16 Temmuz 2007 Pazartesi

MÜZZEMMİL SÜRESİ(MEVDUDİ)

Adı: Birinci ayette geçen "el-müzzemmil" kelimesi surenin ismi olmuştur. Muhteva ile pek ilgisi yoktur.

Nüzul Zamanı: Bu surenin iki rukü'su (ayn işareti) ayrı ayrı zamanlarda nazil olmuştur.

Birinci rukü ittifakla Mekkî'dir. Muhtevadan ve hadis rivayetlerinden de böyle olduğu anlaşılmaktadır. Ama Mekke'nin hangi döneminde nazil olduğuna dair rivayetlerden bir bilgi alamamaktayız. Ne var ki, bu bölümün kapsadığı konular bunun nüzul zamanını tesbit etmede bize yardımcı olacaktır.

İlkin, bu rukü'da, Allah, Rasulü'ne gece kalkarak Allah'a ibadet etmesi ve bu sayede Nübüvvet gibi ağır bir yükü omuzlamada kendisine kuvvet verileceği nasihatında bulunmaktadır. Bundan anlaşılıyor ki, bu emir Allah Rasulü'nü Nübüvvet yükünü taşımak için hazırlamaktaydı.

İkincisi, teheccüd namazı için gecenin yarısı veya biraz azında ya da biraz fazlasında Kur'an-ı Kerim'i okuyun emri verilmiştir. Bu da, o zamana kadar gecenin yarısında bu uzunlukta kıraat edecek kadar Kur'an-ı Kerim'in nazil olduğunun delilidir.

Üçüncüsü, burada Allah Rasulü'ne, muhaliflerinin haksızlıklarına karşı sabırlı olması telkin edilmektedir. Mekke'li kafirler ise azap ile tehdid edilmektedir. Bundan da anlaşılıyor ki, bu rukü nazil olduğu zaman Allah Rasulü İslâm'ı alenî olarak tebliğ etmeye başlamış ve O'na karşı muhalefet Mekke'de şiddetli bir hal almıştı.

İkinci rukü'ya gelince, bir çok müfessire göre bu bölüm de Mekke'de nazil olmuştur. Fakat bazılarına göre ise Medenî'dir. Bu bölümün içerdiği konular da bu ikinci görüşü teyid etmektedir. Çünkü bu bölümde Allah yolunda savaştan bahsedilmektedir. Oysa bilmekteyiz ki Mekke döneminde savaş emredilmemişti. Ve ayrıca zekat emrolunmaktadır. Bilindiği gibi zekata mahsus açıklama ve nisabların tayini de Medine'de farz olmuştu.

Konu: İlk yedi ayette, Allah Rasulü'ne "Bu sana yüklenen büyük sorumluluk için kendini hazırla ve bu işin amelî şekli gecelerin aşağı yukarı yarısında kalkarak namaz kılmandır" emri verilmektedir.

8. ila 14. ayetler arasında Allah Rasulü'ne "Her şeyden ilgini keserek kendini yalnızca kainatın sahibi olan Allah'a mahsus kıl. Bütün işlerini Allah'a havale ederek mutmain ol. Karşı çıkanların sana karşı söylediklerine sabret. Onlara karşılık verme, onların hesabını Allah'a bırak" denilmiştir.

Bundan sonra ayet 15-19 arasında Mekke'de Rasul'e karşı çıkan insanlar ikaz edilmektedir ki "Biz size, daha önce Firavun'a gönderdiğimiz Rasul gibi bir Rasul gönderdik. Firavun'un o peygamberin davetine kulak asmadığı ve karşı çıktığı zaman hali nasıl olmuştu, bir hatırlayın. Bu dünyada üzerinize azabın gelmeyeceğini farzetsek bile kıyamet günü bu inkarınızın cezasından nasıl kurtulabileceksiniz?"

Buraya kadar olanlar birinci rukü'nun muhtevasıdır. İkinci rukü ise Said bin Cübeyr'in rivayetine göre bundan on sene sonra nazil olmuştur. Ve burada, birinci rukü'da Teheccüd Namazı hakkında bildirilen emir hafifletilmiştir. Teheccüd namazı için "Ne kadar kolayına gelirse o kadar oku" buyurulmuştur. Fakat müslümanların asıl önem verecekleri şey, beş vakit namaz ve zekat farzının tam olarak yerine getirilmesi ve Allah yolunda mallarını ihlas ile sarfetmeleridir. Sonunda ise müslümanlara, dünyada yaptıkları iyiliklerin karşılıksız kalmayacağı söylenilmiştir. O yapılan iyiliklerin misali tıpkı bir yolcunun varacağı yere daha önceden malını göndermesi gibidir; Allah'a (c.c) kavuştuğunuz zaman bunların hepsini kendi önünüzde bulacaksanız. Bu gönderdiğiniz mal dünyada bıraktığınız maldan daha hayırlıdır. Allah'ın indinde ise aslından daha fazla bir mükafaat vardır.

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1 Ey örtüsüne bürünen,1

2 Az bir kısmı hariç olmak üzere, geceleyin kalk:2

3 (Gecenin) Yarısı kadar. Ya da ondan da biraz eksilt.

4 Veya üzerine ilave et. 3Ve Kur'an'ı da belli bir düzen içinde (tertil üzere) oku.4

5 Gerçek şu ki, biz senin üzerine 'oldukça ağır' bir söz (vahy) bırakacağız. 5

6 Doğrusu gece neşesi6 (gece ibadeti, insanın iç dünyasında uyandırdığı) etki bakımından daha kuvvetli, 7okumak bakımından da daha sağlamdır.8

AÇIKLAMA

1. Bu kelime ile, Allah Rasulü'ne "Kalk ve geceleri ibadetle geçir" emri verilmektedir. Bundan anlaşılıyor ki o an Rasulullah uyuyor idi. Veya uyumak için bir örtü çekerek uzanmıştı. O zaman Allah (c.c) O'na "Ey üstüne örtü çekerek uyuyan" diyerek hoş bir üslub ile seslenmişti. Bundan, "Şimdi artık rahat yatma zamanı geçmiştir. Büyük bir yük yüklendin, bu işin sorumluluğu başkadır" sonucunu çıkarmaktayız.

2. Bunun iki anlamı olabilir. Birincisi, "Geceyi namazla kıyamda geçirin ve çok az bir kısmında uyuyun." İkincisi ise "Bütün geceyi namazla geçirmen emrolunmaktadır. Hem istirahat et ve hem de gecenin az bir kısmında ibadet et," şeklindedir. Fakat, bir sonraki ayetlerden birinci anlamın daha uygun olduğu anlaşılmaktadır. İnsan Suresi 26. ayet de bunu teyid etmekte ve "Gecenin bir bölümünde O'na secde et ve geceleyin uzun uzadıya O'nu tesbih et" denilmektedir.

3. Bu gecenin ne kadarını ibadetle geçirecektir? Ayet, bu vaktin miktarını açıklamaktadır. Burada, gecenin yarısından biraz fazla veya biraz az ibadet etmesi konusunda Allah Rasulü serbest bırakılmıştır. Ama anlaşılmaktadır ki, burada gecenin yarısı tercih edilmektedir. Çünkü o, yarı ölçüt kılınarak bunun biraz azı veya çoğu hususu ona bırakılmıştır.

4. Yani, çok hızlı okumayın, yavaş yavaş ve kelime kelime okuyun. Her bir ayet üzerinde durun ki zihninizde ilahi kelâm'ın manası ve esprisi iyice yerleşsin ve muhtevası size tesir etsin. Bazen geçen, Allah'ın zatının ve sıfatlarının zikri de kalbinize kök salsın, O'nun büyüklüğünü, heybetini hissettirsin, Allah'ın Rahmeti'nin beyanı içinizde şükran cezbesi uyandırsın. O'nun gazab ve azabının zikri ise içinizde korku yaratsın. Eğer bir şey emrolunmuşsa veya bir şeyden menolunuyorsa bu emir ne içindir ve bu nehiy hangi şey içindir iyice anlaşılsın.

Velhasıl, Kur'an'ı okumak sadece kelimeleri telaffuz etmek değildir. Onun üzerinde tefekkür etmek gerekir. Hz. Enes'ten, Allah Rasulü'nün kıraatı sorulmuştu. O da cevaben dedi ki: Allah Rasulü kıraat ettiğinde kelimeleri uzatırdı. "Mesela, Allah, Rahman, Rahim kelimelerini med ile (çekerek) okurdu." (Buhari). Aynı soru Ümmü Seleme'den soruldu. O da şöyle cevap verdi: "Allah Rasulü tane tane ve ara vererek okur, her ayet üzerinde dururdu. Meselâ, Elhamdülillahi-Rabbil-Alemin der bir dururdu, sonra Errahmanirrahim der durur, sonra maliki yevmiddin derdi." (Müsned-i Ahmed, Ebu Davud, Tirmizi) Ümmü Seleme başka bir rivayette de dedi ki: "Allah Rasulü kelime kelime, açık ve net okurdu." (Tirmizi ve Nesei). Hz. Huzeyfetü'l-Yemani diyor ki "Bir kere bir gece Rasulüllah'ın yanında namaza durdum. Azap ayeti gelince kıraatı kesip istiazede bulunur, rahmet ayeti gelince de kıraatı keser dua ederdi." (Müslim ve Nesei). Hz. Ebu Zer diyor ki: "Bir kere gece namazında Allah Rasulü, sabah oluncaya kadar 'eğer onlara azab edersen, onlar senin kulların, şayet onları affedersen Sen aziz ve hakimsin' (5/122) ayetini tekrarladı durdu." (Müsned-i Ahmed, Buhari ve Nesei)

5. Yani, sana gece namazını kılman emri, "Sana yüklediğimiz bir ağır sözü taşıyabilmek için sende tahammül gücü geliştirsin" diye verilmiştir. Bu güç, eğer sen gecenin rahatını bırakır da aşağı yukarı yarısını ibadetle geçirirsen hasıl olacaktır. Kur'an için "çok ağır bir söz" denmesi, O'nun emirlerini uygulamanın, onun talimatına göre bir örnek oluşturmanın, onun davetini yaparken bütün dünyayı karşısına almanın, bu Kitabaa göre inanç, düşünce, ahlâk, edeb, kültür ve medeniyet düzeninde bir inkilab oluşturmanın güç bir misyon olduğu içindir. Ayrıca bu kelâmın nüzulune tahammül etmek çok güç bir işti.

Bu konuda Zeyd bin Sabit diyor ki "Bir defasında Allah Rasulü'ne vahiy geldiğinde O'nun dizi benim dizime dayanmaktaydı. O esnada dizlerimin üzerinde o kadar yük hissettim ki nerdeyse dizlerim kırılacak sandım." Hz. Aişe buyurmuştu ki, "Şiddetli soğuk ve kış bir günde Allah Rasulü'ne vahiy geldiğinde ellerinden ter damladığını gördüm." (Buhari, Müslim, Muvatta, Tirmizi, Nesei.) Başka bir rivayette yine Hz. Aişe diyor ki, "Allah Rasulü'ne vahiy geldiğinde o deve üzerindeydi. Vahiy bitene kadar devenin göğsü yerde kaldı, çökmüş vaziyette. Vahiy bitmeden kıpırdayamadı." (Müsned-i Ahmed, Hakim, İbn Cerir)

6. Metinde geçen "Gece Neşîesi-Naşietel-leyl" hakkında müfessirler ve dilciler arasında dört değişik görüş vardır. Birincisi, "Naşia"dan murad "gece kalkan kimse". İkinci görüş; bundan kastolunan "gecenin vaktidir." Üçüncü görüş; "geceleyin kalkmaktır." Dördüncüler ise, "sadece gece kalkmak değil, biraz uyuduktan sonra kalkmaktır." anlamını verdiler. Hz. Aişe ve Mücahid bu dördüncü görüşte olanlardandır.

7. Metinde "tesirce daha kuvvetlidir- " ibaresi geçmektedir. Bunun manası çok geniştir, bir cümle ile açıklamak mümkün değildir. Bir manası şudur; gece ibadet için kalkmak ve uzunca bir kıyam etmek insan mizacının tersidir,bu saatte insan istirahat ister. Bu yüzden bu eylem nefsi kontrol altına almak için çok etkili bir çabadır. Bu şekilde eğer bir kimse nefsi ve bedeni üzerinde hakimiyet sağlar ve onları Allah yolunda kullanmaya muktedir olursa, o kimse Hak dininin tebliğini dünyaya galip kılmak için daha başarılı olacaktır. İkinci anlamı ise, kalp ve dil arasında bir harmoni oluşturmak için çok etkili bir vasıta olduğu şeklindedir. Çünkü gecenin bu saatlerinde kul ile Allah arasına başka bir şey giremez. Bu halde insan diliyle ne söylüyorsa kalbinin sesiyle de onu söyler. Kalp ve dilde bir ahenk meydana gelir. Bir diğer anlamı da insanın zahir ve batınında ahenk meydana getirmek için çok tesirli bir vasıta olduğu şeklindedir. Çünkü gece yalnızlığında eğer bir kimse istirahatını terkederek ibadet için kalkarsa bu muhakkak ihlasındandır. Çünkü bunda gösteriş yapmanın bir unsuru yoktur. Bir diğer dördüncü mana da şöyle verilebilir; Bu gece ibadeti insan için gündüz ibadetinden daha ağırdır. Dolayısıyla bu ibadete devam eden kimsede sebat oluşturur. O kişi Allah'ın yolunda daha bir bilinçle ve kesin iradeyle gider ve her türlü zorluğa karşı direnç gösterir.

8. Burada "" geçmektedir. Lugat manası bir sözü daha doğru yapmak ve düzeltmektir. Fakat burada kastolunan o zaman insanın Kur'an-ı Kerim'e daha sakin ve ihtiram ile kalbi ona yönelik olarak ve daha iyi anlayarak okumasıdır. İbn Abbas bunu şöyle izah etmiştir: "... ecdaren yefkahu fil-Kur'an" yani insanın Kur'an üzerinde daha derin düşünmeye uygun olduğu vakit. (Ebu Davud).

7 Çünkü gündüz, senin için uzun uğraşılar vardır.

8 Rabbinin ismini zikret9 ve her şeyden kendini çekerek yalnızca O'na yönel.

9 (Allah,) Doğunun ve batının Rabbidir. O'ndan başka ilah yoktur. Şu halde (yalnızca) O'nu vekil tut.10

10 Onların demelerine karşı sen sabret ve onlardan güzel bir ayrılma tarzıyla (düşünce ve eylem bakımından köklü bir tutum) ile kopup-ayrıl.11

11 Yalanlamakta olan nimet (refah ve servet) sahiplerini sen bana bırak12 ve onlara az bir süre tanı.

12 Çünkü bizim yanımızda bukağılar13 ve cayır cayır yanan bir ateş vardır;

13 Boğazı tıkayıp kalan bir yemek ve acı bir azab da vardır.

14 (Öyle) Bir gün ki, yer yüzü ve dağlar titremeye-tutulur ve dağlar göçüveren bir kum yığını olur.14

AÇIKLAMA

9. Gündüzün meşguliyeti anlatıldıktan sonra "Rabbinin adını an" buyurulmaktadır. Bundan şu anlam çıkar; dünyada bir iş yaparken daima ve her durumda Allah'ın adını zikretmeli ve O'ndan gafil olunmamalıdır. (Ahzab an: 63)

10. "Vekil" kendisine güvenerek kendi işlerimizi ona havale ettiğimiz şahıstır. Bizim dilimizde de hemen hemen aynı manada kullanılmaktadır.

Mahkemedeki işlerimizi bu vekilin yürütebileceğine inanır ve işlerimizi ona havale ederiz. Bizim bir şeyler yapmamıza hacet yoktur. O halde bu ayetin anlamı şöyledir: "Senin bu dine çağrıda bulunmana karşılık muhaliflerin veryansın ediyorlar ve sana her türlü zorluğu çıkarmaktalar. Ama sen bunun için kaygılanma. Sen işini doğunun ve batının Rabbi ve bütün kainatın sahibine havale et ve O'nun seni savunacağından ve muhaliflerine karşı bütün işlerini düzelteceğinden emin ol."

11. Buradaki "Onlardan ayrıl"dan kasıt, "onlara tebliğ yapmayı bırak" demek değil. Yalnız, onlar beyhude şeyler söylediklerinde onları muhatap alma denilmek istenmektedir. Onların terbiyesizliklerine cevap vermeyin ve bunlara karşı kızmayın, öfkelenmeyin. Yani senin tavrın tıpkı serseri birisinin şerefli bir kimseye hoş olmayan laflar söylemesine karşılık o kimsenin onu hiç muhatab almaması ve aldırış etmemesi gibi olmalıdır. Burada Rasulüllah'ın tavrı zaten böyle değildi de Allah O'na böyle olmasını öğütlemişti gibi bir anlayışa gidilmemeli. Aslında Allah Rasulü'nün tavrı zaten böyleydi. Ama Kur'an-ı Kerim'deki bu irşaddan maksat kafirlere, eğer Allah Rasulü onların bu hareketlerine cevap vermiyorsa bunun O'nun zayıflığı dolayısıyla olmadığını bildirmektir. Rasul şerefli bir kimsedir ve Allah'ın talimatı gereğince onların bu gibi terbiyesiz tavırlarına bir karşılık vermemektedir.

12. Bu şuna işarettir: Mekke'de o yalanlayan ve türlü hileler ile Allah Rasulü'ne karşı halkın taassubunu kışkırtanlar kavimlerinin zengin olanları idiler. Çünkü İslâm inkilâbına çağrı onlara dokunmaktaydı. Kur'an-ı Kerim bize bunun sadece Hz. Muhammed'e (s.a) yönelik bir şey olmadığını bildirmektedir. Her zaman ıslahatçı bir harekete hep bu zenginler sınıfı karşı çıkmışlardı. Açıklama için bkz. Araf: 60, 66, 75, 88. ayetler. el-Muminun 33. ve es-Sebe: 34,35, ez-Zuhruf: 23.

13. Cehennemde bunların ayaklarına zincir vurulmuş olması, bunların kaçma tehlikeleri olduğu için değildir. Aslında yerlerinden kalkamamaları için bir azap ve cezadır.

14. Çünkü o zaman yer çekimi kalmayacaktır. Dağlar parçalanacak ve önce bir kum yığını haline gelecek, daha sonra zelzele ile yer sallanacak ve bu sayede bu tepeler çökerek dümdüz bir hale gelecektir. Aynı husus Taha Suresi 105-107 arasında da açıklanmaktadır: "Sana dağların ne olacağından soruyorlar. De ki: Rabbim onları ufalayıp savuracak. Yerlerini de dümdüz bir toprak olarak bırakacak. Öyle ki orada da bir eğrilik ve bir tümsek de göremeyeceksiniz."

15 Hiç şüphesiz biz size,15 üzerinize şahid olacak bir peygamber gönderdik; Firavun'a da bir peygmber gönderdiğimiz gibi.16

16 Fakat Firavun peygambere isyan etti, biz de onu pek vahim bir tarzda (azabla) yakalayıverdik.

17 Eğer küfredecek olursanız, çocukların saçlarını ağartan17 bir günde, siz kendinizi nasıl koruyacaksınız?

18 Bu nedenle gök bile yarılıp-çatlamıştır; (artık) O'nun va'di gerçekleştirilip-yerine getirilmiştir.

19 Şüphesiz, bu bir öğüttür. Artık dileyen Rabbine bir yol bulabilir.

20 (Ey Nebi)18 Gerçekten Rabbin, senin gecenin üçte ikisinden biraz eksiğinde, yarısında ve üçte birinde (namaz için) kalktığını bilmektedir;19 seninle birlikte olanlardan bir topluluğun da (böyle yaptığını bilmektedir).20Geceyi ve gündüzü Allah takdir etmektedir. Sizin bunu sayamayacağınızı bildi, böylece de tevbenizi (O'na dönüşünüzü) kabul etti. Şu halde Kur'an'dan kolay geleni okuyun.21 Allah sizden hastalar olduğunu, başkalarının Allah'ın fazlından aramak için yeryüzünde gezip-dolaşacaklarını 22ve diğerlerinin de Allah yolunda çarpışacaklarını 23bilmiştir. Öyleyse ondan (Kur'an'dan) kolay geleni okuyun. Namazı dosdoğru kılın, zekatı verin24 ve Allah'a güzel bir borç verin.25 Hayır olarak kendi nefisleriniz için önceden takdim ettiğiniz şeyleri daha hayırlı ve daha büyük bir ecir (karşılık) olarak Allah katında bulursunuz.26 Allah'tan mağfiret dileyin. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır çok esirgeyendir.

AÇIKLAMA

15. Şimdi, Allah Rasulü'ne karşı çok hararetle karşı çıkan Mekke'deki kafirlere hitap edilmektedir.

16. Allah Rasulü'nü insanlar üzerine şahit olarak göndermenin anlamı, dünyada onlar için hem söz, hem de eylem ile Hakk'a işaret etmesidir. Ayrıca şu da düşünülebilir; ahirette Allah'ın mahkeme-i kübrası kurulduğu zaman Allah Rasulü "Ben onlara doğruyu göstermiştim" diye şahitlikte bulunacaktır. İzah için bkz. el-Bakara an: 144; Nisa an: 64; en-Nahl: 84-89; Ahzab an: 82; Fetih an: 14.

17. Yani siz, eğer Rasul'ün dediklerine kulak vermezseniz o zaman bu dünyada tıpkı Firavun'un başına gelenler gibi size de aynı akibetin geleceğinden korkun. Farzedelim ki bu dünyada sizin üzerinize azab gelmeyecek, peki kıyamet günü nasıl kurtulacaksınız?

18. Bu ayetle, teheccüd namazının hükmü hafifletilmiştir. Bunun hakkında değişik rivayetler vardır. Müsned-i Ahmed, Müslim ve Ebu Davud'da Hz. Aişe'den ilk emirden sonra ikinci emrin bir yıl sonra nazil olarak gece kıyamını farz bir ibadetten nafileye çevirdiği naklolunmaktadır. Hz. Aişe'den, başka bir rivayette de İbn Cerir ve İbn Ebi Hatim birinci emir ile ikincisi arasında sekiz ay olduğunu nakletmişlerdir. Diğer bir üçüncü rivayette de İbn Ebi Hatim'den sekiz yerine, on altı ay şeklinde naklolunmuştur. Ebu Davud, İbn Cerir ve İbn Ebi Hatim, Hz. Abdullah bin Abbas'tan bu müddetin bir sene olduğunu nakletmişlerdir. Fakat Said bin Cübeyr'in beyanına göre ise bu ikinci emrin nüzulu on sene sonra olmuştu. (İbn Cerir ve İbn Ebi Hatim).

Bana göre de doğru olan budur. Çünkü birinci bölümün muhtevasından o bölümün Mekke ve Mekke döneminin başlarında, nübüvvetten en fazla dört yıl kadar sonra nazil olduğu açıkça anlaşılıyor. Öte taraftan ikinci bölümün muhtevasından da bu bölümün Medine'de nazil olduğu (çünkü o zaman kafirlere karşı savaşa izin verilmiş ve zekat farz kılınmıştı) açıkça anlaşılmaktadır. O halde bu iki bölüm arasında en azından on sene bir fark olmalıdır.

19. İlk başlarda gecenin yarısı veya ondan biraz fazla ya da az gece namazı emredilmişti, çünkü namazın meşguliyeti içerisinde vakti tam olarak bilebilmek mümkün değildi. Saat yoktu vs. Bazı gecelerin üçte ikisi, bazı gecelerin de üçte biri kalkılıp kıyam ediliyordu.

20. Başlangıçta, bu emrin muhatabı yalnızca Allah Rasulü idi; fakat zamanla ashabtan bazıları sevab kazanmak için coşkuyla Allah Rasulüne uyarak gece namazına önem vermeye başladılar.

21. Çünkü namazda en uzun olan şey Kur'an kıraati idi. Onun için teheccüd namazında Kur'an'ın ne kadarı kolayınıza gelirse o kadarını okuyun, buyurulmaktadır. Bu tabii ki namazın hafifletilmesi olacaktır. Bu buyruk görünüşte bir emir gibi gözüküyorsa da, teheccüd namazının farz değil, nafile bir namaz olduğu hususunda ittifak vardır. Bir hadis-i şerfte de şöyle denilmektedir: Birisinin sorusu üzerine Allah Rasulü "Size gece ve gündüz beş vakit namaz farzdır" dedi. O zat "Bunun dışında bir şey lazım mı? diye sorunca Allah Rasulü "Hayır, yalnız kendin arzuluyorsan o başka" diye cevapladı. (Buhari ve Müslim)

Bu ayetten aynı zamanda, rükû ve secde etmek nasıl namazın farzı ise, Kur'an'ı kıraat etmenin de öyle farz olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü pekçok yerde namazın karşılığı olarak rükû etmek ve secde etmek kelimeleri kullanıldığı gibi, kıraat zikredilerek namazın kast edildiği de vakidir. Bundan yola çıkarak "teheccüd namazı madem ki nafiledir o halde onda Kur'an okumak nasıl farz olabilir?" şeklinde bir soru sorulmamalıdır. Gene de cevap olarak deriz ki: İnsan nafile bir namaz kılmak için bedeni ve elbiseyi temizlemek, abdest almak, avret yerlerini örtmek vs. gibi şartları yerine getirmek gerekmez diyemez. Öyleyse bu namazda kıyam, ruku, secde etmek ve teşehhüde oturmak da nafiledir denilemez.

22. Caiz ve helal görülen yollardan rızık kazanmak için sefer etmeyi Kur'an "Allah'ın fazlını aramak" tabiri ile ifade etmiştir.

23. Burada Allah (c.c) helal rızık aramak ile Allah yolunda cihada çıkmayı nasıl birarada zikretmişse, aynı şekilde, hastalığın yanısıra iki sebep nedeniyle teheccüd namazını affetmek ya da hafifletmek de zikredilmiştir.

Burada, İslâm'da helal rızk kazanmanın ne kadar büyük bir fazilete sahip olduğu anlaşılmaktadır. Abdullah bin Mesud'dan rivayet edilen bir hadiste, Allah Rasulü şöyle söylüyor: "Her kim ki müslümanların meskûn oldukları yere buğday getirir de o buğdayı günün fiyatına göre satarsa işte o, Allah'a yakınlığa nail olacaktır. Bunun üzerine bu ayeti okudu. (İbn Merduye) Hz. Ömer, bir keresinde "Eğer Allah yolunda cihaddan başka bir yolda canımı teslim etmek istesem o da Allah'ın ihsanını aramak için bir vadiden geçerken ölümün beni yakalamasıdır." dedi ve sonra bu ayeti okudu. (Beyhaki - imanın şubeleri)

24. Müfessirler beş vakit namaz kılmanın ve zekat vermenin farz olduğu hususunda müttefiktirler.

25. İbn Zeyd, "Bundan murat zekatın dışında malından sarf etmektir" demiştir. Bu Allah yolunda cihad için de, Allah'ın kullarından birisine yardım etmek gayesiyle de veya halkın refahını sağlamak ya da başka bir hayır iş için de olabilir. Allah'a borç vermeyi ve karz-ı haseni daha önce bir çok yerlerde açıklamıştık. Bkz. el-Bakara an: 267; el-Maide an: 33; Hadid an: 16

26. Yani, ahiret için önceden ne göndermişsen sana faydası dokunacak olan odur. Bu dünyada tuttuğun ve Allah rızası için bir iyilikte harcamadığın malın Abdullah İbn Mesud'tan rivayet edilen şu hadiste ne işe yarayacağı güzel izah edilmektedir: "Bir defa Allah Rasulü 'içinizden kim kendi varisinin malını kendi malından daha çok sever?' dedi. Hepimiz 'Kendi malımızı daha çok severiz' dedik. Allah Rasulü 'İyice bir düşünün bakalım' dedi. Yeniden hepimiz, 'Ey Allah'ın Rasulü! Doğrusu budur' dedik. Bunun üzerine şöyle buyurdu: 'Senin malın ileriye ahiret için gönderdiğindir, burada bıraktıkların ise onlar senin varislerinindir." (Buhari, Müslim, Ebu Ya'lâ.)

MÜZZEMMİL SÜRESİ(Seyyid KUTUB)

1-Ey örtüye bürünerek saklanan Muhammed,

2- Geceleyin biraz uyuduktan sonra kalk

3- Gecenin yarısında uyanık ol, ya bu miktarı biraz eksilt

4- Ya da artır da ağır ağır Kur'an oku.

5- Çünkü biz sana sorumluluğu ağır bir söz indireceğiz.

6- Kuşkusuz gece ibadeti, gündüze göre daha zor, fakat sözü daha etkilidir.

7 Çünkü gündüzleri, seni uzun uzun uğraştıracak işlerin vardır.

8- Rabbinin adını an, bütün varlığında O'na yönel

9- O doğunun da, batının da Rabbidir, O'ndan başka ilah yoktur. O halde tek dayanağın O olsun.

Evet, "Ey örtüye bürünerek saklanan Muhammed, kalk..." Bu göğün seslenişi, yüceler yücesi Allah'ın komutudur. Kalk, seni bekleyen büyük görev için, senin tarafından sırtlanmak üzere hazırlanan ağır yükün altına girmek için ayağa kalk. çalışmak, yorulmak, sıkıntı çekmek ve eziyetlere katlanmak için ayağa kalk. Kalk, uyku ve istirahat zamanı geride kaldı. Kalk, bu görev için hazırlan, onun gerektirdiği eğitimden geç.

Bu komut Peygamberimizi sakin evinin, ılık yuvasının yumuşak yatağından çekip çıkararak coşkun ve kurşun gibi ağır dalgalarının ortasına, vicdanlardaki ve pratik hayattaki çékici ve itici boğuşmaların arasına atan büyük ve ürpertici bir buyruktur.

Sırf kendisi için yaşayan kimse huzur içinde yaşayabilir. Fakat küçük olarak yaşar ve küçük olarak ölür. Böylesine ağır bir yükü sırtlanan büyük adama gelince uyku, rahatlık, ılık yatak, sakin hayat ve gönül okşayan konfor onun neyine. Peygamberimiz işin iç yüzünü anlamış, gerçeği farketmişti. Bu yüzden eşi Hatice'nin heyecanını yatıştırması ve uyuması yolundaki önerisine "Ey Hatice, uyku zamanı geride kaldı" diye karşılık verdi. Evet, uyku dönemi bir daha geri gelmemek üzere gerçekten geçmişti. O günden itibaren Peygamberimizi sadece uykusuz geceler, yorgunluklar, uzun ve zorluklarla dolu bir cihad görevi bekliyordu. Evet;

"Ey örtüye bürünerek saklanan Muhammed, Geceleyin biraz uyuduktan sonra kalk

Gecenin yarısında uyanık ol, ya bu miktarı biraz eksilt, ya da artır da ağır ağır Kur'an oku."

Burada büyük göreve hazırlayıcı, araçları ilahi kaynaklı ve garantili sonuç verecek bir eğitim proğramı ile karşı karşıyayız. Bu programın ana maddesi gece uykusunu bölerek kalkmaktır. Üst sınırı gecenin yarısından çok ve üçte ikisinden az bir süredir. Alt sınırı ise gecenin üçte birlik bölümüdür. Gecenin bu saatlerinde namaz kılınacak ve ağır ağır Kur'an okunacaktır. Ayetin orjinalinde kullanılan "tertil" sözcüğü tok sesle, "tecvid" kuralları uyarınca her harfi doğru biçimde seslendirecek, bu arada şarkı söyler gibi yapmayarak, sözcükleri ağız boşluğunda dalgalandırmaktan kaçınarak Kur'an okumaktır.

Peygamberimizin geceleri kıldığı "vitir" namazlarının on bir rekatı geçmediği yolunda elimizde kesin bilgiler vardır. Fakat Peygamberimiz gecenin üçte birinden biraz eksik bölümünü bu rekatlarla geçirirdi. Çünkü Kur'an'ı ağır ağır, tane tane okurdu.

İmam-ı Ahmed'in Yahya b. Said (ibn-i Ebu Arub), Katade ve Zarare b. Evfa kanalı ile "Müsned" adlı eserinde verdiği bilgiye göre Said b. Hişam bir gün Abdullah b. Abbas'a gelerek kendisine Peygamberimizin nasıl bir vitir namazı kıldığını sordu. Abdullah ibni Abbas da ona "Peygamberimizin kıldığı vitir namazı hakkında en geniş bilgisi olan kimsenin kim olduğunu sana söyleyeyim mi?" diye sordu. Said b. Hişam'ın "evet, söyle" demesi üzerine Abdullah b. Abbas "Hz. Ayşe'ye git ve bu soruyu ona sor, sonra da gel, verdiği cevabı bana anlat" dedi. Hikayenin bundan sonrasını Said b. Hişam şöyle anlatıyor:

Hz. Ayşe'ye "Ey müminlerin annesi, Peygamberimizin ahlâkı hakkında bana bilgi ver" dedim. Hz. Ayşe bana "Sen Kur'an okumuyor musun?" diye sordu. "Evet" demem üzerine "Peygamberimizin ahlâkı Kur'an'ın kendisi idi:' dedi. Bu cevabın arkasından kalkmayı düşünmüştüm ki, birden aklıma Peygamberimizin gece ibadeti konusu geldi. Hz. Ayşe'ye "Ey müminlerin annesi, Peygamberimizin gece nasıl ibadet ettiği konusunda banâ bilgi ver" dedim. Hz. Ayşe bana "Sen Müzzemmil suresini okumadın mı?" diye sordu. "Evet, okudum" demem üzerine Hz. Ayşe şùnları söyledi; "Yüce Allah bu surenin baş kısmında geceleri ibadet etmeyi farz kıldı. Bunun üzerine Peygamberimiz ile yakın arkadaşları bir yıl boyunca geceleri ayakları şişesiye kadar namaz kılmaya koyuldular. Yüce Allah bu surenin son ayetini on iki ay gökte tuttu. Bir yıl sonra inen son ayetle bu yük hafifletildi ve gece ibadeti farz olmaktan çıkarak nafileye dönüştü.

Bu cevabın arkasından yine kalkmayı düşünmüştüm ki, birden aklıma Peygamberimizin nasıl bir vitir namazı kıldığı konusu geldi. Hz. Ayşe'ye "Ey müminlerin annesi, Peygamberimizin nasıl bir vitir namazı kıldığı hakkında bana bir bilgi ver" dedim. Hz. Ayşe bana şunları söyledi; "Biz O'nun abdest suyunu ve misvakını hazırladık. Allah O'nu gecenin dilediği saatinde uyandırırdı. Kalkınca ağzını misvaklar, abdest alır ve namaza dururdu, hiç oturmadan sekiz rekat kılardı. Sekizinci rekatta oturunca Allah'ın adını anar, O'na dua ederdi. Sonra selâm vermeden kalkar, dokuzuncu rekatı kılardı. Sonra oturup tek olan Allah'ın adını anar, dua eder, arkasından işitebileceğimiz bir ses tonu ile selam verirdi. Bu selamın arkasından oturduğu yerde iki rekat daha kılardı. Yavrum, böylece kıldığı vitir namazı on bir rekat olurdu. Sonraları yaşlanıp da vücudu ağırlaşınca ayakta kıldığı dokuz rekatlık vitri yedi rekata indirdi. Selam verdikten sonra da oturarak iki rekat daha kılıyordu. Yavrum, böylece kıldığı toplam vitir namazı dokuz rekat oluyordu. Peygamberimiz kıldığı namazları sürekli olarak kılmayı severdi. Bu yüzden geceleri uyanamayınca yahut bir sancısı, bir hastalığı olunca kaçırdığı bu gece namazı yerine gündüzleri on iki rekat kılardı. Peygamberimizin gece sabaha kadar Kur'an okudu~unu ve Ramazan dışında bir ay boyunca oruç tuttuğunu hiç hatırlamıyorum.

Bu eğitim proğramı, indirilecek olan "ağır söz"e Peygamberimizi hazırlamak içindi. Okuyoruz:

"Çünkü biz sana sorumluluğu ağır bir söz indireceğiz."

"Ağır söz"den maksat bu Kur'an ve içerdiği yükümlülüklerdir. Kur'an aslında "ağır" değildir, okunması ve anlaşılması kolay bir kitaptır. Fakat o "hak" terazisindeki tartısı ve kalplere yönelik etkisi açısından "ağır"dır. Nitekim yüce Allah başka bir ayette "Eğer biz bu Kur'an'ı bir dağa indirmiş olsaydık, sen onun Allah korkusu ile parça parça olduğunu görürdün" buyuruyor. (Haşr Suresi, 21) Ama yüce Allah Kur'an'ı bir dağa değil de onu algılamaya yetenekli ve dağdan daha sağlam, daha sarsılmaz bir kalbe indirdi.

Bu nur ve bilgi feyzini algılayıp özümlemek, gerçekten uzun hazırlığı gerektiren ağır bir işti.

Büyük ve soyut evrensel gerçeklerle iletişim kurmak, gerçekten uzun hazırlığı gerektiren ağır bir işti.

Yüceler alemi ile, evrenin özü ile, canlı-cansız tüm yaratıkların ruhları ile Peygamberimizin kurduğu gibi bir ilişki kurmak, gerçekten uzun varlığı gerektiren ağır bir işti. Tereddütsüz ve kuşkusuz bir kararlılıkla bu yola koyulmak, bu görevi yürütürken içgüdülerin fısıltılarına, dışardaki çekim odaklarına ve engellere kapılmaksızın, sağa-sola bakmaksızın ilerleyebilmek, gerçekten uzun hazırlık gerektiren ağır bir işti.

Geceleyin herkes uyurken ayakta olup ibadet etmeyi, gündelik hayatın dağdağasından ve karmaşasından uzaklaşarak yüce Allah ile ilişki kurmayı,,O'nun feyzini ve nurunu algılamayı, O'nun birliğinin beraberliğinde coşup O'nunda başbaşa kalmanın masum yaşamayı, sanki yüceler aleminden yeni iniyormuş gibi ve varlık aleminin her yanından sözsüz ve sözcüksüz bir yankı yükseliyormuş gibi bir heyecanla evrenin sessizliği ortasında ağır ağır Kur'an okumayı, gecenin karanlığı içinde Kur'an'ın ışınlarını, mesajlarını ve yüksek frekanslı titreşimlerini düşünelim. Bütün bunlar bu "ağır sözü" yüklenmeye, bu değerli yükümlülüğü sırtlanmaya, bu ağır sıkıntıyı göğüslemeye hazırlanan Peygamberimiz için son derece gerekli birer azık niteliğindedirler. Aynı zamanda bu çağrının savunuculuğunu üstlenen her kuşaktan dava adamları için bu böyledir. Bu saydıklarımız, uzun ve meşakkatli yolları boyunca dava adamlarının kalplerini aydınlatır, onları şeytanın vesveselerinden ve bu aydınlık yolu saran karanlıkların çöllerinde şaşırmaktan korur. Okumaya devam edelim:

"Kuşkusuz gece ibadeti, gündüze göre daha zor, fakat sözü daha etkilidir." Ayetin orjinalinde geçen "naşietelleyli" tamlaması "gecenin yatsıdan sonraki gelişmeleri" anlamına gelir. Ayette "gece faaliyetleri gündüze göre daha zor yani vücut için daha yorucu, fakat "sözü daha etkilidir". Tefsir bilgini Mücahid'in açıklamasına göre "yararı daha kalıcıdır" deniyor. Gerçekten gündüz yorgunluğu arkasından uykunun çağrısı çok güçlü olur, yatağın çekiciliği dayanılmaz boyutlara ulaşır, bu çağrıya ve bu çekiciliğe karşı koyup bir şeyler yapmak, mesela ibadet etmek insan vücuduna son derece yorucu gelir. Fakat vücudun bu isteğini yenerek uyanık kalabilmeyi başarmak ruhun özgürlüğünü ilan etmek,

Yüce Allah'ın çağrısına olumlu cevap vermek, O'nunla başbaşa kalma uğruna özveride bulunmaktır. Bu yüzden gecenin sözü "daha etkili"dir. Geceleyin Allah'ı anmanın ayrı bir hazzı, gece kılınan namazın ayrı ürperticiliği, geceleyin Allah'a yalvarmanın ayrı bir coşkusu vardır. Gece zikirleri, gece namazları, gece duaları kalbe öylesine büyük bir huzur ve Allah'a yakınlık duygusu doldurur ki, kalpleri öylesine duyarlı ve ışıklı hale getirir ki, bu durum gündüz namazlarında ve zikirlerinde görülmeyebilir. Kalplerin yaratıcısı olan yüce Allah onların giriş kanallarını, bam tellerini, onlara hangi mesajların gideceğini ve etkili olabileceğini; onların günün hangi saatlerinde daha açık mesaj almaya daha hazırlıklı ve yetenekli olacaklarını, hangi uyarıcıların onlarda daha canlı ve güçlü etki uyandırabileceğini herkesten iyi bilir.

Kulu ve elçisi Hz. Muhammed'i bu "ağır söz"ü algılamaya ve bu koca yükü sırtlanmaya hazırlayan yüce Allah, O'nun için gece ibadetini uygun gördü. Çünkü gece faaliyetleri, gündüze göre daha zor ve daha yorucu olmakla birlikte geceleyin söylenen sözler daha etkilidir. Bunun yanısıra O'nun gündüzleri yoğun işleri ve uğraşmaları vardır, bunlar O'nun enerjisinin ve ilgisinin çoğunu tüketmektedir. Okuyalım:

"Çünkü gündüzleri, seni uzun uzun uğraştıracak işlerin vardır."

Öyleyse Peygamberimiz gündüzlerini bu yoğun işlere ve uğraşmalara ayır

malı, geceleri ise Rabbi ile başbaşa kalarak namaz kılmalı, Allah'ı anmalıdır. Okuyoruz:

"Rabbinin adını an, bütün varlığınla O'na yönel."

"Allah'ın adını anmak" demek sadece yüzlük ya da binlik "zikir" tesbihleri ile O'nun yüce adını tekrarlamak demek değildir. Gerçek anlamda "Allah'ın adını anmak" dille yapılacak zikir ile birlikte uyanık bir kalbin O'nu anmasıdır; bunun yanısıra aynı kalp duyarlılığı ile namaz kılmak ve Kur'an okumaktır. Ayetin orjinalinde geçen "tebettül" sözcüğü de insanın yüce Allah dışındaki herşeyle ilgisini tamamen kesmesi, tüm varlığı ile Allah'a yönelerek ibadete ve zikre dalması, her türlü oyalayıcı ve gönül karıştırıcı yabancı duygudan arınması, tam bir duygusal duyarlılıkla Allah ile başbaşa kalması demektir.

Yüce Allah dışındaki herşeyle ilişkiyi kesme anlamına gelen "tebettül"ün gereği vurgulandıktan sonra zaten gerçekte Allah dışında hiçbir şeyin varolmadığı, isteyenin O'na yönelebileceği vurgulanıyor. Okuyoruz:

"O doğunun da, batının da Rabbidir, O'ndan başka ilah yoktur. O halde tek dayanağın O olsun."

O bütün yönlerin Rabbidir. O doğunun da, batının da Rabbidir. O kendisinden başka ilah olmayan "tek" ve "bir"dir. Her şeyden soyutlanıp sırf O'na bağlânmak, aslında şu evrendeki tek gerçeğe bağlanmaktır. O'na dayanmak, aslında şu evrendeki tek güce dayanmaktır. Tek olan Allah'a dayanmak, O'nun birliğine, doğuyu ve batıyı, başka bir deyimle tüm evreni kapsayan egemenliğine inanmanın dolaysız ürünü ve sonucudur. .

"Kalk" komutu ile bu ağır yükü sırtlanmaya çağrılan Peygamberimizin her şeyden önce tüm varlığı ile Allah'a yönelmeye, diğer herşeyi bir yana bırakarak sırf O'na dayanmaya ihtiyacı vardır. Çünkü ağır bir yük altında çıkacağı uzun yolculuğu sırasında gerekli gücü ve azığı bu kaynaktan alacaktır.

MÜŞRİKLER VE CEHENNEM

Sonraki ayetlerde Peygamberimize sabırlı olması; hemşehrilerinden gelen suçlamalara, yüz çevirmelere, engellemelere ve baltalama girişimlerine karşı geniş gönüllü olması, mesajını yalanlayanlarla arasına mesafe koyması, onlara mühlet tanıması direktifi veriliyor. Yalanlayıcılara mühlet tanımalıdır, çünkü yüce Allah onlar için ağır zincirler ve acı bir azap hazırlamıştır. Okuyoruz:



10- Müşriklerin senin için dediklerine sabret, yanlarından nazik bir şekilde ayrıl.

11- Ayetlerimi yalanlayan o zenginlerin işini bana bırak, onlara biraz süre tanı.

12- Çünkü bizim yanımızda ağır zincirler ile cehennem vardır.

13- İnsan boğazından geçmez yiyecekler ile acıklı azap vardır.

14 O gün yer ve dağlar şiddetle sarsılır, dağlar gevşek kum yığınlarına dönüşür.

15- Ey insanlar, biz nasıl Firavuna bir peygamber gönderdiysek size de davranışlarınızı yakından gözleyecek bir peygamber gönderdik.

16- Firavun, gönderdiğimiz peygambere karşı geldi de kendisini sert bir şekilde yakalayıverdik.

17- Eğer kafir olursanız, çocukların saçlarını anında ağartan o günün dehşetinden paçayı nasıl kurtaracaksınız?

18- O günün dehşetinden gökler parçalanacaktır. Allah'ın sözü kesinlikle yerine gelir.

Surenin başlangıç bölümünün Peygamberimize pèygamberlik görevi yerildiği ilk günlerde indiğini ileri süren birinci rivayetin doğru olması durumunda surenin bu bölümünün çağrı kampanyasının açığa vurulduğu, yalanlayıcıların ve dil uzatanların ortaya çıkarak Peygamberimize ve müminlere eziyet yönelttikleri sonraki yıllarda indiği kabul edilmelidir. Buna karşılık eğer ikinci rivayetin doğru olduğu varsayımından hareket edilirse surenin ilk yarısının bir bütün olarak müşriklerin Peygamberimize yönelik eziyetleri ve yürüttüğü çağrı kampanyası karşısındaki engellemeleri üzerine indiği düşünülmelidir.

Bu ihtimallerden hangisi doğru olursa olsun, gece ibadetine ve Allah'ı anmaya ilişkin direktifi izleyen bu ayetlerde Peygamberimizin sabretmeye yöneltildiği görülüyor. Çünkü gece ibadeti ve zikir ile sabır bu çağrı hareketinin uzun ve sıkıntılı yolu boyunca kalbi besleyecek olan iki önemli ve birbirinden ayrılmaz azık türüdürler. Bu iki azık türü, bu çağrının hem vicdanların kuytu köşelerine yönelik iç yolculuğu sırasında hem de çağrının düşmanlarına yönelik dış yolculuğu sırasında aynı oranda gereklidir. Çünkü her iki yolculuk da aynı derecede zor ve sıkıntılıdır. Bu yüzden Peygamberimize "Müşriklerin senin için söylediklerine sabret" direktifi veriliyor. Yani müşriklerin kin ve nefret güdüsü ile senin hakkında söyledikleri bütün çirkin sözleri sabırla karşıla. Bunun yanısıra;

"Yanlarından nazik bir şekilde ayrıl."

Yani onları paylama, onlara kızma, onlara küsme, onlara kırıcı karşılıklar verme. Bu direktif, bu çağrı hareketin Mekke dönemine -Özellikle bu dönemin ilk yıllarına- ilişkin yöntemini yansıtıyor. Bu yöntem sırf kalplere ve vicdanlara seslenmekten, soğukkanlı duyurma ve anlatma girişiminden ibaretti.

Kaba davranışları ve yalanlamaları nezaketle karşılayarak tartışma ortamından tatlılıkla ayrılmak Allah'ı anmanın yanısıra sabırlı olmayı gerektirir. Yüce Allah bütün peygamberlerine ve bu peygamberlere inanan "mümin" kullarına ısrarla sabırlı olmayı öğütlemiştir. Sabır bu davayı omuzlayacak kimselerin azığı, cephanesi, kalkanı, silahı, sığınağı ve korunağıdır. Sabır, cihaddır. Nefse karşı, nefsin arzu ve ihtiraslarına karşı, nefsin sapmalarına karşı, nefsin zaaflarına karşı, nefsin yalpalanmalarına karşı, nefsin aceleciliklerine ve umutsuzluklarına, onların yöntemlerine, önlemlerine, komplolarına, eziyetlerine ve baskılarına karşı cihaddır. Genel olarak bütün nefislere karşı cihaddır. Çünkü nefisler bu davanın yükümlülüklerinden kaytarmaya, sıyrılmaya çalışırlar; bu davanın özü ile bağdaşmayan, onunla çelişen çeşitli kılıklar arkasında saklanmaya girişirler. Dava adamının bütün tehlikeler karşısındaki tek azığı sabırdır. Allah'ı anmak ise hemen hemen her durumda sabrın ayrılmaz yoldaşıdır.

Senin için söylediklerine sabret, yanlarından nezaketle ayrıl ve o yalanlayıcılar ile aramızdan çekil, onların hakkından ben gelirim. Okuyalım: "Ayetlerimi yalanlayan o zenginlerin işini bana bırak, onlara biraz süre tanı." Evet, "Ayetlerimi yalanlayanların işini bana bırak". Düşünelim ki, bu sözü kahredici, karşı durulmaz ve sarsılmaz üstün gücün sahibi olan yüce Allah söylüyor. Yalanlayıcılar ise birtakım insanlar. Onları tehdit eden ise hiç yoktan varedicileri ve bu uçsuz-bucaksız evrenin tek bir "ol" komutu ile yaratıcısı olan yüce Allah'tır.

O yalanlayıcıları bana bırak. Dava benim davamdır. Sana düşen sadece onu duyurmaktır. Bırak yalanlasınlar, nezaketle ayrılıver yanlarından. Onlarla savaşmayı doğrudan doğruya ben üzerime alacağım. Sen onlar için kafanı yorma, müsterih ol.

Ne sarsıcı, akılları baştan alıcı, bel kırıcı, ağır bir darbe! Düşünelim ki, bir yanda ezici iradenin sahibi, öbür tarafta şu zavallı ve güçsüz varlıklar! Bunlar zengin, varlıklı kimselermiş. Yeryüzünün kendileri gibi olan yaratıkları karşısında istedikleri kadar zorbalık taslasınlar, yüce Allah karşısında bunun ne anlamı olabilir ki?! Devam ediyoruz:

"Onlara biraz süre tanı."

Onlara tanınacak süre dünyadaki hayatlarının tümünü kapsasa bile o ine "azıcık"tır. Dünya hayatı yüce Allah'ın hesabına göre bir gün, ya da bir günden bile azdır. Bu hayat noktalandığında onların kendi hesaplarında da bu kadarlık bir yeri olacaktır. Dahası, onlar bu hayatı kıyamet günü bir saat gibi göreceklerdir. Kısacası bu hayat, süresi ne kadar olursa olsun, "azıcık"tır. Onlar bu hayatı, ezici ve öc alıcı yüce Allah'ın pençesinden kurtulmuş olarak noktalasalar bile bunun bir anlamı yoktur. Çünkü O, az kullarına biraz mühlet tanır, ama arkasından sert biçimde yakalarına yapışır. Okuyalım:

"Çünkü bizim yanımızda ağır zincirler ile cehennem vardır. İnsan boğazından geçmez yiyecekler ile acıklı azap vardır."

Ağır zincirler, cehennem ateşi, gırtlaktan geçmez ve boğazı yırtan yiyecekler ve acı azap. Bunların tümü ellerindeki nimetin değerini bilmeyen, bu nimeti verene şükretmeyen "varlıklıların, zenginlerin" nankörlüklerine uygun düşen cezalardır. Ey Muhammed, sen onlara karşı sabırlı ol, kabalıklarına aldırış etme, bana bırak onları. Çünkü bizim elimiz altında ağır zincirler var, onlara vururuz bu zavallıları. işkence nasılmış, görürler o zaman. Cehennemimiz var bizim, atarız onları içine, sarar vücutlarını onun alevleri. Bizim öyle yiyeceklerimiz var ki, gırtlaklarım, boğazlarını yırtan tırmalayıcı çıkıntılara sarılmışlardır. Ayrıca o korkunç günde çarpılacakları acıklı azabımız var, kendilerini bekleyen.

Arkasından bu korkunç günün sahnesi canlandırılıyor. Okuyoruz:

"O gün yer ve dağlar şiddetle sarsılır, dağlar gevşek kum yığınlarına dönüşür." Burada insanları aşarak yeryüzünü, yeryüzünün çoğu alanlarını kapsamına alan bir dehşet tablosu ile yüzyüzeyiz. Bu dehşetle yeryüzünün çoğu alanları sarsılıyor, paniğe kapılıyor, parçalanıyor, çöküyor. Bu dehşetin korkunçluğu karşısında zavallı ve güçsüz insanların ne hale düşeceklerini varın, siz düşünün.

Bu korkunç sahneyi izleyen ayette varlıklı, zengin yalanlayıcıların bakışları başka bir tarafa çevriliyor. Kendilerine zorba Firavun hatırlatılıyor. Arkasından yüce Allah'ın, karşı gelinmez, ezici gücü ile bu zorbanın yakasına nasıl yapıştığına değiniliyor. Okuyoruz:

"Ey insanlar biz nasıl Firavuna bir peygamber gönderdiysek size de davranışlarınızı yakından gözleyecek bir peygamber gönderdik.

Firavun gönderdiğimiz peygambere karşı geldi de kendisini sert bir şekilde yakalayıverdik."

Burada Firavun hikayesine kısaca değiniliyor. Fakat bu kısa hatırlatma, Allah'ın ayetlerini yalanlayanların kalplerini çırıl-çıplak soyarak, tirtir titretecek niteliktedir. Çünkü sarsılan ve yıkılan yer ve dağ sahnesinin hemen arkasından geliyor.

Az önceki ahiretteki "yakalayış" idi, bu ise dünyadaki "yakalayış"tır. Peki, müşrikler bu korkunç dehşetten kendilerini nasıl kurtaracaklar, nasıl korunabilecekler? Okuyoruz:

"Eğer kafir olursanız, çocukların saçlarını anında ağartan o günün dehşetinden paçayı nasıl kurtaracaksınız?"

Daha önce yeri sarstığı, dağları yerlerinden oynattığı belirtilen kıyamet dehşeti burada gökleri parçalayan ve genç yaştaki çocukların saçlarını anında ağartan bir panik tablosunda sunuluyor. Başka bir deyimle hem cansız tabiatta hem de canlı insanlar üzerinde somut etkisini gösteren bir dehşetle yüzyüzeyiz. Kur'an bu dehşeti olmakta olan bir olay gibi bir canlılıkla okuyucuların gözleri önüne getiriliyor. Arkasından bu dehşeti daha da pekiştiren bir cümle ile karşılaşıyoruz:

"Allah'ın sözü kesinlikle yerine gelir."

Havada kalmaz, mutlaka gerçekleşir. O her istediğini yapar.. O'nun dilediği hemen oluverir.

Yüce Allah hem evrende ve hem de insanın kendisi üzerinde somutlaşan bu dehşetin önünde müşriklerin kalplerine dokunuyor, onları ders almaya, kurtuluş yolunu, yani O'nun yolunu seçmeye özendiriyor. Okuyalım:



19- Bu söylenenler bir öğüttür. Dileyen, Rabbine erdirecek yolu tutar.

Bu. sıkıntı dolu dehşete sürükleyen felâketli yolun yanında Allah'a erdiren yol güvenli ve rahattır.

Bu ayetler yalanlayıcıların dizlerini titretirken Peygamberimiz ile o günün bir avuçluk güçsüz mümin azınlığın kalplerine huzur, güven ve sarsılmazlık duygusu aşılıyor. Çünkü Peygamberimiz ve müminler bu ayetleri okurken şunları hissediyorlar: Yüce Allah onlarla beraberdir, düşmanlarını tepeliyor, ağır cezalara çarptırıyor. Şu anda onlara kısa bir mühlet verilmiştir, o kadar. Bu mühletin süresi dolunca işlerini bitirecektir; tanınan mühletin sonu gelince yüce Allah, hem kendisinin hem de müminlerin düşmanları olan bu sapıkları yakalarından tutarak ağır zincirlere vuracak, cehenneme atacak ve acıklı azaba uğratacaktır.

Yüce Allah gerçi düşmanlarına bir süre için mühlet tanır, ama hiçbir zaman dostlarını onların ellerine bırakmaz.

Şimdi surenin ikinci yarısına sıra geldi. Tek ve uzun bir ayetten oluşan bu bölüm, bu konudaki en tutarlı vè güvenilir görüşe göre surenin girişinden bir yıl sonra inmiştir. Okuyoruz:

20- Senin ve bazı arkadaşlarının, gecenin ya üçte ikisine yakın bölümünü ya yarısını ya da üçte birini ibadetle geçirdiğinizi Rabbin biliyor. Gecenin ve gündüzün sürelerini belirleyen Allah'tır. O bu gece ibadetinin temposuna dayanamayacağınızın farkındadır. Bundan böyle kolayınıza gelecek kadar Kur'an okuyunuz. Aranızda hastalar olacağını, bir bölümünüzün Allah'ın lütfettiği geçim payını elde edebilmek için yeryüzünde oradan-oraya koştuğunu, bir bölümünüzün de O'nun yolunda savaştığını Allah biliyor. Öyleyse kolayınıza gelecek kadar Kur ân okuyunuz. Namazı kılınız, zekatı veriniz, gönüllü olarak ve karşılık beklemeksizin Allah'a borç veriniz. Kendiniz için yaptığınız hayırları ilerde Allah katında daha yararlı ve daha büyük ödüllü olarak bulursunuz. Allah'tan af dileyiniz. Hiç kuşkusuz Allah bağışlayıcı ve merhametlidir.

Bu ayet, çekilen yorgunlukları, zahmetleri ve sıkıntıları yumuşak okşayışları ile silen serin bir "hafifletme" meltemi estiriyor. Yüce Allah'ın Peygamberimize ve müminlere yönelik "kolaylaştırma" çağrısını seslendiriyor. Yüce Allah Peygamberimizin ve müminlerin samimi bağlılıklarını belirlemiştir. Onların uzun gece namazları boyunca ayakta dikilmekten ayaklarının şiştiğini görmüştür. Aslında O, uzun uzun Kur'an okuyarak ve saatlerce namazda durarak sıkıntı çekmesini istemektir. O'nun istediği tek şey Peygamberimizi, hayatının geride kalan bölümü boyunca sırtında taşıyacağı ağır göreve hazırlamak ve kendisi ile birlikte bu çetin yola giren az sayıdaki müminlerin O'nun temposuna ayak uyduracak pişkinlik düzeyine yükselmelerini sağlamaktı.

Ayetin ilk cümlelerini oluşturan "sesleniş" sevgi yüklü ve güven aşılayıcıdır.

"Senin ve bazı arkadaşlarının, gecenin ya üçte ikisine yakın bölümünü ya yarısını ya da üçte birini ibadetle geçirdiğinizi Rabbın biliyor."

Rabbin seni ve arkadaşlarını görüyor. Yakın arkadaşlarınla birlikte geceleri uykusuz kalarak kıldığımız namaz Allah'ın terazisinde ağırlık sağlamış, kabul edilmiştir. Rabbin, senin yakın arkadaşlarınla birlikte uykularınızı bölerek yataklarınızdan kalktığınızı, soğuk gecelerde ılık döşeklerinizden isteyerek uzaklaştığınızı, kışkırtıcı yatak fısıltısı yerine yüce Allah'ın çağrısına kulak verdiğinizi biliyor. Rabbin sana ve yakın arkadaşlarına acıyor ve taşıdığınız bu gece ibadeti yükümlülüğünü hafifletmek istiyor. Devam ediyoruz:

"Gecenin ve gündüzün sürelerini belirleyen Allah'tır."

Buna göre birinden alır, öbürüne ekler. Böylece geceler bazan uzun, bazan de kısa olur. Sen ve yakın arkadaşların kısa-uzun ayırımı yapmaksızın gecelerin ya üçte ikiye yakın bölümlerini ya yarılarını ya da üçte birilerini ibadetle geçirmeye devam etmek durumundasınız. Allah bunu sürdürmenin size zor geleceğini biliyor. O sizi sıkmak, sıkıntıya sokmak istemez. O'nun istediği tek şey sizin ilerdeki mücadeleniz için azık biriktirmenizdir. Bu azığı biriktirdiğiniz görüldü. O halde bu yükümlülüğünüzü hafifletin, gece ibadetinizi kolaylaştırın. Devam ediyoruz:

"Bundan böyle kolayınıza gelecek kadar Kur'an okuyunuz."

Gece namazlarınızda uzun uzun Kur'an okuma uygulamasına son veriniz, kendinizi sıkıntıya düşürmeyiniz, aşırı derecede yorulmayınız. Yüce Allah, sizi tüm emeklerinizi ve enerjilerini yutacak görevlerin beklediğini biliyor. Uzun gece ibadeti bu görevlerle birlikte zor olur. Devam ediyoruz:

"Aranızda hastalar olacağını, bir bölümünüzün Allah'ın lütfettiği geçim payı elde edebilmek için yeryüzünde oradan-oraya koştuğunu, bir bölümünüzün de O'nun yolunda savaştığını Allah biliyor."

Hastalar gece ibadeti yapmak için zor kalkarlar. Bir bölümünüz de gündüzleri geçim peşinde koşmak, bunun için çalışmak zorundadır. Bu da hayatın kaçınılmaz gereklerinden biridir. Yüce Allah sizin dünya işlerinden el-etek çekerek tıpkı hristiyan keşişleri,gibi manastırlara kapanıp kendinizi tümü ile ibadete vermenizi istemez. Bunun yanısıra yüce Allah ilerde size savaşma izni verecek, zalimler karşısında zafer kazanmanızı nasip edecek, yeryüzüne azgınları titretecek islam sancağını dalgalandırmayı başarmanızı sağlayacaktır. O halde bu yükümlülüğünüzü hafifletin;

"Öyleyse kolayınıza gelecek kadar Kur'an okuyunuz."

Kendinizi zora, sıkıntıya, meşakkate koşmayınız. Yalnız bu dinin farz olan görevlerini düzenli biçimde yerine getiriniz.

"Namazı kılınız, zekatı veriniz."

Bunların yanısıra yüce Allah'a karşılık beklemeksizin, gönüllü olarak borç veriniz, ilerde karşılığını fazlası ile bulacak hayırlar yapınız. Yani;

"Gönüllü olarak ve karşılık beklemeksizin Allah'a borç veriniz. Kendiniz için yaptığınız hayırları ilerde Allah katında daha yararlı ve daha büyük ödüllü olarak bulursunuz."

Ayrıca Allah'a yönelerek O'ndan kusurlarınızı affetmesini dileyiniz. Çünkü insan ne kadar dikkat ederse etsin, ne kadar doğruyu araştırırsa araştırsın, yine de yanılabilir, kusur işleyebilir.

"Allah'tan af dileyiniz. Çünkü kuşkusuz Allah bağışlayıcı ve merhametlidir." Bu ayet, gece ibadetine ilişkin buyruktan bir yıl sonra gelen bir kolaylaştırma direktifi; bir merhamet, sevgi ve güven aşılama dokunuşudur. Yüce Allah böylece müminlerin gece ibadeti ile ilgili yükümlülüklerini hafifletmiş, bu ibadeti farz olmaktan çıkarıp "nafile"ye dönüştürmüş oluyordu. Peygamberimize gelince o bu konudaki tutumunu değiştirmemişti. Yine gecenin üçte birinin altına düşmeyen bir bölümünü ibadetle geçirme uygulamasına bağlı kalmıştı. Gecenin bu sessiz ve sakin saatlerinde Rabbine yalvarıyor, O'nun dergahına sığınarak hayat ve cihad azığı sağlıyordu. Üstelik gözleri uykuya dalsa bile kalbi hep uyanıktı. sürekli Allah'ı anıyor, her an O'na bağlılığını tazeliyordu. Sırtında taşıdığı yükümlülüğün ağırlığına ve sorumluluklarının yorgunluğuna rağmen geceleri yüce Rabbi ile başbaşa kalmayı hep devam ettirmiştir. Çünkü her şeyden yana boşalttığı kalbinde sadece yüce Allah vardı.

MÜZZEMMİL SÜRESİ(Elmalılı Hamdi YAZIR)

Müzemmil, tefe'ul bâbından etken ism-i fail (ortaç) olup aslı "mütezemmil"dir. Tâ harfi zâ harfine çevrilmiştir. "Örtüsüne bürünüp örtünen" demektir ki kendisi örtünmüş veya başkası tarafından örtülmüş olabilir. Bunun büyük bir olay karşısında başını içine çekmek, gizlenmek, kaçınmak, rahata meyletmek gibi kinaye mânâları da olabilir. Nitekim Râgıb, istiare yoluyla, işe pek önem vermeyen, kısa davranan mânâsına kinaye ve taşlama olduğunu söylemiştir.

Tezemmül mastarının üç harfli kökü olan "zeml" kelimesinin birçok anlamı vardır. Mesela, zeml ve zemelân; at, davar gibi hayvanların neşe ve cünbüşle bir tür yürüyüşü demektir. Yine zeml, atın terkisine birisini almak, yük yüklemek mânâsına gelir. Zemîl ve ziml, binicinin arkasına oturan, ar k adaş; zümle de çok

yoldaş topluluğu demektir. Bu bakımdan "tezemmül" kelimesi bunların herhangi birinden türetilerek bu bâba nakledilmiş olabilir. Fakat özellikle bilinen ve duyulan mânâsının, "elbiseye bürünüp örtünmek" olduğu açıklanıyor. Bir de müzzemmil, yük yüklemek mânâsına gelen zeml'den türetilerek "yükü yüklenen" mânâsına olduğu söylenmiştir.

"Ey örtünen!" hitabı, ilk önce Hz. Peygamber (s.a.v)'i dikkatli ve uyanık olmaya davettir. Bazıları işin öneminden dolayı bunun "ne yatıyorsun? Niye gizleniyorsun? Niye zayıf davranıyorsun? Kalk" gibi bir tür taşlama ve azarlama biçiminde bir şiddet hitabı olduğunu; bazıları da "gönül okşama" mânâsıyla bir teşvik ve gayrete getirme hitabı olduğunu söylemişler ve böyle olmasının peygamberlik makamına daha uygun olacağını düşünmüşlerdir.

Ebu Hayyân'ın yazdığına göre Süheylî şöyle demiştir: Müzzemmil ismi, Hz. Peygamber (s.a.v)'in öteden beri tanınageldiği isimlerden biri değildir. Müzzemmil ismi, ancak bu hitap sırasında bulunduğu bir durumdan kaynaklanmıştır. Arap, birisine sitem etmeksizin onun gönlünü okşamak istediği zaman bulunduğu durumu anlatan bir kelimeden türemiş isimle seslenir. Nitekim Hz. Ali (r.a) toprak üzerinde uyumuş ve böğrüne toprak yapışmış olduğu bir sırada, Hz. Peygamber (s.a.v) o na: "Kalk ey toprağın babası!" diye hitap ederek onun gönlünü okşadığını anlatmıştır. İşte hitabında da böyle bir yakınlık kurma ve gönül alma vardır. Bu açıklamanın en sağlam olarak ifade ettiği gerçek, Hz. Peygamber (s.a.v) hakkında müzzemmil i s minin daha önce bilinen bir isim olmayıp ancak bu hitap sırasındaki durumunu gösteren bir niteleme ve gönül okşama olduğunu bildirmesidir. Fakat gönül okşama tabirinin görünen anlamına göre, "kalk" emrinin böyle bir lâtifeden sonra söylenmiş olması, bu em r in vücub, yani gereklilik ifade etmesine uygun düşmez.

Bu işin güzel ve hoş görülen bir iş olarak düşünülmesini gerektirir. Bu görüşte olanlar bulunmakla beraber bu anlayış, peygamberlik görevinin başlamasının önemi, "Biz senin üzerine ağır bir söz bırakacağız."(Müzzemmil, 73/5) sözünün ağırlığı karşısında hafif görünür. Allah tarafından Hz. Muhammed (s.a.v)'in zatını peygamberlik makamına yükseltmek üzere "kalk" emrini vermek için gelen bu sesi, başlangıçta şiddetli bir uyarı olarak anlamak, lâtife gibi anlamaktan daha çok yüksek bir edebi anlayışla peygamberliğin şan ve şerefine hürmeti ifade eder.

Peygamberin bu seslenişi duyduğu sırada bulunduğu örtünme hali ne idi? Niçin idi? Bunun birkaç şekilde yorumu yapılmıştır:

BİRİNCİSİ, Âlimlerin çoğu bunun yukarıda açıklandığı üzere "Beni örtün, beni örtün" diyerek örtünüp yatmış olması hali, bunun sebebinin de Hira mağarasında gördüğü meleğin ve aldığı vahyin şiddetinden duyduğu korku ve heyecan olduğu, bazı rivayette de Kureyş'in Darunnedve'd e ki sözlerinden duyduğu üzüntü olduğunu söylemişlerdir. Bu hal içinde Peygamber'in yalnızlığını gidermek ve gönlünü okşamanın tam zamanında yetişen ilâhî bir yardım olduğunda şüphe olmamakla beraber, bunun biraz sonra yapılacak daha yüksek bir uyanışa dave t ten önce şiddetli bir destek olması her halde daha kuvvetli bir yardım ve imdat olur. Bu hal içinde Peygamber'in örtündüğü ne idi. Bazıları bunun bir kadife, yani saçaklı bir Acem keçesi olduğunu söylemişlerdir. Bazıları da Hz. Hatice'nin "mırt" tabir edi l en büyük bir yün elbisesi, ihramı veya battaniyesi demişlerdir ki, ikisi arasında bir fark olmasa gerektir.

İKİNCİSİ, Katâde demiştir ki, Hz. Peygamber (s.a.v) namazı için elbisesine bürünmüştü. Ferrâ ve İbnü Cerir bunu tercih etmişlerdir. Bu durumda, "ey örtüsüne bürünen!" diye yapılan hitap sadece teşvik için olmuş olur. Gerçi burada "kalk" emrinden önce namaz için bir emir bulunduğu bilinmektedir. Fakat İbnü Cerir, "Hz. Peygamber (s.a.v) geceleri namaz kılardı, işitenler de gelip ona katılmaya başl a mışlar, bir cemaat oluşmuştu. Allah'ın Resulü (s.a.v) onların toplanmasını pek uygun görmeyip devam edememelerinden ve bu namazın farz kılınmasından sakınmıştı. "Ey insanlar! Yapabileceğiniz amellere girişin. Siz amelden usanmadıkça yüce Allah sevaptan us a nmaz. Amellerin hayırlısı ise devamlı olanıdır" diye nasihat etmişti. Devam edenler devam ediyordu. âyeti indi, farz kılındı." diye Hz. Aişe'den gelen bir rivayeti kitabına almıştır. Resulullah (s.a.v)'ın Hira mağarasında inzivaya çekilip ibadet ettiği d e sahih kitaplarda rivayet edilmiştir.

ÜÇÜNCÜSÜ, İkrime, "Müzzemmil, yük yüklemek mânâsına gelen "ziml" kökünden türetilen ve "büyük yük, yüklenen" mânâsından mecaz olarak, "Ey Peygamberlik yükünü yüklenen!" demek olduğunu söylemiştir ki, güzel bir mânâdır.

2. Bu üç görüşe göre, bu âyetin inmesinden itibaren Peygamber (s.a.v)'e müzzemmil ismiyle hitapta şu mânâlardan birisinin düşünülmesi gerekir. Birinci mânâ, "Beni örtün, beni örtün" diyen; ikincisi, "ey namaz kılmak, ibadet etmek için giyinip hazırlanan"; üçüncüsü, "ey nebilik ve resullük yükünü yüklenen," gece kıyam et kalk. Gece kıyam yani kalkış, maksada göre kapsamlı mânâlar ifade eder. Burada sözün devamında "Kur'ân'ı yavaş oku", "rabbının ismini zikret" ve "Rabbine yönel" gibi söz l erin gelmesinden anlaşıldığına göre, maksat, ibadet için kalkmaktır. Tefsirciler bunun "namaza kalk" demek olduğunu açıklıyorlar ki bunun iki izah şekli vardır. Birisi, "namaza kalk" takdirinde olması; birisi de "kıyam" tabirinin doğrudan doğruya namaz m â nâsına olmasıdır. Onun için "kıyam-ı leyl" sözü, "gece namazı"nı ifade etmekte şer'î örf olmuştur. Devamlı ibadet eden kimseye "gece kaim, gündüz saim", yani "gece namaz kılar, gündüz oruç tutar" denilir. Gece kaim olmak, yatmazdan önce de, uyuyup sonra k a lkmak suretiyle de olabilir. İkincisine teheccüd denilir. "Gece kalk" dediğimizde bizim dilimizde uykudan kalkmak anlaşılırsa da "gece kaim ol" sözü her iki mânâya da gelebilir. Burada açık olan budur.

İslâm'da beş vakit namaz farz kılınmazdan önce başlangıçta Peygamber'e bu emirle gece namazı farz kılınmış olup Peygamber (s.a.v) ve ashabının Ramazan'da olduğu gibi her gece uzun uzadıya namaz kıldıkları, sonra bu sûrenin sonunda gelecek olan "Rabbın biliyor ki sen kalkıyorsun.." âyetiyle miktarı değ i ştirilip hafifletildiği; bazılarının görüşüne göre bundan maksadın teheccüd olduğu ve beş vakit namaz farz kılındıktan sonra teheccüdün vacipliğinin ümmet hakkında kaldırıldığı, Peygamber (s.a.v) hakkında da "Gecenin bir kısmında da sana mahsus bir nafile kılmak için uyan."(İsra, 17/79) emrinin yürürlükte olduğu açıklanıyor.

Bazılarının görüşüne göre ise gece namazının vacip oluşu hiç kaldırılmamış, ancak hafifletilmiştir. Diğer bazıları ise bu ilk "gece kâim ol" emrinin farz için olmayıp mendub olmak suretiyle bir emir olduğu, "yarım" veya "daha az" veya "daha çok" diye miktar hakkında bir tercih hakkı tanınmasının bunu gösterdiği ve dolayısıyle teheccüdün ne başta, ne sonda, ne Peygamber (s.a.v)'e, ne de ümmete farz kılınmadığı görüşünü benimsemişle rdir.

3. Birazı müstesna, birazı hariç, yani gecenin birazı dışında kalk. Ne kadar? Gecenin yarısı yahut ondan biraz eksilt yarısından az kalk, ama bu eksiltme yarının yarısından, yani gecenin dörtte birinden fazla olmasın,

en aşağı dörtte biri kadar kalk. Çünkü dörtte birinden aşağı eksiltmek, yarısının yarısından az değil, çok olmuş olur.

4. Yahut onu artır yarısından fazla kıl ki bu da üçte ikisi, nihayet dörtte üçü kadar olabilir.

Burada yarım, eksik ve fazla, gecenin birazının dışında kalan kalkılacak kısmının veya istisna edilen kalkılmayacak olan az kısmının açıklaması olabilir. Gerek müstesna minh gerek müstesna hangi taraftan düşünülürse düşünülsün sonuç aynı olur. Çünkü bir taraf eksilince diğeri ona karşılık aynı oranda arta r. Birisi arttıkça diğeri aynı oranda eksilir. Şu kadar var ki, eksiltme ve artırma muhataba nisbet edilmiş yani ona "artır" ve "eksilt" denilmiş olduğundan "kalkmak" gibi bunların da onun fiili olması gerekir. Bu ise, bunların kalkılmayacak olan istisna e d ilmiş azını değil, kalkılacak olan gece müddetini açıklamak olduğunu hissettirir. Bu karineye (ipucuna) göre, Ebussuud'un dediği gibi "onun yarısını sözünün tamlamada geçen zamirin yerini tutmuş olduğu "müstesna minh olan gece"den bedel olarak kıyam sür e sinin açıklaması olduğu ortadadır. Veya eksilt ve veya artır fiilleri de kalk emrine bağlanmıştır. Bu suretle istisna edilen birinci de dolayısıyle buna karşılık beyan edilmiş olarak gecenin yarım, üçte bir veya çeyrek veya üçte iki veya üç çeyreğine kadar olan süresini kapsayabilir. Bunun hepsi, müstesna minh olan gecenin tamamından az olmakla beraber bazısında istisna edilen, geri kalandan az olsa da, bazısında eşit veya çok olmuş olur. İstisnalarda, istisna edilip çıkarılanın bütüne eşit olmama k üzere kalandan az veya çok olması caizdir.Fakat istisnanın doğal durumuna göre çıkanın kalandan az olacağı açık olup kurala uygun olan da budur. Bunun aksi yapıldığı zaman bir esprisi olmak gerekir. Burada önce genel kurala uygun olmak üzere, "azı har i ç" denilerek geceden bir kısmı istisna edilmiştir. Bununla beraber o istisna edilen az'ın geri kalanlara eşit ve ondan çok olabileceği de anlatılmıştır. Bunda başlıca üç incelik vardır:

BİRİNCİSİ, her şeyden önce, istisna edilen şeyin az olması kuralı na dikkat çekmek.

İKİNCİSİ, istisna edilen şeyin kural dışı olarak, geri kalana eşit veya ondan çok olması caiz ise de, gece kalkma süresinin yarıyı geçmesinin daha iyi olacağına işaret.

ÜÇÜNCÜSÜ, uyku ve gaflet içinde geçen süre, nicelik itibarıyla yarısından çok olsa da, kıymet ve nitelik itibarıyla az; zikir ve ibadetle geçen süre, diğerinden az da olsa çok demek olacağına işaret.

İşte bu üç nükteyi göstermek için önce "gecenin azı hariç" denilerek gecenin azı istisna edilmiş, sonra da bu azın eşit veya az ya da çok olabileceği, bununla beraber her ne olsa az demek olacağı anlatılmak üzere âyet bu beyan üslubu ile gelmiştir. Bu üç miktardan birini seçme arasında serbest bırakma, durumun gereğine veya gecelerin uzun ve kısa olması takdir l erine göre en uygununu seçmek için demek olur. Bunlar içinde çeyreğe kadar azı kesin, dolayısıyla farz, fazlası nafilelik ifade eder. O suretle kalk "Ve Kur'ân'ı yavaş yavaş oku."

TERTÎL, bir şeyi güzel, düzgün ve tertip ile kusursuz bir şekilde açık açık, hakkını vererek açıklamaktır. Aralarında çok değil, biraz açıklık bulunmakla beraber gayet güzel bir düzgünlükte görülen ön dişlere derler. Sözü de öyle tane tane, yavaş yavaş, ara vererek ve güzel sıralama ve ifadeyle söylemeye de "tertîl-i k elâm" derler. Kur'ân'ın tertili de böyle her harfinin, edasının, tertibinin, mânâsının hakkını doyura doyura vererek okunmasıdır. Burada emrinden sonra mastarıyla vurgu yapılması da bu tertîlin en güzel şekilde olmasının arandığını gösterir. Bir söz a s lında ne kadar güzel olursa olsun gereği gibi güzel okunmayınca güzelliği kalmaz. Güzel okumasını bilmeyenler güzel sözleri berbat ederler. Sözün tertîl ile güzel söylenmesi ve okunması ise sade ses güzelliği ile gelişi güzel eze büze şarkı gibi okumak, s a z teli gibi sade ses üzerinde yürümek kabilinden bir musıkî işi değildir. Kelimelerin dizilişinin mânâ ile uyum sağlaması ve dilin fesahat ve belağatı hakkıyla gözetilerek ruhî ve manevî bir uygunlukla, yerine göre şiddetli, yerine göre yumuşak, yerine gö r e uzun, yerine göre kısa okuma, yerine göre ğunne, yerine göre izhar, yerine göre ihfa, yerine göre iklâb, yerine göre vasıl, yerine göre sekit veya vakıf; kısacası bütün maksat, mânâyı duymak ve mümkün olduğu kadar duyurmak olmak üzere tecvid ile okuma i ş idir. Bunun için Kur'ân okurken tertîl ve tecvid gerekir. Tecvid de, kaf çatlatmak derdiyle, çatlatmaktaki mânâyı kaybetmek değildir.

Tecvid ve Kırâet ilmi kitaplarında Kur'ân kırâeti üç mertebe üzerine sınıflandırılmıştır: Bunlar tahkîk, tedvir ve hadr'dır.

Tahkik, munfasıl meddi dört veya beş elif miktarı çekecek şekilde gayet ağır bir ahenk ile okumaktır.

Tedvir, iki veya üç elif miktarı çekecek şekilde orta halde okumaktır.

Hadr de tabii med gibi bir elif miktarı çekecek şekilde hızlı okumaktır.

Bir elif iki fetha miktarı demek olduğuna göre, bir harekenin belli olacak şekilde okunuşundaki ilk ses, âhenk süresinin hızlılık ve ağırlığına göre, her kırâetin şifresini teşkil eder. Asım, Hamze, Nafi'den Verş kırâetleri tahkik; İbnü Amir, Kisâi kırâetleri tedvir; diğerleri hadr tarzındadır. Fakat bunların hiçbirinde bir harf veya harekenin hakkı çiğnenecek şekilde okunmak caiz olamayacağı için, asıl mânâsıyla tertil kırâetlerin hepsinde şarttır. Kırâetleri böyle hadr ve tedvir şekli n de kısımlara ayırmaya cevaz veren ise gelecek olan "Kur'ân'dan size kolay geleni okuyun." emridir.

Görülüyor ki bu âyette geçen "Kur'ân'ı tertil üzere oku." sözü, gece kalkmaktan ilk maksadın bu olduğunu gösterir. Bu ise Kur'ân'ı namazda ve namaz dışında okumak, onu okutup öğreterek başkalarına ulaştırmak mânâlarını kapsayabilirse de, ayakta okunması örfe göre namazda okunmasıdır.

Bir de bu âyet, bu sûre indiği sırada Kur'ân'dan daha önce bazı şeylerin inmiş bulunduğunu gösterir. Fakat henüz çok bir şey inmemiş olması nedeniyle, her gece bu kadar uzun süre kalkıp da Kur'ân'ı tertil üzere okumak, bunun sadece bellemek için değil, namaz kılıp ibadet ederek uygulamasını yapmak için okumaya vesile olduğunu gösterir.

5. Bununla beraber bu gece kalkışının ve Kur'ân'ı tertil üzere okumanın asıl maksat olmayıp hazırlık mahiyetinde bir giriş olduğu açıklanmak üzere buyruluyor ki, Çünkü biz sana ağır bir söz indireceğiz. Dayanılması, uygulama ve yerine getirilmesi çok zor olan büyük bir kelâmı üzeri n e indirip tatbikini ve uygulamasını sana emredeceğiz. Bu söz, ağır yükümlülükleri ve sorumlulukları kapsayan ve savulması ve geri çevrilmesi mümkün olmayan Kur'ân ile Peygamberlik emri, indirilmesi de onun vahyidir. Hz. Peygamber (s.a.v)'e vahiy inerken o kadar ağır ve şidddetli gelirdi ki, derhal yüzü değişirdi. Nitekim Hz. Aişe demiştir ki: Gayet soğuk bir günde vahiy inerken baktım, açılırken alnından ter fışkırıyordu. Aynı şekilde Veda Haccı sırasında Arafat'da "Gadba" adlı devesinin üzerinde iken vah i y gelince ağırlıktan deve çöke kalmıştı. Vahy ve onun inişi böyle maddi olarak bile bir ağırlık ve baskı ile geldiği gibi mânâsındaki hükümlerin ve ahlâk kurallarının

icra ve uygulaması da nice zorlukları beraberinde getiren ağırlıkları kapsar. Kur'ân'ı okumak kolay olsa da onunla amel etmek zordur. Sonra, terazide ecri ve mükâfatı da ağırdır.

6. İşte önce gece kalkmak ve Kur'ân okumakla emir, bu cümleden olmak üzere gelecek olan ağır emirlerin uygulanabilmesine imkan ve yetenek kazanmak üzere nefisleri terbiye etmek ve nefsi yenme gayretlerini geliştirip kuvvetlendirmek için hazırlık mahiyetinde çalışmadır. Bunun gündüz yapılmayıp da geceden başlamasının sebep ve hikmeti büyüktür. Çünkü gece nâşiesi yani gece yetişen nefis, veya gece meydana gelen o lay veya gece neşesi ve olayı, "Daha baskın, daha samimidir."

VATI', lügatte; basmak, çiğnemek, yumuşatıp döşemek, hazırlamak, uydurmak, yani uygun hale koymak ve uygunluk mânâlarında mastardır. Bir de tümseklikler arasında basık ve engin yere deni r.

Ebu Amr ve İbnü Amir kırâetlerinde vav'ın kesri ve ta'nın fethasıyla ve uzatarak okunur. Bununla aynı baptan mastar olan "muvatae", uygunluk, uyuşma demektir. Yani, gece yapılan amel daha baskın, daha samimi yahut kalp ve vicdana daha uygun demektir. Gece sessizlik ve her şeyden ayrılma zamanı olduğu için, uyanık olanların gözü gönlüne daha uygun ve gündüzleyin çeşitli engeller ve meşgaleler içinde duyulamıyacak olayları duymak için keşfi daha açık ve gösterişten, başkalarının bakısından kurtu l muş olarak ihlaslı davranmaya daha uygun yahut daha keskin, daha dokunaklıdır.

Ve deyişce, söyleyiş ve anlayış açısından daha sağlamdır. Söz daha iyi söylenir ve duyulur, gürültüler kesilmiş bulunacağı için okuma ve düşünme, inceleme ve zikir, söylenen ve dinlenen söz daha sağlam olur.

7. Çünkü senin için gündüzün uzun bir yüzüş var. Burada sebh, yani yüzmek iki şekilde tefsir edilmiştir:

BİRİSİ, Gündüzün yer yüzünde hareket; insanı meşgul edecek, okumaya ve ibadete engel işler vardır. Bunların arasında, geceki huzur ve neşe bulunmaz demektir.

İKİNCİSİ de diğer ihtiyaçlarını ve önemli işlerini görecek uygun bir zaman vardır, demek olur.

ÜÇÜNCÜ bir mânâ da, kalkmakla emrolunduğun bu gecenin bir gündüzü gelecektir ki sen o zaman uzun bir paklığa ve temizliğe ereceksin mânâsında gelecek için bir müjde olur. "Ve açtığı sıra o sabaha andolsun."(Müddessir, 74/34)

âyetinde olduğu gibi.

8. İşte bu iç ve dış sebeplerden dolayı ilerisi için hazırlanmak üzere gece kalk ve tertil ile Kur'ân oku ve Rabbının ismini an. Gece ve gündüz onu an. "Sübhanallah","Lâilahe illallah" "Allahû Ekber" demek, Allah'ı ululamak, namaz kılmak, Kur'ân okumak, ilim öğretmek, Allah için öğüt verip yol göstermek gibi Resulullah (s.a.v)'ın gece ve gündüz bütün s a atlerinde meşgul olduğu şeyler buna dahildir. "Tam anlamıyla ona yönel" Kendini her şeyden çekerek Rabbına çekil, samimi bir şekilde onun emir ve itaatı ile meşgul ol. İçinde yüzdüğün dünya meşgale ve maksatları, alakası gönlünü asla işgal etmesin.

T EBETTÜL, lügatte, kesmek demektir. Nitekim her şeyle ilgisini kesip Allah'a ibadet ettiği için Hz. Meryem'e "betûl" denilmiştir. Erkeklere karşı istek ve arzu duymayan kadına da betûl denir.

TEBTÎL, iyice ve tamamen kesmek; tebettül ise çalışarak kesilip çekilmektir. Râzi şöyle der: veya buyurulmayıp buyurulması ince bir mânâyı ifade eder. Şöyle ki, asıl maksat, herşeyden kesilip Allah'a dönmektir. Tebtilde ise, Allah'a yönelmek için bir iş yapma mânâsı vardır. Bir işle meşgul olan kendini tama m en Allah'a vermiş olamaz. Zira Allah'tan başkasıyla meşgul olan, Allah için herşeyden ilgisini kesmiş olmaz. Fakat "tebettül"ün yani Allah'a çekilmenin meydana gelebilmesi için de önce "tebtîl" yani kendini her şeyden çekmek gerekir. Nitekim bir âyette, " Uğrumuzda cihat edenlere gelince, elbette biz onları yollarımıza hidayet ederiz."(Ankebut, 29/69) buyurulmuştur. Onun için, yüce Allah önce asıl gaye olan "Allah'a yönelme"yi, sonra da onun şartı olan "bu iş için çalışma" yı zikretmiştir.(1)

"Rabbini n ismini zikret ve ona yönel" denilmek suretiyle zikrin ve yönelmenin Rab ismine bağlanması da önce, yaratılanlardan ve kullardan ilgiyi kesip yüce Allah'ın ilâhlık hükümlerini, kendi içimizdeki ve dışımızdaki idare şeklini ve tasarrufundaki sırları düşün m eye dalmak; ikinci olarak da işten o işi yapana, hükümden o hükmü verene nefsi teslim etmek mânâsına işarettir.

9. Bu nedenle açıklama yapılarak buyruluyor ki, o senin Rabb'ın bütün doğu ve batının Rabbidir Âlemlerin Rabbidir. Âlemde gerek parlayan gerek sönen her şeyin her hususta Rabbi, yöneticisi, terbiye edicisi, maliki odur. Parlatan o, söndüren de odur. Herkes gerek bilsin gerek bilmesin bütün âlem onun ilâhlığı altındadır. O'ndan başka ilâh yoktur. Tam bir sevgiyle sevilip, gönül verilecek v e ibadet edilecek, emrine boyun eğilecek ondan başka ilâh

yoktur. İbadet edilecek varlık ancak odur. Akılların kavrayabildiği ve kavrayamadığı bütün emellere arzulara hakim olan ancak odur. Başkasından ummak boşunadır. Rablık da onun, ilâhlık da onundur. Onun için, ancak onu vekil tut, bütün işlerini onun görmesini iste. Şuurlu dileklerin hepsinde onun emir ve hükmü doğrultusunda yürü, ona dayan. Ne senin kendinin ne de başkalarının arzusuna göre yürüme. Onun her hususta irade ve gücü geçerlidir. Oysa onun hükmüne uymayan her düşünce ve emel batıl ve geçersizdir. O senin bütün işlerini iyileştirmeye ve düzeltmeye, sana düşmanlık edecek olanların hakkından gelmeye yeter.

İnsanların en önemli işleri asıl olarak sadece iki durumla sınırlandırılmıştır. Birisi Allah ile olan muamelelerin nasıl olacağı, birisi de yaratıklarla olan muamelelerin nasıl olacağıdır. Birinci kısım daha önemli olduğu için sûrenin başından buraya kadar onunla ilgili esaslar açıklandıktan sonra, ikinci kısım için de buyruluyor ki;

10. Onu vekil tut ve başkalarının diyeceklerine sabret ve onları bir hecr-i cemil ile terket, şimdilik hallerine bırak.

HECR-İ CEMİL, kalben ve fikren onlardan uzak durup yaptıkları işlerde onlara uymamakla beraber kötülüklerine karşılık vermeye kalkışmayıp hoşgörü, idare ve güzel ahlâk ile güzel bir muhalefet yapmaktır. Bunun benzeri, "Onun için sen kendilerine aldırma, onlara öğüt ver."(Nisa, 4/63) "Ve cahillerden yüz çevir."(A'râf, 7/199) "Onlardan yüz çevir." (En'âm, 6/68) ve "Bizden yana her bakımdan selamette olunuz. Biz cahillik edenleri aramayız." (Kasas, 28/55) âyetleridir. Râzi der ki: Bir kısım tefsirciler bu âyetin "savaş" emrinden önce inip sonra savaş emri ile hükmünün kaldırıldığı görüşünü benimsemişlerdir. Diğer bazı âlimler ise, bunun kabul edilmeye daha çok vesile olan şeyler hususunda Allah'ın iznine tutunmak olduğunu ve bu gibi hususların hükmünün kaldırılamıyacağını söylemişlerdir ki, en sahih olan da budur"

11. Ama onlar kötülüklerinde devam edip gitsin ler mi? diye kalbe bir sıkıntı ve şüphe gelmemek ve bunun kesinlikle geçici olacağı anlatılmak için de buyruluyor ki, ve bana bırak o nimetler içinde zevk sürerek rahat yaşamak isteyen bolluk içindeki inkârcıları ve mühlet ver onlara biraz. Keşşâf'ın a ç ıkladığına göre "na'me", Fatiha'da geçtiği gibi bolluk ve nimet

içinde yaşama; ni'me, nimet vermek; nu'me ise, sevinç ve neşe mânâsınadır. "Refah sahipleri, zevkine düşkün kimseler" demektir ki, Kureyş'in ileri gelenleri böyle idi. Dilimizde de bilindiği gibi "sen onu bana bırak" demek, "ben onun tamamen hakkından gelirim" demektir. Yani, "sen yorulma, merak etme, onları sedece bana bırak ve acele etme, onlara çok değil biraz mühlet ver, ben onların tam olarak haklarından gelmeye ve cezalarını vermeye ye terim."

12. Çünkü bizim yanımızda. Sende olmayan ve başkalarının yanında bulunmayan nice tomruklar görülmedik ağır ağır bukağılar ve son derece salgın bir ateş var.

13. Ve boğaza takılan bir yiyecek, zakkum, irin, zehirli ve dikenli bitki gibi ki, boğaza girdi mi ne yutulur, ne çıkarılabilir. Ve her acıdan daha elem verici, dayanılmaz bir azap vardır. Hz. Peygamber (s.a.v)'in bu âyeti okuduğu zaman haykırdığı rivayet edilir.

Hasan Basri bir gün oruçlu iken iftar edeceği sırada kendisine bir yemek getirilmiştir. Tam o anda bu âyet aklına geliverdi, "yemeği kaldırın" dedi. İkinci akşam konuldu, yine hatırana geldi, yine "kaldırın" dedi. Üçüncü akşam yine öyle. Sâbit-i Benânî'ye, Yezid-i Dabbî'ye ve Yahya el-Bekkâ'ya haber verildi, onlar geldiler ve sonunda biraz kavut şerbeti içmeyince bırakmadılar.

Razî şöyle der: Bu dört mertebeyi ruhani cezalar şeklinde yorumlamak da mümkündür: Enkâl, nefsin cismâni ilgiler ve bedensel lezzetler bağına bağlanıp kalmasıdır. Çünkü nefis dünyada bunlara sevgi ve arzu yatkınlığı kazanmış olduğu için bedenden ayrıldıktan sonra hasret ve kaygısı artar, kazanç aletleri harap olmuş kalmamış bulunduğu için, daha evvel elde ettiği meleke ve yatkınlık onun kurtulup da ruh ve huzur âlemine geçmesini engelleye n engeller, tomruklar halini alır. Sonra o ruhani bağlantılardan ruhani ateşler çıkar. Çünkü nefsin bedensel durumlara aşırı meyli ile beraber onları elde etme imkanı bulamaması, bir kimse aradığı şeyi bulamayınca gönlünün yanması gibi, şiddetli bir iç ya n masını gerektirir ki, işte o ikinci mertebe, yani âyette anlatılan "cehim" dir. Sonra da o yoksunluk tasalarını ve ayrılık elemlerini yutmaya uğraşır ki, işte bu da "taâmen zâ gussa"dır. Daha sonra o bu içinde bulunduğu durumlar sebebiyle ilâhî nurun tece l lisini görmekten ve mukaddes varlıklar zincirine katılmaktan yoksun kalır ki, bu da hepsinden şiddetli olan "azaben elima"dır. Razi bunları söyledikten sonra özellikle şu hatırlatmayı yapmayı da unutmayıp şöyle der: Sözüm yanlış anlaşılmasın. Ben, âyetten maksat, yalnız bu ruhani

mânâlardır, demek istemiyorum. Diyorum ki, âyet hem cismani, hem de ruhanî dört mertebenin meydana gelmesini ifade eder. Âyeti her ikisine de yorumlamak imkânsız değildir. Her ne kadar lafız, cismani mertebelere göre hakikat, ruhanî mertebelere göre meşhur ve herkesin bildiği mecaz ise de. Yani genel mecaz ile hakikat ve mecazı bir araya toplamak veya işaret ve delalet sahih olur.

Buna ipucu (karine) da sûrenin başından beri gelen açıklamaların yalnız maddiliğe mahsus olmaması ve elem ve sıkıntıların maddeden çok ruh ile ilgili bir iş olmasıdır. Zira ruh ile ilgisi olmayan bir cansız varlığın yanarken azap çekmesi tasavvur olunamaz.

14. Bunların ne zaman olacağına gelince, yerin ve dağların sarsılacağı, ve o sivrilip duran dağların erimiş kum yığınına döneceği gün. O gün yeryüzü dümdüz olacak. Burada eriyen dağların olacağı anlaşılıyor ki, bu değişimde hepsi sarsılmakla beraber özellikle büyüklerinin yıkılacağına işaret vardır. (Hâkka Sûresi'ne bkz.)

15. Bur aya kadar hitap Peygamber (s.a.v)'e idi. Peygamber'i bu şekilde hazırladıktan sonra, ilk önce âyetlerin iniş sebebi olan Mekke müşrikleri dahil olmak üzere inkârcılara hitap edilerek Hz. Muhammed (s.a.v)'in Peygamber olarak gönderildiğini duyurmak içi n buyuruluyor ki: Haberiniz olsun, biz size bir elçi gönderdik. Allah'ın emirlerini size ulaştıracak; üzerinize şahit, kendisine karşı yaptıklarınıza şahit olarak inkârlarınıza, yalanlamalarınıza o kıyamet günü aleyhinizde tanıklık edecek. Aynı şek i lde biz Firavun'a da bir elçi göndermiştik. O Musa idi. Bu benzetmede üç mânâ vardır.

BİRİSİ, Bakara ve Saff sûrelerinde geçtiği üzere Tevrat'ta Hz. Musa'ya hitaben son Peygamber hakkında "Senin gibi bir elçi" diye haber verilmiş olan elçinin bu elçi olduğunu açıklamaktır.

İKİNCİSİ, o vakit Mekke Cumhuriyeti'ni idare eden müşriklerin Firavun gibi zalim ve zorba olduklarına işarettir.

16. ÜÇÜNCÜSÜ de netice olan şu korkutmayı anlatmaktır. Ki Firavun o elçiye isyan etti de biz o Firavun'u korkunç bir tutuşla tutup, alıverdik.

17. Firavun'un durumu böyle olunca inkâr ettiğiniz takdirde siz nasıl korunabilirsiniz? Yeni

doğmuş çocukları ak saçlı ihtiyarlara çevirecek olan o günden nasıl korunacaksınız? Bu o kadar korkunç, o kadar şiddetli acı bir gündür. Çünkü "gam ve keder saç ağartır" diye bir darb-ı mesel vardır. Bununla beraber bunda o günün gelmesine, yeni neslin ihtiyarlık çağına girecekleri bir zaman kadar süre bulunduğuna ve kuşaktan kuşağa olacak değişikliklere bir işaret de olabilir.

18. O gün sebebiyle gök çatlayacaktır. O öyle dehşetli bir gün ki yalnız dağlar erimek, çocuklar kocalmakla kalmayacak, o yüksek gök bile yarılıp ayrılacak, ilâhî emir gelip yeni bir âlem kurulacak. Böyle şey olur mu? denilmesin. Allah'ın vaadi yapılagelmiştir.

19. İşte (bu hatırlatmaları, bu uyarıları kapsayan) âyetler bir tezkire yani bir öğüt ve nasihat mânâsı taşıyan bir duyurudur. Artık dileyen Rabbine bir yol tutar. O günün şiddet ve dehşetinden korunmak ve Rabbine esenlik içinde ermek için iman, itaat ve güzel amelle Allah'a yaklaşmaya çalışır.

Meâl-i Şerifi

20. Rabbin, senin gecenin üçte ikisinden daha azında, yarısında ve üçte birinde kalktığını, seninle beraber bulunanlardan bir topluluğun da böyle yaptığını biliyor. Gece ve gündüzü Allah takdir eder. O, sizin onu sayamayacağınızı bildi de sizi affetti. Bundan böyle Kur'ân'dan size ne kolay gelirse okuyun. Allah, içinizden hastalar, yeryüzünde gezip Allah'ın lütfunu arayan başka kimseler ve Allah yolunda savaşa n daha başka insanlar olacağını bilmiştir. Onun için Kur'ân'dan kolayınıza geldiği kadar okuyun, namazı kılın, zekatı verin ve Allah'a güzel bir borç verin (Hayırlı işlere mal sarfedin). Kendiniz için gönderdiğiniz her iyiliği, Allah katında daha hayırlı v e sevapça daha büyük olarak bulacaksınız. Allah'tan bağış dileyin. Kuşkusuz Allah bağışlayandır, merhamet edendir.

20. "Senin Rabbin biliyor ki." Yukarda geçtiği gibi, bu âyetin sonradan inip sûrenin başındaki "gece kalk" emrini hafifletmiş ve değiştirmiş olduğunda ittifak vardır. Ancak yine Mekke'de mi, yoksa sonradan Medine'de mi indiğinde ve hafifletme ve hükmünü kaldırmanın nasıl olduğunu belirlemede ihtilaf edilmiştir.

Hz. Aişe'den bu âyetin "Ey örtüsüne bürünen! Geceleyin kalk" âyetin den sekiz ay sonra inip baştan fariza gibi yazılmış olan gece kalkışı (namazı)nı farza çevirerek fazlasını kaldırmış ve nafile olarak bırakmış olduğuna dair de bir rivayet vardır. Lakin İbnü Cerir'in yazdığı bu rivayetin dış görünüşüne bakılırsa, bütün sû r enin Medine'de inmiş olması gerekiyor. Oysa sûrenin baş kısmının Mekke'de inmiş olduğunda bir ihtilaf görülmüyor.

İbnü Abbas'tan da şöyle rivayet edilmiştir: "Müzzemmil sûresinin başındaki "azı hariç gece kalkıp ibadet et" emri müminlere çok zor geliyordu. Ramazan ayında olduğu gibi geceyi ibadetle geçiriyorlardı. Sonra bu hafifletildi. Yüce Allah merhamet buyurdu da bundan sonra, "Allah sizin içinizde hastalar, yeryüzünde gezip Allah'ın lütfunu arayan başka kimseler... olacağını bilmiştir.. ondan ko l ayınıza geleni okuyun." âyetini indirdi. Allah'a hamd olsun, genişletti de daraltmadı. Bu sûrenin baş tarafının inişi ile sonunun inişi arasında bir sene oldu."

Katâde'den rivayet edildiğine göre, âyeti indi. İnsanlar bir sene veya iki sene gece ibadeti yaptılar. O derece ki ayakları ve baldırları şişerdi. Nihayet "Kur'ân'dan kolay geleni okuyun." âyeti indi de insanlar istirahat etti.>

Hasen'den de şöyle rivayet edilmiştir: âyeti inince müslümanlar bir sene gece ibadet ettiler. Kiminin gücü yetti, kiminin yetmedi. Sonra bunun serbest bırakıldığını gösteren âyet indi. Allah'a hamd olsun, farzdan sonra nafile oldu.

Abd b. Humeyd'in Yakub, Ca'fer kanalıyla, Saiyd'den yaptığı rivayette ise yüce Allah Peygamberine âyetini indirdiğinde Peygamber (s.a.v) bu hal üzere on sene kaldı. Gece Allah'ın emrettiği şekilde kalkardı, ashabından bir grup da onunla beraber gece ibadet ederlerdi. Yüce Allah on seneden sonra, "Muhakkak Rabb'ın biliyor" diye başlayan bu âyeti "Ve namazı kılın" bölümüne kadar indirdi. On seneden sonra, bu emri hafifletti.

Bazıları da bu âyetinin Medine'de inmiş olduğu görüşündedirler. Ebu Hayyan buna çoğunluğun görüşü demiş ise de öyle görünmüyor. Deniliyor ki bu âyetin Medine'de indiğini söyleyenler, bu âyette "zekâtı verin" emrinin bulunmasını göz önüne almışlar. "Zekât Medine'de farz kılınmış olduğu için bu âyetin de Medine'de inmiş olması gerekir." demişlerdir. Buna cevap olarak da, "Medine'de farz kılınan asıl zekât olmayıp, Berae sûresi âyeti ger e ğince harcanacak yerlerin ve hisselerin belirlenmesi" olduğunu söylemişlerdir. Çünkü Mekke'de inen sûrelerde de asıl olarak zekâtla ilgili âyetler bulunduğu inkâr edilemez. Bizim kanaatımıza göre bu âyetin Medine'de inmiş olduğunu andıran bir ipucu daha v a rdır. Bu da, "Diğerleri de Allah yolunda savaşacaklar." bölümüdür. Zira bunda Allah yolunda savaşa izin mânâsı vardır. Oysa savaş izninin Medine'de verildiğinde ittifak vardır. Gerçi burada "savaş edin" veya "savaşa izinlisiniz" denilmiyor. "Savaşacakla r" veya "savaş edenler olacak" diye haber veriliyor. Geleceğe ait olsa da, derhal neshedilmenin sebeplerinden sayılması ve açıkça söz konusu edilmesi, savaşa hazırlanmayı sağlama mânâsında bir izne delalet etmiyor da değil. Halbuki bunun dışında Mekke'de i nen herhangi bir âyette savaştan açıkça söz edilmemiş olması göz önüne alınırsa, bu âyetin Medine'de inmiş olması, bize bu âyette "zekât verin" bölümünün bulunmasından daha açık görünüyor. Tefsirciler ise bundan söz etmemiş,

yalnız zekât emri dolayısıyle ihtilafı nakletmişlerdir. Bütün bunları düşünüp inceledikten sonra şu kanaat meydana geliyor ki, bu âyetin hepsi değilse bile, en azından bir iki cümlesi Medine'de inmiş olmalıdır. Bununla beraber, hangisi olursa olsun, bu âyet, sûrenin başındaki "gece ka l k" emrinin şiddetini, miktarını hafifletmiştir. Beş vakit namaz farz kılındıktan sonra akşam ve yatsı, gece ibadetinin bir parçası olarak kalmış ve teheccüd namazının vacipliği nafileye dönüşmüştür.

Buyuruluyor ki: Gerçekte Rabb'in biliyor ki kuşkusu z sen, gecenin üçte ikisine yakın bir kısmını, yarısını ve üçte birini ibadetle geçiriyorsun. Demek ki, gece ibadetin en uzun süresi, "veya yarıyı biraz artır" âyetinden anlaşıldığı gibi üçte ikiden biraz eksik; ortası, gecenin yarısı; en azı da "veya yarıdan biraz eksilt" âyetinin gösterdiği gibi, üçte bir oluyordu. Bu kırâette lâfızları mansub olarak kelimesine bağlanmıştır.

EDNÂ, yakın veya en az demektir. Nâfi, Ebu Amr, İbnü Âmir, Ebu Cafer ve Yakub kırâetlerinde ise, kelimeleri kelimesine bağlanarak şeklinde mecrur okunur. Buna göre mânâ, "sen gecenin üçte ikisinden, yarısından ve üçte birinden az kalkıyorsun" demek olur. Bu durumda gece yapılan ibadetin en uzun süresi üçte ikiden az, yarım veya biraz fazla; ortası yarımdan az üçt e bir; en azı da üçte birden az, dörtte bir kadardır. Şu halde oniki saatlik bir geceden en az üç veya dört saat; ortası dört veya beş saat; en fazlası da altı veya yedi saat kalkılıyormuş demek olur. Sen de kalkıyorsun, seninle beraber olanlardan bir grup da. Yani ashabından bir cemaat da kalkıyor. Demek ki, hepsi değil, demek ki hepsine farz değildi veya hepsi dayanamıyordu. Geceyi de gündüzü de Allah takdir eder. İkisinin de gerçek miktarını ancak o biçer ve o bilir. O, bütün zamanı bilir.

Başlangıcı olmayan ilmiyle bilmiştir ki siz onu, o gecenin takdirini sayamazsınız. Bunda iki mânâ vardır. Birisi, her gecenin saatlerini bütün parçalarıyla eşit ve tamamen sayacak şekilde takdir edemezsiniz. Çünkü gece ve gündüz değişir. Geceyi bölümlere ayırdıkça ortaya çıkan kesirleri takdir etmek insanın gücü dışında olup sonsuza kadar gider. Uyku halinde ise ayırma gücü bulunmaz. Bu nedenle bu emri tam olarak yerine getirmek hepinizin yapabileceği bir iş olmamakla beraber, sen ve bazı ashabın gibi, b u nu yapacak olanlarınız da bir tedbir olsun diye fazlasını tutarak zahmet ve sıkıntılar çekersiniz.

"Onu sayamazsınız" fiilinin sonundaki zamirin "takdir" kelimesinin yerini tuttuğu kabul edilerek verilen ve Keşsâf'ın ve birçoklarının tercih ettiği bu mânâ aslında doğru olmakla beraber, bu yalnız geleceğe ait değil bu emir verilirken de böyle olduğu için, buna göre başta verilen emrin pek yerinde olmamış olması gibi yanlış bir düşünce akla getirebilir. Bunun için kelimesinin sonundaki zamiri, Taberi'nin rivayet ettiği gibi "gece ibadet etmek" isminin yerini tutan bir zamir kabul ederek takdir ve saymayı şu mânâ ile anlamak daha sade ve pürüzsüzdür: Daha ilerde hepiniz bu gece ibadetini başaramazsınız, baş edemezsiniz. Geceyi, gündüzü, zamanl a rın şu anda ve gelecekte uğrayacağı bütün değişiklikleri takdir eden ve bilen Allah, sizin bu gece ibadetini ileriye doğru hepinizin tamamıyla yerine getirmeye güç yetiremiyeceğinizi, başaramıyacağınızı ezelden bilmiş ve bu şekilde "gece ibadet et" emrini verirken de, bunu bilerek aslında geçici bir süre için olmak üzere ilk olarak sûrenin başında işaret edildiği gibi, ilerisi için bir hazırlık mahiyetinde vermiş, şimdiye kadar o hazırlık yapılmış, bundan sonra ise işin genişlemesi ve genelleştirilmesi ka s tedilmiş ve hepinizin bu zor ibadeti hakkıyla yapamıyacağı da Allah katında bilinmiş olduğundan onun değiştirilmesi ve hafifletilmesi zamanı gelmiştir.> Onun için Allah sizlere ilim ve lütfu ile yeniden baktı. Tevbe edip durumlarını düzelterek kendisin e baş vuranlara, tevbelerini kabul etmek suretiyle tekrar bakıp merhamet buyurduğu gibi, sizlere de yeniden lütuf ve merhametiyle baktı. O zor ibadetin ağırlığını kaldırıp kolaylaştırarak yeniden şu emri verdi: Bundan böyle Kur'ân'dan kolay geleni okuyun. Gece ibadetinden, kırâetten büsbütün vaz geçin değil, asıl "gece kalk" emrinin hükmü kaldırılmıyor, yine kalkın. Fakat gecenin yarısı veya daha azı veya daha çoğu miktarlarıyla ve uzun uzadıya tertil üzere okumak kaydına bağlı olmadan, "Kur'ân" ve "kırâ e t" denilebilmek şartıyla, ne kadar kolayınıza gelirse o kadar okuyun, o kadar gece ibadeti yapın.

Burada zikredilmesi gereken üç mesele vardır:

BİRİNCİSİ, Kırâet. Bunda iki görüş vardır. Tefsircilerden birçoğu demişlerdir ki, "gece kalk" emrine tam olarak uygun düşebilmesi için burada kırâetten maksat namazdır. Kırâet namazın rükünlerinden olduğu için, namazın bir bölümü zikredilip tamamı kastedilmiştir. Nitekim kıyam, rüku ve

sücuddan herbiriyle de böyle namazın tamamı anlatılmış olur. Buna göre mânâ, "gece namazından kolayınıza geldiği kadar kılın" demektir. Namaz mânâsı kastedilmiş olması nedeniyledir ki, önceki zor olan gece kıyamı kaldırılmış, onun yerine kolayı emredilmiş olur. Buna akşam ve yatsı namazları diyenler olmuş, teheccüd namazının vacip olma hükmü kaldırılarak nafile yapıldığını veya tercihe bırakıldığını söyleyenler olmuştur. Gerçekte bu kırâette namaz veya kıyam kaydı gözetilmediği surette "gecenin birazı hariç olmak üzere kalk" emrindeki zorluğun "Kur'ân'dan kolay geleni oku m ak"la hafifletilmiş veya kaldırılmış olması gerekmez. Olsa olsa bu emir yalnız "Kur'ân'ı yavaş yavaş, güzel güzel oku" emrine karşılık olmuş olur. Oysa bu âyetin devamı, zorluğun hafifletilmesi içindir. Âyette geçen "kolay geleni" ibaresi de bunu göster i r. Mecaza götüren şey ve karine (ipucu) de bu demek olur. Ancak bu durumda "Kur'ân" isminin de "Çünkü sabah namazı şahitlidir." (İsrâ, 17/78) âyetinde olduğu gibi kırâet mânâsına mastar olarak "namaz"dan mecaz olması ve okumanın kolaylığının da daha son r a değil, erkânından bulunduğu namazın kolaylığı dolayısıyle düşünülmesi gerekir. Bunlar ise görünen mânânın pek aksinedir. Bunun için hem Kur'ân ve kırâetin hakikat mânâsının korunması, hem de namaz mânâsının gözetilmesi için "gece kalk" âyetinde "nama z a kalk" takdirinde namaza kalkmak mânâsı ile söz konusu edilen kıyamı "fâ" harflerinin bir sıralama ifade etmesi karinesinden yararlanarak burada da okumaya kayıt olarak düşünmek yeterlidir ki, mânâ: yani, "namazda Kur'ân"dan kolayınıza geleni okuyun", o kadarı yeterlidir, demek olur ve hafifletme, sözün mânâsından anlaşılmış olur.

Diğer bazı tefsirciler ise, okuyun emri, gece namazla değil, Kur'ân'ın kendisini okumakla ilgili emirdir. Dolayısıyla her gece en az elli âyet okumalı" demişlerdir.

İKİNCİSİ, emrin görünen mânâsı yine vücub yani gereklilik içindir. Yani gece ibadet ve okuma yine farz, ancak önceki gibi sayılamayacak şekilde çok olmak şart değil, kolayına geldiği kadar demektir. Bu şekilde bunun da hükmünün kaldırılması, ikinci " o kuyun" ve "namazı kılın" emirleriyle gerçekleşmiş olur. Maksat yalnız Kur'ân okumak olduğuna göre de, her gece biraz Kur'ân okumak bu şekilde farz olmuş olur. Bu ise namazda olabileceği gibi, namaz dışında da olabilir. Fakat bazı tefsirciler, "kolaya gelen" sözünden, bunu kişinin isteğine bırakmak mânâsı anlaşılacağına dayanarak bu

emrin nafile için veya mübah olmak için olduğu kanaatına varmışlardır ki Ebu Hayyan buna "çoğunluğun görüşü" demiştir.

ÜÇÜNCÜSÜ, "Kur'ân'dan kolay gelen." Kur'ân'dan kolay gelen ne kadar olabilir? Mutlak mânâda düşünülmesi durumunda güç dahilinde olarak yormayacak, zahmet vermeyecek kadar demek olacağından bu ise kişilerin ve durumun şartlarına göre değişebileceğinden, âyetin görünen mânâsına göre bu miktarın ne olac a ğı belirlenemez. Bununla beraber bunu mutlak şekilde okumak mânâsına yorumlayanlar, gelenekleri ve atalarımızın alışkanlıklarını göz önünde bulundurarak "en az elli âyet olmalıdır" demişlerdir. Fakat her farzda esas olarak sabit bir miktar belirlemek zaru r i olduğu için namazın bir rüknü olarak farz olan kırâetin en az ne kadar olacağı hususunda İmam-ı Azam Ebu Hanife'den üç rivayet vardır: 1. En az, kısa bir âyet olmalıdır. 2. Kur'ân ismi verilecek ve bir insan sözüne benzemeyecek kadar olmalıdır. 3. En az üç kısa âyet veya bir uzun âyet olmalıdır. Çünkü en kısa sûre, üç kısa âyetten meydana gelmiştir. Bu rivayet, İmam Ebu Yusuf ile İmam Muhammed'in de görüşüdür. Fetva da buna göre verilmektedir. İmam Mâlik ve İmam Şâfii: "En az Fatiha okumak farzdır. Zira "Fatihasız namaz yoktur." hadisi bunu ifade eder demişlerdir. İmam-ı Azam vacip ile farzın arasını ayırarak bu hadis ile namazda Fatiha'yı okumanın vacip olduğu sabit ise de "Kur'ân'dan kolay gelen" âyeti ile sabit olan farzlığın mutlak olduğu ve dola y ısıyla kasten Fatiha'nın terk edilmesi durumunda namazın yeniden kılınması gerekirse de unutarak terk edilmesi ve sehiv secdesi yapılmaması halinde vakit geçmiş ise o namazı tekrar kılmanın vacip olmayıp müstehab olacağı görüşüne varmıştır.

Burada bir de şuna dikkat etmek gerekir ki, "Kur'ân'dan" sözünün başındaki ittifakla daha önce geçen ve "şey" mânâsına gelen yı açıklamaktadır. Dolayısıyla "Kur'ân'dan kolay gelen şey" sözü, Kur'ân'dan bir parça mânâsına yorumlanır. Yani bir sûre veya bir ya d a birkaç âyet gibi yine "Kur'ân" demek sahih olan bir parça okuyun demektir.

Şimdi bu kolay olmanın ve daha önce yapılması emredilen hükmü kaldırmanın gelecekle ilgili olmak üzere hikmeti açıklanarak buyruluyor ki, Allah, başlangıcı olmayan ilmiyle bildi ki, sizin içinizde hastalar olacak diğer bir takımları da olacak.

Allah'ın lutfettiklerinden bir şey aramak üzere yeryüzünde yol tepecekler, ticaret için şuraya buraya yolculuğa çıkacaklar. Diğer bir takımları da olacak, onlar da Allah yolunda çarpışacaklar, cihat edecekler. Bunlar için ise, yukarıda sözü edilen gece ibadeti imkânsız olacak, bu emri yerine getiremiyecekler.

Burada Allah'ın lütfundan kazanç elde etmek ve ticaret yapmak için yolculuğa çıkanlarla, Allah yolunda çarpışacak mücahitlerin yanyana zikredilmiş olmalarında bunların ikisinin de mükâfatta birbirlerine yakın olduklarına işaret vardır. Beyhaki "Şuab-ı İman" da ve daha başkaları Hz. Ömer (r.a)'in: "Bana ölümün geleceği haller içinde Allah yolunda cihattan sonra en sevgili h â l, ben bir dağın iki bölüntüsü arasında Allah'ın lütfundan bir şey aradığım sırada ölümün bana gelmesidir." dediğini ve bu âyetini okuduğunu rivayet etmişlerdir. İbnü Merduye'nin İbnü Mes'ud'dan rivayet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.v): "Her kim m üslüman şehirlerden birine bir yiyecek getirir de onu günün fiyatıyla satarsa, kesinlikle Allah yanında onun bir mevkii olur." buyurmuş, sonra da şunu okumuştur:

Kısacası bunlar ve bunlar gibi gözetilmeleri ve çalışmaları gereken bir takım mazeretli kişilerin gece ibadetini başaramıyacaklarını Allah bildiği için bundan böyle, ondan, yani Kur'ân'dan kolay geleni okuyun ve sade farz olan vakit namazını kılın ve zekâtı verin ve Allah'a güzel bir ödünç takdim edin yani ilerde sevabını almak üzere iyi niyetle ve samimiyetle, ödünç verir gibi hayır yolunda harcamalar yapın. (Bakara, Hadid ve Teğabün sûrelerinde ve diğer sûrelerde geçen benzerlerine bkz.) Çünkü nefisleriniz için önceden her ne hayır yapıp gönderirseniz Allah yanında onu hayır ve mü k âfatı daha büyük olarak bulacaksınız, hem de Allah'tan mağfiret dileyerek bütün hallerinizde sizi bağışlamasını isteyin. Çünkü Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir. İsteyenleri, bağışlaması ve rahmetiyle arzuladıkları şeye ulaştırır. "Alla h 'ım! Peygamberlerin efendisi olan Resulüne (s.a.v) indirdiğin Kur'ân hürmetine bizlere ve iman ile bizleri geçmiş olan kardeşlerimize mağfiret buyur, merhamet et. Sen merhamet edenlerin en hayırlısısın. Amin.!

MÜZZEMMİL SÜRESİ(Muhammed ESED)

Bu sure, nüzul sıralamasında tartışmasız şekilde dördüncü sırada bulunmaktadır. Bazı ayetleri biraz daha geç bir tarihte nazil olmuşsa da, surenin tamamı, erken Mekke dönemine aittir. Bazı otoritelerin, 20. ayetinin Medine'de nazil olduğu şeklindeki görüşleri, aşağıda 13. notta belirtildiği gibi, dayanaktan yoksundur.
1 EY örtülere bürünen (insan)!1
2 Gece biraz ilerleyince [namaz için] kalk; 3 gece yarısı2 -biraz önce 4 ya da sonra- (kalk) ve ağır ağır, duyarak Kur’an oku.3
5 Biz sana (sorumluluğu) ağır bir mesaj tevdî edeceğiz; 6 [ve] gerçek şu ki, gece vakti zihin daha zinde ve güçlü olur ve okuma daha da berraklaşır,4 7 halbuki gündüzleri seni meşgul edecek yığınla iş var, 8 ama [hem gece hem gündüz] Rabbinin adını an ve bütün varlığınla kendini O'na ada.
9 [O'dur] doğunun ve batının Rabbi; O'ndan başka tanrı yoktur: öyleyse, kaderini belirleme gücünü5 yalnız O'na izafe et, 10 halkın [senin aleyhinde] söyleyebileceği her şeye sabırla katlan ve onlardan uygun şekilde uzaklaş.
11 Ve nimet içinde oldukları halde [Allah'tan geldiğini umursamadan] hakikati yalanlayanları Bana bırak;6 onlara bir süre daha dayan: 12 çünkü, Katımızda ağır prangalar ve yakıcı bir alev [onları beklemektedir], 13 boğaza takılan yiyecek ve şiddetli bir azap,7 14 yeryüzünün ve dağların sarsılacağı ve [parçalanarak] savrulan bir kum yığını haline geleceği8 o Gün!
15 BAKIN [ey insanlar!] Firavun'a bir elçi gönderdiğimiz gibi9 size de karşınızda hakikate tanıklık yapacak bir elçi gönderdik: 16 ve Firavun elçiye isyan etti, bunun üzerine Biz de onu kahredici bir tutuşla kıskıvrak yakaladık.
17 Öyleyse, hakikati kabul etmeye yanaşmazsanız, çocukların saçlarını ağartan10 o Gün kendinizi nasıl koruyacaksınız, 18 göklerin paramparça olacağı, [ve] Allah'ın [yeniden diriltme] vaadinin gerçekleşeceği [Gün]?
19 Bu, şüphesiz, bir öğüt ve uyarıdır: öyleyse, dileyen Rabbine ulaştıran yola koyulsun!
20 [EY PEYGAMBER!] Rabbin, senin ve beraberindekilerin11 gecenin üçte ikisini, yahut yarısını, yahut üçte birini [namaz için] uyanık geçirdiğini bilir. Gecenin ve gündüzün ölçüsünü koyan Allah, sizin onu küçümsemeyeceğinizi12 bilir: ve bu sebeple O rahmetiyle size yaklaşır.
O halde Kur’an'ın kolayca okuyabileceğiniz kadarını okuyun. Allah, zaman zaman içinizde hastalar, Allah'ın lütfunu aramak için yola koyulanlar ve Allah yolunda savaşa çıkanlar13 olacağını bilir. Öyleyse ondan [yalnızca] kolayca okuyabileceğiniz kadarını okuyun, namazınızda devamlı ve dikkatli olun ve karşılıksız harcamada bulunun14 ve [böylece] Allah'a güzel bir borç verin: çünkü kendi adınıza güzel ne iş yaparsanız karşılığını aynen Allah katında görürsünüz; evet, daha iyi ve daha zengin bir ödül olarak.
Ve [daima] Allah'ın bağışlayıcılığını arayın: kuşkusuz Allah çok bağışlayıcıdır, rahmet kaynağıdır!
DİPNOTLAR
1 Müzzemmil deyimi, bundan sonraki surenin başında yer alan müddessir ile benzer anlama sahiptir: “[herhangi bir şeyle] örtünmüş olan”, “bürünmüş olan” yahut “[herhangi bir şeye] sarınmış olan”. Ötekisi gibi bu deyim de, hem somut ve lafzî bir şekilde -yani, “bir örtüye”, yahut “battaniyeye bürünmüş olan”- hem de mecazî olarak, yani “uykuya dalmış olan”, yahut hatta “kendi kendine dalıp düşünen” şeklinde anlaşılabilir. Bu nedenle, müfessirler yukarıdaki hitabı yorumlamakta ihtilafa düşmüşler ve bir kısmı lafzî anlamı tercih ederken diğerleri mecazî bir anlam yüklemişlerdir; ancak “Ey örtülere bürünen” hitabı hangi şekilde anlaşılırsa anlaşılsın, Hz. Peygamber'deki yoğun bilince ve derin ruhî aydınlanmaya işaret etmektedir.
2 Zemahşerî, burada, illâ kalîlen (“küçük bir bölümü hariç”) ifadesini hemen ondan sonra gelen nısfehû (“yarısından”, yani gecenin) ifadesi ile birleştirir.
3 Bu, kanaatimce, rattili'l-kur’âne tertîlen ifadesinin en uygun karşılığıdır. Tertîl terimi, öncelikle, “[bazı şeyleri] görünür şekilde, en uygun bir düzen içinde ve acele etmeden bir araya getirmek” anlamına gelir (Cevherî, Beydâvî ve ayrıca Lisânu'l-‘Arab, Kâmûs). Bir metnin okunuşu ile ilgili olarak kullanıldığında, anlamını düşünce süzgecinden geçirerek sakin ve ölçülü bir okumayı anlatır. Bu ifadenin 25:32'deki değişik bir biçimine ise Kur’an'ın vahyediliş tarzı ile ilgili biraz farklı bir anlam yüklenmektedir.
4 Lafzen, “okuma daha etkili ve daha sağlam olur”.
5 Vekîl teriminin bu karşılığı için bkz. sure 17, not 4.
6 Karş. 74:11 ve ilgili not 5'in son cümlesi.
7 Râzî, öteki dünyadaki azabın bu sembolizmini izah ederken şunları söyler: “Bu dört durum, [kişinin hayatta iken yaptıklarının] ruhî sonuçları olarak görülebilir. ‘Ağır prangalar’, ruhun [önceki] maddî ilgilerine ve bedenî zevklerine mahkumiyetinin devam etmesinin bir sembolüdür... Bunların gerçekleşmesinin imkansız hale geldiği o gün bu prangalar ve zincirler, [yeniden dirilen] insan kişiliğini (nefs) yücelik ve safiyet katına çıkmaktan alıkoyar. Ardından, bu ruhî prangalar ruhî ‘ateşlere’ sebebiyet verir; çünkü kişinin beden zevklerine güçlü bir eğilim duyması, onlara erişmenin imkansızlığı ile birleştiğinde, ruhî olarak, şiddetli bir yanıp tutuşma [duygusu] oluşturur: ‘yakıcı alev’in (cahîm) anlamı budur. [Günahkar,] bu durumda, [arzuladığı şeylerden] kopmanın acısını ve yoksunluğun boğucu baskısını boğazında hisseder: bu da ‘boğaza takılan yiyecek’ ifadesinin karşılığıdır. Ve sonunda, bu şartlardan dolayı, Allah'ın nuru ile aydınlanmaktan ve kutsanmış kişilerle bir arada olmaktan yoksun kalır: ‘şiddetli azap’ ifadesinin anlamı budur. Ama [yine de] bilin ki [Kur’an'ın] bu ayetleri[nin] anlamının [yukarıda] söylediklerimden ibaret olduğunu iddia ediyor değilim...”
8 Bkz. 14:48'in ilk bölümü ve ilgili not 63 ile 20:105-107, not 90.
9 Bu, önceki/geçmiş peygamberlere, insanoğlunun dinî tecrübesindeki tarihî devamlılığa ve dolayısıyla Kur’an'ın “yeni” bir itikad getirmeyip yalnızca insanın kendisi kadar eski bir dinî prensibin en son ve en kapsamlı ifadesini temsil ettiğine dair belki de ilk Kur’ânî atıftır: yani “Allah katında tek [hak] din, [insanın] O'na tam teslimiyetidir” (3:19) ve “kim Allah'a teslimiyetten başka bir din ararsa, bu ondan asla kabul edilmeyecektir” (3:85).
10 Arapça'nın kadim kullanımında, korkunç olaylarla geçen bir gün, mecazî olarak “çocukların saçlarının beyazlaştığı gün” şeklinde tanımlanırdı. Kur’an'da geçen bu ifade de aynı kullanıma dayanmaktadır. Onun mecazî karakteri açıktır, çünkü Kur’an öğretisine göre çocuklar suçsuz -yani, yaptıklarından dolayı sorumsuz- sayılır ve bu nedenle Hesap Günü'nün dehşetinden ve azabından uzak tutulurlar (Râzî).
11 Lafzen, “seninle birlikte olanların”. Bu son pasajla, yeniden ilk ayetlerin ele aldığı temaya, yani gece vakti ibadet etmenin büyük manevî değerine dönülmektedir.
12 Lafzen, “saymayacağınızı”, yani gece ibadetlerinizin uzunluğunu.
13 Bu “Allah yolunda savaşma”ya yapılan atıf, birçok yorumcuyu, 20. ayetin tümünün Medine'de, yani surenin diğer kısımlarından yıllar sonra nazil olduğunu düşünmeye yöneltmiştir: çünkü “Allah yolunda savaşma” (cihâd) prensibi, Hz. Peygamber'in Mekke'den Medine'ye hicretinden sonra telaffuz edilmeye başlanmıştı. Ancak bu faraziyenin hiçbir geçerliği yoktur. Cihâd'ın ilk defa Medine döneminde emredildiği tartışmasız ise de üzerinde durduğumuz cümle açıkça gelecek zaman kipinde ifade edilmiştir -“savaşacak olanları” (se-yekûn)- ve bu nedenle, İbni Kesîr'in işaret ettiği gibi, gelecekte olacakların bir öngörüsü olarak anlaşılmalıdır. Bütün bunlarla birlikte yukarıdaki pasaj, kişinin kendini ibadete vakfetmesinde bile her türlü aşırılıktan kaçınmasının gerekliliğini vurgulamaktadır.
14 Zekât teriminin -ki bu, Kur’an'daki ilk kullanılışıdır- bir açıklaması için bkz. sure 2, not 34.