisinden nasıl kurtulacaklarını, bunlara nasıl cevap vereceklerini konuşuyorlar. Peki ne oluyor onlara?

38- Onlardan her biri, nimet cennetine sokulacağını mı umuyor yoksa?

39- Hayır! Öyle şey yok. Aldatıcı akıbetten kurtulamazlar onlar. Biz onları bildikleri şeyden yarattık.

Onlar bu halleriyle nimet cennetlerine değil, suçların barınağı olan kavurucu cehennem ateşine girerler.

Yoksa onlar, inkar ettikleri, peygamberi yalanladıkları, Kur'an'ı dinleyip te tuzaklar kurmak için kafa kafaya verdikleri halde Allah katında büyük bir saygınlıklarının mı olduğunu ve Allah'ın terazisinde ağır bastıkları için bütün bunlardan sonra halâ cennete gireceklerini mi sanıyorlar?

Onlar neden yaratıldıklarını biliyorlar. Bildikleri o basit sudan yaratılmışlar. Kur'an-ı Kerimin olağanüstü ifadesi, kırıcı tek bir sözcük kullanmadan, yaralayıcı tek bir ifadeye yer vermeden üstü kapalı ve derin uyarıyla ruhlarına dokunduğu gibi, bir anlamda gururlarını da törpülüyor, kibirlerini de kırıyor. Öte yandan bu çarpıcı işaret, onların asıllarının basitliğini, önemsizliğini ve değersizliğini de kusursuz bir biçimde tasvir ediyor. Kafir olmalarına ve kötü davranışlar sergilemelerine rağmen hala nasıl nimet cennetine gireceklerini umabiliyorlar? Üstelik onlar neden yaratıldıklarını da biliyorlar. Delil oluşturacak hiç bir değerleri yoktur Allah katında. Kavurucu ateş ilave nimet cenneti ile ilgili adil cezasını etkileyecek, yasasını bozmasına neden olacak kadar önemli değildirler.

Basitliklerini, küçük ve önemsiz oluşlarını iyice vurgulamak, gururlarını kırmak için, ayet-i kerime yüce Allah'ın onlardan daha iyi kimseleri yaratabileceğini ve onların Allah a karşı gelemeyeceklerini, dolayı siyle hakkettikleri bu acıklı azabı gideremeyeceklerini dile getiriyor:



40- Yoo, doğuların ve batıların Rabbine yemin ederim ki bizim gücümüz yeter.

41- Onları, kendilerinden daha hayırlı olanlarla değiştirmeğe. Bizim önümüze geçilmez.

Aslında mesele yemini gerektirmeyecek kadar açıktır. Fakat doğulara ve batılara yönelik işaret yaratıcının yüceliğini göstermektedir. Doğular ve batılar deyimi ile uçsuz bucaksız evrendeki sayısız yıldızların doğuş ve batış yerleri kastedilmiş olabilir. Yeryüzünün değişik bölgesinde birbirini izleyen doğular ve batılar da kastedilmiş olabilir. Bu iki olay her an birbirini izleyerek gerçekleşmektedir yeryüzünde. Çünkü dünyanın güneşin önünde kendi ekseni etrafında dönüşümün her saniyesinde doğuş ve batış olayı yaşanmaktadır.

Burada doğular ve batılar deyimi ile ne kastedilmiş olursa olsun, bu ifade de kalbe yönelik varlıklar aleminin yüceliğini ve varlıklar aleminin yaratıcısının yüceliğini gösteren bir işaret vardır. Yüce Allah'ın onlardan daha hayırlı olanları yaratmaya gücünün yettiğini vurgulamak için neden yaratıldıklarını bilen bu insanlara doğuların ve batıların Rabbine yemin içmeye gerek var mıdır? Onların yüce Allah'ın buyruğunu önleyemeyeceklerini, onun gözünden kaçamayacaklarını, kaçınılmaz akıbetlerinden kurtulamayacaklarını anlatmak için böylesine büyük bir yemine bile gerek yoktur.

Bir sahne şeklinde gözler önüne serilen kıyamet gününün azabının korkunçluğu, müminlere yönelik nimetlerin saygınlığı ve kafirlerin o günkü hakirlikten tasvir edilmesinin ardından gelinen bu noktada surenin akışı hitabı Peygamber Efendimize yöneltiyor. Kafirleri o gün ile ve o günkü azap ile başbaşa bırakmasını istiyor. Bu arada onların o günkü durumlarını bir sahne ile canlandırıyor. iç karartıcı, aşağılayıcı bir manzaradır bu:

42- Bırak onları kendilerine va'dedilen günlerine kavuşuncaya kadar dalsın oynasınlar.

43- O gün kabirlerden hızlı hızlı çıkarlar. Onlar dikilen putlara yahut hedeflere doğru koşar gibi koşarlar.

44- Gözleri düşük, yüzlerini alçaklık bürümüş bir durumda. İşte onlara vaadedilen gün, bugündür.

Bu hitapta korku ve heyecan uyandırıcı bir tonla onların basitlikleri anlatılmakta, bir yandan da tehdit edilmektedirler. O günkü manzaraları, görünümleri ve hareketleri de insanda korku ve telaşa neden oluyor. Aynı şekilde kendi şahısları ile övünmelerini, mevkileri ile gururlanmalarını alaya alan bir ifadedir bu.

Şu kabirlerinden çıkanlar, dikilen putlara ibadet etmeye gidiyormuş gibi hızlı adımlarla yürüyorlar. Bu ifadede dünyadaki durumlarını çağrıştıran bir alay göze çarpmaktadır. Çünkü bayramlarda, törenlerde dikilmiş heykellere koşuyor çevrelerinde halka tutup saygı duruşunda bulunuyorlardı. İşte bu günde koşuşup duruyorlar. Fakat bu günle o gün arasında çok fark vardır.

Sonra o günkü özellikleri şu ifadeyle tamamlanıyor:

"Gözleri düşük, yüzlerini alçaklık bürümüştür."

Biz bu cümlelerin satır aralarından tüm özelliklerini eksiksiz görüyoruz. Onların endişeli yüzleri açık bir tabloda bize gösteriliyor. Aşağılayıcı, küçük düşürücü bir manzaradır bu. Daha önce dünya zevkine dalıp eğleniyorlardı, ama bugün yüzlerini zillet bürümüş alçalmışlardır.

"İşte, onlara vaadedilen gün bugündür."

Bu günden kuşku duyuyorlardı, yalanlıyorlardı, sırf laf olsun diye bir an önce gerçekleşmesini istiyorlardı.

Bununla surenin başlangıcı ve sonu buluşuyor. Ölümden sonra diriliş ve ceza meselesine ilişkin uzun süreli tedavinin halkalarından biri tamamlanıyor. Cahiliyenin hayat düşüncesi ile islamın hayat düşüncesi arasındaki kesintisiz savaşın bu yönü burada noktalanıyor.

MEARİC SÜRESİ(Muhammed GAZALİ)

Bu sûrenin baş taraflarında Hak Teâlâ, kendisini Zü'1-Meâric (yükselme dere­cesinin sahibi) olarak nitelemiştir. Bu niteleme başka bir sûredeki şu âyete benzer: "(O), Refîu'd-Derecâî (dereceleri yükselten); Arsın sahibidir." (Gâ-fir: 15) Yerden arşa yahut Dünya'dan Sidretü'l-Müntehâ'ya kadar olan ilâhî mele-kûtu, insan ellibin yılda ancak katedebilir. Rûhu'1-Emîn ve meleklerin geneli ise bu mesafeyi kısa bir zamanda kateder. Belkıs'm tahtının, Yemen'den Şam'a göz yumup açıncaya değin nasıl taşındığını gördük. Burada verilmek istenen, azabın dereceler sa­hibi Allah'tan olduğu ve bunun da zor olmadığıdır. Allah'ın helak edişi, sivrisineğin helak edişinden daha zor değildir. Fakat bu iddia sahibi, yakın ya da uzak azabı ka­bul etmez. Bu, ahmak veya kâfir oluşundan kaynaklanmaktadır. Oysa bu azâb kesin olacaktır:

"O gün gök, erimiş bakır gibi olur. Dağlar, (atılmış) renkli yün gibi olur. Dost dostun halini sormaz." (Meâric: 8-10)

Kuşkusuz Allah, insanoğlunu, kendilerini aşağı çeken bir karakterde yaratmış, onlardan yukarı çıkmak için direnmelerini istemiştir. Bu yüzden kim yeryüzünde ebe­dî kalmak isterse helak olur. Kim de vahye tâbi olursa kurtulur. İnsan gerçeğinde iman, yolu Allah'ın rızasına eriştiren, temizleyen, yükseğe çıkaran bir güçtür:

"Doğrusu insan hırslı (cimri ve huysuz) yaratılmıştır. Kendisine kötülük dokun­du mu sızlanır. Kendisine hayır dokundu mu (yoksullara) vermez. Ancak namaz kılanlar bunun dışındadır. Onlar ki: Namazlarına devam ederler. Mallarında belli bir hisse vardır: Saile ve mahruma (isteyene ve iffetinden ötürü istemeyip mahrum kalana). Ceza gününü tasdik ederler." (Meâric: 19-26)

Müslüman, kendi neslini görünce onunla teselli bulur. Olgunluk yoluna alışmak istemez. Sema kapılanna açılan kişilikleri elde^etmeye çalışmaz. Bununla birlikte bu karakterler Kitâb-ı Kerim'de bir bir sayılmıştır. Yüce Allah, cennet yolundaki direnil-mesi gereken zorluk ve üstesinden gelinmesi gereken meşakkatleri beyan etmiştir. İnsanlann madenleri, ancak bu doğru sınavla belli olur. Ebu't-Tıb der ki:

Eğer güçlük oimayaydı bütün insanlar ihtiyaç duyulan cömertliğe koşar ilerle­mek adına savaşırlardı..

Bu sûrede, şu soruları okuyoruz:

"Kâfirlere ne oluyor ki sana doğru koşuyorlar? Sağdan, soldan, ayrı ayn grup­lar halinde? Onlardan her biri nimet cennetlerine sokulacağını mı umuyorlar?" (Meâric: 36^39)

Ayette geçen el-ihtâ'u; iyice bakmak için boynunu uzatmak, baş ve gözü dik tut­maktır. Gruplar hâlinde müşrikler, işlerinin belli olmasını isteyerek Resûl'e geliyor­lardı. Bunu O'na yaklaşmak için yapıyorlardı. O'na inandıkları ya da tâbi oldukları için değil. Bu emel gerçekleşti mi? Asla. Bunun gerçekleşebilmesi için mutlaka tâbi olmak, samimi olmak ve cihad etmek gerekir. Kuşkusuz Allah yaşamı ve ölümü, han­gimizin daha güzel amel işlediğini sınamak için yaratmıştır.

Hakkı kavradığı halde onun uğrunda koşmaktan âciz kalan nesli, sonunda kötü­lükler kaplayacak ve üzerine toprak serpilecektir. Daha pâk ve daha aktif bir şekilde kader başlarına gelecektir.

"Doğuların ve batıların Rabbine yemin ederim ki, bizim onların yerine kendi­lerinden daha hayırlı insanlar getirmeye gücümüz yeter. Bizim önümüze geçi­lemez." (Meâric: 40-41)

İşte bu tembel milletler geri kaldığı için bu dünyada olacaktır. Âhirette ise, fert­lerin ve toplumların arası, milletler yerin dibine diğerleri Süreyya yıldızı kadar uzak­laştırılarak ayrılacaktır.

MEARİC SÜRESİ(Elmalılı Hamdi YAZIR)

1. İstedi, dilendi, dua etti, sordu anlamlarına gelir. "İstedi" mânâsı diğer mânâların hepsini ifade edebilir. Nâfi, İbnü Âmir, Ebu Cafer kırâetlerinde hemzesiz gibi okunur ki, aynı mânâya gelebilmekle beraber "aktı" demek de olur. "Bir s âil yani bir isteyen veya soran yahut akan bir sel".

Burada tefsirciler bu âyetin iniş sebebi ile ilgili üç görüş zikrederler.

BİRİNCİSİ, Nadr b. Hâris "Ey Allah! Eğer bu senin tarafından gelmiş bir hak kitap ise, durma üzerimize gökten taşlar yağdır veya bize daha acıklı bir azap ver."(Enfal, 8/32) demişti. Bunun üzerine bu âyet indi. Çoğunluğun görüşü budur. Bazıları Ebu Cehil'in "Haydi üzerimize gökten bir parça düşürüver."(Şuara, 26/187) demesi üzerine indiğini söylemişlerdir.

İKİNCİSİ, Hasen ve Katâde şöyle demişlerdir: Yüce Allah Hz. Muhammed (s.a.v)'i gönderip müşrikleri azap ile korkutunca, müşriklerin bir kısmı bir kısmına, "sorun bakalım Muhammed'e. Bu azap kimin içinmiş ve kimin başına inecekmiş" dediler. Bunun üzerine yüce A l lah "Bir soran, olacak azabı sordu." buyurarak onlardan haber verdi. İbnü Enbari: "Buna göre, "sordu" demektir. de yani "azabı" mânâsında kullanılmıştır. Bu, "Onu herşeyden haberdar olana sor."(Furkan, 25/59) âyetine benzer. O âyette de takdirinde o lup "Onu" demektir.

ÜÇÜNCÜSÜ, bazıları da şöyle demiştir: Hz. Peygamber kâfirler için acele bir azap istemişti. Yüce Allah da: "Onların başına azap gelecektir. Onu savacak kimse yoktur, biraz sabret, güzel bir sabır gerekiyor." buyurdu. Çünkü "O halde güzel bir sabırla sabret." emri Peygambere geldiğinden isteyenin de o olduğunu gösterir. Bununla beraber birinci mânâ daha sağlamdır. Bu durumda Peygambere "sabret" emri, bu azabı isteyenin veya soranın küfür edip inkârda bulunarak eziyet vermek istemesi dolayısıyladır. Meydana gelmiş ve meydana gelecek mânâlarına olabilir. Burada maksadın ikincisi olduğu anlaşılıyor. Bununla beraber, "Daha önce bunun benzeri kâfirlerin başına gelmiştir. Onun başına da gelecektir." demek olabileceği gibi, "Meydana gelm esine

ilâhî emir taalluk etmiştir. Vakti gelince olacaktır. Onu, vuku bulmuş bir emir bil." mânâsına olması sözün akışına daha uygun düşmektedir. Ki, "kesinlikle ilerde vuku bulacağı için vuku bulmuş denilmiştir" diye meşhur olan nükte de bu mânâ ile açıkla nabilir.

2. Kâfirler için. Bu kelime, "vâki" kelimesinin sılası, yahut "azab" kelimesinin sıfatı yahut "seele" fiili ile ilgilidir. Başında bulunan "lâm" harfi sebep bildirmek için de kullanılmış olabilir. "O, kâfirler içindir." şeklinde yeni bir başlangıç cümlesi de olabilir.

Bu kısım, azab'ın sıfatı, yahut hâl, yahut başlangıç cümlesi olabilir. Azabın sıfatı olduğuna göre mânâ "Kimsenin defedemiyeceği bir azap" şeklinde olur. Hâl olursa "Hiç kimsenin defedemiyeceği halde" demek olur. Yahut "Kâfirler için onu savacak yoktur." meâlindedir.

3. Allah'tan. "Allah'tan savacak" ve "Allah'tan gelen" demektir. "Mirâclar sahibi olan Allah". Bu, Allah'ın sıfatıdır.

MEÂRİC, Mirâc gibi veya aynı anlamda mim harfinin kesresi ile "minber" kalıbında "mi'rec" veya mimin üstünü ile "menhec" kalıbında "ma'rec" kelimelerinin çoğuludur. "Uruc" ve "Suud", yani aşağıdan yukarıya çıkma aletleri, merdivenler ve asansörler, yahut çıkılacak dereceler, mertebeler, yükseklikler demektir. "Zi'l-meâric" de bunl a rın sahibi demek olur.

Tefsirciler "Meâric" kelimesinin tefsirini yaparken başlıca dört yorum getirmişlerdir.

BİRİNCİSİ, İbnü Abbas'tan rivayet edildiği üzere "gökler, yüksek dereceler" demektir ki, melekler bunlarda gökten göğe yükselirler. Bazıları da bunlar için gök demeden, "meleklerin emir ve yasaklarla çıktıkları asansörler ve derecelerdir" demişlerdir.

İKİNCİSİ, Katâde'nin rivayetine göre, faziletler, nimetler ve yücelikler, yani yükseklikler ve yüksek yüksek lütuflar ve nimetlerdir. Çünkü Allah'ın lütuf ve nimetlerinin birçok dereceleri vardır. Bunlar insanlara çeşitli mertebelerde ulaşırlar.

ÜÇÜNCÜSÜ, Cennette Allah'ın, dostlarına ihsan ettiği derecelerdir, denilmiştir.

DÖRDÜNCÜSÜ, manevî ve ruhî mertebelerdir. Fahreddin e r-Râzî tefsirinde bu yorumu açıklayarak şöyle der: "Gökler yükseklik ve alçaklıkta, büyüklük ve küçüklükte farklı olduğu gibi meleklerin ruhları da kuvvet ve zayıflıkta, olgunluk ve eksiklikte, ilâhî marifetlerin vukuunun çokluğunda ve bu

âlemin işlerini ç evirme kuvvetinin şiddet ve azlığında farklıdırlar. Yüce Allah'ın rahmetinin bolluğunun eseri ve nimetlerinin nuru, gerek olağan ve gerekse olağanüstü yollarla bu âleme "Derken bir iş çevirenlere andolsun"(Nâziat, 79/5) ve "Derken bir emir taksim eden l ere andolsun"(Zariyât, 51/4) buyrulduğu üzere o ruhlar aracılığıyla ulaşması nedeniyle yüce sözü, bu âlemden ona ihtiyaç basamaklarının yükselmesi için çıkış ve o âlemden buruya rahmet eserinin inmesi için iniş aletleri olan o değişik ruhlara işaret olabi lir."

Âlûsi de bunu şöyle açıklar: Bir de meâric, amellerin ve zikirlerin bulunduğu manevî makamlar; bir tarikata girmiş olan müminler için de o yolda yükseldikleri mertebeler, yahut meleklerin mertebeleri denilmiştir.

Bunun sadece ruhî ve manevî makamlar için olduğunu söylemeleri,

BİRİNCİSİ, âyette sadece meleklerin ve Ruh'un yükseldiğinin zikredilmiş olması,

İKİNCİSİ, Allah'ı cisme benzetme kuruntusuna düşülmemek için Allah'ın noksan sıfatlardan uzak olduğu kuralına uyulması düşüncesinden çıkmış olması gerektir. Fakat yer ve göklerin maddî olması, onların mülkünü elinde bulunduran ve cisimlerin ve ruhların yaratıcısı olan yüce Allah'ın bir cismî olmasını gerektirmeyeceği gibi, meâricin hem cismânî hem ruhanî olması da onların sahibi ola n yüce Allah'ın noksan sıfatlardan uzak olmasına zıt olmaz. Zira, birisinin bir şeyin sahibi olduğunu ifade etmekte kullanılan kelimesi ile yapılan tamlamalar, sahib olunan şeyle onun sahibi arasında bir cüz'iyet - külliyet (parça bütün) ilişkisi olduğun u göstermez. Nitekim Zü'l-Mâl, mal sahibi, demektir. Bu, mal sahibinin malının içine hulul edip girerek onunla bütünleştiğini ifade etmez. Aynı şekilde yukarılara doğru yükselenlerin melekler ve Ruh olması çıkılan basamak ve derecelerin de sırf manevî ve ruhanî olmasını gerektirmez. Cismani ve ruhaniliğin üstünde olan yüce Allah'a yükselmek de cismanî ve ruhanî mertebelerin hepsinin üstüne yükselmek demek olacağı için o da bunlardan birine mahsus olmayı gerektirmez. Aksine bu makamda onların fani ve yok olu c u olduklarını hissettirir. Bu mânâ ve hakikat iyice düşünülebilirse "meâric"ten maksat, İbnü Abbas'tan rivayet olunduğu üzere maddî ve manevî bütün varlık mertebelerini kapsayan dereceler demek olup meleklerin ve ruhların çıkıp indiği

cismanî, ruhanî âleml erin, tabaka tabaka bütün mertebe ve derecelerini, zi'l-meâric (dereceler sahibi) sıfatı da yüce Allah'ın bunların hepsinin sahip ve maliki ve hepsinin döneceği ve en son varacağı yer olmak sıfatıyle hepsinden yüksek olan yücelik ve ululuğunu ifade ede r ki, bu mânâ Zi'l-Arş (Arş'ın sahibi) vasfı gibidir.

4. Bu mertebe ve basamaklarda çıkıp inen yüce Allah'ın kendisi değil, onun emri ve emrini taşıyan elçileri ve memurları yani melekler ve ruh olduğunu açıklamak için buyruluyor ki, Melekler ve Ruh ona yükselir. Onun emriyle hepsi çıkar yanına varır, ona döner, hepsi onun huzurunda "O gün Ruh ve melekler saf saf kıyama duracaklar."(Nebe, 78/38) âyetinin mânâsına göre saf bağlayıp dururlar. Vasıtalar tamamen kalkar. "Ve yalnız ona döndürüleceksiniz." (Bakara, 2/245), "Oysa bütün işler Allah'a döndürülür."(Bakara, 2/210) "Yeryüzündekilerin hepsi fanidir."(Rahmân, 55/26), "Onun zatından başka herşey yok olucudur."(Kasas, 28/88), "Bugün mülk kimin?"(Mümin, 40/16) sırrı ortaya çıkar, ona karşı bir savunucu bulunmaz.

Burada melekler çoğul, Ruh tekil zikredilmiştir. O halde Ruh'tan maksat nedir? Bundan ilk evvel "De ki, ruh Rabbimin emrindendir."(İsra, 17/85) buyrulduğu üzere Rabbin emrinden olan Ruh akla gelir. Tefsircilerin çoğunluğu burada Ruh, "Meleklerine, Peygamberlerine ve Cebrail'e..."(Bakara, 2/98) buyrulduğu gibi, genel olarak zikirden sonra özel olarak zikir kabilinden Cebrail (a.s) olduğunu söylemişlerdir.

Ebu Hayyan da şöyle der: "er-Ruh, âlimlerin çoğunluğuna göre Cebrail'dir. Şereflendirme için özel olarak ayrıca zikredilmiştir. Burada meleklerden sonra, "O gün Ruh ve melekler saf saf kıyama duracaklar."(Nebe, 78/38) âyetinde ise önce zikredilmiştir. Mücahid, "er-Ruh, insanoğlunun yaptığı işleri yazmaya memur olan hafaz a meleklerinin hafazası olan melektir." dedi. Bir de er-Ruh, Cebrail (a.s)'den başka ulu yaratılışlı bir melektir denildi. Ebu Salih, "insan şeklinde, fakat insan değil" dedi. Kabisa b. Züeyb, "alındığı vakit ölünün ruhu" dedi. Lakin "Âyetlerimizi yalan l ayanlara ve onları kabul etmeyi kibirlerine yediremiyenlere göklerin kapıları elbette açılmaz."(A'raf, 7/40) âyeti gereğince kâfirin ruhunun yükselemeyeceği beyan edilmiş bulunduğundan muradın, müminin ruhu olduğu da kaydedildi. Razî de der ki: Allah'ın s ırlarını gören keşif ehli kişilerden bazıları şöyle demiştir: Ruh, büyük bir nurdur. Nurların, Allah'ın azametine en

yakın olanıdır. Diğer meleklerin ve insanların ruhları, ruh mertebelerinin en son derecesinde ondan dallanır. Bu derecelerin iki ucu arasında meleki ruhların mertebelerinin basamakları ve kutsi ruhların konak yerlerinin dereceleri vardır. Onların nasıl olduğunu Allah'tan başkası bilmez. Fakat kelâmcıların sözlerinden açıkça anlaşılan Cebrail (a.s)'dir. Bir günde bir zamanda. Bu ifadenin alakalı olduğu kelime ile ilgili iki görüş vardır. Birisi "yükselir" fiiline bağlı olmasıdır ki, yükselme o gün meydana gelir demektir. İkincisi de, Mukatil'den rivayet edildiği üzere bu "gün"ün yükselme fiiline değil, "vuku bulacak azap" sözüne bağlanma s ıdır. Bu durumda Meleklerin ve Ruh'un yükselmesi zaman ile kayıtlanmamış, azabın meydana geleceği günün büyüklüğü anlatılmış olur. Bununla beraber bu ikisinden çekişme üzere hem azabın meydana gelmesi hem de yükselme ile ilgili olup ikisi de aynı gün ol d uğundan dolayı birininki zikredilmeyip öbürününki zikredilmiş bulunması mânâsı da anlaşılır.

Ki o günün miktarı ellibin sene eder. Burada "sizin saydıklarınızdan" kaydı yoktur. Fakat, "Gökten yere kadar bütün işleri o tedvir eder. Sonra da o iş, sizin sayageldiklerinizle bin yıl miktarında olan bir günde ona yükselir."(Secde, 32/5) buyrulmuş olmasına dayanılarak burada da o mânânın gözetileceğini söyleyenler olmuştur. Bununla beraber burada bu senenin melekler ve Ruh senesi olmak ihtimaliyle gün ü n daha ziyade korkutma ve sakındırma ifade etmiş olması da ihtimal dahilindedir. Bazıları burada ellibin seneden maksadın, uzunluğun miktarını beyan değil, o günün dehşetinden kinaye olduğunu söylemişlerdir ki bu, o günün daha uzun ve daha kısa olmasına e ngel değildir. Nitekim Ebu Said el-Hudri'den rivayet olunan bir hadiste, "O gün mümine hafifletilir. Hatta ona dünyada kıldığı bir tarz namazdan daha hafif olur." buyrulması da bunu andırır. Ebu Müslim gibi bazıları bu günü dünyanın ömrü zannetmiş, "ne kadar geçti, ne kadarı kaldı Allah bilir" demiş ise de doğru değildir. Dünyanın sonuna ait olması daha açıktır. Âlimlerin çoğunluğu şöyle demiştir: Bu günden maksat ahiret günü, kıyamet günüdür. Sûrenin ilerisine doğru yapılan açıklamalar da bunu gösteri r. Fakat bu durumda, "ahiretin sonsuz olmayıp bir gaye ile sınırlanmış olması ve cennet ve cehennemin sonlu olmaları gerekmez mi?" diye bir soru sorulabileceği düşüncesiyle Ebu Müslim bunu dünya günleri şeklinde

yorumlamak istemiştir. Lakin buna şöyle cevap verilebilir: Kıyamet gününün üfürmeler arasındaki zamanları gibi geçici çeşitli devreleri, durumları ve korkunç olayları vardır. Bunlar cennet ve cehenneme girmeden evvel inanan ve inanmayana başka başkadır. Bu ellibin senelik gün, kıyamet ve ahiretin h epsi değil, durup bekleme günleridir. Kâfir hesabı görülüp cehenneme gönderilinceye kadar böyle ne senesi olduğu bilinmeyen ellibin senelik duraklarda ve hatta nice durma yerlerinde böyle ellişer bin sene sıkıntılar içinde bekleyecektir.

5. O halde sabret, ey Muhammed! O kâfirlere öyle azap gelecektir. Bunun emri verilmiştir. Yahut cehennemde bir vadi sel gibi akmaya başlamış, o kâfirleri her taraftan saracaktır. Sen onların inkârlarına ve alaylarına biraz sabret. Fakat güzel bir sabırla, kendini üzmeyecek ve Allah'ın takdirine güzelce razı olarak görevine bakacak şekilde bir sabırla sabret.

6. "Onlar onu uzak görürler, biz ise onu yakın görüyoruz."

7. "Onlar onu uzak görürler, biz ise onu yakın görüyoruz."

8. Mühl gibi. Mühl, yağ tortusu, potada eritilen maden gibi kaynar. Türlü renklerde görünür. İbnü Mesud'dan, "eritilen gümüş gibi renkli" diye rivayet edilmiştir.

9. Yün, özellikle türlü renklere boyanmış olan renkli yün. Zira dağlarda. "Beyazlı kırmızılı çeşitli renkte ve kapkara tabakalar vardır."(Fatır, 35/27)

10. Yani öyle bir dehşet ki, birbirlerine gösterilip dururlarken bile soramaz. Nerde kaldı ki uzağı arasın. fasîlesini içlerinde yetiştiği ve başı sıkıldığı zaman kendisini kucaklayan, barındıran kavmini ve kabilesini, aşiretini, hemşerilerini, obasını.

11. Yani öyle bir dehşet ki, birbirlerine gösterilip dururlarken bile soramaz. Nerde kaldı ki uzağı arasın. fasîlesini içlerinde yetiştiği ve başı sıkıldığı zaman kendisini kucaklayan, barındıran kavmini ve kabilesini, aşiretini, hemşerilerini, obasını.

12. Yani öyle bir dehşet ki, birbirlerine gösterilip dururlarken bile soramaz. Nerde kaldı ki uzağı arasın. fasîlesini içlerinde yetiştiği ve başı sıkıldığı zaman kendisini ku. caklayan, barındıran kavmini ve kabilesini, aşiretini, hemşerilerini, obasını.

13 Yani öyle bir dehşet ki, birbirlerine gösterilip dururlarken bile soramaz. Nerde kaldı ki uzağı arasın. fasîlesini içlerinde yetiştiği ve başı sıkıldığı zaman kendisini kucaklayan, barındıran kavmini ve kabilesini, aşiretini, hemşerilerini, obasını.



14. Yani öyle bir dehşet ki, birbirlerine gösterilip dururlarken bile soramaz. Nerde kaldı ki uzağı arasın. fasîlesini içlerinde yetiştiği ve başı sıkıldığı zaman kendisini kucaklayan, barındıran kavmini ve kabilesini, aşiretini, hemşerilerini, obasını.

15. Kuşkusuz o, yani azap ateşi alevli salgın ateştir. Bu, cehennemin bir ismidir.

16. Bu kelime alevli ateşin halini bildirir. "Derileri soyduğu halde alevli ateş" demektir. Yahut, "ben şunu kastediyorum" şeklinde bir fiil takdir edilerek, ihtisastan dolayı sonu üstün okunmuştur. Şeklinde okunan kırâete göre ikinci haberdir. Yani "O azap, alevli ateştir, derileri soyucudur." demek olur veya sıfat olur. Bu takdirde mânâsı, "derileri soyan alevli bir ateş" olur. Nüz'u kökünden "saldırıcı"; nezi' kökündense "soyucu" mânâsına gelir.

ŞEVÂ ; el, ayak gibi uzuvlar. Nitekim avcı; kol, bacak gibi öldürmeyecek noktadan bir uzva isabet ettirdiği zaman derler. Yahut bu kelime, başın derisi demek olan kelimesinin çoğuludur. Yani eli, ayağı, tepeyi, tırnağı soyar. "Derileri piştikçe,

azabı duysunlar diye kendilerine yeni yeni deriler vereceğiz."(Nisâ, 4/56) âyetinin ifade ettiği gibi azap yenilenmek için onlar yine iade olu nup eski hallerine çevrilir.

17. Bu kelime alevli ateşin halini bildirir. "Derileri soyduğu halde alevli ateş" demektir. Yahut, "ben şunu kastediyorum" şeklinde bir fiil takdir edilerek, ihtisastan dolayı sonu üstün okunmuştur. Şeklinde okunan kırâete göre ikinci haberdir. Yani "O azap, alevli ateştir, derileri soyucudur." demek olur veya sıfat olur. Bu takdirde mânâsı, "derileri soyan alevli bir ateş" olur. Nüz'u kökünden "saldırıcı"; nezi' kökündense "soyucu" mânâsına gelir.

ŞEVÂ ; el, ayak gibi uzuvlar. Nitekim avcı; kol, bacak gibi öldürmeyecek noktadan bir uzva isabet ettirdiği zaman derler. Yahut bu kelime, başın derisi demek olan kelimesinin çoğuludur. Yani eli, ayağı, tepeyi, tırnağı soyar. "Derileri piştikçe,

azabı duysunlar diye kendilerine yeni yeni deriler vereceğiz."(Nisâ, 4/56) âyetinin ifade ettiği gibi azap yenilenmek için onlar yine iade olunup eski hallerine çevrilir.

18. Bu kelime alevli ateşin halini bildirir. "Derileri soyduğu halde alevli ateş" demektir. Yahut, "ben şunu kastediyorum" şeklinde bir fiil takdir edilerek, ihtisastan dolayı sonu üstün okunmuştur. Şeklinde okunan kırâete göre ikinci haberdir. Yani "O azap, alevli ateştir, derileri soyucudur." demek olur veya sıfat olur. Bu takdirde mânâsı, "derileri soyan alevli bir ateş" olur. Nüz'u kökünden "saldırıcı"; nezi' kökündense "soyucu" mânâsına gelir.

ŞEVÂ ; el, ayak gibi uzuvlar. Nitekim avcı; kol, bacak gibi öldürmeyecek noktadan bir uzva isabet ettirdiği zaman derler. Yahut bu kelime, başın derisi demek olan kelimesinin çoğuludur. Yani eli, ayağı, tepeyi, tırnağı soyar. "Derileri piştikçe,

azabı duysunlar diye kendilerine yeni yeni deriler vereceğiz."(Nisâ, 4/56) âyetinin ifade ettiği gibi azap yenilenmek için onlar yine iade olu nup eski hallerine çevrilir.

19. Bu kelime alevli ateşin halini bildirir. "Derileri soyduğu halde alevli ateş" demektir. Yahut, "ben şunu kastediyorum" şeklinde bir fiil takdir edilerek, ihtisastan dolayı sonu üstün okunmuştur. Şeklinde okunan kırâete göre ikinci haberdir. Yani "O azap, alevli ateştir, derileri soyucudur." demek olur veya sıfat olur. Bu takdirde mânâsı, "derileri soyan alevli bir ateş" olur. Nüz'u kökünden "saldırıcı"; nezi' kökündense "soyucu" mânâsına gelir.

ŞEVÂ ; el, ayak gibi uzuvlar. Nitekim avcı; kol, bacak gibi öldürmeyecek noktadan bir uzva isabet ettirdiği zaman derler. Yahut bu kelime, başın derisi demek olan kelimesinin çoğuludur. Yani eli, ayağı, tepeyi, tırnağı soyar. "Derileri piştikçe,

azabı duysunlar diye kendilerine yeni yeni deriler vereceğiz."(Nisâ, 4/56) âyetinin ifade ettiği gibi azap yenilenmek için onlar yine iade olunup eski hallerine çevrilir.

20. HELU, esasında bir çabukluk mânâsı bulunan, bir taraftan tahammülsüzlük, mızıkçılık; bir taraftan da şiddet ve hırs gibi farklı kavram arasında bir huysuzluk ifade eden, mânâsı tam açık olmayan bir vasıftır ki, şu iki âyet ile izahı yapılmıştır. Kendisine kötülük dokunduğu zaman çok çok sızlanır. Kendisine mesela bir ağrı, bir sıkıntı, bi r yoksulluk, hastalık gibi bir acı dokundu mu kıvranır, sızlanır, feryat eder, dayanamaz, başkalarından medet bekler

21. yine kendisine bir hayır dokunduğu zaman da kıskanır Mesela bir servete, bir sıhhate, bir makama kondumu hırsından, kıskançlığından kimseye bir şey vermek istemez, ağladığı günü derhal unutur. Başı ağrıdığı zaman her şeyden ümit bekleyen o mızmız adam bu kez biraz kuvvet bulunca kimseye bir lokma vermemek, hayra engel olmak için sımsıkı bir afacan kesilir. Hakk'a ve hayra sırtını çevi r ir. Eline geçeni toplayıp yığmaya, saklamaya çalışır. Onun için de o salgın ateş onu çağırır.

22. Ancak namaz kılan o müminler, o huydan, o ahlâksızlıktan, o azaptan, o kötü sonuçtan istisna edilmişlerdir. Onlar aşağıdaki gibi güzel huylarla nitelenmiş olup cennetlerde ikram göreceklerdir. O huylardan

23. BİRİNCİSİ, namazlarına devamlıdırlar. Sadece "onun farz olduğuna inandım" demekle kalmayıp Allah'ın emrettiği ve Peygamberin öğrettiği şekilde bilinen namazlarını terk etmeksizin devamlı kılmayı da huy edinmişlerdir. Allah'ı ve emirlerini unutmazlar.

24. İKİNCİSİ, Mallarında (sade nasıl isterse öyle verecekleri nafile bir yardım değil, malına göre) belirli bir oranda bilinen bir hak, yerine getirilmesi farz bir Allah borcu olmak üzere bir vergi vardır. Buna inanıp da, dilenen ihtiyaç sahiplerine ve dilenmeyi gururlarına yediremedikleri için dilenmediklerinden dolayı zengin zannedilen ve fakat hiçbir kazançları bulunmayan yoksullara o hakkı seve seve, iyi niyetle bizzat veya vekilleri vasıtasıyle verirler.(bilgi için, Zâriyat, 51/19. âyetin tefsirine bkz.)

25. İKİNCİSİ, Mallarında (sade nasıl isterse öyle verecekleri nafile bir yardım değil, malına göre) belirli bir oranda bilinen bir hak, yerine getirilmesi farz bir Allah borcu olmak üzere bir vergi vardır. Buna inanıp da, dilenen ihtiyaç sahiplerine ve dilenmeyi gururlarına yediremedikleri için dilenmediklerinden dolayı zengin zannedilen ve fakat hiçbir kazançları bulunmayan yoksullara o hakkı seve seve, iyi niyetle bizzat v e ya vekilleri vasıtasıyle verirler.(bilgi için, Zâriyat, 51/19. âyetin tefsirine bkz.)

26. ÜÇÜNCÜSÜ, Din gününü, (iyi veya kötü amellerinin cezasının verileceği haşir, neşir ve hesap gününü) tasdik ederler. İmanlarında doğru olduklarını gösterirler. Yani hakkı ve hukuku tanıyıp ahirette verilecek sevaba iman ederek bedenle ve malla ilgili ibadetleri yapmak için gayretle çalışır, nefislerini zahmete koşar, ceza gününe inandıklarını böyle bizzat

yaptıkları işlerle kanıtlarlar.

Burada ahiret gün ünü tasdikten maksadın sadece kalp ile veya dil ile yapılan ve teoride kalan bir tasdikten ibaret olmayıp bizzat yaparak kanıtlamak mânâsına olduğu, bu tasdikin namaz ve zekattan sonra amelî ibadetler arasında sayılmasından ve bunun onlardaki samimiyet v e ihlas anlatılırken söylenmiş olmasından anlaşılır.

27. DÖRDÜNCÜSÜ, Rablarının azabından korku üzere bulunurlar, kendilerine acıyarak azaptan korku ve sakınma üzere bulunurlar. Görevlerinde, yapmaları gereken işlerde kusur etmiş veya yasak olan bir şeye atılmış bulunmak ve Hakka layık işler yapamamış olmak endişesiyle korkar dururlar. Güzel güzel işler yapmakla beraber çalıştıkları, yaptıkları işlere güvenmezler, sonunda varıp kavuşacakları Allah'a karşı onları büyük bir şey yapmış gibi saymayıp k ü çük görürler. Onun huzuruna çıkacaklarını düşünerek "Rablarının huzuruna döneceklerinden kalpleri çarparak zekatlarını verenler.."(Müminûn, 23/60) övgüsü üzere kalpleri titriye titriye çalışırlar.

28. Çünkü Rab'larının azabından emin olunmaz. Aman verilmiş, kendisinden güvence alınmış değildir. Zira insan için bu dünyada herşeyi çözümlemiş, bütün görevlerini yerine getirmiş ve sakınılması gereken her şeyden sakınmış bulunduğunu iddia etmek mümkün olmadığı gibi, kaderin sırrı da bilinmemektedir. İnsa n ın bugüne kadar hiç kusur işlememiş olduğu varsayılsa bile yarın nasıl bir durum kazanacağını Allah'tan başka kimse bilemez.

29. BEŞİNCİSİ, Irzlarını, apışlarını korurlar, kimseye açmazlar, ancak hanımlarına ve ellerinin kazandığı, mülkleri altında bulunan cariyelerine karşı başka. Çünkü onlara karşı kınanmazlar. Falancanın üç dört zevcesi var, mülkü altında şu kadar cariye var diye övülmeleri gerekmezse de kınanmazlar ve yerilmezler. Kimsenin onları edebe, hukuka ve şeriate aykırı davranıyor gör e rek kınamaya ve yermeye hakkı yoktur. Zira hanımları nikah akdi, cariyeleri de onların mülkü olmalarıyle kendilerine helal olmuşlardır.

30. BEŞİNCİSİ, Irzlarını, apışlarını korurlar, kimseye açmazlar, ancak hanımlarına ve ellerinin kazandığı, mülkleri altında bulunan cariyelerine karşı başka. Çünkü onlara karşı kınanmazlar. Falancanın üç dört zevcesi var, mülkü altında şu kadar cariye var diye övülmeleri gerekmezse de kınanmazlar ve yerilmezler. Kimsenin onları edebe, hukuka ve şeriate aykırı davranıy o r görerek kınamaya ve yermeye hakkı yoktur. Zira hanımları nikah akdi, cariyeleri de onların mülkü olmalarıyle kendilerine helal olmuşlardır.

31. Fakat ondan ötesini isteyenler nikahlı eşlerinin ve mülkleri altında bulunan cariyelerin dışında zevk arayan, ırzlarını korumayan, harama açılan, gayr-i meşru ilişkide bulunan ve fuhuş yapan kişi, gerek erkek, gerek dişi, İşte onlar haddi aşan, sınır tanımaz kişilerdir. Onlar her türlü kınama ve yermeye, yasaklama ve engellemeye layıktırlar.

32. ALT INCISI, Onlar emanetlerine ve verdikleri sözlere uyarlar. Kendilerine emanet edilen söz, hâl, fiil, mâl, Allah haklarına ve kul haklarına; Allah'a ve kullarına, ailelerine, çolukçocuklarına, mülkleri altında bulunanlara, komşularına, yabancılara ve yakınlarına vermiş oldukları ahit ve sözlere uyarak onları tutarlar, bozmaktan sakınırlar. Şeriatın bütün hakları birer emanet olduğu gibi, yüce Allah'ın kullara vermiş olduğu uzuv, mâl, çoluk-çocuk, makam ve mevki ve diğer nimetlerin hepsi de emanettir. Onl a rı kullanılması gereken yerin dışında kullananlar emanete hainlik etmiş olurlar. Buhari ve Müslim'de İbnü Ömer'den rivayet edildiği üzere dört huy kendisinde bulunan katıksız münafık olur. Kendisinde bu dört huydan birisi bulunanda da münafıklıktan bir hu y, bir alâmet bulunmuş olur: "Emanet verildiği zaman hainlik eden, söz söylediği zaman yalan söyleyen, söz verdiği zaman sözünde durmayan, düşmanlığa kalkıştığı zaman da edepsizlik eden, yani yalan ve iftira ile edepsizliğe sapan."

Beyhakî'nin "Şuab-ı İman" da Hz. Enes'ten rivayet ettiği bir hadise göre, Peygamberimiz (s.a.v) bir hutbesinde şöyle buyurmuştur: "Haberiniz olsun ki, emaneti olmayan kimsenin imanı yoktur. Ahdi olmayanın da dini yoktur."

33. YEDİNCİSİ, Şahitliklerinde dürüsttürler. Doğru, dürüst adaletle şahitlik yapar, şahit oldukları şeyin hiçbir noktasını gizlemeden, eğip bükmeden dosdoğru şahitlik ederler. Bu özellik, emanet kavramı kapsamına girmekle beraber, önemini açıklamak için özellikle zikredilmiştir.

34. SEKİZİNCİSİ, Namazlarını koruyucu olurlar. Ta başta namaza devam söylenildikten sonra, sonunda da namazın korunmasının ayrıca söylenmesi hakkında tefsirciler şöyle demişlerdir: Namaz vakitleri açısından, namazın hiçbir vakit terkedilmemesi için "namazlarına dev a m ederler" denilmiş; namazdan önce, namaz kılarken ve namazdan sonra yapılacak işlere özen göstererek en mükemmel bir şekilde olmasına dikkat etmek için de "namazlarını korurlar" denilmiştir.

NAMAZDAN ÖNCEKİ İŞLER, namazın mükemmel bir şekilde kılınabilmesi için vaktinden evvel gözetilmesi gereken hazırlıklar, vakitlerin girişine kalben ilgi göstererek dikkat etmek, abdest ve temizliğe; avret yerlerini örtmek,

kıbleyi aramak, temiz elbise ve temiz yer ve mükemmel olmak için cemaat ve cami gibi hususlara dikkat etmek ve namazdan evvel kalbini vesveseden ve Allah'tan başka şeylere çevirmekten arındırıp kalp huzuru bulmaya ve gösterişten sakınmaya çalışmak.

NAMAZ KILARKEN YAPILACAK İŞLER, Namazın, Allah'ın huzuruna yükselten bir mirac olduğunu düşünerek ve hikmetini bilerek sağa sola dönmeksizin okurken ve zikrederken kalp huzuru üzere bulunmak.

NAMAZDAN SONRAKİ İŞLER, namazdan sonra boş söz ve işlerden ve günaha girmekten sakınmaktır.

Bununla beraber bütün bunları yapabilmek için en önemli bir şart daha vardır ki, o da namazın "korku namazı" halinde kalmaması ve namaz kılmaya engel olacak bir dış düşman saldırısına düşüverilmemesi için esenlik içinde bir vatan, bir İslâm yurdu ve burada iyiliği emir, kötülükten nehiy ile huzur ve sükunu göz e tecek bir toplumun gerekli olduğu bilincine vararak o hususta gereğine göre karakol ve cihad görevine hazır bulunmak, yani Allah'tan başka hiçbir şeyden korkmayacak bir durumda bulunmak üzere korunmaktır. Tevbe Sûresi'nde geçtiği üzere, "Allah'ın mesci t lerini ancak, Allah'a ve ahiret gününe inanan, namazı kılan, zekatı veren ve Allah'tan başkasından korkmayan kimseler imar ederler"(Tevbe, 9/18) Yoksa namaza devam ihtimali kalmaz. Bu şekilde müslümanların taşıdığı bu sekizinci özellik, İslâm'da toplum ku r umuyla asayiş, yönetim ve askerlik işlerinin namazı koruma gayesiyle özellikle ilgili olması gereğini anlatmıştır. Dolayısıyle namaza devam ederken, namazın önünde ve sonunda bu koruyuculuk görevini unutmamak gerektiği gibi, korurken de namaza devamı un u tmamak ve onu korumak üzere kutsal bir görev olarak yapmak gerekir. Gerçi bu sûre Mekke'de inmiş olması ve Mekke'de henüz savaşa dair bir emir inmemiş bulunması itibariyle orada askerlik işleri söz konusu olamaz ise de onun hazırlanmasıyla ilgili böyle e s aslar da yok değildir.

Görülüyor ki burada bu sekiz özelliğin başı ve sonu namaz ile çerçevelenerek hepsi de namaz kılan kişinin niteliği olarak özetlenmiş ve bu şekilde namazın dinin direği olduğu anlatılmıştır.

35. İşte bunlara Cennetlerde ikram olunacaklardır. Demek ki bu sekiz huy, cennetin sekiz kapısı yerindedir.

Meâl-i Şerifi

36- Şimdi ne oluyor o inkâr edenlere ki, sana doğru boyunlarını uzatarak koşuyorlar:

37- Sağdan ve soldan bölük bölük.

38- Onlardan herbiri, bir nimet cennetine sokulacağını mı umuyor?

39- Hayır, biz onları bildikleri şeyden yarattık.

40- Artık o doğuların ve batıların Rabbine yemine ne gerek, elbette bizim gücümüz yeter.

41- Onları kendilerinden daha hayırlı olanlarla değiştir ebiliriz ve bizim önümüze geçilmez.

42- O halde bırak onları, kendilerine vaad edilen günlerine kavuşuncaya kadar dalıp oynayadursunlar.

43- O gün kabirlerden hızlı hızlı çıkacaklar, sanki putlara gidiyorlarmış gibi fırlayacaklar.

44- Gözle ri düşük, kendilerini bir alçaklık saracak da saracak. İşte onlara vaad edilen gün, o gündür.

36. "Bölük bölük" Bu kelime "ize" nin çoğuludur ki aslı "mensup olmak" mânâsına gelen "azv" kökündendir. Herbiri bir bölüğe mensup olarak, parça parça, dağınık bir halde demektir. Müşrikler Hz. Peygamber (s.a.v)'in etrafına halka halka, bölük bölük toplanıyor ve onun söyledikleriyle alay ederek: "Eğer Muhammed'in dediği gibi bunlar cennete girerlerse biz onlardan evvel gireriz." diyorlardı. Bunun üzeri n e bu âyetlerin indiği rivayet edilmiştir.

Meâric Sûresi, Hâkka Sûresi'nde buyrulan, "Gördüklerinize ve görmediklerinize..." (Hâkka, 69/38, 39) âyetiyle anlatılanlardan geleceğe ait görülecek şeyleri yüce Allah'ın değiştirmeye gücü yettiğini açıklayarak böyle bir tehdit ile son bulduğu gibi, bu gücü geçmişte görülmüş bir misal ile izah ederek aynı davayı açıklamak üzere bunu Nuh sûresi takip edecektir.



.37. "Bölük bölük" Bu kelime "ize" nin çoğuludur ki aslı "mensup olmak" mânâsına gelen "azv" kökündendir. Herbiri bir bölüğe mensup olarak, parça parça, dağınık bir halde demektir. Müşrikler Hz. Peygamber (s.a.v)'in etrafına halka halka, bölük bölük toplanıyor ve onun söyledikleriyle alay ederek: "Eğer Muhammed'in dediği gibi bunlar cennete girerle r se biz onlardan evvel gireriz." diyorlardı. Bunun üzerine bu âyetlerin indiği rivayet edilmiştir.

Meâric Sûresi, Hâkka Sûresi'nde buyrulan, "Gördüklerinize ve görmediklerinize..." (Hâkka, 69/38, 39) âyetiyle anlatılanlardan geleceğe ait görülecek şeyleri yüce Allah'ın değiştirmeye gücü yettiğini açıklayarak böyle bir tehdit ile son bulduğu gibi, bu gücü geçmişte görülmüş bir misal ile izah ederek aynı davayı açıklamak üzere bunu Nuh sûresi takip edecektir.

38. "Bölük bölük" Bu kelime "ize" nin çoğuludur ki aslı "mensup olmak" mânâsına gelen "azv" kökündendir. Herbiri bir bölüğe mensup olarak, parça parça, dağınık bir halde demektir. Müşrikler Hz. Peygamber (s.a.v)'in etrafına halka halka, bölük bölük toplanıyor ve onun söyledikleriyle alay ederek: "Eğer Muhammed'in dediği gibi bunlar cennete girerlerse biz onlardan evvel gireriz." diyorlardı. Bunun üzerine bu âyetlerin indiği rivayet edilmiştir.

Meâric Sûresi, Hâkka Sûresi'nde buyrulan, "Gördüklerinize ve görmediklerinize..." (Hâkka, 69/38, 3 9) âyetiyle anlatılanlardan geleceğe ait görülecek şeyleri yüce Allah'ın değiştirmeye gücü yettiğini açıklayarak böyle bir tehdit ile son bulduğu gibi, bu gücü geçmişte görülmüş bir misal ile izah ederek aynı davayı açıklamak üzere bunu Nuh sûresi takip e decektir.



.39. "Bölük bölük" Bu kelime "ize" nin çoğuludur ki aslı "mensup olmak" mânâsına gelen "azv" kökündendir. Herbiri bir bölüğe mensup olarak, parça parça, dağınık bir halde demektir. Müşrikler Hz. Peygamber (s.a.v)'in etrafına halka halka, bölük bölük toplanıyor ve onun söyledikleriyle alay ederek: "Eğer Muhammed'in dediği gibi bunlar cennete girerlerse biz onlardan evvel gireriz." diyorlardı. Bunun üzerine bu âyetlerin indiği rivayet edilmiştir.

Meâric Sûresi, Hâkka Sûresi'nde buyrulan, "Gördüklerinize ve görmediklerinize..." (Hâkka, 69/38, 39) âyetiyle anlatılanlardan geleceğe ait görülecek şeyleri yüce Allah'ın değiştirmeye gücü yettiğini açıklayarak böyle bir tehdit ile son bulduğu gibi, bu gücü geçmişte görülmüş bir misal ile izah ed e rek aynı davayı açıklamak üzere bunu Nuh sûresi takip edecektir.



40. "Bölük bölük" Bu kelime "ize" nin çoğuludur ki aslı "mensup olmak" mânâsına gelen "azv" kökündendir. Herbiri bir bölüğe mensup olarak, parça parça, dağınık bir halde demektir. Müşrikler Hz. Peygamber (s.a.v)'in etrafına halka halka, bölük bölük toplanıyor ve onun söyledikleriyle alay ederek: "Eğer Muhammed'in dediği gibi bunlar cennete girerlerse biz onlardan evvel gireriz." diyorlardı. Bunun üzerine bu âyetlerin indiği rivayet edil m iştir.

Meâric Sûresi, Hâkka Sûresi'nde buyrulan, "Gördüklerinize ve görmediklerinize..." (Hâkka, 69/38, 39) âyetiyle anlatılanlardan geleceğe ait görülecek şeyleri yüce Allah'ın değiştirmeye gücü yettiğini açıklayarak böyle bir tehdit ile son bulduğu gibi, bu gücü geçmişte görülmüş bir misal ile izah ederek aynı davayı açıklamak üzere bunu Nuh sûresi takip edecektir.



41. "Bölük bölük" Bu kelime "ize" nin çoğuludur ki aslı "mensup olmak" mânâsına gelen "azv" kökündendir. Herbiri bir bölüğe mensup olarak, parça parça, dağınık bir halde demektir. Müşrikler Hz. Peygamber (s.a.v)'in etrafına halka halka, bölük bölük toplanıyor ve onun söyledikleriyle alay ederek: "Eğer Muhammed'in dediği gibi bunlar cennete girerlerse biz onlardan evvel gireriz." diy o rlardı. Bunun üzerine bu âyetlerin indiği rivayet edilmiştir.

Meâric Sûresi, Hâkka Sûresi'nde buyrulan, "Gördüklerinize ve görmediklerinize..." (Hâkka, 69/38, 39) âyetiyle anlatılanlardan geleceğe ait görülecek şeyleri yüce Allah'ın değiştirmeye gücü yettiğini açıklayarak böyle bir tehdit ile son bulduğu gibi, bu gücü geçmişte görülmüş bir misal ile izah ederek aynı davayı açıklamak üzere bunu Nuh sûresi takip edecektir.



42. "Bölük bölük" Bu kelime "ize" nin çoğuludur ki aslı "mensup olmak" mânâsına gelen "azv" kökündendir. Herbiri bir bölüğe mensup olarak, parça parça, dağınık bir halde demektir. Müşrikler Hz. Peygamber (s.a.v)'in etrafına halka halka, bölük bölük toplanıyor ve onun söyledikleriyle alay ederek: "Eğer Muhammed'in dediği gibi bun l ar cennete girerlerse biz onlardan evvel gireriz." diyorlardı. Bunun üzerine bu âyetlerin indiği rivayet edilmiştir.

Meâric Sûresi, Hâkka Sûresi'nde buyrulan, "Gördüklerinize ve görmediklerinize..." (Hâkka, 69/38, 39) âyetiyle anlatılanlardan geleceğe ait görülecek şeyleri yüce Allah'ın değiştirmeye gücü yettiğini açıklayarak böyle bir tehdit ile son bulduğu gibi, bu gücü geçmişte görülmüş bir misal ile izah ederek aynı davayı açıklamak üzere bunu Nuh sûresi takip edecektir.



43. "Bölük bölük" Bu k elime "ize" nin çoğuludur ki aslı "mensup olmak" mânâsına gelen "azv" kökündendir. Herbiri bir bölüğe mensup olarak, parça parça, dağınık bir halde demektir. Müşrikler Hz. Peygamber (s.a.v)'in etrafına halka halka, bölük bölük toplanıyor ve onun söyledik l eriyle alay ederek: "Eğer Muhammed'in dediği gibi bunlar cennete girerlerse biz onlardan evvel gireriz." diyorlardı. Bunun üzerine bu âyetlerin indiği rivayet edilmiştir.

Meâric Sûresi, Hâkka Sûresi'nde buyrulan, "Gördüklerinize ve görmediklerinize..." (Hâkka, 69/38, 39) âyetiyle anlatılanlardan geleceğe ait görülecek şeyleri yüce Allah'ın değiştirmeye gücü yettiğini açıklayarak böyle bir tehdit ile son bulduğu gibi, bu gücü geçmişte görülmüş bir misal ile izah ederek aynı davayı açıklamak üzere bun u Nuh sûresi takip edecektir.



44. "Bölük bölük" Bu kelime "ize" nin çoğuludur ki aslı "mensup olmak" mânâsına gelen "azv" kökündendir. Herbiri bir bölüğe mensup olarak, parça parça, dağınık bir halde demektir. Müşrikler Hz. Peygamber (s.a.v)'in etrafına halka halka, bölük bölük toplanıyor ve onun söyledikleriyle alay ederek: "Eğer Muhammed'in dediği gibi bunlar cennete girerlerse biz onlardan evvel gireriz." diyorlardı. Bunun üzerine bu âyetlerin indiği rivayet edilmiştir.

Meâric Sûresi, Hâkka Sûr esi'nde buyrulan, "Gördüklerinize ve görmediklerinize..." (Hâkka, 69/38, 39) âyetiyle anlatılanlardan geleceğe ait görülecek şeyleri yüce Allah'ın değiştirmeye gücü yettiğini açıklayarak böyle bir tehdit ile son bulduğu gibi, bu gücü geçmişte görülmüş bir misal ile izah ederek aynı davayı açıklamak üzere bunu Nuh sûresi takip edecektir.

MEARİC SÜRESİ(Muhammed ESED)

Üçüncü ayetinde geçen me‘âric kelimesinden dolayı bu isimle anılan sure, Mekke döneminin ortalarına aittir. Bu sure, her ikisini de insan tabiatında mevcut bulunan sürekli arayışın/tatminsizliğin belirlediği, inançsızlığın -yahut daha doğrusu, inanmaya isteksizliğin- inanca yönelttiği meydan okumayı ele almaktadır.
1 SORUP araştırmak isteyen biri, [öteki dünyada] başa gelecek azabı sorabilir,1 2 hakikati inkar edenlerin2 (başına).
[Öyleyse, bil ki] hiçbir şey ona mani olamaz; 3 [çünkü o,] Allah'tan [gelir,] katına yükselmenin birçok yolu olan3 (Allah'tan): 4 bütün melekler ve [insana bahşedilmiş olan] ilham O'na [bir günde] yükselir,4 uzunluğu elli bin yıl [gibi] süren bir günde.5
5 Bu nedenle, [sen ey iman eden], bütün sıkıntılara sabırla katlan: 6 bak, insanlar6 o [hesaba] uzak bir şey olarak bakıyorlar, 7 ama Biz onu yakın görüyoruz!
8 [Bu hesap,] göğün erimiş madene benzeyeceği Gün [vuku bulacak], 9 ve dağların yün topakları gibi olacağı, 10 ve hiç kimsenin arkadaşını(n durumunu) sormayacağı, 11 ama onların birbirlerinin gözü önünde olacaklar[ı gün]: [çünkü,] her suçlu, o Gün çocuklarını feda ederek kendisini kurtarmak ister, 12 ve eşini ve kardeşini, 13 ve kendisini himaye etmiş bütün akrabalarını, 14 ve yeryüzünde yaşayan [başka] herkesi, onların tümünü; böylece yalnız kendini kurtarabilsin diye.
15 Ama hayır! [Onu bekleyen] tek şey alev saçan bir ateştir, 16 derisini kavuran (bir ateş)!
17 O, [iyiye ve doğruya] sırtını dönenleri ve [hakikatten] uzaklaşanları kendine çeker, 18 ve [servet] biriktirip, [onu öteki insanların elinden] alanları.
19 GERÇEK ŞU Kİ, insan tatminsiz bir tabiata sahiptir.7
20 [Kural olarak,] başına bir kötülük geldiği zaman sızlanmaya başlar,8 21 bir iyilik ile karşılaşınca da onu bencilce [sahiplenip başka insanlardan] uzak tutar.
22 Ancak namazda bilinçli olarak Allah'a yönelenler9 böyle değildir, 23 [ve] namazlarında devamlı ve kararlı olanlar;
24 ve şunlar: malları üzerinde (başkasının) hak sahibi olduğunu kabul edenler, 25 [yardım] isteyenlerin ve [hayatın güzel şeylerinden] yoksun bulunanların;10
26 ve Hesap Günü'nü[n geleceğini] tasdik edenler;
27 ve Rablerinin azabına karşı korku ve saygı içinde bulunanlar, 28 zaten Rabbinin azabına karşı hiç kimse kendini [tam] bir güven içinde hissedemez;11
29 Ve iffetlerine karşı duyarlı olanlar,12 30 eşleri; yani [nikah yoluyla] meşru şekilde sahip oldukları dışında13 [isteklerini frenleyenler:] çünkü ancak o zaman hiçbir kınamaya uğramazlar, 31 ama o [sınır]ın ötesine geçmek isteyenler, gerçek haddi aşanlardır;
32 emanetlere ve ahidlerine riayet edenler;
33 ve şahitlik yaptıkları zaman kararlı duranlar;
34 ve namazlarını [bütün dünyevî endişelerden] uzak tutanlar.
35 İşte bunlardır [cennet] bahçeler[in]de ağırlanacak olanlar!
36 O HALDE bu hakikati inkara şartlanmış olanlara ne oluyor ki senin önünde şaşkın vaziyette oraya buraya koşturuyorlar, 37 sağdan ve soldan kalabalıklar halinde [sana gelerek]?14
38 Onların her biri [bu şekilde] bir esenlik bahçesine gireceğini mi sanıyor?15
39 Asla! Çünkü, Biz onları [çok iyi] bildikleri bir şeyden16 yarattık!
40 Evet! Bütün gündoğumu ve günbatımı noktalarının17 Rabbini [Bizim varlığımıza] tanıklık etmeye çağırırım: şüphesiz Biz muktediriz, 41 onları kendilerinden daha hayırlı [bir toplum] ile değiştirmeye: çünkü Bizi [istediğimizi yapmaktan] alıkoyan hiçbir şey yoktur.18
42 O halde, bırak onları, kendilerine vaad edilen [Hesap] Günü ile karşılaşıncaya kadar boş konuşmalarla oyalansınlar ve [kelimelerle] oynayıp dursunlar;19 43 ki o Gün bir hedefe doğru yarışıyorlarmış gibi mezarlarından aceleyle fırlarlar, 44 gözleri düşmüş, zillete dûçâr bir vaziyette: işte onlara defalarca haber verilen Gün...20
DİPNOTLAR
1 Lafzen, “Bir soruşturucu soruşturdu” yahut “soruşturabilirdi”.
2 “Hakikati inkar edenler”in -ve dolayısıyla, bu kasıtlı inkarın sonucu olarak kötülük işleyenlerin- birçoğunun bu dünyada refah içinde bulunduğu gerçeği karşısında, şüpheci biri, bu durumun değişip değişmeyeceğini yahut ne zaman değişeceğini ve değerlerin ilahî adalete göre tanzim edilip edilmeyeceğini sorabilir. “Değişip değişmeyeceği”nin cevabı 2. ayetin ikinci yarısında, “ne zaman” değişeceği de, vecîz şekilde 4. ayetin sonunda verilmiştir.
3 Lafzen, “[Birçok] yükselmelerin sahibi”: insanı Allah'ın varlığını kavramaya ve böylece O'nunla ruhsal “yakınlık” kurmaya “yükselten” birçok yolun olduğuna işaret eden mecazî bir ifade -bu sebeple, kendisini Allah'a götüren yollardan uzaklaştırmanın insanın kendi elinde olduğuna işaret (karş. 76:3).
4 Rûh'u “ilham” olarak çevirmem konusunda bkz. sure 16, not 2. Meleklerin ve ilhamın “yükseliş”i, sık sık tekrarlanan “her şey [kaynağı olan] Allah'a döner” ifadesi ile aynı bağlamda anlaşılmalıdır (Râzî).
5 “Zaman” kavramının, zamansız ve sonsuz olan Allah ile ilişkili olarak kullanılması anlamsızdır: karş. 22:47'nin son cümlesi ile ilgili not 63 -“Rabbinizin ölçüsüyle bir gün, sizin hesabınızla bir yıl gibidir”: başka bir deyimle, bir gün, bir çağ, bin yıl, yahut elli bin yıl, O'nun için aynıdır; çünkü (bu ölçüler,) yalnızca yaratılmış dünyada açık bir gerçekliğe sahiptirler ve Yaratıcı ile hiçbir ilgileri yoktur. Keza öteki dünyada zaman, insan için anlamını yitirmiş olacağından, zalimlerin “ne zaman” azaba uğrayacaklarını ve dürüst ve erdemlilerin ne zaman ödüllerini alacaklarını sormanın hiçbir anlamı yoktur.
6 Lafzen, “onlar”.
7 Lafzen, “insan tatminsiz (halû‘an) yaratılmıştır” -yani insan, kendini aynı derecede hem verimli başarılara hem de kronik memnuniyetsizlik ve hayal kırıklıklarına sürükleyen bir iç tatminsizlik ile donatılmıştır. Başka bir deyişle, bu donanımın pozitif yahut negatif bir karakter göstereceğini belirleyen, insanın bu Allah-vergisi donanımı kullanma tarzıdır. Bundan sonra gelen iki ayet (20 ve 21) ikinci duruma işaret ederlerken, 22-25. ayetler, yalnızca gerçek ruhî ve ahlakî bilincin o fıtrî tatminsizliği pozitif bir güce dönüştüreceğini ve böylece iç huzuruna ve kalıcı hoşnutluğa yol açacağını gösterir.
8 Cezû‘ isim-fiili, -ceze‘a fiilinden türetilmiştir- hem “sabırsızlık”, hem de “kendi şanssızlığına yakınma” kavramlarını birleştirir ve bu nedenle de sabr'ın karşıtı olarak görülür (Cevherî).
9 Bunun musallîn (lafzen, “namaz kılanlar”) deyiminin karşılığı olduğuna inanıyorum. Çünkü bu deyim, sadece namazın şeklî tarafını değil, daha çok, sonraki ayetin gösterdiği gibi, onun gerisindeki zihnî durumu ve ruhî ihtiyacı anlatır. Bu anlamda, 19. ayetteki “insan tatminsiz bir tabiata sahiptir” ifadesi ile bağlantılıdır; ki bu tatminsizlik, doğru şekilde kullanıldığında, insanı, hem bilinçli ruhî gelişmeye, hem de bütün bencillik ve düşkünlüklerden uzaklaşmaya iter.
10 Zımnen, “ama yardım dilenmeyen yahut dilenemeyenler”; bkz. 12. notta zikredilen 51:19'daki benzer bir ifade ile ilgili Râzî'nin açıklamaları.
11 Mürâîce bir böbürlenmeye karşı yapılan bu uyarı, ne kadar “iyi” olursa olsun, bir kimsenin her zaman ahlakî bir hata yapmasının (mesela, bir arkadaşını incitmesi) ve sonra bu günahını unutmasının her zaman mümkün olduğunu gösterir. Bu uyarı, dolaylı olarak, kişinin bütün eylemlerinde bilinçli olmayı elden bırakmamaya bir çağrıdır -çünkü, “kötülük ayartısı (fitne), yalnızca hakikati inkar edenlere musallat olmaz” (8:25), ama aynı zamanda dürüst ve erdemlilere de musallat olabilir.
12 Lafzen, “mahrem yerlerini koruyanlar”.
13 Bkz. 23:5-7'deki aynı ifadeli pasaj ve 3 nolu dipnot. O notta, ev mâ meleket eymânuhum ifadesini neden “yahut [evlilik yoluyla] meşru olarak sahip oldukları” şeklinde çevirdiğimi açıklamıştım. Bu yorum konusunda ayrıca bkz. Râzî'nin 4:24 ile ilgili açıklamaları ve sözkonusu ayet ile ilgili olarak Taberî'nin İbni ‘Abbâs ve Mücâhid'den naklen yaptığı alternatif çevirilerden biri.
14 Bu, yine 19. ayetteki “insan tatminsiz bir tabiata sahiptir” ifadesi ile bağlantılıdır (bkz. yukarıdaki not 7). Allah'ın varlığı hakikatini görmek istemeyen ve bu sebeple dünya görüşlerini üstüne oturtacakları sağlam bir temelden yoksun bulunan insanlar, aynı zamanda belli bireysel ve sosyal değer ölçülerinden de uzak olurlar. Bu nedenle, ne zaman pozitif bir iman çağrısı ile karşılaşırlarsa ruhî bir şaşkınlık içinde “oraya buraya koşuştururlar” ve kendilerini entellektüel olarak haklı çıkarmak için, her tarafa çekilebilir çelişkili kanıtlarla sözkonusu iman çağrısını çürütmeye çalışırlar -“sağdan ve soldan sana gelerek” istiâresinde dile getirilen tavır, bu tavırdır; ve onlar bütün güçlerini yüzeysel bir “çoğunluk iradesi” ile uyumlu olmaktan aldıkları için bunu yalnızca “kalabalıklar halinde” yapabilirler.
15 Yani, “başka birinin inancını ‘çürütmek’ suretiyle iç huzuru ve tatmini sağlayacaklarını mı sanırlar?”
16 Yani, “toz-toprak”tan -yerin, altında ve üstünde bulunan aynı temel organik ve inorganik maddelerden: bundan çıkarılacak sonuç, yalnızca ruhî bilincin ve tavrın insanı maddî varlık kalıplarının üstüne çıkarabileceği ve ona burada mecazen “esenlik bahçesi” olarak tanımlanan iç tatmini sağlama gücü verebileceğidir.
17 Yani, güneş yılı süresince güneşin “doğduğu” ve “battığı” noktaların bütün hareketlerinin: böylece, Allah'ın evrendeki bütün yörünge hareketlerinin Nihaî Sebebi (the Ultimate Cause) ve dolayısıyla evrenin yaratıcısı olduğu gerçeği vurgulanmaktadır (karş. 37:5 ve 55:17).
18 Bunun anlamı şudur: Bu dünyada “hakikati inkar edenler”i müminler ile yer değiştirtmek Allah'ın iradesi değildir; çünkü böyle bir “değiştirme”, inancın her zaman inançsızlık ile sınanmasına veya tersinin yapılmasına imkan veren Allah'ın insan varlığını çok-biçimli olarak yaratması gerçeği ile çatışır.
19 Yani, “yaratılmamış” saydıkları bir dünya ve “kendi kendine oluştuğu”nu farzettikleri bir hayat üzerine felsefe yapsınlar; ayrıca, ölümden sonraki hayat ile Allah'ın varlığı hakkındaki desteksiz kaba “inkarcılık”larını sürdürsünler .
20 “Defalarca” kavramı -yani, peygamberlere inen vahiylerin çağlar boyunca ardarda gelmesi- genellikle tekrar ve/veya süreklilik içeren kânû yardımcı fiilinden çıkmaktadır.