18 Haziran 2007 Pazartesi

CASİYE SÜRESİ(MEVDUDİ)

Adı: Sure adını, 28. ayette geçen "Casiye" kelimesinden almıştır.

Nüzul Zamanı: Bu surenin nüzul zamanıyla ilgili kesin bir rivayet olmamasına rağmen, muhtevasından, Duhan Suresi'nden kısa bir süre sonra nazil olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü bu iki surenin muhtevaları birbirlerini tamamlayıcı niteliktedir.

Konu: Bu surede kafirlerin tevhid ve ahiret hakkındaki kuşkuları cevaplandırılmakla birlikte, onlar, Kur'an karşısında takındıkları tavır dolayısıyla ikaz edilmişlerdir.

Sureye tevhid hakkında deliller öne sürülmek suretiyle bir giriş yapılmıştır. Bu konuda insanın yaratılışı, yer, gök ve kainattaki harikulade nizam şahit gösterilerek şöyle buyurulmuştur: "Nereye bakarsanız bakın herşeyin tevhidi ispatladığını göreceksiniz. Çeşit çeşit canlılar, gece ve gündüzün deveranı, yağmurun yağması ve bitkilerin çıkması, rüzgarların esmesi ve hatta insanın doğuşu ile ilgili vakıalar üzerinde önyargıya sahip olmayan bir kafayla düşünülecek olursa, muhakkak surette, kainat nizamının kendi kendine meydana gelmediği veya birkaç ilahın eseri olmadığı sonucuna varılır. Çünkü kainatı bir tek Allah idare etmektedir. Ancak bu gerçeğe inanmayan, önceden karar vermiş bir insana, elbette iman nasip olmaz."

Sonraki ayetlerde ise şunlar anlatılmaktadır: "Kainatta emriniz altına verilen bunca sayısız varlık ve kuvvet, kendi kendine mi oluşmuştur?

Ya da sizin ilahlarınız mı onları yaratmıştır? Onları yaratan ve hizmetinize veren tek olan Allah'dır. Dolayısıyla akıl sahibi her insan, hamd ve şükre ancak bunları yaratan Allah'ın layık olduğu sonucuna varır."

Bundan sonra, Kur'an davetiyle alay etmelerinden dolayı kafirler ikaz edilmektedir: "Bu Kur'an, İsrailoğullarına verilen nimeti sizlere getirmektedir. Onlar nankörlük ettikleri ve aralarında "din" dolayısıyla ihtilafa düştükleri için kendilerine verilen bu nimetten mahrum olmuşlardır. Aynı nimet şimdi sizlere verilmiştir. Bu sizleri dinin anayollarına ileten bir yol göstericidir. Ona tabi olmayanlar sadece kendi kötü akibetlerini hazırlamaktadırlar. Fakat Allah'ın rahmet ve yardımına layık olanlar ise, sadece bu yol göstericiye tabi olan takva sahipleridir.

Rasulullah'ın ashabına ise, "Bu Allah'tan korkmayan kimselerin, sizlerle alay etmelerine, küstahlıklarına, sabır ve tahammülle karşı koyun. Allah en sonunda onları hesaba çekecek ve sizleri gösterdiğiniz sabırdan dolayı mükafatlandıracaktır" diye nasihat edilmiştir. Daha sonraysa kafirlerin cahiliyye inançları ele alınmıştır. Kafirlerin, "Bu hayatın sonunda başka bir hayat daha yoktur. Bizi sadece zaman öldürür. Tıpkı bir saatin belli bir süre sonra durması gibi. İşte insanoğlu da tıpkı saat gibi, hayatın sonunda, yani ölümden sonra toz toprak olur gider. Zaten "ruh" diye birşey yok ki kabzedilebilsin ve tekrar kendisine üflenerek can verilebilsin. Fakat gerçek senin dediğin gibiyse eğer ölmüş atalarımızı bir dirilt bakalım" şeklindeki sözlerine peşisıra aşağıdaki cevaplar verilmiştir:

a) Bu iddianız bir ilme dayanmamaktadır ve başka bir hayatın olmayacağı şeklindeki düşünceniz sadece bir zandır. Sizler ölümden sonra başka bir hayatın olmayacağını, ruhların kabzedilip yok olacağını gerçekten biliyor musunuz?

b) Sizler, ölümden sonra diriltilmiş bir kimseyi görmemiş olmanızı en kuvvetli bir deliliniz sayıyorsunuz. Oysa bu delil ahiret hayatını inkar etmek için yeterli midir? Sizler tecrübe ve müşahedeye dayanmayan her düşüncenin olamayacağına hükmeder ve onu imkansız mı kabul edersiniz?

c) Salih ve fasık insanların, itaat eden ve isyan eden kimselerin, zalimlerin ve mazlumların sonlarının aynı olacağı şeklindeki bir düşünce akla ve mantığa tamamen ters düşmektedir. İyilerin sonlarının iyi, kötülerinkinin ise kötü olmazsa ve yine mazlumlar adalet, zalimler ceza görmezse, kısaca herkes aynı sonuçla karşılaşırsa, bu akla uygun mu olur? Bir kimse bunun akla uygun olacağına gerçekten inanıyorsa eğer, çok yanlış düşünmektedir.

Ancak zalim ve fasık kimseler böyle düşünürler. Çünkü onlar amellerinin sonucunda kötü şeylerle karşılaşmak istemezler. Fakat bu kainatı yaratan Allah adildir. Zalimle salih kimseleri birbirinden ayırıp, onlara yaptıklarına göre ceza veya mükafat vermesi, O'nun adaletinin gereğidir ve bundan daha tabii ne olabilir?

d) Ahireti inkar, ahlaki çöküşü getirir ve onu ancak nefislerinin kölesi olan kimseler inkar ederler. Bu insanların bu gibi düşüncelere sarılmasının nedeni, arzu ettikleri her kötülüğü dilediğince yapabilmeleri dolayısıyladır. Nitekim bir insan böylesine sapık bir yola girdikten sonra, artık battıkça batar ve hatta öyle bir noktaya girer ki, tüm ahlaki hassasiyeti yok olur, sonunda ise hidayeti kabul etme yeteneğinden tamamen yoksun olur. İşte böyle bir kimse için artık hidayetin tüm kapıları kapanmış demektir.

Bu deliller sırasıyla serdedildikten sonra, kesin bir uslup kullanılarak, kafirlere şöyle denilmiştir: "Sizler nasıl Allah'ın izniyle yaşıyorsanız, yine Allah'ın izniyle hayatınız son bulur ve sonuçta O'nun huzurunda toplanırsınız. Cehaletiniz nedeniyle inanmıyorsanız yine inanmayın ama şunu iyice belleyin ki vakit gelince kendinizi Allah'ın huzurunda bulacak ve tüm amellerinizin kayıtlı olduğu defterler önünüze getirilecektir. İşte o zaman ahireti inkar etmek ve onunla eğlenmek sizlere neye mal olmuştur öğrenirsiniz.

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1 Hâ, Mîm.

2 Kitabın indirilmesi, üstün ve güçlü olan, hüküm ve hikmet sahibi Allah'tandır.1

3 Şüphesiz, mü'minler için 2göklerde ve yerde ayetler vardır.

4 Sizin yaratılışınızda ve türetip-yaydığı canlılarda da kesin bilgiyle inanan bir kavim için ayetler vardır.3

5 Gece ile gündüzün ardarda gelişinde4 (veya aykırılığında), Allah'ın gökten rızık indirip5 onunla ölümünden sonra yeryüzünü diriltmesinde6 ve rüzgârları (belli bir düzen içinde) yöneltmesinde7 aklını kullanabilen bir kavim için ayetler vardır.

6 İşte bunlar, Allah'ın ayetleridir; sana bunları hak olmak üzere okumaktayız. Öyleyse onlar, Allah'tan ve O'nun ayetlerinden sonra hangi söze iman edecekler?8

AÇIKLAMA

1. Surenin bu kısa girişi, okuyucuya iki önemli hususu hatırlatır: 1) Bu kitab, asla Muhammed'in uydurduğu bir kitab değildir. Bu, bizzat Allah tarafından indirilmiştir.

2) Bu mesajı Aziz ve Hakim olan Allah indirmektedir. O Aziz ve Hakimdir. Dolayısıyla hiçkimse boşuna O'na karşı koymaya cüret etmesin. O'na karşı gelen, O'nun cezasından asla kaçamaz ve kurtulamaz. Hikmet sahibi olan Allah'ın hiçbir talimatının yanlış olma ihtimali bulunmadığı için, tereddütsüz O'nun her emrine uymak gerekir. Bilinmelidir ki O'nun yol göstericiliğinde yürüyen kimseye zarar gelmez.

2. Böyle bir girişin yapılmasından, bu kitabın arka planında Mekke'lilerin Rasulullah'a (s.a) yönelttikleri itirazların bulunduğunu anlıyoruz. Onlar Hz. Peygamber'e, (s.a.) "Senin söylediklerin, bizim bugüne kadar inandığımız tüm düşünceleri reddeden büyük bir iddia iken nasıl sadece senin dediklerine inanabilir ve onları doğru kabul edebiliriz?" demişlerdir. Bu sözlerine şöyle cevap verilmiştir "Sizler tevhidin gerekliliğine inandıktan sonra, bile bile onu inkar ediyorsunuz. Oysa kainat içerisindeki bunca işaret onun gerçekliğini ispat etmektedir. Biraz dikkat edecek olursanız, bizzat kendi varlığınızın ve kainat içerisindeki yayılmış ayetlerin, bu kainatın Haliki, Rabbi, Hakimi ve Müdebbiri'nin tek olan Allah olduğunu açıkça gösterdiğini müşahede edersiniz." Ancak burada, yerdeki ve gökteki işaretlerin neler olduğu açıklanmamıştır. Çünkü asıl münakaşa konusu, kafirlerin Allah'ın dışında birtakım ilahları ma'bud edinmekte ısrar etmeleridir. Oysa Kur'an, Allah'ın tek yaratıcı olduğunu ve hiçbir ortağı bulunmadığını beyan ediyordu. Bu ayetlerin mahal itibariyle, tevhidin hak oluşunu ve şirkin ise batıllığını gösterdiği anlaşılmaktadır. Nitekim daha sonra bu ayetlerin iman edenlere hitap ettiği vurgulanmıştır. Yani bu ayetlerden (işaretlerden) doğru sonuçları ancak iman eden kimseler çıkarabilir. Gafil olanlar ve inatçılar ise, bu işaretlere sadece hayvanlar gibi bakarlar, fakat ne ders alırlar ne de düşünürler. Dolayısıyla bu ayetler onlar için bir anlam taşımazlar. Tıpkı âmâ olan bir kimsenin, çiçek bahçesindeki renklere ve güzelliğe bir anlam veremediği gibi.

3. Yani, ancak önceden inkar etmeye karar vermiş olanların dışındaki kimselerin kalpleri iman etmeye müsaittir. Onlar kendi doğumları, vücud yapıları, kainattaki çeşitli sayıdaki canlılar üzerinde tefekkür ederler ve tüm bunların yaratıcısının bir olan Allah olduğu, O'nun yaratma işinde bir ortağı bulunmadığı konusunda kalplerinde hiçbir kuşkuya yer kalmaz. İzah için bkz. En'am an: 25-27, Nahl an: 7-9, Hac an: 5-9, Mü'minun an: 12-13, Furkan an: 69, Şuara an: 57-58, Neml an: 80, Rum an: 25-37, 79, Secde an: 14-18, Yasin: 71-73, Zümer: 6, Mü'min an: 97-98.

4. Gece ve gündüz, tam bir ahenk içinde deveran etmelerinden ötürü birer işarettirler. Nitekim biri aydınlık, diğeri karanlıktır. Ayrıca, tedricen gündüzün kısalması ve gecenin uzaması, hatta belli günlerde birbirlerine eşit olmaları, sonra tekrar birinin uzayıp, diğerinin kısalması ve böylece sürüp gitmesi de bir işarettir. Bu deveranın ardındaki hikmet, güneşin ve yeryüzünün tek hakiminin Allah olduğunu apaçık göstermektedir. Öyle ki tüm kainatı idare edenin O olduğu aşikardır. Bu cereyan eden hadiselerin ardındaki güç; kör ve sağır olmayıp, aksine bu nizamı hikmete dayalı olarak ayrıntılarıyla hesaplamış ve insan, hayvan ve bitkilerin her çeşidi için ayrı ayrı ihtiyaçlarını tam bir ölçü ile yaratmıştır. İzah için bkz. Yunus an: 65, Neml an: 104, Kasas an: 92, Lokman: 22 ve an: 50, Yasin: 37, ve an: 32.

5. Burada, bir sonraki cümleden de anlaşıldığına göre "rızk" kelimesi ile "yağmur" kastolunmaktadır.

6. İzah için bkz. Mü'minun an: 17, Furkan an: 62-65, Şuara an: 5, Neml an: 73, Rum an: 35-73, Yasin an: 26-31.

7. Rüzgarların sarfedilmesiyle, çeşitli zamanlarda, muhtelif bölgelerde, çeşitli yüksekliklerde, farklı özelliklerde esen ve mevsimlerin değişmesine yol açan rüzgarlar kastedilmektedir. Rüzgarların, yeryüzündeki canlıların nefes almaları için sürekli esmesi ve yeryüzünü adeta bir yorgan gibi kaplayarak, insanları semavî afetlerden koruması oldukça dikkat çekicidir. Ayrıca devamlı hareket etmektedirler. Bazen soğuk bazen sıcak, bazen hızlı, bazen ise durgundurlar. Bazen fırtına ve tufan şeklinde eserlerken, bazen kuru, bazen de nemlidirler. Yine bazen yağmur getirirken bazen de bulutları götürürler. Elbette ki rüzgarların bu şekilde farklı hareket etmeleri kör bir tesadüfün eseri değildir. Bilakis, bir kanuna bağlıdır. Dolayısıyla açıkça anlaşılmaktadır ki, rüzgarları kontrolü altında tutan bir hikmet sahibi bulunmaktadır. O hikmet sahibi ki bu rüzgarları yüce hikmetiyle bir gayeye matuf olarak bir nizama sokmuştur. Bu gerçekler net bir şekilde, mevsimlerin değişikliğinin, yağmurların dağılımının, güneşin, yeryüzünün, rüzgarların, suyun, bitkilerin, hayvanların herbirinin ayrı ayrı idaresinin mümkün olamayacağını göstermektedir. Hepsini de idare eden Allah'tır ve O, herşeyi büyük bir hedefe yönelik olarak, ahenk içinde yaratmış ve idare etmektedir.

8. Yani, tevhid hakkındaki delilleri bizzat Allah Teâlâ'nın kendisi ileri sürüyor olmasına rağmen, yine de iman etmiyorlar. Bundan sonra onları hiç kimse doğru yola iletemez. Bu, Allah'ın kesin ve son sözüdür. Yine de inanmaz olurlarsa, Kur'an'da beyan edilen hakikatler değişmez.

7 Gerçeği sürekli ters yüz eden, günaha düşkün olan herkesin vay haline.

8 Kendisine Allah'ın ayetleri okunurken işitir, sonra müstekbirce (inatla büyüklük taslayarak) sanki onları işitmemiş gibi ısrar eder.9 Artık sen onu acı bir azabla müjdele.

9 Ayetlerimizden bir şey öğrendiği zaman, onu alay konusu edinir.10 İşte onlar için aşağılatıcı bir azab vardır.

AÇIKLAMA

9. Diğer bir ifadeyle, bu iki tip insan arasında oldukça büyük bir fark vardır. Birincisi, Allah'ın ayetlerini açık bir kalple dinler ve onlar üzerinde tefekkür eder. Böyle bir insanın hâlâ iman etmemiş olması, kalbinin daha mutmain olmadığını gösterir. Dolayısıyla başka bir zaman, başka bir ayeti işittiğinde, kalbinin mutmain olması mümkündür. Ancak ikincisi, önceden iman etmemeye karar vermiştir ve kalbi kapalıdır. Böyle insanlar şu üç nedenden dolayı iman etmezler: 1) Onlar yalancıdırlar, doğruluğa ve gerçeğe yanaşmak istemezler. 2) Kötü amellerin sahibidirler. Kendilerini kötü amellerinden alıkoyacak diye hiçbir yüksek ahlaki kuralı kabul etmezler. 3) Kibirli ve kendilerini beğenmişlerdir. Herşeyi kendilerinin bildiğini zannettikleri için, Allah'ın ayetleri onlara okunduğunda üzerlerinde hiç düşünmezler. Bu yüzden ayetleri dinleyip dinlememeleri arasında bir fark yoktur.

10.Yani, onlar Allah'ın ayetleriyle alay ederler. Sözgelimi Kur'an'ın bir ayetini işittiklerinde, onda bir yanlış taraf ararlar ve ayeti siyak ve sibakından çıkararak yorumlarlar ve onu alay konusu yaparlar.

10 Arkalarından cehennem (onları izlemektedir).11 Kazanmakta oldukları şeyler, onlara hiç bir yarar sağlamaz; Allah'tan başka edinmekte oldukları veliler de.12 Onlar için büyük bir azab vardır.

11 İşte bu (Kur'an) bir hidayettir. Rablerinin ayetlerini inkâr edenler ise, onlar için, (en) iğrenç olanından acı bir azab vardır.

12 Allah; kendi emriyle onda gemiler akıp gitsin 13 ve O'nun fazlından ararsınız diye,14 sizin için denize boyun eğdirdi. Umulur ki şükredersiniz.

13 Kendinden (bir nimet olarak) göklerde ve yerde olanların tümüne sizin için boyun eğdirdi.15 Şüphesiz bunda, düşünebilen bir kavim için16 gerçekten ayetler vardır.17

AÇIKLAMA

11. "min verâîhim cehennem" ifadesindeki "vera" lugatta, "Önde veya arkada olsun, gözden gizli bir şey" için kullanılır. Dolayısıyla "Onların arkasında cehennem vardır" şeklinde bir anlam verilebilmesi mümkündür.

Eğer birinci anlamda kabul edilecek olursa, "Onlar ahiretten habersiz kendi şerleriyle meşguldürler, oysa cehennemin arkalarında olduğunun farkında bile değillerdir." şeklinde anlaşılır. Fakat ikinci anlam kabul edilirse, bu sefer, "Onlar hiç düşünmeden gidiyorlar, oysa cehennemin önlerinde bulunduğunu ve onun içine düşeceklerini biliyorlar" şeklinde anlaşılır.

12. "Veli" kelimesi, burada iki anlamda kullanılmıştır. Birincisi, müşriklerin ölü olan tanrılarıdır. Müşrikler, onların öbür dünyada kendilerini azabtan kurtaracaklarına inanırlar. İkincisi, insanların Allah'a aldırmaksızın itaat ettikleri liderler, yöneticiler, hükümdarlardır. Bu ayet, müşriklere, veli edindikleri her iki grubun da kendilerine hiçbir şekilde yardım edemeyeceklerini haber vermektedir.

13. İzah için bkz. İsra an: 83, Rum an: 65, Lokman an: 65, Mü'min an: 110, Şura an: 54.

14. Yani deniz vasıtasıyla ticaret yapar, balık avlar, gemicilik ve diğer helal yollarla rızkınızı elde edersiniz.

15. İzah için bkz. İbrahim an: 44, Lokman an: 35.

16. Bu cümle iki anlama gelir. Birincisi, "Allah'ın ihsanı, dünyadaki hükümdarların, halktan alarak dilediklerine ihsan etmesi gibi değildir. Kainattaki herşey, zaten O'nundur ve yine yaratan O olduğu için, O'nun ihsanı insanlarınkine benzemez." İkincisi, "Tüm nimetlerin yaratıcısı Allah'tır, ve O'nun bir ortağı yoktur. Çeşit çeşit nimetleri insanların hizmetine veren sadece O'dur ve hiçkimsenin O'nun bu ihsanında bir payı yoktur."

17. Yani, bunların hepsini de insanlar için Allah yaratmış ve yararlansınlar diye onların hizmetine vermiştir. Bu hakikat tüm yeryüzünü ve gökyüzünü, kainattaki herşeyi Allah'ın yarattığına, onların yegane sahibinin Allah olduğuna ve bunların O'nun kanununa tabi olduğuna açık bir işarettir. Yüce hikmetiyle kainattaki herşeyi, insanların ilerlemeleri, rızıklarını temin etmeleri ve medeniyetler kurmaları için kendilerine yardımcı olsunlar diye yaratmıştır. Dolayısıyla O'ndan başka hiçkimse ibadete layık değildir. Zira hiçkimsenin bunca varlığı ve gücü insanların hizmetine vermesinde, Allah'a bir yardımı olmamıştır.

14 İman edenlere de ki: Allah'ın, gelecek azab gününden korkmayanları18 (şimdilik) bağışlasınlar ki Allah onların yaptıklarını cezalandırsın.19

15 Kim salih bir amelde bulunursa, kendi lehinedir, kim de kötülük yaparsa, artık o da kendi aleyhinedir. Sonra siz Rabbinize döndürüleceksiniz.

16 Andolsun, biz İsrailoğullarına Kitap, hüküm 20ve peygamberlik verdik, onları temiz ve güzel şeylerden rızıklandırdık ve onları alemlere karşı üstün kıldık.21

17 Ve onlara bu emirden açık belgeler verdik. Fakat onlar, kendilerine ilim geldikten sonra, yalnızca aralarındaki 'hakka tecavüz ve azgınlıktan' dolayı ihtilafa düştüler.22 Şüphesiz senin Rabbin, hakkında ihtilafa düştükleri şeyde kıyamet günü aralarında hüküm verecektir.

AÇIKLAMA

18. "Allah'ın günlerinin geleceğini ummayanlar" ifadesinde geçen "eyyam" (günler) kelimesi, Araplar tarafından önemli (tarihi) günlere atfen kullanılıyordu. Sözgelimi "Eyyamul-Arab" (Arab'ın günleri) ifadesi, Araplar tarafından kendi tarihlerinde asırlardır hafızalarda kalan önemli hadiseler ve meşhur savaşlar için kullanılır.

Aynı şekilde yukarıdaki ayette de "Eyyamullah" ifadesi kullanılmak suretiyle bir toplumun vuku bulan feci akibeti, yani Allah'ın gazabı sonucunda helak olduğu günler hatırlatılmaktadır. "Allah'ın günlerinin geleceğini ummazlar", yani Allah'dan kötü günlerin gelmeyeceğini düşünür, dolayısıyla hiç korkmazlar ve gaflet içinde yaşarlar. Bu yüzden de zulüm ve haksızlık yapmaktan çekinmezler.

19. Müfessirler, bu ayete iki şekilde anlam vermişlerdir ve ayet bu her iki anlama da gelebilir. Birincisi, "Mü'minler, Allah'ın kendilerini daha fazla mükafatlandırması için, onların zulümlerine sabretsinler", İkincisi, "Mü'minler kafirlerden intikam almasın ve intikam almayı Allah'a bıraksınlar."

Bazı müfessirler bu ayeti mensuh kabul etmişlerdir. Onlara göre bu emir müslümanlara savaşma izni gelmeden önce geçerliydi. Ancak ayette kullanılan ifadeyi dikkate alırsak, ayetin mensuh kabul edilmesinin gerekmeyeceği sonucuna varırız. Çünkü ayette "Tahammül etsinler" denilmemiş "Sabretsinler, bağışlasınlar" denilmiştir. Yani, intikam alma kudretinde olmalarına rağmen intikam almasınlar. Zira onlar intikamcı bir ahlaka sahip değillerdir. Görüldüğü gibi burada savaşıp savaşmamak sözkonusu edilmemiştir. Elbette müslüman bir devlet, makul sebebleri varsa kafirlere savaş açabilir, ancak yukarıda zikredilen ayette, intikam almaktan vazgeçilmesinin ve bağışlama yolunun tutulmasının emrolunması genel şartlara mahsusen verilmiştir. Yani, müslümanlar, kafirlerin dillerinden, kalemlerinden veya herhangi bir vasıtayla yaptıkları suçlamalardan zarar görürlerse bu ahlaksız ve düşüncesiz insanların seviyelerine inmek suretiyle, kendi yüksek vasıflarına zarar vermesinler. Ve onların işini Allah'a bıraksınlar. Çünkü, müslümanlar bu işi kendileri yapmaya kalkışırlarsa, Allah da onları kendi halleriyle başbaşa bırakır. Fakat müslümanlar kendilerine eziyet eden bu zalimlerin karşısında sabrettikleri takdirde, Allah o zalimlerin hesabını bizzat kendisi görür ve sabreden müslümanları mükafatlandırır.

20. "Hüküm" kelimesiyle üç husus kastolunmuştur: 1) Kitab'ın bilgisi, idrak ve feraset, 2) Kitab'a göre davranmanın hikmeti, 3) Muamelatta muhakeme yeteneği.

21. Bu, İsrailoğulları'nın insanlar üzerinde daimi olarak üstün kılındığı anlamına gelmez. Burada İsrailoğulları'nın o dönemde Allah'a hizmet için seçildikleri ve insanlara Hakkı tebliğ etmeleri için Kitab'ın taşıyıcıları oldukları anlatılmaktadır.

22. İzah için bkz. Bakara an: 230, Âl-i İmran an: 17-18, Şuara an: 22-23.

18 Sonra seni de bu emirden bir şeriat üzerinde kıldık;23 öyleyse sen ona uy ve bilmeyenlerin heva (istek ve tutku)larına uyma.

19 Çünkü onlar, Allah'tan (gelecek) hiç bir şeyi senden savamazlar.24 Hiç şüphesiz zalimler, birbirlerinin velisidirler. Allah ise, muttakilerin velisidir.

20 Bu (Kur'an), insanlar için basiret (nuruyla Allah'a yönelten ayet)lerdir, kesin bilgiyle25 inanan bir kavim için de bir hidayet ve bir rahmettir.

21 Yoksa26 kötülüklere batıp-yara alanlar, kendilerini iman edip salih amellerde bulunanlar gibi kılacağımızı mı sandılar? Hayatları ve ölümleri de bir mi (olacak)? Ne kötü hüküm veriyorlar.27

AÇIKLAMA

23. Yani, bu görevi daha önce İsrailoğulları'na vermiştik, şimdi ise sizlere veriyoruz. Onlar, hak kendilerine geldikten sonra, aralarında ihtilafa düştüler ve çeşitli gruplara ayrıldılar. Sonuçta da Allah'ın kendilerine verdiği vazifeyi ifa edemeyerek, yoldan çıktılar.

Şimdi aynı vazifeyi, insanları Allah'ın gösterdiği yola çağırmanız için sizlere veriyoruz. İşte bu yol İsrailoğulları'nın daha önce kaybederek kendisinden saptıkları yolun ta kendisidir. İzah için bkz. Şuara: 1/3-15 ve an: 25-27.

24. Yani, "Şayet sen onların hatırı için, Allah'ın dininde bir değişiklik yapmaya yeltenirsen, onlar seni Allah'ın elinden kurtaramazlar."

25. Yani, "Bu kitab ve onun getirdiği şeriat tüm insanlık için bir aydınlıktır. O hak ve batıl arasındaki farkı bildirmektedir. Fakat onun aydınlığından ancak Hakka iman edenler yararlanabilirler."

26. Tevhid'e yapılan çağrılardan sonra şimdi de ahiret hakkında açıklamalar yapılıyor.

27. Burada ahiretin vuku bulmasıyla ilgili ahlaki deliller serdedilmiştir. İyi ahlaklı olan ve salih ameller işleyen kimselerle, kötü ahlaklı ve fasid ameller işleyen kimselerin aynı akibetle karşılaşmalarının mümkün olmayacağı buyurulmaktadır. Çünkü hayır ve şer aynı şey değillerdir ve iyiliğe mükafat, kötülüğe ceza verilmesi adaletin gereğidir. Şayet böyle olmazsa, iyi ve kötü kavramları bir anlam ifade etmezler. Kötü yolu takip eden kimselerin, dünyada işledikleri amellere bir karşılık verilmesini istemeyecekleri gayet doğaldır. Onlar sorumsuzca ve başıboş yaşadıkları hayatın sürmesini arzu ettiklerinden dolayı, böyle bir fikri düşünmek bile onları rahatsız eder. Ancak iyilik ve kötülüğün aynı sona sahip olması, Allah'ın hikmet ve adaletine ters düşer. Sözgelimi salih bir mü'min, tüm hayatını Allah'ın koyduğu sınırlara bağlı olarak geçirirken, sırf Allah'ın emri olduğu için başkalarının hakkını yemeyip, Allah'ın haram kıldığı zevkleri terkederken, hatta Hak ve doğruluk adına dünyada her türlü zararı göze alırken, kafir ve facirler hiçbir sınır tanımaz ve hiçbir ahlaki kurala uymazlar. Nerede çıkarlarına uygunluk görürler ve nasıl bir yarar sağlarlarsa, o şekilde davranırlar. Başkalarının hakkını çiğnerlerken yaptıklarının başkalarına zarar verip vermeyeceğini düşünmezler bile. Şimdi bu her iki tip insanın da sonlarının aynı olması Allah'tan beklenebilir mi? Bu insanlar hayatlarının sonlarına kadar farklı yolları takip etmişlerken, ölümden sonra aynı akibetle karşılaşmaları mümkün müdür? Şayet böyle olsaydı, bu çok büyük bir haksızlık olmaz mıydı? İzah için bkz. Yunus an: 9-10, Hud an: 106, Nahl an: 35, Hac an: 9, Neml an: 86, Rum an: 6-8, Sad: 28 ve an: 30.

22 Allah, gökleri ve yeri hak olarak yarattı; 28öyle ki, her nefis kazanmakta olduklarıyla karşılık görsün. Onlara zulmedilmez.29

23 Şimdi sen, kendi hevasını ilah edinen30 ve Allah'ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı, 31kulağı ve kalbi üzerine mühür vurduğu ve gözü üstüne de bir perde çektiği kimseyi 32gördün mü? Artık Allah'tan sonra ona kim hidayet verecektir? Siz yine de öğüt alıp-düşünmüyor musunuz?33

24 Dediler ki: "(Bütün olup biten,) Bu dünya hayatımızdan başkası değildir, ölürüz ve diriliriz; bizi 'kesintisi olmayan zaman' (dehrin akışın)dan başkası yıkıma (helake) uğratmıyor." Oysa onların bununla ilgili hiç bir bilgileri yoktur; onlar, yalnızca zannediyorlar.34

AÇIKLAMA

28. Yani, Allah, bu dünyayı bir eğlence olsun diye yaratmamıştır. Bilakis bu kainatın yaratılışı bir hikmete dayalıdır ve ciddi bir nizama sahiptir. Hikmete dayalı bu nizamda ise, insanlar için belli imkanlar sağlanmış ve onların tasarrufları altına verilmiştir. İnsanlara da bu imkanları kullanma konusunda bir noktaya kadar müsade edilmiştir.

Bu bağlamda, bir insan söz konusu imkanları Allah'ın emrine uygun deruhte ederken, bir başkası Allah'a karşı gelerek, dünyada zulüm ve fesad için bu imkanları kullanırsa bu iki insanın sonlarının aynı olması beklenebilir mi? Şayet ölümden sonra başka bir hayat yoksa, kainattaki tüm nizam bir anlam taşımaktan uzak, gayesiz ve başıboş bir keyfiyete sahip olur. Oysa hikmet sahibi olan Allah'tan böylesine anlamsız bir şey beklenemez. İzah için bkz. En'am an: 46, Yunus an: 11, İbrahim an: 26, Nahl an: 6, Ankebut an: 75, Rum an: 6.

29. Bu cümlenin siyak ve sibakından, iyilik yapan insanların amellerinin karşılığını, zalimlerin zulümlerinin cezasını ve mazlumların da adalet görmemelerinin, Allah'ın kurduğu nizam içinde mümkün olmayacağı açıkça anlaşılıyor. Ayrıca iyilik yapan kimselerin, hakettiklerinin altında mükafat almaları ya da zalimlerin yaptıklarından daha fazla ceza görmeleri gibi bir haksızlık da olmayacaktır. Herkes ne yapmışsa yaptığının tam karşılığını eksiksiz görecektir.

30. "Heva ve hevesini tanrı edinmek" ifadesiyle bir kimsenin, nefsinin her istediğini yapması ve yaptığı işin Allah indinde haram mı helal mı olduğunu dikkate almadan davranması kastolunmaktadır. Böyle bir insan, Allah emretmiş bile olsa, eğer nefsi istemiyorsa o işi yapmaz. İşte bu kimse nefsine itaat ettiği şekilde, başkalarına da itaat ediyorsa şayet, o kimseleri de tanrı edinmiş olur. Her ne kadar bu kimse, o kimseleri ilah ve ma'bud edinmediğini söylese de veya o kimselerin putunu yaparak onlara tapmasa da onları tanrı edinmiştir. Çünkü bu kayıtsız şartsız teslimiyeti, onun bu kimseleri tanrı edindiğinin bilfiil ispatıdır. Ve bu da apaçık şirktir. Allah'tan başkasına bu şekilde itaat eden kimse, itaat ettiği kimseye secde etmemekle ve lisanen onun ilah olduğunu söylememekle, şirkten kurtulamaz. Nitekim diğer büyük müfessirler de bu ayeti, bu şekilde yorumlamışlardır. İbn Cerir, "Allah'ın koyduğu helal ve haramı dikkate almadan nefsinin arzusuna göre davranan kimse, nefsini ilah edinmiş olur" demektedir. El-Cessas ise "Böyle bir kimse Allah'a itaat ettiği gibi nefsine itaat eder" derken, Zemahşeri, "Nefsinin yönlendirdiği gibi hareket eden kimse, nefsine tıpkı Allah'a itaat ettiği gibi itaat etmektedir." İzah için bkz. Furkan an: 56, Sebe an: 63, Yasin an: 53, Şura an: 38.

31. "Allah'ın bir ilme göre saptırdığı kimse" ifadesiyle, ilmi olmasına rağmen dalalete düşen kimselerin kastedildiği anlaşılmaktadır. Çünkü o nefsinin kölesi olmuştur.

Ayrıca şöyle bir anlam da vermek mümkündür: "Allah o kimsenin nefsine kulluk ettiğini bildiği için, onu dalalete itmiştir."

32. Allah'ın bir kimseyi dalalete itmesi, o kimsenin kalp ve kulağını mühürlemesi ve gözlerine perde çekmesi hakkında, birçok yerde açıklamalar yapılmıştır. İzah için bkz. Bakara an: 10-16, En'am an: 17-27, A'raf an: 80, Tevbe an: 89-93, Yunus an: 71, Rad an: 44, İbrahim an: 6-7-40, Nahl an: 110, İsra an: 51, Rum an: 84, Fatır: 8 ve an: 16-17, Mü'min an: 54.

33. Bu ayetin siyak ve sibakından ahiret düşüncesini ancak nefsinin yönlendirmesiyle hareket eden ve nefislerine kul olan kimselerin inkar ettikleri açıkca anlaşılmaktadır. Çünkü, ahiret düşüncesi böyle kimseleri nefislerine kulluk etmekten ve yine nefislerinin yönlendirmesiyle hareket etmekten alıkoyar. Bu defa ahireti inkar edenler nefislerine köleliği daha da artırarak, battıkça batarlar. Hiçbir kötülükten çekinmeyerek, başkalarının haklarına tecavüz etmekten ve zulümde bulunmaktan hiçbir surette utanmazlar. Hak ve hukukun onlar nezdinde bir anlamı yoktur. Hiçbir şeyden ibret almadıkları gibi, onlara nasihat da fayda vermez. Gece gündüz arzularının peşinde koşarlar ve hangi yolla olursa olsun heva ve heveslerini tatmin etmek için çırpınıp dururlar. Tüm bunlar, ahiret düşüncesini inkar etmenin sonuçta insanın ahlakını felç ettiğinin apaçık ispatıdırlar. Çünkü insanın Allah'a karşı davranışlarından kendini sorumlu hissetmesi, kendisini insanlık dairesinde tutmasını sağlar. Aksi takdirde insan ne kadar önemli vasıflara sahip olursa olsun onun bulunduğu durum bir hayvanınkinden daha kötüdür.

34. Yani, bu hayatın sonunda, başka bir hayatın olmadığına dair, onların elinde hiçbir ilmi dayanakları yoktur. Ruhu Allah'ın kabzetmediği, sadece insanı zamanın yok ettiği ve geriye toz topraktan başka birşey kalmadığı şeklindeki düşünceler, sadece ahireti inkar edenlerin zanlarıdır. Onlar "Bu hayattan sonra ne olacağını bilmeyiz" demekten başka ileri gitmezler. Fakat bu hayattan sonra başka bir hayatın olmadığını söylemek tamamen mantıksızca bir iddiadır. Onların, "İnsanın ruhunu Allah kabzetmez, insan tıpkı bir saat gibi zamanla durur ve çürür" şeklindeki sözleri akla ve mantığa dayanmaz. Onlar sadece böyle olmasını arzu ediyorlar. Çünkü ölümden sonra başka bir hayatın olması ve yaptıklarının hesabını vermeleri işlerine gelmez. İşte bu yüzden ruhu tamamen inkar ederek, bu heva ve heveslerine dayanan isteklerini bir akide haline getirmişlerdir.

25 Onlara açık belgeler olarak ayetlerimiz okunduğu zaman,35 onların (sözde savunma) delilleri: "Eğer doğru sözlüler iseniz,36 atalarımızı (diriltip) getirin" demekten başkası değildir.

26 De ki: "Allah sizi diriltiyor, sonra sizi öldürüyor,37 sonra da kendisinde hiç bir kuşku olmayan38 kıyamet günü O sizi bir araya getirip-toplayacaktır. Ancak insanların çoğu bilmezler."39

AÇIKLAMA

35. Yani, Ahiret hakkında güçlü deliller ihtiva eden o ayetlerde, sonuçta ceza ve mükafatın verilmesinin adaletin bir gereği olduğu bildirilmiştir. Eğer böyle olmasaydı tüm kainat nizamının işleyişi anlamsız olurdu.

36. Diğer bir ifadeyle, "Onlara bu hayattan sonra başka bir hayatın olduğunu söylediğinizde, sizden delil olarak kabirlerden bir ölüyü getirip, gözler önünde ayağa dikmenizi beklerler. Oysa hiçkimse onlara ölülerin ayrı ayrı diriltileceğini söylememiştir. Fakat onlara Allah'ın gelmiş geçmiş tüm insanları dirilteceği ve onları yaptıklarından sorguya çekeceği söylenmiştir."

37. Bu cevap, "Bizi sadece zaman helak eder" şeklindeki iddialarına karşı verilmiştir. Bu yüzden hayatın da ölümün de bir tesadüf eseri olmadığı, insanı Allah'ın yarattığı ve yine onun canını sadece Allah'ın alabileceği bildirilmiştir.

38. Bu, onların "Eğer doğru söylüyorsan, bizim atalarımızı bir dirilt bakalım" şeklindeki isteklerine karşı verilmiş bir cevaptır. Bu istekleri üzerine onlara, bu işin ayrı ayrı olmayacağı, bir gün tüm insanların toplu olarak diriltileceği ve bunun için de bir vaktin tayin edildiği söylenmiştir.

39. Ahireti inkar etmenin nedeni, aslında cehalet ve akıl noksanlığıdır. Çünkü akla aykırı olan, ahiretin olması değil olmamasıdır. Şayet insan, gözü önündeki kainat nizamı hatta bizzat kendi vücudu üzerinde biraz düşünecek olursa bu nizamın ve kendisinin boşu boşuna yaratılmadığını anlayacaktır. Dolayısıyla bu hayatın tabii sonucu ahiret olmalıdır. Olmazsa eğer, tüm bunların hepsi anlamını yitirir.

27 Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır.40 Kıyamet-saatinin kopacağı gün, (işte) o gün, batılda olanlar hüsrana uğrayacaklardır.

28 O gün sen, her ümmeti diz üstü çökmüş (veya toplanmış) olarak görürsün.41 Her ümmet, kendi kıtabına çağrılır. "Bugün yapmakta olduklarınızla karşılık göreceksiniz."

29 "Bu bizim kitabımızdır; sizin aleyhinizde hak ile konuşuyor. Gerçekten biz, sizin yapmakta olduklarınızı yazıyorduk."42

30 Artık iman edip salih amellerde bulunanlara gelince; Rableri onları kendi rahmetine sokar. İşte apaçık olan 'büyük mutluluk ve kurtuluş' budur.

31 İnkâr edenlere gelince; "Size karşı ayetlerim okunduğunda büyüklük taslayan43 (müstekbir olan)lar ve suçlu-günahkâr bir kavim olanlar sizler değil miydiniz?"

32 "Gerçekten Allah'ın va'di haktır, kıyamet-saatinde hiç bir kuşku yoktur" denildiği zaman, siz: "Kıyamet-saati de neymiş, biz bilmiyoruz; biz yalnızca bir zan (ve tahmin)da bulunup zannediyoruz; biz, kesin bir bilgiyle inanmakta olanlar değiliz" demiştiniz.44

AÇIKLAMA

40. Siyak ve sibak dikkate alındığında, ayetten doğal olarak, "İnsanları ilk defa yaratan ve kainatın sahibi olan Allah'ın insanları tekrar diriltmesinin hiç de zor bir iş olmadığı" anlamı çıkmaktadır.

41. Yani, mahşer meydanında o kadar heybetli ve korkunç bir manzara olacaktır ki, en şedid mütekebbirler bile korkudan diz çökmüş bir vaziyette çaresizlik içinde kalacaklardır.

42."Çünkü, biz yaptıklarınızı yazıyorduk" ifadesinde geçen "yazıyorduk" fiiliyle, kağıt üzerine kalemle yazmak anlamı kastedilmemektedir. Çünkü insanların davranışlarını kaydetmek için değişik metodlar kullanılabilir. Bu dünyada bile insanoğlunun davranışlarının, kaydedilmesinde değişik metodlar geliştirilmiştir. Buna rağmen daha farklı metodların icad edilemeyeceğini de söyleyemeyiz. Dolayısıyla Allah Teâlâ insanların gizli veya açık davranışlarını, söz ve amellerini, istek, arzu ve düşüncelerini kimbilir nasıl kaydedecektir? Ve yine her şahıs, her grup ve her toplum amel defterlerini önünde nasıl bulacaktır?

43. Yani, sizleri Allah'ın ayetlerini kabul etmekten alıkoyan kibrinizdir. Çünkü sizler, O'na teslim olmayı haysiyet meselesi haline getiriyorsunuz.

44. Daha önce 24. ayette ahireti kesinlikle inkar edenler zikredilmişti. Şimdi ise ahiret hakkında kesin bir tavır alamayanların zikri geçmektedir. Bu iki grup insan arasında önemli bir fark vardır. Fakat sonuç itibariyla iki grubun akibeti de aynı olacaktır. Çünkü ahireti kesin olarak reddedenlerle, tereddüd içinde olanlar arasında ahlaki bakımdan hiçbir fark yoktur. Zira her iki grup da Allah'ın huzurunda hesap vereceğine inanmamaktadır. Bu kavrayıştan yoksun oluşları dolayısıyla, düşünce ve davranışlarında sapıklığa düşmeleri kaçınılmazdır. Çünkü ahiret hakkında kesin bir iman, insanı doğru yola iletir. Aksi takdirde ahireti kesinlikle inkar eden veya şüpheye düşen kimselerin, bu dünyada sorumluluklarının bilincinde olarak hayat sürmeleri mümkün değildir. Binaenaleyh bu şuursuzluk her iki grubu da cehenneme götürür.

33 Onların yapmakta oldukları şeylerin kötülüğü kendileri için açığa çıktı 45ve kendisini alay konusu edindikleri de onları sarıp-kuşattı.

34 Denildi ki: "Bugününüzle karşılaşmayı unuttuğunuz gibi, biz de sizi bugün unutuyoruz. Barınma yeriniz ateştir. Ve sizin için hiç bir yardımcı yoktur."

35 "Bunun nedeni de şudur: _ Çünkü siz Allah'ın ayetlerini alay konusu edindiniz; dünya hayatı da sizi aldattı." Böylece ne ordan (ateşten) çıkarılırlar, ne de (Allah'tan) hoşnutluk dilekleri kabul edilir.46

36 Şu halde hamd, göklerin Rabbi, yerin Rabbi ve âlemlerin Rabbi olan Allah'ındır.

37 Göklerde ve yerde büyüklük O'nundur. O, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.

AÇIKLAMA

45. Yani, onlar ahirette, dünyada gittikleri yolun, adaletlerinin, ahlaki tavırlarının, ilgi alanlarının ve tüm çabalarının yararsız olduğunu anlayacaklardır. Çünkü onların temelde dünyaya bakış açıları çarpık olduğu için tüm davranışları da yanlış idi. Onlar dünyada yaptıklarından hesaba çekilmeyeceklerini zannediyorlardı. İşte, bakış açılarındaki bu temel çarpıklık, onları sorumsuzluğa ittiğinden dolayı, tüm hayatlarını boş olarak geçirmişlerdir.

46. Bu cümlede, tıpkı bir efendinin hizmetçilerine kızıp yanındaki kimseye "Bu soysuzlar cezalarını çeksinler" demesi gibi bir üslup kullanılmıştır.

CASİYE SÜRESİ(Seyyid KUTUB)

1- Ha, Mim.

2- Kitab'ın indirilmesi, üstün iradeli ve her yaptığını bir hikmete göre yapan Allah'ın katındandır.

3- Göklerde ve yerde müminler için nice dersler vardır.

4- Sizin yaratılmanızda ve canlıların yeryüzünde yayılmasında, kesin olarak inanan kimseler için ibretler vardır.

5- Gecenin ve gündüzün birbiri ardına gelmesinde, gökten, Allah'ın rızık vermek için yağmur indirip, yeri onunla ölümünden sonra diriltmesinde, rüzgarı estirmesinde aklını kullanan kimseler için dersler vardır.

Önce "Ha, Mim" harflerinden, sonra kitabın üstün iradeli ve her yaptığını bir hikmete göre yapan Allah tarafından, indirilişinden söz ediliyor. Her ikisi de, bazı surelerin tanıtım bölümlerinde bu kopuk harflere ilişkin yaptığımız açıklamalarda değindiğimiz gibi, kitabın kaynağını göstermektedirler. Şöyle ki: Bu tür harflerden meydana gelen bu kitap bir mucizedir. Ama onlar bu tür harflerle benzeri bir kitap meydana getiremezler. Bu da, kitabın Allah katından indirildiğini belgeleyen sürekli bir kanıttır. Allah "üstün iradelidir" herşeye gücü yeter, hiç kimse O'na engel olamaz. "Her yaptığını bir hikmete göre yapar." Herşeyi bir plan içinde yaratır ve her işi hikmetle yürütür. Hiç kuşkusuz bu, surenin genel havasına ve onunla muhatap olan farklı kişiliklere uygun bir değerlendirmedir.

Kafirlere durumları ve bu kitaba karşı takındıkları olumsuz tavır gözler ününe serilmeden önce, çevrelerindeki evrene serpiştirilmiş Allah'ın ayetlerine işaret ediliyor. Bu ayetler bile tek başlarına onların inanmaları için yeterlidirler. Kur'an-ı Kerim, belki uyanır, kilitli kapıları açılır, bu kitabı indiren ve şu koca evrenin yaratıcısı olan Allah'a karşı duyarlılıkları harekete geçer diye kalplerini bu ayetlere yöneltiyor:

"Göklerde ve yerde müminler için nice dersler vardır."

Göklerde ve yerde bulunan Allah'ın ayetleri sadece bir varlık ile, sırf bir durum ile sınırlandırılamazlar. İnsan nereye bakarsa baksın, şu olağanüstü evren içinde Allah'ın ayetleri ile karşılaşacaktır. Hem evrendeki hangi şey ayet değildir ki?

Kocaman cisimleriyle, akıl almaz boyuttaki galaksileri ile, yörüngeleri ile şu gökler. Buna rağmen uzay boşluğuna fırlatılmış birer tanecik gibidirler. Şu dehşet verici, şu korkunç ve şu güzel uzay...

Gök cisimlerinin kendi yörüngelerinde kesintisiz, dikkatle ve ahenkle dönüşleri... Göz bu ahengin seyrine doymaz. Kalpler bu ahengi düşünmekten bıkmaz...

İnsana göre son derece geniş ve büyük görünen ama büyük yıldızlar karşısında, sonra içinde kaybolduğu uzay karşısında bir zerre, bir toz gibi duran şu yeryüzü... Şayet uzaydaki hiçbir şeyin kaybolmasına izin vermeyen evrensel yasayla herşeyi bir düzen içinde tutan ilahi güç olmasaydı yeryüzü korkunç uzay boşluğunda kaybolup giderdi.

Ayrıca yüce Allah'ın evrenin sistemi içindeki özel yörüngesinde yüzen şu yeryüzünün yapısına yerleştirdiği hayatın meydana gelişine, devamına ve çeşitlenmesine elverişli birbiriyle bütünleşmiş, birbiriyle karışmış, birbiriyle ahenk oluşturmuş özellikler... Bu özelliklerden biri yok olsa veya değişse yeryüzünde hayatın meydana gelmesi ve sürmesi mümkün olmayacaktır. (Furkan suresi, 2. ayetin tefsirine bakınız.)

Yeryüzündeki canlı-cansız her varlık bir ayettir. Yeryüzündeki canlı-cansız her varlığın her parçası ayettir. Küçüğü ve incesi de tıpkı büyüğü, kocamanı gibi ayettir. Şu koskoca ağaçtaki veya şu küçücük bitkideki yaprak ayettir. Biçimi ve hacmi bakımından ayettir. Rengi ve kendine özgü duyu organları bakımından ayettir. Evrenin düzeni içinde üstlendiği rol ve yapısı bakımından ayettir. Hayvan ya da insanın bedenindeki şu kıl ayettir. Özellikleri, rengi ve hacmi bakımından bir ayettir... Kuşun kanadındaki şu tüy ayettir. Yapısının temel maddesi, uyumlu yapısı ve görevi bakımından ayettir... İnsan şu yeryüzünde veya gökyüzünde nereye bakarsa baksın üstüste binmiş, yığınlarca ayet görecektir. Bu ayetler aracısız onun kalbine, kulağına ve gözüne kendi varlıklarını duyuracaklardır.

Fakat, bu ayetleri kim görebilir? Kim duyabilir? Bu ayetler kendilerini kime anlatabilirler? Kime?

"Müminler için..: '

Çünkü kalplerin yankıları, parıltıları ve sızıntıları algılayacak şekilde açık olmalarını, yüce Allah'ın yerde ve gökteki ayetlerini hissedecek duyarlılığa sahip olmalarını sağlayan imandır. Kalplere sevecenliğini, tatlılığını veren imandır. Odur kalpleri canlandıran, inceltip şeffaflaştıran. Evrene yerleştirilmiş gizli açık mesajları algılamasını sağlayan O'dur. Bütün bu mesajlar sanatkâr ilahi ele işaret etmektedirler. Bu durum, ilahi elin şekil verdiği, meydana getirdiği canlı cansız her varlığın ortak ve belirgin özelliğidir. Çünkü Allah'ın elinden çıkan herşey bir mucizedir, olağanüstüdür. Allah'ın yarattığı hiçbir varlık böyle bir mucize meydana getiremez.

Sonra surenin akışı evrenin engin ufuklarından alıp onları kendi iç dünyalarına yöneltiyor. Çünkü bu daha yakındır kendilerine ve buna karşı daha çok duyarlıdırlar:

"Sizin yaratılmanızda ve canlıların yeryüzünde yayılmasında, kesin olarak inanan kimseler için ibretler vardır."

Olağanüstü yapıda, eşsiz özelliklere sahip, latif, ince ve çok çeşitli görevlerle donatılmış bir varlık olarak insanın yaratılışı bir mucizedir. Sık sık yenilenmesinden ve çok yakınımızda gerçekleşmesinden dolayı unutulan bir mucize... Fakat insan bedenindeki herhangi bir organın organik yapısı o kadar karmaşıktır ki, insanı şaşkına çevirir, dehşeti ve yapısının olağanüstülüğü insanın başını döndürür.

Tek hücreli amiplerle ve onlardan daha büyük canlılardaki en basit şekliyle bile hayat bir mucizedir. Ya insan gibi karmaşık ve akıl almaz bir organizmaya sahip bir canlı?.. Üstelik insanın ruhsal yapısı organik yapısından daha karmaşık, daha akıl almaz ve daha içinden çıkılmazdır.

Çevresinde dolaşan ve sayılarını Allah'tan başka kimsenin bilemediği değişik renklere, türlere, biçimlere ve hacimlere sahip canlılar... En küçüğünün yaratılışı da tıpkı en büyüğününki gibi bir mucizedir. Hareketleri bir mucizedir. Yeryüzündeki hayatının bütünlük içindeki oranı bir mucizedir. Öyle ki hiçbir tür kendisi için belirlenen sınırı aşamaz. Varlığı ve yaşama süresi bu çerçeve içinde koruma altındadır. Başka türleri kaplayıp yok etmesine için verilmez. Çeşitli türden ve renkten canlıların dizginini elinde bulunduran el, bir hikmet ve plan uyarınca onları çoğaltır veya azaltır. Onlardan her birine aralarındaki genel dengeyi koruyacak özellikler, güçler ve görevler verir.

Akbabalar uzun yıllar yaşayan ve leş yiyen yırtıcı kuşlardır. Buna karşılık serçelere ve sığırcık kuşlarına oranla az ürerler, bıraktıkları yumurta ve yavru sayısı çok azdır. Şayet akbabalar da serçeler gibi üreselerdi durum ne olurdu? Bütün kuşların kökünü nasıl kuruturlardı, bir düşünelim?

Hayvanlar aleminde de yılan öyledir. Acaba yılan ceylanlar ve koyunlar gibi üreseydi ne olurdu? Ormanlarda yiyecek ve canlı hayvan namına birşey kalmazdı. Ne var ki dizgini elinde tutan el, yılanların üremesini istenen ölçüde tutuyor. Eti yenen ceylan ve koyun gibi hayvanların da belirlenmiş bir nedene bağlı olarak çok üremelerine izin veriyor.

Bir tek sinek bir yumurtlama döneminde yüzbinlerce yumurta bırakıyor. Buna karşılık en çok iki hafta yaşayabiliyor. Acaba sinekler kontrolden çıkıp aylarca veya senelerce yaşasalardı durum ne olurdu? Sinekler bedenlere çullanıp gözleri oymaya başlamazlar mıydı? Fakat herşeyi yönlendiren ilahi güç, özenle belirlenen bir plana uygun olarak herşeyi kontrol altında tutuyor. Bu planda her ihtiyaç, her durum ve her şart gözönünde bulundurulmuştur.

İşte böyle... İnsanlık aleminde, hayvanlar aleminde, herşey yaratılışı, özellikleri, ölçüsü ve planı bakımından bir mucizedir. Hepsi de kendi kendini anlatan mucizelerdir. Ama kime? Bu mucizeleri gören, düşünen ve kavrayan kimlere?

"Kesin olarak inanan kimseler için: '

"Yakin" olarak ifade edilen kesin inanç kalpleri algılamaya, etkilemeye ve yumuşamaya hazırlayan bir durumdur. Kesin inanç kalpleri sakinleştirir, yatıştırır, onlara kararlılık verir. Evrensel gerçekleri, kararsızlıktan, şaşkınlıktan, değişken duygulardan uzak rahat, sakin ve huzurlu bir duyguyla algılamasını sağlar. Böylece algıladığı en ufak şeyden varlık alemindeki en büyük sonuçları çıkarır.

Sonra surenin akışı onları kendi iç alemlerinden ve çevrelerindeki canlıların hareketlerinden alıp evrensel olaylara, bu olayların doğurduğu hem kendi hayatları hem de diğer canlıların hayatları üzerinde derin etkisi bulunan sebeplere yöneltiyor: ,

"Gece ve gündüzün birbiri ardına gelmesinde, gökten Allah'ın rızık vermek için yağmur indirip yeri onunla ölümünden sonra diriltmesinde, rüzgarı estirmesinde aklını kullanan kimseler için dersler vardır:'

Gece ve gündüzün dönüşümlü olarak gelmesi, insan ruhu üzerindeki taze etkisini tekrarın yıprattığı büyük bir olaydır! İlk defa gündüz ile veya gece ile karşı karşıya kalan bir insan için bundan daha ilginç daha olağanüstü etkiye sahip bir olay var mı? Algılama yeteneğini kaybetmemiş açık bir kalp her zaman bu olağanüstülüğü görür. Bu olağanüstülük karşısında her zaman ürperir. Gece ve gündüzü gördükçe tüm evreni evirip çeviren Allah'ın elini görür...

Beşeri bilimler gelişmiş, bazı evrensel olaylara ilişkin bilgileri artmış, genişlemiştir. Bugün insanlar gece ve gündüzün, dünyanın yirmidört saatte bir güneş önünde kendi ekseni etrafında dönmesi sonucu meydana gelen iki olay olduklarını biliyorlar. Fakat bu bilgi olayın olağanüstülüğünden birşey götürmez. Çünkü dünyanın dönüşü de başlıbaşına bir mucizedir. Bu cismin, kendi ekseni etrafında, bu düzenli hızıyla havada gezinmesi, uzay boşluğunda hiçbir şeye dayanmadan yüzmesi ancak onu tutan ve yönlendiren ilahi güçle mümkündür. Bu değişmez düzeni belirleyen, canlı ve cansız varlıkların uzay boşluğunda yüzen, dolaşan, dönen bu gezegen üzerinde durmalarını sağlayan sistemi yerleştiren işte bu ilahi güçtür.

İnsanların bilgileri arttıkça canlıların hayatı açısından bu iki olayın ne kadar önemli olduklarını kavrıyorlar. Şu gezegen üzerindeki vakitlerin gece ile gündüz arasında bu oranda bölünmesinin hayatın varlığı ve devamı için gerekli olan başlıca etken olduğunu ve şayet bu iki olay şimdiki ölçü ve düzende gerçekleşmeselerdi yeryüzündeki herşeyin özellikle canlılar arasında bu ayette muhatap olan insanların hayatının değişeceğini biliyorlar. Bu yüzden bu iki olayın insanın algılayışı açısından önemi azalmadan, üstelik artarak devam etmektedir.

"Allah'ın rızık vermek için yağmur indirip yeri onunla ölümünden sonra diriltmesinde..: '

Bu ayette geçen rızık kavramı ile gökten inen su kastedilmiş olabilir. Nitekim eski kuşak tefsirciler bu şekilde anlamışlar. Oysa gökten inen rızık daha geniş kapsamlıdır. Örneğin gökten dünyamıza inen ışınlar, toprağın canlanması üzerinde sudan daha az etkili değildir. Hatta Allah'ın izniyle suları meydana getiren bu ışınlardır. Çünkü denizlerden suyun buharlaşmasını sağlayan güneşin sıcaklığıdır. Buharlaşan sular bir süre sonra yoğunlaşarak yere yağmur halinde yağar. Pınarlarda, nehirlerde akar ve ölümünden sonra toprak bu su sayesinde canlanır. Toprağın canlanmasında su, sıcaklık ve ışık aynı oranda etkili olmuşlardır. "Rüzgarı estirmesinde."

Rüzgarlar, şu akıllara durgunluk veren evrenin planında öngörülen ince ve ahenkli düzen uyarınca kuzeyden, güneyden, doğudan, batıdan, ters yönden, aynı yönden sıcak, soğuk eserler. Evrenin planında herşeyin hesabı en ince noktasına kadar yapılmış, hiçbir şey kör tesadüfe bırakılmamıştır. Rüzgarın esmesinin, dünyanın dönüşü, gece ve gündüz olayı ve gökten inen rızıkla yakın ilişkisi vardır. Bu olayların tümü yüce Allah'ın evreni yaratmaya ve onu dilediği gibi yönlendirmeye ilişkin iradesinin gerçekleşmesi için birbirlerine yardımcı olmaktadırlar. Bütün bu olaylarda evrene serpiştirilmiş ayetler vardır. Ama kime?

"Aklını kullanan kimseler için..: '

İşte burada akla iş düşüyor. Bu alanda kullanabileceği geniş bir imkan vardır.

Bunlar yüce Allah'ın evrende sergilediği bazı ayetlerdir. İşte, kesin inanan ve akıllarını kullanan müminlere yönelik bu anlam yüklü mesajlarla bu ayetlere işaret ediliyor. Allah'ın Kur'an'daki ayetleri aracılığı ile bu evrensel ayetlere işaret ediliyor, kalplere dokunuluyor, akıllar uyarılıyor ve doğrudan doğruya fıtratın diliyle insan fıtratına hitap ediliyor. Çünkü insanın fıtratı ile evren arasında gizli ve köklü bir bağ vardır. Bu yüzden fıtratın uyanması için Kur an ayetleri gibi birkaç anlamlı cümlenin dışında birşey yapmak gerekmez. Dolayısıyle Kur an ayetlerine inanmayan birinin onun dışında bir şeye inanması beklenemez. Bu anlamlı işaretlerin uyandıramadığı bir kalbi, bu etkin mesajdan sonra hiçbir çığlık uyandıramaz: Okuyalım:



6- İşte bunlar Allah'ın ayetleridir. Bunları sana hak ilkesine göre okuyoruz. Allah'tan ve O'nun ayetlerinden sonra hangi söze inanacaklar

Hiçbir söz etkinlik bakımından yüce Allah'ın Kur'an'daki sözlerinin düzeyine erişemez. Hiçbir sanat görkemlilik açısından yüce Allah'ın evrendeki sanatının düzeyine ulaşamaz. Ve hiçbir gerçek Allah'ın sunduğu gerçeğin kalıcılığının, açıklığının ve kesinliğinin düzeyine çıkamaz. Peki "Allah tan ve O'nun ayetlerinden sonra hangi söze inanacaklar?"

Öyle ise inanmayanlar tehdide ve tepelenmeye layıktırlar:



7- Her yalancı, günah yüklü kimsenin vay haline.

8- Allah'ın ayetlerinin kendisine okunduğunu işitir de sonra büyüklük taslayarak sanki onları hiç işitmemiş gibi küfründe direnir. Onu, acı bir azabla müjdele.

9- Ayetlerimizden birşey öğrendiği zaman onunla alay eder. İşte böyleleri için alçaltıcı azab vardır.

10- Cehennem onların peşindedir. Kazandıkları şeyler de, Allah'ı bırakıp edindikleri dostlar da onlara hiçbir fayda vermez. Onlar için büyük bir azap vardır.

Surenin tanıtım bölümünde de değindiğimiz gibi bu a etler, Mekke'de müşriklerin bu çağrıya karşı takındıkları tavrın bir yönünü, çarpık ve eğri inançlarına bağlılıkta ısrar etmelerini, açık ve anlaşılır gerçeği ifade eden sözleri dinlemeye tenezzül etmeyişlerini, sanki zihinlerini zorlamamış gibi gerçeğe karşı büyüklük taslayışlarını, Allah'a ve O'nun sözlerine karşı edepsiz bir tavır takınmalarını... Bunun yanısıra Kur'an-ı Kerim'in bütün bunları aşağılayıcı, kınayıcı, tehdit ve azar içeren ifadelerle, onur kırıcı, korkunç ve acıklı bir azapla karşılamasını tasvir ediyor.

"Her yalancı, günah yüklü kimsenin vay haline."

`Vay haline' demek yok olsun demektir. Ayette geçen "effak" ise, yalan söylemeyi alışkanlık haline getiren kaşarlanmış yalancı demektir. "Esim" de; fazlasıyla günahla içli dışlı olan günahkâr demektir. Tehdit bu niteliklerinin tümünü kapsıyor. Bu, caydırıcı, karşı konulmaz, yokeden, kırıp geçiren güce sahip olan yüce Allah'tan gelen bir tehdittir. Onun va'di de, tehdidi de, uyarısı da doğrudur. Bu yüzden tehdit korkutucudur, dehşet vericidir, ürkütücüdür.

Bu, kaşarlanmış yalancı günahkârın yalanının ve günahının belirtisi; batılda ısrar etmesi, hakka karşı büyüklük taslaması, Allah'ın ayetleri önünde boyun eğmeye tenezzül etmemesi, Allah karşısında ona yaraşır bir edep tavrı takınmamasıdır.

"Allah'ın ayetlerinin kendilerine okunduğunu işitir de sonra büyüklük taslayarak sanki onları hiç işitmemiş gibi küfründe direnir."

Bu çirkin tablo, gerçi Mekke'deki bir grup müşrikin tablosudur ama, her cahiliye toplumunda yinelenen bir olgudur. Bugün de yarın da görülecektir. Hatta müslüman olduklarını ileri süren bazı insanlar da kendilerine okunan Allah'ın ayetlerini dinledikleri halde duymamış gibi büyüklük taslayarak kendi batıl tutumlarını sürdürürler. Çünkü bu ayetler arzusuna uymaz, öteden beri alışageldiği gelenekleri ile uyuşmaz, yanlış düşüncesine destek olmaz, kötülüğünü onaylamaz, amacına uygun düşmez.

"Onu, acı bir azapla müjdele."

Aslında müjde iyilik içindir. Ama burada alay etme amacı ile kullanılıyor bu ifade. Mademki uyarıya kulak vermiyor, şu halde beklenen felaket uyarısı bir müjde biçiminde duyurulsun. Bu da, onu daha çok aşağılamak, daha fazla alay etmek için kullanılıyor.

"Ayetlerimizden bir şey öğrendiği zaman onunla alay eder."

Ayetlerimizi öğrenip nereden kaynaklandıklarını bildikten sonra onlarla alay eder. Bu, sorumluluğu daha ağır, özü itibariyle daha çirkin bir davranıştır. Bu tablo ilk ve son cahiliye toplumlarında sık sık rastlanan bir tablodur. Aralarında müslüman oldukları söylenenler de olmak üzere nice insan öğrendikleri Allah'ın ayetleri ile alay ederler, onları, onlara inananları ve insanların, hayatının sorunlarını onlara başvurarak çözmeye çalışanları alaya alırlar:

"İşte böyleleri için alçaltıcı azap vardır."

Onların Allah'ın ayetleri olduğunu bildiği halde onlarla alay edenlerin bu davranışlarına uygun karşılık aşağılayıcı, onur kırıcı azaptır.

Bu azap bir süre sonra gerçekleşecekse de yakındır, hazırdır. Özü itibariyle her zaman mevcuttur:

"Cehennem onların peşindedir."

Burada "peşindedir" kelimesinin anlamından çok, verdiği hava kast olunuyor. Verdiği hava ise şudur: Onlar cehennemi göremiyorlar çünkü peşlerinden geliyor. Ondan sakındırmıyorlar çünkü farkında değildirler. Ancak cehennemden kurtulamayacaklar, kesinlikle içine düşecekler.

"Kazandıkları şeyler de, Allah'ı bırakıp edindikleri dostlar da onlara hiç bir fayda vermez:'

İşledikleri ameller veya kazandıkları mallar onlara bir fayda vermez. Şayet amelleri yapıcı ise boşa gidecekler ve ellerinde birşey kalmayacak. Çünkü onların bu yapıcı amelleri iman temeline dayanmıyor. Kazandıkları mallar yok olacak ve geride yararlanabilecekleri birşey kalmayacaktır. Allah'ı bir yana bırakıp edindikleri dostlar -düzmece tanrılar veya yardımcılar yahut askerler ya da arkadaşlar- onlara yardım edemeyecek, kurtulmaları için aracılık yapamayacaklar.

"Onlar için büyük bir azap vardır:'

Aşağılayıcı olmanın yanısıra büyüktür bu azap. Çünkü Allah'ın ayetlerini alaya alma iğrenç bir suçtur. Aşağılanmayı gerektiriyor. Büyük bir suçtur, aynı oranda büyük bir azabı gerektiriyor.

Allah'ın ayetlerini alaya almanın, onlara engel olmanın ve onlara karşı büyüklenmenin ele alındığı bu bölüm, Allah'ın ayetlerinin gerçek mahiyetine ve u gerçeği inkar edenlerin çarpıtılacakları cezaya ilişkin genel bir açıklama ile son buluyor:



11- İşte doğru yolu gösteren bu Kur'an'dır. Rabblerinin ayetlerini tanımayanlar için çok kötü, acı bir azap vardır.

Bu Kur'an'ın gerçek mahiyeti; yol göstericiliktir. Saf ve berrak bir yol göstericilik... Sapıklık bulaşmamış salt bir hidayet. Bundan sonra gerçek mahiyeti bundan ibaret olan bu ayetleri inkar eden birisi en acıklı azabı hakkeder. İfadedeki vurgu azabın şiddetini ve acıklılığını somutlaştırmaktadır. Çünkü ifadede eden "Ricz" kelimesi şiddetli azap demektir. Onların tehdit edildikleri azap şiddetli ve elem verici bir azaptır. Tekrar üstüne tekrar, vurgu üstüne vurgu. Saf, berrak ve açık hidayeti, yol göstericiliği inkar edenlere yaraşır bir azap.

İNSANA SUNULAN EVRENSEL NİMETLER

Korkunç tehditten, ürkütücü azaptan sonra surenin akışı dönüyor ve şefkatle kalplerini okşuyor; yüce Allah'ın uçsuz bucaksız evrende kendilerinin hizmetine sunduğu nimetleri hatırlatıyor:

12- Allah emri gereğince denizde yüzmek üzere gemileri, lütfedip verdiği rızkı aramanız için denizi buyruğunuz altına vermiştir. Belki artık şükredersiniz.

13- Gökte olanları, yerde olanları, hepsini sizin buyruğunuz altına vermiştir. Doğrusu bunlarda, düşünen kimseler için dersler vardır.

İnsan denen şu küçük yaratık, yüce Allah'ın gözetiminden büyük pay alıyor. Yüce Allah dehşet verici evrende yeralan tüm varlıkları onun hizmetine vermiş, değişik yönlerden onlardan yararlanmasını dilemiştir. Bu yararlanma evrene egemen olan yasalar sisteminin bir yönünü ortaya çıkarmakla mümkündür. Evren bu yasalara göre hareket eder ve kesinlikle onların dışına çıkmaz. Şayet evrene egemen olan yasalar sisteminin bir yönü ortaya çıkarılmasaydı insanoğlu sınırlı ve basit gücüyle evrenin dehşet verici güçlerinden yararlanamazdı. Hatta onunla birlikte yaşayamazdı. Şu ufak tefek yaratık, korkunç güçlerden, enerji kaynaklarından ağırlıklardan ve cisimlerden meydana gelen bu dev varlıkla birlikte hayatını sürdüremezdi.

İşte bu korkunç enerji kaynaklarından biri de denizdir. Yüce Allah bu dev gücü insanın hizmetine sunmuş, onun yapısına ve özelliklerine ilişkin bazı sırları önüne açmıştır. İnsanoğlu öğrendiği sırlardan biri sayesinde bu dehşet verici yaratığın üstünde yüzen gemiyi yapmıştır. Geminin içinde korkmadan denizin dağ gibi dalgalarının arasından süzülür gider. "Gemiler onun emri uyarınca denizde yüzsünler diye..." Çünkü denizi bu niteliklere sahip olarak yaratan Allah'tır. O'dur geminin ana maddesini bu özellikte yaratan. Hava basıncını, rüzgarın hızını ve yer çekimini vareden O'dur. Geminin denizde yüzmesini sağlayan diğer özellikleri de O yaratmıştır. İnsana bütün bunları göstermiş, onlardan yararlanmasına imkan hazırlamıştır. Bunun yanısıra insana denizden başka türlü de yararlanmasını göstermiştir: "Lütfedip verdiği rızkı aramanız için..." Denizden çıkarılan ürünler, süs eşyaları gibi... Aynı şekilde ticaret, bilgi, deneyim, spor, turizm gibi Allah'ın lütfu sayesinde denizlerden yararlanılan daha nice rızıklar, güzellikler...

Yüce Allah denizi ve gemiyi Allah'ın lütfedip verdiği rızıkları arasınlar; bahşettiği lütuflara ve nimetlere karşı, hizmetlerine sunduğu evrensel güçlere, gösterdiği evrensel sırlara karşı ona şükretsinler diye insanların hizmetine sunmuştur: "Belki artık şükredersiniz." Yüce Allah bu Kur'an aracılığı ile insan kalbini bu hakkın borcunu ödemeye, bu ufukla bağlantı kurmaya, kendisiyle evren arasındaki kaynak ve hedef birliğini kavramaya yöneltiyor. Onunla evrenin birlikte yöneldikleri hedefin Allah olduğunu bildiriyor.

İnsanın yararına sunulan güç ve enerji kaynaklarından özel olarak denizden söz edildikten sonra ifade genelleştiriliyor, daha kapsamlı hale getiriliyor. Yüce Allah göklerde ve yerde -kendisine yardımcı olacak ve halifelik görevinin kapsamına giren- birçok güç ve enerji kaynaklarını insanın hizmetine sunmuş, sayısız nimetler ve iyilikler bahşetmiştir:

"Gökte olanları, yerde olanları, hepsini sizin buyruğunuz altına vermiştir."

Varlıklar aleminde bulunan herşey O'ndan gelmiş, O'na gidecektir; hepsini O varetmiştir, yönlendiren O'dur hepsini; onları insânların hizmetine sunan, kullanılır duruma getiren O'dur... Ama insan denen şu küçücük yaratık, Allah tarafından evrene egemen olan yasalar sisteminin bir yönünü öğrenmek, evrenin güç ve enerji kaynaklarını hizmetine almak, böylece gücünü ve enerjisini büyük ölçüde artırmak gibi özelliklerle donatılmıştır. Bütün bunlar yüce Allah'ın insana yönelik lütfudur. Bütün bunlarda düşünen, aklını kullanan, aklıyla ve kalbiyle bu güç ve enerjileri yönlendiren, onları idare eden sanatkâr elin uyarıcı dokunuşlarını izleyen kimseler için ayetler vardır, çıkarılacak dersler vardır:

"Doğrusu bunlarda düşünen kimseler için dersler vardır."

Bir fikir, bir düşünce sırrını ortaya çıkardığı güç ve enerjileri aşıp bu güç ve enerjilerin kaynağına, bunlara egemen olan evrensel yasalar sistemine, bu yasalarla insanın öz yaratılışı arasındaki bağa yönelmedikçe doğru, derin ve kapsamlı bir düşünce olamaz. İşte bu bağ, insanın evrensel yasalar sistemi ile iletişim kurmasını, onları kavramasını kolaylaştırmıştır. Bu bağ olmasaydı, insanoğlu evrensel yasalar sistemi ile iletişim kuramayacak, onları kavrayamayacaktı. Evrensel güç ve enerji kaynaklarını öğrenemeyecek, onlara hükmedemeyecek, hizmetine alamayacak, onlardan yararlanamayacaktı.

İNANANLARIN HOŞGÖRÜSÜ

Surenin akışı, insan kalbini varlık alemini kalbine bağlayan, ona gerçek gücün kaynağını; yani varlığın sırlarını ortaya çıkarmayı gösteren bu güçlü ifadeli bölüme ulaşınca gönülleri bu zengin, bu geniş kaynaklı iletişim kuramamış zayıf, zavallı kimseler karşısında müminleri yüceliğe, büyüklüğe, geniş ufukluluğa, hoşgörülülüğe, sabırlılığa davet ediyor. Aynı zamanda, Allah'ın yüceliğinin, sırlarının ve yasalarının somutlaştığı günlerinin farkında olmayıp güçlü, büyük ve parlak gerçekleri göremeyen düşkünlere acımalarını istiyor:



14- Müminlere de ki: `Allah'ın, her milletin yaptıklarının karşılığını vereceği günlerinin geleceğine inanmayanları bağışlasınlar.

15- Kim iyi bir iş yaparsa faydası kendisinedir ve kim kötülük yaparsa zararı kendisinedir. Sonra Rabbinize döndürüleceksiniz.

Bu, Allah'ın günlerinin geleceğini ummayanlara karşı müminlerin hoşgörülü olmalarını öngören saygın bir direktiftir. Bu hoşgörü bağışlamanın, affetmenin gereğidir. Güçlülükten, üstünlükten kaynaklanır bu hoşgörü. Büyüklüğün, erdemliliğin sonucudur bu hoşgörü. Gerçekten de Allah'ın günlerini ummayanlar şefkate muhtaç zavallılardır. Bu zavallılıkları kimi zaman insana güç, zenginlik, rahmet ve cömertlik duygularını bahşeden coşkun kaynaktan; Allah a iman kaynağından, Allah'a güven duygusundan, onun himayesine girip korunmaktan, sıkıntı ve felaket anlarında ona sığınma duygusundan yoksun oluşlarından kaynaklanıyor. Aynı şekilde, evrensel yasaların planı ile ve bunların arka planındaki güç ve zenginlik kaynakları ile bağlantılı olan gerçeği bilmeyişleri de zavallılıklarının bir diğer nedenidir. İman hazine ve servetine sahip bulunan, imanın verdiği merhamet ve coşku duygularıyla beslenen müminler, şu zavallı yoksulların taşkınlıklarını ve ahmaklıklarını bağışlayacak kadar alicenaptırlar, büyüktürler.

Bu, meselenin bir yanı. Öte yandan bu müminler meseleyi bütünüyle Allah'a bırakmalıdırlar. Yüce Allah iyilik yapanın iyiliğinin ve kötülük yapanın kötülüğünün karşılığını verir. Bunun yanısıra müminlerin kötülükleri bağışlamalarını da onların iyiliklerinin hesabına kaydeder. Doğru olarak bu hoşgörü bozgunculuğun her tarafı kaplamadığı, Allah'ın sınırlarını ve yasaklarını çiğnemediği durumlar için sözkonusudur.

"Allah her milletin yaptıklarının karşılığını verecektir."

Bunun üzerine, sorumluluğun bireyselliğine, herkesin yaptıklarına verilecek karşılığın adilce belirleneceğine, en sonunda sadece Allah'a dönüleceğine ilişkin bir değerlendirme yapılıyor:

"Kim iyi bir iş yaparsa faydası kendisinedir ve kim kötülük yaparsa zararı kendisinedir. Sonra Rabbinize döndürüleceksiniz: '

Bununla müminin göğsü genişliyor, bilinç düzeyi yükseliyor; zayıflık göstermeden, kesinlikle sıkılmadan, gerçekleri göremeyen, ne yaptıklarının farkında olmayan zavallıların taşkınlıklarından, ahmaklıklarından kaynaklanan bireysel kötülüklere katlanıyor. Çünkü mümin daha büyüktür, daha geniştir ve daha güçlüdür. Mümin nurdan yoksun olanlar için yol göstericilik meşalesini taşıyor. Kaynaktan yoksun olanlar için şifa iksirini taşıyor. Mümin kendi yaptıklarının karşılığını görecektir. Kötülük işleyenin sorumluluğunu hiçbir şekilde yüklenmeyecektir. Her iş sonuçta Allah'a gelecektir. Dönüş O'nadır. O'nun katına varılacaktır.

Bundan sonra surenin akışı, insanlığa yol göstericilik yapacak mümin önderlikten sözediyor. Bu önderliğin son olarak islam mesajında toplandığını vurguluyor. Bunun yanısıra İsrailoğullarına Allah katından kitap, egemenlik ve peygamberlik verildikten sonra, kitapları etrafında görüş ayrılığına düştüklerine işaret ediyor. Ve en sonunda önderlik ve egemenlik sancağının son çağrının sahibine devredildiğine değiniyor. Kur'an ayetleri bu gerçeğe işaret ederken, henüz davetin sahibi Mekke'de bulunuyordu. İslam mesajı sıkı takibe alınmış, çepeçevre kuşatılmıştı. Ne var ki islam daha doğarken bu karaktere sahipti. Doğuşundan itibaren bu misyonu taşıyordu:



16- Andolsun ki biz İsrailoğullarına kitab, hüküm ve peygamberlik verdik; onları temiz şeylerle rızıklandırdık; onları dünyada üstün kıldık.

17- Din konusunda onlara açık deliller verdik. Onlar kendilerine bilgi geldikten sonra sadece aralarındaki çekememezlik yüzünden ayrılığa düştüler. Şüphesiz, Rabbin kıyamet günü, ayrılığa düştükleri şeylerde onlar arasında hüküm verecektir.

18- Sonra ey Muhammed! Sana da insanların uyacakları bir hayat sistemi (şeriat) verdik. Sen ona uy, bilmeyenlerin arzularına uyma.

19- Çünkü onlar, Allah'tan gelecek hiçbir şeyi senden savamazlar. Zalimler birbirlerinin dostlarıdır. Allah ta müttakilerin dostudur.

20- Bu Kur'an, insanlara kurtuluş yollarını gösteren kanıtlar sunmaktadır; kesin olarak inananlara kılavuz ve rahmettir.

İslamdan önce insanlığa önderlik etme görevi İsrailoğullarının elinde idi. Yüce Allah'ın tarihin o dönemi için seçtiği gök menşeli inanç sisteminin temsilcisi onlardı. İnsanlık için gök menşeli bir inanç sistemine dayalı önderlik makamı kaçınılmazdır. Çünkü yerin önderliği arzulara, bilgisizliğe ve eksikliğe dayanır. İnsanları yaratan Allah'tır. Sadece Allah onlar için arzulardan uzak bir hayat sistemi koyabilir. Çünkü bütün insanlar O'nun kuludur. Allah'ın koyduğu bu hayat sistemi bilgisizlikten ve eksiklikten uzak olur. Çünkü onları yaratan yüce Allah'tır ve O yarattıklarını herkesten iyi bilir. O latiftir, herşeyden haberdardır.

"Andolsun ki, biz İsrailoğullarına kitap, hüküm ve peygamberlik verdik."

Allah'ın şeriatını içeren Tevrat onların elinde idi. Ellerinde şeriatı uygulayacak yetki ve egemenlik vardı. Hz. Musa'nın peygamberliğinden ve kitabından sonra da şeriatı ve kitabın uygulanışını üstlenmek üzere aralarından peygamber gönderilmişti. Bu şekilde tarih içinde uzun sayılacak bir dönem boyunca aralarından birçok peygamberler gelmişti.

"Onları temiz şeylerle rızıklandırdık."

Egemenliklerinin ve peygamberliklerinin etkinlik alanı Nil ve Fırat arasındaki verimli, temiz ve kutsal topraklardı.

"Onları dünyalara üstün kıldık."

Kuşkusuz bu üstünlükleri kendi zamanlarındaki insanlar için geçerliydi. Bu üstünlüklerinin ilk belirtisi, Allah'ın şeriatını uygulayacak önderler olarak seçilmeleriydi; kendilerine kitap, egemenlik ve peygamberlik verilmesiydi.

"Din konusunda onlara açık deliller verdik."

Onlara verilen şeriat açık, hükümleri kesin ve içeriğï en ince noktasına kadar ayrıntılı biçimde açıklanmıştı. Bu şeriatın kapalı, karmaşık, eğri ve çarpık bir tarafı yoktu. Kısacası daha sonra aralarında baş gösterdiği gibi bu açık ve hükümleri kesin kılınmış şeriatta görüş ayrılıklarını gerektirecek bir durum sözkonusu değildi. Onların aralarında başgösteren görüş ve inanç ayrılıklarının nedeni meselenin kapalılığı veya gerçek ve doğru hükmün hangisi olduğunu bilmeyişleri değildi:

"Onlar kendilerine bilgi geldikten sonra ayrılığa düştüler."

Bu görüş ve inanç ayrılıkları, gerçeği ve doğruyu bilmekle beraber aralarındaki çekelemezlikten, taşkınlıktan ve zulümden kaynaklanıyordu:

"Aralarındaki çekememezlik yüzünden..."

Bu yüzden yeryüzündeki önderlik misyonları sona erdi, halifelikleri geçersiz sayıldı. Durumları bundan sonra kıyamet gününde yüce Allah'ın vereceği hükme bırakıldı.

"Şüphesiz Rabbin kıyamet günü, ayrılığa düştükleri şeylerde onlar arasında hüküm verecektir."

Sonra yüce Allah halifelik görevini yeni bir peygamberliğe, yani bir peygambere vermiştir. Bu peygamber Allah'ın şeriatını yeniden dosdoğru bir şekilde uygulamış, gök menşeli önderliği eski berraklığına kavuşturmuştur. Bu önderlik misyonunu yerine getirirken Allah'ın şeriatına göre hükmetmiştir, insanların arzularına göre değil:

"Sonra ey Muhammed! Sana da insanların uyacakları bir hayat sistemi verdik. Sen ona uy, bilmeyenlerin arzularına uyma: '

Böylece mesele net biçimde ortaya konuyor. Ya Allah'ın şeriatı ya da bilmeyenlerin arzuları... Üçüncü bir şık sözkonusu değildir. Dengeli ve tutarlı şeriat ile değişken arzular arasında orta bir yol da yok. Bir insan Allah'ın şeriatını bir kenara bıraktığı zaman kesinlikle arzulara göre hükmedecektir. Çünkü Allah'ın şeriatının dışındaki tüm hayat sistemleri, bilmeyenlerin eğilim gösterdikleri arzuların, ihtirasların ürünüdür.

Yüce Allah, peygamberini bilmeyenlerin arzularına, ihtiraslarına uymaktan sakındırıyor. Çünkü onlar Allah karşısında ona bir yarar sağlayamazlar. Onlar birbirlerini dost ediniyorlar. Fakat onlar birbirlerine yardım etseler de peygambere bir zarar dokunduramazlar. Çünkü O'nun dostu Allah'tır:

"Çünkü onlar Allah'tan gelecek hiçbir şeyi senden savamazlar. Zalimler birbirlerinin dostlarıdır. Allah ta müttakilerin dostudur."

Bu ayet, önceki ayetle birlikte davetçinin yolunu belirliyor, hareket metodunun sınırlarını çiziyor. Bu konuda söylenen tüm sözlere, yapılan tüm yorumlara, tüm açıklamalara bir çizgi çiziyor:

"Sonra ey Muhammed! Sana da insanların uyacakları bir hayat sistemi (şeriat) verdik. Sén ona uy, bilmeyenlerin arzularına uyma. Çünkü onlar, Allah'tan gelecek hiçbir şeyi senden savamazlar. Zalimler birbirlerinin dostlarıdır, Allah ta müttakilerin dostudur."

Bu nitelikleri hakkeden tek bir şeriat vardır. Onun dışındaki hayat düzenleri bilgisizlikten kaynaklanan arzulardır, ihtiraslardır. Dava adamı, sadece şeriata uymalı ve bütün arzuları, ihtirasları bir kenara bırakmalıdır. Kesinlikle en ufak bir meselede bile Allah'ın şeriatından sapıp arzulara, ihtiraslara uymamalıdır. Çünkü arzularına, ihtiraslarına uyacağı kimseler, şeriatın sahibi olan Allah'a karşı ona hiçbir yardımda bulunamayacak, onu savunamayacak kadar güçsüzdürler, zayıftırlar. Heva ve heveslerden kaynaklanan hayat sistemlerinin taraftarları birbirlerine yardım eden birleşik bir cephedirler. Onlar şeriatın sahibïne karşı bir birleri ile dayanışma içindedirler. Bunun için şeriatı benimseyen birisi, bazılarının yardımını umarak onlara eğilim göstermemeli, onları birbirlerine bağlayan heva ve heveslerine sempati ile yaklaşmamalıdır. Üstelik onlar dava adamına eziyet edemeyecek, ona zarar veremeyecek kadar zayıftırlar, güçsüzdürler. Çünkü muttakilerin dostu Allah'tır. Şimdi Allah'ın dostluğu ile heva ve heveslerine göre hareket edenlerin dostluğu bir midir? Birbirlerinin dostu olan zayıf, cahil ve basit kimseler nerde, müttakilerin dostu Allah'ı dost edinen şeriat izleyicisi nerde?

Bu kesin ve net .açıklamadan sonra yapılan değerlendirme, kesin inançtan, Kur'an'da yeralan bu ve benzeri sözlerdeki kesin inanç sahibi kimselere yönelik rahmetten, yol göstericilikten ve kanıtlardan söz ediyor:

"Bu Kur'an, insanlara kurtuluş yollarını gösteren kanıtlar sunmaktadır; kesin olarak inananlara kılavuz ve rahmettir."

Kur'an-ı Kerim'in insanlara yönelik yol gösterici belgeler olarak nitelendirilmesi, Kur'an'ın yol göstericilik ve aydınlatıcılık misyonunun anlamını daha da derinleştirmektedir. Doğrusu bu Kur'an yol gösteren, varlıkların görülmesini sağlayan gözler gibidir. Kur'an özü itibariyle hidayettir. Başlıbaşına rahmettir. Fakat bütün bunlar kesin bir inanca, kuşkuya yer vermeyen, kararsızlık bulaşmayan, şüpheden eser bulunmayan bir güvene bağlıdır. Kalp kesin bir inanca, sarsılmaz bir güven duygusuna sahip olunca, izleyeceği yolu bilir, bocalamaz, telaşlanmaz, yolunu şaşırmaz. O zaman yolunun açık, ufkunun aydınlık, amacının kesinleşmiş, hayat sisteminin ana hatlariyle belirlenmiş olduğunu görür. O zaman Kur'an, onun için kesin olarak bir nur, bir yol gösterici, bir rahmet olur.

ADİL TERAZİ

Zalimlerin birbirlerinin dostu olduklarına, Allah'ın ise, müttakilerin dostu olduğuna; müttakiler açısından Kur'an'ın özelliğine; onun kesin inananlar için gören göz, yol gösterici kılavuz ve rahmet olduğuna ilişkin bu açıklamanın üzerine yapılan değerlendirmede, kötülük işleyenlerle, mümin olarak yapıcı ve salih ameller işleyenlerin durumlarının kesin olarak birbirlerinden farklı olduğu vurgulanıyor. Değerlendirilirken, haklarında karar verilirken bu iki grubun bir tutulması reddediliyor, çünkü bunların Allah'ın terazisindeki değerlerinin farklı olduğu belirtiliyor. Bunun yanısıra yüce Allah'ın gökleri ve yeri hak ve adalet ilkelerine dayandırdığı, evrenin varoluş planının özünün hak olduğu dile getiriliyor:



21- Yoksa kötülükleri işleyen kimseler kendilerini inanıp iyi ameller işleyenlerle bir tutacağımızı mı sandılar? Yaşamaları ve ölmeleri bir olacak öyle mi? Ne kötü hüküm veriyorlar.

22- Allah, gökleri ve yeri hak ilkesine dayalı olarak yarattı, ta ki herkes kazandığının karşılığını görsün. Onlara haksızlık edilmez.

Burada, Allah'ın kendilerine gönderdiği kitaptan sapan, sürekli kötülük işleyen, buna rağmen kendilerini müminlerin çizgisinde gören, kendilerini sürekli yapıcı ve salih ameller işleyen müslümanlarla bir tutan, dünya hayatında veya ölümde, yani hesaplaşma ve mükafat alma sırasında Allah'ın ölçüsünde onlarla eş sayan ehli kitaptan sözediliyor olabilir. Aynı şekilde hitap genel de olabilir. Böylece kulların Allah'ın ölçüsündeki değerlerinin açıklanması, yapıcı işler yapan, salih ameller işleyen müminlerin kefelerinin ağır bastığının belirtilmesi, kötülük yapanlarla iyilik yapanları bir sayan anlayışın reddi, bu anlayışın varlıklar aleminin temeli olan değişmez ilkeye, yani hak ilkesine ters düştüğünün vurgulanması hedeflenmiş olabilir. Varlıklar aleminin temeli olan hak ilkesi, evrenin yapısında olduğu gibi Allah'ın şeriatının varlığında da somutlaşmaktadır. Evren bu ilkeye dayandığı gibi insanların hayatı da bu ilkeye dayanır. Bu ilke, ancak kötülük yapanlarla, yapıcı salih ameller işleyenlerin her durumda farklı muamele görmesi; herkesin kendi kazancına göre, yani sapıklığına veya doğru yolda oluşuna göre karşılık görmesi, tüm insanlar için adalet ilkesinin uygulanması ile gerçekleşebilir. Böylece "Onlara haksızlık edilmez:'

Hak ilkesinin evren binasının temeli olduğu, bu ilkenin Allah'ın insanlara gönderdiği şeriatla yakın ilişkili olduğu ve hesaplaşma gününde, dünyada işlenenlerin karşılık alacağı günde, bu ilkeye göre hüküm verileceği mesajı Kur'an'-da sık sık tekrarlanır. Çünkü islam inanç sisteminin temel prensiplerinden biri haktır. Değişik meseleler bu ilke etrafında yoğunlaşır. İç alemle ve dış alemle, evrene egemen olan yasalar sistemi ile ve insanların hayatına hükmeden şeriatla ilgili her mesele bu ilkeyle bağlantılıdır. Bu ilke "İslamın evrene, hayata ve insana bakış açısı"nın temelidir.

KOYU BİR SAPIKLIK

Bu değişmez, bu kalıcı temelin yanısıra değişken arzulara; bazılarının ilahlaştırıp kulluk sunduğu, böylece doğru yolu bulma ümidi kalmamış, koyu bir sapıklığa daldığı, heva ve heveslere işaret ediliyor. Allah bizi bu sapıklıktan



23- Ey Muhammed! Heva ve hevesini tanrı edinen Allah'ın bir bilgiye dayalı olarak şaşırttığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünü perdelediği kimseyi gördün mü? Onu Allah'tan başka kim doğru yola eriştirebilir? Hal& anlamıyor musunuz?

Burada Kur'an-ı Kerim değişmez demeli bir yana bırakan, değişken arzuların peşine düşen; kendi arzusuna tapan, önünde eğilen, onu düşüncesinin, hükümlerinin, duygularının ve hareketlerinin kaynağı haline getiren... Onu karşı konulmaz, her istediği yerine getirilen bir tanrı konumuna çıkaran, ikide bir değişip duran işaretlerini derin bir itaat duygusuyla, tam bir teslimiyetle, kesin bir kabul ile algılayan insan ruhunun enteresan bir portresini çiziyor. Kur'an bu tabloyu çiziyor ve bu tutumun çirkinliğini, hayret vericiliğini şu şekilde dile getiriyor:

"Heva ve hevesini tanrı edineni gördün mü"

Gördün mü böyle birini? Böyle biri, şaşkınlık uyandıran, hayret edilen tuhaf bir aralıktır. Böyle biri yüce Allah'ın kendisini saptırmasını, rahmetiyle onu sarmamasını hakeder. Çünkü onun kalbinde hidayete yer kalmamıştır. O, hasta, anormal arzularına, ihtiraslarına tapıyor.

"Allah bir bilgiye dayalı olarak onu şaşırtmıştır."

Allah onun sapıklığı hakkettiğini bildiği için onu saptırmıştır. Veya o, hakkı bildiği halde arzularına karşı koymamış, onun tapılan bir ilah konumuna gelmesine en el olamamıştır. Onun bu tutumu yüce Allah'ın onu saptırmasını ve koyu sapıklık içinde bocalamak üzere kendi haline bırakmasını gerektirmiştir:

"Allah onun kulağını ve kalbini mühürlemiş, gözünü perdelemiştir."

Onun içine aydınlığın sızacağı bütün açıklıklar, hidayetin gireceği tüm kanallar tıkanmıştır. Heva ve hevesine tapması, derin bir teslimiyetle kulluk sunması yüzünden içindeki tüm alıcı cihazlar iş göremez hale gelmiştir:

"O'nu Allah'tan başka kim doğru yola eriştirebilir."

Hidayet tamamıyle Allah'ın tekelindedir. Hiç kimse, bir başkasını doğru yola ve sapıklığa eriştiremez. Bu Allah'ın yetkisinin kapsamındadır. Hiç kimse O'nun yetkisine ortak olamaz, seçilmiş peygamberler bile.

"Halâ anlamıyor musunuz?"

Anlayan uyanır, kendine gelir. Arzuların boyunduruğundan kurtulur. Kendisine uyanı saptırmayan açık ve değişmez hayat sistemine ve hareket metoduna döner.

Surenin bu son bölümü, müşriklerin ahiret, ölümden sonra diriliş ve hesaplama meselesine ilişkin sözlerini sunuyor. Buna inkar edemedikleri kendileri ile yakından ilgili, kendi varoluşlarını örnek göstererek cevap veriyor. Sonra bir kıyamet sahnesini sunuyor. -Henüz vakti gelmemiş olsa bile-. Bu sahneyi bizzat kendi başlarına gelmiş gibi görüyorlar. Çünkü Kur'an'ın ifade tarzı sahneyi o kadar canlı, o kadar somut sunuyor ki, onlar kelimeler arasından gözleriyle görüyor gibi oluyorlar.

Ardından sure, gökler, yer, göklerde ve yerdeki alemler üzerindeki tek ve ortaksız Rabblığa sahip Allah'ı överek, önünde hiçbir başın dikilemediği, hiçbir küstahın boynunu uzatamadığı gökler ve yerdeki eşsiz büyüklüğünü, yüceliğini kutsayarak sona eriyor... O, üstün iradelidir, her yaptığını bir hikmete göre yapar.



24- "Hayat, ancak bu dünyadaki hayatımızdır. Ölürüz ve yaşarız; bizi ancak zaman yok eder" derler. Onların bu hususta bir bilgisi yoktur; sadece böyle zannederler.

25- Ayetlerimiz onlara açık açık okunduğu zaman delilleri yalnızca: "Doğru sözlü iseniz babalar:mm getirin bakalım" demek olur.

26- De ki: "Sizi Allah diriltir, sonra öldürür, sonra sizi şüphe götürmeyen kıyamet gününde toplar. Fakat insanların çoğu bilmezler.

İşte böylesine dar, böylesine kısır bir görüşe sahiptiler. Onlara göre hayat, bu dünyada gözleriyle gördükleri bölümdür. Bir kuşak ölür bir diğer kuşak doğar. Görünüşe bakılırsa ölüm onlara ulaşmıyor, sadece günler geçiyor, zaman dürülüyor. Onlar ölüyorlarsa, yaşama sürelerini sona erdiren, bedenlerine ölümü ulaştıran, böylece onları öldüren zamandır.

Hiç kuşkusuz bu, dış görünüşü aşamayan, dış görünüşün arka planındaki sırları araştırmayan yüzeysel bir görüştür. Mademki, ölüm belli bir düzen uyarınca, belirlenmiş günlerin sonunda bedenlere ilişmiyor ve mademki sandıkları gibi hayatlarına son veren günlerin geçmesidir, peki bu hayat nereden geldi onlara? Geldikten sonra kim alıp, götürüyor hayatlarını? Halbuki yaşlılar gibi çocuklar da ölüyor. Hastalarla birlikte sağlıklılar da ölüyor. Zayıflar gibi kuvvetliler de ölüyor. Öyleyse meseleyi dikkatlice eşeleyen, sebeplerin gerçek mahiyetini bilmek, kavramak isteyen biri açısından ölümü zaman olgusu ile açıklamak mümkün olmayacaktır.

Bunun için yüce Allah onlarla ilgili olarak şöyle diyor:

"Onların bu hususta bir' bilgisi yoktur, sadece böyle zannederler."

Akıl almaz, boş, karmaşık bir zandır bunlarınki. Bir düşünceye, bir bilgiye

dayanmıyor. Meselelerin özünü anlamayı öngörmüyor. Hayat ve ölüm olaylarının ötesinde insanın iradesinden başka bir iradenin, günlerin geçmesinden başka bir sebebin varlığına tanıklık eden sırra bakmıyorlar.

"Ayetlerimiz onlara açık açık okunduğu zaman delilleri yalnızca: `Doğru sözlü iseniz babalarımızı getirin bakalım' demek olur."

Bu söz de tıpkı az önceki gibi, yaratılışın yasalarını, bu konuda yüce Allah'ın öngördüğü hikmeti, bu hikmetin ötesinde gizli bulunan ve derin ilahi hikmetle bağlantılı bulunan hayat ve ölüm sırrını kavrayamamış olmaktan kaynaklanan yüzeysel bir görüştür. İnsanlar, amel edecek bir fırsat bulsunlar ve yüce Allah onlara bahşettiği şeylerle onları sınasın diye yeryüzünde yaşıyorlar. Sonra da ölüyorlar, yüce Allah'ın belirlediği hesaplaşana ve hayat devresindeki sınavın sonucu ortaya çıkana kadar. Bu yüzden insanlar öldükten sonra tekrar dünyaya dönmezler. Çünkü belirlenen gün gelmeden ölenlerin gelmesini gerektiren bir hikmet yoktur. Dolayısıyle bazı insanlar öyle istiyorlar diye ölüler dünyaya geri dönmezler. Çünkü varlıklar aleminin dayandığı büyük evrensel yasalar insanların önerileri ile değişmezler. Bu yüzden onların apaçık ayetler karşısında ileri sürdükleri basit önerilerin gerçekleşme imkanı yoktur: "Doğru sözlü iseniz babalarımızı getirin bakalım!"

Yüce Allah üstün hikmeti uyarınca planladığı süre dolmadan önce atalarım niçin getirecekmiş? Yüce Allah'ın ölüleri diriltebileceğine inanmaları için mi? Ne tuhaf bir şey! Yüce Allah varoluş yasası uyarınca her an gözlerinin önünde bir hayat varetmiyor mu?

"De ki: `Sizi Allah diriltir, sonra öldürür, sonra sizi şüphe götürmeyen kıyamet gününde toplar: '

İşte, ölmüş atalarının şahsında görmek istedikleri mucize budur. İşte bu mucize, bizzat gözlerinin önünde gerçekleşiyor. Canlıları dirilten Allah'tır. Sonra Allah onları öldürüyor. Şu halde O'nun insanları öldükten sonra diriltmesinde, kıyamet günü bir araya getirmesinde şaşılacak birşey yoktur. Öyleyse her an bir benzerini gözleriyle gördükleri bu olaydan kuşku duymaları için bir neden yoktur:

"Fakat insanların çoğu bilmezler."

Bu somut gerçeğin üzerine, tüm canlıların döneceği merciye yönelik bir işaretle değerlendirme yapılıyor:



27- Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah'ındır. Kıyamet kopacağı gün, işte o gün batıl sözlere uymuş olanlar hüsranda kalırlar.

28- O gün her ümmeti Allah'ın huzurunda diz çökmüş olarak görürsün. Her ümmet kitabını almaya çağırılır: "Bugün size işlediğinizin karşılığı verilecektir."

29- İşte kitabımız aleyhinize konuşuyor, gerçeği söylüyor. Çünkü biz yaptıklarınızı yazıyorduk..

Şu halde mülkünde bulunan herşeye O egemendir. Mülkündeki herşeyi O yaratmıştır. Mülkündeki canlı ve cansız varlıkları varetmeye, yeniden yapmaya O'nun gücü yeter.

İNKARCILARIN KORKUNÇ AKİBETİ

Sonra surenin akışı kuşku duydukları kıyamet gününden bir sahne sunuyor.

Daha birinci ayette, batıl taraftarlarının akıbeti vurgulanıyor. Onlar geleceğinden kuşku duydukları bugünde hüsrana uğruyorlar. Sonra ifadeler arasından bakıyoruz ve birden dehşet verici genişlikte bir meydan çıkıyor karşımıza. Bütün kuşaklar bu gezegen üzerindeki uzun-kısa yaşamlarını tamamlamış ve şimdi de bu meydanda toplanmışlardır. Ümmet ümmet ayrılıp dizi üstü çökerek korkunç hesaplaşmayı beklemektedirler. Hiç kuşkusuz bütün insanların tek bir alanda toplanarak oluşturduğu dehşet verici kalabalık korkunç bir sahnedir. Orada bulunanların tümünün dizüstü çökmüş bulunmasının oluşturduğu manzara korkunçtur. Bundan sonra hesaplaşmanın başlayacak olması da büsbütün dehşet vericidir. Her şeyden önce, kullarına nimetler bahşeden, onlara sayısız lütuflarda bulunan, ama şu alanda toplanmış bulunanların çoğunun nimetlerine şükretmediği, lütuflarını anlayamadığı caydırıcı ve karşı konulmaz güce sahip yüce Allah'ın huzurunda toplanılmış olması sahneyi daha bir korkunçlaştırıyor, insanı dehşete salıyor.

Sonra şu dizüstü çökmüş, dehşetten donakalmış ve boğuk boğuk soluyan bu ölgün kalabalığa şöyle sesleniyor:

"Bugün size işlediğinizin karşılığı verilecektir. İşte kitabımız, aleyhinize konuşuyor, gerçeği söylüyor. Çünkü biz, yaptıklarınızı yazıyorduk."

Böylece hiçbir amellerinin unutulmayacağını veya kaybolmayacağını anlıyorlar. Hem nasıl olabilir ki, herşey yazılıyken, hiçbir şey Allah'ın bilgisinin kapsamının dışında kalmazken, ondan gizlenemezken?

Sonra değişik kuşaklardan ve farklı ırklardan oluşan bu kalabalık, bu milletler topluluğu iki gruba ayrılıyor. Yığınlarca insan iki gruba bölünüyor: Müminler ve kafirler... Allah katında sadece bu iki bayrak ve sadece bu iki grup geçerlidir. Allah'ın taraftarları (Hizbullah)... Ve şeytanın taraftarları (Hizbuşşeytan)... Bunun dışındaki tüm milletler, mezhepler, ırklar ve ümmetler bu iki gruba katılıyorlar:

30- İnanıp iyi işler yapanlara gelince; Rabbleri onları rahmetinin kapsamına alır. İşte apaçık kurtuluş budur.

Uzun bekleyişten, sıkıntıdan, ızdıraptan kurtulmuşlardır. Ayet-i kerime bu tatlı havayı biran önce yapmak için onların işini çabucak ve kolayca sonuçlandırıyor.

Sonra bakışlarımızı -cümleler arasından- diğer gruba çeviriyoruz. Bir de ne görelim? Uzun uzun azarlanıyorlar. Rezil edici şekilde her şeyleri ortaya dökülüyor, teşhir ediliyor. En çirkin sözleri, en iğrenç davranışları hatırlatılıyor:

31- Ancak kafirlere gelince: Ayetlerim size okunurdu, fakat siz büyüklük tasladın:z ve suçlu bir toplum oldunuz değil mi?

32- Allah'ın va'di gerçektir. "Kıyamet gününün geleceğinden şüphe yoktur" dendiği zaman; "Kıyamet nedir bilmiyoruz" demiştiniz ha?!

Şimdi durumu nasıl görüyorsunuz? Gerçeği nasıl tadıyorsunuz? Ayetlerin akışı, bu felakete uğrayanların başına gelenlerin bir kısmını anlatmak üzere onları biran için kendi hallerine bırakıyor:

33- Yaptıklarının kötülükleri onlara göründü ve alay edip durdukları şey onları kuşattı.

34- Onlara denildi ki: "Siz bu günümüze kavuşacağınızı nasıl unutmuşsanız, biz de bugün sizi unuttuk. Yeriniz ateştir, yardımcılarınız da yoktur."

35- Böyledir, çünkü siz Allah'ın ayetlerini eğlence yaptınız; dünya hayatı sizi aldattı.

Sonra ayetlerin akışı, rezil etmek, azarlamak, önemsizliklerini, basitliklerini ve elem verici akıbete uğrayacaklarını vurgulamak üzere yeniden onlara dönüyor. Bunun ardından, son olarak varacakları akıbet duyurulduktan sonra üzerlerine perde iniyor. Onlar bir daha çıkmamak, mazeretleri kabul edilmemek ve hoş tutulma istekleri geri çevrilmek üzere cehennemde kendi hallerine bırakılıyorlar. : ,

"Artık bugün onlar ne ateşten çıkarılırlar ve ne de özürleri kabul edilir."

Sanki biz bu ifadelerin yankısı arasında son kez kapanan kapıların çıkardığı gıcırtı sesini işitiyor gibiyiz. Artık sahne kapanmıştır. Bundan sonra değişiklik yapma, yeniden düzenleme imkanı kalmamıştır.

ÖVGÜNÜN MUTLAK SAHİBİ

Bu derin etkili sahnenin ardından surede son kez Allah'ı övme, O'nu yüceltme sesleri yankılanıyor:

36- Hamd, göklerin Rabbi, yerin Rabbi ve bütün alemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur.

37- Göklerde yerde ululuk, yalnız O'na aittir. O, üstün iradelidir, her yaptığını bir hikmete göre yapar.

Her tarafta Allah'ı övme sesleri yankılanıyor. Göğü ile, yeri ile, insanı ile cinni ile, kuşu ile, hayvanları ile, içindeki canlı cansız varlıkları ile bütün varlık alemi üzerindeki tek ve ortaksız Rabblığı duyuruluyor. Buna göre bütün varlıklar tek bir Rabbin gözetimi altındadırlar. Onları yöneten ve gözeten sadece O'dur. Gözetim ve yönetiminden dolayı O'na hamdolsun.

Her tarafta Allah'ı ululama sesleri yükseliyor. Bu varlık alemini bütünüyle kaplayan Allah'ın sınırsız büyüklüğü duyuruluyor. Böylece bütün büyükler küçülüyor. Bütün zorbalar bir kenara fırlatılıyorlar. Bütün azgınlar, varlık alemini kaplayan bu sınırsız büyüklüğe teslim oluyorlar.

Büyüklüğü ve Rabblığı ile birlikte O, herşeye gücü yeten üstün iradelidir. Herşeyi düzenleyen hikmet sahibidir: "O, üstün iradelidir, her yaptığını bir hikmete göre yapar." Ve alemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun.

CASİYE SÜRESİ(Elmalılı Hamdi YAZIR)

1- Mübtedâ veya haber, veya yemin ve yahut nidâ (seslenmek, ünlem)dır.

2-2- "Bu kitabın indirilmesi"

TENZİL: malum masdar indirmek veya mechul masdar indirilmek, veya ism-i mef'ûl mânâsına gelen masdar olup indirilme kitab mânâlarına gelebilir. Yani bu sesleri Allah'tan kitap indirme, indirilmedir. Veya bu Kitap Allah'tan indirilmiş kitapdır. Veya bir kimseye kitabın indirilmesi, elçiliğin verilmesi veya bu kitabın indirilişi O, Aziz, Hakîm Allah'tandır. Kazançla yapılmaz, çalışmakla uydurulmaz. Çünkü Allah, Aziz, emrinde gâlip ve tedbirinde hükm ve hikmet sahibidir. Bundan dolayı bu kitap da aziz ve hakîmdir.

3- Şüphesiz ki göklerde ve yerde müminler

için nice âyetler (deliller) vardır. Yani delil ve bürhana inanmak, tasdik etmek şanından olan kimseler için çok deliller, hüccetler, alâmetler vardır ki Allah Teâlâ'nın varlığına, izzet ve kudretine, hikmetine delâlet ederler. Şu halde imanı olanların gökleri ve yeryüzünü gözetleme ve inceleme ile onlardaki âyetleri y avaş yavaş keşfederek delâlet ettikleri ilâhî hikmetleri anlayıp meydana çıkararak ona göre güzel güzel hikmetli ameller yapmaya çalışmaları gerekir. Onun için sonraki müslümanların bu âyetlerden, bu ilimlerden gafil kalmaları mahvolmalarına sebep olmuş v e fenlerin tabiatçılar elinde imansızlığa sapmasına meydan vermiştir. (Âl-i İmrân Sûresi'ndeki (3/190) âyetinin tefsirine bkz.)

4- Sizin yaratılışınızda da ve üretip durduğu hayvanlarda da yani Allah'ın bir hayvandan birçoklarını çeşitlendirerek ve çoğaltarak üretip durduğu hayvanlarda da kesin bilgi edinecek kimseler için âyetler vardır. Hayvanlarda organların oluşmasında, beslenmesinde, gelişmesinde, doğurma ve üremesinde ve böyle ilkel bir hücreden başlayıp olgunlaşıp, çeşitlere ayırarak ürem e sinde ve organların vazifelerinde ve özellikle insan kısmında ortaya çıkan hayat hadiseleri, her çeşidin ve hatta her kişinin değişmelerinde gösterdiği olgunlaşma safhaları itibarıyla yalnız fizik ve kimyayı organik olmayan olaylarından çok daha olgunlaşmış olan ve dolayısıyla yaratan Allah Teâlâ'nın kudret ve hikmetine delâlet etmede daha kuvvetli ve daha açık olduğu ve bir de iç ve dış dünyayı birleştirici bulunduğu için bunlar kesin bilgi âyetleri olarak gösterilmiştir. Demek ki hayvanların güzel bir sı n ıflandırması ve insan yaratılışının incelenmesi ile kapsadıkları âyetleri, hikmetleri ortaya çıkarmaya çalışmak da inandırmak isteyenlerin vazifelerindendir.

5- Gece ve gündüzün değişmesinde veya birbiri arkasından gelmesinde, ki zamanın gidişini, ömürlerin geçişini gösterir. Ve Allah'ın gökten indirdiği rızıkta yani rızka sebep olmak itibariyle hem kudret ve hem rahmet yönünden âyet (delil) olan yağmur ve karda indirip de onunla yeryüzüne hayat vermesinde, hayatın ilk alâmeti olan bir haz duym a neşesiyle toprağı deprendirip türlü türlü bitkiler, ekinler, meyveler yetiştirmesinde hem de o yeryüzünün ölümünden sonra, hayattan bir iz kalmayıp gelişme kuvveti tükendikten, otlar kuruyup ağaçlar meyvelerini döktükten sonra ve rüzgarları çevirme s inde akıl edecek bir toplum için ibretler vardır. Zamanın akışını ve ömrün geçişini, o zaman ve yer üzerinde Allah Teâlâ'nın doğrudan doğruya tasarruflarını gösteren bu değişimler, her değişimde bir âhirete doğru gidildiğini ve temsil tarzında yapılan k arşılaştırma yoluyla ölümden sonra

tekrar dirilmeyi ifâde ettiğinden dolayı bu âyetlerde bilhassa aklın, aklı güzel kullanmanın önemi açıkça ifâde edilmiştir ki bunda iki sayfa sonra bahsedilecek olan dehrîlerin (olayları tabiata isnad eden imansızlar, tabiatçılar) akıllarındaki noksanlığa da bir işaret vardır.

6- İşte bunlar, dikkat çekilen yaratmakla ilgili bu âyetler ve onları anlatan bu indirilmiş âyetler, bu sûre Allah'ın âyetleridir. Allah'ın kudret ve irâdesini, hikmet ve hükümlerini anlatmak için ortaya koyduğu ve indirdiği delillerdir. Allah ve âyetlerinden sonra artık hangi söze inanacaklar? yani Allah'a ve âyetlerine inanmadıktan sonra o imansızlar hangi söze inanırlar, hiç? (Yani hiçbir şeye inanmazlar.)

7-11- "Her günahkâr kişinin vay haline! O, Allah'ın âyetlerini işitir de..." Ebu Cehil ve Nadr b. Hâris gibiler hakkında inmiştir. "Sonra büyüklük taslayarak ısrar eder..." ısrarın aslı, eşeğin kulaklarını dikip kıçın kıçın dayatmasıdır.

Meâl-i Şerifi

12- Allah O (y üce) zâttır ki, emriyle içinde gemilerin seyretmesi, sizin de O'nun lütfundan rızık aramanız ve şükretmeniz için denizi emrinize vermiştir.

13- O, göklerde ve yerde bulunan herşeyi kendinden bir lütuf olarak sizin hizmetinize vermiştir. Şüphesiz bunda düşünen topluluklar için ibret ve deliller vardır.

14- Ey Muhammed! İman edenlere söyle: Allah'ın cezalandıracağı günlerin geleceğini ummayanları şimdilik bağışlasınlar. Çünkü Allah her kavmi kazandıklarıyla cezalandıracaktır.

15- Her kim iyi bi r iş yaparsa onun faydası kendisinedir. Kim de kötülük yaparsa zararı yine kendinedir. Sonra hep Rabbinize döndürüleceksiniz.

16- Andolsun ki biz, vaktiyle İsrailoğulları'na kitap, hüküm ve peygamberlik vermiştik. Onları temiz rızıklarla rızıklandırmıştık. Ve onları âlemlerden üstün kılmıştık.

17- Din hususunda onlara apaçık deliller verdik. Fakat onlar, kendilerine ilim geldikten sonra aralarındaki çekememezlik ve düşmanlık yüzünden

ayrılığa düşmüşlerdi. Şüphesiz Rabbin, ayrılığa düştükleri şeylerde, kıyâmet günü aralarında hükmedecektir.

18- Sonra (Ey Muhammed) seni din hususunda apaçık bir şeriat sahibi kıldık. Sen ona uy, bilmeyenlerin hevâ ve heveslerine uyma.

19- Çünkü onlar Allah'tan gelecek hiçbir şeyi senden uzaklaştıramazlar. Şüphesiz zâlimler, birbirlerinin dostlarıdır. Allah ise müttakilerin dostudur.

20- Bu (Kur'an) insanların kalb gözünü açan bir nur, kesin bilgi edinmek isteyen bir toplum için de hidâyet ve rahmettir.

21- Yoksa, kötülük işleyenler, hayatlarında ve ölümlerinde kendilerini, iman edip iyi ameller işleyen kimselerle bir tutacağımızı mı zannettiler? Ne kötü hüküm veriyorlar!

12- Allah; ilâhlık, yalnız kendisinin hakkı olan azamet ve kemâl sahibi o nimet veren, herşeye gücü yeten bir zatdır ki size veya sizin için denizi emrinize amâde kılmıştır.

TESHİR: Bir şeyi zorla hizmete koşmak, itaat ettirmek ve boyun eğdirmektir. Ve de lâm, bağlaç veya sebep gösterme lâmı olabilir. Bağlaç olduğuna göre sizin emrinize verdi, demek olur. Sebep gösterme lâmı oduğuna göre de sizin için, yani sizin menfaatiniz amacı ve hikmeti için emriyle sizin hizmetinize vermiştir, demek olur. "Emri ile" kaydı buna bir işaret gibidir. Emriyle onda gemiler hareket etsin diye. Yani sizin menfaatiniz için ise d e sizin emrinizle değil, O'nun emri ile hareket etmesi için emrinize verdi. Emri, izin ve irâdesi ve ona delâlet eden işlerle ilgili hükmü demektir ki hem geminin hacmi ile aynı hacimdeki su arasındaki hafiflik ve ağırlık oranını ve hem onunla harekete ge t iren güç arasındaki şiddet ve karşı koymak oranını, hem de çevredeki durum ve şartların onlarla uygun bir şekilde sevk ve idare etmesi hükümlerini kapsar. Yoksa insanlar her istedikleri gibi denizde tasarruf edemezler. Allah'ın emrini tatbik etmeden sırf k endi emirleriyle gemi yürütemezler. Allah'ın emriyle gemi yürüsün ve Allah'ın lütfundan isteyip arayasınız diye, ticaret, dalgıçlık, avcılık ve diğer araştırma ve kazanma şekilleriyle kara ve denizde tasarruf edip kazanasınız. Hem de umulur ki şükred e siniz. Bu nimetlerin yalnız O'nun olduğunu bilip mabud olarak yalnız O'nu tanıyasınız ve O'nun emirlerini, yasaklarını tanıyarak O'na ibadet ve kulluk edesiniz, Allah'a ortak koşmaktan ve nankörlükten kaçınasınız. Şükür yalnız nimeti ve nimetin zevk ve neşesini sezmek değil, nimeti vereni tanımak ve O'nun nimeti karşılığında O'nu yüceltmektir. Hem O'nun

nimeti bu kadarla kalmıyor.

13- Hem göklerde ve yerde ne varsa hepsini kendisinden emrinize amâde kıldı. Başka birinin aracılığıyla değil, yalnız kendisinin yaratma ve itaat ettirmesiyle hepsini sizin menfaatlerinize ve yararlarınıza hizmet ettirmektedir. Yahut size, sizin hizmetinize vermiştir. Yüce Allah katından bir lütuf olmak üzere hepsini bir şekilde çalıştırabilirsiniz. Şüphe yok ki bunda, bu boyun eğdirmede düşünecek bir toplum için çok ibretler vardır ki Allah Teâlâ'nın insan üzerindeki nimetinin çokluğuna ve insana olan lütuf ve yardımda bulunmasının önemine ve insanın Allah'dan başkasına kulluğu caiz olamayacağına delâlet eder. Bu âyet, çok dikkat çeken bir âyettir. İlk önce tefsir bilginleri, buradaki "hepsini kendinden" kaydının irabında bir kaç değişik görüş göstermişlerdir. Zemahşeri sözünde mânâsı nedir ve i'rab açısından yeri ne oluyor? sorusuna karşı der ki: Hal yerindedir. Yani mânâsı şudur: "O, bütün bu eşyaları kendinden olarak kendi katından meydana gelmiş olarak size boyun eğdirdi." Yani O, kudret ve hikmeti ile onları oluşturan ve yaratan, sonra da yarattığı halkın hizmetine verendir. Hazfedilmiş bir mübtedânın h a beri olması da caizdir. "Onların hepsini kendinden" demek olur. Bir de yukarıda geçen tekit almak üzere diye başlanması da caizdir. 'nın mübtedâ, 'nün haber olması da caizdir.

Taberî, İbnü Abbas'tan "yani herşey Allah Teâlâ'dandır" diye nakleder ki bütün tefsir bilginleri ve hadis bilginleri bunu Zemahşerî'nin dediği gibi Allah Teâlâ tarafından yaratılmış ve yoktan varedilmiştir diye anlarlar. Rivâyet edilir ki; Hârun-ı Reşid'in huzurunda hristiyan rahiplerinden birisi Hz. İsâ hakkı n daki inancına Kur'an'dan "Meryeme ulaştırdığı "kün: ol" kelimesi (nin eseri)dir. Ondan bir ruhtur." (Nisâ Sûresi, 4/171) sözü ile delil getirmek istemiş "bir kısmı" mânâsını ifâde eder demişti. Ona karşı Hüseyin b. Ali b. Vâkıd da bu âyeti okumuş ne ise da odur. Her şey Allah'ın bir parçası demek olmayıp Allah tarafından yaratılmış demek olduğu gibi İsâ da Allah tarafından yaratılmış bir ruh demek olduğunu anlatmıştır.

Vahdet-i vücudçu sofilerin ise burada başka bir neşesi vardır. Alûsî'nin açıkladığına göre sofilerden şeyh İbrâhim Gûrânî demiştir ki: Yaratılmışlar, vücud-ı müfâzın meydana çıkmasıdır. Vücûd-ı müfâz kendisine amâ denilen Rahmânî nefesin şeklidir. Şöyle ki; amâ işin hakikatında yokluk işlerinden ibaret olan seçkin gerçekler üz e re yayılmıştır, yayılma sonradan olan bir şeydir. Ve amâ asıl ile beraber olmasından dolayı, Allah Teâlâ'nın zatından ayrı bir şeydir. Çünkü Yüce Allah'ın zatı, eşyanın aslına bağlı bulunmayan tek varlıktır. Dolayısıyla varlıklar, amâ'de sonradan meydana g elen ve bununla ayakta duran şekillerdir. Allah Teâlâ da onların idarecisidir. Çünkü yüce Allah, o şekillere devamlılıkla imdad eden gizli kuvvetin ilkidir. Bundan olayların, Hakk'ın zatı ile meydana gelmesi gerekmez. Ve Hak Teâlâ'nın onda olması da gerek m ez. Çünkü yüce Allah'ın varlığı, esaslardan soyuttur, onlarla beraber bulunmaz. Onlara göre belli olan ancak amâ'dır ki onun varlığı müfâzdır (taşıp yayılmıştır.) Bu ifâde, Halk-ı işrâk teorisine bir tatbik oluyor. Yaratma ve icad deyimi yerine, varlığı b o l bol bereketlendirmek deyimini koymak daha güzel bir ifâde değildir. Bunun için yukarıda açıklandığı gibi tefsir ve hadis bilginlerinin ifâdeleri daha açık ve daha fazla tercihe layıktır. Bizim zevkimize kalırsa mânâsı ile 'den mefûl-i mutlak olması m i nnet yerinde kullanmaya daha uygundur. Yani bu itâat ettirmek ne insanlardan ne de eşyadan bir sebep ve gerekçe ile değil yalnız Allah'ın insanlara bir lütuf ve yardımından meydana gelmiştir. Ve onun için yalnız O'na kulluk etmek ile şükretmelidir. Bu anl a şıldıktan sonra gelelim diğer bir probleme; burada gerek "sizin emrinize verdi" demek olsun, gerekse "sizin için boyun eğdirdi" demek olsun ikisinde de insanların bütün eşyadan daha önemli olduğunu ifade eder. Çünkü bütün gökler ve yerdeki eşyanın ins a na boyun eğmesi, insanın hepsine hâkimiyetini ve üstünlüğünü ifâde edeceği gibi insan için boyun eğdirilmiş olması da insanın yaratılışın hedefi olmasını ifâde eder. Her iki durumda ise insan diğer eşyadan daha gelişmiş bir şekilde yaratılmış demek olacağından "Elbette gökleri ve yeri yaratmak, insanları yaratmakdan daha da büyüktür.." (Gâfir Sûresi, 40/57) âyeti ile bu âyet arasında bir çelişki olmaz mı? diye bir soru akla gelir. Tefsir bilginlerinden buna aykırı bir görüş ileri sürene rastlamadığımda n âyetin gerektirdiği tefekkür ile bunu şöyle anlayabileceğimizi arzederim: İnsanın iki yönü vardır. Birisi fizikî, birisi de rûhî yönüdür. Fizikî yönüyle açıkça biliniyor ki insanın yaratılışı gökler ve yerin yanında bir zerre denemeyecek kadar küçüktür. Fakat ruhî yönüne gelince

"Ve içine ruhumdan üflediğim vakit.." izâfeti ile şereflendirilmiş ve "De ki; Ruh, Rabbimin emrindendir.." (İsrâ, 17/85) açıklamasıyla yüceltilmiş olan insan ruhu, âlemlerin diğer canlı ve cansız cisimlerin sahip olmadığı yüksek bir kapsamlılığa sahiptir. İşte bu âyette açıkça ifâde edilen "itaat ettirme" de bu yönüyledir. İnsanın bir bakışla yer ve gökten ne kadar geniş bir sahayı görebildiği gözönünde bulundurulursa bu "itaat ettirmenin" bir anı düşünülmüş olur. Bu âyetin, bilhassa tefekkür âyeti olmak üzere seçilmiş olması da gösterir ki buradaki genel itaat ettirmeden maksat, ruhî yönden itaat ettirmedir. Fiilen itaat ettirme ise onun bir neticesi olarak meydana gelir. Bu şekliyle bu âyet daha çok tefekkürlerle ilerlemeye elverişli ise de bu kadarını işaret etmek yeter. Yalnız şunu bir daha hatırlatalım ki bu tefekkürün ilk neticesi insana bu teshiri (itaat ettirmeyi) lütuf buyurmuş olan en üstün ve en yüce zatın birliğini bilerek nimetlerine şükretmek önermesi olacağını u n utmayalım.

14-15- İmân edenlere söyle: Allah'ın (kâfirleri cezalandırıp müminlere zafer vereceği) günlerinin geleceğini ummayanları bağışlasınlar. Araplar, savaş gibi büyük tarihi olaylara "eyyâm" derler. Meselâ Araplar'ın büyük tarihi olaylarına "eyyâm-ı Arab" denilirdi ki meşhur bir mecâzdır. Bu şekliyle "eyyâmullâh" da Allah'ın düşmanlarının başına getirdiği belâlar, yahut Allah'ın müminlere yardımı, sevap ve mükâfâtı ve vaadi; kâfirlere kahır ve azâbı ve tehdidi için belirlediği vakitler demek o lur ki şununla açıklanmıştır da denebilir. Bir kavmi kazandıkları ile cezalandırmak için olan günler yahut cezalandıracağı için bağışlasınlar. Bu cümle, emrin yahut cevabı olan "Bağışlasınlar." ifadesinin esas sebebidir. Yahut da "eyyâmullâhın (All a h günlerinin) açıklaması yerinde kaydı olup dolayısıyla emrin hikmetini de ifade eder. Kavim de müminler veya kâfirler, yahut her ikisi olabilir. Ceza da ona göre cezalandırmayı ve mükâfatlandırmayı kapsar. Birisi Hz. Ömer'e sövmüş, o da onu yakalamak ist e miş, affetmesi için bu âyet inmiştir deniliyor. Âyette kastedilen, gerektiğinde savaşmayı yasaklamak değil, kişisel olarak bayağı kavgaları yasaklamaktır. Bundan dolayı savaşı emreden ayetlerle bu âyetin nesh edilmesi (hükümsüz kılınması) gerekmez. Hattâ " eyyâmullâh" ile ona işaret vardır

16- "Andolsun ki, biz İsrailoğulları'na vermiştik.." "Her kim de kötülük yaparsa o da kendi aleyhinedir." hükmünün yalnız kişide değil, toplumda da meydana geldiğine misaldir. Nitekim İsrâ Sûresi'nde "Eğer güzel işler görürseniz, kendiniz içindir. Yok eğer kötülük yaparsanız o da kendinizedir." (İsrâ, 17/7) buyurulmuştu. (O âyetin tefsirine bkz.) Kitab, Tevrat

veya Zebur ve İncil'i de kapsayacak şekilde, kitap cinsi; hüküm, hükümet ve peygamberlik. Çünkü İsrailoğulları'nda çok peygamber gelmiştir.

17- Ve onlara bu emirden apaçık deliller verdik. Bu din hususunda açık deliller veya mucizeler verdik. İbnü Abbas hazretleri demiştir ki; bu emirden maksat Peygamber (s.a.v.) ile ilgili hususlardır. Yani peygamberlerin en sonuncusunun geleceğini ve Tihâme'den Medine'ye hicret edeceğini açıklamıştı. (Bakara Sûresi'ne bkz.) Kıyamet günü, Allah günlerinden bir gündür ki o günkü hüküm, hakkı ile sorumlu tutmak ve yapılan işin karşılığını vermektir.

18- Sonra biz seni din hususunda apaçık bir şeriat sahibi kıldık. Bahir de der ki: Arapça'da şeriat, insanların ırmaklardan ve benzeri şeylerden su almaya vardıkları yerdir. Din şeriatı da bu mânâdandır. Çünkü insanlar ondan Allah'ın emirlerine ve rahmetin e ve yakınına ererler. Râğıb da demiştir ki; şerı' aslında masdardır. Sonra açık ve geniş yola isim yapılmış şeri, şir'a ve şeriat denilmiştir. Bu da dinde Allah'ın yolu anlamına istiâre yoluyla kullanılmıştır. Bazıları şeriata, şeriat denilmesi, su içmek i çin kullanılan yola şu yönüyle benzetildiğini söylemişlerdir: Çünkü hakikat ve doğruluk üzere onda yürüyen hem kanar, hem temizlenir. Kanmaktan maksat, bazı bilginlerin dediği şu sözdür: İçerdim kanmazdım, Allah'ı tanıdığımda içmeden kandım. Temizlenmekte n maksat da; "Ey ehl-i beyt! Allah ancak sizden şan ve şerefi kirletebilecek günahları uzaklaştırmak ve sizi tertemiz yapmak istiyor." (Ahzâb, 33/33) âyetinin mânâsıdır. Burada de tenvin yüceltme içindir. Emir, din işi veya Allah'ın emri demektir. Y a ni bu Kur'anda açıklandığı üzere Allah'ın sana vahyettiği emir ve yasaktan bir büyük ve geniş yol, koskoca bir şeriat üzere seni görevlendirdik. Onun için o şeriata uy, kendini ona uydur da bilmeyenlerin hevâ ve heveslerine uyma. Allah'ın hükümle r ine ilmi olmayan veya ilmin gereğine uymayan kimseler yalnız kendi zevk ve heveslerinin arkasında koşarlar. Hevâ ve hevesler ise kişiye göre

değişir. İsrailoğulları gibi ihtilâfa düşürür, Allah'ın gazabına götürür. Şeriat ise toplar, tevhid (Allah'ın birliğine inanmakla) rızasına götürür. Şeriata uy da cahillerin nefsani arzularına uyma.

19- Çünkü onlar Allah'tan gelecek hiçbir şeyi senden uzaklaştıramazlar. Onlara uyduğun takdirde Allah'tan gelecek olan azab ve cezadan seni hiçbir şekilde kurtaramazlar. Şüphesiz zâlimler, birbirlerinin dostlarıdırlar. Onun için onlara, yalnız zâlim olanlar uyar, dost olur. Allah ise müttakilerin dostudur. Zulümden, haksızlıktan korunanları sever, onlara yardım eder. Onun için sen o bilgisizlere, zâlimlere uyma da, takvâya (Allah'tan korkmaya) devam et, korun.

20- Bu Kur'an, veya özellikle bu öğüt veya şeriata uymakla Allah'tan korkma hususu insanlar için kalb gözlerini aşan bir nurdur. Arzulara, şehvetlere uymak, insanların kalblerini körlettiği, hakkı anlamalarına engel olduğu gibi Allah'ın sözünü ve emirlerini tutarak şeriatına uymak da insanların hakka doğru kalb gözlerini açan basiret (öngörü) nurlarıdır. Ve kesin olarak inanan kimseler için hak ve mükâfatı gösteren bir hidâyet ve mutluluğa erdirece k bir rahmettir.

21- Yoksa kötülükleri işleyip duranlar, günahları işlemekle bulaşık ve yaralı olan kimseler sandılar mı ki kendilerini o imân edip de iyi ameller yapan kimseler gibi yapacağız, hayatlarını ve ölümlerini eşit kılacağız? Öyle mi sandılar? Yani dünya hayatında kendileri hakkında "Allah'ın ceza günlerinin geleceğini ummayanları bağışlasınlar ki, Allah her bir kavmi kazandığı ile cezalandırsın." (Casiye, 45/14) şeklinde af ve müsamaha ile emrettik diye ahirette de öyle olacakl a r, müminler gibi mağfirete erecekler mi zannettiler. Ne kötü hüküm veriyorlar! Halbuki:

Meâl-i Şerifi

22- Halbuki Allah, gökleri ve yeri hak ile yarattı. Hem de herkese yaptığının karşılığı verilmek üzere, onlara asla haksızlık edilmez.

23- (Ey Muhammed!) Hevâ ve hevesini kendine ilâh edinen, Allah'ın kendi ilmi dahilinde saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürleyip gözüne perde çektiği kimseyi görüyor musun? Şimdi onu Allah'tan başka kim hidâyete erdirebilir? Hala düşünmez misiniz?

2 4- Hem müşrikler dediler ki: "Hayat, ancak bu dünya hayatımızdan ibarettir. Ölürüz ve yaşarız. Bizi ancak geçen zaman yokluğa sürükler. Halbuki onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur. Onlar, sadece böyle zannederler.

25- Kendilerine âyetlerimiz aç ıkça okunduğu zaman; "Eğer sözünüzde doğru iseniz atalarımızı diriltip getirin." demekten başka söylenecek hiçbir delil yoktur.

26- (Ey Muhammed!) De ki: "Allah sizi diriltir. Sonra sizi o öldürür, sonra da geleceğinde şüphe olmayan kıyamet gününde (diriltip) bir araya toplar. Fakat insanların çoğu bilmezler.

22- Halbuki Allah gökleri ve yeri hak ile yarattı. Zulum ile değil, hak ve hakkaniyet (adâlet) üzere her birinin özelliğinde gerek birbirine ve gerek yaratıcılarına göre vacib olan adalet ve hikmeti gözeterek yarattı.

Bu âyet önceki hükme bir delil mahiyetindedir. Çünkü hak ile yaratış zalimden mazlumun (zulme uğrayan kimsenin) hakkını hemen almak ve iyi ile kötüyü eşit tutmayıp iyiye, iyiliğinin, kötüye de kötülüğünün cezasını vermek demek olan adâleti gerektirir. Şu halde bu husus, bugün şu dünyada olmuyorsa yarın âhirette olması lazım gelir. Onun için bu mânâ açıkça ifade edilerek buyuruluyor ki; Hem herkes hakları yenmeksizin kazandığı ile cezalandırılmak, yani iyiye iyi, kötüye köt ü karşılığı verilmesi için yaratılmıştır. Bundan dolayı kötülük yapanların geleceği iyilik yapanların geleceği ile eşit olamaz. Birisi ceza görürken diğer mükafat görecektir.

23-Böyle olunca hevâ ve hevesini kendine ilâh edinen kimseyi gördün mü? Hakk ı düşünmeyip keyfi ne isterse onu ilah edinmiş kendi zevkinin sevdasına düşmüş. Allah da bir ilim üzerine onu şaşırtmış "Fakat kendilerine ancak ilim geldikten sonra, birbirlerini çekememezlik yüzünden ayrılığa düşmüşlerdi." (Câsiye, 45/17) ifadesi n deki gibi olmuş, ve kulağını ve kalbini üstünden mühürlemiş ve gözüne bir perde çekmiştir. Çünkü hevâ ve şehvet gözü kör, kulağı sağır, kalbi duygusuz eder. O kimse bilgin de olsa ilmine rağmen hakkı duymaz olur. Nitekim filozofların ve dünya hayatın a düşkün din bilginlerinin bir çoğu böyle olmuştur. Artık onu Allah'tan başka kim hidâyete erdirilebilir? Yani Allah şaşırttıktan sonra kimin haddine ki onu hidâyet etsin. Halâ düşünmeyecek misiniz? Bu uyarılar karşısında hevâ ve hevesleri bırakarak i lmin gereğine göre bir düşünüp hak ve sonucu anlamayacak mısınız?

24-26-Bunların sapıklıklarını ve kulak ve kalblerinin mühürlenme hükümlerini açıklamakla buyuruluyor ki: Ve dediler, yani ilme karşı hevâ ve heveslerini ilâh edinenler sapkınlıklarından dediler ki: Dünya hayatımızdan başka hayat yoktur. Hayat denilen şey ondan ibârettir. Ölürüz ve yaşarız, öleceğimizi bilmekle beraber dünya hayatını yaşarız, ondan ötesi yoktur. Bizi başka bir şey değil dehir helâk eder.

DEHİR: Aslında âlemin kalma (devam etme) müddeti demektir. "Yani onu yendi." fiilinden masdar da olur. Râğıb der ki; dehir, kainatın var oluşunun başlangıcından sonuna kadar olan müddetin ismidir.(1) "Gerçekten insan üzerine dehirden bir müddet geldi ki:" (Dehr (insan), 76/1). Sonra çok bir müddete de denilir. Zaman, az bir müddete, denilmesi

itibarıyla bundan farklıdır. Falancanın dehri, onun hayat müddeti demek olur. Bir de dahir masdar olur. denilir. "Falana bir felâket bir sarış sardı." demektir. Şu halde dehir ya masdar veya isim olur. Masdar olduğuna göre kahretmek, yenmek ve istilâ etmek mânâsına gelir. İsim olduğu vakit de esas mânâsı bütün zaman yani bütün kâinatın baştan sonuna kadar akıp geçmesi süresidir ki bu özellikle ile 'dir. Bundan başka bir de uz u n bir zaman, çok fazla bir müddet mânâsına gelir ki lâmsız (belirsiz) olarak denildiği zaman bu mânâ birden bire akla gelir. İmâm-ı Azam Ebû Hanife hazretleri nekire (belirsiz) olan bu dehrin mânâsında, yani ne kadar bir zamana denildiği hususunda görüş belirtmemiştir. Zaman kelimesi ise dehrin az veya çok bütün parçalarında da kullanıldığından dolayı daha umumî ve genel olmuş oluyor. Zaman geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek kısımlarına ayrılır ise kâinatın baştan sona kadar bir uzamasının ifâdesi dem e k olduğundan zaman, dehrin makamlarından olarak düşünülür. Burada üç mânâdan her birine göre yorumlanabilir ise de en fazla zamanın geçmesi ve uzun zaman diye tefsir edilmiştir. Çünkü sözkonusu olan yok etme, kâinatın sonu olan herşeyin yok edilmesi değil, bazı şeylerin yok edilmesidir.

Meâl-i Şerifi

27- Göklerin ve yerin mülkü sadece Allah'ındır. Kıyâmetin kapacağı gün varya, işte o gün batıla sapanlar hep hüsrana düşecekler.

28- O gün her ümmeti, diz çökmüş görürsün. Her ümmet, kendi kitabına çağırılır, onlara: "Bugün yaptığınız amellerin cezası verilecektir.

29- İşte kitabınız, yüzünüze karşı hakkı söylüyor, çünkü biz sizin yaptıklarnızı hep kaydediyorduk." (denir).

30- İman edip iyi işler yapanlara gelince; Rableri onları rahmeti içine koyacaktır. İşte apaçık kurtuluş budur.

31, Ama kâfirlere gelince; onlara da denilir ki; "Size âyetlerim okunmadı mı? Siz büyüklük tasladınız ve günah işleyen bir kavim oldunuz değil mi?

32- Allah'ın vaadi gerçektir. "O kıyâmetin geleceğinde şüphe yoktur." denildiğinde "Kıyamet nedir bilmiyoruz." Yalnız bir zandan ibârettir sanıyoruz. Fakat bu hususta kesin bir bilgimiz yok." derdiniz.

33- Derken yaptıkları amellerin kötülüğü gözlerinin önüne serildi, alay edip durdukları şey onları kuşatıverdi.

34- O gün kâfirlere şöyle denilir; "Siz, dünyada bugüne kavuşmayı nasıl unuttuysanız, biz de bugün sizi öylece unutacağız. Yeriniz ateştir ve sizin için yardımcılardan bir kimse de yoktur."

35- Bunun sebebi şudur; Siz Allah'ın âyetlerini alaya aldınız, dünya hayatı sizi aldattı. Artık bugün onlar, ateşten çıkarılmayacaklar ve kendilerinden özür dilemeleri de kabul edilmeyecektir.

36- Hamd, göklerin Rabbi, yerin Rabbi ve âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur.

37- Göklerde ve yerde büyüklük ve hâkimiyet O'nundur. O, Aziz'dir (herşeye galiptir); Hakîm'dir (hüküm ve hikmet sahibidir).

27-37- "Kıyametin kopacağı gün..." Saat, aslında Râgıb'ın açıkladığına göre zamanın parçalarından bir parçadır. Buna benzetilerek kıyâmete de saat denilir. "Kıyamet yaklaştı.." (Kamer, 54/1), "Kıyametin ne zaman kopacağı bilgisi ona aittir." (Zuhruf, 43/85), "Ey muhammed! Sana kıyametin ne zaman kopacağını sorarlar." (Nâziât, 79/42) gibi. Bunun iki ayrı yorumu vardır. Birisi: "Ve o hesaba çekenlerin en süratli olanıdır." (En'âm, 6/62) buyurulduğu üzere sürâtle hesap görmektir. Birisi de şöyle açıklanan mânâdır. "Onlar kıyameti gördükleri gün, dünyada ancak bir akşam ve bir kuşluk vakti kadar kaldıklarını sanırlar." (Nâziât Sûr e si, 79/46), "Dünyada sanki gündüzün bir anı kadar kalmış olduklarını sanacaklar." (Yunus, 10/45), "Ve kıyâmet koptuğu gün." (Câsiye, 45/27) Birincisi kıyâmet, ikincisi zamanın az bir parçasıdır. Bir de denilmiştir ki kıyâmet mânâsına saat üç tanedir: 1- Büyük saat ki insanların hesaplaşma için diriltilmesidir. Nitekim "Fuhuş ve ahlaksızlık açıkça yapılıncaya ve dirhem ile dinara tapılıncaya kadar, şöyle şöyle oluncaya kadar kıyâmet kopmaz." hadisinde peygamber (s.a.v.) buna işaret etmiştir. 2- Ort a saat (kıyâmet), bir asır halkının ölümüdür. Nitekim rivâyet olunduğu üzere Peygamber (s.a.v.) Abdullah b. Üneys'i görmüş, "Bu çocuğun ömrü uzarsa kıyamet kopuncaya kadar ölmez buyurmuştu ki sözkonusu zat, sahabenin en son vefat edenidir deniliyor. 3- Küç ü k saat (kıyamet); insanın ölümüdür ki her insanın kıyameti kendi ölümüdür. "Allah'ın huzuruna çıkmayı yalanlayanlar,

gerçekten hüsrana uğramışlardır. Kıyâmet günü (ölümleri) ansızın gelince onlar günahlarını sırtlarına yüklenmiş olarak... (Enâm Sûresi, 6/31) gibi bazı âyetlerde de saat bu mânâyadır. "Kim ölürse, onun kıyameti kopmuştur." Bununla birlikte bizim anladığımıza göre hangi mânâya olursa olsun kıyâmete saat denilmesi, Allah katında belirlenmiş bir sürenin bir vaktin saatinin gelmesi itib a rıyladır. Nitekim dilimizde de "vakti ve saati gelmiş" deyimi herkesçe bilinmektedir. Burada da saat kıyâmet mânâsınadır.

Ve her ümmeti (Câsiye) diz çökmüş olarak görürsün. Câsiye, iki mânâ ile tefsir edilmiştir. Birisi diz çökmüş mânâsınadır ki gereği kasdedilmiştir. Çünkü diz çökmek derli toplu, en itinalı ve hürmetli vaziyettir (pozisyondur). Birisi de toplanmış cemaat mânâsınadır ki den alınmıştır. Bir araya gelmiş taş yığınına denir. Maksat, Yâsin Sûresi'nde "Onların hepsi mutlaka huzurumuz d a toplanıp hesap için hazır bulundurulacaklardır." (Yâsin, 36/32) buyurulduğu üzere Allah'ın huzurunda hesap için toplanmaktır.