5 Temmuz 2007 Perşembe

CUMA SÜRESİ(MEVDUDİ)

Adı: Sure; adını 9. ayetinden almıştır. Bu surede Cuma namazı ile ilgili hükümler beyan edilmiş olmasına rağmen, surede sadece Cuma Namazı işlenmiş değildir. Diğer surelerde olduğu gibi bu ad, bir alâmettir.

Nüzul Zamanı: İlk sekiz ayet Hicri 7. yılda ve muhtemelen Hayber fethinde yahut ondan bir zaman sonra nazil olmuştur. Buhari, Müslim, Tirmizi, Nesei ve İbn Cerir; Ebu Hureyre'nin "Biz Rasulullah'ın huzurunda iken, bu ayetler nazil oldu" dediğini nakleder. Ebu Hureyre'nin ise Hudeybiye Antlaşması'ndan sonra, Hayber'in fethinden önce Müslüman olduğu kesinlikle sabittir. İbn Hişam'a göre, Hayber, Hicri 7. yılda muharrem ayında, İbn Sa'd'a göreyse Cemaziyul-evvel'de fetholunmuştur. Dolayısıyla Yahudilerin bu son kalesi de feth olunduktan sonra Allah'ın onlara hitaben bu ayetleri inzal etmiş olması ihtimal dahilindedir. Yahut bu ayetler, Hayber'in fethinden sonra Arabistan'ın kuzeyindeki Yahudi kabilelerin İslâm yönetimine bağlanmasıyla birlikte indirilmiş olabilir.

Son üç ayet, hicretten kısa bir zaman sonra nazil olmuştur; zira Hz. Peygamber (s.a) Medine'ye geldiğinin 5. günü Cuma Namazı kıldırmış ve bu ayetler Cuma günü namaz esnasında vuku bulan bir olay üzerine indirilmiştir. Bu ayetlerde Müslümanlara, toplantılarda nasıl davranılması gerektiği hususunda tebliğde bulunulmuştur.

Konu: Yukarıda da zikredildiği gibi, bu surenin iki ayrı bölümü, iki ayrı dönemde nazil olmuştur. Bu bakımdan konuları ve muhatapları da farklıdır. Ancak bir münasebet dolayısıyla bu iki bölüm bir araya getirilmiştir. Bu münasebeti anlayabilmek için, her iki bölümü de ayrı ayrı ele almak daha uygun olur.

Cuma Suresi'nin ilk sekiz ayeti nazil olduğunda, İslâm davetini önlemek için, Yahudilerin sarfettikleri tüm çabalar, geçen 6 yıl süresince başarısız olmuştu. Başlangıçta Medine'deki üç güçlü Yahudi kabilesi (Beni Kaynuka, Beni Kurayza, Beni Nadir) Hz. Peygamber'e (s.a) tüm güçleriyle karşı koymuşlar ve sonuçta kabilelerden biri tamamen yok olurken, diğer ikisi ülkelerini terketmek zorunda kalmışlardır. Daha sonra ise, Yahudiler diğer Arap kabilelerini kışkırtarak onları Medine'ye saldırmaları için teşvik ederler. Ancak bu sefer onların hepsi Ahzab Savaşı'nda bozguna uğrarlar. Geriye, Medine'den sürülen çok sayıdaki Yahudinin de toplandığı en büyük kaleleri Hayber kalmıştı. Bu ayetler nazil olduğunda, onlar da fazla karşı koymadan teslim olmuşlar ve bizzat kendi başvuruları üzerine Müslümanların zimmetinde orada kalmayı kabul etmişlerdir. Bu son yenilgiden sonra, Arabistan'daki Yahudi gücü tamamen ortadan kaldırılmış ve Vadi'l-Kura, Fedek, Teyme, Tebuk hepsi de arka arkaya teslim alınmıştır. Öyle ki, İslâm'ın adını bile duymak istemeyen o Yahudiler, İslâm'ın zimmeti altına girmek zorunda kalmışlardır. Böyle bir atmosferde Allah Teâlâ bu sureyle, onlara bir kez daha seslendi ve bu muhtemelen Kur'an'da zikredilen, Yahudilere yapılmış son hitaptı. Bu hitabede üç nokta vurgulanmıştır:

a) Sizler bu peygamberi, kendi kavminize değil, tahkir ederek "ümmî" dediğiniz başka bir kavme mensup olduğu için reddediyorsunuz. Peygamberin sizin kavminizden olma zorunluluğu batıl bir düşünceden başka bir şey değildir. Yine kavminize mensup olmayan ve peygamberlik iddiasında bulunan bir kimsenin ancak bir yalancı olabileceği şeklindeki düşünce de sizin vehminizdir. Çünkü "nübüvvet" şerefinin sadece kendi soyunuzun tekelinde olduğunu kabul ediyor ve Ümmîler arasında hiçbir zaman bir peygamberin gelmeyeceğini sanıyorsunuz. Oysa Allah o ümmiler arasından bir peygamber çıkarmıştır. O peygamber ki gözlerinizin önünde sizlere "mesaj" tebliğ etmekte, insanları tezkiye edip, sapıklıktan kurtararak, onlara doğru yolu göstermektedir. Bu, Allah'ın bir lütfudur ve O dilediğini "peygamberlik" ile şereflendiririr. Sizlere, istediğiniz bir kimseye peygamberliğin verilmesi veyahut istemediğiniz kimsenin peygamberlikten mahrum olması gibi bir lütufta bulunulmamıştır.

b) Sizler Tevrat'ı yüklenen kimseler olmanıza rağmen, onun kıymetini bilemediniz ve sorumluluğunuzu yerine getiremediniz. Sizler tıpkı kitaplar yüklendiği halde, o kitaplarda neler yazdığını bilmeyen merkeplere benziyorsunuz. Hatta sizlerin durumu merkepten de kötüdür. Çünkü merkep şuur sahibi olmadığı gibi, "anlamak" şeklinde bir mükellefiyeti de yoktur. Oysa sizlere şuur verildiği halde, sizler Allah'ın kitabını taşımanın sorumluluğundan kaçmakla kalmıyor, O'nun ayetlerini bile bile yalanlıyorsunuz. Üstelik buna rağmen, kendinizi Allah'ın sevgili kulları olarak kabul ediyor, "nübüvvet" nimetinin sadece size mahsus bir hak olduğunu ve ayrıca ne yaparsanız yapın, Allah'ın gönderdiği mesajın sorumluluğunu yerine getirin-getirmeyin, yine de Allah Teâlâ'nın sizin isteğinize uyarak, mesajını sizlerden başkasına yüklemeyeceğini sanıyorsunuz.

c) Sizler, gerçekten Allah'ın sevgili kulları olsaydınız ve gerçekten Allah indinde büyük izzet ve ikrama mazhar olacağınıza inansaydınız eğer, ölümden bu derece korkmamanız gerekirdi. Ancak sizler sırf ölüm korkusuyla dalâlet içinde yaşamayı kabul edip, bu yüzden geçen birkaç sene içerisinde sürekli yenilgiyi tercih ettiniz. Sizlerin bu hali bile, yaptıklarınızın doğru olmadığını bildiğinize tek başına delildir. Sizler, bu halinizle Allah'ın huzuruna gittiğinizde, orada bu dünyadakinden daha zelil olacağınızı pekalâ biliyorsunuz.

Bu sure, birinci bölümle, ondan birkaç sene önce nazil olan ikinci bölümün bir araya getirilmesiyle teşekkül etmiştir. Yahudilerin Sebt'ine (Cumartesi gününe) karşılık, Müslümanlara Cuma'nın bağışlanması nedeniyle, bu iki bölüm bir araya getirilmiş olabilir. Burada Müslümanlar, Yahudilerin sebt'e karşı takındıkları tavır gibi Cuma'ya bir tavır takınmamaları konusunda uyarılıyorlar. Bu ayetler, Medine'de bir Cuma namazı vaktinde Mescid-i Nebevî'deki Müslümanları ticari bir kafilenin gelmesi üzerine davul sesini duyup, 12 kişi dışında hepsinin, gelen kafileye koşması üzerine nazil olmuştur.

Oysa onlar kafileye koştukları esnada, Hz. Peygamber (s.a) hutbe irad etmekteydi. Bu sebepten dolayı bu ayetler Cuma vaktinde (ezandan sonra) her türlü meşguliyeti ve alışverişi haram kılmıştır. Müslümanların Cuma vaktinde her türlü meşguliyeti bırakarak Allah'ın zikrine koşmaları gerekmektedir. Ancak namaz bittikten sonra, kendi işlerine dönüp, rızık aramak için yeryüzüne yayılabilirler. Bu bölüm Cuma hükümleri hakkında müstakil bir sure olabilirdi. Ama Yahudilerin Sebt gününü ihlal etmeleri nedeniyle uğradıkları kötü azabın kendi başlarına gelmemesi için Müslümanların uyarıldıkları diğer bölüm ile biraraya getirilmiştir. Bana göre bu iki bölümün biraraya getirilme nedeni işte budur.

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1 Göklerde ve yerde olanların tümü, Melik; Kuddüs; Aziz; Hakim olan Allah'ı tesbih etmektedir.1

2 O, ümmiler2 içinde, kendilerinden olan ve onlara ayetlerini okuyan, onları arındırıp-temizleyen ve onlara kitap ve hikmeti3 öğreten bir peygamberi gönderendir. Oysa onlar, bundan önce gerçekten açıkça bir sapıklık içinde idiler.4

3 Ve onlardan henüz kendilerine ulaşıp-katılmamış bulunan5 diğerlerine de (peygamber gönderilmiştir); O (Allah), üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.6

AÇIKLAMA

1. İzah için bkz. Hadid an: 1-2, Haşr an: 36-37, 41. Daha sonraki konu ile bu ayetler arasında çok yakın bir ilgi vardır. Yahudiler, Hz. Peygamber'in (s.a.) şahsiyetini, davranışlarını ve Hz. Musa'nın (a.s) Tevrat'ta müjdeliyerek bildirdiği özellikleri -ki bu özellikler Hz. Peygamber'e (s.a.) tıpa tıp uyuyordu- bilmelerine rağmen Hz. Peygamber'e (s.a.) iman etmeyi reddediyorlardı. Ayrıca açıkça "Yahudi olmayan bir kimseye Allah'tan vahiy gelse dahi inanmayız" diyorlardı. İleride gelecek ayetlerde Yahudilerin bu tutumu açık bir şekilde kınanmış ve bu yüzden girişte şu cümle kullanılmıştır: "Yerde ve gökte (kainatta) olanların hepsi Allah'ı tesbih etmektedir." Yani kainattaki her zerre, Yahudilerin kendisine atfettiği her türlü noksanlıktan Allah'ın münezzeh olduğuna şahitlik etmektedir.

Yahudiler, kendilerinin Allah katında herkesten daha makbul kullar olduklarını ve Allah'ın kendilerine özel bir sevgi beslediğini sanmaktadırlar. Oysa Allah tüm mahlukatına aynı seviyede muamele eder. O'nun adalet, Rububiyet ve rahmeti herkes için müsavidir. O hiçbir kavim ve ırk, ne yaparlarsa yapsınlar kendilerine nimetlerini lutfetmeye devam edecek şekilde öyle bir sevgi beslemez. Ayrıca hiçbir soy ve kavme, iyi özelliklere sahip oldukları halde dahi, onları lütfundan mahrum bırakacak derecede düşmanlık da beslemez. Daha sonra Allah'ın "Melik" olduğu buyurulmuştur. Yani dünyadaki hiçbir güç O'nun yetkilerini kısıtlayamaz. Sizler O'nun köle ve tebaasısınız. İstediğiniz bir kimseye peygamberlik verileceğine dair bir yetki size ne zaman verildi? O "Kuddûs"tür. Yani O, herşeyden münezzehtir ve O'nun kararlarında herhangi bir hata ve yanılgı ihtimali imkan haricidir. Bu vehimler, sizlerin kendi idrak eksikliğinizin bir sonucudur. Sonra Allah'ın, biri "Aziz" (Hiç kimse O'nu mağlup edemez), diğeri "Hakim" (Tüm takdiri hikmete dayanır ve hiç kimse O'nun takdirine karşı koyamaz) olmak üzere iki sıfatı zikredilmiştir.

2."Ümmî" ifadesi burada, Yahudi literatürüne göre kullanılmıştır ve bu kullanımda gizli bir alay sözkonusudur. Yani Yahudilere şöyle denilmektedir: "Sizler Araplara hakaret amacıyla "Ümmî" diyor ve güya kendinizle mukayese ederek onları hakir görüyorsunuz. Ancak Aziz ve Hakim olan Allah, onlar arasından bir peygamber çıkarmıştır. O peygamber kendiliğinden gelmemiş, bilakis kainatın sahibi Allah tarafından gönderilmiştir. O Allah ki Aziz'dir, Hakim'dir. O'na karşı koymaya çalışırsanız, kendinize zarar vermiş olur, O'na hiçbir şey yapamazsınız."

Kur'an'da "Ümmî" kelimesi pekçok yerde geçer. Ancak her yerde aynı anlamda olmayıp muhtelif anlamlarda kullanılmıştır. Bazı yerlerde Ehl-i Kitab'ın zıddı mukabilinde, "Kitab sahibi olmayanlar"a atfen kullanılır. Örneğin, "Kendilerine Kitap verilenlere ve Ümmîlere de ki: Siz de İslâm oldunuz mu?" (Al-i İmran: 20) Burada bahsi geçen Ümmiler, Yahudi ve Hıristiyanlardan ayrı bir topluluktur. Bazı yerde ise kendilerine nazil olan Kitab'ı bilmeyen ve Kitap'tan cahil olanlar için kullanılır. "Onların (Yahudilerin) içinde bir de Ümmiler vardır ki, Kitab'ı bilmezler, bütün bildikleri birtakım kuruntulardır" (Bakara: 78). Bazı yerlerde ise Yahudilerin bizzat kullandıkları anlamda, yani Yahudi olmayanlar için kullanılmıştır: "Kitap ehlinden öylesi vardır ki, ona yüklerle emanet bıraksan onu sana öder. Onlardan öylesi de vardır ki, ona bir dinar versen, devamlı olarak başına dikilmeden onu sana ödemez.

"Ümmilere karşı bize bir sorumluluk yoktur" dedikleri için böyle yapıyorlar ve Allah'a karşı bile bile yalan söylüyorlar (Ali İmran: 75). İşte bu anlam, sözkonusu ayetteki kullanımla, aynıdır. Bu anlam, İbranice'de "Goyim" kelimesinin müteradifidir. Kitab-ı Mukaddes'in İngilizce çevirilerinde bu kelime "centile" ile (İsrail'li olmayan) karşılanmaktadır.

Yahudilerin kullandıkları bu kavram ile ilgili yaptığımız açıklamalar yeterli değildir. Çünkü "Goyim" kelimesi İbranice'de "kavimler" anlamında da kullanılmıştır. Ancak Yahudiler bir süre sonra bu kelimeyi sadece kendileri dışındaki kavimler için kullanırlarken, zamanla bunu diğer kavimlere atfen gayri medenî, dinsiz, soysuz ve zelil anlamında sarfetmeye başlamışlardır. Öyle ki Yunanlıların kendileri dışındaki kavimler için kullandıkları, "Barbar" kelimesine yükledikleri nefret ve aşağılama manasından daha ağırını, Yahudiler "Goyim" kelimesine yüklemişlerdir. Yahudi literatüründe "Goyim" kelimesinin vasfettiği kitle, o derece nefret edilecek bir şeydir ki, Yahudiler onların insan yerine bile konmayacağı, onlarla yolculuk yapılmayacağı hatta Goyim'e mensup birinin boğulması durumunda, onun kurtarılmaya dahi değmeyeceği düşüncesindedirler. Ayrıca Yahudiler, gelmesi beklenen Mesih'in Goyim'e mensup herkesi helak edeceğine inanırlar (İzah için bkz. Al-i İmran an: 64)

3. Kur'an'da Hz. Peygamber'in (s.a) bu özelliği 4 yerde geçmektedir. Ve bu özelliğin vurgulandığı her mevkide maksat farklıdır.

a) Bakara: 129'da Araplara musibet ve felaket olarak değerlendirdikleri Hz. Peygamber'in (s.a) aslında kendileri için büyük bir nimet olduğu, nitekim Hz. İbrahim ve Hz. İsmail'in onun, zürriyetlerine gönderilmesi dileğinde bulundukları, bildirilmektedir.

b) Bakara: 131'de ise, Müslümanların, Allah'ın Hz. Peygamber'i göndermekle kendilerine ne kadar büyük bir lütufta bulunduğunu anlamaları ve böylece onun kıymetini bilip bu nimetten tam anlamıyla istifade etmeleri istenmiştir.

c) Al-i İmran: 164'de münafıklara ve zayıf imanlı kimselere, Allah'ın kendilerine ihsan ettiği böylesine bir nimetin kadrini bilemedikleri için ne kadar akılsız oldukları hatırlatılmaktadır.

d) Aynı özellik 4. kez ve bu surede vurgulanarak Yahudilere şöyle seslenilmiştir: "Hz. Muhammed'in (s.a) davranışları bizzat ortaya koyduğu kadar, sizler de onun bir peygamber olduğunu açıkça görmektesiniz. O'nun size okuduğu ayetlerin uslûbu, keyfiyet ve lisanı apaçık olarak, okuduklarının Allah'ın ayetleri olduğuna delalet etmektedir. O başkalarının hayatını ıslah etmekte, ahlak, adet ve münasebetlerini temizlemekte ve onları yüksek bir ahlak ile donatmaktadır. Bu ameliyeyi daha önceki peygamberler de, kendi ümmetlerine yapmışlardır. Ayrıca Hz. Peygamber (s.a) sizlere sadece o ayetleri okumakla kalmamakta yanısıra, Allah'ın Kitabı'nın bildirdiği ölçülere göre, hayatını düzenleyip bunu sizlerin önüne bir örnek olarak koymaktadır.

Sizlere öyle bir hikmete dayalı mesaj sunmaktadır ki, peygamberlerin dışında hiç kimse bu mesajı sunamaz. O'nun hayat tarzı, peygamberlere has bir özellik taşır ve insanlar peygamberleri bu özellikleri ile tanırlar. O halde bu ne inattır ki, hayatı apaçık gözler önünde olan bu peygamberi, Allah sizin kavminizden değil de, "Ümmi" dediğiniz bir kavimden seçtiği için reddediyorsunuz.

4. Bu, Yahudilerin gözleri önünde açıkça sergilenen, Hz. Peygamber'in (s.a.) risaletinin bir başka ispatıdır. Çünkü Yahudiler, asırlardır Arabistan topraklarında yaşıyorlar ve Araplar'ın dinî, ahlakî, sosyal ve kültürel hayatlarını yakından biliyorlardı. Yahudiler onların İslam'dan önceki hayatlarını çok iyi bildikleri gibi ayrıca Hz. Muhammed'in (s.a) önderliğinde değişen bu toplumun çizdiği grafiği de açıkça müşahade ediyorlardı. Bu nedenden ötürü, onlara şöyle denilmektedir: "Araplar'ın İslâm öncesi hayatları size gizli değildir. Onların İslâm geldikten sonra nasıl bir hayat tarzı sürdüklerini gördüğünüz gibi, ayrıca aynı toplumda Müslüman olmayan kimseleri de görüyorsunuz. Böylesine büyük bir devrimi bir âmâ dahi fark edebilirken, bu devrimi ancak bir peygamberin yapabileceği gerçeği, sizleri inandırabilmek için yeterli değil midir? Üstelik bu devrim önceki peygamberlerin yaptıkları değişimlerden daha bariz iken...

5. Yani, Hz. Peygamber'in (s.a.) risalet görevi sadece Araplar ile sınırlanmış değildir. Bu, henüz İslâm'ı kabul etmemiş tüm toplum ve nesiller için geçerlidir. Ayette geçen "minhum" (onlardan) ifadesi iki şekilde de anlaşılabilir. Birincisi, Ümmilerden, yani Yahudi olmayanlardan. İkincisi, Hz. Peygamber'e (s.a.) inandıkları halde, henüz ona katılmamış, ama bir süre sonra katılacak olanlardan. Bu takdirde, ayetin anlamı, "Rasulullah'ın risaleti kıyamete değin sürecektir" şeklinde olur. Kur'an'ın diğer yerlerinde de, bu hususa açıklık getirilmiştir. Bkz. En'am: 19, A'raf: 158, Enbiya: 107, Furkan: 1, Sebe: 28 ve ayrıca Sebe an: 47.

6. Yani, böylesine yüce bir peygamberi, ümmi bir toplumdan göndermiş olması, kudret ve hikmet sahibi olan Allah'ın bir lütfudur. Bu peygamberin büyük bir inkılabı hazırlayan öğretisi tüm insanlığı kapsamakta ve insanları birleştirip tek ümmet haline getirebilecek, ayrıca kıyamete değin geçerliliğini yitirmeyecek ebedî ilkelere dayanmaktadır. Yeryüzündeki hiçbir sahtekârın, böylesine bir inkılabı gerçekleştirebilecek seviyeye gelmesi mümkün değildir. Üstelik, değil ilkel Arap toplumu, gelişmiş ve medenî toplumlardaki dahiler bile, bir toplumu tümüyle değiştirip, umumî bir esas üzerinde onları toplayabilecek, tüm insanlığı tek ümmet haline getirebilecek bir ilkeyi ve kıyamete kadar geçerli evrensel bir medeniyetin üzerinde yükseleceği bir dini insanlara sunabilecek bir varlık gösteremezler. Bu ancak Allah'ın bir mucizesidir. O hikmeti mucibince dilediği kimseyi, dilediği ülke ve kavimden risalet vazifesi için seçer. Akılsızlar bu gerçeği kabul etseler de etmeseler de!...

4 Bu, Allah'ın dilediğine verdiği fazl (lütuf ve ihsan)dır. Allah, büyük fazl sahibidir.

5 Kendilerine Tevrat yükletilip de sonra onu (içindeki derin anlamları, hikmet ve hükümleriyle gereği gibi) yüklenmemiş olanların7 durumu, koskoca kitap yükü taşıyan eşeğin8 durumu gibidir. Allah'ın ayetlerini yalan saymakta olan kavmin durumu ne kadar kötüdür.9 Allah, zalim olan bir kavmi hidayete erdirmez.

6 De ki: "Ey Yahudi olanlar,10 eğer siz, (bütün) insanlardan ayrı olarak yalnızca sizlerin gerçekten Allah'ın velileri11 (dost ve sevgili kulları) olduğunuzu öne sürüyorsanız, şu halde ölümü temenni edin; eğer doğru sözlü iseniz (bunu çekinmeden yapın)."12

AÇIKLAMA

7. Bu cümle biri umumi, diğeri hususi iki anlamı birden tazammun eder. Umumi anlamı şu şekildedir: "Kendilerine Tevrat verilmesine ve ona göre amel etmekle sorumlu tutulmalarına rağmen, bu sorumluluklarının bilincinde olmamış ve bunu yerine getirmemişlerdir." Hususi anlamı ise şöyledir: "Tevrat" yüklenmiş kimseler olmaları nedeniyle, Hz. Peygamber'e (s.a.) herkesten önce uymalıydılar. Çünkü Tevrat'ta açıkça Hz. Peygamber'in (s.a.) geleceği müjdesi verilmiştir. Ancak buna rağmen Yahudiler, Tevrat'ın mesajına aldırmaksızın, Hz. Peygamber'e (s.a.) herkesten daha fazla karşı çıkmışlardır.

8. Yani, tıpkı ne taşıdığını bilmeyen üzerine kitaplar yüklü merkep gibidirler. Yahudiler de, adeta bir merkep gibi Tevrat'ı yüklenmişlerdir ve o kitabın kendilerine ne tür sorumluluklar tevdi ettiğini bilmemektedirler.

9. Yani onların durumu merkepten daha beterdir; zira merkep kendisine şuur verilmediği için mazurdur. Ancak onlara şuur verildiği gibi ayrıca Tevrat'ı okuyor ve anlıyorlar. Fakat buna rağmen, yine de bu öğretiyi uygulamaktan kaçınmakta ve Hz. Peygamber'i (s.a) bile bile reddetmektedirler. Oysa bu peygamberler, Tevrat'a göre hak bir peygamberdir, ayrıca Tevrat'ı anlamadıkları şeklindeki iddiaları da mazeret değildir, aksine onu anlıyor ama Allah'ın ayetlerini bile bile yalanlıyorlar.

10. Burada, "Ey Yahudiler!" şeklinde hitap edilmeyip, "Ey kendisine Yahudi diyenler!" yahut "Ey Yahudilik iddiasında bulunanlar!" denmesi oldukça dikkate değerdir. Bunun sebebi, Hz. Musa'nın (a.s) tebliğ etitği dinin de O'ndan önceki peygamberlerin getirdikleri dinin de adının İslâm olmasıdır. O peygamberlerden hiçbiri Yahudi değildi ve daha o dönemlerde Yahudilik doğmamıştı bile. Bu din, daha sonraları bu isim ile tanınmaya başlanmış ve Hz. Yakub'un (a.s) dördüncü oğlu Yahuda'ya nisbet edilmiştir. Hz. Süleyman'dan (a.s) sonra İsrailoğulları ikiye bölündüğünde, sülaleden birinin saltanatı "Yahuda" ismi ile meşhur olmuştur. İsrailoğulları'nın diğer kabileleri ise, "Semerna Devleti" adını almışlardır. Daha sonraları Asur'luların bu devleti yerle bir etmeleri sonucunda oradaki İsrail kabilelerinden ve devletin kurucularından hiçbir eser kalmamıştır. Onlardan geriye sadece Yahuda ve Bünyamin'in nesli kaldığından ve bunlar arasında Yahuda'nın nesli çoğunluğu teşkil ettiğinden İsrailoğulları'na "Yahuda" denmiştir. Bu neslin içinden Kahinler, Rabiler (alimler), Ahbarlar kendi doktrinlerini, eğilimlerini, adet ve inançlarını, asırlar boyunca dini bir iskelet haline getirip bunu "Yahudilik" diye adlandırmışlardır.

Bu oluşum M.Ö. 4. yüzyıl ile M.S. 5. yüzyıl arasında teşekkül etmiştir. Bu akide içine, peygamberlerin getirdiği bir takım ilahî ilkelerin sokulması ihmal edilmemiş ama bunlar dahi değiştirilmiştir. İşte bu sebeplerden dolayı, Kur'an'ın birçok yerinde onlara "Kendilerine Yahudi diyenler", şeklinde hitap edilmiştir. Yani "Ey kendiliğinden Yahudiliği icad edenler!" Bu kitleye sadece İsrailoğulları değil, İsrailoğulları'ndan olmadığı halde Yahudiliği seçenler de dahil edilmiştir. Kur'an'da nerede İsrailoğulları'na hitap edilmişse, "Ya Beni İsrail" denmiş, nerede de Yahudiliğe intisap edenlere seslenilmişse, "Ey Yahudi olanlar!" denmiştir.

11. Kur'an'ın birçok yerinde, onların bu iddialarının ayrıntıları verilmiştir. "Yahudilerin dışında kimse cennete giremiyecek dediler." (Bakara: 111) "Sayılı birkaç gün dışında bize ateş dokunmayacaktır." (Bakara: 80, Ali İmran: 24) "Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz dediler" (Maide: 18), Bu iddialar, Yahudilerin kendi kitaplarında da bulunmaktadır. Tüm dünyada onların kendilerini Allah'ın seçkin kulları kabul ettikleri, Allah ile aralarında özel bir yakınlık olduğunu ve Allah'ın onları diğer insanlardan üstün tuttuğunu zannettikleri bilinmektedir.

12. Yahudilere bu teklif, bununla birlikte Kur'an'da ikinci kez yapılmış olmaktadır. Daha önce Bakara: 94-96'da şöyle buyurulmuştur: "De ki; Eğer gerçekten Allah katında ahiret yurdu kimsenin değil, yalnız sizin ise, sözünüzde doğru iseniz haydi ölümü temenni edin. Fakat ellerinin yapıp öne sürdüğü işlerden dolayı ölümü asla istemezler. Allah zalimleri bilir. Onları, insanların hayata en düşkünü, müşriklerden daha tutkunu bulacaksın; herbiri ister ki bin yıl yaşatılsın. Oysa yaşatılması onu azaptan uzaklaştıracak değil. Allah ne yaptıklarını görüyor" Aynı teklif burada da tekrarlanmıştır. Ancak bu, sadece bir tekrardan ibaret değildir. Çünkü Bakara Suresi'ndeki ayet, Yahudilerle Müslümanlar arasında henüz bir savaş patlak vermezden önce, onların karakter yapılarını teşhir etmek amacıyla nazil olmuştur. Bahis konusu ayet ise, (Yahudilerle yapılan savaşların sonucunda, onların yaşamak konusunda ne kadar hırslı oldukları ve ne pahasına olursa olsun her şart altında yaşamayı istedikleri bizzat denenerek müşahade edildikten sonra nazil olmuştur. Örneğin, Medine ve Hayber'deki Yahudi gücü Müslümanlardan hiç de az değildi. Bilakis onların imkanları Müslümanlarınkinden fazlaydı bile. Ayrıca Arap müşrikleri ve Medine'deki münafıklar onları destekliyorlardı ve hepsi de Müslümanları ortadan kaldırmaya kararlıydılar. Fakat şartlar eşit olmamasına rağmen, yine de Müslümanlar galip geldi ve Yahudiler yenildi. Zira Müslümanlar ölüm korkusu taşımaksızın, Allah yolunda şehadeti arzulayarak, seve seve canlarını ortaya koymuşlardı. Onlar kalplerinin derinliğinde, Allah yolunda cihad ettiklerine ve bu yolda şehadetin cennet ile ödüllendirileceğine yakinen inanıyorlardı. Yahudiler ise tam aksine hiçbir şey adına canlarını ortaya koyma yanlısı değillerdi. Öyle ki, Allah yolunda, kavimleri, kendi mal, can, şeref, namus vs. için dahi savaşabilecek cesaretleri yoktu. Onlar, her türlü şart altında yaşama arzusu içindeydiler. Dolayısıyla bu zaafları, kendilerini korkak insanlar haline getirmiştir.

7 Oysa onlar, ellerinin öne takdim ettikleri dolayısıyla13 bunu hiç bir zaman temenni edemezler. Allah, zalimleri bilendir.

8 De ki: "Hiç tartışmasız sizin kendisinden kaçmakta bulunduğunuz ölüm, şüphesiz sizinle karşılaşıp-buluşacaktır. Sonra gaybı da, müşahede edilebileni de bilen (Allah)a döndürüleceksiniz; O da size yapmakta olduklarınızı haber verecektir."

9 Ey iman edenler, Cuma günü14 namaz için çağrı yapıldığı zaman, hemen Allah'ı zikretmeğe koşun ve alış-verişi bırakın.15 Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.

AÇIKLAMA

13. Başka bir ifadeyle, onların ölümden kaçışları sürpriz olmamıştır. Onlar tüm iddialarına rağmen vicdanlarının derinliğinde, Allah'a ve dinine karşı nasıl bir tavır takındıklarını ve ahirette mükafatlarının ne olacağını biliyorlardı. İşte bu yüzden Allah'ın huzurunda bulunmaktan kaçmaktadırlar.

14. Bu cümle içinde, özellikle üç husus dikkate değerdir. Birincisi, Namaz için çağrı yapılmaktadır. İkincisi, Cuma gününe mahsusen bir namaz kılınmaktadır. Üçüncüsü, Cuma günü namaz için çağrı yapılmasıyla ilgili olarak, ilk kez emir veriliyormuş gibi bir ifade kullanılmamıştır. Bilakis, siyak ve sibaktan anlaşılmaktadır ki, namaza çağrı ve Cuma gününe mahsusen namaz daha önceden ifa edilegelmektedir.

Ancak yanlış olan, Müslümanlar Cuma günü namaza çağırıldıklarında gevşek davranmaları ve alışverişlerine devam etmeleriydi. Dolayısıyla Allah Teâlâ bu ayeti, Müslümanların ezan okunurken Cuma namazının önemini kavramaları ve bunun farz olduğunu idrak ederek namaza koşmaları için inzal etmiştir. Bu üç husus üzerinde derinlemesine düşünüldüğünde, Hz. Peygamber'in (s.a) emirlerinin, Kur'an'da belirtilmemiş olsa da Kur'an'da belirtilmiş gibi itaati gerektirdiği gerçeği ortaya çıkar. Ayette kastolunan namaza çağrı (ezan), günümüzde 5 vakit tüm dünyada camilerden yükselen ezandır. Ancak Kur'an'ın hiçbir yerinde, namaz için ezan okunması ya da başka türlü bir çağrı yapılması ile ilgili olarak, herhangi bir emir yer almamıştır. Bu Hz. Peygamber'in (s.a.) koyduğu bir kuraldır ve bu kural Kur'an-ı Kerim'de iki yerde teyid edilmiştir. Birincisi, söz konusu ayet, diğeri ise Maide Suresi'nin 58. ayetidir. Ayrıca tüm Müslümanların halen kılmakta olduğu Cuma gününe mahsusen kılınan namazın vakti ve şekli ile ilgili de, Kur'an'da bir bilgi mevcut değildir. Bu namaz da Hz. Peygamber'in (s.a.) bildirdiği gibi kılınmaktadır. Kur'an'ın bu ayeti ise, sadece onun önemini vurgulamaktadır. Bu gerçek, "Şer'î hükümler sadece Kur'an'da beyan edilmiştir" diyen kimsenin sadece sünnet'i değil aynı zamanda Kur'an'ı inkar etmiş olduğunun açık bir delilidir.

Daha ileri gitmeden önce, burada Cuma ile ilgili birtakım meseleleri açıklamakta yarar var.

Cuma, aslında İslâmî bir kavramdır. Çünkü Cahiliyye döneminde Araplar bu güne "Yevm'ul-Arube" diyorlardı. Müslümanlar aralarında, bir toplantı günü kararlaştırdıklarında bu günü seçmiş ve onu "Cuma günü" diye adlandırmışlardır. Tarihçiler ise, daha önceden Ka'b bin Luvî veya Kusay bin Kilab'ın bu güne mahsusen, "Cuma" ismini kullandıkları görüşündedirler. Çünkü o gün Kureyşliler bir araya geliyorlardı. (Feth'ul-Bari) Ancak buna rağmen Araplar, bu kadim ismi değiştirmeyip ona Arube günü demekte devam etmişlerdir. Fakat gerçek değişiklik, İslâm geldikten sonra vuku bulmuştur.

İslâm'dan önce haftanın bir gününün ibadete ayrılması adeti Kitap Ehli'nde vardı. Yahudiler bu günü "Sebt" (Cumartesi) günü olarak isimlendirmişlerdir. Çünkü Allah, İsrailoğulları'nı Firavun'a kölelikten o gün kurtarmıştır. Hıristiyanlar ise, Yahudilerden farklı olmak için, ibadet günü olarak kendilerine "Pazar"ı seçmişlerdir. Oysa bu günle ilgili olarak Hz. İsa'nın bir talimatı sözkonusu olmadığı gibi, İncil'de de bir kayıt mevcut değildir.

Ancak Hıristiyanlar, Hz. İsa'nın çarmıhta can verdikten sonra kabirden, pazar günü göğe çıktığına inandıkları için, kendilerine pazar gününü ibadet günü olarak seçmişlerdir. M.S. 321'de Roma İmparatorluğu, bir yasa çıkartarak bu günü, resmi tatil ilan etmiştir. İşte İslâm, bu iki toplumdan da kendini ayırabilmek için Cuma gününü toplu ibadet günü olarak seçmiştir.

İbn Abbas ve Ebu Mes'ud el-Ensari'nin rivayetlerinden anlaşıldığına göre, Cuma'nın farz oluşu ile ilgili emir, hicretten önce Mekke'de gelmiştir. Fakat o dönemde Mekke'de bu emrin gereği üzerine amel etmek mümkün değildir. Çünkü biraraya gelmek suretiyle, topluca ibadet etmek imkan hariciydi. Fakat Hz. Peygamber (s.a) daha önceden hicret ederek Medine'ye giden Müslümanlara Cuma'yı ikame etmeleri için emir göndermiştir. Böylece ilk Cuma'yı Muhacirlerin başkanı Mus'ab bin Umeyr, 12 Müslüman'a Medine'de kıldırmıştır. (Tabaranî, Darekutnî) Ka'b bin Malik ve İbn Sirîn'in rivayetlerine göre, Medine'de Ensardan Müslümanlar kendi başlarına, haftada birgün topluca ibadet etmeyi kararlaştırmışlardır. Dolayısıyla Yahudilerin Cumartesi, Hıristiyanların Pazar günü topluca ibadet etmelerine mukabil, onlar Cuma gününü seçmişlerdir. Ve ilk Cuma'yı Benî Biyade'nin bölgesinde Esâd bin Zürare 40 Müslümanla birlikte kılmıştır. (Müsned-i Ahmed, Ebu Davud, İbn Mace, İbn Hibban, Abd bin Humeyd, Abdurrezzak, Beyhakî) Bu rivayetten anlaşıldığına göre, Müslümanlarda, haftada bir gün topluca ibadet etme arzusu vardır ve bu arzu, Yahudi ve Hıristiyanlardan farklı olarak, İslâm'a mahsus bir alâmet şeklinde iktiza etmişti. Bu konuda herhangi bir emir olmamasına rağmen, İslâm'ın ruhuna uygun düşünüp davranmaları, Sahabe-i Kiram'ın İslâm'ı kavrayışlarının bir özelliğidir.

Hz. Peygamber'in (s.a) hicret ettikten sonra yaptığı ilk işlerden biri de, Cuma'nın ikame edilmesi olmuştur. Kendisi Mekke'den hicret etmek üzere ayrılıp, pazartesi günü Kuba Mescidi'ne ulaşmış ve 4 gün orada kaldıktan sonra 5. gün (Cuma günü) Medine'ye hareket etmiştir. Yolda, Beni Salim bin Avf'ın bölgesinde Cuma vakti olmuş ve kendileri ilk Cuma'yı orada eda etmişlerdir.

Bu namaz için, Hz. Peygamber (s.a) öğleden sonra bir vakti (yani öğle namazının vaktini) tayin etmiştir. Hicretten önce Musâb bin Umeyr'e gönderdiği yazılı emirde de şöyle demiştir: "Cuma günü, öğleden hemen sonra iki rekat namaz ile Allah'a yaklaşınız" (Darekutnî) Aynı emir, hicretten sonra, Hz. Peygamber (s.a) hem kavlen, hem fiilen bizzat kendisi beyan etmiştir. Hz. Enes, Hz. Seleme bin Ekva, Hz. Cabir bin Abdullah, Hz. Zübeyr bin Avvam, Hz. Sehiyl bin Sad, Hz. Abdullah bin Mes'ud, Hz. Ammar bin Yasir ve Hz. Bilal'den bu konuyla ilgili nakledilen hadis şöyledir:

"Rasulullah Cuma namazını zevalden sonra kıldırırdı." (Müsned-i Ahmed, Buharî, Müslim, Ebu Davud, Neseî, Tirmizî)

Cuma namazının, öğle namazı yerine geçtiği, bu namazın sadece iki rekat olduğu ve namazdan önce hutbe irad edildiği Hz. Peygamber'in (s.a.) fiiliyle sabittir. Öğle namazı ile arasındaki fark budur. Nitekim Hz. Ömer bu konuda şöyle demiştir: "Rasulüllah'ın mübarek ağzından çıktığına göre, yolcu namazı iki rekattır, fecr (sabah) namazı iki rekattır ve Cuma namazı da iki rekattır. Bu sonuncusu kasır namazı gibi değildir, Cuma hutbesi nedeniyle kısaltılmıştır." (Ahkamu'l-Kur'an, el-Cassas)

Ayette, bahis konusu edilen ezan ile, hutbeden önce okunan ezan kastolunmaktadır, yoksa Cumadan çok önce halka haber vermek için okunan ezan değil. Saib bin Yezid'in rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber (s.a) döneminde sadece bir ezan okunurdu. Müezzin bu ezanı, imam minberde oturduktan sonra okumaya başlardı. Bu Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer'in dönemlerinde de aynı şekilde devam etmiş ama Hz. Osman'ın zamanında nüfus arttığından dolayı, çok önceden bir ezan daha okutulmaya başlanmıştır. Bu ezan Medine çarşısında bulunan bir evden okutturuluyordu. (Buharî, Ebu Davud, Neseî, Tirmizî).

15. "Zikrullah" ile Cuma hutbesi kastedilmektedir. Çünkü ezandan sonra Hz. Peygamber (s.a) hutbe verir ve her zaman namazı hutbeden sonra kıldırırdı. Ebu Hüreyre'den rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Melekler, her Cuma, namaza gelen kimselerin isimlerini kaydederler ve imam minbere çıktığında defterlerini kapatıp, hutbeyi dinlemeye başlarlar." (Müsned-i Ahmed, Buhari, Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, Nesei) Bu hadisten de anlaşıldığı gibi, "zikir" ile hutbe kastedilmektedir. Ayrıca Kur'an'ın ifadeleri de aynı yöne işaret etmektedir. Şöyle ki, önce "Allah'ın zikrine koşunuz" diye buyurulurken, daha sonra "Namaz kılındıktan sonra yeryüzüne dağılın" denilmektedir. Bu ifadelere göre Cumanın tertibi şu şekildedir. Önce zikr (hutbe), sonra namaz. Nitekim müfessirler "zikr"in hutbe yahut hutbe ve namaz olduğu konusunda görüşbirliği içindedirler.

Hutbe karşılığında "Zikrullah" ifadesi kullanılmıştır; zira hutbenin Allah'ı hatırlatan konuları kapsaması gerekir. Örneğin, Allah'a hamdü-sena, Rasûlüne salavat, Allah'ın emirleri, şeriatına uygun ameller, tebliğ yolunda telkinler, muttakilerin vasıfları tarifi ve medhi vs. Bu esaslara dayanarak Zemahşerî zalim hükümdarları övmenin, onların isimlerini anmanın, onlara dua etmenin "Zikrullah" ile bir ilgisi bulunmadığını, aksine bunun "Zikruşşeytan" olduğunu söylemiştir. (Keşşaf)

"Allah'ın zikrine koşunuz" emri ile elbette koşa koşa gelmek kastedilmiş değildir. Bu ifade "çabuk gelin, acele edin" anlamındadır. Nitekim Arapça'da "sa'y", sadece koşmak için değil, gayret göstermek çabalamak anlamında da kullanılır. "Sa'y" bu anlamıyla Kur'an'da da çok kullanılmıştır. Zaten müfessirler ayetteki kullanıma bu anlamı verme hususunda görüş birliği içerisindedirler. Yani ezanı işiten kimse, hemen mescide varabilmek için gayret göstermelidir. Hem ayrıca namaz kılmak için camiye koşarak gelmekten Müslümanlar men olunmuşlardır. Ebu Hureyre'den rivayet olunduğuna göre Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Cemaat namaza başladığında, namaza temkinli ve vakar içinde gelin, koşmayın. Namaza yetiştiğinizde hemen cemaate katılın ve sonra (namazı) tamamlayın"

(Kütübüs'Sitte) Ebu Katade el-Ensarî, şöyle anlatıyor: "Bir defasında Hz. Peygamber'in (s.a.) arkasında namaz kılıyorduk ve birden ayak sesleri duyduk. Namaz bitince Hz. Peygamber (s.a) gürültünün nedenini sordu. Onlar namaza yetişmek için koştuklarını söyleyince Hz. Peygamber, "Böyle yapmayın, namaza sukûnet içinde gelin ve cemaate katılın, sonra namazınızı tamamlayın" diye buyurdu. (Buharî, Müslim)

"Alışverişi bırakın"; bu ifade sadece alışverişi değil, tüm meşguliyetleri bırakarak namaz için hazırlanmayı da içine alır. Burada "el-bey'a" (alışveriş) kelimesinin zikredilme nedeni, Cuma günü ticaretin yoğun olması dolayısıyladır. Cuma günleri civardaki yerleşim bölgelerinden Medine'ye gelen insanlar, yanlarında satmak için mal getirirlerdi ve o gün herkes ihtiyaçlarını karşılayabilmek için alışveriş yapardı. Bu nedenle ayetteki yasaklama sadece alışveriş ile sınırlı olmayıp, tüm meşguliyetleri kapsamaktadır. Allah Teâlâ'nın ayette sadece alışverişi zikretmiş olması nedeniyle fakihler Cuma ezanından sonra her türlü alışverişin haram olduğu hususunda görüşbirliğine varmışlardır.

Bu verilen emir, Cuma namazının farz olduğuna kesin bir delildir. Yani "Ey iman edenler! Cuma günü namaz için çağrıldığınızda, Allah'ın zikrine koşun" ifadesi tek başına Cuma namazının farziyetini ispatlamaya yeterlidir. Ayrıca helâl bir şeyin (alışverişin) Cuma namazı nedeniyle haram kılınması da Cuma namazının farziyetini ortaya koymaktadır. Bunun yanısıra Cuma namazının kılınması nedeniyle öğle namazı da sakıt olur. Yani Cuma namazı, öğle namazının yerini alır. Bu da Cuma namazının farz oluşuyla ilgili başka bir delildir. Çünkü bir farz, ancak yerine başka bir farzın ikame edilmesiyle sakıt olur. Nitekim bu husus, birçok hadis ile teyid edilmiştir.

Örneğin Hz. Peygamber (s.a) Cuma namazını şiddetle tavsiye etmiş ve bunun farz olduğunu söylemiştir. İbn Mes'ud'un rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber (s.a); "Gönlüm namazı kıldırması için yerime bir başkasını tayin edip, Cuma namazına gelmeyenlerin evlerini ateşe vermeyi arzu ediyor." demiştir. (Müsned-i Ahmed, Buharî) Ebu Hreyre ve İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre, kendileri Hz. Peygamber'i hutbede, "İnsanlar Cuma namazını terk etme adetini bıraksınlar. Aksi takdirde Allah onların kalplerini mühürleyecek ve onları gafillerden kılacaktır." derken işitmişlerdir. (Müsned-i Ahmed, Müslim, Neseî) Ebu'l-Caad Demirî, Cabir bin Abdullah ve Abdullah bin Ebî Evfa'nın rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Şayet bir kimse gerçek ve caiz olmayan bir mazeret nedeniyle üç Cuma namazını terk ederse, Allah o kimsenin kalbini mühürler." Bu hadisin lafzı, bir başka rivayette şöyledir: "Allah onların kalplerini münafıkların kalplerine benzetir" (Müsned-i Ahmed, Ebu Davud, Neseî, Tirmizî, İbn Mace, Darimî, Hakim, İbn Hibban, Bezzar, Taberani) Cabir bin Abdullah, Hz. Peygamber'in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Bugünden itibaren, kıyamete değin Cuma namazı sizlere farzdır. Cuma namazını basit bir amel sanıp ona önem vermeyen kimsenin halini Allah Teâlâ düzeltmez. İyi dinleyin! Tevbe edip, Allah'tan mağfiret dilemedikçe, o kimsenin namazı namaz, zekatı zekat, haccı hac, orucu oruç, iyiliği iyilik değildir. Allah ise affedicidir. (İbn Mace, Bezzar) Aynı anlamda başka bir rivayeti Taberanî, İbn Ömer'den nakletmiştir. Ayrıca Cuma namazının farz oluşu ile ilgili birçok hadis rivayet edilmiştir. Abdullah b. Amr b. el-As'ın rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber (s.a) "Cuma ezanını duyan kimseye Cuma namazı farzdır" buyurmuştur. (Ebu Davud, Darekutnî) Cabir bin Abdullah ile Said bin Hudrî Hz. Peygamber'in (s.a.) hutbede şunları söylediğini rivayet ederler: "Şunu iyi bilin ki, Allah sizin üzerinize Cuma namazını farz kılmıştır." (Beyhakî) Ancak kadınlar, hastalar, çocuklar, körler ve yolcular bu farziyetin dışındadırlar. Hz. Hafsa'dan rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber "Cuma namazı her baliğ (yetişkin) üzerine vaciptir, buyurmuştur." (Neseî) Tarık bin Sihab'ın rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber (s.a) şöyle demiştir: "Cuma namazını cemaatle kılmak, her Müslümana vaciptir. Ancak kadınlar, köleler, çocuk ve hastalar müstesna." (Ebu Davud, Hakim) Hz. Peygamber'in (s.a.) bu hadisinin lafızları, Cabir bin Abdullah'ın rivayetinde şu şekildedir: "Kim Allah'a ve Ahiret gününe iman ediyorsa Cuma namazı kendisine farzdır. Ancak kadınlar, yolcular, köle ve hastalar müstesna." (Darekutnî, Beyhakî) Kur'an'ın ve hadislerin bildirdikleri doğrultusunda bütün ümmet, Cuma namazının farziyeti hususunda icma etmiştir.

10 Artık namazı kılınca, yeryüzünde dağılın, Allah'ın fazlını isteyip-arayın16 ve Allah'ı çokça zikredin,17 umulur ki felaha (kurtuluşa ve umduklarınıza) kavuşmuş olursunuz.18

AÇIKLAMA

16. Bu ifade, Cuma namazından sonra yayılıp, rızık aramanın şart olduğu anlamına gelmez. Bu emir izin anlamındadır; zira Cuma ezanının duyulmasıyla birlikte, tüm meşguliyetlerini bırakıp, namaza gelen kimselere, namaz bittikten sonra dağılıp tekrar işleriyle meşgul olmaları için izin verilmektedir. Tıpkı ihramlıyken avlanmanın haram olup daha sonra "ihramdan çıktıktan sonra avlanın" (Maide: 2) emri mucibince avın serbest bırakılması gibi. Bu ayetteki emirde, avlanmak şart koşulmamıştır. Sadece avlanma yasağı kaldırılmıştır. Yani "isterseniz avlanabilirsiniz" denmek istenmiştir. Yine Nisa Suresi'nde, birden fazla kadınla evlenilebileceği belirtilmektedir. Bu ayette de emir kipi kullanılmış olmasına rağmen hiçbir kimse bu ayetten, birden fazla kadınla evlenilmesinin şart koşulduğu anlamını çıkarmamıştır. Tüm bunlardan emir kipinin her zaman vucubiyet ifade etmediği prensibi ortaya çıkar. Emir kipi bazen izin ve tavsiye anlamında kullanılmıştır. Nerede emir, nerede izin ve tavsiye anlamında kullanıldığı ise ayetin siyak ve sibakından, ayrıca başka karinelerden anlaşılır. Sözgelimi mezkur cümleden sonra, "Allah'ı çok anın" denilirken emir kipi kullanılmıştır. Fakat burada Allah'ın sevdiği bir amelin tavsiye edildiği, vucubiyetin ise kastedilmediği anlaşılmaktadır.

Bu noktada Yahudilerin Cumartesi, Hıristiyanların Pazar gününü tatil ilan etmelerinde olduğu gibi, Kur'an'ın Müslümanlara Cuma gününü tatil olarak ilan etmesi dikkat çekicidir. Fakat buna rağmen kimse, Cumartesi ve Pazar günlerinin, Yahudi ve Hıristiyanların dini sembolleri olduğu gibi, Cuma gününün de Müslümanların dini bir sembolü olduğu gerçeğini reddedemez.

Haftanın bir gününün genel tatil ilan edilmesi durumunda -ki bu, çağın getirdiği bir ihtiyaçtır- nasıl Yahudiler Cumartesini, Hıristiyanlar pazarı seçmişlerse, Müslümanlar da Cuma gününü seçmelidirler. Nitekim Hıristiyanlar başka ülkelerde bile, Pazar gününün tatil olmasını sağlamışlardır. Oysa bu ülkelerde "Hıristiyan nüfus" yok denecek kadar azdır. Yine Yahudilerin de, İsrail devletini kurar-kurmaz ilk olarak yaptıkları iş pazar gününü tatil olmaktan çıkarıp, yerine Cumartesiyi tatil günü ilan etmek olmuştur. Hindistan kıtası bölünmeden önce, İngilizler Müslümanların yönettiği birkaç küçük devlet dışında, tüm Hindistan'da pazar gününü tatil olarak ilan etmişlerdir. Öyleki Müslümanların yönettiği küçük devletlerle diğer bölgeler arasındaki fark buydu. Bu bakımdan, Müslümanlar siyasi bir şuura sahip değilseler eğer, iktidarı ellerine geçirseler bile, tıpkı bugün Pakistan'da olduğu gibi pazar gününü tatil günü olmaktan çıkaramazlar. (Üstad Mevdudi'nin bu satırları yazdığı dönemde Pakistan'da pazar günleri tatildi. Ancak şimdi Pakistan'da sadece Cuma günleri tatildir. -çev-) Bunun daha ötesinde bazı Müslüman ülkelerde Cuma günü tatil olmaktan çıkarılıp yerine pazar günü ikame edilmiştir.

17. Yani "Dünya meşguliyetleri içinde bile, Allah'ı unutmayın, herhalükârda O'nu anın" (İzah için bkz. Ahzab an: 63)

18. Kur'an'ın birçok yerinde, bir konuda emir ya da tavsiye verilmiş ise, hemen ardından "Felah bulasınız diye", "Rahmet bulasınız diye" şeklinde ifadeler kullanılmıştır. Bu tür ifadeler -hâşâ- Allah'ın şüphesi bulunduğu anlamına gelmez. Çünkü bu emir, tıpkı bir sultanın, emri altındaki birine "Bu işi yaptığın takdirde terfi edebilirsin" demesi gibi yüksek bir yerden gelmiştir. Bir amirin, küçük bir memura böyle dediğinde, o memurun ne derece mutlu olacağını bir düşünün!...

Kur'an'ın Cuma Namazı ile ilgili açıklamaları burada son bulmuştur. Biz bu noktada, Kur'an, hadis, sahabe kavilleri ve İslâm kaynaklarına dayanılarak Cuma hakkında dört mezhep tarafından ortaya konmuş kuralları özetlemeyi uygun bulduk.

Hanefilere göre, Cuma ve Öğle Namazlarının vakti aynıdır. Öğle namazının vaktinden önce ya da sonra Cuma namazı kılınmaz. Alışveriş yasağı imamın minbere çıktığı ikinci ezandan değil, birinci ezandan başlar. Çünkü Kur'an'ın ilgili ayetinin lafızları bu konuda sarihtir. Dolayısıyla zevalden sonra Cumanın vakti girer, ezan okunur ve alışveriş yasağı başlar. Bu zaman diliminde bir kimse, alışveriş yapmış olursa şayet, yapmış olduğu alışveriş geçersiz sayılmaz ama günah kabul edilir.

Cuma namazı her yerleşim bölgesinde değil, sadece merkez olan yerleşim bölgesinde kılınır. Bu bölgede idare merkezi bulunması gerektiği gibi, çarşı da olmalıdır. Yerleşim bölgesinin nüfusu şehrin en büyük camisinin kapasitesini aşmalıdır. Yerleşim bölgesinin dışında ikamet edenler, ezanın duyulabileceği bir uzaklıkta yahut merkeze azamî 6 mil mesafede bulunuyorlarsa Cumaya katılmak zorundadırlar. Namazın camide kılınması şart değildir, merkezin dışında açık bir alanda da kılınabilir.

Ancak burası şehrin sınırları dahilinde olmalıdır. Ayrıca Cuma namazı, herkesin serbestçe girip çıkabileceği bir mekanda kılınmalıdır. Kapalı bir yerde kılınıyor ve -cemaat ne kadar fazla olursa olsun-herkes buraya giremiyorsa (yasaksa) eğer, orada Cuma namazı kılınamaz. Cuma namazının kılınabilmesi için, Ebu Hanife'ye göre imamın dışında 2 kişi daha olmalıdır. İmam Muhammed ve Ebu Yusuf'a göreyse, imam dahil 2 kişi yeterlidir. Bu imamlara göre Cuma namazı farzdır. Ancak bazı özel nedenlerle Cuma farziyetinin sakıt olabilmesi için, şu şartlar gereklidir: Seferi olmak, yürüyemiyecek durumda hasta olmak, iki bacağın olmaması, âmâ olmak (Ebu Yusuf ve İmam Muhammed'e göre âmâ'nın yardımcısı olmaması gerekir), can, mal ve şerefin kaybedilmesi tehlikesi (kaybedilme tehlikesi olan mal miktarı çok olmalıdır), yağmur ve çamurun fazlalığı, esir olmak. Esir ve mağdurlar için Cuma günü öğle namazını cemaat ile kılmak mekruhtur. Yine Cumayı kaçıran bir kimsenin de, öğle namazını cemaatle kılması mekruhtur. Cuma'nın sıhhati için, hutbenin verilmesi gerekir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a) hutbe vermeksizin hiçbir zaman Cuma namazı kıldırmamıştır. Hutbe namazdan önce verilmelidir. Hutbe iki kezdir. İmamın minbere çıkmasıyla birlikte cemaatin imam inene kadar konuşması yasaktır. Namaz kılınan yere imamın sesi ulaşsa da ulaşmasa da bu müddet zarfında namaz kılınmamalıdır. Ayrıca imamın sesinin ulaştığı yerde konuşulmaz. (Hidaye, Fethul-Kadir, Ahkamu'l-Kur'an, el-Cassas, Dört Mezhebin Fıkıh Kitabı, Umdetu'l-Karî)

Şafiîlere göre, Cuma ve öğle namazlarının vakti aynıdır. Alışveriş yasağı ve namaza gelmenin vucubiyeti ikinci ezandan sonra, yani imam minbere çıktıktan sonra başlar. Ancak bu müddet içerisinde alışveriş yapılmışsa geçerlidir. 40 kişinin Cuma namazı ile mükellef bulunduğu her yerleşim bölgesinde Cuma namazı kılınabilir. Bu yerleşim bölgesinin dışında bulunan kimseler, ezanı duyabiliyorlarsa eğer, cemaate katılmalıdırlar. Cuma namazı yerleşim bölgesinin sınırları dahilinde kılınmalıdır, fakat camiinin içinde kılınması gerekli değildir. Çadırlar içinde yaşayan bir topluluğa Cuma namazı vacip değildir.

Cuma namazının sıhhati için, imamla birlikte Cuma namazı ile mükellef en az 40 kişi bulunmalıdır. Şu mazeretler Cuma namazının farziyetini sakıt kılar: Seferi olmak, (bir kimse bir yerde 4 günden az kalacaksa eğer seferi kabul edilir. Ancak sefer caiz bir iş nedeniyle olmalıdır), bineğe binip Cumaya gelemeyecek derecede hasta ve yaşlı olmak, yardımcısı bulunmayan âmâ, can, mal ve şerefin kaybedilme tehlikesi, arandığı hususta suçlu olmamak kaydıyla hapis edilme korkusu. Namazdan önce iki hutbe verilmelidir. Hutbe esnasında sessizce oturmak sünnettir. Birşey konuşmak ise haram değildir. Hutbeyi işitebilecek derecede imama yakın oturan bir kimsenin konuşması mekruhtur. Fakat selam alabilir. Hz. Peygamber'in (s.a) adı işitildiğinde yüksek sesle salavat getirmelidir. (Muğniu'l-Muhtac, Dört Mezhebin Fıkıh Kitabı)

Malikîlere göre, Cuma namazı zevalden başlar, gruptan önceye kadar kılınabilir. Ancak hutbe ve namazın gruptan önce bitirilmesi şartıyla. Alış-veriş yasağı ve namaza gelmenin vucubiyeti, ikinci ezandan sonra başlar. Bu ezandan sonra alışveriş yapılmışsa eğer, bu alışveriş geçersizdir. Cuma namazı, ancak halkın müstakil evlerde oturduğu ve yaz-kış bir yere gitmediği (yani göçebe olmadığı) bir yerleşim bölgesinde kılınabilir. Halk ihtiyaçlarını bu yerleşim bölgesi içinde karşılamalı ve kendilerini savunabilecek bir nüfusa sahip olmalıdır. Nüfus ne kadar fazla olursa olsun ve bölge de ne kadar uzun bir süre kalınırsa kalınsın, geçici bir karargâhta Cuma namazı kılınamaz. Cuma namazı kılınan yere 3 mil mesafede olan herkes, Cumaya gelmelidir. Namaz yerleşim bölgesine yakın bir camide kılınmalı ve bu cami o merkezde yaşayan insanların oturdukları evlerden daha kötü olmamalıdır. Bazı Malikî fakihleri, caminin çatısının olmasını ve orada muntazaman 5 vakit namazın kılınmasını şart koşmuşlardır. Ancak tercih edilen görüşe göre, caminin çatısı olması şart değildir. Ayrıca sadece Cuma namazının kılınması için yapılmış bir bina da yeterlidir. Muntazam 5 vakit namazın kılınması gerekmez. Cuma namazının sıhhati için, imamın dışında Cuma namazı ile mükellef 12 kişinin olması gerekir. Şu mazeretler Cuma namazının farziyetini sakıt kılar: Seferi olmak (4 günden az kalmaya niyetli olmak şartıyla), camiye gelemeyecek derecede hasta olmak, anne, baba, hanım çocuk vs.'nin hasta olması halinde, onlara bakması için birinin bulunmayıp, bizzat onların bakımıyla mükellef olmak, yakın akrabalarından birinin ölecek derecede hasta olması, büyük bir mali zarar tehlikesi içinde olmak, can ve şerefi kaybetme korkusu taşımak, hapse girme korkusuyla saklanma durumunda olmak (aranan kişinin suçsuz olması kaydıyla), yağmurun, çamurun, sıcak ve soğuğun çok olması.

Namazdan önce iki hutbe verilmelidir. Şayet hutbe namaz kılındıktan sonra verilmiş ise, namazın iadesi gerekir. Hutbeler caminin içinde verilmelidir. Hutbe vermek için imam minbere çıktıktan sonra nafile namaz kılmak, hutbe başladıktan sonra da -imamın sesi duyulsa da duyulmasa da- konuşmak haramdır. Ancak imam hutbe verirken boş şeyler konuşur, sövülmeyi haketmemiş birine sövmeye, övülmeyi haketmemiş birini de övmeye başlar ve yahut hutbenin konusu olmayan şeyler söylerse, cemaatin imamı protesto etme hakkı vardır. Ayrıca -can korkusu müstesna- imamın, zamanın hükümdarına dua etmesi mekruhtur. Hutbeyi veren (hatip) aynı zamanda namazı da kıldırmalıdır. Hatibin dışında bir başkası namazı kıldırırsa (imam olursa), namaz bozulur. (Haşiyetu'd-Dusûki ala Şerhi'l-Kebir, Ahkamu'l-Kur'an, İbnu'l-Arabi, Dört Mezhebin Fıkıh Kitabı).

Hanbelilere göre, Cuma namazının vakti, sabah güneş bir mızrak yükseldikten sonra başlar, ikindi vakti girmeden önceye kadar sürer. Cuma namazı zevalden önce caiz, zevalden sonra efdaldir. Alışveriş yasağı ve namaza gelmenin vucubiyeti, ikinci ezandan sonra başlar. Bundan sonra alışveriş yapılamaz. Cuma namazı, Cuma ile mükellef 40 kişinin bulunduğu ve bu kimselerin çadırlarda değil, yaz-kış sürekli ikamet ettikleri evlerinin olduğu bir yerde kılınmalıdır. Şayet bölgede merkezi bir yer varsa, evlerin, mahallelerin birbirlerine uzak veya yakın olması önemli değildir. Böyle bir yerleşim bölgesine 3 mil mesafede bulunanlara, Cuma namazına gelmek farzdır. Cemaat imam dahil en az 40 kişi olmalıdır. Namazın bir camide kılınması şart değildir. Namaz açık bir alanda da kılınabilir. Cuma namazının farziyetini şu mazeretler sakıt kılar: Seferi olmak, Cuma namazının kılındığı yerde 4 gün veya daha az kalmaya niyetli olmak, bineğe binemeyecek derecede hasta olmak, kendi başına camiye gelebilme gücünde olmayan âmâ. (Başkasının yardımı ile gelebilen kimseye vacip değildir.) Şiddetli soğuk ve sıcak, namazın kılındığı camiye ulaşmaya mani olacak derecede yağmurun ve çamurun olması, zalimin zulmünden kaçan kimse, can, mal ve şerefi kaybetmek tehlikesi (mal, yüksek değerde olmalıdır). Namazdan önce iki hutbe verilmelidir. Hutbe esnasında, hatibin sesini duyacak kadar minbere yakın kimsenin konuşması haramdır. Ancak hatibin sesini duyamayacak kadar uzakta oturan kimse konuşabilir. Hutbeyi veren imam, adil olsa da, olmasa da, hutbe sessizlikle dinlenmelidir. Cuma günü ile bayram aynı güne rastgeliyorsa, bayram namazı kılındıktan sonra Cuma namazı sakıt olur. Bu mesele hakkında Hanbeliler'in görüşü, diğer üç mezhepten farklıdır. (Gayetu'l-Münteha, Dört Mezhebin Fıkıh Kitabı)

Cuma namazı, üzerine farz olmayan bir kimsenin, Cuma namazına iştiraki halinde namazının sahih olduğu ve öğle namazını kılmasına gerek kalmadığı hususunda tüm fakihler görüş birliği içindedir.

11 Oysa onlar (kendilerini tümüyle Allah'a ve İslâm'a teslim etmeyenler) bir ticaret ya da 'bir eğlence konusu ve fırsatı' gördükleri zaman, (hemen) ona sökün ettiler ve seni ayakta bıraktılar.19 De ki: "Allah'ın katında bulunan, eğlenceden de, ticaretten de daha hayırlıdır.20 Allah, rızık verenlerin en hayırlısıdır."21

AÇIKLAMA

19. Bu, Cuma namazının hükümlerinin beyan olunduğu yukarıdaki ayetlerin inmesine sebep teşkil etmektedir. Bu olay, hadis eserlerinde Cabir bin Abdullah, İbn Abbas, Ebu Hüreyre, Ebu Malik, Hasan Basrî, İbn Zeyd, Katade ve Mutakil bin Hayyan'dan şöyle nakledilmiştir:

"Bir Cuma namazı vaktinde, Şam'dan Medine'ye bir ticaret kafilesi gelir ve kafile mensupları, geldiklerinde şehirlilerin haberi olsun diye def ve davul çalmaya başlarlar. Tam bu esnada Hz. Peygamber (s.a) hutbe irad etmektedir. Davulun sesini duyan cemaat sabırsızlanır ve 12 kişi dışında hepsi, kafilenin bulunduğu yere koşarlar."

Bu hadise ile ilgili en muteber rivayet Cabir bin Abdullah'tan rivayet olunandır. Bu rivayeti, İmam Ahmed, Buhari, Müslim, Tirmizi, Ebu Avane, Abd bin Humeyd, Ebu Yala vb. muhaddisler çeşitli senetlerle nakletmişlerdir. Bu rivayetlerin bazılarında hadisenin, namaz kılındığı bir sırada, bazılarında ise Hz. Peygamber (s.a) hutbe irad ederken vuku bulduğu şeklinde bir çelişki sözkonusudur. Ancak Cabir bin Abdullah'ın rivayeti diğer sahabe ve tabiin'in rivayetleri ile bir arada ele alınırsa, bu hadisenin hutbe esnasında vuku bulduğu sonucuna varılır. Hz. Cabir'in rivayetinde kullanılan ifade "Cuma namazında iken." şeklinde bir ibarenin bulunması onun hutbe ile namazı birarada zikretmiş olmasındandır. İbn Abbas'ın rivayetine göre, geride on iki erkek, yedi kadın kalmıştı. (İbn Merduye). Katade'nin beyanına göre, geride 12 erkek 1 kadın kalmıştı.

(İbn Cerir, İbn Ebi Hatim) Darekutni'nin rivayet ettiğine göre 40 kişi, Abd bin Humeyd'e göre 7 kişi, Ferra'ya göre 8 kişi geride kalmıştı. Fakat bunların hepsi de zayıf rivayetlerdir. Katade'nin, bu hadisenin 3 kez vuku bulduğunu bildirdiği rivayette zayıftır. (İbn Cerir). Bu bakımdan güvenilir rivayet, Cabir bin Abdullah'a ait olandır. O'nun verdiği sayı ise 12'dir. Katade'nin bir rivayeti müstesna, tüm sahabe ve tabiun'un rivayetine göre bu hadise bir kez vuku bulmuştur. Bütün rivayetler bir arada ele alındığında, geride kalanlardan isimleri bilinenler şunlardır: Hz. Ebu Bekir, Hz.Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, İbn Mes'ud, Ammar bin Yasir, Huzeyfe'nin kölesi Salim ve Cabir bin Abdullah. Hafız Ebu Yâlâ'nın, Cabir bin Abdullah'tan naklettiği bir hadise göre, diğerleri mescidi terk ettikten sonra, Hz. Peygamber (s.a) geride kalanlara şöyle hitap etmiştir: "Şayet sizler de onlarla birlikte gitseydiniz ve burada hiç kimse kalmasaydı, bu vadi ateşle dolacaktı." Bunun benzeri bir ifadeyi İbn Merduye, İbn Abbas'tan, İbn Cerir ise, Katade'den nakletmiştir. Şiiler bu hadiseyi sahabelere ta'n etmek yolunda kullanmışlardır. Onlara göre, bu kadar sahabenin namaz ve hutbeyi bırakıp, ticaret ve eğlenceye koşması, onların dünyayı ahirete tercih etmiş olduklarına açık bir delildir. Ancak bu çok yersiz bir itirazdır ve böyle bir itirazı sadece gerçeğe gözlerini yummuş olan kimseler ileri sürebilirler. Aslında bu hadise hicretten kısa bir zaman sonra vuku bulmuştur. Bu dönem sahabenin sosyal eğitiminin henüz yeni başladığı bir dönemdi. Diğer yandan Mekke müşriklerinin ekonomik ambargo uygulaması nedeniyle, Medine'deki halk günlük ihtiyaçlarını karşılamada dahi zorluk çekiyordu. Hasan Basri, Medine'de o günlerde halkın neredeyse açlıktan ölecek bir hale geldiğini ve fiyatların çok yüksek olduğunu nakleder. (İbn Cerir). Hal böyleyken ticari bir kafile gelir ve herkesi "Namaz bitene kadar belki de her şey satılmış olur" şeklinde bir endişe kaplar. Bu endişe sebebiyle cemaat kafileye doğru koşarak gider. Görüldüğü gibi eğitimin eksik, şartların güç olduğu bir zamanda ortaya çıkmış bir zaaf ve hata idi. Fakat bu insanların İslâm için yaptıkları fedakarlıkları, ibadet ve muamelatta hayatlarının nasıl değiştiğini ve takvanın timsali olduklarını gözönüne alan herhangi bir kimse onları, dünyayı ahirete tercih etmekle suçlamaya cesaret edemez. Bu itham sahipleri, esasında sahabeye buğzetmek hastalığına yakalanmışlardır. Ancak şurası kesin bir gerçektir ki; bu hadise sahabeye ta'n edenleri nasıl teyid etmiyorsa, sahabenin hiçbir şekilde hata yapmayacağını söyleyip, onları göklere çıkaranları ve bu kimselerin "Sahabeden sadır olan bir hatanın zikredilmesi onları küçültmek demektir ve bu onların izzet ve kıymetlerinin müminlerin kalbinden silinmesine neden olur" biçiminde iddialarını da aynı şekilde nakzeder. Oysa bu her iki görüş de ayet ve hadislere ters düşmektedir.

Zira bu sahabiler ayet ve hadislerde Allah'tan mağfiret kazanmış ve O'nun indinde makbul kimseler olarak zikredilirler. İkinci görüş de aşırı bir tutumun sonucudur. Ve o da ayet ve hadislere dayanmaz. Çünkü çok sayıda sahabenin taşıdığı bir çok zaaf ve hatayı Kitab'ında bizzat Allah Teâlâ zikretmiştir.

Üstelik bu Kitab'ı (Kur'an) ümmet kıyamete kadar okuyacaktır. Ancak bununla birlikte sahabenin affedilmiş ve Allah katında yakınlık kazanmış kimseler oldukları da bildirilmiştir. Ayrıca bu zaaf ve hatalar sahabeden Ehli sünnet büyüklerine kadar ayrıntılı bir şekilde nakledilerek, tefsir ve hadis kitaplarında yer almıştır. Şimdi tüm bunlardan, Allah'ın bu hadiseleri sahabenin sevgisini kalblerimize sokmak ve aynı zamanda onların sevgisini kalplerimizden çıkarmak için zikrettiğinden bahsedebilir miyiz? Sahabenin, tabiunun, müfessir ve muhaddislerin bu hadiseyi tüm ayrıntılarıyla zikretmelerinin nedeni, acaba onların bu şer'i ilkeden haberleri olmaması mıydı? Ayrıca bu sureyi okuyan ve tefsirini mütealâ eden kimselerin kalbinde sahabe sevgisi azalmış mıdır? Şayet bu sorulara, olumsuz cevap veriliyorsa -ki kesinlikle olumsuzdur- o takdirde sahabeye hürmet adına, bazı kimselerin yaptıkları yersiz müdafa ve gösterdikleri aşırı tutum hiç de akıllıca değildir.

Sahabenin melek olmadığı bir gerçektir. Elbette onlar da, bu dünyada doğmuş insanlardır. Onlara sahip oldukları bu seçkin özellikleri, Hz. Peygamber'in (s.a) eğitimi vermiştir. Bu eğitim yıllarca ve tedricen (aşama-aşama) devam etmiştir. Bu eğitimin üslub ve metodunun, Kur'an ve sünnette şöyle olduğunu görmekteyiz: Toplumda ne zaman bir zaaf ortaya çıkmışsa hemen Allah ve Rasulü o zaafa toplumun dikkatini çekmiş ve tedrici bir eğitim programıyla sözkonusu zaaf ortadan kaldırılmıştır. Aynı metodu Cuma namazı esnasında meydana gelen hadisede görüyoruz. "Öyle ki bir ticaret kafilesinin gelmesi üzerine bu hadise vuku bulur ve Allah Teâlâ Cuma suresinin bir bölümünü (9-11) inzal ederek, sahabeyi ikaz eder. Bu ayetler vasıtasıyla, onlara Cuma namazının kuralları öğretilir. Bunun yanısıra, Hz. Peygamber (s.a) de hutbelerinde peşisıra Cuma namazının farziyetini ve önemini Müslümanların zihinlerine yerleştirir." (Biz 15. açıklama notunda, bu konudan bahsetmiştik). Bu şekilde öğretilen Cuma namazının kuralları ile ilgili ayrıntılar hadisler vasıtasıyla bize kadar ulaşmıştır. Ebu Said el-Hudri'nin rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Her Müslüman Cuma günü boy abdesti almalı, dişlerini temizlemeli, en güzel elbiselerini giyinmeli ve varsa güzel koku sürünmelidir." (Müsned-i Ahmed, Buhari, Müslim, Ebu Davud, Nesei) Hz. Selman Farisi, Hz. Peygamber'in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder:

"Bir Müslüman Cuma günü yıkanır ve mümkün olduğunca temizlenir, başına yağ ve koku sürünür, böylece camiye giderek iki kişinin arasına girip onları rahatsız etmez, nafile namaz kılar ve imam hutbe irad ederken, sessizce onu dinlerse, bu kimsenin önceki Cuma'dan, bu Cuma'ya kadar işlediği tüm günahlar affolunur." (Buhari, Müslim, İmam Ahmed) Hemen hemen aynı anlamdaki rivayetler, Ebu Eyüb el-Ensarî, Ebu Hüreyre, Nebet'ul-Hazli'den rivayet edilmiştir. (Müsned-i Ahmed, Buhari, Müslim, Tirmizi, Ebu Davud, Taberani) Abdullah İbn Abbas, Hz. Peygamber'in (s.a) şöyle buyurduğunu rivayet eder: "İmam hutbe verirken konuşan kimse, kitap yüklü merkebe benzer. Ona sus diyen kimsenin de Cuma namazı kabul olmaz." (Müsned-i Ahmed)

Ebu Hüreyre, "Cuma hutbesi sırasında konuşan bir kimseyi susturmak boş bir şeydir" buyurmuştur. (Buhari, Müslim, Tirmizi, Nesei, Ebu Davud) Bunun benzeri rivayetleri İmam Ahmed, Ebu Davud ve Taberani; Hz. Ali ve Hz. Ebu Derda'dan nakletmişlerdir. Ayrıca Hz. Peygamber, hatiplere uzun uzun hutbe vermek suretiyle cemaati bezdirmemelerini tembih etmiştir. Nitekim kendisi de hutbelerini çok kısa irad eder ve namazı da uzun kıldırmazdı. Cabir bin Semurre, "Rasulullah uzun hutbe vermezdi, onun hutbesi birkaç kelimeden ibaretti" diyor. (Ebu Davud) Abdullah bin Ebi Evfa, Hz. Peygamber'in (s.a.) verdiği hutbenin namazdan kısa, namazın hutbeden uzun olduğunu rivayet eder. (Nesei) Ammar bin Yasir'den rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Namazı uzun kıldıran, hutbeyi kısa veren bir kimse dini anlamış demektir" (Müsned-i Ahmed, Müslim) Hemen hemen aynı anlamda başka bir rivayeti Bezzar, İbn Mesud'dan nakletmiştir. Tüm bu rivayetlerden Hz. Peygamber'in (s.a.) Cuma namazının kurallarını, Müslümanlara nasıl öğrettiği anlaşılmaktadır. Öyle ki, İslâm Ümmeti'nin toplumsal bir ibadeti olarak kökleşmiş bulunan Cuma namazının bir benzeri, başka hiçbir toplumda bulunmamaktadır.

20. Bu cümlenin kendisinden, sahabenin yaptığı hatanın mahiyeti hemen anlaşılmaktadır. Şayet onların imanları -maazallah- eksik olsaydı, yahut bile bile dünyayı ahirete tercih etselerdi, elbette o zaman Allah'ın onlara hiddeti ve tenkid biçimi daha farklı olurdu. Ancak burada sahabiler iman eksikliğinden değil, eğitim eksikliğinden dolayı zaaf gösterdikleri için, kullanılan üslup da bu bakımdan öğreticidir. Nitekim ayetlerde Cuma namazının kuralları öğretilmiş ve ders verir bir üslup ile şöyle buyurulmuştur: "Cuma hutbesini dinlemek ve namazı kılmak, eğlenceden de, kazanacağınız kârdan da hayırlıdır!'

21. "Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır" şeklindeki ifade mecazen kullanılmıştır. Nitekim bu tür ifadeler Kur'an'ın değişik yerlerinde çeşitli şekillerde kullanılmıştır. Örneğin, "Allah yaratanların en hayırlısıdır." "Allah bağışlayanların en hayırlısıdır.", "Allah hakimlerin en hayırlısıdır", "Allah merhametlilerin en hayırlısıdır", "Allah yardım edenlerin en hayırlısıdır" vs. Bu kullanımlardaki mahlukata nispet mecazidir. Oysa bu fiilin Allah'a nispeti gerçek ve mutlaktır. Yani bir şahıs rızık veriyor yahut kendi sanatıyla rızkını kazanıyor görünüyorsa da veya başkalarının hatalarını affediyor, başkalarına yardım ediyor, merhametli davranıyorsa da, Allah daha merhametli, daha rezzak, daha yardım edicidir.

CUMA SÜRESİ(Seyyid KUTUB)

1- Göklerde ve yerde olanların hepsi mülkün sahibi, mukaddes, aziz, hakim olan Allah'ı tesbih eder.

Bu giriş, varlık dünyasında bulunan herşeyin sürekli olarak Allah'ı tesbih ettiği gerçeğini ifade etmektedir. Ve yüce Allah, bu surenin konusu ile derin ilgisi bulunan bir sıfatı ile nitelenmektedir. Bu, adı Cuma suresi olan ve cuma namazının kendisiyle öğretildiği bir suredir. Cuma namazı zamanında müminlerin kendilerini Allah'ı anmaya adamaları, eğlence ve ticareti bırakmaları, her türlü uğraşıdan daha iyi kazançları olan Allah katındaki mükafatı elde etmeye teşvik eden bir suredir. Bu nedenle Allah'ın "Melik" sıfatı sözkonusu edilmektedir. Yani herşeye sahip olma... Allah'ın bu sıfatı onların kâr elde etme amacıyla peşinde koştukları ticarete uygun düşmektedir. Ayrıca Allah'ın "Kuddûs" sıfatına da değinmektedir. Yani göklerde ve yerde bulunan herşeyin takdis ve tenzih ile kendisine yöneldiği yüce yaratıcı... Bu da onların Allah'ı anmayı bırakıp oyuna dalmalarına uygun düşmektedir. "Aziz" sıfatına da yahudilerin kendisine çağrıldığı meydan okuyuşla ilgili olarak değinilmektedir. Ayrıca buna tüm insanların değişmez kaderi olan ölüm, Allah'a dönüş ve hesaba çekilme dolayısıyla yer verilmektedir. Allah'ın "Hakim" sıfatına da yer vermektedir. Bu da yüce Allah'ın ümmi olan Arapları seçerek onların içinden bir peygamber göndermesi, bu peygamberin onlara Allah'ın ayetlerini okuyup gönüllerini arındırması, kendilerine kitabı ve hikmeti öğretmesiyle ilgilidir. Bunların hepsi girişleri ve bağları ince ve güzel olan çağrışımlardır.

Ardından surenin ana konusuna geçiliyor:

2- Ümmiler arasından kendilerine Allah'ın ayetlerini okuyan, onları arındıran, onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderen Allah'tır: Halbuki onlar daha önceleri apaçık bir sapıklık içindeydiler.

3- Bu peygamber yine onlardan olup henüz kendilerine yetişmemiş bulunan başka insanlara da gönderdik. O Azizdir, Hakimdir.

Söylentilere göre Araplar çoğunlukla okuma yazma bilmedikleri için ümmi diye biliniyorlardı. Yine peygamberden şöyle bir rivayet de aktarılmaktadır. Ki O: Parmakları ile işaret ederek ay şöyle şöyle şöyledir demiş ve "Biz ümmi bir milletiz. Ne hesap eder ne de yazarız." (İmam Cessas, "Ahkamil Kur'an" adlı kitabında bu hadisi isnadsız olarak kaydetmiştir)

Yine bir söylentiye göre yazı yazamayan insanlar "ümmi" diye adlandırılırlar. Böylece annesinden doğduğu hal üzere kalan, demek olmuş olur. Zira yazı yazabilmek ancak çaba sarf edip öğrenerek elde edilebilir. Araplar, yahudilerin kendilerinden başka milletlere İbranice de "Cuyim" yani diğer milletler dedikleri için de bu ismi almış olabilirler. Ümmi, yani diğer ümmetlere mensup olanlar. Çünkü onlar kendilerini Allah'ın seçkin milleti, diğerlerini de alelade milletler olarak kabul ediyorlardı! Arapçada tekile nisbet esastır. Bu durumda ümmetin nisbeti ümmiler olur. Bu yaklaşım, surenin konusuna daha da yakın kabul edilebilir.

Yahudiler, son peygamberin kendilerinden seçilmesini bekliyorlardı. Onlar bu peygamberin o zamanki dağınık yahudileri birleştireceğini ve yenilgiden sonra zafere kavuşturacağını, zilletten sonra onurlu bir hayata erdireceğini düşünüyorlardı. Bununla Araplara karşı galip geleceklerini, yani bu son peygamberle fetihler elde edeceklerini hesaplıyorlardı.

Fakat Allah'ın hikmeti, bu son peygamberin Araplardan, yahudi olmayan diğer bir milletten, olmasını uygun gördü. Çünkü yüce Allah yahudilerin artık insanlığa yeni mükemmel bir önderlik yapmaları için gereken özelliklerini yitirdiklerini biliyordu. Nitekim bu gerçek surenin gelecek bölümünde ifade edilmektedir. Yahudiler, "Saf" suresinde de belirtildiği gibi, doğru yoldan ayrılmış ve sapıklığa düşmüşlerdi. Uzun tarihlerinden de, dejenere oldukları anlaşıldığı gibi, onlar bu emaneti yüklenmeye elverişli bir karekterde değillerdi!

Bunun yanında Rahmanın dostu Hz. İbrahim'in -selâm üzerine olsun- duası da Kabe'nin gölgesinde İsmail (a.s.) ile birlikte Allah'a yönelttiği duası vardı:

"Hani İbrahim ile İsmail, Kabe'nin duvarlarını yükseltirlerken şöyle dua etmişlerdi: `Rabbimiz, yaptığımızı kabul et; hiç şüphesiz sen herşeyi işiten ve bilensin." (Bakara suresi, 127)

Ortada gaybın ötesinden gelen, çağların gerisinden uzanan ve buna rağmen Allah katında Allah'ın ilmine ve hikmetine uygun olarak kendisi için belirlenen zamanı gelinceye kadar saklı tutulan bu dua da sözkonusu idi. Allah'ın takdirinde ve planında, uygun zamanı geldiğinde bu dua gerçekleşecek, hiçbir şeyin ileri alınamayacağı ve hiçbir şeyin geri kalmayacağı ilahi düzenlemenin gereği olarak bu dua gelip evrendeki fonksiyonunu icra edecekti. Bu çağrı Allah'ın takdirine ve planlamasına uygun olarak gerçekleşti. Hem de surenin burasında, Hz. İbrahim'in ilgili bütün yönleri ile birlikte "Ümmilerin aralarından kendilerine Allah'ın ayetlerini okuyan içlerini arındıran kitabı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderdi: ' Tıpkı Hz. İbrahim'in dilediği gibi oldu. Hz. İbrahim'in duasındaki Allah'ın sıfatları bile burada aynen veriliyor. "Doğrusu sen aziz ve hakimsin:' Bu ifade burada Allah'ın nimetini ve lütfunu hatırlatan ifadenin ardın-dan yer alan cümlenin aynısı. "O azizdir, hakimdir."

Hz. Peygambere bu konuda sorulan bir soru üzerine O şöyle demiştir: "Bu, atam İbrahim'in duası ve Hz. İsa'nın müjdesidir. Annem bana hamile kaldığında kendisinden Busra'nın saraylarını ve Şam'ın diyarını aydınlatan bir nurun yükseldiğini görmüştü." (Bu rivayeti İbni İshak, Sevr bin Zeyd, Halid bin Zeyd, Halid bin Ma'an kanalı ile Hz. Peygamber'in sahabelerine dayandırmıştır. İbni Kesir derki: Bu güzel bir isnattır. Birçok yönden onu destekleyen rivayetler vardır)

"Ümmiler arasından kendilerine Allah'ın ayetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderen Allah'tır Halbuki onlar önceden apaçık bir sapıklık içindeydiler."

Yüce Allah'ın ümmileri apaçık bir kitabın sahibi kılmak, kendilerinin içinden bir peygamber göndermek için, ümmileri seçmesi onlar için Allah'ın apaçık bir lütfudur. Allah'ın peygamberini onların arasından seçmesi onları yüksek bir makama çıkarmıştır. Peygamber onları veya onlara Allah'ın ayetlerini okuyarak onları ümmilikten, bilinçsizlikten kurtarmıştır. Onların durumlarını değiştirmiş ve milletler içinde onları seçkin bir yere getirmiştir.

"Onları arındıran:' Bu gerçekten bir temizleme ve gerçekten bir arındırmaydı. Hz. Peygamber onların vicdanlarını ve düşüncelerini arındırıyor, içlerini ve ahlâklarını temizliyordu. Aile hayatlarını ve sosyal hayatlarını tertemiz hale getiriyordu. Bu gönülleri şirk inançlarından kurtarıp tevhid inancına yükseltiyordu. Yanlış düşüncelerden, imana ulaştırıyordu. Onları ahlâki bozuklukların pisliklerinden arındırıp imana dayalı temizliğe, faiz ve haram kazancın kirlerinden, helal kazancın temizliğine kavuşturuyordu. Bu gerçekten hem birey hem de toplum için kapsamlı bir arındırmaydı. Mutlu bir hayatın, gerçeğe dayalı bir yaşamın müjdecisiydi. Bu öyle bir arındırmaydı ki, insanı hayata ve kendi özüne yetişmesine ilişkin tüm düşüncelerini aydınlık ufuklara yükseltiyor, burada onu Rabbiyle irtibata, yüceler alemi ile ilişkiye geçiriyordu. Düşüncesi ve eylemi ile, bu onurlu yüce alemin değerlerini ön plana çıkarıyor ve ona göre meseleleri değerlendiriyordu.

"Onlara kitabı ve hikmeti öğreten..." Onlara kitabı öğretir, kitaplı bir toplum olurlar. Onlara hikmeti öğretir, işlerin, eşyanın gerçeklerini kavrarlar, anlarlar. Güzel bir şekilde herşeyi takdir ederler. Ruhlarına, hükmün ve işin doğrusunu bu hikmet ilham eder. Bu ise gerçekten büyük bir erdemliliktir.

"Halbuki onlar daha önceleri apaçık bir sapıklık içindeydiler." Cafer bin Ebi Tâlib'in Habeşistan hükümdarı Necaşi'ye açıkladığı cahiliyye sapıklığı içinde. Kureyşliler Amr bin As'ı ve Abdullah ibni Ebi Rebici'yi Necaşi'ye göndererek oraya hicret eden müslümanlara karşı onu kışkırtmak, onların hükümdar katındaki değerlerini düşürmek ve böylece onların onun himayesi ve ağırlaması dışına çıkarmak için göndermişlerdi. Cafer der ki:

"Ey hükümdar! Biz cahiliyye içinde yaşayan bir toplumduk. Putlara tapar, ölü eti yer, fuhuş içinde yaşar, akrabalık bağlarını koparır, komşularımıza kötü davranırdık. Güçlü olanlarımız, zayıf olanlarımızı yerdi. Biz bu halde iken yüce Allah bize içimizden bir peygamber gönderdi. Bu peygamberin soyu belli idi. Doğruluğu, eminliği ve iffetli oluşu herkesçe biliniyordu. Bu peygamber bizi Allah'a çağırdı. O'nu bir bilmeye ve O'na ibadet etmeye, O'nun dışında bizim ve atalarımızın ilah diye tapındığımız taşlara ve putlara ibadet etmekten el etek çekmeye çağırdı. Bize doğru sözlü olmayı, emanete riayet etmeyi, akrabalarla ilişkileri güzelleştirmeyi, komşulara iyi davranmayı öğütledi. Kan dökmeyi ve haram kazanç elde etmeyi yasakladı. Bizi fuhuştan, yalan sözden, yetim malı yemekten, iffetli kadınlara iftira atmaktan men etti. Allah'a kulluk etmemizi, O'na hiçbir şeyi ortak koşmamamızı istedi. Namaz kılmamızı, oruç tutmamızı ve zekat vermemizi emretti: '

Onlar cahiliyye devrinin bunca sapıklığına rağmen yüce Allah onların islam inancını taşıyabilecek en güvenilir kimseler olduğunu, zira onların içinde iyiliğe ve düzelmeye ilişkin bir yetenek olduğunu biliyordu. Yeni çağrı için potansiyel bir güçleri bulunuyordu. Yahudilerin kalpleri Mısır'da geçirdikleri uzun zillet hayatı boyunca kararmış, içleri sapıklıklar, döneklikler ve komplekslerle dolmuştu. Artık bundan sonra onlar asla düzelmeyeceklerdi. Ne Hz. Musa'nın hayatında ne de O'ndan sonra. Neticede yüce Allah'ın gazabına ve lanetine uğramışlardı. Ve yeryüzünde kıyamete kadar Allah'ın dinini ayakta tutma emaneti ellerinden alınmıştı.

Cenabı Allah yine biliyordu ki bu sıralarda Arap yarımadası bütün bir dünyayı cahiliyyenin sapıklığından ve o zamanki büyük imparatorlukların çözülmüş uygarlıklarından kurtaracak çağrıya en güzel beşikti. Zira o sırada bu imparatorluklar gırtlaklarına kadar bataklığa gömülmüşlerdi. Bu durumu çağdaş bir Avrupalı yazar şöyle dile getiriyor:

"Beşinci ve altıncı asırlarda uygarlıklar alemi korkunç bir buhran ve uçurumun kenarındaydı. Anarşi her tarafa egemendi. Zira uygarlıkların kurulmasına ve ayakta durmasına destek olan inançlar yıkılıp yok olmuşlardı ve ortada onlardan boşalan yeri dolduracak bir değer de yoktu. Yine anlaşılıyor ki kurulması dört bin sene alan büyük medeniyet de parçalanmak ve çözülmek üzereydi. Bütün bir insanlık yeniden kargaşa ve vahşete dönmek üzereydi. Kabileler boğuşuyorlardı. Hiçbir kanun ve düzen de yoktu. Hristiyanlığın kurduğu düzenler birliğe kavuşturup düzene sokacağı yerde, ayrılığa, felaket ve yıkıma yol açıyordu. Medeniyet o gün dalları dünyanın her tarafına uzanan büyük bir ağacı andırıyordu. Bu ağaç gün geçtikçe takattan düşüyordu. Özüne varıncaya kadar her tarafında çürüme, bozulma egemendi... İşte bu alabildiğine geniş kapsamlı, bozuk ortamın içinde bütün dünyayı birleştiren adam dünyaya geldi."

Bu tablo Avrupalı bir yazarın bakış açısından alınmıştır. İslami bir bakış ile olaya baktığımızda o günkü ortamın daha karanlık ve daha kötü olduğunu görürüz!

Yüce Allah çöl gibi bir yarımadada yaşayan bedevi bir milleti bu dinin mesajını taşımaları için seçmiştir. Çünkü yüce Allah onların içlerinde ve içinde yaşadıkları şartlarda düzelme yeteneği olduğunu, çaba ve verim için potansiyel bir güç sahibi olduklarını biliyordu. Bu nedenle onlara kendilerine Allah'ın ayetlerini okuyacak, onları arındıracak, kitabı ve hikmeti öğretecek peygamberini gönderdi. Daha önceleri apaçık bir sapıklık üzere bulunmalarına rağmen.

"Henüz kendilerine yetişmemiş olan başka insanlara da gönderdik. Allah azizdir, hakimdir."

Bu, başkalarının kim olduğuna ilişkin birkaç rivayet kaydedilmiştir. İmam-ı Buhari -Allah ona rahmet eylesin- der ki; Abdülaziz bin Abdullah bize Süleyman bin Bilal'den o da Sevr'den, o da Ebu Gays'dan, o da Ebu Hüreyre'den onun şöyle söylediğini bize haber verdi: "Biz Hz. Peygamberin yanında oturuyorduk. Bu arada Cuma suresi kendisine indi. "Henüz kendilerine ulaşmamış olan başkalarına da" ayeti gelince dinleyenler: "Bunlar kimdir ey Allah'ın elçisi?" diye sordular. Peygamber, onlara bu soruyu üç kere tekrar edinceye kadar cevap vermedi. Aramızda Selman-ı Farisi'de vardı. Hz. Peygamber elini Selman-ı Farisi'nin üzerine koyarak şöyle buyurdu: "Eğer iman süreyya yıldızında da olsa bunlardan bir adam ya da bazı adamlar yine de ona ulaşırlardı." dedi." Bu da gösteriyor ki bu ayeti kerime Farslıları da kapsamaktadır. Bu nedenle Mücahid bu ayetin yorumunda demiştir ki; Bunlar Acemler ve Arapların dışında Hz. Peygambere inanan herkestir. İbni Ebi Hatim der ki; babam, İbrahim İbni A'la Zebidi, Velid İbni Müslim, Ebu Muhammed İsa bin Musa, Ebu Hazim kanalıyla Sehl bin Sa'd Saidi'nin şöyle dediği kaydedilmiştir: Resulullah buyurdu ki: "Ümmetimin, nesillerinin içinde öyle erkek ve kadınlar vardır ki hesaba çekilmeden cennete gireceklerdir." Peygamber sonra "Henüz onlara ulaşmamış onlardan başkalarına da" ayetini okudu. Yani bunlar, Hz. Muhammed'in ümmetinin uzantısının uzantılarıdır.

Bu her iki yorum da ayetin kapsamına girmektedir. Ayet Arapların dışında kalan başka müslümanları kapsadığı gibi Kur'an'ın kendisine indiği nesilden başka nesilleri de kapsamaktadır. Bu ayet de gösteriyor ki, islam ümmeti yeryüzünün her tarafına uzanan zamanın her tarafına yayılan birbirine bağlı halkalar niteliğindedir. Bu şekilde büyük emaneti taşımakta ve Allah'ın son dini üzere ayakta durmaktadır.

"Allah azizdir, hakimdir." Güçlüdür, dilediğini seçmeye gücü yeter. Hakimdir, seçilecek yerleri bilir. Allah'ın öncekileri ve sonrakileri seçmiş olması bir lütuf ve ikramdır:

4- Bu Allah'ın dilediğine verdiği lütuftur. Allah büyük lütuf sahibidir.

Yüce Allah'ın, bir toplumu, bir milleti veya bir ferdi bu büyük emaneti taşısın, Allah nurunun konduğu, onun feyzinin alındığı yer olsun, göğün kendisi vasıtası ile yerle temasa geçtiği merkez olsun diye seçmesi. Evet işte Allah'ın bu seçmesi dahi eşi ve dengi bulunmayan bir lütuftur. İnanmış insanın canını, malını ve hayatını uğrunda feda etmesine değer lütuftur. Yolun zorluklarına, mücadelenin acılarına ve cihadın tüm zorluklarına denk gelen bir lütuf.

Yüce Allah Medine'deki müslüman topluluğa ve henüz onlara ulaşmamış, onlardan sonra gelecek onlara bağlı müslümanlara hatırlatıyor. Onlara bu emaneti taşımak için kendilerini seçmiş olma lütfunu hatırlatıyor. Kendilerine kitabı okuyacak, kendilerini arındıracak, kendilerine kitabı ve hikmeti öğretecek peygamberi aralarından, içlerinden çıkarmakla ilgili lütfunu, ihsanını hatırlatmaktadır. Zaman süreci içinde sonradan gelecek nesillere ilahi azıktan ve ilk müslüman cemaatin yaşadığı hayat gerçeklerinden bir dizi deneyimler, geniş çaplı tecrübeler bırakmıştır. Yüce Allah, yanı başında tüm değerlerin ve tüm nimetlerin küçüldüğü ve yanında bütün fedakarlıkların ve acıların basitleştiği bu büyük lütfu ve ihsanı hatırlatmaktadır.

KİTAP YÜKLÜ EŞEKLER

Bundan sonra yahudilerin Allah'ın emanetini taşıma hususundaki görevlerinin sona erdiğini ifade ediyor. Çünkü onların artık bu emaneti yüklenecek kalpleri yoktur. Zira bu emaneti ancak diri, keskin anlayış ve kavrayış sahibi, bilinçli, duyarlı kendini yüklendiği göreve adayan kalpler taşıyabilirler.

5- Kendilerine Tevrat öğretildiği halde, onun gereğini yapmayanların durumu, sırtına kitap yüklü eşeğin durumu gibidir. Allah'ın ayetlerini yalanlayanların durumu ne kötüdür. Allah zalimler topluluğunu doğru yola iletmez.

İsrailoğulları Tevrat'ı yüklendiler. Şeriat ve akidenin emaneti ile yükümlü oldular. "Sonra O'nu taşımadılar." Zira emaneti yüklenmek; anlamak, öğrenmek ve kavramakla başlar. Emanetin gereğini hem iç dünyada hem de dış dünyada gerçekleştirmek için çalışmakla sona erer. Ne varki İsrail oğullarının Kur'an-ı Kerim tarafından aktarılan ve tarihi gerçeğinden de ortaya çıktığı gibi, hayatları onların bu emaneti takdir ettiklerini, onun gerçek yüzünü kavradıklarını ve onu pratik hayatlarında yaşadıklarını göstermemektedir. Bu nedenle onlar koca koca kitaplar taşıyan eşeklere dönmüşlerdir. Sadece onların ağırlığını taşımışlar, onlara sahip çıkmamışlardır. Onun amacına katkıda bulunmamışlardır.

Bu tablo çirkin ve iğrenç bir tablodur. Kötü ve çirkin bir örnektir. Bununla beraber doğru bir gerçeği dile getiren bir tablodur. Allah'ın ayetlerini yalanlayan topluluğun durumu örneği ne kötüdür: "Allah zalimler topluluğunu doğru yola iletmez." İnanç emanetini yüklenip sonra onun gereğini yerine getirmeyenler, pek çok nesiller boyunca bozulan ve bu zamanda yaşayanlar, müslümanların adlarını taşıdıkları halde onların yaptıklarını yapmayanlar, özellikle Kur'an'ı ve kitapları okudukları halde içindekilerle amel etmeyenler, gereğini yerine getirmeyenler, evet bunların hepsi önce Tevrat'ı yüklenip sonra gereğini yerine getirmeyenler gibidirler. Tıpkı koca koca kitapları taşıyan eşekler gibi. Bu tür insanlar çok hem de pek çoktur! Çünkü mesele taşınan ve okunan kitaplar meselesi değildir. Önemli olan bu kitaplardakini güzelce kavramak ve gereğini yerine getirmektir, anlamak ve yaşamaktır. Yahudiler, -bugün de kendilerini öyle kabul ettikleri gibi- Allah'ın seçkin milleti olduklarını iddia ediyorlardı. Kendilerinin dışında kalanlara ise "Cuyim" yani diğer milletler veya bilgisizler diyorlardı. Bu nedenle diğer milletlere karşı dinlerinin hükümlerine uymalarının gerekmediğini ileri sürüyorlardı. "Ümmilere (kendi dinimizden olmayanlara) karşı hiçbir sorumluluğumuz yoktur." (Al-i İmran suresi, 75) Yahudilerin buna benzer hiçbir delile dayanmadan Allah adına uydurdukları yalana dayalı nice iddialar vardır. Bu nedenle surenin burasında karşılıklı beddualaşma gündeme geliyor. Bu karşılıklı beddualaşma hem onlara, hem hristiyanlara hem de Mekke'deki müşrik Araplara yöneltilmişti:

MEYDAN OKUYUŞ

6- De ki: "Ey yahudiler! Bütün insanlar bir yana, yalnız kendinizi Allah'ın dostları olduğunuzu iddia ediyorsanız ve bu iddianızda samimi iseniz, ölümü dileyin bakalım." '

7- Dünyada yaptıklarından dolayı, ölümü asla istemezler. Allah, zalimleri çok iyi bilendir.

8- De ki: "Doğrusu kendisinden kaçtığınız ölüm mutlaka karşınıza çıkacaktır; sonra, görüleni de görülmeyeni de bilen Allah'a döndürüleceksiniz. O size yaptıklarınızı haber verecektir."

Ayet-i Kerimede geçen "mübahele" birbirleriyle mücadele eden iki grubun karşı karşıya durarak hep beraber Allah'a niyaz etmeleri ve hangisi yanlış yolda ise Allah'ın onu yok etmesini dilemeleri anlamına gelir.

Nitekim bu grupların hepsi teker teker Hz. Peygambere karşı mübaheleye girişmekten kaçınmış, O'na yanaşmamışlardır. Bu meydan okuma çağrısına karşılık vermemişlerdir. Bu da gösteriyor ki onlar bütün kalpleri ile Hz. Peygamberin doğru söylediğini ve islamın gerçek din olduğunu biliyorlardı.

İmam Ahmed der ki: İsmail İbni Yezid Zerki, Ebu Yezid, Fırat, Abdülkerim İbni Malik Cezeri, İkrime, İbni Abbas'tan şu haberi nakletmişlerdir: Ebu Cehil "Eğer ben Muhammed'i Kabe'nin yanında görsem gider O'nun boynuna çökerim" demişti. Buna karşılık Hz. Peygamber "Eğer o böyle bir iş yapsaydı, melekler onu açıkta yakalarlardı. Eğer yahudiler ölümü isteselerdi, ölürler ve ateşteki yerlerini görürlerdi. Hz. Peygamberle mübaheleye girenler olsaydı geri döndüklerinde ne mallarından ne de ailelerinden birşey görmezlerdi." (Bu hadis Buhari, Tirmizi ve Nesihi Abdurrezzak, Muamei Abdülkerim kanalıyla rivayet etmişlerdi)

Bu bir mübahele olmaya da bilir. Onlara karşı bir meydan okuma olabilir. Çünkü onlar diğer insanlardan ayrı olarak kendilerinin Allah'ın dostları olduklarını iddia ediyorlardı. Öyleyse ölümden niçin korkabilirlerdi ki? Ne diye insanların en korkakları olabilirlerdi ki? Zira onlar öldüklerinde Allah'ın dostlarının ve kendisine yakınlaştırılmış kullarının Allah katındaki mükafatlarına ulaşacak değiller miydi?

Bu meydan okuyuştan sonra onların iddialarında samimi olmadıklarını, gönül huzuru ile kendine dayanabilecekleri bir iyilik yapmadıklarını, bundan dolayı herhangi bir mükafat ve yakınlık ümidi içinde bulunmadıklarını ifade eden tesbitler yer alıyor. Onların sırf günah işledikleri bu nedenle ölüm ve ötesinden korktukları belirtilmektedir. Çünkü hazırlığı ve azığı olmayan insan yola koyulmaktan endişe eder.

"Dünyada yaptıklarından dolayı ölümü katîyken istemezler ve Allah zalimleri çok iyi bilendir."

Bu bölümün sonunda ölüm gerçeği ve ötesi dile getiriliyor. Onların ölümden kaçışlarının kendilerine bir yarar sağlamayacağı açıklanıyor. Çünkü ölüm zorunludur. Ondan kaçış yok, ondan sonrasından da kaçılamaz. Çünkü Allah'a dönüş ve insanın yaptıklarından sorguya çekilmesi de kuşku götürmeyen kaçınılmaz bir gerçekliktir.

"De ki: `Doğrusu kendisinden kaçtığınız ölüm mutlaka karşınıza çıkacaktır; sonra, görüleni de görülmeyeni de bilen Allah'a döndürüleceksiniz. O size yaptıklarınızı haber verecektir."

Bu Kur'an-ı Kerim'in, hem o zamanki muhataplara hem de onların dışındaki tüm insanlara yönelttiği mesaj dolu bir uyarısıdır. İnsanların çoğu zaman unuttuğu, fakat nerede olurlarsa olsunlar yakalarını bırakmayacak olan bir gerçeği gönüllerine yerleştirmektedir. Bu hayat birgün elbet son bulacaktır. Bu hayatta Allah'tan uzak olmak, O'na dönüşle sonuçlanacaktır. O'ndan kaçanların O'na sığınmaktan başka çareleri yoktur. O'na dönüşten sonra sorguya çekilmek ve O'na göre yaptıklarının karşılığını almak mutlaka gerçekleşecektir. Bundan kaçıp kurtulmak mümkün değildir.

Taberi, Mu ceminde, Muaz bin Muhammed Hazeli hadisinden Yunus, Hasan, Semüre kanalıyla peygambere şu sözü izafe eder: "Ölümden kaçan adara tilki gibidir. Yer ondan borcunu ister. O ise kaçmaya çalışır. Nihayet yorulur, bitkin düşer ve inine girer. Yer yine ona; ey tilki! borcum! der. Tekrar kalkar, sürünmeye başlar. Böyle sürünüp gider. Boynu önüne düşüp ölünceye kadar kaçmaya devam eder."

Bu da son derece etkili, derin anlamlı ve canlı bir ölüm tablosudur.

CUMA NAMAZI

9- Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağrıldığınız zaman, hemen Allah'ı anmaya koşun ve alış verişi bırakın. Eğer siz gerçeği anlayan kimseler iseniz elbette bu, sizin için daha hayırlıdır.

10- Namaz bitince yeryüzüne dağılın ve Allah'ın lütfunu isteyin. Allah'ı çok zikredin, umulur ki kurtuluşa erersiniz.

11- Onlar bir ticaret ve eğlence gördükleri zaman hemen dağılıp oraya giderler ve seni ayakta bırakırlar. De ki: `Allah'ın yanında bulunan eğlenceden ve ticaretten daha hayırlıdır. Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır."

Cuma namazı toplayıcı, kuşatıcı bir namazdır. Toplu halde kılınmadan sahih olmaz. Bu haftalık bir namazdır. Orada müslümanların toplanmaları buluşmaları, kendilerine Allah'ı hatırlatan konuşmayı dinlemeleri zorunludur. Cuma namazı düzenli bir ibadettir. Zaten islam, dünya ve ahiret hazırlığını tek bir düzen içinde ve tek bir ibadet sistemi içinde çözüme kavuşturur. Her ikisi de ibadettir, bunların. Cuma namazı islamın sosyal nitelikli inancını özel bir şekilde dile getirmektedir. Nitekim "Saf" suresi ayetlerini açıklarken bu konuda bazı yorumlar yapmıştık.

Cuma namazının fazileti, cuma namazına teşvik ve banyo yapma, temiz elbiseler giyinme ve koku sürünme ile ilgili hazırlıkları ifade eden pek çok hadisler de vardır.

Buhari ve Müslim'de İbni Ömer'den gelen bir rivayette Resulullah'ın şöyle buyurduğu ifade edilmektedir: "Biriniz cuma namazına giderken banyo yapsın." Sünen kitaplarının dördünde Evs İbni Evs Sakafi'den gelen rivayette deniyor ki: Resulullah'tan işittim, şöyle diyordu: "Kim cuma günü elbisesini yıkar ve banyo ederse, erken kalkar ve erken yola düşerse, bineğe binmeyip yolda yürürse, imama yakın durur, sözlerine kulak verip bu arada boş söz ve işle uğraşmazsa attığı her adım için gündüzü oruçlu, gecesi ibadetli bir yıllık mükafat elde eder."

İmam-ı Ahmed, Kab bin Malik yoluyla Ebu Eyüp Ensari'den, onun şöyle dediğini rivayet eder: Hz. Peygamber'den işittim, şöyle diyordu: "Kim cuma günü yıkanır ve evindeki kokusundan sürünür, en güzel elbiselerini giyer, sonra camiye gelip dilerse iki rekat namaz kılıp kimseyi de rahatsız etmezse, imam hutbeye çıkıp, namazı bitirene kadar susup sessiz kalırsa onun bu cumayla diğer cuma arasındaki günahları için kefaret olur."

Bu bölümün birinci ayeti, müslümanların ezanı duyduklarında alış-verişi ve diğer her türlü çalışmayı bırakmalarını emretmektedir.

"Ey iman edenler, cuma günü namaza çağrıldığınız zaman Allah'ı anmaya koşun ve alış-verişi bırakın: '

O andan itibaren dünya işlerinden sıyrıldıktan sonra hemen Allah'ı anmaya geçmelerini teşvik etmektedir:

"Eğer siz gerçeği anlayan kimseler iseniz bu sizin için daha hayırlıdır."

Bu da gösteriyor ki ticaret ve hayatın diğer uğraşlarından el etek çekmek, böyle bir teşviki ve sevdirmeyi gerektiriyordu. Bu aynı zamanda gönüller için sürekli bir uyarıdır. İnsanın dünya işlerinden ve yeryüzünün cazibeli değerlerinden el etek çektiği, kalbini bunlardan arındırdığı zaman dilimleri olmalıdır. Böylece yalnız Rabbinin olabilmeli, O'nunla başbaşa kalmalı, kendini O'nun zikrine adamalıdır. Bu çok özel tadın zevkine erebilmeli, böylece yüceler alemi ile ilişkiye geçerek o aleme dalmalı, kalbini ve göğsünü bu hoş kokulu tertemiz manevi hava ile doldurmalı, onun güzel kokusundan tadından, zevkinden payını almalıdır.

Sonra dünya işlerine dönmeleri, sonra bu işler sırasında Allah'ın adını hatırdan çıkarılmaması hatırlatılır.

"Namaz bitince yeryüzüne dağılın ve Allah'ın lütfunu isteyin. Allah'ı çok zikredin, umulur ki kurtuluşa erersiniz:'

İşte bu, islam sistemine damgasını vuran dengenin kendisidir. Yeryüzündeki hayatın gereklerini yerine getirme, çalışma çabalama didinme ve kazanma gibi gereksinimleri ile bir süre bu havadan ruhen koparak, kalbinin bağını keserek bütünüyle kendini zikre, Allah'ı anmaya verme arasındaki denge. Bu eylem kalbin hayatı için zorunludur. Yoksa büyük emanetin yükümlülüklerini onsuz elde etmek algılamak ve yerine getirmek mümkün değildir. Geçim peşinde koşarken dahi Allah'ı anmak gerekmektedir. Günlük işleri yerine getirirken Allah'ı kalbinde hissetmek insanın dünya hayatı için yaptığı çalışmaları ibadete dönüştürür. Yalnız bununla beraber insanın somut zikir, görevini de yerine getirmesi, kendini tamamı ile dünyadan koparma ve köklü bir şekilde kendini Allah'a adama anlarının da bulunması gerekmektedir. Nitekim bu iki ayetin teması da buna işaret etmektedir.

Ancak İbni Malik cuma namazını kıldığında kalkar gider caminin kapısında durup şöyle derdi: "Allah'ım çağrına uydum. Bana farz kıldığın namazı kıldım. Bana emrettiğin şekilde buradan ayrılıp işimin başına dönüyorum. Bana hazinenden rızık ihsan et. Sen rızık verenlerin en hayırlısısın." (Bu olayı İbni Ebi Hatim rivayet etmiştir)

Bu tablo ilk müslümanların meseleyi ne kadar ciddi olarak ele aldıklarını göstermektedir. Onlar emri duyar duymaz tam bir sadelik içinde ve gerçek anlamı ile onu harfi harfine uyguluyorlardı!

Belki de ilk müslüman nesli, surenin son ayetinde ifade edildiği gibi, onca cahili eğilimlere ve cazibelere rağmen ulaştığı seviyeye ulaştıran onların bu ciddi, net ve sade anlayışlarıydı.

"Onlar bir ticaret ve eğlence gördükleri zaman hemen dağılıp oraya giderler ve seni ayakta bırakırlar. De ki: `Allah'ın yanında bulunan, eğlenceden ve ticaretten daha hayırlıdır. Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır."

Hz. Cabir'den rivayet edilen bir hadiste deniyor ki: "Biz bir ara Hz. Peygamberle birlikte namaz kılıyorduk. Bu sırada bir yiyecek kervanı çıkageldi. Herkes ona dönüp gitti. Peygamberin etrafında sadece on iki kişi kalmıştı. Bunların ikisi Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'di. Bunun üzerine şu ayet indi." (Bu hadis Buhari, Müslim ve Tirmizi rivayet etmişlerdir)

"Ayet-i Kerimede onların dikkatleri Allah'ın katındaki mükafata çekilmekte ve bunun oyun ve eğlenceden daha hayırlı olduğu belirtilmektedir. Ayrıca rızık verenin Allah olduğu hatırlatılmaktadır. "Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır."

Bu olay daha önce belirttiğimiz gibi tarihteki o eşsiz topluluğun yetiştirilmesi için eğitim ve ruhi yapının kurulması uğruna ne denli çabaların, gayretlerin sarf edildiğini ortaya koymaktadır. Bu eşsiz nesil Allah yolunda çaba sarfeden herkese tüm asırlar boyunca karşılaştıkları zaaflara, eksikliklere, geri kalmalara ve ayak kaymalarına karşı tükenmez bir sabır hazinesi kazandırmıştır. İşte bu, iyisiyle, kötüsüyle bugün de yine karşımızda bulunan insan halidir. Bu insan sabırla, anlayışla, kavrayışla, sebatla, direnmeyle yolun ortasında geri dönmekle inanç davasının, temizlenmenin ve arınmanın sınırsız basamaklarında yükselebilir. Yardımcısı Allah'tır.

CUMA SÜRESİ(Muhammed GAZALİ)

"Göklerde ve yerde olanların hepsi, mülkün sahibi, eksikliklerden münezzeh, azîz ve hakîm olan Allah'ı teşbih ederler." (Cum'a: 1)

Mü'minleri farzı yerine getirmeye ve hutbeyi dinlemeye teşvik eden Cum'a Sûresi, bu âyetle başlamıştır. Her şey Allah'ı Övgüyle teşbih edince, Müs­lümanlar, bu genel sosyal toplantıya katılmadan niçin geri kalsınlar? Mu­hakkak Müslümanlar, sayılarının artması saflarının güçlenmesi için mescidlere git­meye teşvik etmeliler.

Cuma günü bizim için haftalık bayramdır. O gün İçinde Öyle bir saat vardır ki, Al­lah'a dua veya ibâdetle ya da teşbihle yönelen bir kulun yönelişini Allah kabul eder ve onu bağışlar. Bu günde banyo yapmak ve güzel koku sürünmek müstehaptır.

Sûre, meta yüklü kafilelerin gelişini duyunca mescidi boşaltanların kınanmasın­dan bir kesit olan teşbih ile başlayabilirdi:

"Onlar bir ticaret ve eğlence gördükleri zaman hemen dağılıp ona giderler ve seni ayakta bırakırlar. De ki: Allah'ın yanında bulunan, eğlenceden ve ticaret­ten daha yararlıdır. Allah rızık verenlerin en hayirhsıdir." (Cum'a: 11)

Sûrenin başı ve ortası, son Resul 'ün, ümmî Araplar arasından gönderilişinden söz etmektedir. Allah'ın genel risâleti Ehli Kitap'tan aldığı bir gerçektir. Çünkü bozuk dindarlık hastalıkları, kendini beğenme, zulmetme ve taşkınlıkta bulunma arasını bir hayli birleştirmiştir. Kendini düzeltemeyen bir millet, başkalarını nasıl düzeltebilsin? Genelinin karakterleri bozulmamış ve dünyaya meyilleri az olunca onların hakkı ka­bul etmeleri ve ona yardım güçleri daha çabuk olur. Bu yüzden Allah, peygamberini Yahudiler'den göndermemiş, onu Araplar'dan seçmiştir:

"Çünkü ümmîlere içlerinden, kendilerine âyetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara Kitâb'ı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderen O'dur. Kuşkusuz on­lar Önceden apaçık bir sapıklık içindeydiler." (Cum'a: 2)

Risâlet Araplara tebliğ edilince, vahiy emanetlerini ulaştırmak için diğer halkla­rın içlerine girdiler veya onlara çok iyi köprüler oldular.

Yahudiler ise kendi cinslerine tapıp Rablerini unutuyorlar ve tutkularını yâdedi-yorlar.

"Tevrat'la yükümlü tutulup da O'nunla amel etmeyenlerin durumu, ciltlerce ki­tap taşıyan merkebin durumu gibidir. Allah'ın âyetlerini yalanlayan kavmin du­rumu ne kötüdür! Allah zâlimler topluluğunu doğru yola iletmez." (Cum'a: 5)

Yahudiler, âhireti isteme noktasında insanların en uzağı ve dünyalıklara hırs gös­termede en aşırısı olmayı sürdürüyorlar. Böyle oldukları halde yaptıkları herhangi bir işte Allah'a diğer insanlardan daha bağlı olduklarını sanmaktadırlar:

"De kî: Ey Yahudiler, bütün insanlar değil de, yalnız kendilerinizin Allah'ın dostları olduğunuzu iddia ediyorsanız, bunda da samimi iseniz, haydi ölümü te-mennî edin (bakalım)! Ama onlar önceden yaptıklarından dolayı ölümü asfa te­menni etmezler." (Cum'a: 6-7)

Çağdaş Müslümanların, Ehli Kitap'tan düşmanlarına doğru kaymaları, bu yüzden vahyi unutmaları ve kendi vatanlarında Allah'ın diniyle ilişkilerim koparan dünyevî ve ırkçılık sloganları atmaları bizi gerçekten üzmektedir.

Biz, ümmetin, kitabına ve peygamber kültürüne dönmesi ve sonunda insanların dünyasına Allah'ın dininin hükmetmesi için çalışıyoruz.

CUMA SÜRESİ(Elmalılı Hamdi YAZIR)

1. Göklerdeki ve yerdeki herşey Allah'ı (yahut Allah için) tesbih eder. Hiçbir şey yoktur ki, yaratıcısının kemaline ve noksanlık alâmetlerinden berî olduğuna delil olmasın (Bu konuyla ilgili İsra Sûresi'nde bulunan "O'nu tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur." (İsrâ, 17/44) âyetine bkz.) Bu tesbih, yaratılışta mevcuttur. Binaenaleyh insanlar da, irade hürriyetlerini kullanmak suretiyle Allah'ı her türlü kusur ve eksiklikten tenzih etmeli, O'na şirk ve noksan sıfatları isnad etmekten sakınmalıdırlar. Bu yüzden bir önceki sûrenin sonunda beyan edildiği şekilde galib oldukları zaman aldanıp da aşırılığa sapmamalı, o yardım ve galibiyetin Allah'tan geldiğini onu veren Allah'ın almaya da kudretinin bulunduğunu, düşmez kalkmaz varlığın yalnız O olduğunu b ilmeli ve ona göre küfür ve nankörlük etmekten sakınarak Allah'ı

tesbih ve tenzihe devam etmelidirler. Buradaki fiili, gelecek zamandan soyutlanmış olarak devamlılık ifade etmektedir. Yani her an tesbih ederler. Bununla beraber önceki sûrede denildiği halde burada ve benzerlerinde denilmesi, bunun geçmiş zamandan ziyade gelecek zamana baktığını da hatırlatmaktan uzak değildir. Yani gelecekte size müjdelenen zafer ve galibiyete ulaştığınız zaman bütün eşya gibi siz de tesbih ve tenzihte devamlılığı e l den bırakmayın da binaenaleyh yahudi ve hıristiyanların düştükleri hallere düşmeyin demektir. Çünkü O Allah öyle bir Melik, bütün bu gökleri ve yerleriyle kâinat mülkünü yaratıp düzenleyen ve kendi yönetimi ile idare eden öyle bir hükümdar öyle bir pad i şahtır ki Kuddüs, hiç lekesi olmayan, tertemiz ve pampak demektir. Bütün temizlik, bütün övgüye layık kemaller (olgunluklar) fazilet ve güzellikler O'nundur. Hiçbir şey O'nun kutsal sahasına yetişemez. O, hiçbir sınır ve tasavvura sığmaz, hiçbir şirk kab u l etmez, mülküne kimseyi ortak kılmaz, haksızlık yapmaz ve lekeli şeyler O'na yanaşamaz. Ne oğula ihtiyacı vardır ne kıza, ne dosta muhtaçdır ne de yardımcıya. Binaenaleyh önceki sûrede geçtiği şekilde "Allah yardımcıları olunuz." denildiği zaman, Allah'ın dilediğini galib kılması için yardıma ihtiyacı varmış gibi bir zanna kapılmamalı, yardıma insanların ihtiyacının olduğunu bilmeli, O'nu daima kutsamalıdır. Beyhakî, "Esmâ ve Sıfat"da "Kuddûs" isminin izahı münasebetiyle Halimî'den naklen der ki: "Kuddû s 'ün mânâsı, fazilet ve güzelliklerle övülmüş demektir."(1) Açık tesbih, takdisi; açık takdis de tesbihi içine alır. Çünkü yerilmiş sıfatların ortadan kaldırılması övgüleri ispat mânâsını ifade etmektedir. Nitekim, ortağı ve benzeri yok dememiz O'nun bir o l duğunu, kimseye zulmetmez dememiz, hükmünde âdil olduğunu ispattır. Aynı şekilde övgüler ve ispat da, mezmumları ortadan kaldırır. Mesela, âlim demek cehli, kâdir demek de acizliği yok eder. Şu kadar var ki o şöyledir dediğimizde zahirî takdis, O şöyle değildir dediğimizde de zahirî tesbihtir. Sonra takdisin içerisinde tesbih, tesbihin içinde de takdis bulunmuş olur ki, İhlas Sûresi'nde ikisi de bir arada zikredilmiştir. Mesela "De ki: Allah birdir, Allah Samed'dir." (İhlas, 112/1,2) âyetleri takdis, "K e ndisi doğurmamıştır ve doğurulmamıştır. Hiçbir şey O'nun dengi olmamıştır." (İhlas, 112/3,4) âyetleri ise, tesbihtir. Demek ki, bunların ikisi de, tevhid ile şirk ve teşbihi ortadan kaldırmaya yöneliktir. Şu halde önceki sûrenin ardından bu sûrenin böyle tesbih ve takdis ile başlaması, hıristiyanların galibiyetten sonra teslis (üçleme) davasıyla düştükleri aşırılıkların iptal edilmesine işarettir. Evet o öyle Kuddûs ki

Aziz; çok izzetli, kudsiyeti sarsılmaz, kudretine yetişilmez, ezelden vasıflandığı kuvvet ve yüceliği hiç bir suretle mağlub edilmez. Kutsal şânına saldırıda bulunanların; mülküne leke sürmek, hakkına tecavüz etmek ve şirk koşmak isteyenlerin cezasını verir, şiddetli intikamıyla mağlub ve perişan eder. Bununla beraber Hakîm'dir. Yaptığı n ı nizam ve hikmetle sağlam yapar. Kutsallık ve yüceliğine zıt olan şirk ve küfür gibi durumlara bazen meydan verip zalimler, fasıklar, haksızlar ve ahlâksızlara zaman tanıyor, yüze çıkarıyor gibi görünürse de onlarda da nice hikmetleri vardır. Öyle olmasa y dı Hakk'ın kutsallık ve yüceliği bilinmez, ilâhî üstünlüğün boyutu anlaşılmazdı. Böylece de o zalimler büyük cezalara müstahak olmaz ve müminleri daha yüksek faziletle sevab ve derecelere ulaştıracak olan cihadın hikmeti kalmazdı. Çünkü eşyanın zıtlarıy la görünmesi bir hikmet kanunudur.

2. O Hakîm, Aziz, Kuddüs ve Melik olan, göklerde ve yerde herşeyin kendisini tesbih ettiği Allah'tır ki izzet ve hikmetinin alâmetlerinden olarak ümmiler içinde kendilerinden bir Resul gönderdi ki bu ümmilerden kasıt, Araplar'dır. Yukarıda da geçtiği gibi ümmi kelimesinin üç mânâsı vardır. Birisi, ümme mensub demektir ki, anadan doğduğu hal üzere bulunan, yani okuma yazması, tahsili olmayan demektir. "Biz ümmi bir ümmetiz, yazı ve hesab bilmeyiz." hadisi de bu mânâya işaret etmektedir. İkincisi, ümmete mensub demektir. Üçüncüsü, Ümmü'l kurâ'ya mensub, yani Mekkeli mânâsınadır. Bunlar içinde meşhur olan ilk görüştür. Burada da sözün gelişinden bu mânâda olduğu anlaşılmaktadır. Yani ilkel halde bulunan ve henüz c ehalet devrini yaşayan Arablar içerisinde, ölülerden hayat fışkırtır gibi ilim ve hikmet kaynağı olan bir Resul gönderdi. üzerlerine Allah'ın âyetlerini okuyor. Ve onları tezkiye ediyor, bâtıl inançlardan, fena huylardan temizleyip feyizlendiriyor, f i kirlerini açıyor ve onları bütün âlemler içinde parlatıyor. Ve onlara kitap ve hikmet öğretiyor, okuyup yazmayı ve kitabların en üstünü olan Kur'ân'ı belletiyor. Sünnet ve hadislerle hükümleri yerine getirmek için naklî ve aklî ilimler yanında işler d e öğretiyor. Halbuki bundan önce o ümmiler açık bir dalalet içinde, ne yapacaklarını bilmez şaşkın bir halde idiler. Böyle iken Allah içlerinden onlara öyle bir Resul gönderdi.

3. Ve daha onlardan başkalarına ki henüz onlara katılmadılar. Buradaki "âherîn" kelimesi, "aher"in çoğulu olup e veya yahut deki zamirine bağlanmış olarak Resulullah (s.a.v)'ın

risalet ve öğretiminin yalnız Araplar'a mahsus olmayıp onlardan başka diğer bütün ümmetleri de kapsadığını beyan etmektedir. Zira ümmi oldukları belirtilen Araplar'dan başka, "âherîn" (diğerleri) tâbiriyle de bütün kavimler kasdedilmiştir. Yani o Resul, yalnız içlerinden çıkarıldığı ümmi topluluğa değil, henüz onlara katılmış olmamakla beraber ileride katılacak olan Arap ve Arap olmayan bütün in s anlık âlemine kitab ve hikmet öğretiyor. O öyle bir Resul ve o, Resul'ü gönderen Allah öyle Aziz öyle Hakîm'dir.

4. İşte o ba's, yani öyle bir Resul gönderilmesi sırf Allah'ın fazlıdır, kesb ve çalışmakla kazanılır bir şey değildir. Onu dilediğine bahşeder. O, tabiat kanunları altına alınamaz. Yalnızca İlâhî üstünlüğün gereğidir. Ve Allah öyle çok büyük bir fazl sahibidir. Binaenaleyh o Resulün davetini kabul etmeli, talimatını bellemeli, ona göre ensârullah (Allah yardımcıları) olup All a h'ın vaad ettiği fazl ve fazilete ermelidir.

5. Bu beyandan sonra ilmiyle amel etmeyenlerin kınanması için buyuruluyor ki kendilerine Tevrat yükletilmiş, öğretilip mânâsıyla amel etmeleri teklif edilmiş olup da sonra onu yüklenmemiş; içindekini anlayıp gereğince istifade ve amel etmemiş bulunanların meseli yani mesel haline gelmiş tuhaf halleri ki, bilginiz, kendimizi Allah'a adamışız ve okur yazarız diye yüklerle kitab sırtlanmış oldukları halde, Tevrat'ın ve Beni İsrail peygamberlerinin, o Allah ' ın bir fazlı olan ümmi Nebi'si son peygamber hakkındaki haberlerine itibar etmemiş, ahkâm ve ahlâkıyla doğruluk dairesinde amel etme cihetine gitmemişlerdir. Böyle kimselerin hali o eşeğin haline benzer ki sifirler, yani koca koca kitablar taşır da i çindekinden hiç haberi olmaz, istifade etmez. Burada zikredilen "esfâr" tâbirinde Tevrat'ın kısımlarına esfâr denildiğine işaret vardır. Bak Allah'ın âyetlerini yalanlayan kavmin meseli ne çirkindir! Burada ilmiyle amel etmeyenlerin hepsinin hâl ve me s ellerinin böyle çirkin olduğuna bir tenbih vardır. Allah da zalimler topluluğunu hidayete erdirmez. Doğru yola çıkarmaz. Kendilerine hakkın delilleri gösterildiği halde onlara inanmayıp da tasdik yerine tekzibi koyan haksızların, o doğru yolu bulmaları, murada ermeleri mümkün olur mu?

6. De ki ey yahudi olanlar! Siz diğer insanlardan başka olarak kendilerinizin Allah'ın velisi, O'nun velâyetine ermiş sevgili dostları olarak zannediyorsanız ,doğru olmayan böyle bir zan besliyorsanız. Mâide Sûresi'nde "Yahudiler ve hıristiyanlar: 'Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz' dediler." (Mâide, 5/18) âyetinde geçtiği üzere hıristiyanlar "Biz Allah'ın oğulları ve evlatlarıyız."

dedikleri gibi yahudiler de "Biz Allah'ın sevgilileriyiz." diye iddia etmektedirler. Eğer öyle ise haydi ölmeyi temenni edin! Ölümü kendinize ümmiyye yani ideal edinin de bir an evvel ölüp bu imtihan ve sıkıntı dünyasından ahirete göçerek Allah'a kavuşmayı canınıza minnet bilin. Buradaki ölümü temenni emri, susturma ve kınama iç i ndir. Eğer o davanızda doğru iseniz böyle ölümden kaçmayıp onu temenni etmeniz gerekir. Niçin ondan kaçıp da bütün varlığınızla dünya hayatına sarılıp duruyorsunuz?

7. Fakat onu ebediyyen temenni etmezler. Çünkü ellerinin takdim ettiği nice günahlar, cinayetler, küfürler ve zulümler vardır. Ki onlar Allah'ın sevgilisi ve evliyası olamazlar. Ve Allah zalimleri bilir, cezalarını verir. Onun için onlar, o davada sadık değil, yalancıdırlar, evliya değil haksız ve zalimlerdir.

8. De ki: Haberiniz olsun, o sizin kaçıp durduğunuz ölüm her halde size gelip çatacaktır. Kaçmakla ondan kurtulamayacağınız gibi ölmekle de kurtulacak değilsiniz. Sonra görünmeyeni ve görüneni bilene döndürüleceksiniz. İlkin sizi yaratmış bütün varlığınıza sahip k en, sizler firarî köleler gibi O'nun mülkünden, emir ve hükmünden kaçmak isteyerek gizli ve açık isyanlar yaptığınız gerçek mevlanız olup, bütün görünmeyen ve görünenleri bilen ve kendisine hiçbir şeyin gizli kalmasına imkan bulunmayan Allah Teâlâ'nın huz u runa döndürüleceksiniz, o size bütün yaptıklarınızı haber verecektir. Kitabından ve verdiği ilimlerden neleri tahrif ettiğinizi, neler gizleyip neleri açıkladığınızı yüzünüze vuracak ve ona göre cezanızı verecektir. Ölümle bedenin yok olmasından sonra şuur ve temyiz ruhu olan nefs-i natıka (insanın özü, cevheri) Zümer Sûresi'nde bulunan "Allah, öldükleri sırada canları alır.." (Zümer, 39/42) âyetinde ifade edildiği üzere doğrudan doğruya Allah Teâlâ'nın kudret elinde kalacaktır ki, ölümden sonra ruhun ebedi kalacağını ileri sürenlerin maksadı da budur. Burada bilhassa "Âlimu'l-ğaybi ve'ş-şehâde" ismiyle ilim sıfatına döndürme açıkça belirtilmiş olmasına nazaran bir insanın özünün şehadet âleminden gayb âlemine intikâli demek olan bu dönüşün "vücûd-ı il m î" ile Hakk'ın huzurunda gerçekleşeceğine işaret edilmiş demektir. Buna göre bilinmeyen âlemden bilinen âleme gelmiş olan bir insan, ölümle yine bilinmeyen âleme döndüğü zaman bütün hakikatı, dünyadaki ömrünün başından sonuna kadar içinde ve dışında meyda n a gelen iyi veya kötü bütün fiil ve işleri, gayb ve şehadeti bilen Allah Teâlâ'nın ilminde hiçbir noktası kaybolmaksızın hazır bulacak ve ona göre ceza veya mükafatını görecektir. Gerçi bir insan öldüğü zaman

onun ruh ve beden itibariyle çevresinde bırakmış olduğu iz ve izlenimlerin bir kısmı onu tanıyan ve onunla ilgilenen insanların hafızalarında, daha geniş bir kısmı da "Kirâmen kâtibîn" (şerefli kâtibler) denilen meleklerin kaydetmiş oldukları amel defterleri ile bilgi ve ezberlerinde kalır ise de, bun l arın ikisi de onun bütün insanlık hakikatini ihata edici değil, az çok açığa çıkmış olanlara aittir. Kaf Sûresi'nde yer alan "Biz ona şah damarından daha yakınız." (Kaf, 50/16) âyetinde geçtiği şekilde insan nefsinin derinliklerinde cereyan eden gizli vesveseler gibi nice sırları vardır ki onları yalnız "insana şah damarından daha yakın" olan, gayb ve şehadeti bilen zatın ilmi kuşatır. Onun içindir ki, insanın bütün hakikatiyle dönüşü yalnız Allah'adır. İşte bu suretle insanlar Hak Teâlâ'nın huzurun a bütün hakikatleriyle toplanarak hesaba çekilecekler ve ömürlerinin kazançları olan ruhanî ve cismanî bütün amellerin tartısına göre ceza ve mükafat göreceklerdir.

Bunun için bu beyandan sonra müminlere hitaben buyuruluyor ki:

Meâl-i Şerifi

9- Ey inananlar! Cuma günü namaz için çağrıldığı(nız) zaman, Allah'ı anmaya koşun, alışverişi bırakın. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.

10- Namaz kılındıktan sonra yeryüzüne dağılın ve Allah'ın lütfundan (nasibinizi) arayın. Allah'ı çok anın ki kurtuluşa eresiniz.

11- Bir ticaret ve eğlence gördükleri zaman hemen dağılıp ona gittiler ve seni ayakta bıraktılar. De ki: "Allah'ın yanında bulunan, eğlenceden ve ticaretten de hayırlıdır. Allah, rızık verenlerin en hayırlısıdır."

9. Cuma günü namaz için çağrıda bulunulduğu vakit yı tefsirdir mânâsına olduğu da söylenmiştir. Yani Cuma günü Cuma namazı vakti ezan okunduğunda Keşşâf ve diğer bazı tefsirlerde zikredildiğine göre bir kısım âlimler demişlerdir ki, buradaki çağrıdan maksat, imamın minbere oturduğu sıradaki ezandır. Resulullah'ın bir müezzini bulunurdu. Minbere oturduğu zaman mescidin kapısı üzerinde şöyle ezan okunurdu. "Allah büyüktür, Allah büyüktür, Allah büyüktür, Allah büyüktür; ben şehadet ederim ki, O'ndan b aşka tanrı yoktur, ben şehadet ederim ki, O'ndan başta tanrı yoktur; ben şehadet ederim ki, Muhammed Allah'ın Resulüdür, ben şehadet ederim ki, Muhammed Allah'ın Resulüdür; haydi namaza haydi namaza; haydi felaha haydi felaha; Allah büyüktür, Allah büyükt ü r; O'ndan başka tanrı yoktur." Resulullah minberden indiğinde de müezzin namaza ikâmet getirirdi. Bu, Ebu Bekr ve Ömer (r.a) zamanında da böyle idi. Ta ki Hz. Osman devri gelince, insanlar çoğaldı, Medine büyüyüp evlerin mesafeleri uzaklaştı. O vakit Hz. O sman müezzinlerin sayısını ikiye çıkardı. Birinci ezanın Zevrâ denilen evi üzerinde okunmasını emretti. İkinci ezan da minbere oturduğu zaman, ikinci müezzin tarafından okunur, sonra minberden indiğinde namaz için ikâmet getirilirdi. Bu durum hiç kimse ta r afından kınanmadı. Böylece Cuma namazı için iki ezan bir ikâmet üzerine icma meydana gelmiş oldu. O zamandan beri uygulama bu şekildedir. Buharî, Zühri yoluyla Said b. Yezid'den şunları rivayet etmiştir:

1- Hz. Peygamber (s.a.v), Ebu Bekr ve Ömer zama nında Cuma günü birinci

çağrı imam minbere oturduğunda olurdu. Vakta ki Osman (r.a) zamanı geldi ve insanlar çoğaldı, o vakit Hz. Osman Zevrâ üzerinde üçüncü çağırıyı (ezanı) emretti.

2- Cuma günü üçüncü ezanı ziyade eden Hz. Osman oldu ki bu, Medine halkının çoğaldığında idi. Hz. Peygamber (s.a.v) zamanında ise bir müezzinden başka yoktu ve Cuma günü ezan, imam minbere oturduğu sırada okunurdu.

3- Cuma günü üçüncü te'zini (ezanın okunmasını) mescid halkı çoğaldığı vakit Hz. Osman emretti. Daha önce Cuma ezanı, imam minbere oturduğu zaman okunurdu.

4- Resulullah (s.a.v), Ebu Bekr ve Ömer (r.a) zamanında Cuma günü ilk ezan imam minbere oturduğu sırada idi. Vakta ki Hz. Osman döneminde insanlar çoğaldı, o zaman Hz. Osman üçüncü ezanı emretti de o da Zevrâ'da okundu. Binaenaleyh söz konusu emir bu şekilde sabit olmuştu." Bu rivâyetlerin birinde ikinci te'zin, diğerlerinde üçüncü nidâ, üçüncü te'zin, üçüncü ezan denilmesi hep aynı mânâyadır. Bundan maksat, Hz. Osman zamanında emredilen ilk ezandır ki, biz buna dış ezan deriz. Bundan sonra hâtibin minbere oturduğu zaman da bir ezan okunur ki, bu ikinci ezâna da iç ezan denir. Üçüncüsü de namaza başlarken okunan kamettir. Ezan ile kamete nidaeyn ve ezaneyn (iki çağrı) da denilmektedir. Bu itibarla ta r ih nokta-i nazarından, sonra başlamış olan dış ezana üçüncü nidâ ya da üçüncü ezan denildiği gibi, kamet ezan sayılmayarak, buna ikinci ezan da denilmiştir. Kısacası, Hz. Peygamber devrinde Cuma için birinci çağrı, hâtib minbere oturduğu zaman mescidin ka p ısı üstünde okunan ezan, ikincisi de hâtib minberden aşağı inerken okunan ikametti. Hz. Osman döneminden beri tekrar etmiş olan icma ve uygulamaya nazaran da birinci çağrı, Cuma vaktinin girmesiyle okunan dış ezan ikincisi, hâtib minbere oturduğunda okuna n iç ezan, üçüncüsü de, namaz için okunan kamettir. Bu âyetteki nidasından muradın da, ilk okunan ezan olduğu açıktır. Çünkü birinci ezan okununca nidâ, yani Allah'ı anmaya koşmanın şartı olan çağrılma, vuku bulmuş olur. Fakat ilk ezan hangisi itibar edi l melidir? Yukarıda naklettiğimiz gibi bazıları yalnız Peygamber zamanındaki birinci ezanı dikkate alarak koşmanın vücubunun, hatibin minbere oturduğu vakit okunan ezan ile başlayacağına kanaat getirmişlerdir. İlk bakışta bu görüş uygun gibi görünmektedir. Ancak Kenz Şerhi "Bahr-i Raik" ve "Tenviru'l-Ebsâr" ve diğer kaynaklarda beyan edildiği

üzere Hanefilerce en doğru kabul edilen, vücubun ilk okunan dış ezanla başlamasıdır. Çünkü Cuma'ya davet çağrısı, bu ezanladır. Fetâva-yı Hindiyye'de de şöyle denilmektedir: "Koşmak ve alış verişi terketmek ilk ezan ile vacib olur." Tahavi de demiştir ki: "Minber ezanı sırasında koşmak vacib, alışveriş mekruh olur." Hasan b. Ziyâd'a göre de muteber olan minaredeki ezandır. Doğrusu şudur ki: Zeval vaktinden önce ezan m u teber değildir. Muteber olan zevalden sonraki ezandır. Bu, ister minber üzerinde, ister Zevrâ üzerinde okunan ezan olsun sonuç aynıdır. el-Kâfi'de de bu şekilde beyan edilmiştir. Gerçekte âyette ifade edilen çağrıdan murad, Cuma'ya davet için okunan ezandır. Genel davet için okunan ezan da, zevalden sonra vaktin girmesiyle dışarda okunan ilk ezandır. İçerde okunan ikinci ezan ise, dışardakilere duyurmak mahiyyetinde değil, içerdekilere karşı hutbeye başlamayı ilân suretiyle Peygamber'in sünnetini yaşatmak m ânâsınadır. Resulullah zamanında minbere oturulduktan sonra mescidin kapısı üzerinde okunan ezan da, hem dışarıya karşı davet, hem de hutbeye başlamayı ilân maksatlarını ifade edebiliyordu. Fakat memleket büyüyüp cemaat çoğaldıktan sonra arzu edilen bu ik i mânâ ve maksadın yerine getirilmesi için yalnız bir ezanın yetmediği görüldüğü zaman yukarıda anlatılan iki ezanda karar kılınıp icma yoluyla uygulama bunun üzerine cereyan etmiş olmakla âyetteki umumi davet mânâsının, dışarıda okunan birinci ezana uygun olacağı anlaşılmış olmaktadır. İşte bu suretle fıkıh yönüyle bizce de sahih olan budur. O halde Cuma günü güneşin zevaliyle öğle vaktinin girmesinden itibaren Cuma'ya çağıran ilk ezan okunduğu vakit hemen Allah'ın zikrine koşun! Çağrıdan önce ne kada r erken gidilirse o kadar efdal olmakla beraber koşmanın vücubu ezanın okunmasından itibaren başlar. Denilmiştir ki, burada koşmaktan maksat, meşgul olduğu işi hemen bırakıp vakit geçirmeksizin hutbeye yetişmeye çalışmaktır. Telaş ile koşarak gitmek demek d eğildir. Hz. Ömer, İbnü Mes'ud, İbnü Abbas ve diğerlerinden yani hemen gidiniz mânâsına olduğu da nakledilmiştir. Çünkü âyette koşma anlamını ifade eden "sa'y" kelimesi, "İnsana çalışmasından başka bir şey yoktur." (Necm, 53/39), "Babasıyla berabe r yürüyüp gezecek çağa erişince..." (Saffât, 37/102) âyetlerinde olduğu gibi çalışmak mânâsına da gelir. Onun için sa'y burada koşmak değil kasd, yani doğru gitmek anlamındadır. Ve sa'y her işte tasarruf demektir. Hasan'dan da "ayaklar üzerinde değil, niyyet ve kalbler üzerinde "sa'y" mânâsına olduğu nakledilmiştir. Bununla beraber İmam Muhammed b. Hasan "Muvatta"ında demiştir ki:" İbnü Ömer (r.a) Bâki Kabristanı'nda iken kameti işitmiş ve süratle yürümüştü. İmam

Muhammed der ki: "Kendini yormadıkça bunda da bir sakınca yoktur. Hindiyye'de de şöyle denilmiştir: "Mescide koşarak gitmek bize göre de, fakihlerin çoğunluğuna göre de vacib değildir. Ancak müstehab olması konusunda da ihtilaf edilmiştir. En doğru olan, sakin ve ağır başlı olarak yürümektir." "el- K unye" adlı eserde de böyle ifade edilmiştir. Kütüb-i Sitte'de (altı sahih hadis kitabında) rivayet edildiği üzere Ebu Hureyre demiştir ki: "Resulullah (s.a.v)'ın şöyle dediğini işittim: "Namaz için kamet getirildiği vakit ona koşarak gelmeyin, yürüyerek g elin, sakinliği elden bırakmayın, yetiştiğinizi kılın, yetişemediğinizi de sonradan tamamlayın." Âyetteki "zikrullah" mefhumu esas itibariyle Allah'ı anmak veya Allah'ın müjde ve tehdidi demek olduğundan Kur'ân, tesbih, hamd, vaaz, hutbe ve namaz gibi hu s usların hepsini kapsamaktadır. Fakat Cuma'nın şart ve esaslarından olan zikirden maksadın, hutbe ve namaz olması cihetiyle, burada koşulması vacib olan zikr, hutbe ve namaz olarak tefsir edilmiştir. Hidaye şerhi "el-İnâye"de "zikirden maksadın hutbe olduğ u hususunda müfessirlerin ittifakının bulunduğu" belirtilmiştir. Mamafih icma ve ittifak yalnız hutbe olmasında değil, hutbenin de kasdedilmiş olmasındadır. Bu yüzden "Fethu'l-Kadir"de denilmiştir ki: "Zikrullahın tefsirinden maksat, hutbe ve namazdır". Hz. Peygamber (s.a.v) ömründe Cuma namazını

hutbesiz kılmamış olduğu için, hutbe Cuma'nın şartlarından birisidir. Bu âyet gereğince hutbe "zikrullah" tabiriyle ifade edilmiş olduğundan İmam-ı A'zam Ebu Hanife (r.a) Allah'ı zikretmeyi hutbenin rüknü (farzı) saymıştır. Dolayısıyla gibi zikrullah denilebilen en kısa bir zikir ile de hutbenin farzı yerine getirilmiş olur. Bu zikrin biraz uzunca yapılması vaaz, nasihat ve dualarla doldurulması ise sünnettir. Şu halde sünnetlerine riayet etmeyerek kısaca diye y etinmek mekruh olursa da, Cuma'nın şartı olan hutbenin farzı, kerahetle beraber yerine getirilmiş olacağından, ondan sonra namaz sahih olabilir. Lakin İmameyn'e (İmam Muhammed ve Ebu Yusuf'a) göre bunun farzı, hutbe denilebilecek kadar uzunca bir zikrulla h olmasıdır ki, en azı üç âyet veya namazdaki teşehhüd miktarı, yani duasının tamamı kadar olmalıdır. İki hutbe olması ve her hutbenin sûreleri gibi "tıvâl-ı mufassal" denilen bir sûre kadar olması, nasihat, şehadet ve salavatı içermesi şeklindeki v a sıflar, hutbenin sünnetlerindendir. İmam Şafii de demiştir ki: "İki hutbe okunmayınca Cuma namazı caiz olmaz. Birinci hutbe, Allah'a hamd, Peygamber'e salat ve selam, Allah'a karşı takva sahibi olma tavsiyesi ve bir âyetin kırâetini içine almalıdır. İkinc i si de aynı hususları ihtiva etmekle beraber okunacak bir âyet yerine mümin erkek ve kadınlara duayı içermelidir. Çünkü Resulullah zamanından beri uygulama böyle iki hutbe üzerine cereyan etmiştir. Kur'ân'da yalnızca "Allah'ın zikrine koşun." buyurulara k hutbede yer alacak zikrin azı ve çoğu ayırdedilmediği için, İmam-ı Azam hutbenin farzını, az veya çok zikrullah denebilecek bir miktar zikirden ibaret saymış, bunun dışındakilerin ise sünnet olduğunu belirtmiştir.

Bu vesile ile Hanefi mezhebine göre hutbenin bazı hükümlerini özetlemenin faydalı olacağı kanaatindeyiz.

Hindiyye ve diğer kaynaklarda ifade edildiği üzere Cuma'nın edasının şartlarından biri de, namazdan önce hutbe okumaktır. Hatta namaz, hutbesiz kılınsa veya hatib hutbeyi vaktinden önce okusa caiz olmaz. Hutbenin farzı ve sünneti vardır. Farzı ikidir. Birisi, vakittir ki, bu da zevalden sonra ve namazdan öncedir. Hatta hutbe, zevalden önce veya namazdan sonra okunsa caiz olmaz. İkincisi de zikrullahtır. Bir hamdele (elhamdülillah dem e k) yahut bir tehlil (lâilahe illallah demek) ya da bir tesbih (sübhânellah demek) dahi farza kifayet edebilir. Ancak bunlar hutbe kastıyla olmalıdır. Aksırmak gibi başka bir sebeble veya yahut denilse bunun hutbe yerine geçmeyeceği ittifakla kabul edilmiştir. Hatib hutbeyi tek başına yahut yalnızca kadınların huzurunda okusa, bu da caiz olmaz. Ancak hutbe esnasında cemaat uyusa yahut sağır olsalar o hutbe caiz olur.

Hutbenin sünnetlerine gelince bunun on beş kadar olduğu söylenmiştir. Şöyle sayılabilir: 1- Taharet. 2- Dikilmek>. Oturularak veya yan gelinerek okunursa (sünnete ters düşmekle ve kerahetle beraber) caiz olur. 3- Yüzünü cemaata dönmek. 4- Hutbeye başlamadan önce içinden çekmek. 5- Hutbeyi cemaata duyurmak, Ancak işittirilemezse d e caiz olur. 6- Allah'a hamd ile başlamak, 7- Allah'a övgüde bulunmak, 8- şeklinde iki şehadet getirmek, 9- Hz. Peygamber'e salavat getirmek, 10- Vaaz ve nasihat etmek, 11- Kur'ân okumak. Kim hutbede Kur'ân okumayı terkederse

hata yapmış olur. Hutbe esnasında okunacak Kur'ân'ın miktarı, üç kısa ya da bir uzun âyettir. 12- İkinci hutbe ile Allah Teâlâ'ya hamd ve övgüyü, Hz. Peygamber'e salavatı tekrar etmek, 13- Müslüman erkek ve kadınlara dua etmek, 14- İki hutbeyi tıval-ı mufassaldan bir sûre kadar ha f if okumak. Hutbeyi uzatmak mekruhtur, 15- İki hutbe arasında oturmak. Bu oturmanın miktarı, zahiri rivâyette üç âyet okuyacak kadar geçen süredir. İki hutbe arasındaki bu oturuşu terk ederse hatib, günahkâr olur. Resulullah (s.a.v)'a uyarak hatibin minb e re çıkması ve hutbeden önce oturması da sünnettir. Hidaye şerhi "Fethu'l-Kadir"de denilmiştir ki: "Nasihat etmek, şehadet ve salavat getirmek, iki hutbe okumak, ve hutbenin tıval-ı mufassaldan bir sûre kadar olması gibi az önce zikredilen sünnetleri kapsa d ıktan sonra hutbenin kısa fakat namazın uzun olması da fıkıh ve sünnettendir. "Hatibin sesini yükseltmesi ancak ikinci hutbede birinciye kıyasla âşikâre okuduğu kısımları biraz hafifletmesi ise hutbenin müstehablarındandır. Dört halifenin ve peygamberimiz i n iki amcası Hamza ve Abbas'ın da hutbede yâd edilmeleri müstahsendir (güzel sayılmıştır) ve öyle yapılagelmiştir. (Tecnis ve Hindiyye.)

Hatibin Cuma'da imamlığa ehil olması da hutbenin şartlarındandır. (Zâhidî.)

Hatibin hutbe halinde iyiliği emretme konusunda da olsa lakırdı etmesi mekruhtur. (Fethu'l-Kadir.)

İmam hutbeye çıktığı zaman ne salat ne de kelam caiz değildir. Mamafih İmameyn, hatib minbere çıktığı zaman hutbeye başlamadan önce ve hutbeyi bitirdikten sonra namazla meşgul olmadan evvel konuşmasında bir sakınca yoktur, demişlerdir hutbe esnasında cemaatın da ne insanlarla konuşması, ne tesbihi, ne aksıran kimseye "Allah sana merhamet etsin" demesi ve ne de selamı iade etmesi caiz değildir. Fıkha dair bir kitabı mütalaa etmek v e ya yazmakda bir sakınca yoktur diyenler olmuşsa da, mekruh diyenler çoğunluktadır. (Sakıncasız olanın da terki evladır.) Men edilen bir şeyi yapan kimseyi görüp nehyetmek, yahut bir şeyin haber verilmesi esnasında başıyla işaret etmek gibi, dil ile söylen m eyip el, baş ve göz işaretleriyle yapılan işlerde de sahih olan herhangi bir sakıncanın olmamasıdır. İmamdan uzak olan da, hutbeyi dinleme hususunda yakın olan kimse gibidir. Yani onun da hakkı, susmaktır. Doğru olan budur. Cuma günü imam hutbede iken s usma konusunda Buhârî şu hadisleri rivayet etmiştir. 1- Selman-ı Farisi, Hz. Peygamber'in

şöyle dediğini nakleder: "İmam konuştuğu zaman susulur." 2- Ebu Hureyre'den nakledilmiştir: "Peygamber (s.a.v) buyurdu ki: "Cuma günü İmam hutbe okurken arkadaşına sus desen faydasız bir iş yapmış olursun."(1) Namazda haram olan, hutbede de haramdır. Binaenaleyh, imam hutbede iken yemek ve içmek de doğru olmaz. Kısacası, cemaatın hutbeyi başından sonuna kadar dinlemesi vacibtir. Ve imama yakın olmak uzak olmaktan daha faziletlidir. Ancak imama yaklaşmak için insanların omuzlarından atlayıp geçmek de mekruhtur, İmam hutbeye başladığında hem sonra gelenlere yer bırakmak hem de yakınlık faziletine ermek için ileriye geçmekte bir sakınca olmadığı da söylenmiştir. Çünkü ö nceden ileri gitmeyip de ön taraflarda boş yer bırakanlar, o mekanı, mazeretsiz olarak zayi etmişlerdir. Lakin imam hutbeye başlamış ise cemaatın bulunduğu yerde kalması gerekir. Hutbe esnasında ileri geçmek, bir amel sayılır. Hutbeyi dinlerken yüzü hut b eye karşı çevirmek ve namazda oturur gibi oturmak müstehabdır. Ancak hutbeyi dinleyen dilerse dizlerini dikerek veya bağdaş kurarak ya da kolayına geldiği gibi oturabilir bu, caizdir. Çünkü hutbe dinlemek, amel yönüyle hakikaten namaz değildir. Harb yol u yla fethedilmiş her beldede hatib kılıç takınır. Hatib hutbeyi bitirince müezzin kamet getirir.

İşte böyle hutbenin Kitap ve Sünnet ile bir takım hükümleri bulunmakla beraber, Kur'ân'da sabit olan asıl mahiyyeti, Allah'ı layıkıyla anmak yahut va'z ve nasihatle andırmak mânâsına zikrullah, yani Allah'ı zikretmektir. Bu itibarla hutbe de namaz gibidir. Çünkü "Beni anmak için namaz kıl." (Tâhâ, 20/14) ve "Muhakkak ki namaz, hayasızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah'ı anmak en büyük ibadettir."" (Ankebut, 29/45) buyurularak namaz da, zikrullahtan ibaret gösterilmiştir. Onun için ey müminler Cuma günü diye namaza çağrı ezanını işittiğiniz zaman, Allah'ın zikrine yetişmeye çalışıp dosdoğru gidin. Ve bey'i terkedin, yani muameleleri (işleri) bı r akın. Öyle ki geçim için en önemli olan alım satım işlerini bile bırakın. Burada yer alan bey' "zikr-i hâs irade-i amm" (hususi olanı zikredip bununla umumu kasdetmek) yoluyla muamelattan mecazdır. Yahut bey', hakiki mânâsına olup, alışverişin dışındaki m uamelelerin terki, nassın delaletiyle sabittir. Belli ki, bey'i (alış verişi) bırakın denilmesi çarşıyı pazarı kapayın demekten daha kapsamlıdır. Nitekim Ata'dan yapılan rivâyete göre, kişinin karısıyla mübah olan muameleleri bile o saatte haramdır. Ancak karakol ve inzibat işleri gibi toplumun genel emniyeti için zarurî ve zorunlu olan hususların korunması da nassın (âyetin) gereği demektir. Onun için fakihler, hürriyet,

emniyet, hükümet ve izn-i âmm (genel izin) gibi konuları Cuma'nın şartları arasında saymışlardır.

Buradaki emir, vücub için olduğundan ezan okununca Cuma'ya koşmak farz, muamelat ise nehyedilmiştir. Nehyin zamanı, imamın namazdan çıkmasına kadar devam eder. Fakat bununla beraber acaba bu süre içerisinde alışveriş yapılmış olsa bu akid, batıl ve fasid olur mu? Hükmü nedir? Bazıları, böyle bir alışverişin nehyedilmiş ve haram olduğunu ileri sürerek akdi, fasid ve geçersiz saymışlarsa da, fıkıh usulü ilminde Hanefi âlimlerince kabul edilen bir kaide vardır ki bu mesele onunla çözülebilir. Şöyle ki: Bir şeyin zatından dolayı yasaklanması batıllığı, vasfından dolayı yasaklanması fâsidliği, bir şeye yakınlığından dolayı yasaklanması da keraheti gerektirir. Mesela sahibinin izni olmaksızın başkasının mülkünde veya gasbedilmiş bir yerde namaz k ılmak mekruhtur. Çünkü namazın farz ve vasıflarında bir bozukluk olmadığı halde sadece yerin sahibinin izin ve rızası olmadığı için nehyedilmiştir. Bu gibi yasaklar, "Sana kadınların ay halini sorarlar. De ki: 'O, bir ezâdır. Ay halinde olan kadınlardan uzak durun. Temizleninceye kadar onlara yaklaşmayın.." (Bakara, 2/222) âyetindeki nehiy gibi tahrimen mekruh (harama yakın kerahet) mânâsını ifade eder. Çağrı vaktindeki alışveriş de, satılan şey, fiat ve akiddeki bir bozukluktan dolayı değil, "namaza ç ağrıda bulunulduğu zaman" kaydıyla sırf çağrı vaktine yakınlığından dolayı nehyedilmiş olduğu için akid, diğer şartlar tam olarak yerine getirilmiş olursa, zât ve vasfında herhangi bir eksiklik söz konusu olmadığından dolayı batıl veya fasid olmayıp sahih fakat tahrimen mekruh olur.

Bu, yani çağrı vaktinde alışverişi terkedip Allah'ı zikre koşmak sizin için daha hayırlıdır. Alışverişten daha faydalıdır. Çünkü ahiret menfaatı, daha büyük ve sonsuzdur. Eğer bilirseniz, hakikaten hayır ve şerri seçen ilim ehli iseniz bunun daha hayırlı olduğunu anlarsınız. Cuma, cemaatın güçlenip galib olması ve "Allah'ın eli cemaatle beraberdir." sözünün delaletiyle ilâhî yardımın gerçekleşme yeri olması sebebiyle Allah katında o kadar büyük hayır ve sevabdı r ki, onun yanında alışveriş gibi küçücük menfaatların sözü bile edilmez. Dünya hayatının bütün medeni muameleleri de sosyal kalkınma ile ilâhî yardımın görünmesinin eseridir.

Cuma:

Cuma, esasen cemiyet ve cemaat gibi toplanma ve dernek mânâsıyla ilgili olan ve bizim de aynı isimle bildiğimiz belli günün ismidir ki O, müslümanların

haftalık bayramıdır. Keşşaf Tefsirinde Peygamber (s.a.v)'den şöyle bir rivayet nakledilmiştir: "Bana Cibril geldi, avucunda beyaz bir ayna vardı. Dedi ki: "Bu Cuma'dır. Rabbin bunu sana arz ediyor ki senin ve senden sonra ümmetin için bir bayram olsun. O, bizim yanımızda "yani meleklere göre" günlerin efendisidir. Biz ona ahirete kadar "yevmü'l-mezîd" (bereketli gün) deriz." Yine Hz. Peygamber (s.a.v) 'den şöyle dediğ i rivayet edilir: "Allah Teâlâ, her Cuma günü altı yüz bin kişiyi ateşten uzaklaştırır." Ka'b da şunu nakleder: "Allah Teâlâ beldelerden Mekke'yi, aylardan Ramazan'ı, günlerden de Cuma'yı faziletli kılmıştır." Ve Resulullah buyurmuştur ki: "Cuma günü vefat eden kimseye Allah Teâlâ şehid mükafatı yazar ve onu kabir fitnesinden korur." İmam Ahmed b. Hanbel, İbnü Mâce ve daha bir âlimin Ebu Lübabe b. Abdi'l-Münzir'den Hz. Peygamber (s.a.v)'e varan bir senedle rivayet ettikleri bir hadisde: "Cuma günü, günler i n efendisidir ve Allah Teâlâ'nın yanında Ramazan ve Kurban bayramlarından daha büyüktür." İbnü Hibban'ın rivayet ettiği sahih bir hadiste de: "Cuma gününden efdal olan bir gün üzerine güneş ne doğar ne de batar." diye zikredilmiştir. Cuma gecesinin f a zileti hakkında bazı hadis ve haberlerden de anlaşıldığına göre haftanın günleri, âlemin ilk yaratılış devirlerinin bir misali gibi düşünülmüştür. Buyurulduğu vechile birçok âyette göklerin ve yerin altı günde yaratılıp sonra Arş üzerinde istivâ edildiği zikredilmişti: A'râf, 7/54; Hud, 11/7; Fussilet, 41/11,12 âyetlerinde izah edildiği üzere henüz günlerin mevcut olmadığı zamanlara aid olan bu altı günün bilinen günler olmayıp ahiret günleri gibi binlerce seneler olması düşünülen vakit veya devirleri ifade ettiği de söylenmişti. Bunlardan birincisi, maddenin başlangıçta buğu ve duman halinde yaratılması devri; ikincisi, cisimlerin teşekkülü devri; üçüncüsü, yerin gökten ayrılması devri; dördüncüsü, yer kabuğunun oluşum devri; beşincisi, dağlar ve nehi r lerin meydana gelmesi devri; altıncısı, hayatın başlangıcı ile nebat, hayvan ve insanların yaratılışına kadar geçen tekamül devridir. Bu altı devir, birer gün gibi düşünülünce, altıncı devir, yaratılışın en toplu, en cemiyyetli günü, yani Cuma'sı demek ol u r. Çünkü âlem, bugünde hayatın sırrına kavuşmuş ve insanın yaratılışı ile tekamül ederek son mertebesini bulmuştur. Bundan sonra da Arş

üzerinde istivâ görünümü meydana çıkıp düzenleme ve hükümleri icra etmek suretiyle âlem, hikmet nizamı dairesinde faaliyet devrine girmiştir. (Bu konuda bilgi için Hud, 11/7; Kaf, 49/16. âyetlerine bakınız) Haftanın günlerinin Ehad, İsneyn, Selase, Erbea, Hamse, Cuma ve Sebt isimleriyle anılması da, her birinin bu devirlerden birinin görüntüsü ve misali ile ilgili olduğun u göstermektedir. Bundan dolayıdır ki, Cuma günü, hayatın başlangıç devri, zevalden sonra Cuma vaktinin girmesi de insanlık hayatının ortaya çıkış zamanı gibi, haftanın en feyizli ve en mübarek günü olma şerefini elde etmiş olarak müslümanları Rahmân'ın Arş'ı altında ilâhî fazl ve rahmetten naim cennetinin mutluluğuna erdirmek üzere toplantıya davet eden bir görüşme günü, bir bayram demektir. Müslim'de, "Âdem (a.s) Cuma günü yaratıldı ve o gün cennete konuldu." diye rivayet edilen bir hadisde de bu mânâya işaret vardır. Sa'd b. Mensûr ve İbnü Merdûye Ebu Hureyre'den yaptıkları bir rivayette şöyle derler: "Ebu Hureyre demiştir: "Ey Allah'ın Nebisi bu güne neden Cuma ismi verildi? dedim. Buyurdu ki: "Çünkü babanız Âdem'in mayası, onda toplandı." Buhârî ve diğe r kaynaklarda nakledilen sahih bir hadiste de Resulullah Cuma gününü zikredip, "Onda öyle bir saat vardır ki, müslüman bir kul, kalkar namaz kılar ve Allah'tan bir şey dilerken o vakte rastgelirse, herhalde Allah o kimseye dilediği şeyi verir." buyurmuş v e eliyle işaret ederek o saatin azlığını da anlatmıştır." Bu saate, "saat-ı icâbet" (duaların kabul edildiği saat) denir. Bu saatın hangi zamana denk geleceği hakkında da çeşitli rivâyetler vardır. 1- Ebu Bürde (r.a)'den: İmamın namaza duracağı andan biti r eceği ana kadar. 2. Hasan'dan: Güneşin zevali sırasında. 3- Şa'bî'den: Alış verişin haram olduğu zamanla helal olduğu zaman arası. 4- Hz. Aişe'den: Münâdinin (çağırıcının) namaza çağırdığı zaman, 5- İbnü Ebi Şeybe'nin Kesir b. Abdullah el-Müzeni'den mer f u olarak naklettiği bir hadise göre de: (Namaz için okunan) kâmetten namazdan çıkılıncaya kadar, 6- Ebu Ümame (r.a)'den: Ümid ederim ki, Cuma'daki saat, şu zamanların birisindedir: Müezzinin ezan okuduğu, yahut imamın minbere oturduğu, ya da namaz için k a met getirildiği vakit, 7- Tâvus ve Mücahid'den: İkindiden sonra. Daha başka rivâyetler de vardır. Ancak şunu belirtmek gerekir ki, Allah Teâlâ, onu da, en yüce ismini ve Kadir gecesini gizlediği gibi gizlemiştir.

Buhârî'de Enes b. Malik (r.a)'ten riv ayet edildiği üzere, "Peygamber (s.a.v)

zamanında bir sene kuraklık olmuştu. Bir Cuma günü Hz. Peygamber hutbe okurken bir a'rabi kalktı: "Ya Resulallah, mal helak oldu, çoluk çocuk aç kaldı. Allah'a bizim için dua ediver." dedi. Bunun üzerine Resulullah iki elini kaldırdı, o esnada gökte bir bulut parçası görünmüyordu. Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, Peygamber elini indirinceye kadar dağlar gibi bulutlar fırlamaya başladı. Sonra da minberden inmedi. İnerken baktım ki mübarek sakalından yağmur damlıyordu. O gün yağdı, ertesi gün de yağdı, daha ertesi gün de yağdı, ta öbür Cuma'ya kadar. Yine aynı a'rabi (veya başka birisi) kalktı. "Ya Resulallah! Binalar yıkıldı, mal sular altında kaldı. Allah'a bizim için dua ediver." dedi. Hz. Peygambe r yine iki elini kaldırdı "Allah'ım üzerimize değil, etrafımıza." dedi. Ve eliyle işaret buyurdu. Ne tarafa işaret ettiyse bulut açılıverdi. Medine bir göl gibi olmuştu. Vadi bir ay ark halinde aktı. Etraftan kim geldiyse kuvvetli yağmur yağdığını söylü yordu."

Yine Buhârî'de Cuma'nın faziletiyle ilgili şöyle bir hadis vardır: "Her kim Cuma günü cünüblükten guslederek yıkanır gelirse bir deve kurban etmiş gibi, ikinci saatte gelen bir sığır kurban etmiş gibi, üçüncü saatte gelen boynuzlu bir koç kurban etmiş gibi, dördüncü saatte gelen bir tavuk kurban etmiş gibi, beşinci saatte gelen bir yumurta kurban etmiş gibi olur. İmam (hutbeye) çıkınca melekler hazır olur, zikri (hutbeyi) dinlerler."

Diğer bir rivâyette de şöyle denilmektedir: Cuma günü melekler Mescidin kapısı önünde durur, gelenleri sırasıyla yazarlar. Erken gelenler kurbanlık bir deve hediye etmiş gibi, sonraki bir sığır hediye etmiş gibi, sonraki bir koç, sonraki bir tavuk, sonraki de bir yumurta hediye etmiş gibi (sevab alır.) İmam ( h utbeye) çıkınca, melekler sahifelerini dürüp zikri (hutbeyi) dinlerler."

Zemahşeri der ki: "Selef (sahabe ve tâbiîn) zamanında yollar, seher vakti ve fecirden sonra erkenden Cuma'ya gidenlerle dolardı. Ellerinde kandillerle giderlerdi. Ve denilmiştir ki İslâm'da ilk bid'at Cumaya erken gitmeyi terk etmek olmuştur." İbnü Mes'ud (r.a)'dan rivayet edilir ki: "Mescide erkenden giden üç kişinin kendisini geçmiş olduklarını görünce nefsini kınar, "Ben seni dördün

dördüncüsü olarak görüyorum, dördün dördüncüs ü ise ahirette mutluluğa ermiş değildir." derdi.

Cuma gününe önceleri Araplar "yevm-i arube" derlerdi. Ve Kamus'da zikredildiği üzere günleri şöyle sayarlardı. Bunlar şu dörtlük de cem edilmiştir:

Yaşamayı arzuluyorum. Benim günüm, ya pazar, ya pazartesi, ya salı ya da onu takib eden çarşambadır. Eğer o günleri geçirirsem, onların ardından perşembe, cuma yahut cumartesi gelir.

İbnü'l-Esir "en-Nihaye"de der ki: "Arube, Cuma gününün eski ismidir. Sanırım bu isim Arapça değildir. "Yevm-i arube" veya "yevmi'l-arube" de denilir. Elif lâmsız olanı, daha fasihtir. Alûsî de şunları nakleder: "Arube'nin Arapça olmadığına dair İbnü'l- Esîr'in zannını, Cemalü'd-din Abdullah b. Ahmed eş-Şîşî, kullanılan lafızlar hakkında kaleme alınan "Kitâb u 't-tezyil ve't - tekmil" adlı eserin muhtasarında ele alarak: "Arube, ister nekre (elif lâmsız), ister ma'rife (eliflâmlı) olsun Cuma günü mânâsınadır. Bu kelime, Arapçalaştırılmış Süryânice bir isimdir." demekte, sonra da Süheyli'nin: "Bazı âlimlerden bi z e ulaştığına göre Arube'nin mânâsı rahmettir." dediğini nakletmektedir." Buna göre günlerin bu eski isimlerinin Araplar'a, Süryâniler'den geçtiği anlaşılır. Çünkü Süryâniler Sabii idiler. Salıya çarşambaya denilmiş olması da, bu iki günün Sabiilerde ve cahiliyye çağı Araplarında uğursuz sayılmalarındandı. Çünkü yıldızlara tapan sabiîler bu günleri Mirrih ve Zühâl'e nisbet ederler, müneccimler de bunları uğursuz sayarlardı. Hala bazılarında görülen salı ve çarşambayı uğursuz sayma inancı, o cahiliyye iti k adının bir kalıntısıdır. Araplar'da günlerin bu eski isimlerinin ne zaman değiştirildiği ve Arube yerine Cuma adını kimin verdiği hakkındaki rivâyetler de çeşitlidir. Bazıları bu ismin Peygamber'in dedelerinden Ka'b b. Lûeyy tarafından verildiğini söylem i şler, bazıları da bu ismi koyanın Medineliler olduğunu rivayet etmişlerdir. Şöyle ki:

İlk Cuma:

Abdurrezzâk, Abd b. Humeyd ve İbnü Münzir, İbnü Sirin'den şu rivâyeti

nakletmişlerdir: "Hz. Peygamber Medine'ye gelmeden ve Cuma âyeti nazil olmadan M edine'deki müslümanlar Cuma namazı kılmışlardı. Ensâr, "Yahudilerin bir günü var, her yedi günde bir onda toplanıyorlar. Hıristiyanların da öyle bir toplantı günleri var, gelin biz de bir toplantı günü yapıp Allah Teâlâ'yı zikredelim ve O'na şükürde bulunalım." demişler ve bunun üzerine cumartesi günü yahudilerin, pazar günü, hıristiyanların o halde biz de bunu arube günü yapalım diye teklif etmişlerdi ki onlar, Cuma gününe arube diyorlardı. Böylece Es'ad b. Zürare'nin yanına toplandılar. Es'ad onlarla iki rekat namaz kıldı ve va'z etti. İşte bu toplantıya Cuma adını verdiler. Es'ad da onlara bir koyun kesti. Bunu, kuşluk ve akşam vakti yediler. Bu, onların hepsi içindi. Sonra da Allah Teâlâ konuyla ilgili olarak âyetini indirdi."

Aynı şekilde Ebu Davud, İbnü Mâce, İbnü Hibban ve Beyhakî, Abdurrahman b. Ka'b'dan şöyle rivayet etmişlerdir: "Abdurrahman'ın babası Ka'b b. Mâlik (r.a) Cuma günü çağrıyı işittiği zaman Es'ad b. Zürare'ye rahmet okurdu. Bundan dolayı Abdurrahman demiş ki: "Babacığım ezanı işittiğin zaman Es'ad b. Zürare için niye istiğfar edersin, sebebi nedir?" diye sordum. Bana, "Çünkü Beni Beyaza mevkiinde Nakıu'l-Hadamat (denilen yerde) bize ilk Cuma kıldıran odur." dedi. "O gün kaç kişiydiniz?" dedim "Kırk erkek idik." dedi." Fethu'l- K adir'de İbnü Hümâm'ın dediği ve İbnü Sirin'in rivayetinden de anlaşıldığı gibi bu namaz, âyet indirilmeden ve Cuma farz olmadan önce kılınmış demektir. Fakat Alûsî'nin kaydettiğine göre İbnü Hacer, "Tuhfetu'l-Muhtac"da demiştir ki: "Cuma namazı Mekke'de farz kılındı. Fakat bu ibadet orada yerine getirilmedi. Çünkü henüz yeterli sayı yoktu. Yahut bu namazın özelliği, ortaya çıkmak olduğu halde Resulullah orada gizleniyordu. Medine'de onu ilk defa kılan da Medine'den bir mil uzakta bulunan Es'ad b. Zürare'dir." Ancak Resulullah hakkında Cuma'nın şartları tamamlanmadan farz kılınmış olması da garip görünmektedir. Gerçi abdest gibi önceden farz kılınıp âyetin sonra nazil olması da düşünülürse de, ya sayının yeterli olmamasından yahut da Peygamber'in gizlenme s inden dolayı şartlarının tahakkuk etmediği bir zaman farz kılınması ictihaden uzak görünür. Bu yalnızca Cuma'ya izin mahiyyetinde düşünülebilir. Nitekim Darekutni'nin İbnü Abbas'tan yaptığı şu nakil de bunu göstermektedir. İbnü Abbas demiştir ki: "Resullu l lah hicret etmeden önce Cuma'ya izin verilmişti. Fakat Mekke'de onun Cuma kıldırmaya gücü yoktu. Bu

yüzden Mus'ab b. Umeyr'e şunları yazdı: "İmdi yahudilerin açıkça Zebur okudukları güne bakın, siz de kadınlarınızı ve oğullarınızı toplayın da, Cuma günü zeval vakti gün yarıyı aştığında Allah'a iki rekat namazla yaklaşın." Bu suretle Mus'ab. Hz. Peygamber Medine'ye gelinceye kadar Cuma kıldıranların ilki olmuş, zevalin sonunda öğle vakti Cuma'yı kıldırmış ve bunu ortaya çıkarmıştı. Görülüyor ki, İbnü Abbas ' tan gelen bu rivâyette farz kılındığı değil, Cuma'ya izin verildiği ifade edilmiştir. Ancak yine bir rivâyette Cuma'yı ilk kıldıranın Es'ad b. Zürare değil, Mus'ab'ın olduğu zikredilmiştir. Taberânî'nin Ebu Mes'ud el-Ensari'den yaptığı rivayet de böyledir. Ebu Mes'ud demiştir ki: "Muhacirlerden Medine'ye ilk gelen Mus'ab b. Umeyr'dir. Orada Cuma namazını ilk kıldıran da odur. Bu namazı o, Resulullah (s.a.v) Medine'yi teşrif etmeden önce kıldırmıştı. Sayıları on iki idi." Suyuti'nin belirttiğine göre Buhârî de bu rivâyeti nakletmiştir. Ve o Cuma namazı Peygamber (s.a.v) 'in emriyle olmuştur." Es'ad b. Zürâre'nin ilk olarak kıldırdığına dair olan haberler daha kuvvetli gibi görünmekle beraber, bu rivâyetlerin ikisini de nazar-ı itibare alarak birleştirme cihe t ine gidilmelidir. Öyle anlaşılıyor ki, Es'ad henüz Peygamber'den emir gelmeksizin Mus'ab ise Peygamber'in görevlendirdiği bir kişi olarak kıldırmış olduğundan her birini ayrı ayrı makamda ele almak gerekmektedir. Muhtemelen Mus'ab Medine'nin içinde, Es'ad da Medine yakınında bir köyde kıldırmış olması itibariyle ilktir. Diğer bir ihtimal de her ikisi de birlikte çalışmışlar, Es'ad cemaatı toplayıp temin etmiş, Mus'ab da Peygamber'in emriyle haberi getirip teşvik ederek imam olmuştur. Nitekim Hafız İbnü Hac e r, "Es'ad emîr, Mus'ab imam idi." diye bir ihtimali belirtmiştir. Mamafih birinde cemaatın on iki, diğerinde kırk olduğunun ifade edilmesi, de namazı ilk kıldıranın Mus'ab olduğuna işaret etmekten uzak değildir. Demek ki Mus'ab'ın cemaatı on iki kişi ik e n, Es'ad'ın gayretiyle bu sayı, kırka ulaşabilmiştir.

Hangisi olursa olsun bu rivâyetlerin hülasasından iki şey anlaşılmaktadır.

Birincisi, o vakit cemaatle kılanan namaz, hutbe ve mevcut şartlarıyla bilinen Cuma namazı şeklinde olduğu takdirde dahi, henüz farz olmayıp izin verilmiş olarak kılınmış ve farziyyeti Hz. Peygamber'in hicretinden sonra vuku bulmuş demektir. Gerçekte İbnü Mâce'nin Cabir (r.a)'den rivayet ettiği şu hadis de buna delalet etmektedir. Cabir şöyle demiştir: "Resulullah (s. a.v) hutbede

dedi ki: "Allah Teâlâ Cuma'yı size bu senemde, bu ayımda, bu günümde ve bu makamımda kıyamete kadar farz kıldı. Binaenaleyh her kim hayatımda veya benden sonra adil veya zalim bir imamı olduğu halde Cuma'yı hafife alarak veya inkar ederek terk ederse Allah onun iki yakasını bir araya getirmesin ve işine bereket vermesin. Haberiniz olsun ki o kimsenin namazı da, zekatı da, haccı da, orucu da, hayrı da yoktur, ta ki tevbe edinceye kadar. Her kim de tevbe ederse, Allah da tevbesini kabul eder." B u hutbenin tarihi açıklanmamış ise de, hadisin lafızlarına bakarak, hicretten hayli zaman sonra okunduğunu söylemek mümkündür. Çünkü haccın farz kılınması, sahih görüşe göre hicretin altıncı senesindedir. Daha önce veya daha sonra olabileceği de ifade edi l miştir. Gerçi bu hutbe, Cuma'nın kıyamete kadar farz olduğunu ortaya koymuş ancak farziyyet daha önce vuku bulmuş denilebilirse de, zahiri anlamı, bu farziyetin Medine'de, söz konusu olan sûre veya Cuma âyetinin inişi sırasında olduğunu göstermektedir.

İkincisi şu da anlaşılıyor ki Medinelilerin arube gününe Cuma ismini vermeleri kendiliklerinden olmayıp Mus'ab haberinin delaletine göre, Mekke'de bulunan Resulullah tarafından bir duygu üzerine olmuştur. Diğer bazı haberlerden de, Cuma isminin Araplar c a öteden beri bilindiği anlaşılmaktadır. Çünkü Cuma gününün Âdem ile Havva'nın bir araya geldikleri gün olduğuna dair de bazı rivâyetler vardır. Her yerde olduğu gibi bir toplulukta bir günün birden fazla ismi de bulunabilir. Bu suretle denilebilir ki, ar u be ve Cuma isimleri, Ka'b b. Lüey'den önce de mevcuttu. Ancak Cuma isminin İslâm'la yerleştiği konusunda şüphe yoktur.

Peygamber'in kıldırdığı ilk Cuma

Şurası bir gerçektir ki, Resulullah (s.a.v) Medine'ye hicret ettiği zaman ilk defa Kuba'da Amr b. Avf oğullarına indi ve orada Pazartesi, Salı, Çarşamba ve Perşembe günleri kalıp Kuba Mescidi'nin temelini attı. Sonra Cuma günü Medine'ye doğru yola çıktı, Salim b. Avf oğullarına ait bir vadiye geldiğinde Cuma namazı vakti girmişti; Resulullah orad a hutbe okuyup Cuma'yı kıldırdı ki işte Hz. Peygamber'in ilk kıldırdığı Cuma budur.

Minberin Konulması.

Buharî ve diğer kaynaklarda rivayet edildiği üzere bir takım kimseler Hz. Peygamber'in minberinin ağacı hususunda ihtilafa düştüler. Sehl b. Sa'd es-Saidi (r.a)'den bunu sordular. O da şöyle dedi. "Vallahi ben onun hangi ağaçtan yapıldığını bilirim. Hem onu, ilk yerine konulduğu ve Hz. Peygamber'in üzerine ilk oturduğu günü gördüm. Resulullah (s.a.v) falanca kadına -ki Selh bu kadının ismini de söylemişti- haber gönderip, "Marangoz kölene emret de benim için ağaçtan bir kaç basamaklı birşey yapsın, insanlara hitab ettiğim zaman üzerine oturayım." dedi. Kadın da kölesine emretti, o da ğabe tarfasından yapıp kadına verdi. Kadın da onu Resulullah' a gönderdi. Resulullah da emretti, buraya konuldu. Sonra Resulullah'ı onun üzerinde namaz kılarken gördüm. Üzerinde tekbir aldı, rükua vardı, sonra gerisin geri inip minberin dibinde secde etti. Sonra yine döndü ve tekrar etti. Bitirdiğinde insanlara karşı döndü ve "Ey insanlar ben bunu şunun için yaptım ki, bana uyasınız ve benim namazımı belleyesiniz." dedi."

Yine Buharî'de Cabir b. Abdullah (r.a)'dan gelen bir rivâyette söz konusu sahabi şöyle demiştir: "Bir ciz' yani bir ağaç kütüğü vardı. Resulullah ona doğru dikilirdi. Minber (yapılıp) yerine konulduğu zaman o kütüğün yeni yavrulu develerin inlediği gibi sesini işittik, tâ ki Resulullah inip de üzerine elini koyuncaya kadar."

Resulullah ilk defa minbere çıktığı zaman terkedilmiş olan o kütüğün böyle ses çıkarıp, Resulullah'ın mübarek elini koymasıyla susması "Hanin-i Ciz" (ağaç kütüğünün iniltisi) mucizesi adıyla bilinmektedir.

Medine'den sonra ilk Cuma

Resulullah (s.a.v)'ın mescidindeki Cuma'dan sonra Medine dışında ilk Cuma namazı kılınan yer de, Bahreyn'de "Cevasa"da bulunan Abd-i Kays Mescidi'dir. (Buhârî ve diğer kaynaklara bkz.)

Cuma'nın Şartları.

Bu âyetten ve yapılan izahlardan anlaşıldığı üzere Cuma namazı, şartlarını taşıyan kimselere farz-ı ayındır. Fakat bütün namazlarda şart olan İslâm, akıl, büluğ ve taharet şartlarından başka Cuma namazının fıkıh kitablarında açıklanan iki çeşit şartları vardır ki "Ey iman edenler!" hitâbının önce bu şartları taşıyanlara yönelik olmasından dolayı, onları burada özetleme n in uygun olacağı kanaatindeyiz.

Cuma'nın şartları iki nevidir. Birincisi vücubunun, yani farz olmasının şartları. İkincisi, edâsının (yerine getirilmesinin) şartları.

Vücubunun şartları: 1- Hürriyet, köle olanlara vacib değildir. 2- Erkek olmak, kadınlara vacib değildir. 3- İkâmet, misafir olanlara vacib değildir. 4- Sıhhat, Cuma'ya gitmekle hastalığının artmasından veya iyileşmesinin zorlaşmasından korkacak derecede hasta olanlara da vacib olmaz. Pek zayıf olan ihtiyarlar da hasta hükmündedirler. 5. Yürümeğe kudret, binaenaleyh ayakları olmayan yahut kötürüm olanlara Cuma'ya götürecek kimse bulunsa bile vacib değildir. 6- Selamet, gözleri görmeyene vacib olmaz. Eğer onu Cuma'ya götürecek bir yardımcı bulunursa, İmaneyn'e göre vacib olur. Aynı ş e kilde zalimden, takip edilmekten, şiddetli yağmur, kar, çamur ve benzeri şeylerden korkan kimseye de Cuma namazı vacib olmaz. ücretle işçi çalıştıran kimse, çalıştırdığı işçiyi Cuma'dan men edebilir. Eğer kasabada ise men etmemelidir. Ancak cami uzak ise gidip gelinceye kadar geçen sürenin ücreti düşer, şayet mesafe yakın ise ücrette eksiltme yoluna gidilmemelidir.

Ancak şu da belirtilmelidir ki, bu şartlar bulunmayıp da Cuma kendisine farz olmadığı halde kılan kimselerin üzerinden vaktin farzı, yani öğle namazı düşer. Yani Cuma'nın şartlarını taşımayanlar ondan men edilmezler ancak kılmama konusunda izinli sayılırlar. Zira bu şartlar, Cuma'nın sıhhatinin değil, vacib olmasının şartlarıdır. Onun için kılınabildiği takdirde namaz sahih olup, karşılığın d a sevab vardır. Bu şartları taşımasalar da netice itibarıyla onlar da mümin oldukları için, âyette yer alan "koşunuz" emri, onlar hakkında vücubiyyet değil, nedb (mendub) ifade edebilir.

Cuma'nın edasının şartları. Birincisi, mısr-ı cami, (idari kurumları olan belde)dir. İbnü Ebi Şeybe Hz. Ali (r.a)'den şöyle bir rivayet nakleder: "Cemiyyetli bir belde veya büyük şehirden başkasında ne Cuma, ne teşrik ne Ramazan bayramı ne de Kurban

bayram namazı söz konusu değildir." Abdurrezzak da, Abdurrahman es-Sulemi hadisiyle yine Hz. Ali'den yaptığı rivâyetinde şöyle der: "Cemiyyetli beldeden başkasında ne teşrik ne de Cuma yoktur."

Mısr-i Câmi', Cemiyyetli kasaba demektir. Bu kavramın tarifinde başlıca iki görüş vardır. Birincisi, hükümleri uygulayacak ve cezaları yerine getirecek bir hakim ve emîr, yani mazlumu zalimden kurtaracak, asayiş ve inzibatı muhafaza edecek amiri bulunan kasaba demektir ki, sahih olan görüş budur.

Bunun hulalası hukuk ve ceza, adliye işlerini görüp ve icrâ eden bir hakim ile asayiş ve inzibatı idare eden bir vali veya müdür bulunarak hükümetin tam bir kısmını teşkil etmiş olan bir kasaba demek olur ki, hikmetinin emniyet ve asayişi temin meselesi olduğu aşikardır.

Böyle bir kasabanın gerek camiinde ve gerek izin verilmek şartıyla namazgah ve meydanlarından birinde Cuma namazı kılınabilir. İkincisi, kendilerine Cuma vacib olan halkının hepsi toplandığı takdirde mevcut camiine sığmayacak kadar kalabalık olan cemiyyetli şehir veya köy demektir. Sonraki âlimlerin fetvası ve memleketimizdeki uygulama da bu şekildedir. Bu derece kalabalık bulunan bir köyde hakim ve emir bulunmasa bile, emniyeti muhafaza edecek bir cemaatın tam bir cüz'ü mevcut demektir.

Hidaye şerhi "Kifâye"de nakledildiğine göre İmam Ebu Yusuf'tan bir rivâyette de, on bin kişinin oturduğu yer olarak tarif edilmiştir ki, ekseriya kaza merkezlerinin nüfusu bu kadardır. Süfyan-ı Sevri de "Mısr-ı cami, insanların şehir kabul ettikleri yerdir." demiştir. Bazı Hanefi alimleri de "Bir sanat sahibinin başka b ir sanata geçmeye ihtiyaç duymaksızın kendi sanatıyla geçinebileceği yerdir." diye tarif etmişlerse de bunlar, nadir rivâyetlerdendir.

İmam Şafiî, mısr-i cami'yi Cuma'nın edasının şartları arasında saymamış, hür erkeklerde kırk kişinin yaz ve kış göçmemek üzere ikamet ettikleri her köyde Cuma namazı kılınır, demiştir. Bununla beraber cemaatın kırk erkekten aşağı olmamasını da şart koşmuştur ki, bu sayıdan aşağı olan cemaatle Cuma kılınamayacağı kanaatindedir. Kısaca ifade etmek gerekirse denilebilir k i İmam Şafii'ye göre Cuma'nın eda edilebilmesi için oldukça cemaatli ve güvenli bir yer şarttır.

Bir yerde sabit olmayan konar göçer aşiretlerde, kır ve vadilerde cemaatle öğle namazı kılınır. Cuma namazı kılındığı takdirde de öğle namazının düşmeyip kılınması gerekir. Ancak (Mina) gibi bir mevsimde büyük toplantı mahalli olan bir yerde Emîr'in bulunması halinde o mevsimde Cuma kılınabilir. Yalnız Arafat'ta Cuma namazı ittifakla kılınmaz. Büyük şehirlerde Cuma namazının çeşitli yerlerde kılın m ası, Hanefilerce en sahih görüş olarak kabul edilmiş ve fetva da buna göre verilmiştir.

İkincisi, devlet başkanı olan imamın veya tarafından izin verilen bir zatın kıldırmasıdır. Çünkü Cuma namazı büyük bir kalabalıkla kılınacağından kimin kıldıracağı konusunda çekişme ve fitne ortaya çıkabilir. Bu ise, Cuma'nın tatil edilmesine sebeptir. Fethu'l-kadir'de zikredilen "Gerek zalim ve gerek adil bir imamı (devlet başkanı) bulunduğu halde kim Cuma'yı terkederse, Allah onun iki yakasını bir araya getirmesin ve işine bereket vermesin. Haberiniz olsun ki, o kimsenin namazı da yoktur.." hadisinde adil de olsa zalim de olsa bir imamı bulunduğu halde terkeden tehdit edilirken, Cuma'nın lüzumu için adil veya zalim mutlak bir imamın şart olduğu da ileri sürülmü ş ve dört şeyin vülata yani bir beldede bulunan en yüksek idarecilere ait olduğu söylenmiştir: 1- Fey, (savaşmadan elde edilen ganimet) 2- Sadakalar, 3- Cezalar, 4- Cumalar. Bu konudaki rivayet şöyledir: Onun için Hanefi Mezhebine göre, hükümet reisinin e mri veya izni olmadıkça Cuma'nın caiz olmadığı söylenmiştir. İşte buna "izn-i sultan" (devlet başkanının izni) denilmektedir." Bu husus şöyle ifade edilmiştir: "Sultanın ve onun yardımcısının emri olmadan Cuma caiz değildir." Bir yerde imam varken bir adam Cuma günü onun izni olmadan hatiblik etse bu da caiz olmaz. Vali, kadı veya zabıta müdürünün kıldırması veya hatibe emir ya da izin vermesi de kafi değildir. Çünkü bunların tayin fermanlarında Cuma'ya izin selahiyyetinin bilhassa yazılmış olması g e rekmektedir. Eğer imamdan izin almak mümkün olmaz ve insanlar kendi seçtikleri bir zatın başına toplanırlar da o kıldırırsa bu caiz olur. Emirin hutbeye izin vermesi Cuma için izin sayılır. Aynı şekilde Cuma'ya izni de hutbe için izin demektir.

Üçüncüsü, vakittir. Gerçi namazların hepsinde vakit şarttır, vaktinden önce

kılınması caiz değildir. Ancak diğer namazlar vakit geçtikten sonra da kaza edilebildiği halde Cuma namazının kazası yoktur. Vakti geçerse öğle namazı kaza edilir. Cuma'nın vakti de öğle vaktidir. Buharî'de de rivayet edildiği üzere Peygamber (s.a.v) Cuma'yı güneşin meyli sırasında kılardı. Bu yüzden Cuma, zevalden önce sahih olmaz. Ancak Ahmed b. Hanbel bir rivâyetinde bunun sahih olduğunu söylemiştir. Fakat ikindinin vakti g i rdikten sonra daha kılınmaz. "İmam Malik bu görüşe muhalefet etmiştir." Namazda iken vakit çıkarsa yeni baştan öğle namazını kılar üzerine bina etmez. İmam Şafii de bu görüşe muhalefet etmiştir.

Dördüncüsü, hutbedir ki biraz önce bu konuda bilgi verildi.

Beşincisi, Cemaattır. En azı, imamdan başka üç erkektir. Ebu Yusuf, imam ile beraber üç kişinin olmasını da caiz görmüştür. Cuma için cemaatın şart olduğu konusunda icma vardır. Ancak en az sayının kaç olduğu hususunda ittifak sağlanamamıştır. Bu ihtilaflar, on üç madde olarak zikredilmiştir. Şöyle sıralanabilir: 1- Biri imam olmak üzere iki kişi. İbrahim en-Nehai, Hasan b. Salih ve Davud bu görüştedir. 2- İmam ile beraber üç kişi. Bu görüş, Evzai, Ebu Sevr, Ebu Yusuf, Muhammed ve Rafii'nin nakline göre İmam Şafii'nin yeni görüşü olarak rivayet edilmiştir. 3- İmam ile beraber dört kişi. Bu da, İmam-ı A'zam Ebu Hanife, Sevri ve Leys'in görüşüdür. Ayrıca İbnü Münzir, Evza'i ve Ebu Sevr'den aynı görüşü nakletmiş ve kendisi de bunu tercih etmiştir. Şerh-i Münezzeb müellifi, İmam Muhammed'den ve Telhis sahibi de Şafi'nin eski görüşünden nakilde bulunmuştur. 4- Yedi kişi. İkrime'den nakledilmiştir. 5- Dokuz kişi, Rebia'dan nakledilmiştir. 6- On iki kişi. Bunu da Maverdi, İmam Muhammed, Zühri ve Evza ' i'den nakletmiştir. 7- İmam ile beraber on üç kişi. İshak b. Raveyh'ten menkuldur. 8- Yirmi kişi, Malik'ten nakledilmiştir. 9- Otuz kişi. Malik'ten diğer bir rivâyettir. 10- İmam ile berabe kırk kişi. Ubeydullah b. Abdillah b. Utbe'nin ve yeni görüşünde Şafii'nin rivâyetidir. Ahmed b. Hanbel'den meşhur olarak nakledilen de budur. Bu ayrıca, Ömer b. Abdu'l-aziz'den rivayet edilen iki görüşten biridir. 11- Elli kişi. Ömer b. Abdu'l-aziz'den nakledilen diğer rivâyettir. 12- Seksen kişi. Mazeri'nin görüşüdür. 1 3- Belli bir sayı olmaksızın kalabalık bir topluluk. Malik'ten nakledilmiştir. Bu görüş, şu şekilde şöhret bulmuştur: Muayen bir sayı şartı olmaksızın bir kentte ikamet edip kendi aralarında alış veriş yapacak kadar kişiden oluşan bir cemaat olmalıdır. B u, üçten dörtten fazla demektir. Buhârî şerhinde Hafız İbnü Hacer, "Bu görüş, en

tercihe şayan olsa gerektir." demiş ise de, Şâfii mezhebinin büyük imamlarından olan Müzeni bile ebu Hanife'nin kavlini tercih etmiş, Suyuti de bu görüşte olduğunu söylemiştir. (Alûsî) Lugat itibarıyla de cemaatın en azı üçtür. Ma-mafih bütün bu ihtilaflardan uzak kalmak için Cuma'yı en kalabalık camide kılmak daha faziletlidir. Cemaatın oluşması için Cuma'ya gelenlerin akıl baliğ ve erkek olmaları şarttır. Binaenaleyh kadınl a r ve çocuklarla cemaat meydana gelmez. Yani bunlar cematın oluşması için şart olan sayıya dahil değildirler. Cemaata gelenlerin hür ve mukim olmaları şartı yoktur. Köle ve misafirlerden, hasta ve mazereti olanlardan da cemaat meydana gelebilir. Hatta bun l arın Cuma'da imametleri bile caizdir. Ancak İmam Züfer'e göre, kendilerine Cuma vacib olmayanların imametleri de sahih değildir".

Altıncısı, İzn-i âmmdır. Yani camilerin kapılarının açılıp bütün müslümanlara izin verilmiş olmasıdır. Hatta bir cemaat camide toplanıp kapıları üzerlerine kilitlemek suretiyle namaz kılsalar bu caiz olmaz. Aynı şekilde sultan, sarayında Cumayı beraberindekilerle kılmak isterse kapısını açıp umuma izin verdiği takdirde başkaları gelse de gelmese de namazı caiz olur. Anca k mekruhtur. Amma sultan kapısını umuma açmayıp üzerlerine kapıcı koyarsa, kıldığı Cuma caiz olmaz. Söz konusu bu izn-i âmm şartı, Cuma namazında selamet ve emniyeti temin için hükümetin luzüm ve önemini gösterir. Ezan da, bu izni ilan ile davet etmek içindir.

Cuma günü yıkanmak.

Cuma günü gusül yapılması hakkında Buharî ve diğer kaynaklarda bir hayli hadis vardır. Bu hadislerden bazılarını şöyle sıralamak mümkündür.

Buhârî'de Abdullah b. Ömer (r.a)'den

1- Resulullah (s.a.v) buyurdu k i: "Her biriniz Cumaya geleceği zaman guslederek yıkansın."

2- Ömer İbnül- Hattab Cuma günü hutbede iken içeriye Peygamber (s.a.v)'in ashabından, ilk muhacirlerden bir zat giriverdi. Ömer ona "Bu hangi saat?" diye bağırdı. O da, "Meşguldum evime dönemedim. Ezanı işitince abdest

alıp gelmekten fazla bir şey yapmadım" dedi. Bunun üzerine Ömer de dedi ki: "Abdest de olabilir fakat bilirsin ki, Resulullah (s.a.v) gusül yapmayı emrederdi."

Ebu Said-i Hudri' (ra)'den:

1- Resulullah (s.a.v) buyurdu ki: "Cuma günü gusletmek, her baliğ olana vacibtir."

2- Amr b. Süleymi el-Ensâri dedi ki: "Şehâdet ederim ki Ebu Said Şöyle dedi: "Şehâdet ederim ki Resulullah şöyle buyurdu: "Cuma günü her büluğ çağındaki kimseye gusul vacibtir. Hem de dişlerini misvaklamak ve bulabilirse hoş bir koku sürünmek. Amr der ki: "Evet şehadet ederim ki, gusul vacibtir, fakat misvaklanmak ve koku sürünmeye gelince bu vacib mi, değil mi Allah bilir. Lakin hadiste böyledir.

Yine Buhari'den:

Tavus demiştir ki, İbnü Abbas'a: "Hz. Peygamber (s.a.v)'in Cuma günü cünüp olmasanız bile gusul yapınız ve başlarınızı yıkayınız ve biraz hoş koku sürünüz." dediğini söylüyorlar diye sordum. İbnü Abbas dedi ki: "Gusul, evet fakat güzel koku sürünmeye gelince bilmiyorum".

İbn ü Mâce'nin Sünen'inden

Enes b. Malik (r.a)'ten gelen bir rivâyette o şöyle dedi: "Hz. Peygamber (s.a.v) buyurdu ki: "Her kim Cuma günü abdest alırsa farz için kafidir. Her kim de gusul yaparsa, gusul efdaldır."

Daha böyle birtakım hadislerden dolayı âlimlerin çoğu, Cuma günü cünüplük söz konusu olmasa bile guslederek yıkanmanın ayrıca vacib olduğu görüşünü benimsemişlerdir. Fakat son hadisten de anlaşıldığı üzere bunun mânâsı, cenabette olduğu gibi gusletmeyince namazın caiz olmaması demek değil d ir. Bu sebebledir ki, Hanefi âlimleri, Cuma günü guslederek yıkanmanın sünnet veya müstehab olduğu kanaatindedirler. Hindiyye'de denilmiştir ki: "Guslun nevileri dokuzdur. Üçü farzdır. Bunlar, cenabetten, hayızdan ve nifastan dolayı gusletmektir. Biri de vacibtir ki o da ölüyü yıkamaktır. Kâfir olan bir kişinin cünüp iken müslüman olması halinde de gusletmesi

vacib olur. Dördü de sünnettir. Bunlar da, Cuma günü, iki bayram günü, arefe günü, bir de ihrama girerken alınan gusuldür. Sahih olan Cuma günü namaz için gusletmektir. Hatta bir insan fecirden sonra gusletse de sonra abdest alıp Cuma'yı o abdest ile kılsa yahut Cuma namazından sonra gusul yapsa sünneti yerine getirmiş olmaz. Sabah namazından önce gusletse de onunla Cuma'yı kılsa Ebu Yusu f 'a göre guslun faziletine erer, Ebu'l-Hasen'e göre eremez. Cuma ve bayram aynı günde olsa ve bir kişi karısıyla cinsel ilişkide bulunduktan sonra gusletse, hepsinin yerine geçer Guslün nevilerinden biri de müstehabdır ki o da, cünüp olmayan bir kâfiri n müslüman olduğu zaman gusletmesidir. Mekke'ye girmek, Müzdelife'de vakfeye durmak ve Peygamber şehrine girmek için gusletmek de mendub olan gusullerdendir. Halebi'de de denilmiştir ki: "Cuma'ya erken gitmek gusulü ile beraber hoş koku sürünmek, mi s vak kullanmak ve güzel elbiseler giymek müstehabdır.

İbnü Mâce Sünen'inde Hz. Aişe (r.a)'den şöyle bir rivâyeti nakletmiştir. Hz. Aişe dedi ki: "Hz. Peygamber (s.a.v) Cuma günü hutbe okurken bazı kimselerin üzerinde yani kaplan postları gördü. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v) buyurdu ki: "Ne olur, her birinizin gücü yettiğinde (yani gündelik bir kattan başka) Cuma için iki sevb (yani bir kat elbise) edinmiş olsa." Abdullah b. Selam (r.a)'dan da bu anlamda bir hadis nakledilmiştir. Ebu Zerr'den de şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Hz. Peygamber (s.a.v) buyurdu ki: "Her kim Cuma günü gusleder, güzelce yıkanır, temizlenir, temizliğini güzel yapar, en güzel elbisesini giyinir ve Allah Teâlâ'nın nasib ettiği güzel kokudan sürünür, sonra Cuma'ya gider, lakırdı etmez ve iki kişi arasını ayırmazsa, Allah o Cuma ile diğer Cuma arasındaki kusurlarını affeder." Buharî'de, İbnü Ömer (r.a)'den gelen şöyle bir rivayet vardır: "Hz. Ömer mescidin kapısında satılık bir (yani ipekli çitari nev'inden yollu bir el b ise) gördü. "Ya Resulallah! bunu satın alsan da Cuma günleri ve elçiler geldiği vakit giysen." dedi. Resulullah da, "Bunu, ahirette nasibi olmayan giyer," buyurdu. Sonra Resulullah'a onlardan bazı elbiseler geldi. Resulullah da birisini Hz. Ömer'e verdi. Ö mer, "Ya Resulullah! bunu bana veriyorsun halbuki daha evvel attar hullesi hakkında bana söylediğini söylemiştin." dedi. Resulullah da "Ben sana onu giyesin diye vermedim." buyurdu. Bunun üzerine Ömer de o elbiseyi Mekke'de bulunan müşrik bir kardeşine gi ydirdi."

Bir de Buhari, Kitabu'l- Cuma'da âyeti ile Cuma'nın farziyeti hakkında şu hadisi de rivayet eder. "Resulullah (s.a.v) buyurdu ki: "Bizler (burada) sonuncu, kıyamette ise öncüleriz. Yani (dünyaya) sonra geldik, kıyamet günü müsabakayı kazanıp ileri geçeceğiz. Şu kadar var ki onlara kitap bizden evvel verildi. Sonra da, onlara farz kılınan günler idi. Fakat onlar o günde ihtilâf ettiler. ( Nahl, 16/124 âyetine bkz.) Allah bize hidayet buyurdu. Binaenaleyh insanlar bunda bize tabi olacaktır. Yahudiler yarın, hıristiyanlar yarından sonra."

Kısacası zikredildiği gibi kendilerine Cuma farz olan müminlerin Cuma günü zevalden sonra ezanı işittikleri vakit işlerini bırakıp Cuma'ya koşmaları farz, daha önce gitmeleri müstehab ve efdaldır. Koşmakta muteber olan da, bulunduğu yerden ayrılmaktır. Teşehhüdde yetişen de Cuma olarak tamamlar. (Fethu'l-Kadir)

10. Sonra namaz kılınıp bittiğinde ki farz olan Cuma namazı ihtilafsız iki rekattır. Hz. Ali ve Aişe'den zikredilen haberlerde Cuma namazının hutbeden dolayı kısaltılmış olduğu ifade edilmiştir.

Bununla beraber öğlenin sünnetleri gibi Cuma'nın da sünnetleri vardır. İbnü Mâce, İbnü Abbas'tan şu sözü nakleder: "Hz. Peygamber (s.a.v) Cuma'dan önce dört rekat kılar ve bunlardan hiçbirini ayırmazdı." İbnü Mâce bu konuda Abdullah b. Ömer'den de bir nakilde bulunmaktadır. "Abdullah b. Ömer, Cuma'yı kıldıktan sonra gider evinde iki rekat daha kılardı ve derdi ki: "Resulullah böyle yapardı". İbnü Mâce'de nakledilen rivâyetlerden biri de Salim' i n babasından gelmektedir: O şöyle demiştir: "Hz. Peygamber (s.a.v) Cuma'dan sonra iki rekat kılardı. " Bu konuda İbn Mâce'de yer alan diğer bir rivayet de Ebu Hureyre'dendir: "Resulullah buyurdu ki: "Cuma'dan sonra kıldığınızda dört rekat kılınız." Demek ki, evvela Cuma'nın dört rekat ilk sünneti vardır ki, hatib hutbeye çıkmadan kılınır. Farzdan sonra da iki veya dört rekat son sünneti vardır ki bu sünneti de evde kılmak efdaldır. Âyetten anlaşılan farziyyettir. Bununla beraber sünnetler de farzın tamaml a yıcısı olmaları itibariyle ona katıldıklarından sünnet hükmüyle dahil olurlar. Cuma namazı kılınıp bitti mi, O vakit yer yüzüne dağılınız, yani namaz kılındıktan sonra izinlisiniz, gidebilirsiniz, artık arzu ettiğiniz yere dağılınız ve Allah'ın fazlından talebte bulununuz ki bu gerçek çalışma ve ticaret, gerek

ilim, gerek ziyaret, gerek ibadet ve gerek istirahat olabilir. İbnü Merduye'nin rivayetinde İbnü Abbas demiştir ki: "Dünya isteğine dair bir şey ile emrolunmadılar, ancak hasta yoklamak, cenazeye gitmek ve Allah için din kardeşini ziyaret etmek gibi şeyler hariç." İbnü Cerir bunu, Enes (r.a) 'den merfuan rivayet etmiştir. Mekhul, Hasen ve Said b. Müseyyeb ise, "Buradaki talepten maksat, ilim talebidir." demişlerdir. Bazıları da bundan muradın, k a zanç olduğunu söylemiştir. Âyetteki "isteyin, dağılın" emirleri, en sahih görüşe göre mübahlık ifade eder. Binaenaleyh namaz kılındıktan sonra hemen çıkmak vacib olmayıp mescidde kalmak da mübahtır. Alûsî der ki: "Dahhâk ve Mücahid'den de bu şekilde r i vayet edilmiş ve Buharî şerhinde Kirmânî, bu konuda ittifak olduğunu söylemiş ise de üzerinde düşünmek gerekmektedir. Çünkü Serahsi, bu emirlerin vücub veya nedb mânâsına olduğu hususunda görüş nakletmiştir. Ebu Ubeyd, İbnü Münzir, Taberani ve İbnü Merduy e, Abdullah b. Bürri Harrani'den şöyle rivâyette bulunmuşlardır. Abdullah dedi ki: "Peygamber (s.a.v) 'in sahabilerinden Abdullah b. Busri Mazini'yi gördüm. Cuma namazını kılınca çıktı, çarşıda bir saat dolaştı sonra tekrar mescide döndü ve Allah'ın diled i ği kadar namaz kıldı. Ona bunu niçin yapıyorsun? diye sorduklarında, "Peygamberlerin Efendisi (s.a.v)'ni böyle yaparken gördüm" dedi ve âyetini okudu." İbnü Münzir de Said b. Cübeyr'in şöyle dediğini nakletmiştir: "Cuma günü mescidin kapısından çıktığında bir şeyin izini sür de istersen alma. Bunun da mendub olduğu rivayet edilmiştir." Fakat Usûl ilminde beyan edildiği üzere "ihramdan çıkınca avlanabilirsiniz.." (Mâide, 5/2) âyetinde olduğu gibi sırf kulların lehine olarak gelen emirlerin aleyhe çev r ilmesiyle mevzu değişikliğinin gerekli olmaması için mübahlık asıl olduğuna göre, bu âyetteki emirlerinin de böyle olması gerekmektedir. Bu yalnız sakındırmadan sonra olduğu için değil, lehten aleyhe konuyu değiştirmenin gerekmemesi içindir. Yoksa emir, sakındırmadan sonra da vücub ifade edebilir. Mamafih o ruhsat ve mübahlıkla beraber şu emrin nedb ve teşvik için olması uygun olur.

Ve Allah'ı çok zikredin, yani dağılıp çıktığınızda da Allah'ı unutuvermeyiniz de gerek dağılma ve talepte bulunma esnasında, gerek bundan sonra ve önce Allah Teâlâ'yı güzel isimleriyle çok anın. Emirlerinin yerine getirilmesine muvaffak kıldığından dolayı hamd ve şükretmek, Kur'ân okumak, nafile

namaz kılmak, diğer ibadetlerde bulunmak, nimet ve lütuflarını düşünmek gi bi vesilelerle ilâhî ismini gerek kalbiniz ve gerek dilinizle yâd edin ki felah bulabilesiniz. Büyük murada eresiniz.

11. Emir böyle olmakla beraber bir ticaret veya bir eğlence gördüklerinde ona gittiler ve seni kıyamda bıraktılar, yani sen minberde hutbeye kalkmış Allah'ı zikrederken bırakıp ticarete koşuştular. Rivâyet olunur ki Medine'de açlık ve pahalılık olmuştu. Resulullah (s.a.v) Cuma günü hutbede iken bir kervan geliverdi. Onun def sesini işitince cemaatın bir çoğu, Hz. Peygamber'i a y akta bırakarak dışarıya fırlamışlardı. Buharî, Müslim, Tirmizi ve diğerleri Cabir b. Abdullah (r.a)'dan şöyle rivayet etmişlerdir: "Hz. Peygaber (s.a.v) ile namaz kılacağımız sırada yiyecek getiren bir kervan geliverdi. Cemaat ona yöneldi, hatta Peygambe r 'in yanında on iki adamdan başka kimse kalmadı. Bunun üzerine âyeti nazil oldu." Bir rivâyette de Resulullah buyurmuştur ki, "Eğer hepsi çıksaydı mescid üzerlerine ateş olurdu." Hz. Peygamber'in yanında kalan on iki kişiden onu, Aşer-i Mübeşşere (cenne t le müjdelenen on kişi) ikisi de Bilal ile Cabir yahut Ammar ile İbnü Mes'ud, veya Bilal ile İbnü Mes'ud idi. Kervan Abdullah b. Avf (r.a)'a aittir. Âyetteki "lehv", kafile gelirken çalınması adet haline gelen kös veya def, dünbelektir. Bazıları da bunun davul zurna olduğunu söylemişlerdir. Mamafih âyetteki zamiri müennes (dişi) olarak ticarete gönderilmiş denilerek lehv ile beraber ticarete, denilerek de yalnız lehve gönderilmemiştir. Bu da göstermektedir ki, mescidden çıkanların maksadı, lehv değ i l ticaret idi. Bunun da sebebi, kıtlık ve pahalılığın şiddeti, bir de hutbeyi bırakıp çıkmakta bir sakıncanın olmadığını zannetmeleri olmuştu. De ki ey Allah'ı zikretmek için kalkan Resul! Allah'ın katındaki menfaatler lehivden de ticaretten de hayırlıdır. Çünkü onlar, dünya hayatının geçici menfaatleridir. Allah yanındaki lütuf ve sevab ise sonsuz ve ebedidir. Kaldı ki eğlencenin menfaati de zihinde kurulan hayalden ibarettir. Ve Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır. Asıl rızık O'ndan istenmeli d ir. O nasib etmeyince sebeplerden hiç birisinin faydası olmaz. Ticaretlerin üstünde Allah'ın öyle rızık kapıları vardır ki, onlar kapanınca bütün ticaretler de kapanır. Onun için ticaret sevdasıyla her şeyi unutan yahudileri Allah Teâlâ bu sûrede kınadıkt a n sonra müminleri yükseltmek üzere bu emirlerle Cumaya hidayet ve irşad buyurmuştur.

Bu emirlerden sonra Cuma'yı mazeretsiz terk etmek ve Cuma'yı bırakıp da lehiv ve eğlenceye koşuşmanın nifaka varacağına işaret olmak üzere bu sûrenin peşinden münafıkların hallerini anlatan sûre gelecek ve o da, yine müminleri Allah'ı zikre teşvik eden bir hitab ile son bulacaktır.