1 Ağustos 2007 Çarşamba

FECR SÜRESİ(MEVDUDİ)

Adı: Surenin birinci ayetindeki "fecr" kelimesi sureye isim olmuştur.

Nüzul zamanı: Surenin içeriğinden, Mekke'de İslâm'ı kabul edenlere karşı zulüm başladığı zaman nazil olduğu anlaşılmaktadır. Bu surede Mekkelilere; Ad, Semud, ve Firavn kavimlerinin akıbetleri örnek olarak hatırlatılmıştır.

Konu: Bu surenin konusu, ahiretteki ceza ve mükafatın varlığını isbata yöneliktir. Çünkü Mekkeliler bu gerçeği inkar etmekteydiler. Bu amaçla, sırayla kimi deliller ileri sürülmüştür.

İlk önce fecr'e, on geceye, çift ve tek'e, geçen gece'ye yemin edilerek, muhataplara; inkar ettikleri şeyin hak olduğu belirtilmiş ve "yemin edilen unsurlar onun hak olduğuna şahitlikte yeterli değil midir?" denilmiştir. İlerdeki dipnotlarda da görüleceği gibi bu dört şey, gece-gündüz nizamının bir kurala bağlı olduğuna işaret etmektedir. Bu dört unsura yemin etmenin anlamı şudur: Hikmete dayalı bu nizam, Allah'ın, onu kaldırıp bir ahiret günü getirebileceğinin imkan dışı olmadığını ispat eder. Ayrıca insanın, işlediği amellerinden hesaba çekilmesi Allah'ın hikmetinin gereğidir. Bundan sonra insanlık tarihinden delil getirilerek Ad, Semud, Firavn kavimlerinin akıbeti örnek olarak zikredilmiş, haddi aşıp yeryüzünde fesat çıkaran bu kavimlerin Allah (c.c.) tarafından azaba uğratıldıkları açıklanmıştır. Bu kavimlerin uğradığı akıbet, kainat nizamının, kör ve sağır bir sultanın saltanatı olmadığının işaretidir.

Tersine bu nizam, hikmet sahibi olan Allah'ın adalet ve hikmete dayanan nizamıdır. İnsanlık tarihinde, bu gerçeği ispatlayan pekçok örnek görülmektedir. Allah'ın kendi yarattığına akıl, ahlakî his (vicdan), bazı yetkiler ve kullanması için pekçok imkanlar vermesi, sonunda ise onları sorguya çekerek ceza, ya da mükafat takdir etmesi de Allah'ın hikmet ve adaletinin doğal bir gereğidir.

Bundan sonra insan toplumunun genel ahlakî durumu açıklanmıştır. Fiilen ortada olan Arap cahiliyetinin durumu, özellikle iki açıdan tenkit edilmiştir. Birincisi, izzet ve zilletin ölçüsünü servet ve makama bağlayarak, ahlakî bakımdan iyi ve kötüyü bir kenara ittikleri materyalist düşünceleridir. Onlar, bu dünyada varlık sahibi olmanın Allah'tan bir mükafaat ve rızık darlığının da bir ceza olmadığını unutmuşlardı. Aslında Allah (c.c.) her iki şekilde de insanları imtihan etmektedir. Bu imtihan, insana servet verildiğinde ne tavır takınacağını, darlığa düştüğünde ise Allah'a karşı nasıl davranacağını açığa çıkarmak içindir. İkincisi, yetimlere karşı tutumlarıdır. Babası öldükten sonra çaresiz duruma düşen bir yetime hiç kimse sahip çıkmaz ve kim güçlüyse, onun mallarını alırdı. Güçsüz olan hak sahipleri mazlum durumda bırakılırlardı. Mal hırsları o kadar fazlaydı ki ne denli zengin olurlarsa olsunlar, gözleri hiç doymazdı. Onların bu yaşantılarını eleştirmekten maksat, dünyada bu gibi fiilleri işlerken hiç hesaba çekilmiyeceklerini zannederek günlerini geçirmelerine dikkat çekmektedir.

Daha sonra Kur'an, konuyu şöyle bitirmektedir: Onlardan muhakkak hesap sorulacaktır. Mahkeme kurulacak ve yaptıklarının hesabını vereceklerdir. Ceza ve mükafat gününü inkar edenler, şimdi kendilerine anlatılanların doğru olduğunu o gün anlayacaklardır. Ancak bu gerçek, inkar edenler o gün hiçbir yarar sağlamayacaktır. Kafirler pişman olarak şöyle diyeceklerdir "Keşke dünyada bu gün için birşeyler hazırlasaydım." Fakat bu pişmanlık onu Allah'ın azabından kurtaramıyacaktır. Bunun yanında Allah, dünyada iken mutmain bir kalp ile semavî kitapları ve Rasullerin talimatlarını kabul edenlerden ise razı olacakdır. Onlara, "Allah'ın sevdiği kulları arasına ve Cennet'e girin" denilecektir.

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1 Fecre andolsun,

2 On geceye,

3 Çifte ve tek'e,

4 Akıp-gittiği zaman geceye.

5 Bunlarda, akıl sahibi olan için bir yemin var, değil mi?1

6 Rabbinin Ad (kavmin)e ne yaptığını görmedin mi?2

AÇIKLAMA

1. Bu ayetlerin tefsiri hakkında müfessirler arasında pekçok ihtilaf vardır. Hatta "çift ve tek"ler hakkında 36 görüş ileri sürülmüştür. Kimi rivayetlere göre bu ayetlerin tefsiri Rasulullah'a dayanmaktadır. Ancak gerçekte, bunların tefsiri hakkında Rasulullah'tan herhangi bir şey rivayet edilmiş değildir. Eğer kesin bir şey olsaydı sahabe, tabiin ve sonraki müfessirler bu ayetleri tefsir etmeye cesaret edemezlerdi.

Uslûba dikkat edersek, Rasulullah'ın anlattığı fakat kafirlerin inkar ettiği ve tartışması ötedenberi sürmekte olan bir konunun var olduğunu anlarız. Bu nedenle, Rasulullah'ın söylediğini ispatlamak için kimi şeyler üzerine yemin edilmiştir... Yani Hz. Peygamber'in (s.a.) söylediklerinin doğru ve hak olduğunu göstermek için yemin edilmiştir. Daha sonra, akıl sahibi bir kişi için başka bir yemin olup olamayacağı sorularak söze son verilmiştir. Yani, "bu hak ve söze yapılan şehadetten başka bir şehadete ihtiyacı olmayan kişi için bu yemin yetmez mi? İnsanda biraz akıl varsa Hz. Muhammed'in (s.a.) söylediğini kabul eder" denilmiştir.

Burada akla gelen soru, üzerine dört şeyler yemin edilen konu neydi? Bunu anlayabilmek için ayetlerin bütününü gözönünde bulundurarak surenin içeriği üzerinde düşünmeliyiz. Özellikle, "Rabbinin Ad'a nasıl azap ettiğini görmedin mi?" ayetinden başlayarak surenin sonuna kadar devam eden bölüme dikkat edilirse, üzerine dört şey ile yemin edilen konunun, Mekke'li kafirlerin inkar ettiği, ahiretin ceza ve mükafaatı hakkında olduğu anlaşılır.

Sorulan sorular karşısında onları ikna etmek için sürekli tebliğ ve telkinde bulunulmaktaydı. Bu nedenle fecr'e, on geceye, çift ve tek'e, gelip geçen gece'ye yemin edilerek, "ahiret gerçeğini idrak edebilmek için bu dört şey delil olarak yetmez mi?" denilmiştir. Dolayısıyla, akıl sahibi bir kişi için bu delil yeterli olacağından başka herhangi bir delile ihtiyacı olmayacağı vurgulanmış olmaktadır.

Bu yeminlerin nerede ve nasıl kullanıldığını tayin ettikten sonra, herbir yeminin konu içindeki delil olma özelliklerini inceleyelim. Önce "fecr"e yemin edilmiştir. Fecr, tan yerinin ağarmasıdır. Yani, gecenin karanlığı ile gündüzün aydınlığı arasında çizgi şeklinde gözüken aydınlıktır. Bundan sonra "on gece"ye yemin edilmiştir. Bundan murat, ay'ın otuz gecesinin her on gecesidir. Yani, ay'ın ince bir tırnak şeklinde olduğu ve her gece büyüyerek aydınlığa ulaştığı ilk on gece, ay'ın büyük bir kısmının aydınlık olduğu ikinci on gece; ve nihayet ay'ın yavaş yavaş küçülerek gecenin karanlık kısmının arttığı ve sonunda tamamen karanlık olduğu son on gecelerdir. Daha sonra "çift ve tek"e yemin edilmiştir. Çift, iki ile birlikte bulunanlardır. Mesela; 2,4,6,8 gibi. Tek ise, iki ile birlikte bulunmaz. Mesela; 1,3,5,7 gibi. Genel olarak değerlendirirsek, bundan kasıt kainatın bütün unsurları olabilir. Çünkü herşey ya çifttir, ya da tektir. Burada ise gece ve gündüzden söz edildiğine göre, konuyla ilgisi gereği çift ve tek'ten kasıt, günlerin devri ve bir, iki, üç şeklinde devam eden ay'ın tarihleridir... Sonunda ise "geçen gece"ye yemin edilmiştir. Yani, dünya üzerinde yayılmış bulunan ancak, güneşin görülmesiyle bitmek üzere olan karanlıktır. Karanlık, ufuktan aydınlığın başlamasıyla bitmektedir.

Bu dört şeyi topluca ele alırsak, onlara yemin edilmesinin nedeninin, Hz. Peygamber'in (s.a.) haber verdiği ceza ve mükafaatın hak olduğunu vurgulamaya yönelik olduğunu anlarız. Bunlar aynı zamanda, Kadir olan Rabb'in kainatın hakimi olduğu gerçeğine de delalet etmektedirler. Allah'ın yaptığı hiçbir iş anlamsız, maksatsız ve hikmetsiz olamaz. O'nun yaptığı her şey açıkça bir hikmete dayanır. Bu kainata gece iken birdenbire güneş çıktığını veya ay'ın bir gün hilal, diğer gün dolunay şeklinde gözüktüğünü, ya da gecenin bitmemecesine uzadığını, günlerin değişmesinde hiçbir kural olmadığını, dolayısıyla tarihlerin hesap edilemiyeceğini, gün, ay ve yılın bilinemiyeceğini görmek mümkün değildir. Bu nizam sayesinde, hangi tarihte bir işe başlanıp ne zaman bitirildiği, yaz mevsiminin başlaması, sonbahar ve kışın gelmesi tayin edilir. Kainatın diğer sayısız elemanlarını bir kenara bıraksak bile, insan sadece gece ve gündüzün düzeni hakkında düşünmeye zahmet etse, eşsiz sistem, bu nizamı bir Kadir-i Mutlak'ın meydana getirmiş olduğu hakkında ona şehadet edecektir.

Bu Kadir-i Mutlak yeryüzünü kurmuş ve üzerindeki mahlukuna sayısız menfaat varetmiştir. Hikmet ve kudret sahibi Hâlikın yarattığı dünyada yaşayan bir insan, ahiretin ceza ve mükafatını inkar ediyorsa bu şahıs mutlaka iki tip aptallıktan birisine düşmüş olur: Birincisi; Hâlikın kudretini inkar ettiğinde aslında şunu demek istiyor; benzersiz bir nizamı yaratmaya muktedirdir, ama onu tekrar yaratmaya ve insana ceza ya da mükafat vermeye, muktedir değildir. İkincisi; yaratılışın hikmetini inkar ettiğinde böyle bir zanda bulunmuş olur. Bu dünyada insan; akıl, zeka ve bazı şeylerde tasarruf hakkı verilerek yaratılmıştır, ama akıl ve yetkileri nasıl kullandığının hesabı sorulmayacak, iyi amele mükafat ve kötü amele de ceza verilmeyecektir. Bu iki görüşten herhangi birinde olan kişi, ancak aşırı derecede aptal ve ahmaktır.

2. Gece ve gündüz nizamı, ceza ve mükafaatın varlığına delil gösterildikten sonra onun muhakkak gerçekleşeceğini belirtmek için insanlık tarihinden de delil getirilmiştir. Tarihte bilinen birkaç kavmin akıbetinin zikredilmesi, kainatın körükörüne fıtrat kanununa bağlı olmadığını ispat etmek içindir. Hikmet sahibi olan Allah, kainatı aynı zamanda idare de etmektedir. Yani kainatta sadece tabiat kanunu değil ahlakî kanun da yürürlüktedir. Bunun gereği olarak da amellere ceza ya da mükafaat verilmesi lazımdır. Kainatta cari olan ahlaki kanunun belirtileri bu dünyada mevcuttur. Bu belirtiler, aklı olanlara kainatın fıtratının ne olduğunu gösterir. Az önce zikredilen kavimler de ahiret inancına kayıtsızlardı. Allah'ın ceza ve mükafaatından korkusuz olarak yaşıyorlardı. Sonunda fâsid nizamların ve müfsid olanların akıbetinde olduğu gibi, onlar da azaba çarptırıldılar. İnsanlık tarihinin tekrarlanan bu tecrübesi iki şeyi ispatlamaktadır: Birincisi, ahireti inkar eden her kavim ahlâki bozgunluğa uğrar ve bu bozgunluk, sonunda onun felaketine sebep olur. Ahiret bir gerçektir. Gerçeğe karşı gelenlerin sonu nasıl olacaksa ahirete karşı gelenlerin sonu da aynı olacaktır. İkincisi, amellerin tam manasıyla ceza ve mükafaatı hiçbir zaman bu dünyada verilemez. Çünkü bir kavmin fesadı haddi aştığı zaman hemen azaba çarpılırlar. Dolayısıyla yıllarca, asırlarca fesat tohumu ektikten sonra ölenler bu dünyada hiç azap çekmemiş olurlar. Oysa Allah'ın adaleti gereği onlar sorgulanmalı ve yaptıklarının cezası verilmelidir. (Kur'ân-ı Kerîm'de ahirete dair bu tarihi ve ahlâki istidlal yer yer verilmiştir. Geçtiği yerlerde açıklama yaptık. Mesela bkz. A'raf an: 15-16, Yunus an: 12, Hud 57-105-115, İbrahim 9, Neml 66-86, Rum an: 8, Sebe an: 25, Sad 29-30, Mü'min an: 80, Duhan an: 33-34, Casiye an: 27-28, Kaf an: 17, Zariyat 21).

7 'Yüksek sütunlar' sahibi İrem'e?3

8 Ki şehirler içinde onun bir benzeri yaratılmış değildi.4

9 Ve vadilerde kayaları oyup-biçen Semud'a?5

10 Ve kazıklar (ehramlar) sahibi Firavun'a?6

11 Ki onlar, şehirlerde azgınlaşmışlardı.

12 Böylece oralarda fesadı 'yaygınlaştırıp-arttırmışlardı.'

13 Bundan dolayı, Rabbin, onların üzerine bir azab kamçısı çarpıverdi.

14 Çünkü senin Rabbin, gerçekten gözetleme yerindedir.7

15 Fakat insan; ne zaman Rabbi kendisini bir denemeden geçirse, ona bir keremde bulunsa, ona nimetler verse: "Rabbim bana ikramda buludu" der.8

AÇIKLAMA

3. "İrem"den murad Ad kavmidir. Kur'ân-ı Kerîm ve Arap tarih kitaplarında "Ad-i Ulâ" şeklinde zikredilmiştir. Necm suresinde de bu şekilde geçmektedir. (Necm 50), Yani, kendilerine Hud Peygamber gönderilen Ad kavmine azab indirilmiştir. Buna karşılık Arap tarihinde bu azaptan kurtulup yaşayanlara "Ad-i Uhra" ismi verilmiştir. Kadim Ad kavmine "İrem" denmesinin nedeni, bunların Sami ırkından Hz. Nuh'un oğlu Sam ve onun da oğlu İrem'den geldiklerinden dolayıdır. Meşhur olan diğer bir kolu da Kur'ân'da Semud olarak zikredilmiştir. Başka bir kolu da Arami'dir (Arameans). Başlangıçta Şam'ın kuzey bölgesinde yaşamışlardır. Onların lisanı olan Aramiece (Arameac) Sami lisanlarının en önemli koludur.

Ad kavmi için "Zatü'l imad" (yüksek sütun sahibi) kelimesi kullanılmıştır. Çünkü onlar yüksek binalar inşa ediyorlardı. Dünyada bu gibi binalar ilk önce onlarla başlamıştır. Başka bir yerde Kur'an onların özelliklerini şöyle zikreder: "Siz her yüksek yere koca bir bina kurup, boş şeyle mi uğraşırsınız? Temelli kalacağınızı umarak sağlam yapılar mı edinirsiniz?" (Şuara 128-129).

4. Yani, kendi devrinde benzersiz bir milletti. Şan, şöhret ve kuvvet itibariyle onlardan üstünü yoktu. Kur'an'ı Kerim başka bir yerde onlar hakkında şöyle buyurmuştur: "Sizi uyarmak üzere aranızdan bir adam aracılığıyla Rabbinizden size bir haber gelmesine mi şaşıyorsunuz? Allah'ın sizi Nuh kavmi yerine getirdiğini ve vücutça da onlardan üstün kıldığını hatırlayın. Kurtuluşa erebilmeniz için Allah'ın nimetlerini anın" (A'raf 69). Bir yerde de şöyle buyurulmuştur: "Ad kavmi, yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamış, 'bizden daha kuvvetli kim vardır" demişti. Onlar kendilerini yaratan Allah'ın onlardan daha kuvvetli olduğunu görmüyorlardı, değil mi? Ayetlerimizi bile bile inkâr ediyorlardı" (Fussulet 15). Bir başka yerde ise, şöyle buyurulmuştur: "Yakaladığınızı zorbaca mı yakalarsınız" (Şuara 130).

5. "Vadi-i Kura"dan maksat Semud kavminin dağları yontarak binalar yapmasıdır. Galiba tarihte dağlar içinde bina yapmaya başlayan ilk kavim Semud kavmiydi. (Bkz. A'raf an: 37-59, Hicr an: 45, Şuara an: 95-99.

6. Firavn için "Zü'l evtad" (kazıklar sahibi) denmiştir. Sâd suresi 12. ayetde de bu kelime kullanılmıştır. Bu tabirin birkaç anlamı olabilir. Fir'avn'ın askerleri kazıklara benzetilmiş ve dolayısıyla asker sahibi anlamına, kazıklar sahibi denmiş olabilir. Çünkü Fir'avn'ın saltanatı askerlerine dayanmaktaydı. Bir de, Fir'avn'ın askerleri nerede kamp kursa orada her taraf kazıklarla dolu gözükmekteydi. Çünkü kurdukları çadırlar kazıklara dayanıyordu. "Kazıklar Sahibi" tabirinden murad, Fir'avn'ın, kazıklar dikerek insanlara azab etmesi de olabilir. Ayrıca Mısır ehramlarına kazık denmiş olması da mümkündür. Çünkü ehramlar Firavunlar'ın azametinin alametiydi. Nitekim onlar asırlardır yeryüzünde kazık gibi durmaktadırlar.

7. "Zalimlerin ve müfsidlerin hareketlerini gözetlemek için pusu kurmak" bir temsil olarak kullanılmıştır. Pusu, aslında, münasip bir an bulduğunda hücum edebilmesi için bir şahsın gizlenerek bakmasıdır. Av, akibetinden habersiz ve gafil olarak gelir ve tuzağa düşer. Zalimlerin Allah (c.c.) karşısındaki durumları da aynen böyledir. Allah'ın kendilerini gözetlediğini düşünmeden dünyada fesad ve fitne çıkarırlar. Kayıtsız ve korkusuzca kötülüklerine devam ederken Allah'ın, artık geçmesine izin vermeyeceği an gelir ve azaba çarpılırlar.

8. Burada genel ahlâk konusunda eleştirilmektedirler. Yapılan tenkit, dünyada böyle bir tutum içinde olanların sorgulanmayacağı zannı ve yaptıklarının ceza ya da mükafatsız kalmasının mantığı noktasında toplanmaktadır.

16 Ama ne zaman onu deneyerek, rızkını kıssa, hemen: "Rabbim bana ihanette bulundu." der.9

17 Hayır;10 aksine, siz yetime ikramda bulunmuyorsunuz.11

18 Yoksula yedirmek için birbirinizi teşvik etmiyorsunuz.12

19 Mirası, sınır tanımaz (helal, haram aldırmaz) bir tarzda yiyorsunuz.13

20 Malı da 'bir yığma tutkusu ve hırsıyla' seviyorsunuz.14

21 Hayır;15 yer, parça parça yıkılıp darmadağın olduğu,

22 Rabbin(in buyruğu) geldiği ve melekler de dizi dizi durduğu zaman;16

23 O gün, cehennem de getirilmiştir. İnsan o gün düşünüp-hatırlar, ancak (bu) hatırlamadan ona ne fayda?17

24 Der ki: "Keşke hayatım için, (önceden bir şeyler) takdim edebilseydim."

25 Artı o gün hiç kimse, (Allah'ın) vereceği azab gibi azablandıramaz.

26 Onun vuracağı bağı da hiç kimse vuramaz.

27 Ey mutmain (tatmin bulmuş) nefis,18

28 Rabbine, hoşnut edici ve hoşnut edilmiş olarak dön.19

29 Artık kullarının arasına gir.

30 Cennetime gir.

AÇIKLAMA

9. Yani, insan materyalist hayat felsefesi gereği bu dünyada mal, varlık ve iktidar elde etmeyi her şeyin ölçüsü kabul eder. Kendisine bunlar verildiğinde "Allah beni şereflendirdi" der. Mali bakımdan biraz zor durumda kalsa bu kez "Allah beni zelil etti" der. Ona göre şeref ya da zilletin ölçüsü mal ve iktidar sahibi olmaktır. Halbuki o, Allah'ın, bu dünyada insanlara verdiği nimeti imtihan için verdiği gerçeğini anlamamaktadır. Allah (c.c.) eğer bir kimseye kuvvet ve güç vermişse, bu, onu imtihan etmesi içindir. Bu durumda ya şükreder ya da nankörlük eder. Eğer Allah (c.c.) bir kimseye yoksulluk ve mali darlık vermişse bu da onun için imtihandır. Söz konusu kişi bu durumda ya sabreder ve helal sınırlar içinde kalarak bu zorluğa dayanır, ya da ahlâk ve doğruluğun sınırlarını aşarak haksız yollara başvurur ve Allah'a küfreder.

10. Yani, bu, kesinlikle izzet ve zilletin ölçüsü değildir. Siz çok yanlış düşünüyorsunuz. Ahlâki iyilik ve kötülük asıl ölçü iken, siz mal ve iktidarı izzet ve zilletin ölçüsü yaptınız.

11. Yani, babası hayatta iken yetime yapılan muamele başka idi. Babası öldükten sonra komşular ve uzak akrabalar bir yana, kendi amca, dayı ve ağabeyi bile ondan yüz çevirmiştir.

12. Yani, cemiyetinizde fakirlere yedirme alışkanlığı yoktur. Kendiniz yedirmediğiniz gibi başkalarını da buna teşvik etmiyorsunuz. Buna hiç aldırmıyorsunuz.

13. Arabistan'da kadınlar ve çocuklar zaten mirastan mahrum bırakılıyorlardı. Kafirler, mirasın sadece harb eden ve kabilesini koruyan erkeklere ait olduğunu düşünüyorlardı. Bunun dışında kalanların miraslarını ise kim güçlüyse tereddütsüz o sahipleniyordu. Hakkını savunamayanlar, zayıflar da bundan mahrum kalıyorlardı. Hak ve hukukun emniyeti yoktu. Sadece, dürüstlüğü kendilerine gerekli görenler hak sahiplerine haklarını verirlerdi.

14. Hak ya da değil, helal ya da haram düşünmüyorsunuz. Yani caiz olup olmamasına, helal veya haram'a aldırmıyorsunuz. Ne pahasına olursa olsun malı ele geçirmede tereddüt göstermiyorsunuz. Ne kadar mal sahibi olsanız da gözünüz doymuyor.

15. Siz, yanlış düşünceniz gereği, bu dünyada istediğiniz gibi yaşayacağınızı ve hiçbir sorguya tabi tutulmayacağınızı sanıyor; ceza ve mükâfatı da inkar ediyorsunuz. Bu nedenle dünyada böyle bir davranış içinde bulunuyorsunuz. Ama o ceza ve mükafaat günü muhakkak gelecektir.

16. Buradaki ifade olan "câe rabbüke" (Rabbin geldi)'den, Allah'ın bir yerden bir başka yere naklolması anlaşılmaz. Bunu bir benzetme olarak anlamalıyız. Buradaki düşünce; Allah'ın iktidar, saltanat ve kahhariyet alametlerinin gözükeceği maksadını taşımaktadır. Şu misalde olduğu gibi: Bu dünyada bir padişahın askerleri ve yüksek memurları bir yere geldiklerinde, padişahın kendi gelişindeki psikolojik havayı oluşturamazlar. Ayetteki ifadede Allah, kendisinin gelmesini bunun için kullanmıştır.

17. Buradaki kelime iki anlama gelebilir: Birincisi, o gün insan dünyada ne yaptığını hatırlayacak ve bunun üzerine üzülecek, utanacaktır. Fakat o gün üzülmenin ve utanmanın hiç faydası olmayacaktır. İkinci olarak, o gün insan aklı başına gelecek ve peygamberlerin dediğinin doğru olduğunu anlayacaktır. Ayrıca peygamberlerin tebliğini kabul etmemekle ne büyük aptallık ettiğini görecektir. Ancak bu, ona hiçbir yarar sağlamayacaktır.

18. "Nefs-i mutmainne" den murad, hiçbir şüphe ve tereddüt taşımadan, itminan-ı kalple ve Allah'ı Rab kabul edip O'nun peygamberlerinin getirdiği dini de hak din bilerek Allah'a ulaşan insandır. O insan, Allah (c.c.) Rasulünün getirdiği her akide ve ameli hakk olarak kabul eden ve Allah'ın dininin yasakladığından mecburen değil, seve seve kaçınarak uzak durandır. O insan Allah (c.c.) yolunda ne fedakarlık gerekiyorsa yapan, O'nun yolunda türlü zorluk ve eziyet geldiği halde sakin kalbiyle O'na dayanan, dünyanın İslâm dışı lezzet ve menfaatlerinden mahrum kaldığı halde onları özlemeyen, tersine bu konuda kalbi mutmain olarak hakk dini takip edip bu pisliklerden korunandır. Aynı keyfiyete Kur'an bir başka yerde "Şerhu sadr" tabirini vermiştir. (En'am 125)

19. Bu, ona ölüm anında söylenecektir. Kıyamet günü tekrar diriltilip haşr meydanına gittiğinde, Allah'ın mahkemesinin her merhalesinde ona itminan verilecektir. Çünkü o, Allah'ın rahmetine yaklaşmaktadır.

FECR SÜRESİ(Seyyid KUTUB)

1- Andolsun tanyerinin ağarmasına!

2- On geceye,

3- Çifte ve teke.

4-Gitmekte olan geceye.

5- Ki bunlarda akıl sahipleri için birer yemin déğeri var.

Surenin bu giriş kısmındaki yemin, şeffaf, cana yakın, hoş olan ruh sahibi yaratıkları ve tabloları içermektedir.

"Andolsun tanyerinin ağarmasına."

Hayatın nefesini kolayca aldığı, sevinç ve gülümsemenin yayıldığı, ılık ve sevimli bir dostluğun her yeri kapladığı o ana... Uyuyan varlık aleminin yavaş yavaş uyanmaya başladığı nefesleri ile sanki birer birer yalvardıkları karanlığın kucağından bir bir ortaya çıkarken teker teker yakardıkları o ana...

"Ve o geceye". Kur'an'ın ne olduğunu açıklamadığı bu on gece hakkında değişik rivayetler vardır. Zilhicce'nin onu, Muharrem'in onu, Ramazan ayının onu denilmiştir. Ama bu şekilde ne olduğunun belirtilmeden yer alması daha etkili ve daha anlamlıdır. Bu on gece, ne olduğunu ancak Allah'ın bildiği on gecedir. Ve bunların Allah'ın katında bir değerleri vardır. Ayetin akışı içerisinde gecelere, özel bir kişilik havası verilmektedir. Kur'an'ın kıpır kıpır titreyen ifadelerinin arasından, bizler gecelerin ruh sahibi birer canlı varlık olduklarını, bizim onlara onların da bizlere sevgi ile bakıştığımızı hisseder gibi oluyoruz.

"Çifte ve teke." Bu üzerine yemin edilen çift ve tek, bu sevimli ve cana yakın atmosferde, tan yeri vaktinin ve on gecenin havasında insana namaz ve ibadet esintileri vermektedir. Nitekim Tirmizi'nin rivayet ettiği bir hadise göre "Namazın tek (vitir) ve çift rekat olanları vardır." Bu atmosfer içinde en uygun düşen anlam da budur. Çünkü huşu dolu ibadet ruhu sükunete ermiş varlık aleminin ruhu kucaklaşmakta ve ibadet eden ruhlar seçkin gecelerin ve parlak sabahların ruhu ile karşılıklı konuşmaktadır.

"Gitmekte olan geceye."

Gece burada canlı bir yaratıktır (varlıktır). Kainatın içinde geceleyin gezip dolaşmaktadır. Ve sanki karanlıkta dolaşan uykusuz bir insan ya da çıktığı uzun yolculuk için gece yürümeyi tercih eden bir yolcu gibidir. Ne güzel bir ifade ediş! Ne cana yakın bir sahne! Ne güzel nameler! Ve tanyeri ile, on gece ile, çift ve tek ile ne güzel ahenk!

Bu ifadeler sadece birer sözcük ve ifade kalıpları değil, aksine birer tanyeri meltemi ve içine güzel koku katılmış birer çiğdir. Yoksa kalbe dost bir fısıltı mı? Ruha hoş gelen bir sesleniş ya da vicdana ilhamlar veren bir dokunuş mu?

Bu bir güzelliktir... Sevimli, hoş ve insana nameler fısıldayan bir güzellik. Bir güzellik ki, şiirsel ve engin ifadelerin güzelliği bile buna yaklaşamaz. Çünkü bu mükemmel bir şekilde yoktan var etmenin şaheser güzelliğidir. Ve aynı zamanda gerçeği dile getirmektedir.

Yukardaki nesneler üzerine yemin edilerek, neleri ifade etmek üzere söze kuvvet ve güç verildiğine gelince ifadenin akışı bunu daha sonra açıklamak üzere şu anda gizli tutuyor. Sözkonusu yeminlerle ifade güçlendirilerek anlatılan, sapıklık bozgunculuk konusudur. Rabbinin sapıklık edenleri ve bozgunculuk çıkaranları yakalamasıdır. Allah'ın sapıkları ve bozgunculuk çıkaranları yakalaması gerçektir ve mutlaka olacaktır. Yüce Allah, bu konuyu pekiştirmek için surenin genel olarak, gizli dokunuşlarına uygun bir işaret içinde bu çeşit bir yeminle yemin ediyor ve bunun mutlaka olacağını ifade ediyor.



6- Görmedin mi Rabbin ne yaptı Ad kavmine?

7- Yüksek sütunlu İrem'e.

8- Ki ülkeler arasında onun eşi yaratılmamıştı.

9- vadide kayaları oyarak evler yapan Semud kavmine?

10- ve kazıklar sahibi Firavun'a.

11-Bunlar ülkelerinde azmışlardı.

12- Oralarda çok kötülük etmişlerdi.

13-Bu yüzden Rabbin onların üzerine azab kırbacını çarptı

14- Çünkü Rabbin her an gözetlemektedir.

Bu gibi ifadelerde, soru kipi daha çok uyarıcı ve daha fazla dikkat çekicidir. Burada yüce Allah'ın seslenişi ilkin Rasulullah'a ve daha sonra da, geçip giden o insan topluluklarının akıbetlerini görebilen ve düşünebilen herkesedir. Yok olup giden o insan topluluklarının tümü Kur'an'la ilk kez yüzyüze gelen arapların bildikleri nesiller ve onlardan kalan kalıntıların varlıklarını belgelediği ve sonraki nesillerin dillerinde dolaşan hikayelerin tanıttığı insan toplulukları idiler. "Görmedin mi Rabbin ne yaptı Ad kavmine?" diye fiilin öznesinin "Rabbin" şeklinde getirilmesi mü'mine gönül huzuru, dostluk ve rahatlık vermektedir. Özellikle de, Mekke'de yaşayan ve islam davasının ve Müslümanların karşısına dikilip onları gözetleyen müşriklerin azgınlarının azgınlıklarına, böbürlenenlerinin zulmüne göğüs gerip katlanan mü'minlere daha da bir gönül huzuru, dostluk ve rahatlık vermektedir.

Yüce Allah bu kısacık ayetlerde eski tarihin bildiği ve tanıdığı zalim ve böbürlenenlerin en güçlülerinin akıbetlerini sergilemiş, bir araya getirmiştir. Önce, ilk Ad kavmi olan İrem diyarında yaşayan Ad kavminin akıbeti sunulmaktadır. Söylenildiğine göre, bunlar şehirde veya çölde yaşayan araplardandılar, arap yarımadasının güneyinde Yemen'le Hazramevt arasında Ahkaf'da, yani kum tepeleri bol olan bir yörede oturuyorlardı. Bedevi bir hayat sürüyorlardı. Direkler üstüne kurulmuş çadırları vardı. Kur'an-ı Kerim'de güçlü ve şiddetli olmakla nitelenirler. Çünkü Ad kabilesi kendi zamanında en güçlü ve ileri kabile idi. O zamanlar, Ad kabilesi "Ülkeler arasında eşi yaratılmamış" kabile idi.

"Vadide kayaları oyarak evler yapan Semud" kavmine gelince: Bunlar, arap yarımadasının kuzeyinde Medine ile Şam arasında bulunan Hicr diyarında yaşarlardı. Kayaları kesmişler, taşları yontmuşlar ve köşkler yapmışlardı. Ayrıca dağlarda kayaları yontarak kendilerine sığınaklar ve mağaralar yapmışlardı.

"Kazıklar sahibi Firavun'a." gelince... Ayetteki sözü edilen "kazık" büyük bir ihtimal ile, yeryüzüne çakılmış kazıkları andıran sağlam yapılı piramitlerdir. Burada sözü edilen "Firavun" ise, Hz. Musa zamanında yaşayan azgın ve zalim Firavundur.

"Ülkelerinde azanlar, orada çok kötülük edenler" İşte bunlardı. Elbette azgınlığın sonucu bozulma ve alt-üst olmadır. Çünkü azgınlık, azgınlık edenleri ve azgınlığa kurban olanları aynı derecede bozar. Öte yandan azgınlık hayatın her noktasında ilişkileri ve bağları dà bozar, koparır. Ve hayatı, temiz, sağlıklı, yaşatıcı ve yapıcı çizgisinden çıkararak insanın hiçbir şekilde halifelik görevini doğru-dürüst biçimde yerine getiremeyeceği bir çizgiye yöneltir.

Azgınlık azgını arzularının esiri yapar. Çünkü böyle bir kişi, değişmez bir ölçüye boyun eğmez, açık bir sınır tanımaz. Ve bu yüzden ilk bozulan da kendisi olur. Arkasından kendisine yeryüzüne halife olarak getirilmiş bir kulun bulunması gereken yerden başka bir yer seçer. İşte bunun için Firavun'u, azgınlığı bozunca "Ben sizin yüce Rabbinizim" (Naziat Suresi, 24) demişti ve bu sözle yaratılmış olan kulun bulunması gereken yeri öteye aşmış ve bu sözü ile şu çirkin iddiayı -ki bu tam bir bozulmanın ifadesidir- ortaya atmıştı.

Öte yandan azgınlık insanları köleleştirir, basit duruma düşürür. Ama köleleşen bu insanların içlerinde bitmez tükenmez bir nefret ve yuttukları kinin ateşi parlamaktadır. Sonuç; kitlelerin içlerinde insanlık onurunun yok oluşu ve hürriyet ortamından başka yerde gelişmeyen her türlü bağdan kurtulmuş yaratıcılık yeteneklerinin ortadan kalkmasıdır. Zorla boyun eğdirilmiş basık ruhlar kokuşur ve bozulur. Artık böylesi bir ruh, adi şehvet ve hasta mizaç kurtlarının kaynaştığı bir çirkef yuvası olmuş ve sapıklıkların kol gezdiği bir alan olmuştur. Bir de bununla birlikte, idrak, kavrama yeteneği kör olmuş, iyilikseverlik, arzu, ümit ve yüce değerleri gözetme, (yüce değerlere saygı gösterme) ortadan kalkmıştır. Bundan daha kötü bozukluk düşünülebilir mi hiç?

Bir de azgınlık, ölçüleri, değerleri ve doğru düşünceleri yıkar, ortadan kaldırır. Çünkü bu sayılanlar hem azgınlığın ve hem de azgınların varlığı için tehlike demektir. O halde yüce değerleri düşük göstermeli, doğru ölçülerin yalan olduğunu iddia etmeli ve sağlıklı düşünce sistemini değiştirip tersine çevirmeli ki insanlar zulmün iğrenç biçimini kabul etsinler ve onu kabul edilir ve içe sindirilir görsünler... Bundan daha büyük bir bozukluk düşünülebilir mi acaba?

Bu kimseler, yeryüzünde bozgunculuğu artırınca elbette bunun tedavisi yeryüzünü bozgunculuktan temizlemek olacaktır.

"Bu yüzden Rabbin onların üzerine azab kırbacını çarptı. Çünkü Rabbin her an gözetlemektedir."

Rabbin onları gözetlemekte ve yaptıklarını kaydetmekteydi. Yeryüzünde bozgunculuk, çoğalıp artınca yüce Allah da onların başlarına azap kırbacını indiriverdi. Ayetin ifadesi öyle bir canlılığa sahip ki, kırbaç zikredilir zikredilmez azabın sızısı duyuluyor. Ve azabın dökülmesinden söz edilirken, bir azap kırbacı fışkırıyor ve kaplıyor her yanı. O anda acı ve sızılarla, her yeri kaplayan azgın azap "ülkelerinde azan ve orada çok kötülük eden" azgınların tepesinde biraraya gelmekte ve patlamaktadır.

Bir mü'min herhangi bir zamanda ve mekanda azgınlıkla yüzyüze geldiğinde, bütün bu acı felaketlerin gerisinden onun kalbine bir gönül huzuru çağlayıp akıyor.

Yüce Allah'ın, "Çünkü Rabbin her an gözetlemektedir" sözünden ise özel bir gönül huzuru fışkırıp çağlamaktadır. Senin Rabbin oradadır. Herşeyi gözetlemektedir. Hiçbir şey onun gözünden kaçmaz. Herşeyi kontrol etmektedir. Hiçbir şey O'nun dikkatinden kaçamaz. Öyleyse mü'minin kafası huzur içinde olsun. Rahat rahat uyuyabilir. Çünkü onun Rabbi oradadır. Gözetlemededir. Azgınlığı, kötülüğü ve bozgunculuğu kontrol etmektedir.

Burada böylece islam çağrısı konusunda yüce Allah'ın planlamasından bir örnek görmekteyiz. Ancak bu örnek, Huruc suresinin sergilediği Uhdud kavminin başından geçenlere dair nakledilen örnekten farklıdır. Kur'an-ı; Kerim mü'minleri bunun ve onun gibi örneklerle durum ve şartlara göre eğitmiş ve halâ da eğitmeye devam etmektedir. Ve Kur'an mü'minlerin ruhlarını gerek buna ve gerekse ona karşı aynı derecede hazırlamaktadır. Bundan gayesi ise, mü'minlerin ruhlarının her iki durumda da huzur içinde olması,her iki durum benim de başıma gelir diye korkması ve herşeyi dilediği gibi gerçekleştirsin diye Allah'ın kaderine havale etmesidir.

"Çünkü Rabbin her an gözetlemektedir." Senin Rabbin görür, hesaplar, hesaba çeker ve yapılanlara karşılık verir. Ama bütün bunları çok ince, bir ölçü uyarınca yapar. Asla hata etmez, zulmetmez, olayları dış görünüşüne göre değerlendirmez. Fakat herşeyi içyüzüne göre değerlendirir. İnsana gelince insan böyle değildir. Onun ölçüleri şaşabilir. Değerlendirmeleri yanlış çıkabilir. İnsan eğer yüce Allah'ın ölçüsü ile bağlantı kurmamış ise, olayların ancak dış yüzünü görebilir.



15- Rabbin denemek için bir insana iyilik edip, nimet verdiği zaman o: "Rabbim beni şerefli kıldı " der.

16- Fakat onu sınamak için rızkını daraltıp bir ölçüye göre verdiği zaman: "Rabbim bana hor baktı" der.

Allah'ın insanı bir durumdan diğerine sokarak, vererek ya da mahrum bırakarak, rızkını genişletip ya da daraltarak sınamasına insanın bakış açısı ve değerlendirmesi budur İşte... Allah insanoğlunu nimet vererek ve ona ikram ederek dener. Ama insanoğlu verilecek karşılığa ön hazırlık olmak üzere bunun bir imtihan olduğunu kavrayamaz. Aksine verilen rızkı ve bahşedilen mertebeyi yüce Allah'ın katında bu ikramı hak etmiş olduğuna bir delil ve Allah'ın kendisini seçip tercih ettiğine bir gösterge sayar. Bu bakış açısından hareketle, kendisine verilen belayı "ceza" yapılan imtihanı da sonuç olarak değerlendirir. Yüce Allah'ın katındaki şerefi dünya malı ile değerlendirir. Öte yandan yüce Allah insanoğlunun rızkını daraltmak sureti ile deneyince bu imtihanı da ceza olarak değerlendirir, bu sınamayı ceza sayar ve rızkının daraltılmasını yüce Allah'ın katında önemsiz sayıldığı şeklinde yorumlar. Şayet Allah katında küçümsenmeseydi rızkı daraltılmazdı diye düşünür.

Ama insanoğlu her iki durumda da, bu konuya yanlış yaklaşıyor ve değerlendirmesi hatalı oluyor. Gerek rızkın bolluğu ve gerekse darlığı yüce Allah'ın kulunu imtihan etmek içindir. Bununla verilen nimete karşı şükredip şükretmeyeceğinin, şımarıp şımarmayacağının belli olması hedeflenmiştir. Çile ve sıkıntı karşısında dayanıp dayanmayacağının ortaya çıkması amaçlanmıştır. Verilecek karşılık ise kulun davranışları ile belli olan sonuca göre olacaktır. O halde ne kula verilen dünya malı karşılıktır ne de verilmeyen... Bir kulun yüce Allah'ın katındaki değerinin elindeki dünya malı ile kesinlikle bir ilintisi yoktur. Yüce Allah'ın bir kimseden hoşnut olduğu ya da ona gazap ettiği ona bu dünyada dünya malı veriyor mu vermiyor mu diye bakılarak çıkarılamaz. Çünkü Allah bu dünyada iyi kişiye de verir azgına da verir. İyi kişiyi de vermeyip mahrum bırakır azgını da... Ancak ne var ki asıl üzerinde durulması gereken bunların ötesidir. yüce Allah'ın verişi de mahrum edişi de sınamak içindir. Önemli olan bu imtihanın sonucudur.

Ancak şu kadar var ki insanın kalbi imandan yoksun olunca, ne yüce Allah'ın vermesindeki ve mahrum bırakmasındaki hedefi, ne de O'nun ölçüsünde asıl nelere değer verdiğini kavrayamaz. Ama kalbi imanla canlanınca yüceler yücesine bağlanır ve orada nelere değer verildiğini anlar. Artık onun ölçüsünde basit değerlere yer yoktur ve imtihanın gerisindeki karşılığa göz diker. İster rızkı daraltılsın ister genişletilsin onun hedefi imtihanın gerisindeki karşılık olduğundan, onu elde etmek için çalışır. Her iki durumda da yüce Allah'ın kendisi için yaptığı plana güveni tamdır. Yüce Allah'ın katındaki değerini bu anlamsız ve gözle görülen dünya değerlerinden başka değerlerle ölçer ve öğrenir.

MAL SEVGİSİ

Kur'an-ı Kerim Mekke'de, rızkın daraltılması ve bollaştırılması konusunda Rabblerini böyle değerlendiren bir zümreye seslenmekteydi. Gerçi bunların benzerleri yeryüzünde daha üstün ve daha geniş bir alemle bağlarını yitirmiş her cahiliyet sisteminde bulunabilir. Çünkü onların yeryüzünde insanların değerlerini belirlemede başvurdukları ölçü buydu. Şöylesine ki onların katında dünya malı ve makam herşey demekti. Bunların ötesinde başka hiçbir ölçü yoktu. O yüzden mala karşı aşırı bir düşkünlükleri vardı. Mal tutkuları frenlenmez taşkın bir hırsa dönüşmüştü. Zaten kendilerine, açgözlülüğü, hırsı, mal düşkünlüğü ve cimriliği veren de bunlardı. Bundan dolayı Kur'an-ı Kerim, onların bu alanda içlerinden geçenleri açığa çıkarıyor. Rızkların bollaştırılıp genişletilmesinin gerisindeki imtihana çekilmenin anlamını kavramada hataya düşmelerinin nedenlerinin İşte,bu açgözlülük ve cimrilik olduğunu belirtiyor.



17- Hayır yetime karşı cömert davranmıyorsunuz.

18- Yoksulu yedirmek konusunda birbirinize özendirmiyorsunuz.

19- Size kalan mirası hak gözetmeden yiyorsunuz.

20- Malı pek çok seviyorsunuz."

Hayır. Durum imandan uzak insanların dediği gibi değildir. Rızkın geniş tutulması, yüce Allah'ın katında o kişinin Şerefli olduğunu göstergesi değildir. Aynı şekilde daraltılması da o insanın önemsiz olduğu ve ihmal edildiği anlamına asla gelmez. Asıl üzerinde durulması gereken, sizin bağışlamanın gereklerini yerine getirmemeniz, malın hakkını vermemenizdir. Çünkü siz babadan yoksun kalmakla koruyucusunu ve desteğini yitirmiş olan küçücük bir yetime iyilik etmezsiniz. İhtiyacı olduğu halde kimseden varıp istemeyen yoksulu doyurmaya birbirinizi teşvik etmezsiniz. Dikkat edilecek olursa, Kur'an-ı Kerim, yoksulun doyurulmasının teşvik ve tavsiye edilmemesini çirkin ve yadırganacak bir hareket saymaktadır. Ayrıca islam toplumunda, göreve ve toplumun yararına olan işlere koşulmasına yönlendirme konusunda dayanışmanın gerekliliğine işaret etmektedir. islamın ayırıcı özelliği de budur zaten.

Sizler imtihanın anlamını kavramıyorsunuz. Yetime iyilik ederek, yoksulu doyurma konusunda birbirinizi teşvik ederek imtihanda başarılı olmaya çalışmıyorsunuz. Tam aksine mirası oburca ve hırsla yiyorsunuz. Malı öyle çok öyle taşkınca yiyorsunuz ki, artık gönüllerinizde yoksullara karşı iyilik etmeye ve onları doyurmaya götürecek ne bir cömertlik ve ne de iyilikseverlik duygusu kalmamıştır.

Daha önce de belirttiğimiz gibi islam Mekke'de her türlü yola başvurularak mal toplamaya düşkünlük tablosunun karşısında buldu kendisini. Doğal olarak bu durum kalplere kuruluk ve katılık veren bir olgu idi. Yetimlerin güçsüzlüğü, mallarının talan edilmesini kamçılayan bir durumdu. Hele yetim kalan kız çocuğu ise o zaman çok değişik şekillerde malları talan ediyorlardı. Bu tefsirimizin birçok yerinde belirttiğimiz gibi özellikle kendilerine kalan mirasları çeşitli dümenlerle ellerinden alınıyordu. Nitekim mal tutkunluğu, faiz yolu ile ve başka araçlarla mal biriktirmek islam öncesi Mekke toplumunun göze batan ana özelliği idi. Aslında bu durum, günümüze kadar her zaman ve her yerdeki cahiliyet toplumlarının özelliği olmuştur.

Bu ayetlerde, onların içlerinden geçenlerin açıklanmasından öte, bu duyguların kınandığını görmekteyiz. "Kella" "Asla. Hayır dikkat ediniz ha!" kelimesinin ard arda tekrar edilmesinde ve ifadenin yapısında ve vurgusunda ifadesini bulan caydırma ve engel olma yer almaktadır. İfade ses tonu ile bizlere onların mala düşkünlüklerinin şiddet ve katılığını çizmektedir.

"Size kalan mirası hak gözetmeden yiyorsunuz. Malı pek çok seviyorsunuz."

KIYAMET VE AZAP

Rızkın bol bol verilmesi ve verilmemesi ile imtihan edilme olgusunu algılamalarının sakatlığı anlatıldıktan sonra, onların iğrenç iç dünyalarının açığa çıkarıldığı bu noktada, imtihanın ve sonucunun arkasından gelecek olan ceza günü ve o günün özelliği ile tehdid gelmektedir. Hem de çok şiddetli ve güçlü bir vurgulama ile yapılmaktadır bu tehdit.



21- Hayır, yer çarpılıp paralandığı zaman,

22- Melekler sıra sıra dizilip, Rabbinin buyruğu gelince,

23- Ki cehennem de o gün getirilmiştir. İşte o gün insan anlar, ancak artık anlamanın kendisine ne faydası var?

24- O zaman insan, `Ah keşke ben bu hayatım için önceden iyi işler yapıp gönderseydim" der.

25- O gün O'nun yapacağı azabı kimse yapamaz.

26- O'nun vuracağı bağı hiç kimse vuramaz.

Yeryüzünün bir uçtan bir uca dümdüz edilmesi, dağlarının kırılarak her yanının aynı seviyeye getirilmesi, kıyamet günü kainatta olacak değişikliklerden birisidir. Meleklerin sıra sıra dizilip Rabbinin gelmesi ise bizim bilgi sınırlarımızın ötesinde bir olgudur. Bizler bu dünyada olduğumuz sürece içyüzünü asla kavrayamayız.

Ancak ifadenin gerisinden azamet ve korkuyu hissediyoruz. Cehennemin getirilmesi de böyledir. Onu da bu dünyada olduğumuz sürece kavrayamayız. Biz bu ifadeden, cehennemin orada azap göreceklere, onların da cehenneme yaklaştırılmalarını anlıyoruz ki bu da bize yeter. Cehennemin getirilmesinin içyüzü ve bunun nasıl olacağı ise yüce Allah'ın belirli günü için saklamış olduğu bilinmezlerdendir.

Ancak şu kadarını söylemek mümkündür ki, bu ayetlerin gerisinden, bölümleri keskin etkisi güçlü namelerinin ardından bir tablo ortaya çıkıyor. Bu öyle bir tablodur ki, kalpler karşısında korkudan tir tir titrer, gözler korkudan donakalır. Yeryüzü bir uçtan bir uca dümdüz edilmiştir. Yüceliğine sınır olmayan ulu Allah tecelli edip görünür. Hesaba çekmeyi ve gerekli hükmü vermeyi artık kendi üzerine almıştır. Melekler saf saf dizilmişlerdir. Sonra cehennem getirilir. O da hazır olarak durur.

"İşte o gün insan anlar." O gün, rızkın daraltılıp bollaştırılmak sureti ile yapılan imtihanın hikmetine ve nedenine dikkat etmeyen, mirası hak gözetmeden yiyen, malı aşırı bir düşkünlükle seven, yetime iyilikte bulunmayan, yoksulu doyurmaya kimseyi teşvik etmeyen, bunun yerine azgınlık eden, bozgunculuk çıkaran ve doğru yoldan geri dönen insan o gün gerçekleri anlar. Evet o gün anlar. Gerçeği anlar da gördüklerinden ders Alır. Ama ne yazık ki iş İşten geçmiştir. "Artık anlamanın kendisine ne faydası var?" Artık öğüt alma zamanı geçmiştir. Öğüt alma burada ceza ve mükafat yurdunda artık hiçbir kimseye yarar sağlamayacaktır. Sadece dünya hayatında, amel yurdunda, fırsatların elden kaçırılmasına yanmaktan başka birşey gelmez şimdi elden...

İnsan bu gerçekle yüzyüze gelince, "Ah, keşke ben bu hayatım için önceden iyi işler yapıp gönderseydim" der. Keşke buradaki hayatım için vaktiyle dünyada iyi işler yapsaydım. Hayat adını almaya layık olan gerçek hayat budur İşte. Hazırlık yapmaya, önden iyi ameller göndermeye ve kendisi için iyi ameller saklamaya layık olan hayat budur. Keşke... İçinden açıktan açığa iç yangını fışkıran bir istektir bu. Zaten ahirette insanın elinden gelen tek şey de budur.

Sonra yüce Allah, bu acı gönül yanıklığından ve boş temennilerden sonra başlarına gelecek kötü akıbeti anlatıyor:

"O gün O'nun yapacağı azabı kimse yapamaz. O'nun vuracağı bağı hiçbir kimse vuramaz."

Çünkü O, yüceliğine sınır olmayan, ulu Allah'tır. O gün hiçbir kimsenin veremeyeceği benzersiz azabı ile azab edecek olan ve hiçbir kimsenin bağlayamayacağı eşsiz bağı ile bağlayacak olan ulu Allah'tır O. Allah'ın azabını ve bağını Kur'an-ı Kerim başka birçok yerlerde, tüm Kur'an'ın içine dağılmış çeşit çeşit sayısız kıyamet sahneleri içinde açıklar. Burada ise yüce Allah kendi azabını ve bağını kısaca anlatmaktadır. Çünkü bunları eşsiz olmakla ve insanların ya da tüm yaratıkların azaplarına ve bağlarına benzersiz olmakla nitelemektedir. Yüce Allah'ın azabı ve bağlaması, surede daha önce geçen ve Ad, Semud ve Firavun da simgelenen azgınların azgınlığına ve insanlara azab etmeyi ve onları zincirlere ve kelepçelere vurmayı da içeren yeryüzünde bozgunculuğu çoğaltmalarına karşılık olarak verilmektedir. İşte senin Rabbin de ey Peygamber ve ey mü'minler insanlara azap edenler ve onları bağa vuranları böyle azaplandıracak ve bağa vuracaktır. Ama Rabbinin azabı ile onların azabı O'nun bağı ile onların bağı ne kadar da farklıdır! Bu konuda yaratıkların ellerinden gelen çok basit, yaratma ve emir sahibi olan yüce Allah'ın yaptıkları ise çok büyüktür. Öyle ise azgınları insanlara diledikleri gibi işkence yapıp bağ vursunlar. Onlar da birgün gelip bağlanacaklar ve azap görecekler. Hem de tahminlerin ve tasavvurların üstünde bir azap ve bağ ile...

Bu korkunç dehşetin, bu her türlü tasavvuru aşan bağ ve azab ortamında yücelerin yücesinden mü'min olan ruhlara sesleniliyor.



27- Ey huzura eren nefis!

28- Razı edici ve razı edilmiş olarak Rabbine dön.

29- İyi kullarım arasına katıl.

30- Cennetime gir.

İşte mü'min ruhlara böyle sesleniliyor. "Ey" denilerek şefkat ve yakınlıkla, "Ey ruh" diye seslenilerek ruhaniyet ve şereflendirme bahşederek, "Ey huzura eren nefis" denilerek övgü ve huzur bahşetme ile. Bu bağlama ve yakalama, serbestlik ve huzur ortamında şu emir geliyor: "Rabbine dön". Yeryüzünde bunca gurbet hayatı yaşadıktan ve ana beşiğinden ayrıldıktan sonra asıl kaynağına dön.

Seninlé Rabbin arasındaki ilişki, tanışıklık ve münasebetle birlikte Rabbine dön. "Razı edici ve razı edilmiş olarak." Bütün atmosferi hoşnutluk ve şefkatle dolup taşıran bu meltemle dön Rabbine. "İyi kullarım arasına gir." Bu yakınlığa ermek için seçkin olan ve yakınlaştırılan kullarımın arasına gir. "Cennetime gir." Benim rahmetime ve himayeme gir.

Bu öyle bir şefkattir ki daha ilk seslenişten itibaren içinden cennet meltemleri esmektedir. "Ey huzura eren nefis" Rabbine güvenen, onun yoluna güvenen, o yolda Allah'ın kaderine güvenen, sıkıntıda ve rahatlıkta, rızkı vermede ve daraltmada, Rabbine güvenen ve O'ndan asla kuşkulanmayan, güvenip de bir daha sapıtmayan, güvenip de bir daha yolunda tereddüt etmeyen, güvenip de korku ve dehşet gününde korku duymayan ey huzura eren nefis!

Sonra bu seslenişin arkasından ayetler devam ediyor ve bütün atmosferi emniyet, hoşnutluk ve gönül huzuru ile dolduruyor ve bu atmosfere sevginin, yakınlığın ve gönül huzurunun dalgalandığı bir tablo çevresinde yumuşak ve serin nameler yayıyor.

Dikkat edin bu hoş ve tatlı nefesleri ile cennettir. Bu ayetlerin arasından uzanıp gelmekte ve üzerinde ulu ve hoş olan Rahman'ın yüzü ortaya çıkmaktadır.

FECR SÜRESİ(Muhammed GAZALİ)

"Andolsun fecre (tan yerinin ağarmasına)." (Fecr: 1)

emin olsun zifiri karanlığın gidip aydınlığın doğuşuna. Ardından gelen diğer ye­minler bunu üzerine atfolunmaktadır:

"Andolsun on geceye." (Fecr: 2)

Bu on gece tefsircilerin genelinin görüşüne göre, Arafe vakfesi ve kurban bayra­mı günü bitimiyle son bulan Zilhicce'nin on günüdür. Bu müddet İçinde gücü yeten­ler hac farizasını yerine getirirler. Doğu ve batıdan gelen, Beyt-i Atik (Kâ'be) ciheti­ne yönelen kafileler telbiye sesine kulak verirler.

"Andolsun çifte ve teke. Yürüyüp gitmeye yüz tutan geceye." (Fecr: 3-4)

Yemin olsun öncesine atfolunan zamana. Zaman, hakikatleri kavranılmayan ve belirtileriyle bilinen kozmolojinin sırlarındandır.

Üzerine yemin edilen yüce şey nedir? Üzerine yemin edilen şey zahiren hazfedil-miştir. Kendisinden sonra gelen cümle buna işaret etmektedir. Bundan maksat; Allah, senin dinine muhakkak yardım edecek, sancağını yükseltecek ve her ne kadar kâfir­lerin yakalamaları had safhasına ulaşsa ve işkenceleri artsa da şüphesiz küfür ve kü­für ehlini rezil ve kepaze edecektir. Bizim kâfirlerimiz, bizden öncekilerin kâfirlerin­den daha iyi değillerdir.

"Görüp bilmez misin Rabbin neler yaptı: O Âd'(halkın)a? Yüksek sütunlarla do­lu ve şehirler içinde bir benzeri yaratılmamış olan İrem'e.. Vadideki kayaları yon­tarak sağlam evler yapan Semûd'a.. Ve kazıklar sahibi Fir'avn'a.." (Fecr: 6-10)

Öncekiler, belki de uzayla savaşmadılar ve materyalizmin içine dalmadılar. Ama onlar hünerli mühendislerdi. Eserleri buna işaret etmektedir. Şüphesiz Muhammed'i yalanlayan Araplara Allah şöyle hitap etmiştir: "Yeryüzünde gezmediler mi ki kendi­lerinden öncekilerin sonunun nasıl olduğuna baksınlar. Onlar, kendilerinden daha güçlü İdiler; (sular, madenler çıkarmak, ekin ekmek, ağaç dikmek için) toprağı (kaz­mış) alt-üst etmişler ve onu bunların İmar ettiklerinden daha çok imar etmişlerdi." (Rûm: 9) Fakat onların azgınlıkları, kendilerine felâketler getirdi. Kaderle çekişip hak karşısında kibirlenince:

"Bu yüzden Rabbin onların üzerlerine azâb kırbacını çarptı. Elbette Rabbin gö­zetleme yerindedir." (Fecr: 13-14)

Fecr Sûresi'nİn ortası, insandaki kötü karakterden söz ediyor, insanlar içinde bu­lunduğu gün ile yetiniyor, geçmişini ve geleceğini unutuveriyorlar. Allah'ın günleri insanlar arasında dolaştırdığını bilmiyorlar.

Bir gün aleyhimize bir gün lehimize... Bir gün tasalanırız bir gün seviniriz!

Şâir Nabiga, kendilerinin bu hastalığa yakalanmadığını ve zamanın hakikatini bildiklerini belirterek bunu şöyle dile getiriyor:

Kendisinden sonra şer olmayanı hayır sanmıyorlar Felâketi de ser kabul etmiyorlar!

İnsanların geneli, içinde bulundukları güne yenik düşüyorlar. Zarar ve yarar içe­ren şeylerle sınandıklarını bilmiyorlar:

"Fakat insan böyledir: Rabbi ne zaman kendisini imtihan edip ona ikramda bu­lunur, ona nimet verirse, 'Rabbim bana ikram etti.' der. Ama Rabbİ onu imtihan edip rızkını daraltırsa: 'Rabbim beni küçük düşürdü (perişan etti)' der." (Fecr: 15-16)

Bu, tamamen salt kaderin bir sır olarak belirlediği yaşam taksiminden ibarettir. Burada tercihe ya da reddetmeye herhangi bir işaret yoktur. Allah, zengini fakirle, he­zimeti zaferle sınamaktadır. Bu, Allah'ın kolaylığına herhangi bir nza, zorluğuna da herhangi bîr gücenme değildir. Bu, bütün insanların kendisiyle denendiği ve kıyamet günü konaklarını aydınlatacak olan yaşam taksimidir. Akıbet takvanındır.

Allah herhangi bir zengine başkasına: "Ben malca senden zenginim ve adamca da senden güçlüyüm." (Kehf: 34) desin diye mal vermez. Ancak malı başkasıyla pay­laşsın, muhtaçların ihtiyaçlarını görmeye ve tasalarını gidermeye koşsun diye verir. Hiç kimseye mal, kaybedince dünyada yas tuttuğundan ya da bir başkasına verilince haset ettiğinden ötürü yasaklanmamış aksine dayandığından, mücâdele ettiğinden ve erdemli bir şekilde artırdığından ötürü teşvik edilmiştir.

Yaratılış ânında Allah, istenilen bir hikmet ya da amaçlanan bir imtihan gereği in­sanların nzıkları arasında farklılık ortaya koymuştur. Bu yüzden, bu ayrılık vuku bul­duktan sonra Allah şöyle buyurmaktadır:

"Hayır, doğrusu siz yetime ikram etmiyorsunuz. Yoksula yemek vermeye teşvîk etmiyorsunuz. Mirası helâl, haram demeden yiyorsunuz. Malı da pek çok

seviyorsunuz." (Fecr: 17-20)

Kuşkusuz eskiden beri ekmek savaşı patlak vermiş, bu savaş bütün beşere cazip gelmiş, harp fakir ile zengin, cimri ile cömert arasında cereyan etmiştir. Üzülerek di­yorum ki, dinîn koruyucuları yenik düşmüş, vahşi eğilimler baskın gelmiştir. Ardın­dan rızıkların paylaşımında Allah'tan yüz çeviren komünist felsefe zuhur etmiştir -çünkü bu felsefe zulme dayanmaktadır!- Ne oldu? İnsan komünizmin zilleti ve bas­kısıyla yetindikten sonra onun himayesi altında şöyle dedi:

Kimbilir belki bir gün ağladın

Bu yüzden başkası için onun adına ağlamaya başladın

Kendi kendime sordum: Bu dünyada Müslümanlar şaşkın halka ne sundular? Hiç­bir şey. Ancak İslâm'ın yüzünü örttüler ve özünü gizlediler. Öyle ki ben, İslâm diyarın­da, kendi topraklarındaki kaynaklarda onurlu olan, adaleti arayan ve başka topraklar­daki keramete tutunan bağımsızlar gördüm. Başka dirilişi beklemekten başka çare yok:

"Hayır, (bu yaptığınız doğru değil). Yer çarpılıp paralandığı zaman, melekler sı­ra sıra olduğu halde Rabbİn(in emri) geldiği zaman, ki cehennem de o gün ge­tirilmiştir. İşte o gün insan anlar, ama artık anlamanın kendisine ne faydası var? (O zaman insan): 'Ah keşke ben bu hayatım için (iyi işler yapıp) göndersey-dim!' der." (Fecr: 21-24)

Bu pişmanlığın fayda vermediği gün atılan pişmanlık vâveylasıdır.

Allah'ın kullarında salih olanlara ise bu muştu günüdür. O gün başarıdan ötürü yüzler parıldar. Taberî'nin Saîd b. Cubeyr'den aktardığına göre, bir adam Allah Re-sûlü'nün yanında şu âyeti okudu:

"Ey huzura eren nefis! Razı edici ve razı edilmiş olarak Rabbine dön!" (Fecr: 27-28)

Bunun üzerine Ebû Bekir: "Bu ne kadar hoş!" deyince Peygamber (s.a.v) O'na dedi ki: "Şüphesiz bu âyeti sana melek Ölüm anında okuyacak."

Ebû Bekir âdil ve râşid halifelerin ilkidir. Bu âyete insanların ilk imana edenidir. Ancak siyak, Kur 'ân-ıKerim'de geneldir. Bütün yüzünü Allah'a teslim etmiş ve ame­lini O'nun için sâlih kılmış mü'mini İçine alır. Güzel kelime, cennete girmesi için onu bekler. Boşluğu dolduran teşbih ve tahmid toplantılarında ona katılır. Allah bizi cen­net ehlinin nimet ve fazlı İle ödüllendirsin.

FECR SÜRESİ(Elmalılı Hamdi YAZIR)

"Andolsun fecre". Bu sûrenin başında yemin edilerek bazı şeylere dikkat çekilmiştir. Bunlar âlemdeki değişimleri gösteren ve insanı karanlıktan aydınlığa, kederden sevince götüren ve böylece kendilerinden önce onları var eden yüce yaratıcının Rabliğini duyurup hissettiren zaman olaylarıdır. Bunların belirli ve belirsiz olmalarına, başlarında bulunan "lâm" lardaki ahid veya cins veya istiğrak ihtimalleri itibarıyla kapsam derecelerine ve bunların ne olduğunu belirleme ve yorumlarına dair tefsircil e rin birçok söz ve rivayeti vardır.

Fecr, bilindiği gibi gece karanlığının çatladığı sabahın ilk beyazıdır ki, dilimizde "şafak atması, tan sökmesi" şeklinde ifade edilir. Bunun dikey olarak önceden görünen şekline "yalancı fecir", yatay olarak görünene de "gerçek fecir" denir. Yalancı fecirle dinen namaz ve oruç hükümlerinin bir ilgisi yoktur. Bu hususlarda gerçek fecre itibar edilir. Buna göre fecir, cihanın karanlıktan aydınlığa geçmek üzere gülümsediği en neşeli, mutlu bir anıdır. Bu itibarla başın d aki "lâm"ı cins olarak alıp "Aydınlanmaya başladığı zaman sabaha andolsun." (Tekvir, 81/17) âyetinde olduğu gibi fecir cinsine yemin,

kuşkusuz ki mânâlıdır. Birçoklarının görüşü de budur. Bununla beraber bazı sabahların daha çok özellikleri bulunduğunda da kuşku yoktur. Bu itibar ile de başındaki lâmı ahd mânâsına alarak cuma ve bayram gibi mübarek günlerden birinin fecri olarak düşünülebilir. Bu durumda ilk akla gelen Mücahid'den rivayet edildiği üzere, kurban bayramı gününün fecri olmasıdır ki, bu da Z i lhicce'nin onuncu günüdür. Birincisi bunu dahi kapsasa da bunda daha çok bir özellik ve kapsamlık ile neşe ve sevince işaret vardır. Şu da buna bir karine (ipucu) gibidir:

2. Ve on geceye yemin olsun. Çünkü her hangi bir kayıt koymadan "on" denilince Zilhicce'nin on günü, yani birinden bayram günü olan onuncu gününe kadar on gün akla geldiğinden "on gece" bu on gece demek olur. Bununla beraber Ramazan'ın son on günü ve Muharrem'in Aşure (onuncu) gününe kadar on'u da sayılı on'lardandır. Bunlar hak k ında da rivayet vardır. Gerçi burada ahdi gösteren "lâm" getirilmeyip belirsiz olarak denilmesi, belirli bir "on" kastedilmeyip bunların herbirine ve belki de her ayın koyu mehtabından önce gelen ilk on gecesine ihtimalini hissettirebilirse de "Mutlak bir söz şüpheye düşürücü bir mânâ ifade ettiği zaman, ifade ettiği mânâlardan en mükemmeli ne ise ona yorumlanır." kuralına göre, bunun "lâm"sız kullanılarak ençok bilinen "Zilhicce'nin on günü" şeklinde yorumlanması ilk akla gelen mânâ olduğu gibi, sonun d aki tenvinin de sadece belirsizlik için değil bir ululama mânâsı ifade ederek bu gecelerin özel şerefine daha ziyade dikkat çekme mânâsı taşıdığı da açıklanmıştır. Bir de denilebilir ki bu kelimenin belirsiz olarak kullanılması, belli bir senenin Zilhicce ' sinin on günü kastedilmeyerek belli olmayan bir on'a işaret olmak içindir. Başka bir "on" olma ihtimali akla gelse dahi her halde maksat, sonunda fecir gibi neşe ve sevinç bulunan bir on gece olmalıdır. Onuncu sabahı Kurban bayramı olan Zilhicce'nin on g e cesi olması da buna daha uygun, ayrıca Kadir gecesini kapsamış olması ihtimali ve sonunda Ramazan bayramı gelmesi itibarıyla Ramazan'ın son on gecesi olması da uygundur. Bu şekilde "on gece" dünya ömrü derecesinde olarak sûrenin sonuna bir "beraat-i istih l âl" mânâsında da olmuş olur.

Bu "on gece"nin Kurban bayramından önceki on gece olduğuna Hakim "sahih" diyerek ve daha başka bir topluluk İbnü Abbas'tan rivayet etmişlerdir. İbnü Zübeyr, Mesruk, Mücahid, ikrime ve daha başkalarından da rivayet olunmuştur. İmam Ahmed, Nesai ve Hakim sahih diyerek ve Bezzar, İbnü Cerir, İbnü Merduye ve "Şuab"ta Beyhakî Hz. Cabir'den de Resulullah (s.a.v.)

"On gece, Kurban bayramının on gecesidir." buyurdu, diye merfu olarak rivayet etmişlerdir. Bundan dolayı İbnü Cerir şöyle demiştir: "Doğru olan görüş, bunların Kurban bayramından önceki on gece olmasıdır. Zira yorumculardan gelen delil bunun üzerine icma etmiştir. Denilmiştir ki, Hz. Musa'nın mikatında "Ve ona on gece daha ilave ettik. Böylece Rabb'inin tayin ettiği vakit kırk geceye tamamlandı."(A'râf, 7/142) buyurulan on da Zilhicce'nin on gecesidir."

Bu on gecenin fazileti hakkında hadisler de vardır. Bunlar arasında Ahmed ve Buhârî'nin İbnü Abbas'tan merfu olarak rivayet ettikleri şu hadisi sayabiliriz: Resulullah (s.a.v.) buyurdu ki: "Günlerden hiçbiri yoktur ki onlarda yapılan bir iş "on gün"de yapılan işten daha faziletli ve yüce Allah'a daha sevgili olsun. Ashab: 'Ey Allah'ın Resulü! Allah yolunda cihad da mı değil?' dediler. 'Allah yolunda cihad da değil, buyurdu. Ancak malıyla ve canıyla Allah yolunda cihad edip de onlardan bir şey ile dönmeyen hariç." Bununla beraber İbnü Münzir ile İbnü Ebi Hatim İbnü Abbas'tan Ramazan'ın son on gecesi olduğunu da rivayet etmişlerdir. Dahhak'tan da böyle rivayet olu n muştur. Hatta bazıları bunun müttefikun aleyh olduğu görüşünü benimsemiş ve Hz. Aişe'den gelen ve sıhhati üzerinde ittifak edilen bir hadisi delil göstererek bu sonuca varmışlardır. Hz. Aişe demiştir ki: On, yani Ramazan'ın son on'u gelince Resulullah kuş a ğını sıkar, gecesini ihya eder, ailesini de uyarırdı." Fakat bu hadis burada rivayet edilen "on"u açıklamak için değil, özellikle kadir gecesinin faziletini araştırmadan söz edilirken söylenmiş olması, ayrıca peygamberin sözünü değil de fiilini hikaye etm i ş olması nedeniyle tefsir açısından Cabir hadisinin tercihi gerekir. Bununla beraber görülüyor ki âyette de rivayetlerde de ihtimal eksik değildir. "On gece"nin Kurban bayramından önceki on gece olması daha kuvvetli olmakla beraber, ikisini de, hatta Muha r rem'in on gecesini de ifade etmesi mümkün ve doğru olabilir. Hangisi olursa olsun, yeminden anlaşılan asıl mânâ, dünya değişimlerinin hükmünü anlatmak üzere, neticesinde bir başarı ve neşe

ile rahatlama ve dolayısıyla bir bayrama erme durumu ortaya çıkan geçici, sıkıntılı ibadet ve gayret saatlerinin kıymetine ve bunları gaflet ve isyan ile geçirenlerin sonsuz olarak uğrayacakları zarara dikkatleri çekmektir. Nitekim sûrenin içinde anlatılan konular da bu mânâyı açıklayacaktır.

3. Çifte ve teke ye min olsun. Râzi der ki: "Şef ve vetr, Araplar'ın "tek ve çift" ve genel olarak herkesin "çift ve tek" dediğidir. Yunus şöyle der: Aliye halkı, sayı ifade ederken vetr; öç ve intikam alma mânâsında ise vitr derler. Temim ise her iki mânâda da vitr der." B unun izahı şudur: Şef' ve vetr kelimeleri mastar ve isim olarak kullanılır. Mastar olduğu zaman eşşef, bir şeyi diğerine katmak demek olup çiftlemek ve şefaat etmek mânâlarına gelir. Vetr de, iyfar gibi teklemek ve öç almak mânâlarına gelir. Öce ve kine " t ire" denilir. İsim olduğu zaman da şef', çift; vitir, tek demek olur. Nitekim iki rekat namaza şef' denildiği gibi, tek namaza da vitir denilir. Demek ki şef ve vetir; şefaat ve intikam, çiftleme ve tekleme, çift ve tek mânâlarına gelebilen bir cem ve far k ifade eder.

Burada da el-vetr; Hamze, Kisâi, Halefi aşir kırâetlerinde "vav"ın kesresiyle, Aşere'nin geri kalanlarında feth ile okunmuştur. Yunus'un yukarıda geçen görüşüne göre vitir, iki mânâya da gelebilirse de vetr ancak sayıda kullanılır, yani tek veya tekleme mânâsınadır. Buna Kureyş lügati demişlerdir. Alûsî, der ki: Kesre ile "vitr" de okunmuştur. Bu, Temim lügatidir. Çoğunluğun kırâeti feth üzeredir ve bu Kureyş lügatidir. Sahib-i matla'ın açıklamasına göre ise, şef kelimesinin karşılığı ol a n vetr de, habr ve hibr gibi fetha ve kesre ile okunur. Ama tire, yani kin ve öfke mânâsına gelen "vitr"de nakledilen yalnız kesredir. Bununla beraber Asmaî, bunda da iki lügat nakletmiştir.

İşte çoğunluğun kırâetinin feth ile olduğu, bunun da ancak sayı mânâsına Kureyş lügati bulunduğu için tefsirciler burada kesir kırâetlerini de bu mânâya yorumlayarak intikam mânâsını hiç itibara almamışlar; sayı ile ilgili olan çift-tek mânâları üzerinde yürümüşlerdir ki, şef ve vetr kelimelerinin karşılıklı olar a k kullanılmasından açık olan mânâ da budur. Gerçi kesir kırâetinin iki mânâya da ihtimali olması ve "Rabbinin nasıl yaptığını görmedin mi?" ile anlatılan azgın fesatçılar üzerine, "Bu nedenle Rabbin onların üzerine azab kamçısı yağdırdı." âyeti, i l âhî öfke ve intikamı açıklayıcı olması nedeniyle vetrin bu mânâya yorumlanmasına bir karine (ipucu) olabilirse

de fetih kırâeti buna uygun görülmediği gibi, şef ve vetr kelimelerinin karşılıklı kullanılması da şefaat ve intikam mânâsında meşhur olmadığından bu mânâ gizli bir imadan ibaret kalmış olur.

O halde çift ve tek tabirinden ne anlamak gerekir?

Başlarındaki "lâm"lar, cins ifade eden lâm mânâsına alınması halinde, kuşkusuz bu tabir bütün eşyayı kapsar. Çünkü eşya kesinlikle ya çift, ya da tektir. Bu durumda eşyanın hepsine, her şeye yemin edilmiş olur. Bundaki fayda ise, zaman değişimlerinin her şeye yayıldığına dikkatlerini çekerek her şeyin sona ereceğini bir hatırlatmadan ibaret olur. Bu takdirde, "Onun zatından başka her şey yok olacak t ır."(Kasas, 28/88) hükmünce, şef ve vetrden maksadın, Allah'ın zatı dışındaki şeyler olması gerekir.

Bu iki kelimenin başındaki "lâm" ların "ahid" mânâsına alınması halinde ise, çift veya tek olmakla bilinen birçok şeye ihtimali olur. Bundan dolayı tefsirciler burada otuzdan fazla yorum tarzı zikretmişlerdir.

Bunlardan rivayet bakımından en kuvvetli olanlardan birkaçını aşağıya alıyoruz:

1. Buhârî'de de Mücahid'den rivayet olduğu üzere şef yaratılan herşey; vetr, yüce Allah'tır. Bu surette "Hem her şeyden iki çift yarattık ki öğüt alasınız. O halde hemen Allah'a sığının. Kuşkusuz ben onun tarafından size apaçık bir uyarıcıyım."(Zâriyât, 51/49-50) âyetlerinin mânâsı olur. "Bütün çiftleri yaratan Allah bütün noksanlıklardan uzaktır."(Yâsîn, 36/36) Esma-i Hüsna hadisinde de "Allah tektir; teki sever." veya zıddı vardır ki bunlar bir şef teşkil ederler: Küfür-iman, saadet-bedbahtlık, hidayet-sapıklık, gecegündüz, Gök-yer, deniz-kara, cin-insan, ruh-cisim hep çifttir. Yüce Allah ise ortaksı z dır, "Hiçbir benzeri yoktur."(Şûrâ, 41/11), tektir, birdir, o hiçbir şeye muhtaç değil, herşey ona muhtaçtır.

2. İmam Ahmed ve Tirmizî İmran b. Husayn (r.a.)'dan şöyle rivayet etmişlerdir: Resulullah (s.a.v.)'a âyetinin mânâsı sorulunca: "Namazdır, çünkü onun bir kısmı çift, bir kısmı tektir." buyurdu. Tirmizî bunun Katade'den garib hadis olduğunu söylemiştir. Bunu İmran'dan Abd b. Humeyd,

İbnü Cerir, İbnü Münzir, İbnü Merduye ve İbnü Ebi Hatim de rivayet etmişlerdir. İbnü Ebi Hatim "Sahih" demişti r.

3. İbnü Abbas'tan: Zürare b. Ebi Evfa ve İkrime ve ondan Katade ve Dahhak demişlerdir ki: Şef, Kurban bayramının ilk günü; vetr, arefe günüdür. "Leyal-i aşr" (on gece) hakkında varit olan Cabir hadisine en uygun olan da budur. Yüce Allah ilâhî ilminde bu on gecenin diğer günlere üstünlüğünü ve bu iki günün de bu on geceden geri kalanlarına üstünlüğünü ve daha hayırlı olduğunu bildirmek üzere bu on geceye ve iki güne yemin etmiştir. Kurban bayramının ilk günü Zilhicce'nin onuncu günü olmakla çift, d o kuzuncu arefe günü tektir. Bunlar asıl haccın rükünlerinin eda olunabildiği birinci ve ikinci günlerdir. Arafat'a yetişen hacca yetişmiş olur. Kurban bayramının birinci gününde de tamamlıyabilir. Bir de Kurban bayramı günü tek kalmayarak benzerleri de ona katılır. Sonra iki gün hem Kurban, hem teşrik, dördüncü bir de yalnız teşrik olur. Bu nedenlerle arefeye vitr; Kurban bayramı gününe şef adı verilmiştir. Bu durumda bu âyetler, tek bir düzen içinde hep Kurban bayramı ile ilgili olmuş olacağından hem açı k ça bir uygunluk vardır, hem de çok mânâlıdır.

"Keşşâf Haşiyesi"nde Taybî şöyle der: İmran b. Husayn hadisiyle rivayet olunan, "şef ve vetr"den maksadın "namaz" olduğuna dair tefsir Resulullah (s.a.v.)'a kadar vardığı için olan, yani "tercih edilmesi gereken" tefsirdir. Lakin "Bahr"de Ebu Hayyân da der ki: Cabir hadisi isnat bakımından İmran b. Husayn hadisinden daha sahihtir. Bilinen çift ve teklerin birçok olması nedeniyle bu kelimelerin başındaki "lâm"ı cins mânâsına alan diğer bir takım tefsircil e r de bu yorumları, "sadece bunlardır" şeklinde yapılmış bir tefsir olarak değil, birkaç yönde yapılmış tefsir kabilinden sayarak Allah'ın birliğini gösterme veya dince fayda, yahut öncesi ve sonrasıyla münasebet açısından açık gördükleri daha birçok şey s a ymışlar ise de hepsinin esası zikrettiğimiz dört yorumda toplanmaktadır. İbnü Cerir demiştir ki: En doğrusu yüce Allah çifte ve teke yemin etmiş; ne çiftten ne de tekten bir nev'i, ne haber ne de akıl ile tahsis etmemiştir. Her çift ve her tek bu yeminde d ahildir. Hasan-ı Basri Hazretleri de çift ve tek her sayıya yemin olduğunu söylemiştir. Bununla beraber Cabir ve İbnü Abbas rivayetleri üzere, "Aşr"i Zilhicce geceleri ve Arefe ve Kurban bayramı günleriyle tefsir, hem âyetlerin tertip ve düzenine, hem sû r enin mânâsına

göre daha uygun ve ibretlidir. Bunda çift ve tek'in taşıyabileceği mânâların hepsine ima ve işaret bulunmakla beraber âlemde hayattan uhrevi bir bayram ve sevince ermek için "on gece" gibi sınırlı olan beş on günlük ömürde cemaat ve fert olarak ibadet ve nefis mücadelesi gereğine en açık bir misal ile dikkat çekilmiş de oluyor. "Geceler" denilmekle buna işaret olunduğu gibi özellikle şununla da bu mânâ anlatılmış demektir:

4. Ve giderken, (yani geçtiği sırada) geceye yemin olsun. Nitekim Müddessir Sûresi'nde "Döndüğü an o geceye yemin olsun." (Müddessir, 74/33) buyrulmuştu.

YESR: aslı "yesrî" dir. Fâsıla için "yâ" düşürülerek "râ"nın kesresiyle yetinilmiştir, cezmedilmiş değildir. Onun için Nâfi, Ebu Amr ve Ebu Cafer kırâetlerinde vasledilir (geçilir)ken, İbnü Kesir ve Yakub kırâetlerinde vakf halinde (durulduğunda) ve geçilirken "yâ" ile okunur. İsra gibi gece gitmek mânâsına süra ve sirayet kökünden geniş zamandır. Gecenin gece gitmesi, gece içinde geceyi düşündürür gi b i katmerli bir ifadedir. Bu gibi makamda tecrid (soyutlama) âdet olduğundan mücerred (soyut) yürümek mânâsına alınması uygun ise de bunda diğer iki nükte vardır. Birisi, geceden maksat karanlık olduğuna ve karanlığın yok olmaya yüz tuttuğu ana işaret olma s ı, birisi de gecenin bir de gam ve elemle ilgili olduğuna ve o gam ve elemin geçmek üzere bulunduğu ana işaret olmasıdır. Ki bu anlar, sabaha yakın olan mübarek seher vakitleridir. Bu itibarla fecr ve gecenin cins için olması daha kapsamlı olur ise de B a yram sabahı ve sabahı bayram olan gecenin seheri olması daha toplayıcı ve daha güzeldir. Bir takım tefsirciler de bunun Leyle-i cemi' (akşam ve yatsı namazlarının birleştirilerek yatsı vaktinde kılındığı gece) denilen Müzdelife gecesi olduğunu söylemişler dir.

5. Bunda, bu yeminlerde (veya bu zikredilen şeylerde) aklı kendisini kötülükten alıkoyacak bir akıl sahibi için büyük bir yemin (veya yemin edilir, and verilir bir şey) var değil mi? Elbette var, çünkü bunlar öyle olaylar, öyle şeylerdir ki bir akıl sahibinin bunlara önem vermemesi, bunların feyiz ve bereketlerinden, irşat edici özelliklerinden yararlanmaması, kuvvet almak istememesi ihtimali yoktur. Ancak tam bir akıl sahibi bizzat bu olayların kendilerinde değil, bu olaylardan onların yaratıcısı olan ve bu değişiklikleri yapıp idare eden bir Rabb'in var olduğu neticesini çıkararak en büyük yemini bunların Rabb'ine yeminde bulur. Zira "Bilinmelidir ki, kalpler ancak Allah'ı zikirle huzur bulur."(Ra'd, 13/28). Bütün bu olaylar ve

değişiklikler içinde değişen kalpler Allah'ı anmadan huzur bulamaz.

Bu yeminlerden bunu anlamak için de iki delalet yönü vardır. Birisi, Mücahid'den rivayet olunduğu üzere "el-Vitr"den doğrudan doğruya Allah'ı anlamaktır. Bu takdirde bunlar içinde en büyük yemin bir bunda bulunmuş olup, soru doğrudan doğruya takrirî olur. İkincisi de, bunların her birini ilâhî âyetlerden biri gibi anlayarak onlara yeminden asıl maksat, delalet etmiş oldukları bir ve tek Rabb'e yemin olduğunu, yani mânânın özeti, "Fecrin Ra b b'ine... yemin olsun" mânâsına döndüğünü anlamaktır. Bu takdirde soru, bizzat bunların kendilerinde değil, varlığına delil oldukları bir Rabb'e yeminde akıllı kimse için bir yemin vardır, cevabını telkin etmek üzere, bir yönden inkâri, bir yönden de takr i rî olmuş olur. Fahreddin er-Razî bu yönü şöyle ifade etmiştir: "bunda bir yemin var mı?" bir sorudur. Bundan maksat da te'kid (vurgu)dir. Bu, bir kimsenin çok kuvvetli bir delil zikredip de, "nasıl, bu zikrettiğimde bir delil var mı?" demesi gibidir. Mâ n â, akıl sahibi olan bir kimse bilir ki yüce Allah'ın yemin ettiği bu şeylerde Allah'ın birliğini ve Rabliğini gösteren deliller ve enteresan durumlar vardır; bunlar yaratıcılarını göstermeleri itibarıyla yemin olunmaya layıktırlar demek olur. Kâdî demişti r ki: Bu âyet, söylediğimiz gibi, yeminin bu işlerin Rabb'ine yapıldığını gösterir. Zira bu âyet göstermektedir ki, bunda mübalağalı bir yemin vardır. Bilindiği gibi yeminde mübalağa ancak Allah'a yemin iledir. Çünkü akıllı bir kimsenin bu işlere yemin etm e kten nehyedildiği muhakkaktır. Yapılan bu açıklamalar, benzeri yeminler hakkında da unutulmamalıdır.

HICR, men etmek ve alıkoymak mânâsından alınarak akıl mânâsınadır. Zira, sahibini kötülükten men etmesi itibariyle akla "nuha" denildiği gibi münasebetsizlikten alıkoyması itibarıyla de "hıcr" ismi verilir. Dolayısıyla "zi hıcr", tam akıl sahibi demek olur.

Bu yeminin cevabına gelince, bunda da iki yorum vardır: Birisi, cevap, "Kuşkusuz Rabbin her an gözetlemektedir." âyetidir. Aradaki âyetler ara cümlesidir. İkincisi, Zemahşeri'nin dediği gibi asıl cevap zikredilmemiş olup cevabın ne olduğunu gösteren ile başlayan ve ile biten âyetleri onun yerine geçirilmiştir. Dolayısıyla asıl mânâ şu olur: Bunlara yemin olsun ki Rabbin kâfirlere azap ed ecektir. Görmedin mi?.

Bu görmekten maksat kalp ile görmek, yani ilimdir. Eserlerden ve haberlerden görmüş gibi bilmektir. Âd, Semûd ve Firavun haberleri dillerde destan olarak yalan üzerinde ittifak etmeleri mümkün olmayacak sayıda kişi tarafından nakledilegelmiştir. Âd ve Semûd helak ve yok olmuş bulunan en eski Araplar'dan olup Arabistan'da yaşıyorlardı. Eserleri ve kalıntıları görülüyordu. Mısır ülkesi de Arabistan'a yakın olmakla beraber Firavun kıssalarını Araplar ehl-i kitaptan da işitiyorlardı. As l ına şahit olunup görülen tevatür dahi görülmüş gibi şüpheden uzak zorunlu ilim ifade ettiğinden ve bu kıssalar Kur'ân'da da Allah tarafından defalarca haber verildiğinden dolayı onlar hakkındaki bu bilgi, "görmedin mi?" diye görme ile ifade edilmiştir. Hi t ap, görünüşte Peygamber (s.a.v)'e ise de bunu duyup bilenlerin hepsine de aittir. Bunları anlatmanın faydası da kâfirleri korkutma, müminleri irşat etme ve önceki sûrede zikredildiği üzere yerkürenin hallerine bakmaktan edinilecek ibret misallerinden bazılarını ayrıntısıyla göstermektir. Çünkü yeryüzünün nasıl olduğu incelenirken böyle yok olmuş kavimlerin eser ve kalıntıları da görülerek âlemin uğradığı değişikliklerden başlangıç ve son için ibret alınmış, faydalı amellerle boşuna yapılan amellerin farkı n a varılmış olur.

6. Yani görmez misin, Rabbin nasıl yaptı Ad'e? Nasıl azap ile yok etti.

İbnü Haldun'un da anlattığı gibi, tarihçiler Araplar'ı, Arab-ı baide, Arab-ı aribe, Arab-ı müsta'ribe ve Arab-ı müsta'cime diye dört sınıfa ayrılmış olarak d üşünmüşlerdir.

Arab-ı baide, helak ve yok olmuş en eski Araplar'dır ki Âd, Semûd, Tasm ve Cedis bunlardandır.

Arab-ı aribe, saf Araplar demektir ki, Kahtaniler'dir. Arab-ı müsta'ribe, Araplaşmış Araplar demektir. İsmail (a.s)'in soyundan olan ve Hz. Peygamber (s.a.v.)'in nesebini teşkil eden Adnaniler bundandır. Peygamberimiz (s.a.v.)'in atası olan İbrahim (a.s.) Arap olmadığı için oğlu İsmail (a.s)'dan çocuklarına Arab-ı müsta'ribe denilmiştir. Arap dili bunlarla yükselmiştir.

Arab-ı müsta'cime, acemleşmiş Arap demektir ki, İslam fetihleriyle dünyaya yayılıp çeşitli milletlerle karışarak dilleri, Kur'ân'ın indiği fasihliği kaybederek yabancılık karışmıştır. Soykütüğü ile meşgul olan bilginler demişlerdir ki: Âd, Nuh (a.s)'un oğullarından S a m'ın oğlu İrem'in oğlu Avs'ın oğlu Ad'ın çocuklarından bir kavimdir ki Beni Haşim'e Haşim, Beni Temim'e Temim denildiği gibi Âd ismi sonra bu kabiliye ad olmuş ve bunların ilk yaşıyan kısımlarına Âd-ı Ûla (ilk Âd), sonra gelenlerine de Âd-ı Ûhra (veya ah i re) denilmiştir.

Az önce zikredilen nesep gerek sahih olsun gerek olmasın bu kavim Âd namıyla tanınmış ve bu Âd ile Araplar arasında meşhur olmuştur. Bunlardan daha büyük dedeleri olan İrem namıyla da lakap almışlardır. Ancak Âd-ı İrem, Âd-ı Ûla'nın ismi midir? Âd-ı Ahire'nin ismi midir? bunda ihtilaf edilmiştir. Necm Sûresi'nde "O, önceki Âd kavmini yok etti."(Necm, 53/50) buyrulduğuna göre de burada da Âd-ı İrem'in Âd-ı Ûla olduğu görüşüne varan tefsirciler daha çok görünüyor.

Oğuzlular'a Oğuz, Selçuklular'a Selçuk denilmesi kabilinden böyle bazı şahıs isimlerinin sonradan mensup bulundukları kavim ve kabilelerine isim olarak da verilmesi yaygın olduğuna göre eski kitaplarda pek uzun ömürlerle anılan bazı isimlerin böyle olması hatıra gelir.

7. Sütunlar sahibi İrem'e.

İrem, marifelik ve müenneslik sebebiyle gayr-i munsarif olduğu için fetha ile mecrur olmuştur. Bu İrem hakkında üç görüş söylenmiştir:

BİRİSİ, kabile ismi olmasıdır ki bu durumda daha önce geçen "Âd"ı açıklamak için atf-ı beyan olur. Mücahid ve Katade demişlerdir ki: Bizzat kendisi bir kabile ismidir. Yine Mücahid'den rivayet olunduğuna göre, İrem, eski demektir. İbnü İshak da; "İrem, Âd'ın hepsinin atasıdır." demiştir. Şu halde dedelerinin ismine nisbetle ilk Âd, yahut ilki ve sonrasıyla bütün Âd demek olur. Zira İrem Âd'ın dedesi olduğuna göre, İrem kabilesi Âd kabilesinden daha genel olmalıdır. Bu duruma göre İrem'in sıfatı olan da "sütunlu", direkli demek olarak üç şekilde tefsir edilmiştir:

1. İmad, direk ve sütun mânâsına "amed" gibi tekil veya çoğul olarak, "refiu'l-imad" yani direkleri yüksek tabirinde olduğu gibi "uzun boylu" veya "boyları uzun" olmaktan kinayedir. Çünkü "Sizi Nuh kavminden sonra halifeler kıldığını ve yaratılışta sizi onlardan üstün kıldığını hatırlayın."(A'râf, 7/69) buyrulduğu üzere Ad kavmi uzun, iri cüsseli olduklarından boyları direğe benzetilmiş demektir. Nitekim "racülün amedün" ve "umüddanün" denilir ki "uzun" demektir. Bu İbnü Abbas'tan rivayet edilmiştir.

2. İkrime ve Mukatil demişlerdir ki: Göçüp kondukları evlerinin direkleri demek olup çadır halkı olduklarına işaret olur. Nitekim "Âd'ın kardeşini (Hud'u) hatırla. Hani bir zamanlar Ahkaf'taki (Yemen'de denize doğru kumluk bir arazideki) kavmini uyarmıştı."(Ahkaf, 46 / 21) buyrulduğu gibi Ahkaf taraflarında idiler.

3. İbnü Zeyd'den rivayet olunduğuna göre, binalarının direkleri demektir. Çünkü "Siz her tepeye bir alamet bina edip eğlenir misiniz?"(Şuara, 26/128) buyrulduğu üzere yüksek yerde veya geçit başında bir alâmet bina ediyorlardı.

İKİNCİSİ, Râzi'nin naklettiğine göre, Ebu Rukayş: "Ürüm, Ad'ın kabirleridir" demiş ve "Orada deve sürüsünün önünde gelip ilk görünen develere benzer kabirler vardır." mısrasını okumuştur. Gerçekte "Kâmus"ta da zikredildiği üzere İrem'in çoğulu olan aram gibi ürüm de nişan ve alamet olarak dikilen mesafe gösterici işaretlere ve yol feneri gibi şeylere denilir. Âd kavminin kabirlerine de denilir. denir ki "içinde hiç alâmet ve nişan bulunmayan çöl" demektir. Bazılarının gö r üşüne göre aram, özellikle Âd'a nisbet edilen eski alâmetlere denir ki tekili iremdir. Bu itibarla "İreme zati'l-imad" direkli sütunlu irem, yani kabirler veya eserler ve alâmetler demek olur ki önceki mânâda bu, "imad"ın bir mânâsı olarak düşünülmüştü. B u nda ise İrem'in kendisi olmuş oluyor. Bu şekilde Ad'ı beyan etmek için İrem'in, "ehl-i İrem" yani İrem halkı takdirinde olması lazım gelir.

ÜÇÜNCÜSÜ, Ebu Hayyân'ın açıkça bildirdiğine göre çoğunluğun kanaatince burada irem, Ad'a ait bir medine, yani büyük bir şehir ismidir ki vaktiyle Yemen'de olduğunu ve Zatu'l-İmad denildiğini söylemişlerdir. Bunun, cennetin niteliklerini işitmiş olan Şeddad b. Ad tarafından onun bir eşi olmak üzere yeryüzünde normalde bulunması imkansız veya uzak bir surette yıllar c a çalışılarak yaptırılmış ve fakat içine girmesi nasip olmadan kendisinin ve halkının yok edilmiş olduğunu hikaye etmişlerdir. Bu suretle İrem Cenneti, İrem Bağı adı dilden dile dolaşır olmuştur. Bu hikâyenin ifade ettiği niteliklere göre İrem Cenneti, bu dünyada gerçekleşme ihtimali olmayan hayal ürünü bir gaye olmak üzere anlatılmış ve kuvvet ve şiddet misali olan Şeddad'ın, böyle bir gaye kurarak yıllarca onu gerçekleştirmek için çalışmış olduğu halde içine girmeyi başaramadan yok olup gitmiş olduğu anl a tılmış demek olur. Müslümanlardan birisi ona girecek diye bir haber bulunduğuna ve Abdullah b. Kılabe'nin, devesini ararken ona girdiğine dair bir rivayet nakledilirse de sahih değildir. Hafız İbnü Hacer bunun uydurma olduğunu söylemiştir. Şeddad'ın Cenne t i olan İrem Bağı hayal ürünü bir efsanedir. Ahireti inkâr edip de dünyada iken cennete girmek isteyenlerin, istediklerini elde edemediklerini tasvir etmesi itibariyle dillerde

destan olmuş bir temsildir.

Kısacası, bu üçüncüsü görüşe göre İreme zati'l-İmad; Ad kavminin büyük direkleri, sutunlar üzerinde bina etmiş oldukları Zatu'l-İmad ve İrem adlarıyla anılan büyük bir şehrin ismidir. Muhammed b. Ka'b buna "İskenderiyye" demiş; İbnü Müseyyeb ve Makbüri "Dimeşk" demişler ki, maksatları bunların yerleri olduğu açıktır. Fakat bunları tenkit etmişler, Âd'ın oturduğu yerlerin Umman'dan Hadramevt'e doğru Ahkaf tarafları olduğunu söylemişlerdir. Fakat anlaşılan o ki bunlar Âd-ı İrem'in, ilk Âd değil, sonraki Âd olduğuna inanmışlar, belki bir vakitler İskender i yye ve Şam taraflarını da idareleri atına almış olan Amalika'nın -ki "Dediler ki, ey Musa! Orada zorba bir kavim var."(Mâide, 5/22) âyetinde geçtiği üzere "zorba" adıyla da anılmış Âd gibi iri cüsseli bir kavim idi- sonraki Âd olduğunu söylemek istemişl e rdir. İrem'in şehir olduğunu söyleyenler de sonraki Âd'ı kastetmiş olmalıdırlar. Nitekim Necm Sûresi'nde "O önceki ad kavmini yok etti." (Necm, 53/50) âyetinin tefsirinde Zemahşerî; "İlk Âd, Hud kavmi; sonraki Âd, İrem'dir." diye yazmıştır. Çokları İre m şehrinin Yemen'de olduğu görüşündedirler ki, bunun Me'rib olması da pek muhtemeldir. Şeddad'ın Aden taraflarında köşkleri altın ve gümüşten; sütunları zeberced ve yakuttan, akılları hayrete düşüren türlü ağaç ve nehirlerden yüzlerce sene yapmak için çalı ş ıp da tam içine gireceği zaman kendisinin ve halkının gökten gelen şiddetli bir sesle yok oldukları söylenen İrem cenneti hikayesi ise, ölmeden dünyada cennete girmek isteyenlerin bu arzularına kavuşamama durumlarını anlatan hayali bir tasvir olduğu açıktır. İrem'in büyük bir şehir olduğunu söyleyen bu üçüncü görüşte de İrem, Âd'dan atf-ı beyan olmak için "ehl-i İrem" takdirinde olmak veya bedel-i iştimal yapılmak gerekir. Zati'l-İmad da İrem'in sıfatı veya ondan bedel olur. Birinci yoruma göre çadırda yaşıyan ilk Âd'ın vasfı, üçüncü yorumda ise ikisine de ihtimalli olmak üzere üç yorum ile ilk ve son bütün Ad'ın vasfı anlatılmış demek olur.

8. Öyle Zati'l-İmad veya "Öyle İmad", yahut "Öyle İrem ki ülkeler içinde benzeri yaratılmamıştı. Bu niteleme, İrem'in benzersiz ve eşsiz bir belde olduğunu açıkça gösterir. O kavmin kuvvet ve boyda eşi yaratılmamıştı mânâsında olma ihtimali varsa da, ilk akla gelen şehir olmasıdır. Benzeri yaratılmamış olması da o zamana kadar demek olmalıdır.

9. Ve Semud'a nasıl yaptı? Onlar ki vadide kayayı kesip biçiyorlardı. Bu şekilde kendilerine evler yapıyorlardı ki bu, Allah'ın onlara vermiş olduğu bir kuvvet ve sanat idi.

CEVB, bir şeyi yaka biçer gibi kesip biçmektir. Mesafe kat'etmeğe de cevb denir. Nitekim denilir ki "O memleketlerde dolaştım, hepsini baştan başa kat' ettim" demektir. İbnü Abbas demiştir ki: "Beldeleri dolaşırlar ve "Ve dağlarda evler yontuyorsunuz."(Şuara, 26/149) buyrulduğu üzere dağlardan kayalardan evler, havuzlar v e istedikleri gibi binalar yaparlardı." Mukatil de: "Vâdi, Vadi'l-kura'dır." demiştir. Denilmiştir ki: Dağları, kayaları, mermerleri ilk yontan Semud idi. Binyediyüz kadar şehir yapmışlardı. Hepsi taştan idi. Bir de denilmiş ki: Vadilerini kesmişler, sularını yonttukları bir kayanın içine depo halinde çekmişlerdi.

Semud da Âd gibi yok olmuş olan en eski Araplar'dan meşhur kabiledir. Denilmiştir ki, dedeleri Semud'un ismini almışlardır. Semud, Cedis'in kardeşi ve bu ikisi Aber b. İrem b. Sam b. Nuh oğullarıdır. Aber yerine "Kasir" de denilmiş ve bunun Tevrat'ta Casir b. İrem b. Sam denilen oğlu İrem'in, Tevrat'ta Aram diye bilindiği söylenmiştir. Nesep âlimlerinin söyledikleri bu nesep, sahih olsun olmasın, Arabistan'da Semud ve Şam ile Hicaz arasında Hı c ir'de yerleri bilinmektedir. Nasıl yok edildikleri ise birçok sûrede geçmiştir.

10. Ve o kazıkların sahibi Firavun'a nasıl yaptı? Bilmez misin?

Musa ve Firavun kıssaları da birçok sûrede geçmiştir.

EVTÂD, bilindiği gibi "veted"in çoğulu olup kazıklar demektir. Kur'ân'da "Dağları birer kazık yaptık."(Nebe', 78/7) buyrularak dağlara da "evtad" denilmiş olduğunu biliyoruz. Kazık, kuvvetli ve sabit olma vasıtalarından olduğu için zü'l-evtad yani kazıklar sahibi vasfı da kuvvetli ve sabit o lmayı ifade eder.

Bu tabir, bizim "dünyaya kazık kakmak istiyor" tabirimizin de kaynağı gibidir. Tefsirciler bunun hakkında da birkaç şekilde izahta bulunmuşlardır: Askerlerinin ve kondukları yerlerde çaktıkları çadır kazıklarının çokluğu, işkencelerinin şiddeti ve şairin "kazıkları iyice yerleşmiş bir kralın gölgesinde" dediği gibi kuvvetli mülk ve adamlara sahip olması mânâlarından kinaye olduğu söylenmiştir. Katade'nin Said b. Cübeyr'den rivayetinde de o evtad, birtakım oyun yerleri idi, onun altında onun için oynarlardı,

denilmiştir. Bununla beraber bundan bizim en açık olarak anlayabileceğimiz mânâ, bu evtad'ın, Mısır'da meşhur dağ gibi piramitlere işaret olmasıdır. "Mısır mülkü benim değil mi?"(Zuhruf, 43/51) diyen Firavun bu piramitlere sahip bulunuyor ve bunlarla dünyaya kazık kakmak istediklerini gösteren bir emel ve kuvvet gösteriyordu. Piramitlerin hepsi bir Firavun'a ait olmasa da her Firavun onlara sahip olduğu gibi Musa'nın Firavun'u da bütün Firavunluğun temsilcisi olarak söz konusu e d iliyor demektir. Piramitlerin mahiyeti halka faydalı bir şey değil, Firavunların zulümleriyle keyifleri için oynamış eğlence ve oyun yerleri demektir. Demek ki bunların altında onlar için birçok oyun oynanmıştır. Mısırlı Şeyh Abduh der ki: Mısırlılar'ın b ıraktıkları kalıcı eserler için "evtad" tabirinin kullanılması ne güzeldir.

Çünkü bunlar piramitlerdir ve görenin gözünde manzaraları yeryüzüne çakılmış birer kazık manzarasıdır. Hatta Mısırlılar'ın büyük heykellerinin kısımlarındaki şekli de tersine çevrilmiş kazık gibidir. Her kısım enli olarak başlar, başladığından daha ince bir uçla sona erer. Firavun'a nisbeti sahih olan evtad bunlardır. Hem de muhatap tarafından bilinmektedir.

İşte Ad o sütunları, Semud o kestikleri kayaları ve Firavun bu kazıkları ile dünyaya kazık kakmak isteyen şiddetli, kuvvetli, uzun emelli kimselerdir.

11. Onlar ki o beldelerde taşkınlık etmişlerdi. Herbiri kuvvetlerine aldanmış, arzularına uymuş olarak bulundukları ülkelerde hak ve adalet sınırını aşıp halkın ve yaratıcının haklarını çiğnemede ileri gitmişlerdi

12. de oralarda içten ve dıştan fesadı çoğaltmışlardı. Zulüm, israf, zevk ve eğlenceye aşırı düşkünlükle çok fesat çıkarmış; düzeni, ahlâkı ve fikirleri bozmuşlardı.

13. Rabbin da üzerlerine bir azap k amçısı döküverdi.Yani her birinin üzerine azaptan bir kamçıyı döker, yağdırır gibi şiddetle ve ard arda indirip sürekli vuruşlarla çarpıverdi ki, ayrıntısı birçok sûrede geçmişti.

SEVT aslında karıştırmak mânâsında mastar olup deriden örülmüş, katları birbirine karıştırılmış olan kamçıyı ifade eden bir tabir olarak kullanılması yaygın olmuştur. Birbirine karışmış türlü azabın darbeleri kamçıya benzetilerek peşpeşe indirilmesi de şiddetle döğmek ve yağdırmak gibi "sabb" tabiri ile ifade olunmuştur. A zab kelimesi belirsiz kullanılmakla da her birine olan azabın başkalığına işaret edilmiştir.

14. Kuşkusuz Rabbin (her

hal ve durumda) gözetlemededir. Bu cümle yeminin cevabını vurgulamakta veya azabın illetini göstermektedir.

MİRSAD, gözetleyicilerin gözetledikleri, etrafı kolaçan ettikleri yerdir. (Nebe' Sûresi'nde "Kuşkusuz cehennem gözetleme yeri olmuştur." âyetinin tefsirine bkz). Bu sözde istiare-i temsiliyye vardır. Yani, seni yetiştiren, her işini yöneten Rabb'in kulları üzerinde gözetl e me yerinden gözeten bir gözetleyici gibi her an ve her durumda gözetip duran bir şahit ve görendir. Hiçbir şeyi kaçırmaz, her birine bakar, yaptığı işe göre karşılığını verir. Onun için yeryüzünde kargaşayı çoğaltıp duran taşkınlar Allah'tan, Allah'ın aza b ından kaçıp kurtulacaklarını sanmasınlar.

15. Rabbinin şanı bu: Kullarının ahiret için yaptıkları çalışmaları gözetir. İnsana gelince, onun da buna göre Rabbinin rızası için çalışması gerekir. Fakat o insan, gafil insan öyle yapmaz da dünya zevklerini gözetir. Onun için her ne zaman Rabb'i onu imtihan eder, yükümlü tutar, göstereceği duruma göre ahirette sorumlu tutmak, ona göre ceza ve mükafat vermek üzere imtihan muamelesi yapar, görev yükler de bu sebeple ona ikram eder, hoşuna gidecek tal i h ve mevki ile yüze çıkarır ve onu nimete boğar, bol bol nimet ve mal ile rızkını çoğaltır, refaha erdirirse...

Ebu's-Suud ve ona uyarak Alûsî "ona ikram eder" cümlesinin başındaki "fâ"yı fâ-i tefsiriyye (açıklama "fâ"sı) saymış ve "çünkü ikram etmek ile nimete boğmak, imtihan etmekle muradın aynıdır" demişlerse de kanaatimizce bu doğru değildir. Bu "fâ" sebebiyye (sebep bildiren fâ) olmalıdır. Zira maksat, mutlak ikram ve nimetlendirme değil, imtihan etmek ve yükümlü tutmak hikmetiyle kayıtlı ik r am ve nimetlendirmedir. Bundan dolayıdır ki iki ikram arasında fark vardır. İnsana dünyada olan ikram ve nimetin böyle imtihan hikmetiyle olduğu, bunun ise hesap ve sorumluluğu ağır olduğu halde gafil insan onu düşünmez de Rabbim bana ikram etti, der. K ayıtsız şartsız, mutlak surette kendisine ikramda bulunulmuş gibi haz duyar, sevinir. Kendisini Allah'ın sonsuza kadar ikramına mazhar kıldığı sevgili kullarından imiş gibi sayar. O yüzden büyük felaketlere düşebileceğini ve asıl ikramın ahirette olduğunu düşünmez. Ondan dolayı sorumluluğunu hesaba almadan zevk ve eğlenceye, taşkınlık ve fesada dalar, nankörlük yapıp hüsrana uğrar.

16. Ve amma her ne zaman Rabb'i onu imtihan eder, sabrına

göre ahirette mükafat vermek üzere imtihan muamelesi yapar da bu sebeple ona rızkını daraltırsa, bunun da hesapta hafifliğini ve ahirette ecir ve sevabının büyüklüğünü ve dolayısıyla bunun başkaca bir ikram ve koruma olduğunu düşünmez de Rabb'im beni horladı, der. Rabbim bana hor baktı, küçümsedi diye gücen i r. Rızk, az da olsa yine şükrünün bilinmesi gerektiğini ve azın kıymetini bilmeyenin çoğun kıymetini de bilmeyeceğini fark etmeyerek rızık darlığını kendisine sırf bir horluk ve hakaret kabul eder de Rabb'inin diğer nimetlerini hiç hesaba katmaz. Çünkü ba k ışları fazilete değil dünya zevkine çevrilidir.

17. Hayır hayır, imtihan için olan rızık genişliğini, dünya refah ve nimetini mutlak ikram saymak da doğru değil, rızık darlığını mutlak hor görme ve hakaret saymak da doğru değildir. İkisi de birer imtihandır. Hüküm, imtihandaki başarıya göre neticede belli olacaktır. Belki ikram sanılan, kötülüğe götüren bir başarı ile neticede zelillik; horlama sanılan da bir koruma ile neticede ikram çıkacaktır. "Mal ve oğullar, dünya hayatının süsleridir. Baki k a lacak olan iyi ameller ise Rabb'inin katında sevapça daha hayırlıdır, emelce de daha hayırlıdır."(Kehf, 18/46).

Hayır hayır. Sözlü ayıplamadan fiilî ayıplamaya, fertten topluma geçerek kınama ve ayıplamada yükselme ve güzel ahlaka sevktir. Yani, ey Rabb'inden hep ikram bekleyen ve rızkının daralıvermesini horluk ve hakaret gibi kabul eden insanlar! Doğrusu siz vazifelerinizi yapmazken Rabbinizden ne yüzle ikram beklersiniz ki yetime ikram etmiyorsunuz. Rabbinizin size imtihan için ikram etmiş old u ğu nimetlerden üzerinize düşen vazifeyi yapmıyor; yetime iyilik yapıp ihsanda bulunmak suretiyle ikram etmeniz gerekirken bunu yapmıyorsunuz, nasıl olur da siz Rabbinizin katında ikrama layık olursunuz?

18. Ve teşvik etmiyorsunuz. Bu fiil tefaul babından olup aslı dir. Nafi', İbn Kesir ve İbn Amir kırâetlerinde "hâ"nın zammıyla elifsiz okunur. Ebu Amr ve Yakub kırâetlerinde de bu fiiller hep "yâ" ile üçüncü şahıs kipi olarak , , ve şeklinde okunur. Ve düşkünü yedirmeye yani yoksul fa k irlerin karnını doyurmaya, bakımlarını sağlayacak yollara birbirinizi teşvik etmiyor, özendirmiyorsunuz. Bu hususta birbirinizle yarışmanız gerekirken siz aksine ondan kaçınıyor, birbirinizi bunu yapmaktan nefret ettiriyorsunuz. Hatta onlar üzerinden geçi n mek isteyip taşkınlık ediyorsunuz.

19. "Miras yiyorsunuz".

TÜRAS, aslı olup miras demektir. Vav zammeli olduğu için "tâ"ya

çevrilmiştir. Yani, ne yetime ikramdan, ne de fakire yedirmekten hoşlanmadığınız halde başkasından miras kalan malı yiyorsunuz. Öyle bir yiyiş yiyorsunuz ki oburcasına.

LEMM, iyisine kötüsüne bakmayıp toplamak, derleyip toplamak, bir de bir yere inip konmak mânâlarına gelir. Burada "yeme"nin sıfatı olması nedeniyle haramına helalına bakmayıp yiyişte toplamak, toptan yemek, yahut hazıra konarak nereden geldiğini düşünmeksizin acımadan yemek mânâlarını ifade eder ki, ikisi de hak ve hukuku gözetmeyerek şiddetli hırs ve iştah ile oburcasına yemek demek olur. Tefsircilerin açıklamasına göre maksat, yetimlerin ve diğer v arislerin haklarını gözetmeyerek hırs ile mirasın hepsine konmak istemek, yahut alnı terlemeden eline geçen mirası, bir hayra yaramasını sağlamayıp birçok mirasyedilerin yaptığı gibi israf ve eğlenceyle zevk ve sefa yolunda yiyip bitirmek huylarının yeril m esidir. Hem mirası öyle bir yiyiş yiyorsunuz

20. ve hem malı seviyorsunuz öyle bir seviş ki çok, yığmacasına, bütün hırs ile. Düşünmüyorsunuz ki sahibinin elinde hayır için sarfedilmeyip yığılan mal, mirasyedilerin ellerinde eğlence yollarında yenilip yok olup gidiyor. Kazanıp yığana günah ve vebalinden başka bir şey kalmıyor. Bütün bunlar ahireti düşünmemek, yüce Allah'ın gözetlemede bulunduğunu hesaba katmamaktan kaynaklanır.

21. Hayır hayır, öyle yapmayın; mirasa, mala öyle hırs ile sarılmayın da hayatta fırsat elinize geçmiş iken Allah için güzel işler yapmaya çalışın, önden hayırlar gönderin. Yetime ikram ve fakire yedirmek için birbirinizi teşvik ederek hayırda yarışın, ahireti gözetin. Çünkü Arz, çarpılıp yıkıldığında. (Hâkka Sûres i 'ndeki "Yer ve dağlar kaldırılıp arkasından da bir defa bir çarpılış çarpıldılar mı."(Hakka, 69/14) âyetinin tefsirine bkz.)

DEKK, duvar ve dağ gibi şeyleri çarpıp bir hurda yığını, bir kırıntı haline getirmek ve düzlemek mânâlarına geldiği ve "dekk" ile "dakk"ın benzerlikleri ve farkları geçmişti. "Peşpeşe gelen çarpmalarla" bu tekrar, soyut bir vurgu için değil, kapsam ve ardarda gelmeyi ifade içindir. Bölük bölük, alay alay geldiler demek gibidir. Yani Arz, ard arda gelen sarsıntı ve çarpışmalar l a vurula vurula, çarpıla çarpıla yıkılıp düzlendiği, toz duman haline çevrildiği

22. ve Rabbin saf saf melekle geldiği vakit: Yüce Allah'ın böyle gelmesinin bir yerden başka bir yere geçmek mânâsına olmayacağı bellidir. Onun için bu gelişin mânâsında tefsirciler birkaç yönlü izahta bulunmuşlardır. Münzir b. Said demiştir ki: Bu gelmenin mânâsı, bir yerden bir yere geçme gelişi değildir, yüce Allah'ın yaratılmışlara görünmesidir. Nitekim kıyamet anlamındaki

Tamme (büyük baskın) ve Sahha (kulakları sağır eden gürültü)'nın gelmesi de böyledir. Bir kısım tefsirciler de, mânâ, muzafın söylenmemesi suretiyle "Rabb'inin emri (hükmü, kazası veya otoritesi) geldiği vakit" demektir, demişler. Birçokları da yüce Allah'ın kudret ve saltanatını gösteren delille r in ortaya çıkıp görünmesini temsil olduğu görüşüne varmışlardır. Allah'ın şanı ve durumu, bir hükümdarın bizzat hazır olarak idaresini yürüttüğü haliyle temsil olunmuştur. Zira onun bizzat hazır olmasıyla ortaya çıkan heybet, sadece vezirlerinin, vekiller i nin, bütün askerlerinin ve özel adamlarının hazır olmasıyla görünen heybet ve saltanattan yüksek olur.

23. Ki o gün cehennem de getirilmiştir. "Azgınlar için cehennem, gözlerinin önüne apaçık getirilmiştir." (Şuarâ, 26/9) buyrulduğu gibi azgınların gözleri önüne çıkarılmış, artık inkârlarına, kaçınmalarına imkan kalmıyacak şekilde meydana çıkarılmıştır. O gün, "iza"dan bedeldir. Cevabı şudur: O insan anlar, o gafil insan daha önce dünyada anlamadığı hakikatı o gün onlar, tutmak istemediği öğüdü tutmak ister. Ama ona o anlamadan ne fayda? Çünkü iş işten geçmiş, geri dönüp de bir iş yapmak ihtimali kalmamış.

24. Bu anlamanın hükmü, azap ve zararın şiddetini duymak; hasret ve pişmanlıkla şöyle inlemekten ibaret olur: Der: Keşke hayatım için takdim etseydim. Takdimden maksat, ilerisi için önceden hayırlı işler yapmaktır. 'deki lâm, sebep ve vakit göstermek içindir. Sebep için olduğu takdirde, yani "hayatım için takdim etseydim" mânâsına geldiği takdirde hayattan maksat ahiret hayatı; v a kit için olduğu takdirde ise, dünya hayatı olur. Yani der ki: Ah ne olurdu ben hayatım için, yahut hayatımda önceden hayırlar yapmış, iyi ameller göndermiş olsaydım!...

25. Kısacası o gün "Onun ettiği azabı kimse edemez, onun vurduğu bağı kimse vuramaz". Buradaki "azabehu" ve "vesakahu" kelimelerinin sonlarındaki zamirde iki vecih vardır. Birisi, bunların Allah lafzı yerine kullanılmış olmasıdır ki, Allah'ın o gün o insana ettiği azabı kimse edemez ve vurduğu bağı kimse vuramaz, demek olur. Bundan mu r at da o günkü azabın şiddetini, bağ ve pranganın kuvvetini açıklamak olur. Birisi de bu zamirlerin insan yerine kullanılmış olmasıdır ki bu daha çok tercih edilmektedir. Buna göre mânâ şu olmalıdır: O gün öyle diyecek olan insanın kendine ettiği azabı baş k a birisi etmez ve kendine vurduğu bağı kimse öyle sıkı vuramaz. Çünkü bugün bu azap ve bağ ona sırf kendi inkârının ve kötü amellerinin cezası olduğundan kendi kendine etmiş demektir ki "Sana gelen her fenalık da kendindendir."(Nisâ, 4/79) âyetinin mânâ s ıdır.

Kisai ve Yakub kırâetlerinde ve fiilleri "zâl" ve "sâ"nın fethiyle mechul okunur ki bunda zamirin o insan yerine kullanıldığı kesin olur. Onun azabı gibi kimse azap görmez ve onun bağlanışı gibi kimse bağlanmaz, demek olur.

Dünyaya gö nül bağlayan ve huzuru ancak dünya lezzetlerinde bulan kâfir insanın sonu bu olduğu anlatıldıktan sonra buna karşılık Allah'a gönül bağlayan ve huzuru ancak onun zikir ve itaati ile rızasında bulan nefs-i mutmainne (iyilikle kötülüğü ayırt eden, temizlene r ek kişiyi Allah'a yaklaştıran nefs) nin sonu anlatılmak için de buyuruluyor ki;

26. Kısacası o gün "Onun ettiği azabı kimse edemez, onun vurduğu bağı kimse vuramaz". Buradaki "azabehu" ve "vesakahu" kelimelerinin sonlarındaki zamirde iki vecih vardır. Birisi, bunların Allah lafzı yerine kullanılmış olmasıdır ki, Allah'ın o gün o insana ettiği azabı kimse edemez ve vurduğu bağı kimse vuramaz, demek olur. Bundan murat da o günkü azabın şiddetini, bağ ve pranganın kuvvetini açıklamak olur. Birisi de bu zamirlerin insan yerine kullanılmış olmasıdır ki bu daha çok tercih edilmektedir. Buna göre mânâ şu olmalıdır: O gün öyle diyecek olan insanın kendine ettiği azabı başka birisi etmez ve kendine vurduğu bağı kimse öyle sıkı vuramaz. Çünkü bugün bu azap v e bağ ona sırf kendi inkârının ve kötü amellerinin cezası olduğundan kendi kendine etmiş demektir ki "Sana gelen her fenalık da kendindendir."(Nisâ, 4/79) âyetinin mânâsıdır.

Kisai ve Yakub kırâetlerinde ve fiilleri "zâl" ve "sâ"nın fethiyle mechul okunur ki bunda zamirin o insan yerine kullanıldığı kesin olur. Onun azabı gibi kimse azap görmez ve onun bağlanışı gibi kimse bağlanmaz, demek olur.

Dünyaya gönül bağlayan ve huzuru ancak dünya lezzetlerinde bulan kâfir insanın sonu bu olduğu anlatıldıktan sonra buna karşılık Allah'a gönül bağlayan ve huzuru ancak onun zikir ve itaati ile rızasında bulan nefs-i mutmainne (iyilikle kötülüğü ayırt eden, temizlenerek kişiyi Allah'a yaklaştıran nefs) nin sonu anlatılmak için de buyuruluyor ki;

27. Ey nefs-i mutmainne (huzura ermiş nefis)! Sözün gelişi bu hitabın da o gün olacağını anlatıyor. "dön" emrinin de derhal olmayıp ilerde olacağı açıktır. Onun için tefsirciler bunun, "diyecek" fiili takdir edilerek hikaye şeklinde zikredilmiş olduğunu söylemişlerdir. Bu ifade üslubu Kur'ân'ın i'cazı yönlerinden birisidir. Bunda dinleyici derhal geleceğe hazırlayacak bir telkin vardır. Yani o gün kâfir insan hakikatı anlayıp "keşke hayatım için takdim etseydim" diyecek; öyle olmayıp hakkı önce anlamış, iman etmiş, kalp huzurunu iman ve ihlas ile Rabb'ine hayır takdim etmede bulmuş olan her mutmain nefse de yüce Rabb'i diyecek ki, ey o nefs-i mutmainne!

28. Dön Rabbine, hem razı olmuş, hem de kendisinden razı olunmuş olarak. Öyle bir halde dön ki, Rabbinden hoşnut, Rabbin de senden hoşnut. "Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah'tan." (Mâide, 5/119)

29. dön de gir kullarımın içine, bana ihlas ile kulluk eden, sadece bana kul olma özelliğiyle diğerlerinden ayrılan samimi salih kullarımın zümresine katıl. "Kim Allah'a ve peygamberine itaat ederse, bu gibi kimseler, Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberlerle, sıddıklarla, şehitlerle, iyilerle birliktedir. Onlar ne güzel arkadaştırlar."(Nisâ, 4/69);

30. Ve gir cennetime onlarl a beraber. Tefsircilerin açıkladığı diğer bir mânâ ile: Kendime yaklaştırdığım kullar sırasına dizil ve onların nurlarıyla parla. Zira kutsal, temiz ruhlar yani nüfus-ı zekiyye, karşı karşıya konmuş aynalar gibi karşılıklı olarak birbirlerine yansıdıkça n u rları artar. Diğer bir mânâ ile, bedenlere gir, onlarla birlikte sevap yurduna dahil ol.

Daha önce de geçtiği gibi nefs, bir şeyin kendisi denilen zat ve hakikatıdır. Nitekim "o, binefsihi kâim" denilir. Bizatihi, yani kendi kendine duruyor demektir. İnsanın nefsi de "ben" dediği zat ve hakikati, "kendisi"dir ki, kendisine

muhtelif halleri içinde vahdetle "bir" şuuru, duygusu vardır. Bu itibar ile biri şair, yani duyan ve hisseden, biri de meş'ur, yani duyulan ve hissedilen olmak üzere iki özelliği vardır. Nefsin hakikati bu iki özelliğin bir olma ve uyuşma noktasındadır. Bununla beraber uyku, gaflet, baygınlık, ölüm hallerinde olduğu gibi birbirlerinden ayrılan bu özelliklerden her biri itibariyle dahi düşünülür de bazan yalnız hissetme, bazan soy u t ayırma gücü ve idrak ile irade başlangıç ve ilkesi olarak kendisiyle başkasını hissederek ayırt eden veya birleştiren ruha dahi nefs denilir ki, hisseden nefis veya şehvani nefis, idrak eden nefis veya düşünüp söyleme özelliği olan nefis denilmesi bunda n dır. Bu mânâda nefse dilimizde "can" tabir edilir. Duyan insan ile duyulan insan arasına perde girebildiği, yani insanın duygusu ile duymuş olduğu şeyin her zaman uyuşmayıp ayrılabildiği de kesin ve muhakkaktır. Demek ki insanın nefsiyle uyum sağlaması, bir olma ciheti kendisinde değil, kendisinin üstünde bulunan bir hakikattedir ki o, insanın ve herşeyin Rabb'i olan yüce Allah'tır. "Bilin ki Allah kişi ile kalbi arasına girer. Siz ancak onun huzurunda toplanacaksınız."(Enfâl, 8/24) buyurulduğu üzere yüc e Allah kişi ile kalbinin arasına perde olur. Onun için insanlar hep ona haşr olunur, ona toplanır. "De ki: Ruh, Rabb'imin emrindendir."(İsrâ, 17/85) kriterince ruh, Rabb'in emri olduğu gibi, "Allah o canları, öldükleri sırada, ölmeyenleri de uykuları n da alır."(Zümer, 39/42) buyurulduğu üzere insanın ruhu, şuuru kendinden ayrıldığı ölüm ve uyku sırasında nefisleri alan Allah'tır. Onun için insan kendinden geçtiği zaman, kendini kendinde duymaz olmakla yok olup gitmiş değil, ruhu ve bütün hakikatı ile g eri gidip Allah'a dönmüştür. O vakit artık insan kendisini kendinde değil, ancak Rabb'inin huzurundaki bütün hakikatiyle duyacak, ona göre ya azap görmüş veya razı olmuş ve razı olunmuş olacaktır. Artık ebedi ve sonsuz olan bu azap veya hoşnutluğa göre, h iç kuşkusuz, birkaç günlük dünya azap ve lezzetleri hiçtir. Kısacası insanın nefsi, hisseden ve hissedilen her iki özelliğiyle "ben" dediği zat, hakikatidir. Yalnız idrak etmesi özelliğiyle ruha da denilir. Onun için burada çokları zat mânâsına, bazıları d a ruh mânâsına anlamışlardır. Şu halde nefs-i mutmainne, huzura ermiş zat veya ruh demek olur. Razi der ki: İtmi'nan, yerleşip sabitleşmedir. Bu yerleşip sabitleşmenin nasıl olduğuna dair birkaç vecih vardır:

BİRİNCİSİ: Hiçbir kuşku bulunmayacak şekil de hakka yakinen inanma

zevkine ermektir. Nitekim, "Fakat kalbimin iyice yatışması için"(Bakara, 2/260) âyetinden maksat budur.

İKİNCİSİ: "Bunlara bir korku yoktur, bunlar mahzun da olmazlar."(Bakara, 2/112) mânâsınca korku ve hüzünden sarsılmayacak şekilde güven elde etmektir. Bu güven duygusu ise ölüm sırasında, öldükten sonra dirilme sırasında ve cennete girerken "Korkmayın, mahzun da olmayın, vaad olunduğunuz cennetle sevinin."(Fussilet, 41/30) hitabı işitilmekle olur.

ÜÇÜNCÜSÜ: Kur'ân v e delil, bu kalp huzurunun ancak Allah'ı zikirle elde edileceği hususunda mutabıktır. Kur'ân, "Bilin ki, kalpler ancak Allah'ı zikir ile huzur bulur."(Ra'd, 13/28) diyor. Bunun delili de iki vecih iledir. Birisi, akıl kuvveti sebep ve neticeler silsiles i nde ilerledikçe kendiliğinden mümkün olan herhangi bir sebebe ulaşsa akıl buna başka bir sebep arar. Onunla durup kalmaz. Devamlı şekilde her şeyden daha üstün olanına geçer. Bu ilerlemede ta bütün ihtiyaçların kesildiği ve bütün zaruretlerin sona erdiği varlığı kendinden, kendiliğinden olması vacip olan varlığına ulaşıncaya kadar gider. Onun önünde ihtiyaç durduğu için akıl da durur ve onunla kalbi yatışır. Akıl kuvveti mümkün olan şeylerden herhangi bir şeye dönmüş ve bakmış ise onda durup sabitleşmesi i mkansızdır. Varlığı vacip olan Allah'ın azametine bakıp hepsinin ondan olduğunu bildiği zaman da ondan, başkasına geçmesi imkansızdır. Bir de, kulun ihtiyaçları sonsuzdur. Allah'ın yardımı olmadıkça da, Allah'ın dışındaki her şeyin devamı ve kuvveti sonlu d ur. Sonsuz olan şeyler sonlu şey ile telafi edilip giderilemez. Onun için kulun sonsuz olan ihtiyacı karşılığında Allah'ın sonsuz olan kemali gerekir ki, huzur ve sükunet olabilsin. O halde sabit olur ki, her kim Allah'ı tanımayı Allah'tan başka bir şey i ç in seçerse onun içi huzur bulmuş değildir. Onun nefsi, nefs-i mutmainne değildir. Ama her kim Allah'ı onun dışında bir şey için olmayarak seçerse işte o nefs-i mutmainnedir. Böyle olan her kimsenin ise yalnızlığını gidermesi Allah ile bir olmak suretiyle olur. Şevk ve arzusu Allah'a, beka ve devamı Allah'ta, konuşması Allah iledir. Onun için bu kimse dünyadan ayrılacağı sırada kuşkusuz "Rabb'ine razı olmuş ve razı olunmuş olarak dön." hitabına muhatap olur. Bu öyle bir sözdür ki bundan insan ancak ilâ h î fikir kuvvetinde, her şeyden el ayak çekip Allah'a yönelme ve sırf onunla meşgul olma hususunda kemale ulaştığı zaman istifade eder. Demek ki nefs-i mutmainne esasen istikrarı olmayan ve kendileri ihtiyaçtan kurtulmuş bulunmayan

sebep ve netice silsilele rinden geçip bizzat etkili olan en yüce ilk unsuru tanımaya yükselerek onu tanımak gayesinde karar kılan ve varlığında ve diğer hallerinde onun dışındakilere ihtiyaç hissetmeyerek ona ancak onun için tevhid ve ihlas ile itaat edip boyun eğen nefis demekti r ki bu tanıtmanın özeti "Hayır, her kim Allah'ı görüyormuş gibi ona ibadet edici olduğu halde kendini Allah'a teslim ederse, işte onun mükafatı Rabb'i katındadır. Bunlara bir korku yoktur, bunlar mahzun da olmayacaklardır."(Bakara, 2/112) mânâsı üzere A l lah için İslâm ve ihsan ile korku ve hüzünden kurtulmaya kesin inancı, "Öyle insanlar var ki, Allah'ın rızasını elde etmek için canını bile verir."(Bakara, 2/207) mânâsı üzere nefsini yalnız Allah'ın rızasını arayıp bulmaya bağlayarak hayvani tabiattan, kötülüğü emreden nefsin sıkıştırmasından, ayıplanan nefsin ayıplamasından, Allah'ın dışındakilere esir olma bağlarından kurtarıp ilâhî ahlâk ile ahlâklanarak Allah yolunda mal ve canıyla yetişebildiği hayrı yapacak gerçek hürriyeti kazanma kararıdır.

Nitekim bundan sonraki sûrede "O, bir köleyi azat etmektir."(Beled, 90/13) âyeti ile bu mânâ açıklığa kavuşturulmuştur. Hakk'a gönül huzuru ile inanmış, hiçbir şüphe ve kuruntu çalkalamayacak şekilde kesin inanç serinliğine ermiş nefis, yahut hiçbir k orku ve üzüntünün sarsmıyacağı güvene kavuşmuş nefis diye tarif de onun birer ifadesidir.

İbnü Cerir'in nakline göre, İbnü Abbas: "Nefs-i mutmainne, tasdik edici nefistir"; Katade: Allah'ın vaadi ile gönlü huzurlu, sözünü tasdik edici nefistir"; Mücahid: "Allah'ın, kendisinin Rabbi olduğunu tasdik edip buna iyice inanmış ve her yaptığı işte onun emrine teslim olmuş ve boyun eğmiş nefistir." demişlerdir. Diğer bir ifade ile; "Allah'ın, Rabb'i olduğuna inanmış, gönlünü ancak ona vermiş, kalbi onun emriy l e çarpar, Allah'a dönmüş ve boyun eğmiş nefis." Başka bir ifade ile, "Allah'a kavuşacağına yakinen inanmış, gönlü onunla çarpar". diye rivayet olunan tefsirler de, "Gerçekten mümin olanlar o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir. Onl a ra âyetleri okunduğu zaman bu onların imanlarını artırır. Bunlar yalnız Rab'lerine tevekkül ederler."(Enfal, 8/2), "İşte sizin ilâhınız tek bir ilâhtır. O halde yalnız ona teslim olunuz. İtaatkâr ve alçak gönüllü olanları müjdele.

Allah anıldığı zaman onların kalpleri titrer. Başlarına gelenlere karşı da sabırlıdırlar. Onlar namazlarını kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan harcarlar."(Hacc, 8/2) ve "Tevbe ile Rabb'inize dönün."(Zümer, 39/54) gibi âyetlerin mânâlarına da işaret ederek birbirleri ni tamamlayan tariflerdir.

Tasavvufçuların da nefsin mertebeleri, makamları ve halleri üzerinde uzun sözleri vardır. Hatta bütün tasavvuf, "Nefsini tanıyan Rabb'ini de tanımış olur." düsturuyla onun üzerinde dolaşır. Bu cümleden olarak nefsi şu mertebeler üzere sınıflandırırlar: Nefs-i emmare (insanı kötülüğe sürükleyen nefis), nefs-i levvame (kötülükten sonra iç huzursuzluk, rahatsızlık veren nefis), nefs-i mutmainne (iyilikle kötülüğü ayırdeden, temizlenerek kişiyi Allah'a yaklaştıran nefis), nefs- i radiye (razı olmuş nefis), nefs-i merdiye (kendisinden razı olunmuş nefis), nefs-i mülheme (ilham olunmuş nefis), nefs-i zekiyye (temizlenmiş nefis), "Ve amma her ne zaman Rabb'i onu imtihan ettiği zaman." âyetleri çok cahil ve zalim olan nefs-i emmar e nin cahillik ve dünya sevgisi ile zulüm, kibir, eğlenceye, mal ve makama meyil ve hırs gibi şehvani ve cismani tabiatını açıkladığı gibi sonunda "İnsan o gün öğüt almaya çalışır, fakat öğütten ona ne fayda? Ah, ne olurdu der, keşke hayatım için takdim e tseydim." ile de kendini kınayan nefs-i levvamenin tabiatı ve fakat bu kınamanın zamanı geçmiş olduğundan dolayı faydası olmayıp hükmü ebedi azap ve bağda kalmak olduğu anlatılmakla nefs-i emmare ve nefs-i levvame hükümleri gösterilmiş, sonra da vaktiyle hakkı anlayıp o mertebelerden geçip yükselmiş olan nefs-i mutmainnenin hükmü anlatılmıştır.

Nefs-i mutmainneye bu hitap ne zaman yapılacaktır? Bu hususta üç görüş vardır: Ölüm zamanında olması, öldükten sonra dirilme zamanında olması, hesap tamamlandığında olmasıdır. Sözün akışına göre, en açığı da bu denilmiştir. Çünkü sözün gelişi bunun da "Ne olaydı hayatım için takdim etmiş olaydım." sözünün söylendiği günde ve ona karşılık olarak söylendiğini göstermektedir. Bu şekilde "dön" sözünün mânâsı, hes a p görülen yerden yüce Allah'ın yardım ve ikramı ile emir buyurduğu yere dön demektir. Yahut "Hesap neticesine önem veren ve amellerin kabul olunup olunmayacağı endişesi ile meşgul olan kalbi boşaltarak yine evvelki gibi Allah'tan başkasına dönüp bakmayara k tamamiyle Rabbine dön, onu düşünmekle meşgul ol." demek de olabilir. Zira nefs-i mutmainnenin özelliklerinden birisi de Rabbinin huzurunda hesap

verileceğine gönül huzuru ile iman etmiş olduğundan dolayı hesaba önem vermek, amellerinin kabul ve rıza görüp görmediğini düşünmektir. Gerek hesapsız ve sualsiz geçecek olsun, gerekse kolay bir hesapla geçecek olsun amellerinin hesabının tamamlandığı duyurulurken ona böyle "haydi hesap ve sual endişesinden tamamiyle sıyrıl da Rabb'ine dön" denilmesi büyük bir gö n ül rahatlığı verme ve müjde olduğu kuşkusuzdur. O halde "radıyye", seni bu ebedî nimete erdiren Rabb'inden razı ve hoşnut; "merdiyye" de, Rabb'in katında rıza ve kabul görmüş, yani temiz kalbin, güzel çalışma ve gayretin nedeniyle Rabb'in da senden razı o l arak, seni en büyük kurtuluş olan rıza ve hoşnutluğuna eriştirmek üzere dön demektir. deki "fâ", tefsiriyye (açıklama "fâ"sı) olarak "dönüş"ü açıklamaktadır.

İkrime ve Dahhâk'ten rivayet olunduğuna göre bu hitap ile "dön" emri, öldükten sonra dirilme sırasındadır. Yani "ey ölüm ile sükuna ermiş olan nefs-i mutmainne! Rabbin ve tek döneceğin yer olan yüce Allah'ın huzuruna razı olmuş ve razı olunmuş olarak dön de sonsuz hayata er" demek olur. Bu şekilde nefse ruh diyenler "kullarımın içine gir" ây e tindeki girmeyi, ruhların ayrılmış oldukları bedenlere girmesi ile tefsir etmişler ve bunun İbnü Abbas ve İbnü Cübeyr'den rivayet edilmiş olduğunu sölemişlerdi. "Cennetime gir" de, birlikte sevap yurdu olan cennete girmedir.

İbnü Zeyd ve daha birçokları da bu hitabın ölüm sırasında söyleneceği görüşünü benimsemişlerdir. Abd b. Humeyd, İbnü Cerir, İbnü Ebi Hatim, İbnü Merduye ve "Hılye"de Ebu Nuaym İbnü Cübeyr'den şöyle rivayet etmişlerdir: Peygamber (s.a.v.)'in yanında "ey nefs-i mutmainne!" âyeti o kunmuştu. Hz. Ebubekir (r.a.), "bu hakikaten güzel" dedi. Resulullah (s.a.v.) da: "Haberin olsun ki, melek sana onu ölümün sırasında söyliyecektir" buyurdu. Hakim-i Tirmizî de bunun gibi "Nevadiru'l-usûl"de Sabit b. Aclan yoluyla Selim b. Amir'den, Hz. E b ubekir es-Sıddîk'ten rivayet etmiştir. Buna göre nefis ruh mânâsına olup onun dönmesi, ruhun bedenden ayrılarak Rabb'ine doğru razı olmuş ve razı olunmuş olarak gitmesidir. "Gir kullarımın içine..." Bu âyetin başındaki "fâ", fâ-i takibiyye olarak hiç g e cikmeden hemen ruhlar âleminde Allah'a yakın ruhlar zincirine katılmak veya sonra yeniden dirilmek suretiyle salihler zümresine girmek, "cennetime gir" onlarla beraber cennete girmek demek olur.

İbnü Cerir, İbnü Münzir ve İbnü Ebi Hatim Ebu Salih'ten şöyle rivayet etmişlerdir: Bu âyette, "Rabb'ine dön" emri ölüm anındadır. Nefsin Rabb'ına dönmesi dünyadan çıkmasıdır. Kıyamet günü olunca da ona, "kullarımın içine gir, cennetime gir" denilecektir.

Bu mânâ açık gibi görünse de yukarıda hatırlatıldığı üzere " o gün insan öğüt alır" âyetinin akışına göre bu hitabın da o güne ait olması gerekeceğinden öldükten sonra dirilip hesabın tamamlandığı sırada söylenmesi daha açık görülmektedir. Şu halde bu eser ve nakillerin âyetlerin akışı ile uyum s a ğlayarak birleştirilmesi "Kim ölmüşse kıyameti kopmuştur." hadisinin mânâsınca ölüm gününün kıyamet gününe ilhak edilmiş olması nedeniyle o günün hükmü ölümden itibar edilmek, yahut bu emirlerin sonuncusu olan "gir cennetime" emri o güne ait olduğu i ç in, her biri değil de toplamı itibariyle o akış içersinde söylenmiş bulunduğunu kabul etmek suretiyle mümkün olur. Bir de denilmiştir ki: Bu hitap üç yerde söylenecektir. Zira İbnü Münzir ve İbnü Ebi Hatim Zeyd b. Eslem'in şöyle dediğini rivayet etmişlerd i r: Bu âyette nefs-i mutmainne; ölüm sırasında, öldükten sonra dirilirken ve toplanma günü cennet ile müjdelenmiştir. Bu rivayet zikredilen izah ve yorumların hepsine uygun düşer. Bütün bu ayrıntılı bilgiler, söylendiği gibi âyet, daha önce zikredilenlerde n elde edilen karineyle "Allah buyurur ki: Ey nesf-i mutmainne!" meâlinde, "Allah buyurur ki" sözü takdir edilerek haber verme mânâsında olduğuna göredir ki çoğunluğun tercihi de budur. Buna göre bu hitabın ve emirlerin kanun koyma türünden değil, yapma v e yaratma türünden olması gerekir. Oysa daha önce geçen haber verişlerden sonra sûrenin sonu olmak üzere bu hitabın Allah tarafından kanun koyma suretinde doğrudan doğruya istek ifade eden bir hitap olması da pek muhtemeldir. Bu hitabın, üst tarafına bağl a nmadan ayrı olarak söylenmesi de yalnız önceki kısımdan ayrı ve farklı olmasından dolayı değil, bunun mutmain nefisler tarafından bizzat ve özellikle dinlenmesi istendiğine dikkat çekmek için olur. Bundan dolayı bir kısım tefsirciler de bunun nefs-i mutma i nneye dünyada da her zaman için hitap olduğu görüşüne varmışlardır. Bu bize daha açık ve daha faydalı görülmektedir. Bu surette "dön" emri, iradeye bağlı bir dönüş olarak her işte ve bütün işlerinde hoşnut olmak kaydıyla yüce Allah'a ve onun emir ve takdi r ine dönmeyi emirdir. Gerçi verilen ayrıntılı bilgilere göre "nefs-i mutmainne"

kavramında bu dönüş mânâsı da var ise de bolluk ve sıkıntı anlarında kaza ve kadere rıza göstermek ve bu surette bu imtihan ve tecrübe âleminin müşküllerine göğüs germek nefs-i emmare ve nefs-i levvamenin tabiatına uygun olmadığı gibi bu, nefs-i mutmainnenin tabiatı için de kolay olmayıp bu mertebe nefs-i mutmainnenin olgunluk mertebesi olan "razı olmuş nefis" özelliğini taşıdığı için ve Allah katında kendisinden razı olunmuş ol m ak da buna bağlı olduğu için "razı olmuş" ve "razı olunmuş" kayıtlarıyla açık açık emredilmiştir. Bu durumda "fâ" sebep bildiren "fâ" olarak dünyada Allah'ın rızasına uygun iyi amelleri çoğaltarak üzerlerinde şeytanın otoritesi olmayan Allah'ın saf ve i hlaslı kulları zümresine girmeye çalışarak dünyada ve ahirette o zümreye dahil olmak; de, ahirette onlarla birlikte cennete girmek ile emir olmuş ve bu şekilde nefs-i mutmainnenin yine yukarıda açıklanan yönler ile ahiretteki güzel sonu da bir netice o l mak üzere hissettirilmiş ve bildirilmiş olur.

İşte böyle bir nefs-i mutmeinne ile geçirilecek olan dünya ömrü, Kurban bayramından önceki on gece; ihlaslı salih kullar zümresi içinde cennete girme anı da o gecelerin bürüyüp geçtiği en büyük bir mutluluk bayramının gerçek fecridir.

Ey Rabbim! Bu satırları acizlik ve kusur içinde ömür sayfasına yazmaya çalışan bu zavallı kulu ve bunları güzel bir bakışla okuyup onun hayrını isteyenleri öyle bir nefs-i mutmainne ile razı olan ve razı olunan kullar olarak sana dönüp cennetinle cemaline eren samimi kulların zümresine kat. "Allah'ım! Senden, sana kavuşacağına inanan, senin kazana razı olan ve senin lutfettiğine kanaat eden bir nefs-i mutmainne istiyorum".