25 Temmuz 2007 Çarşamba

İNFİTAR SÜRESİ(MEVDUDİ)

Adı: Surenin adı birinci ayette geçen İnfitar kelimesinden alınmıştır. İnfitar kelimesinin masdarı "yarılmak" anlamına gelir. Bu surede göğün yarılmasından sözedildiğinden dolayı sureye bu isim verilmiştir.

Nüzûl zaman: Bu sure ile Tekvir Suresi'nin konusu hemen hemen aynıdır. Bundan öyle anlaşılıyor ki, bu iki sure de aynı zamanlarda nâzil olmuştur.

Konu: Bu surede ahiret konusu işlenmiştir. Müsned-i Ahmet, Tirmizi, İbni Münzir, Tabarânî, Hakim ve İbn Merdûye'de, Abdullah İbni Ömer (r.a) Rasulullah'tan (s.a) şöyle bir hadis rivayet etmiştir. "Şayet bir kimse Kıyamet gününün manzarasını kendi gözüyle görmek isterse, Tekvir, İnfitar ve İnşikak surelerini okusun."

Surede ilk önce Kıyamet gününün tablosu çizilmiş ve şöyle buyurulmuştur: O gün kim dünyada ne amel işlemişse, onu orada bizzat kendi gözüyle görecektir. Daha sonra insanoğlunun duygularını harekete geçirmek için, 'Allah sizlere mükemmel bir beden bağışlamış ve sizlere lutfederek en mükemmel âzâları vermiş ve diğer mahlûkattan sizleri daha üstün yaratmıştır!' denilmektedir. Yani sizler Hâlık olan Allah'ın (c.c.) Adil olmadığını mı zannediyorsunuz? Allah'ın (c.c.) Kerim olmasının anlamı, sizlerin her istediğinizi yapmanıza gözyumar demek değildir. Bundan sonra insanlar, 'sakın böyle bir yanlışlığa düşmeyin. Sizlerin amelleri defterlere tek tek yazılıyor ve itimad edilir katipler, sizlerin her davranışınızı kaydediyorlar' denilerek uyarılıyorlar. Bu uyarılara son verdikten sonra, Allah Teâlâ çok keskin ve şiddetli bir ifadeyle şöyle buyuruyor: Muhakkak ceza ve mükâfat günü gelecektir ve salih insanlara cennetin nimetleri verilirken, facir kimseler de cehennem azabına atılacaklardır. İşte o gün, hiç kimse bir başkasına yardım edemiyecektir ve artık emir Allah'ındır.

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1 Gök, çatlayıp-yarıldığı zaman,

2 Yıldızlar, dağılıp-yayıldığı zaman,

3 Denizler, fışkırtılıp-taşırıldığı1 zaman,

4 Ve kabirlerin içi 'deşilip dışa atıldığı' zaman;2

5 (Artık her) Nefis, önceden takdim ettiklerini ve ertelediklerini bilip-öğrenmiştir.3

6 Ey insan, 'üstün kerem sahibi' olan Rabbine karşı seni aldatıp-yanıltan nedir?

7 Ki O, seni yarattı, 'sana bir düzen içinde biçim verdi' ve seni itidal üzere kıldı.

8 Dilediği bir surette seni tertib etti.4

9 Asla, Hayır;5 siz dini yalanlıyorsunuz;6

10 Oysa gerçekten sizin üzerinizde koruyucular var,

11 'Şerefli-üstün' yazıcılar.

12 Her yapmakta olduğunuzu bilirler.7

13 Hiç şüphesiz ebrar olanlar, elbette nimetler(le donatılmış cennetler) içindedirler.

14 Ve hiç şüphesiz facir (kötü) olanlar da, elbette çılgınca yanan ateşin içindedirler.

15 Onlar, din günü oraya yollanırlar.

16 Ve kendileri ondan ayrılıp-kaybolacaklar değildirler.

17 Din gününü sana bildiren şey nedir?

18 Ve yine din gününü sana bildiren şey nedir?

19 Hiç bir nefsin bir başka nefse herhangi bir şeye güç yetiremeyeceği gündür;8 o gün emir yalnızca Allah'ındır.

AÇIKLAMA

1. Tekvir suresinde "denizler ateşle tutuşturulduğu zaman" diye buyurulmuştu. Burada ise, "denizler ayrıldığı zaman" diye buyuruluyor. Bu iki ayet ile birlikte Kıyamet gününde büyük bir zelzelenin dünyayı kapladığını düşünürsek, arz çatladığında, arzın altındaki sıcak lâv'a su ulaştığı zaman, suyu meydana getiren oksijen ve hidrojen gazları ayrılabilir. Oksijenin ateşi körükleyici ve hidrojenin de patlayıcı bir özellik taşımaları dolayısıyla, ateş haline dönüşüp zincirleme olarak dünyadaki tüm denizler tutuşabilir. Ben böyle anlıyorum, doğrusunuAllah (c.c.) bilir.

2. İlk üç ayette kıyametin ilk safhası açıklanırken, bu ayette ikinci safha açıklanmaktadır. Yani kabirler açılacak ve insanlar diriltileceklerdir.

3. "Ne yapıp öne sürdüğü ve ne yapmayıp geriye bıraktığı" (ma kaddemet ve ahharet) ifadesi birkaç anlama gelebilir. Bu anlamlar şunlardır:

a) İnsanın yaptığı işler (makaddemet), yapmadığı işler ise, (ahharet) demektir.

b) İnsanın önceden yaptığı işler ve daha sonra yapacağı işler demektir. Yani insanın yaptıkları kronolojik olarak kaydedilmektedir ve insanın gözü önüne serilecektir.

c) İnsan bu dünyada iyi ya da kötü ne yapmışsa ve onun yaptıklarının insana ve topluma tesirleri demektir.

4. Birincisi, seni yaratan Allah'ın lütuf ve keremine karşılık, senin O'na şükretmen gerekirdi. Sen Allah'a bilhassa itaat ve şükr etmen gerekirken, O'na isyan ediyor ve dünyada ne elde ettiysen onu kendi gayretinin bir sonucu zannediyorsun.

İkincisi, bu Rabbinin öyle bir lütfudur ki, dünyada yaptığın kötülüklerden dolayı sana hemen ceza vermemektedir. İşlediğin bir günahtan ötürü seni hemen felce uğratmaz, gözlerini kör etmez ve gözlerinde hemen şimşekler çakmaz. Fakat sen, Rabbinin bu lütuf ve rahmetini, 'Allah adaleti tesis etmekten acizdir' şeklinde yorumlarsın.

5. Yani böyle bir yanılgıya düşmenin makul hiçbir sebebi yoktur. İnsan bizzat kendisinin dünyaya gelişini düşünsün. Sizler bu dünyaya kendi kendinize gelmediniz ve sizi anne-babanız da yaratmadı. Sizlerin doğabilmesi için birkaç unsurun biraraya gelmiş olması gerekir ve yaratılışınız bir raslantı da değildir. Tam aksineAllah (c.c.) sizleri makul bir sebeple yaratmıştır. Yeryüzünde bir çok hayvan görüyorsunuz. İşte Allah Teâlâ, sizleri onlardan daha mükemmel yarattı ve onların üstünde bir şeref ve fazilet bağışlayarak, sizleri mümtaz varlıklar kıldı. Bu nimetlere karşılık sizler aklınızı kullanmalı ve Allah'ın bu ihsanını idrak ederek şükür ve itaatte bulunmalıydınız. Ayrıca Rabbinize isyan da etmemeliydiniz. Şunu iyice bilmelisiniz ki, Allah Teâlâ Rahim ve Kerim olmakla birlikte, Cebbar ve Kahhar'dır da. O Allah (c.c.) ki, zelzele, fırtına, tufan ve sel gönderdiği anda, tüm önlemleriniz boşa çıkar ve onların hiçbir etkisi olmaz. Yine iyice bilmelisiniz ki, sizleri yaratan Allah, sizlere akıl da vermiştir. Dolayısıyla Hikmet sahibi Allah'ın sizlere hesap sorması da pek tabiidir. Tıpkı bir kimseye yetki verildiğinde, ona bu yetkisini nasıl kullandığının sorulması gibi, insana iyilik ve kötülük yapabilme kudreti verildiğinden ötürü, ona ceza ya da mükâfat vermek de pek tabiidir. Tüm bu deliller ortada iken, Allah Teâlâ'nın sizleri hesaba çekeceği konusunda hâlâ tereddüte düşmeniz için hiçbir makul sebep yoktur. Örneğin iktidar sahibiyken, emriniz altında çalışan bir memur hoşgörünüzü istismar etmiş olsa onu aşağılık olmakla suçlarsınız. Bundan dolayı bizzat vicdanınız bile, Allah'ın bunca lütfu karşısında isyankârlık, itaatsizlik yapmanın ve buna rağmen hiçbir karşılık ya da ceza görmemenin saçma olduğunu kabul eder.

6. Yani bu dünya hayatından sonra bir ceza veya mükâfaatın olmayacağı şeklindeki bu zannınız ahmaklıktır ve hiçbir makul delile dayanmamaktadır. Bu yanlış ve asılsız düşünce sizleri Allah'tan gafil bırakmakta ve O'nun cezasından korkmadığınız için, dünyada ahlâken sorumsuz bir şekilde yaşamanıza neden olmaktadır.

7. Yani ister kabul edin, ister inkâr edin, hakikat değişmez. Ancak Allah (c.c) sizleri tamamen kendi başınıza buyruk da bırakmış değildir. Her insan üzerinde gözetleyiciler tayin edilmiştir. Ve onlar da iyi ya da kötü ne yapıyorsanız herşeyi kaydetmektedirler. Onlardan asla kaçamaz ve gizlenemezsiniz.

İster karanlıkta olun, ister ormanlıkta, çölde veya tenha bir yerde bulunun her yerde ve her zaman yanınızdadırlar. İnsanoğlu ne kadar gizli bir iş yaparsa yapsın, onlardan saklayamaz. Allah Teâlâ bu gözetleyiciler için Kiramen Katibin, yani 'şerefli yazıcılar' demiştir. Bunlar kimseye kin ve nefret duymazlar ve tamamen tarafsız bir şekilde insanların defterlerini tutarlar. Görevleri esnasında uydurma şeyler yazmazlar. Rüşvet almazlar ki, rüşvet alarak bir kimsenin lehine birşey yazsınlar. Onlar bu gibi ahlâkî zaaflardan beridirler. İyi işler yapan kimseler için de, kötü işler yapan kimseler için de eksik ya da fazla hiçbir şey yazmazlar. Ayrıca bu meleklerin diğer bir özellikleri de onların herşeyi bilebilecek bir kapasitede olmalarıdır. Dünyadaki istihbarat ajanları gibi değillerdir ki bazı şeyleri onlardan saklamak mümkün olsun. Onlar sizlerin gizli ya da açık her yaptığınızı bilirler. Çünkü sürekli yanınızdadırlar ve sizler farkında bile olmazsınız. Onlar sizlerin hangi niyetle bir iş yaptığınızı dahi bilir. Bundan dolayı onların tuttukları defter, mükemmel bir şekilde yazılmıştır. Bu husus Kehf-49'da şöyle anlatılır: "Kitap ortaya konulmuştur. Suçluların onun içindekilerden korkarak: "Vah bize, bu kitap da ne oluyor, ne küçük ne de büyük hiçbir şey bırakmıyor, herşeyi sayıp döküyor!" dediklerini görürsün. Yaptıklarını hazır bulmuşlardır. Rabbin kimseye zulmetmez."

8. Yani hiç kimsenin verilen bir cezadan, bir başkasını kurtarmaya gücü yoktur. O gün Allah'ın adaletini icra ettiği bir sırada, kimsenin böyle bir cesareti olmayacak ve "Filan şahıs benim dostumdur, benim müridimdir. Dünyadaki günahlarından dolayı ceza görmesin" diyemeyecektir.

İNFİTAR SÜRESİ(Seyyid KUTUB)

1- Gök yarıldığı zaman.

2- Yıldızlar saçıldığı zaman.

3- Denizler patladığı zaman.

4- Kabirlerin içi dışına çıktığı zaman.

5- Herkes neyi öne, neyi geriye aldığını öğrenir.

Geçen surede yüce Allah'ın kudret eli ile değiştirmeye kalktığı ve onu köklü bir değişim sarsıntısı ile sarstığı ve bu koca evrende hiçbir şeyin kendi hali üzerinde kalmasına imkan bırakmadığı, kainatın bu manzarasının insanın duyguları üzerinde meydana getirdiği etkiden söz etmiştik ve demiştik ki; bu mesaj, gönüllerin bu varlık dünyasında dayandıkları her şeyden kurtulup arınmaları ve bu varlıkları yaratan, her varlığım yok olmasından sonra baki kalacak olan Allah'a yönelmelerine ilişkin bir mesajdır. Değişmeyen ve yok olmayan, sabit ve sürekli olan tek gerçeğe yönelmelidir ki bu değişim, çalkantı, sarsıntı ve yıkılış karşısında kalpler bu tek gerçeğe dayanarak huzur ve güven içinde kalabilsin! İnsanın sabit, değişmez, sağlam ve ebedilik imajı veren bir şekilde düzenlenen Alışılmış tüm şeylerin yıkıldığı sırada bu kalb yıkılmaz. Çünkü sonsuzluk sadece yaratıcı Allah'a mahsustur.

Değişimin görünümlerinden biri olarak burada göğün parçalanması yani yarılması verilmektedir. Nitekim başka surelerde de göklerin yarılmasından söz edilmiştir. Rahman suresinde deniliyor ki: "Gök yarılıp, gül kızardığı, yağ gibi eridiği zaman." (Rahman 37) Hakka suresinde deniyor ki: "Gök yarıldı. O gün onun hiçbir düzeni kalma." (Hakka 16) İnşikak suresinde ise şöyle deniyor. "Gök yarıldığı zaman." (İnşikak 1) Demek ki göğün yarılışı bu zorlu günün temel gerçeklerinden biridir. Göğün yarılmasından amacın kesin bir şekilde belirlenmesi hayli zordur. Bu yarılmanın şeklini düşünmekte o kadar zordur. Bu konuda duygularımıza yerleştirilen şudur ki göz ile görülen bu evrenin şekli, çetin bir şekilde değişecek, Alışılan bu düzenin sona ereceği, bağlarının çözüleceği, bu ince hesaplı düzen içindeki tüm dengesinin bozulacağı sahnesidir.

Bu sahnenin oluşturulmasında dağılan yıldızlardan söz edilmesi de katkıda bulunmaktadır. Çünkü bunlar kendi burçlarında korkunç ve dehşet verici hızla akıp gitmekte fakat onlar yörüngeleri içinde birbirine bağlı bulunmaktadır. Sınırlarını aşmamaktadır. Kimsenin haddini, hesabını ve sonunu bilemediği uzay boşluğunda rastgele yuvarlanıp gitmemektedir. Eceli geldiği gün başına geleceği gibi eğer dağılsalar ve onları birbirine bağlayan ve koruyan, görülmeyen sağlam bağlarından boşalsalar uzay boşluğunda gidip yok olacaklardı. Tıpkı bağlarından kurtulan atom zerrecikleri gibi.

Denizlerin patlaması, onların dolmaları, nehirlerin yataklarına doğru akın etmeleri ve karaların tümünü kaplamaları anlamına gelebilir. Suyun hidrojen ve oksijene ayrılması şeklinde de olabilir. Bu durumda denizin suları iki gaza dönüşür. Birleşmelerinden ve denizleri oluşturmadan önceki hallerine dönerler. Aynı şekilde bu iki gazın atomlarının parçalanması şeklinde de gerçekleşebilir. Tıpkı bugünkü atom ve hidrojen bombalarında atomların parçalandığı gibi. Bu durumda patlama müthiş büyüklükte ve dehşet verici bir şekilde gerçekleşmiş olur. Bu patlamanın yanında insanları korkutan bugünkü bombalar, onun yanında basit çocuk oyuncağı gibi kalır. Veya insanların şu ana kadar görmediği, bilmediği başka bir şekilde gerçekleşebilir. Bu gerçekten hiçbir durumda insanın duygu sisteminin Alışmadığı büyük kaygılara yol açmaktadır.

Kabirlerin açılması, içindekilerini dışa vurması ise ya burada sözü edilen büyük olayların sebebi ile meydana gelecek, ya da kendi başına o uzun günde, pek çok olaya ve tabloya sahne olan günde meydana gelecek bir olaydır. Bu günde Yüce Allah'ın tıpkı ilk yarattığı gibi tekrar yarattığı cesetler kabirlerden çıkacak ve sorguya çekilecek, mükafatını veya cezasını görecektir.

Bu sahnelerin ve olayların sergilenmesinden sonra "Herkes neyi öne neyi geriye aldığını öğrenir" ayetinin gelmesi de bunu pekiştirmekte ve onunla uyum içine girmektedir. Ayetin anlamı herkes ilk yaptığını ve son yaptığını bilecektir demektir. Veya dünyada yaptıkları ile ardından bıraktıklarının tesirleri görülecektir. Yahut yalnız dünyada yararlandıkları ile dünyadan sonraki ahirete hazırladıklarını öğrenecektir.

Hangisi olursa olsun herkes bu büyük korkularla birlikte kendi yaptıklarını öğrenecektir. Bütün bu olayların ve tabloların kendisini korkuttuğu gibi kendi yaptıklarını öğrenmesi de onu o derece korkutacaktır.

Kur'an'ın eşsiz ifadesi diyor ki; "Kişi öğrenir." ifade anlam yönünden herkes öğrenir demektir. Fakat bu ayetteki ifade daha etkili ve daha vurguludur. Öte yandan iş onun ilk yaptığı ile en son yaptığına varıncaya kadar herşeyi öğrenmesi ile bitmiyor. Bu öğrenmenin devrilen evrenin sahnelerindeki korkuyu ve dehşeti andıran zorlu bir etkisi de bulunmaktadır. Kur'an ifadesi bunu açıkça söz konusu etmemekle beraber bu havayı vermektedir. Böylece ifade daha etkili ve daha vurgulu bir şekle dönüşmektedir.

İnsanların duyu organlarını, hislerini, akıllarını ve vicdanlarını uyaran, harekete geçiren bu girişten sonra insanın bugünkü durumuna, pratiğine yönelmektedir. Birde bakıyorsunuz ki insan aldırmaz, vurdumduymaz ve düşünmez bir haldedir. Burada insanın kalbine hoş bir sitem içeren bir dokunuş ile dokunmak-tadır. Ayrıca burada gizli bir tehdit te yer almaktadır. Ayrıca Allah'ın ilk nimeti yani insanı böyle düzgün bir şekilde yaratması da hatırlatılmaktadır. Halbuki Rabbi onu dilediği şekilde yaratabilirdi. Fakat O insanı böyle düzgün, dengeli ve güzel bir şekilde yaratmayı tercih etmiştir. Buna rağmen insan bu nimeti takdir etmemekte ve Rabbine şükretmemektedir.

"Ey insan seni engin kerem sahibi Rabbine karşı aldatan nedir? O, seni yaratan belini doğrultan seni dengeli kılan, dilediği biçimde sana şekil veren Rabbine." "Ey insan" diye başlayan bu hitap insanın bünyesindeki en değerli özelliğine seslenmektedir. Bu onu diğer canlılardan ayıran, en yüce makama çıkaran Allah'ın ikramına ve bol keremine vesile olan "insanlığıdır."

Onun hemen ardında şu tatlı güzel sitem yer Alıyor: "Seni engin kerem sahibi Rabbine karşı aldatan nedir?" Ey Rabbinin kendisine ikramda bulunduğu, koruduğu ve eğittiği insan. Ey insan; seni Rabbine karşı aldatıp O'nun hakkında kusur yapmana, emrini hafife almana ve O'na karşı edebsizlik yapmana yol açan nedir? Halbuki Rabbin engin kerem sahibidir. ikramın, bağışın ve iyiliğin kapılarını ardına kadar açmıştır. İşte onun bu bol ihsanından biri de seni diğer yaratıklardan ayıran insanlığını sana lütfetmesidir. Ona karşı neyin doğru, neyin yanlış olduğunu kavramamızı, düşünüp anlamamızı ve iyiyle kötüyü birbirinden ayırmamızı sağlayan bu insanlık özelliğidir.

Ardından derin anlamlı, etkili ve ifadenin tüm gizli işaretlerini içeren bu seslenişte özlü olarak anlatılan bu ilahi ikramı biraz açıklıyor. Ayetin başında insan olmasından dolayı kendisine çağrıda bulunulan, insana bahşedilen engin ilahi kerem biraz izah ediliyor. Bu izahta insanın yaratılışına, ayağa kalkışına ve dengede duruşuna dikkat çekiliyor. Halbuki Allah insanı dilediği şekilde kalıba dökebilirdi. Fakat O sırf engin kereminden lütuf ve ihsanından, feyz ve bağışından kaynaklanan tercihi ile insanı bu şekilde yaratmıştır. Her şeye rağmen bu insan Allah'ın nimetlerini takdir etmemekte, şükretmemektedir. Aldanmakta ve aldırmamaktadır.



6- Ey insan, seni engin kerem sahibi Rabbine, karşı aldatan nedir

7- O, seni yaratan, belini doğrultan ve seni dengeli kılan.

8- Dilediği biçimde sana şekil veren Rabbine.

Bu hitap insanın bünyesindeki bütün hücreleri harekete geçirmektedir. Yeter ki insan insanlığının bilincinde olsun. Kalbinin derinliklerine ulaşması için perdeleri ve kılıfları geçebilsin. İşte insanın engin kerem sahibi olan Rabbi onu bu güzel sitemle uyarmaktadır. Bu güzellikle ona hatırlatmaktadır. Fakat buna rağmen insan yanlış şeylere dalmaktadır. Kendisini yaratan, belini doğrultan ve dengede tutan Rabbine karşı edepsizlik yapmaktadır.

İnsanın bu kadar güzel, düzgün, dengeli, şekil ve görev açısından mükemmel biçimde yaratılması gerçekten uzun uzun düşünmeyi, çok çok şükretmeyi, son derece edepli terbiyeli davranmayı ve kendisine bu güzel yaratılışı lütfunun, ihsanın ve korumasının gereği olarak bahşeden engin kerem sahibi rabbine derinden sevgi beslemeyi gerektirir. Çünkü yüce Allah insanı dileseydi başka bir şekilde de yaratabilirdi. Fakat O herşeye rağmen insan için bu güzel, düzgün ve dengeli şekli seçmiştir.

Şüphesiz insan, yapısı gerçekten güzel ve düzgün, özü itibariyle dengeli bir yaratıktır. İnsanın bünyesindeki yaratmanın Hayret verici güzellikleri onun anlama kapasitesinin çok üstündedir. İnsanın etrafında gördüğü her şeyden daha Hayret vericidir.

Bu güzellik, düzgünlük ve denge insanın hem bedensel yapısında, hem akli yapısında hem de ruhsal yapısında gözlenebilmektedir. Ve bütün bunlar insanın bünyesinde şahane bir güzellik ve düzgünlük içinde dizilmiştir, uyum içine girmiştir.

İnsanın organik yapısının mükemmelliğini, inceliğini ve sağlamlığını ortaya koymak amacı ile yazılmış çaplı kitaplar vardır. Bu yaratığın bünyesindeki Hayret verici güzellikleri burada geniş biçimde verme imkanımız yoktur. Biz burada yalnız bazılarına değinmekle yetineceğiz.

İnsanın bedensel yapısını meydana getiren en genel sistemlerin her biri Hayret verici güzelliktedir. İnsanların karşılarında durup dehşete kapıldığı insan yapısı ile sanat ve sanayi güzelliklerinin bütün Hayret verici ürünleri asla karşılaştırılamaz. Bunlar: İskelet sistemi, kas sistemi, cild sistemi, sindirim sistemi, kan dolaşımı sistemi, solunum sistemi, üreme sistemi, bezler sistemi, sinir sistemi, boşaltım sistemi, tad alma sistemi, koklama, işitme ve görme sistemleridir. İnsanlar insan yapısı sanatlara yönelmekte fakat incelikleri, derinlikleri ve büyüklükleri her türlü takdirin üstünde olan bu sistemleri unutmaktadırlar! "İngilizce yayınlanan Bilimler Dergisinde deniyor ki: İnsan eli eşsiz, Hayret verici doğal güzelliklerin başında yer almaktadır. Sadeliği, gücü ve hızlı uyum sağlaması yönünden insan elinin işlevini görecek bir makinayı yapmak gerçekten çok zordur, hatta imkansızdır. Mesela bir kitap okumak istediğinde onu elinle rahatlıkla alıyorsun. Sonra onu okumaya en uygun biçimde indiriyorsun. İşte onu doğru biçimde ve otomatikmen yerleştiren bu eldir. Kitabın bir sayfasını çevirmek istediğinde parmaklarını yaprağın altına koyuyor ve üzerine basıyor. Hem de kağıdı çevirerek derecenin ne altında ne de üstünde bir biçimde. Sonra yaprağın çevrilmesiyle baskıya son veriyor. Kalemi tutan ve onunla yazı yazanda eldir. İnsanın günlük hayatında kaşıktan bıçağa ve daktiloya varıncaya kadar tüm adet ve edevatı kullanan. Pencereleri açıp kapatan ve insanın her istediğini kaldırıp taşıyan da eldir. her iki el yirmiyedi kemikten ve onyedi kas sisteminden oluşmaktadır."

"İnsan kulağının (orta kulak) küçük bir kesimi yaklaşık dört bin kadar ince ve karmaşık kıvrımdan meydana gelen, şekil ve hacim bakımından Hayret verici bir düzene sahip bir kompleksten oluşmaktadır. Bu kıvrımların bir musiki aletini andırdığını söylemek mümkündür. Öyle anlaşılıyor ki bunlar gök gürültüsünden, ağaç hışırtısına kadar meydana gelen her sesi ve gürültüyü herhangi bir şekilde Alıp beyine aktaracak biçimde hazırlanmıştır. Ayrıca orkestradan veya kendi düzenli bütünlüğü içinde her müzik aletinin çıkardığı tüm sesleri birbirinden şahane biçimde ayarlayacak yapıdadır."

"Gözdeki görme duyusunun merkezi, ışığı karşılayan yüz otuz milyon sinir uçlarından meydana gelmiştir. Kirpiklerle beraber göz kapakları onu, gece gündüz korumaktadır. Göz kapağının hareketi refleks halindedir ve gözü topraktan,mikroplardan ve yabancı maddelerden korumaktadır. Kirpikler meydana getirdikleri gölge ile güneş ışınlarının keskinliğini kırmaktadırlar. Göz kapaklarının hareketi, bu korumanın yanında gözün kurumasını da engellemektedir. Gözü kuşatan ve gözyaşı adı verilen salgıya gelince bu göz için en güçlü en etkili temizleyicidir."

"İnsandaki tat alma cihazı dildir. Dilin bu eylemi içinde epitelyum hücreleri bulunan tat alma, hücrelerinin dilin üzerinde oluşturduğu kaygan dokularla gerçekleşir. Bu dokuların değişik şekilleri vardır. Bunların bir kısmı ipliksi, bir kısmı mantarsı, bir kısmı ise mercimeksidir. Bu dokular, tad alma sinirlerini ve dilin damarlarını beslemektedir. Yeme esnasında tat alma sinirleri etkilenmektedir ve bu etkiyi beyne iletmektedir. Bu cihaz ağzın girişindedir. Böylece insanın zararlı olduğunu hissettiği bir şeyi hemen dışarı atması mümkün olmaktadır. İnsan bu cihazla acı ve tatlıyı, soğuk ve sıcağı, tuzlu ve tuzsuzu, zehirli ve benzeri şeyleri hissetmektedir. Dil, küçük, ince tad alma hücrelerinden dokuz binini ihtiva etmektedir ve bu hücrelerin herbiri birkaç sinirle beyine bağlıdır. Buna göre sinirlerin sayısı kaçtır, hacimleri nedir, tek olarak nasıl çalışırlar, beyinde duyuyu nasıl toplayıp oluştururlar, bilmiyoruz."

Vücudun her tarafını bütünüyle kuşatan sinir sistemi, vücudun her tarafından geçen ince ve kendisinden daha çok başkalarına bağlı olan ince, küçük duyarlılık hücrelerinden oluşmaktadır. Bunlarda, merkezi sinir sistemine bağlıdırlar. Vücudun herhangi bir tarafı etkilendiğinde isterse bu etkilenme insanı kuşatan havanın sıcaklığında ufak bir değişme olsun bu durumda sinir hücreleri bu duyguyu vücuda yayılmış olan merkezlere iletirler. Bunlar da duyuyu beyne iletirler. Böylece beynin gerekli tepkiyi göstermesi sağlanır. Sinirlerdeki işaretlerin ve uyarıların hızı saniyede yüz metreye ulaşır."

"Sinir sistemine baktığımızda onun bir kimya labaratuarındaki bir işlemi andırdığını görürüz. Yediğimiz yemeklere baktığımızda onların Hayret verici maddelere dönüştüğünü farkeder ve orada meydana gelen işlemin gerçekten Hayret verici olduğunu kesin anlarız. Çünkü burada midenin kendisi dışında hemen hemen herşey yenir.

Önce bu kimya lâboratuarına bir kaç çeşit basit yiyecek maddelerini koyalım ve bu konuda lâboratuarın kendisine ait düzenini hiç göz önünde bulundurmayalım. Sindirme kimyasının onları nasıl ayrıştırdığını düşünmeyelim. Biz birkaç et parçası, fasulye buğday ve kızartılmış balık yiyoruz. Sonra da bir miktar su içiyoruz.

Mide bu karışımın arasındaki yararlı maddeleri seçip almaktadır. Yemeğin her çeşidini ezmekte ve onları kimyasal bölümlerine ayırmaktadır. Geri kalanını yeni proteinlere dönüştürmektedir. Bunlar değişik hücrelerde gıdalar haline gelmektedir. Sindirim sistemi bu sırada kalsiyum, kükürt, iyot, demir ve diğer bütün zaruri maddeleri seçmektedir. Ve bu sırada öz maddelerin zayi olmamasına özen göstermekte, hormonların üretilmesine imkan sağlamakta ve hayat için gerekli olan tüm ihtiyaçların düzenli ölçüler içinde ve her zaruri ihtiyacın hazır hale gelmesine dikkat etmektedir. Açlık gibi herhangi bir geçici durumu karşılamak amacı ile yağ ve diğer ihtiyati maddeleri depo etmektedir. Bütün bunları insan düşüncesinden ve onun yorumundan habersiz yapar. Biz sayılamayacak derecede çok olan bu maddeleri bu kimyasal lâboratuara döküyoruz ve yaklaşıl; olarak bütünü ile yaptığımız işlerden sarfınazar ediyor gerisine karışmıyoruz. Böylece hayatımızın devamı için gereken otomatik bir işlem saydığımız bu faaliyete sırtımızı dayamış oluyoruz. Bu yiyecekler sindirilip ve yeniden hazırlanıp sürekli olarak milyonlarca hücreye dağıtılır. Bu hücrelerin sayısı yeryüzündeki bütün insanların sayısından fazladır. Her hücreye ulaştırılması gereken bu kesin maddelerin sürekli ve tek tek her hücreye ulaştırılması gerekmektedir. Ve bu belli düzenin ihtiyaç duyduğu maddelerin dışında başka şeylerin ona götürülmemesi gerekir. Bu kesin maddelerinde kemik, tırnak, et, saç, göz ve diş yapacak olan her hücreye kendisine has besinlerin ulaştırılması gerekir.

Demek ki burada insan zekasının icat ettiği en mükemmel labaratuvarda daha çok maddelerin elde edildiği bir kimya lâboratuarı bulunmaktadır. Yine burada şu ana kadar dünyanın tanıdığı nakil ve dağıtım düzenlerinin çok ilerisinde bir dağıtım düzeni vardır. Burada herşey son derece düzenli bir şekilde gerçekleşmektedir."

İnsanın diğer bütün cihazları hakkında da çok şey söylenebilir. Fakat bu cihazlar açık seçik olmalarına rağmen herhangi bir şekilde hayvanların da sahip olduğu cihazlardır. İnsanın kendisine has özellikleri ise eşsiz olan akli ve ruhi özellikleridir. İşte bu surede özellikle üzerinde durulan konu budur. Şöyle ki "Ey insan" çağrısından sonra, "O, seni yaratan, belini doğrultan ve seni dengeli kılan" demektedir.

İşte bu mahiyetini bilmediğimiz, kavramadığımız özel akli kavrayış. Çünkü akıl anladığımız şeyleri anlamamızı sağlayan araçtır. Fakat akıl kendisini kavrayamaz. Nasıl kavradığını da idrak edemez.

Bütün bu algılanan imajların ince ve dakik bir şekilde dizilmiş olan sinir sistemi yolu ile beyne ulaştığını varsayıyoruz. Fakat bunlar nereye saklanmaktadır? Eğer bu beyin doğru bir bant şeridine benzetilse insan ortalama ömrü olan altmış senede onca tabloları, kelimeleri, olguları, duyguları yığınlarca malumatı kaydetmek için milyarlarca metre şeride ihtiyaç duyacaktı. Ancak bu durumda onları bir süre sonra hatırlayabilirdi. Nitekim insan bu olayları onlarca sene sonra, niye yıllar geçtikten sonra rahatlıkla hatırlayabilmektedir! Sonra akıl tek tek kelimelerden, tek tek olgulardan, tek tek olaylardan ve tek tek tablolardan bütün bir kültürü oluşturmak için nasıl onları bir bütünlük içine sokuyor. Sonra onları malumat yığınından sistemli bilgiye nasıl dönüştürüyor. Anlaşılabilecek şeylerden anlayışa, deneyimlerden kesin bilgiye nasıl ulaşıyor?

Bu, insanın en belirgin özelliklerinden biridir. Fakat bununla beraber bu özellik insanın en büyük özelliği değildir. En üstün ayırıcı vasfı olmadığı gibi. İnsanda Allah'ın ruhundan gelen, Hayret verici bir ateş parçası da vardır. Bu insanın kendine has olan ruhudur. Bu ruh insanı varlığın güzelliğine ve varlığı yaratanın güzelliğine götürür. Ve ona hiçbir sınırı olmayan mutlak varlık ile temasa geçişinden kaynaklanan güzel ve mutlu anlar bağışlar. Tabi ki bu, evrendeki güzelliğin kaynakları ile temasa geçtikten sonra gerçekleşebilir.

Bu, insanın mahiyetini anlayamadığı ruhtur. İnsan kavrayabileceği somut gerçekleri daha yeterince kavrayamadığı halde bunu nasıl kavrayabilir, nasıl tanıyabilir? İnsan bu ruh sayesinde yeryüzünde yaşadığı halde sevincin ve üstün saadetin kaynağına erişebilir. Bu ruh onu yüceler alemi ile temasa geçirir. Onu cennetlerdeki sonsuz hayata kendisi için belirlenen güzel hayata hazırlar. Bu mutlu dünyada ilahi güzelliğe bakmaya hazırlar.

İşte, bu ruh... Yüce Allah'ın insana en büyük hediyesidir, bağışıdır. İnsanı insan yapan da budur. Allah'ın adı ile kendisine hitab ettiği de budur. "Ey insan". Utandırıcı şekilde kendisini kınaması da bu özelliğinden kaynaklanmaktadır. "Engin kerem sahibi Rabbine karşı seni aldatan nedir?" İşte bu yüce Allah'tan insana doğrudan yöneltilmiş bir sitemdir. Çünkü yüce Allah ona seslenmekte, o ise kendisinin önünde günahkar, kusurlu ve gururlu bir şekilde durmaktadır. Allah'ın yüceliğini takdir etmemekte ve O'nun huzurunda edebini takınmamaktadır. Sonra Allah ona büyük,nimetini hatırlatmakta sonra da bu konudaki eksiklerini, edebsizliğini ve gururunu dile getirmektedir.

Bu gerçekten karşısında ezilinmesi gereken bir sitemdir. İnsan kendi gerçeğini, gerçek bilgi kaynağını ve Rabbinin huzurundaki gerçek konumunu düşündüğünde bu sitemin dehşetini kavrayacaktır. Rabbi ona bu şekilde seslenmekte ardından ona bu şekilde serzenişte bulunmaktadır:

"Ey insan! Seni engin kerem sahibi Rabbine karşı aldatan nedir? O, seni yaratan, belini doğrultan ve seni dengeli kılan, dilediği biçimde sana şekil veren Rabbine: '

Ardından bu gururun ve kusurların sebebi ortaya konuyor. Bu ise hesap gününü yalanlamaktır. Yüce Allah hesabın gerçek mahiyetini bildirmekte ve her işin karşılığının farklı olacağını, pekiştirici ve kesin bir biçimde ortaya koymaktadır.



9- Hayır! Aksine siz dini yalanlıyorsunuz.

10-Şüphesiz başınızda bekçiler vardır.

11- Şerefli katipler.

12- Yaptıklarınızı bilirler.

13- Şüphesiz iyiler cennettedirler.

14- Kötüler de cehennemdedirler.

15- Din günü oraya sürülürler.

16- Oradan bir daha çıkamazlar.

Ayet-i kerimelerin başındaki "kella" (Hayır) kavramı, onların içinde bulunduğu tutumu red ve çürütmektedir. Hatta o zamana kadar ki konuşmayı kestirip atmaktadır. Yeni bir söz türüne giriş yapmaktadır. Bu açıklama, bildirme ve pekiştirme üslubudur. Bu üslup; tasvir, hatırlatma ve sitemde bulunmaktan farklıdır.

Hayır! Aksine siz dini yalanlıyorsunuz."

Hesaba çekilmeyi, sorgulanmayı ve cezalandırılmayı inkar ediyorsunuz. İşte asıl gururunuzun ve görevlerinizdeki kusurunuzun temel nedeni budur. Bir kalb hesaba çekilmeyi ve cezalandırılmayı inkar ettiği halde hidayet, iyilik ve itaat yolunu dosdoğru takip edemez. Bazen kalbler arınıp yücelir, berraklaşır. Sırf sevdikleri için Rabblerine itaat edip ona kulluk ederler. Azabından korkarak değil, mükafatını umarak değil. Buna rağmen bu kalbler kıyamet gününe inanır ve onun endişesini gönüllerinde taşırlar. Onu görmek isterler. Sevdikleri ile karşılaşmayı, arzu ettikleri ve görmek istedikleri Rabblerinin huzuruna çıkmak arzusunda olurlar. İnsan bu günü bütünü ile yalanladığında ise artık hiçbir ahlak kuralı tanımaz. Bağlılık kabul etmez. Aydınlığa yanaşmaz. Artık onda kalb, canlılığını yitirmiştir. Vicdan hassasiyetini ve duyarlılığını kaybetmiştir.

Din gününü yalanlıyorsunuz. Halbuki adım adım ona yaklaşıyorsunuz. İşlediğiniz her şey orada aleyhinize kayda geçmektedir. Hiçbir şey zayi olmamakta ve hiçbir şey unutulmamaktadır. "Şüphesiz başınızda bekçiler vardır. Şerefli katipler. Yaptıklarınızı bilirler."

Bu kaydedenler insanın başına verilmiş olan ruhlardır. Meleklerden olan bu ruhlar insana eşlik etmekte ve onu gözetlemektedir. "Şüphesiz başınızda bekçiler vardır." Biz tüm bunların nasıl meydana geldiğini bilemiyoruz. Bunların nasıl meydana geldiğini öğrenmekle yükümlü de değiliz. Çünkü yüce Allah bunları öğrenmek için gereken yeteneğimiz olmadığını ve bunları öğrenmemizin bize bir yararı olmadığını bilmektedir. Çünkü bu konular bizim görevimiz ve varlık amacımız kapsamına girmemektedir. Dolayısı ile bizler bu gayb konusunda Allah'ın bize açıkladıklarının dışında öte bilgiler elde etmeye uğraşmak zorunlu değiliz. İnsanın kalbini başı boş bırakılmadığını hissetmesi yeterlidir. İnsanın kendi başına herşeyi kayda geçen, yaptığı herşeyi bilen onurlu katiplerin başına dikildiğini hissetmesi, ürpermesi, irkilmesi, uyanması ve edebini takınması için yeterlidir. Zaten asıl verilmek istenen de budur.

Surenin havası onur ve ikram havası olduğundan başımıza dikilen meleklerin "şerefli" melekler olduğu belirtilmektedir. Böylece gönüllerde utanma ve bu onurlu melekler huzurunda kendisine çeki düzen verme duygusu gönüllerde harekete geçirilmek istenmektedir. Çünkü insan, değerli insanların huzurunda söz, hareket ve iş olarak açık vermekten, yanlış yapmaktan haya eder ve çekinir. İnsan her an ve her durumda "onurlu" meleklerden bir grubun huzurunda olduğunu düşünüp hissettiğinde durumu nice olur. Dolayısıyla bu meleklerin, insanın güzel özellik ve işleri dışında başka şeylere şahit olmamaları gerekir.

Kur'an bu gerçeği, canlı ve insanın kolayca anlayabileceği bu düşünce ile insanın kalbinde duyguların en yücelerini harekete geçirmektedir.

Ardından hesaba çekildikten sonra iyilerin ve kötülerin varacakları son durağı dile getirmektedir. Tabii ki bu son durak değerli kâtibelerin kayıtları esas Alınarak belirlenecektir.

"Şüphesiz iyiler cennettedirler. Kötüler de cehennemdedirler. Din günü oraya sürülürler. Oradan bir daha çıkamazlar."

Bu kesin bir sondur. Belirlenmiş bir akıbettir. İyiler cennete gideceklerdir, kötüler cehenneme. İyiler sürekli iyi iş yapan, bunu Alışkanlık haline getiren ve vazgeçilmez sıfatı haline getiren kişilerdir. İyi işler, bütün hayırlı işleri kapsamına alır. Bu sıfat bütün çağrışımları ile kerem ve insanlıkta uyum sağlamaktadır.

Bunun karşısında olan "kötüler" sıfatı ile de uyum içine girmektedir. Bu da edepsizlik, günah ve isyanın her çeşidini içine almaktadır. Cehennem ise bu`kötülüklerin karşılığıdır. Sonra onların hallerini daha da açığa çıkarmaktadır. Din günü oraya sürüleceklerdir." Bu da onu bir daha pekiştirip sağlamlaştırmaktadır. "Oradan bir daha çıkamazlar." Başta kaçıp kurtulamazlar! Belli bir süreye kadar dahi olsa oraya girdikten sonra artık kurtulamazlar. Böylece iyiler ile kötüler cennet ile cehennem arasındaki karşılaştırma açıklanmaktadır. Cehenneme gireceklerin durumu daha açık ve daha kesin biçimde vurgulanmıştır!

Yalanlama konusu din günü olduğundan orada meydana gelecek olaylar ifade edildikten sonra tekrar ona dönülüyor. Böylece bu günün gerçek dehşetini ve büyüklüğünü ortaya koymak, onun gerçek mahiyetinin, korkunçluğunu bilinmezlikle ön plana çıkarıyor, o gün insanları kuşatacak olan sınırsız acizliğin yardım ve yardımlaşma konusundaki her türlü umudun kırılması dile getiriliyor. Ayrıca bu zor günün tek yetki mercinin Allah olduğunu vurgulanıyor.



17- Din gününün ne olduğunu bilir misin sen?

18- Hem din gününün ne olduğunu sen nereden bileceksin?

19- O gün kimsenin kimseye faydası olmaz. O gün yetki sadece Allah'ındır.

İnsanların bilgisizliğini ortaya koymak için soru sormak, Kur'an'ın ifade üslubunda kullandığı bilinen bir yöntemdir. Bu soru ile insanın gönlüne ve hissine, işin insanın anlama kapasitesinin ve sınırlarının çok ötesinde bir büyüklüğe ve korkunçluğa sahip olduğu yerleştirilmektedir. Yani o tüm düşüncelerin tüm beklentilerin ve Alışılagelen herşeyin çok üstünde çok ötesindedir.

Sorunun tekrar edilmesi ise bu korkuyu daha da artırmaktadır.

Sonra bu tasvirle uyum sağlayan açıklama gelmektedir. "O gün kimsenin kimseye faydası olmaz." Bu tam bir acizlik, tam bir yıkılmışlıktır. Bu gerçekten kuşatma altına alınma ve ezilip büzülmedir. Kendi acısı ve yükü ile uğraşan insanların tanıdıkları herkesten ayrılmalarıdır. El etek çekmeleridir. "O gün yetki sadece Allah'ındır." Yalnız yüce Allah'ın elinde. Aslında hem dünyada hem de ahirette hüküm ve yetki sahibi zaten Allah'tır. Fakat bu günde yani kıyamet gününde bu gerçek gafil ve gururlu insanların bu dünyada kendisinden habersiz kalabildikleri bu gerçekle kesinlikle yüzyüze gelecekler. Hiçbir gizli taraf kalmayacak, aldatılmış ve saptırılmış hiç kimsenin gözünden kaçmayacaktır.

Surenin girişindeki dalgalı, coşkun, hareketli korku atmosferi ile surenin sonundaki bu sessiz, durgun, heybetli korku birbirini bütünlemektedir. His bu iki korku arasında sıkışıp kalmaktadır. Her ikisi de korkutucu, titretici ve insanın aklını başından alacak niteliktedir. Bu ikisinin arasında ise insanı mahcup düşüren, eriten yüce sitem yer almaktadır!

İNFİTAR SÜRESİ(Muhammed GAZALİ)

Dünyada iken insanoğluna, "Yukarına bak. Rahman olan Allah'ın yaratışında hiçbir uygunsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bir bak. Bir bozukluk gö­rebiliyor musun?" diye hitab edilmektedir.

"Ne bir ayrılık ne de bir çatlaklık vardır. Gök sağlam ve sıkıca gerilmiş, yıldızlar durmadan ve ara vermeden yoluna koyulmaktadır." (Mülk: 3)

Fakat kıyamet kopunca her şey değişecektir.

"Gök, yanldığı zaman; yıldızlar, dağılıp döküldüğü zaman; denizler, fışkırtılıp taşınldiğı zaman; kabirlerin içi deşilip dışa atıldığı zaman; (artık her) nefis, ne yaptığını ve ne yapmadığını görür." (İnfilâr: 1-5)

Göğün çatlayıp yarılması ufukların doldurulup birleşmesidir. Yıldızların dağıl­ması düğümlerinin çözülmesi, herhangi bir sistemin onları tutmamasıdır. Denizlerin fışkırtılıp taşırılması kıyılara vurmasidır. Kabirlerin dışa atılması içindekilerin çık­mak için hazırlanmaları ve o esnada güçlük ve şaşkınlık hissetmeleridir.

Burada üzücü bir kınama işitiyoruz.

"Ey insanoğlu! Seni yaratıp sonra şekil veren, düzenleyen, mütenasip kılan, is­tediği şekilde seni terkip eden, çok cömert olan Rabbine karşı seni aldatan ne­dir?" (İnfitâr: 6-8)

Geçmişte ne yaptın? Ve sonsuz olan geleceğine ne hazırladın?

Gerçek olan tavsiyeler insanoğluna zor gelir. Hevâ ve heveslerine ok gibi sapla­nır. Cihad veya namazla yükümlü olduğu zaman üşengeç ve gevşek davranır.

Âhiret yurdu insanoğlunun karşısına insanları alt etmek için ansızın dikilecektir.

"Hayır, hayır; doğrusu siz dini yalanlıyorsunuz. Oysa, yaptıklarınızı bilen de­ğerli yazıcılar sizi gözetlemektedirler." (İnfitâr: 9-12)

Hafaza melekleri, her şeyi kaydeder. Sonunda insanoğlu yapıp öne sürdüğü, yap­mayıp geri bıraktığı amellere herhangi bir ekleme ve çıkarma yapılmaksızın onlarla yüzleştirilir. Ardından yaratıklar hak ettiği yerlerine kavuşurlar. İyiler şüphesiz nimet içindedirler.

(Fâcirler (Allah'ın buyruğundan çıkanlar) cehennemdedirler." (İnfıtâr: 13-14)

İNFİTAR SÜRESİ(Elmalılı Hamdi YAZIR)

Sûresi denilen bu sûre de Mekke'de inmiştir.

Âyetleri : Ondokuz;

Kelimeleri : Seksen,

Harfleri : Üçyüz yirmiyedidir.

Fasılası : harfleridir.

Meâl-i Şerifi

1- Gök çatladığı vakit,

2- Yıldızlar döküldüğü vakit,

3- Denizler yarılıp akıtıldığı vakit,

4- Kabirlerin içi dışına getirildiği vakit,

5- Herkes neyi önünden gönderdiğini ve neyi geri bıraktığını bilir.

6- Ey insan! İhsanı bol Rabb'ine karşı seni aldatan nedir?

7- O Allah ki seni yarattı, seni düzgün yapılı kılıp ölçülü bir biçim verdi.

8- Seni dilediği her hangi bir şekilde parçalardan oluşturdu.

9- Hayır hayır, siz cezayı yalanlıyorsunuz.

10- Oysa üzerinizde koruyucular var.

11- Değerli yazıcılar

12- Onlar, siz her ne yaparsanız bilirler

13- Kuşkusuz iyiler nimet içindedirler.

14- Kötüler de cehennemdedirler.

15- Ceza günü ona girecekler.

16- Onlar o cehennemin gözünden kaçamazlar.

17- Ceza gününün ne olduğunu sen bilir misin?

18- Evet, bilir misin nedir acaba o ceza günü?

19- O gün, hiç kimsenin başkası için hiçbir şeye sahip olamadığı gündür. O gün buyruk yalnız Allah'ındır.

"Gök çatladığı vakit".

İNFİTAR, yarılmak demek ise de, yarılmanın başlangıcı olması daha çok yaraşır. "O gün gök, bulutlar ile yarılacak ve melekler ard arda indirilecek"(Furkan, 25/25); "Gök yarılıp da kızaran, yanan ve yağ gibi eriyen bir gül gibi olduğu zaman" (Rahmân, 55/37); "O gün gök yarılmış, sarkmıştır." (Hâkka, 69/16); "O günün şiddetinden gök çatlamıştır." (Müzzemmil, 73/18), "Gök açılmıştır da kapı kapı olmuştur." (Nebe', 78/19) âyetlerinin ifade ettiği gibi meleklerin inmesi için yarılmaya başlamasıdır ki göğün terkibi, gökte bulunan ci s imlerin düzeni bozularak âlemin harap olmaya yüz tuttuğu zamandır.

Önceki sûrenin başındaki kıyamet kopacağı sırada olacak oniki alâmet gibi burada da dört alâmet zikrediliyor. Bunlardan ikisi yukarıda, ikisi de aşağıda olan şeylere ait bulunuyor.

2. Birincisi göğün çatlaması, ikincisi yıldızlar saçıldığı vakit.

İNTİSER, dizili bir şeyin bağı koparak dökülüp dağılmasıdır. Yıldızların dökülmesi de genel çekim dengesinin bozulmasıyla meydana gelecek düşüş ve yok oluşlarıdır ki ipliği kopmuş inci dizilerinin dökülüp saçılmalarına benzetilerek yok oluşlarını ifade eden bir istiare-i musarraha veya mekniyye olduğunu söylemişlerdir.

3. Üçüncüsü, denizler tefcir olunduğu vakit.

Denizlerin tefciri; yarılıp akıtılması, aralarındaki ince uzun kara parçalarının yırtılıp hepsinin bir deniz haline gelmesi veya sularının çekilip kalmaması durumlarını ifade edebilir ki önceki sûrede geçen "denizlerin ateşlenmesi" ile ilgilidir.

4. Dördüncüsü, kabirler deşildiği vakit.

BA'SE RE, bahsere gibi toprağı deşip dağıtarak altını üstüne, içini dışına çevirmektir. Ki bu işin zorunlu neticesi olan "çıkarmak" mânâsında da kullanılır. Bu durumda Âdiyât Sûresi'nde geleceği gibi öldükten sonra diriltme ve çıkarmadan mecaz da olur.

Zema hşerî ve diğer bazıları şöyle demiştir: "Bu kelime aslında iki ayrı kelimeden meydana gelmiş olup "ba's" ve "isare"den kısaltılmıştır. "Bu'siret ve usire"nin hafifletilmiş yani kısaltılmış şeklidir. Bu, yontma yahut traşlama tabir olunur. Bunun Arapça'da Besmele, demek; salvele demek; hamdele, demek; havkale, demek ve dem'aze "Allah onun izzet ve şerefini devam ettirsin." demek olduğu gibi birçok benzeri vardır." Nitekim son zamanlarda Türkçe'de de örnekleri çoğalmaya başlamıştır.

Buna gö re "bu'siret", öldükten sonra dirilme vuku bulup kabirlerin içindekiler dışarı çıkarıldığı vakit demek olur ki "Yer dehşetli sarsıntı ile sarsıldığı ve yer ağırlıklarını çıkardığı vakit.." (Zilzâl, 99/1-2) Sûresi'nin mânâsı demektir.

5. Bu dört alâ met meydana geldiği vakit her nefis dünyada neyi öne almış ve neyi geri bırakmış olduğunu bilecektir. Çünkü önceki sûrede anıldığı üzere o vakit toplanıp dağılma olacaktır. Takdim ve tehir etmek sözlerinin birkaç mânâsı vardır:

1. Takdim ettiği, dünyada hayır olsun, şer olsun, önce kendi işlemiş olduğu amel, tehir ettiği de geriye bıraktığı, yani örnek olup da kendisinden sonra gelenlerin işlemelerine sebep olduğu iyi veya kötü amel. Çünkü hadisi şerifi gereğince "her kim güzel bir geleneğe yol a çarsa ona onu işleyenlerin mükâfatı vardır. Her kim de kötü bir

geleneğe yol açarsa ona da onu işleyenlerin günah ve vebali vardır." Dolayısıyla önce kendi yaptığı, takdim ettiği ameli; ondan öğrenip de sonra yapanlarınki de tehir ettiği geriye miras olarak bıraktığı ameli demektir. Bu mânâ İbnü Abbas ve İbnü Mesud Hazretlerinden rivayet edilmiştir.

2. Takdim ettiği, işlemiş olduğu günah; tehir ettiği de yapmamış olduğu itaattir. Bu mânâda yine İbnü Abbas'tan bir rivayet olup aynı zamanda Katâde'nin de görüşüdür.

3. Takdim ettiği, yükümlü olduğu şeylerden işlemiş olduğu; tehir ettiği de işlememiş olduğu ameller.

4. Takdim ettiği, mallarından kendisi için harcadığı; tehir ettiği de varislerine bıraktığıdır.

5. Takdim ettiği, amelinin evveli; tehir ettiği de sonudur denilmiştir.

Bütün bunlar tekrar dirilişten sonra deşilip sahifeleri ile ortaya konacaktır. Her nefis de, önceki sûrede geçtiği gibi, hakkında iyi mi, kötü mü yapmış olduğunu bütün çıplaklığıyla ayrıntılı olarak o vakit bile cektir.

Dünyanın geçiciliğini duyuracak olan herhangi bir acı değişiklik ve felaket anında, ölüm geldiği ve ölüm belirtilerinin ortaya çıktığı saatlerde insan, ömründe ileri geri ne yaptığına kısa ve toplu bir ilim edinirse de bunun ayrıntıları asıl tekrar dirildikten sonra sahifelerin açılması ile olacaktır.

6. Böylece toplanıp dağılmanın vuku bulacağı haber verildikten sonra aklen de onu düşündürmesi gereken bir hatırlatma ve ihtar olmak üzere buyruluyor ki: Ey insan!. Ey o vakitler başına gelecek olan insan!

Ata'dan bu âyetin Velid b. Muğire sebebiyle; İkrime'den Übeyy b. Halef sebebiyle indiği; Kelbî ve Mukatil'den de Esed b. Kelede sebebiyle indiği rivayet edilmiştir. Söz konusu kişi Hz. Peygamber (s.a.v)'e vurmuştu. Yüce Allah hemen onu cezalandırmayıp bu âyeti indirdi, diye rivayet edilmiştir. Sonra da "Hayır hayır, doğrusu siz cezayı yalanlıyorsunuz." buyrulmuş olduğundan dolayı birçokları burada insandan muradın kâfir insan" demek olduğu kanaatına varmışlardır. Fakat "iniş sebeb i nin özel olması hükmün genelliğine engel olamıyacağı" için diğer birçokları da gurur ile isyan eden insanların hepsini kapsamış olması lafzın genelliğine daha uygun olduğunu beyan etmişlerdir. Ey insan! Seni ne mağrur etti?. Seni hangi şey aldattı, gaflete düşürdü de isyana sürükledi, seni yakışmayacak işler yapacak şekilde gururlandırdı?

O ikrâmı bol Rabbine karşı?.

Bu hitap ve soru korkutma hitabı olması nedeniyle gururlanmaya engel olacak kahr ve celal yani üstün gelerek yıkıp ezme ve ululuk sıfatlarından biri zikredilmesi daha açık görünürken "kerim" vasfı ile özel olarak ilâhî ikramın hatırlatılmasında ince bir nükte ile büyük bir ahlakî mânâya işaret vardır. Bu, her şeyden önce şunu anlatıyor ki, ikram ve ihsanın gereği ona karşı guru r lanarak saygısızlık etmek, ahlâksızlık yapmak, günaha girmek değil, aksine o ikramın yüksekliği oranında iman ve şükür ile itaatı, saygıyı, hürmet ve tazimi artırmak, nankörlük ve isyandan sakınarak yüce ahlâka yükselmektir. Şeytanların dediği gibi, "Adam sen de Allah kerimdir. İstediğini yap. Dünyada sana ettiği iyilik ve ikramını ahirette de eder." diyerek umursamamak yalnız bir kıyas yaparak aldanmaktır. O lütuf ve ikrama layık olmadığını, onu hak etmediğini göstermektir. Çünkü gerçek ikram bir hikmet g ö zetilerek yapılan ikramdır. Gerçi ikram eden, yaptığı lütuf ve ikrama, gösterdiği büyüklük ve iyiliğe karşı kendisi için bir bedel ve karşılık gözetmeye tenezzül etmez. Fakat hikmetli davranmayan, ikramını layık olduğu yerde kullanmayan da kerim değil, bi r müsrif demek olur. Onun için ikram sahibine karşı iman ve şükür ile itaat ve saygıyı artıracak yerde onun keremine mağrur olup da saygısızlık etmek büyük bir aldanış olduğu hatırlatılmıştır ki, bu mânâ tamamen "Sakın o aldatıcı şeytan sizi Allah'ın affına güvendirerek aldatmasın."(Lokman, 31/33; Fâtır, 35/5) âyetinin mânâsıdır.

Bu soruyu bazıları, "beni senin keremin mağrur etti ey Rabbim!" dedirtmek için kulun göstereceği delili onu telkin etmek türünden bir kerem olarak anlamak istemişler ve bu bir hayli yayılmış ise de, bu anlayış sûrenin ifade ettiği korkutma akış ve üslubuna uygun düşmez. Ahlâk yüksekliği açısından düşünüldüğü zaman Allah'ın kerem sahibi olduğuna imanı olduğu halde isyan etmiş bir müminin bu hitaptan duyacağı utanç ve üzüntü k â firlerin duyamayacağı bir üzüntü hissi olmak gerekir. Nitekim, "Suheyb ne güzel kuldur. Allah'tan korkmasa bile, isyan etmezdi."( hadisinde bu yüce ahlâka işaret buyrulmuştur.

Bazı âriflerin "Allah'tan korkmasaydım yine isyan etmezdim." demesi de bu saygıdır. Fatır Sûresi'ndeki "Allah'tan, kulları içinde ancak âlimler hakkıyla korkar."(Fatır, 35/28) âyetinin de bunu ifade ettiği daha önce geçmişti.

Tefsirciler bu gurura sebep olmak üzere üç şey nakletmişlerdir:

Birisi, Katade'den rivayet olunduğu üzere şeytanın kötü bir şeyi güzel göstererek aldatmasıdır. "O aldatıcı şeytan sizi Allah'a karşı aldattı."(Hadid, 57/14).

Diğeri, Hasen'den rivayet edildiği üzere cehalettir.

Diğeri de, Mukatil'den rivayet edildiği üzere, işin başlangıcında hemen ceza verilmediğinden dolayı affa aldanmaktır.

Bir de Fuzayl b. Iyaz Hazretlerine kıyamet günü, "İhsanı bol Rabb'ine karşı seni aldatan nedir?" buyurduğu zaman ne dersin denildiğinde, "indirilmiş perdelerin", yani "günahlara örttüğün örtüler" derim demiş olduğu da söylenmiştir.

Gayet açıktır ki, bu son ikisi, yani hemen cezalandırılmadığından dolayı afva ve günahların örtülmesine güvenmek bir cahilliktir. Şeytanın kötü şeyleri güzel göstermesine aldanmak da öyle demektir. Gerçekten Ebu Hayyan ve Alûsî'nin kaydettikleri gibi Hz. Peygamber (s.a.v)'den rivayet olunduğuna göre, O bu âyeti okumuş ve "onun cahilliği" demiştir. Keza Hz. Ömer (r.a) de bunu söyleyip "İnsan cidden çok zalim, çok cahildir." (Ahzab, 33/72) âyetini okum u ştur. Bunun "Allah'tan, kulları arasında ancak âlim olanlar hakkıyla korkar."(Fatır, 35/28) âyetinin ifade ettiği "ancak" mânâsına uygun olduğu ortadadır. Demek ki korkmak, Allah'a dair bilginin derecesi ile doğru orantılıdır.

7. Yüce Allah'ın Rabliği ve kerem sahibi olduğu da en açık misali olmak üzere insanın yaratılışında herkesin kendisine görünüp duran kudret eserleri ve kerem ile şöyle hatırlatılıyor:

O Rabbin ki seni yarattı. Burada yaratma; bünye ve uzuvları düzgünleştirme, ölçülü yapma, şekil verme ve parçaları birleştirip oluşturmadan daha önce olmak karinesiyle önce var kılmak demek olduğu açıktır. Yine bilinmektedir ki her nimetin esası olan var olma, ilâhî lütuf ve keremin birincisidir.

Sonra da senin bünye ve uzuvlarını düzgünleştirdi . "Seni bir topraktan, sonra bir nutfeden yarattı. Sonra da seni bir insan şekline getirdi."(Kehf, 18/37) buyrulduğu ve daha bir çok âyette geçtiği gibi yaratılışını aşamadan aşamaya geçirerek ruh üflenecek şekilde

insanlık seviyesine getirdi; bünyeni, uzuvlarını, kuvvetlerini düzenine koydu, düzgünleştirdi de sana bir uyum ve itidal verdi. Burada biri "adl" kökünden birisi de "ta'dil" kökünden şeklinde olmak üzere iki kırâet vardır. İkisi de bir mânâya olarak denkleştirmek, norma l hale getirmek demek olduğuna göre az önce geçen "tesviye"nin mükemmel hale gelmiş olduğunu ifade etmek üzere birkaç şekilde tefsir edilmiştir.

BİRİNCİSİ, Mukatil'den rivayet edildiğine göre göz, kulak, el, ayak gibi çift uzuvların denkliği ve ayrıntıları anatomide bilindiği üzere vücudun her taraftan orantılı ve düzgünlüğü demek olup "Evet, onun parmak uçlarını bile düzeltmeye kadir olduğumuz halde"(Kıyamet, 75/4) âyetinin ifade ettiği gibi olur. Fakat bunda insanlık özelliğini ifade eden itibar v e değer açık değildir.

İKİNCİSİ, Ata'nın İbnü Abbas'tan rivayet ettiği izah şeklinde ise: "Belini doğrultu, dik ve dengeli kıldı, eğri belli hayvanlar gibi yapmadı." diye tefsir edilmiştir ki, bunun hem insanın olgunlaştığını gösteren özelliği, hem de bünye ve uzuvları düzene koyduktan ve insanı, insan denilecek şekle getirdikten sonra olması daha açıktır. Zira çocuklarda görüldüğü gibi insanın belini doğrultup da ayakta dik ve doğru olarak yürüyebilmesi de uzuvları düzene koymanın tekamülünde bir aşa m adır.

ÜÇÜNCÜSÜ, Ebu Ali Fârisî'nin yazdığına göre, "sana itidal verdi" demek, bu mânâların hepsini ifade edici olarak "Seni en güzel şekle koyup en güzel biçimde çıkardı ve bu denge ile seni akıl, fikir ve kudreti kabul etmeye yetenekli kılıp bu şekilde diğer canlı ve bitkilere hakim kıldı. Seni, bu âlemdeki diğer varlıkların ulaşamadığı bir olgunluk derecesine çıkardı." diye tefsir edilmiştir ki "Onun yaratılışını tamamladığım ve içine ruhumdan üflediğim vakit." (Hıcr, 15/29) ve "Onları, yarattı k larımızın bir çoğundan gerçekten üstün kıldık." (İsra, 17/70) mânâlarına uygundur. Bunların hepsi Allah'ın bir lütuf ve keremidir.

Bundan başka şeddesiz olarak döndürmek, eğip çevirmek mânâsına da tefsir edilmiştir ki, bunun da iki ayrı mânâya gelme ihtimali vardır.

BİRİNCİSİ, eksiklikten olgunluğa, uygun olmayan şekilden uygun olan şekle çevire çevire en güzel suret ve biçime getirdi demek olarak, yine arınma mertebelerini ifade etmiş olur ki bu da kerem sayılan şeylerdendir.

İKİNCİSİ, dü zgünleştirilerek en güzel biçime getirildikten sonra

"Sonra da onu aşağıların aşağısına çevirdik." (Tin, 95/5) buyrulduğu üzere olgunlaştıktan sonra eksiltmek ve aşağılara doğru çevirmek mânâsını ifade etmiş olur ki, bu mânâ keremi değil de o kereme aldananlara karşı kerem sahibinin tasarruf kudretini göstererek korkutma ve ahiretin var olduğunu gösterme mahiyetinde olmuş olur.

8. "Seni dilediği her hangi bir şekilde parçalardan oluşturdu". Bu âyetin de bir kaç izah şekli vardır:

BİRİNCİSİ, edatı fiili ile ilgili yani onun mef'ûlü; kelimesi meâlinde sorudan çevrilmiş sıfat, onu desteklemek için ziyade edilmiş; cümlesi kelimesinin sıfatı ve bunlarla cümlesi 'nin bir beyanı olmaktadır ki meâli şöyle olur: "Allah seni çeşitli sure t lerden dilediği her hangi bir surette oluşturup şekil verdi". Bu mânâya göre "terkib", "ahsen-i takvim"i, yani en güzel biçimde yaratmayı beyan ile Allah'ın keremlerinden biri olur.

İKİNCİSİ, 'nin şart edatı olmasıdır. Dolayısıyla gelecek zaman mânâsında olarak, "Seni hangi surette dilerse öyle oluşturup şekil verir. Dilerse o güzel insan kılığından çıkarır da en çirkin suretlere kor, aşağıların aşağısına yuvarlar." demek olur. Bu mânâya göre, gururun cezasına işaretle bir korkutma olur.

ÜÇÜN CÜSÜ; , fiilinin mef'ûlü; e sıfat; cümlesi de 'nın mevsûl veya sıfat veya şart olmasına göre ayrı bir cümle olmaktır. Bu takdirde mânâ, "Seni her hangi bir surette denkleştirdi, yahut evirdi çevirdi, dilediği gibi seni oluşturdu, yahut dilerse b a şka bir surette oluşturur." demek olup önceki iki mânânın ikisini de kapsar. Âyetin, bu mânâların hepsine gelme ihtimali vardır ve bu mânâları vermek sahihtir. Bazısında suret, farklı güzellik mertebelerinden herhangi birisi; bazısında da güzellik ve çirk i nlikte farklı ve değişik şekillerden herhangi birisi demektir. Dolayısıyla ana, baba ve diğer akrabaya benzeyip benzememek, renk, uzunluk, kısalık, erkeklik dişilik, sağlamlık, çürüklük, iyi veya kötü kişi olmak, zekilik ve ahmaklık gibi maddî ve manevî b ü tün suret ve vasıfları kapsar.

İbnü Cerir, Ebu Rebah Lahmi'den şöyle rivayet etmiştir: Hz. Peygamber (s.a.v) Ebu Rebah'a, "neyin oldu?" diye sormuş. Sonra aralarında şu konuşma geçmiş:

- Ey Allah'ın Resulü! Ne çocuğum olabilir. Ya oğlan, ya kı z.

- Kime benziyor?

- Ey Allah'ın Resulü! Kime benzeyebilir? Ya babasına, ya anasına.

- Öyle deme. Meni rahimde yerleşince yüce Allah onunla Âdem arasındaki her nesebi hazır eder. Allah'ın kitabında şu âyeti okumadın mı? "Seni dilediği herhangi bir şekilde terkib etti." Buradaki demektir. Yani, seni dilediği şekle sokar, o surete koyar.

Görüldüğü gibi hadis üç şeye işaret ediyor:

BİRİNCİSİ, yahut 'da şart mânâsının bulunması,

İKİNCİSİ, atalara çekme (atavizm) denilen soya çekme özelliğidir ki, bir meni Âdem'den beri atalarından intikal ede gelen soyların, özelliklerin her birini kapsayabilir.

ÜÇÜNCÜSÜ de tabiî (doğal) ve irsî (kalıtsal) demek olan bu soya çekim hususunda da etkili olanın, doğa değil, yüce Allah'ın dilemesi olduğunun isbatıdır. Çünkü ana-baba gibi yakın akrabaların özelliklerine ta Âdem'e kadar varan uzak atalardan birinin özelliğinin galip getirilmesi, o farklı ve değişik tabiat ve suretler üzerinde yüce Allah'ın irade ve dilemesinin hakim olduğunu gösterir. Demek ki iyi veya kötü olarak tabiî (doğal) ve irsî(kalıtsal) değerler yok değildir. Onlar da düşünülmelidir. Fakat hükmün onlarda değil, sadece yüce Allah'ın dilemesinde olduğu bilinmeli ve ona yükselmeye çalışmalıdır. Bu ise yüce Allah'ın keremine aldanmakla değil, onun keremiyle beraber kudret ve hikmetini de düşünerek ilerde ona layık olmak hakkını kazanmak ve azabından korunmak için iman ve şükür ile itaate ve iyi amellere sarılmakla olur.

9. Hayır hayır. Bu, Allah'ın keremine güvenip aldanmaktan sakındırmaktır. Yani "öyle mağrur olmayın". Fakat siz, O keremin kıymetini bilmiyorsunuz dini yalanlıyorsunuz, o kerim olan Rabb'ınızın keremine karşı onun emir ve yasaklarına teslim olarak, yani tam bir ihlâs (içtenlik) ve boyun eğ i şle itaat ederek o kereme layık yüksek ahlâk ile güzel ameller yapmak görev ve sorumluluğuna ve ona göre hesap ve ceza olacağına inanmıyorsunuz. Bir gün olup da Allah'ın iyilere iyiliklerine karşılık sevap ve mükafat vereceğini, kötülere de kötülükleri se b ebiyle ceza verceğini yalanlar bir şekilde gururlanıyor, aldanıyorsunuz. Çünkü Allah'ın lütuf ve kereminden ümidi kesmek, sevap ve mükâfatına inanmamak küfür olduğu gibi, azap ve cezasından emin olmak, güç ve kudretini tanımamak da küfürdür. Bunu açıkça y a pmak açık küfür, dolaylı yapmak da dolaylı küfür olmuş olur.

Bundan hitabın kâfirlere olduğu anlaşılırsa da kelimesi ile iki cümleyi birbirine bağlamak, kelâmda bir kesinti ve geçiş ifade ettiği için daha önce ifade edilen şeylerin kâfir ve asiyi kapsamasına engel olmaz. O gururun küfre kadar varabileceğini beyan ile sakındırmayı takviye edip desteklemiş olur.

Fatiha Sûresinde "din gününün sahibi"(Fatiha, 1/4) âyetinin tefsirinde geçtiği üzere burada da "din", küllî ve cüz'î olarak iki mânâ ile de düşünülmüştür: İslâm ve ceza. Çünkü din, lügatte ceza, yani yapılan bir işe iyi veya kötü bir karşılık vermektir. Bunun hakkı da iyiye iyi ile, kötüye kötü ile cezadır. Bunun için Yusuf Sûresi'nde "melik'in kanununa göre." (Yusuf, 12/76) âyetinde geçtiği üzere görev ve sorumluluk hükümlerini belirleyen kural ve âdetlere dahi din ve şeriat denir. "Sizin için dinden Nuh'a tavsiye ettiğini şeriat yaptı."(Şûrâ, 42/13) âyetinin tefsirine bkz.)

Bu nedenle örf ve şeriatte din, insanları hamde, yani medih ve övgü ile mükafata layık, güzel tercihleriyle iyi olan şeylere kendiliklerinden sevk eden ilâhî kanundur. Bunun hakikati de "Doğrusu Allah katında din ancak İslâm'dır."(Âl-i İmran, 3/19) buyrulduğu üzere İslâm'dır. Bunun esaslarından biri de a h irette tekrar dirilmek ve cezadır. İşte burada Allah'ın keremine mağrur olup aldanmakla dini yalanlamak, doğrudan doruya Allah'ın dini olan İslâm'ı yalanlamak demek olursa da, bu yalanlama, özellikle onun hükümlerinden biri olan öldükten sonra dirilme ve c ezayı ve bunun gereği olarak görev ve yükümlülüğü yalanlamak mânâsına geldiği için, "siz mağrurlanıp saygısızlık etmekle cezayı ve dolayısıyla dini kökünden yalanlamış oluyorsunuz" meâlinde olur. Bundan dolayı böyle yerlerde "din"i sadece "ceza" ile tefsi r etmek daha kestirme olacağından çoğunlukla bu mânâ tercih olunmuştur. Yani, siz demek ki cezayı yalanlıyorsunuz ve onun için Allah'tan korkmuyor mağrurlanıyorsunuz.

10. Oysa üzerinizde muhakkak koruyucular var, yani iyi ve kötü her yaptığınızı gözetip korumak ve zabıt (tutanak) tutmakla görevli hafıza güçleri, "hafaza" ve "hâfizîn" denilen gözcü melekler var.

11. Öyle ki değerli ve yazıcı ünvanını almışlardır. Her biri Allah katında saygın, görevlerinde kusur etmez kâtipler, dürüst hak yazıcılarıdır.

12. Her ne yapıyorsanız bilirler, iyi ve kötü hiç birini kaybetmeden hepsini hak yazısıyla amel defterinize bile bile yazarlar ve öyle şahitlik ederler.

Önceki sûrede anılan sahifeler öyle dağıtılırlar.

Bu kâtiplerin bu niteliklerle ni telenmesinde hesap ve ceza işinin önemini

hatırlatma vardır. Öyle ki yüce Allah bu iş için öyle değerli kâtipler memur etmiştir. Onun için o yazının, o ilim ve korumanın neticesini beyan mânâsında buyruluyor ki:

13. Kuşkusuz iyiler, sözünde ve fiilinde doğru, hayır ehli iyi kişiler (Geniş bilgi için Dehr Sûresinin tefsirine bkz.) Muhakkak bir Naîm cennetinde

14. ve kuşkusuz ki suçlular, Rabb'ine karşı terbiyesizlik edip aşırı isyan ve muhalefet yoluna sapanlar muhakkak bir Cahîm, (yani şiddetli bir cehennem ateşi) içindedirler.

15. O din günü, yani yalanladıkları o ceza günü ona yaslanacaklardır.

16. Ve onlar o cehennemden gaip olmayacaklardır. Daima ve sonsuza kadar onun içinde kalacaklardır.

İşte o yaratılışın, o ilmin, o yazının, o korumanın neticesi iyiler ile kötüleri böyle ayırt ederek iyileri cennete, kötüleri cehenneme gönderecek olan sonsuz cezadır.

İbnü Kuteybe'nin "Kitabu'lİmâme"sinde ayrıntıları anlatıldığı üzere şöyle nakledilir:

Süleyman b. Abdülmelik Mekke'ye giderken Medine'ye uğradığında ileri gelen zatlardan biri olan Ebu Hazim'i getirtmiş ve onunla karşılıklı bir sohbette bulunmuş idi. Ebu Hazim ona çok acı öğütler vermiş, neticede aralarında şu sorulu cevaplı konuşma olmuştu.

Süleyman: Ey Eb u Hazim! Yarın Allah'a varmak nasıl olacak?

Ebu Hazim: İhsan sahibine gelince o, yolculuğundan evine ve çoluk çocuğuna dönen bir yolcu gibi; isyankâr ise efendisine geri dönen kaçak köle gibi Allah'a varacak.

Bunun üzerine Süleyman ağladı da:

Keşke Allah yanında bize ne var bilseydim dedi.

Ebu Hazim: Amelini Allah'ın kitabına arzet.

Süleyman: Allah'ın kitabının neresinde?

Ebu Hazim: "iyiler cennette, kötüler cehennemde."

Bu hatırlatmadan sonra o ceza gününün zeka ile ve akıl yürütmeyle tahmin edilemeyen azamet ve dehşeti haber verilmek üzere buyruluyor ki:

17. Sana o din gününün ne olduğunu ne bildirdi? Yani,

onun ne büyük ceza günü olduğunu bildin mi? Ey muhatap! Hayır sen onu akıl yoluyla bilemezsin. Çünkü o, dünyada bir benzeri olmuş, akıl yürütmeyle bilinebilecek ceza günleriyle ölçülemez.

Bazıları buradaki hitabın, engel olma ve korkutma yoluyla kâfire olduğu kanaatine varmış ise de çoğunluğun açıklamasına göre Resulullah (s.a.v)'a hitaptır. Çünkü vahiy gelmezden evvel bunu bilmiyordu. Bununla beraber önceki sûrede geçmiş olan "Her nefis ne hazırlayıp getirdiğini bilecek." (Tekvir, 81/14) âyeti ile bu sûrenin başında geçmiş bulunan

âyeti gereği her nefis için o günün dehşet ve azametini hakkıyla bilmek ancak bizzat bu olayın meydana gelme ve görülme zamanında olabileceğinden dolayı hitabın her nefse yapılmış genel bir hitap olması bizce daha uygundur.

18. "Evet, bildin mi nedir o ceza günü?" Bu tekrarda iki nükte vardır:

Birisi, korkutmayı desteklemek için te'kit (vurgu)tir. Biri de, cennetliklere ait olan ile cehennemliklere ait olana ayrı ayrı işaret olmasıdır.

Bu sorudan sonra şöyle haber veriliyor:

19. O din günü, o ceza o gündür ki, hiçbir nefis bir n efis için bir şeye mâlik olamaz. Hiç kimse ne mümin ne kâfir, ne iyi ne kötü hiç kimsenin hesabına zerre kadar bir şey yapamaz. O gün emir yalnız Allah'ındır. O ne emrederse ancak o olacaktır. Onun için, "Ölçü ve tartıda hile yapanların vay haline..."(Mutaffifin, 83/1)

İNFİTAR SÜRESİ(Muhammed ESED)

Bazı otoriteler, bu sureyi Mekke döneminin ilk yıllarına ait görürlerken diğer bazıları ise onun daha ziyade son Mekkî vahiyler grubuna ait olduğu ihtimali üzerinde dururlar.
1 GÖKYÜZÜ parçalanıp yarıldığında,1
2 ve yıldızlar dağılıp savrulduğunda,
3 denizler kabarıp taştığında,
4 ve kabirler alt-üst olduğunda,
5 her insan, [sonunda,] ilerisi için ne hazırladığını ve [bu dünyada] ne bıraktığını2 anlayacaktır.
6 EY İNSAN! Nedir seni lütuf sahibi Rabbinden uzaklaştıran,3 7 seni yaratan ve varlık amacına uygun olarak şekillendiren,4 tabiatını adil ölçüler içinde oluşturan5, 8 ve seni dilediği şekilde bir araya getiren (Rabbinden)?
9 Hayır, [ey insanlar,] siz [Allah'ın] hükmünü yalanla[maya ne zaman kalkıştıysanız Allah'tan uzaklaş]tınız!6
10 Halbuki üzerinizde gözetleyici güçler vardır, 11 değerli kaydedici(ler), 12 yaptığınız her şeyin farkında olan!7
13 Bakın, [öteki dünyada] gerçek erdem sahipleri nimetler içinde bulunacaklar, 14 kötü ruhlular ise yakıcı bir ateş içinde, 15 [bir ateş ki] Hesap Günü ortasına düşerler, 16 ve ondan kurtulmaları mümkün olmaz.
17 Hesap Günü nedir bilir misin?
18 Ve bir kez daha: Hesap Günü nedir bilir misin?8
19 Hiçbir insanın başka birine zerre fayda sağlayamayacağı bir Gün[dür o]: çünkü o Gün [açık seçik görülecektir ki] hakimiyet yalnız Allah'a aittir.

DİPNOTLAR
1 Dünyevî bilgi sınırları içinde bulunan bu dünyanın son bulacağı ve öteki dünyanın nihaî gerçekliğinin başlayacağı Son Saat'e işaret.
2 Yani, yaptıklarını ve yapmayı ihmal ettiklerini. Alternatif bir çeviri şöyle olabilirdi: “öne koyduklarını ve geriye bıraktıklarını”, yani daha fazla değer atfettiklerini ve sübjektif değerlendirişlerine göre daha önemsiz gördüklerini. Böylece, yeniden dirilme anında insan, bu dünyadaki hayatında yapmış olduğu -veya bilinçli olarak yapmaktan kaçındığı- her şeyin gerçek sebepleri ile manevî/ahlakî sonuçlarını açık şekilde anlayacaktır: ve bu, onun yaptığı bütün güzel fiilleri ve kaçındığı günahları olduğu kadar işlediği bütün günahları ve yapmaktan kaçındığı iyilikleri de kapsar.
3 Hiçbir insanın “aralarından yalnız hakikati inkar etmeye şartlanmış olanlarla sınırlı olmayan şeytanî eğilimlerden (fitne)” tamamiyle masun olmadığına (bkz. 8:25 ve ilgili not 25) işaret eden bir belâgat sorusu. Cevabı, aşağıda 9. ayette verilmektedir.
4 Yani, “bireysel hayatınızın ve çevrenizin zaruretleriyle ilgili bütün vasıf ve yeteneklerle sizi donatan”.
5 Lafzen, “seni ölçülü yapandır O,” yani insanı maddî ihtiyaçlara ve duygusal dürtülere bağımlı ve aynı zamanda zihnî ve ruhî kavrayışlar ile donatılmış bir varlık yapan: başka bir deyişle, “ruh ile beden”in talepleri arasında önceden mevcut bir çatışmanın olmadığı bir varlık, çünkü insan cinsinin bu her iki yüzü/cephesi -sonraki ayette vurgulandığı gibi- ilahî irade eseridir ve bu nedenle de manevî/ahlakî açıdan dengeli ve adildir.
6 Bu pasajın yalnızca hakikati inkar edenlere değil, ama genel olarak “insan”a veya “insanlar”a seslendiği gerçeği ışığında baktığımızda görürüz ki “yalanlama(ya kalkışma)” ifadesi, bu bağlamda, mutlaka Allah'ın nihaî hükmünün/yargısının bilinçli inkarı anlamına gelmeyip, daha çok, birçok insanda mevcut olan, yaptıklarından dolayı Allah'ın huzurunda hesap verme gerçeğine zihnini -geçici veya sürekli olarak- kapama eğilimini gösterir: bu nedenle, yukarıdaki ifadeyi “yalanlamaya ne zaman kalkıştıysanız” şeklinde çevirdim.
7 Klasik müfessirler, burada, müteşabih olarak insanların bütün fiillerini kaydeden muhafız meleklere işaret edildiği görüşündedirler. Ancak, 50:16-23'ün çevirisinde buna başka bir açıklama getirdim ve bu açıklamayı ilgili notlar 11-16'da detaylı olarak ele aldım. Sözkonusu yorumdan hareketle diyebiliriz ki, her insanın başına dikilen “gözetleyici güç” (hâfiz), onun bilinç altında yatan bütün saikleri ve eylemlerini “kaydeden” kendi vicdanıdır. Bu, insan yapısının en temel unsuru olduğundan 11. ayette “değerli” olarak tanımlanmıştır.
8 Bu ayetin başındaki sümme kelimesini “Ve bir kez daha” şeklinde çevirmem konusunda bkz. sure 6, not 31. Bu belâgat sorusunun tekrarlanması, insan aklının (intellect) ve tasavvurunun onu cevaplayamayacağını, çünkü Hesap Günü olarak tanımlanan şeyin, hâlâ bizim beşerî tecrübemizin ötesinde bulunan ve bu nedenle kavramsal olarak tasavvur edilemeyen gerçekliğin başlangıcını oluşturacağını göstermek içindir: Bu nedenle, yalnızca bir teşbîh -ve bizim ona göstereceğimiz duygusal reaksiyon- o gerçekliğin ne olabileceği hakkında bir ipucu verebilir.