8 Ağustos 2007 Çarşamba

ALAK SÜRESİ(MEVDUDİ)

Adı: İkinci ayetteki "alak" kelimesi sureye isim olmuştur.

Nüzul zamanı: Bu sure iki kısma ayrılır. Birinci kısım, "İkra"dan beşinci ayet olan "ma lem ya'lem"e kadardır. İkinci kısım, "Kellâ inne'l-insane le yetğa"dan surenin sonuna kadardır. Cumhur ulema, birinci kısmın Rasulullah'a gelen ilk vahiy olduğunda ittifak etmiştir. Bunun hakkında, İmam Ahmed, Buharî ve Müslim müteaddit senetlerle en sahih hadislerden sayılan bir rivayeti Hz. Aişe'den rivayet etmişlerdir. Bu rivayette Hz. Aişe, vahyin nasıl başladığını Rasulullah'ın kendisinden duymuştur. Ayrıca aynı rivayet İbn Abbas, Ebu Musa el Eş'ari ve sahabeden bir cemaatten de şu şekilde menkuldür: "Kur'an'ın ilk inen ayetleri bunlardır." İkinci kısım, Rasulullah Harem-i Şerif'te namaz kılmaya başladığı ve Ebu Cehil'in de onu namazdan menetmek için tehdit ettiği zaman nazil olmuştur.

Vahyin başlangıcı

Muhaddislerin kendi senetleri ile İmam Zühri'den, onun Urve b. Zubeyr'den, onun da, teyzesi Hz. Aişe'den rivayet ettiği gibi vahyin başlangıcı şu şekilde nakledilmiştir: Vahiy ilk dönemlerde Rasulullah'ın sadık rüyalar (bazı rivayetlerde iyi) görmesi ile başladı. Rasulullah bu rüyaları apaçık bir gerçek olarak görmekteydi. Rasulullah daha sonra yalnızlığı sevmeye başladı.

Hıra mağarasında günlerce ibadet için kalırdı. (Hz. Aişe burada "tahanus" kelimesini kullanmıştır. İmam Zuhri bunu "taabbûd" olarak açıklamıştır. Bu, Rasulullah'ın eda ettiği bir çeşit ibadetti. Çünkü Allah (c.c.) ona henüz nasıl ibadet edeceğini öğretmemişti) Rasulullah (s.a) evden yiyecek ve içeceğini alarak mağarada birkaç gün geçirirdi. Sonra yine eve döner ve Hz. Hatice'ye yiyecek ve içecek hazırlatarak ibadet için mağaraya dönerdi. Birgün Rasulullah Hıra mağarasında iken birden bire vahiy nazil oldu. Melek gelerek ona "oku" dedi. Hz. Aişe Rasulullah'ın sözünü şöyle nakletmektedir: "Ben okumuş değilim, dedim. Bunun üzerine melek beni tutarak sıktı. O kadar şiddetliydi ki tahammül edemiyordum. Sonra bıraktı ve tekrar "oku" dedi. Ben tekrar "okumuş değilim" dedim. Beni tekrar o kadar şiddetli sıktı ki tahammül edemedim. Sonra bıraktı ve tekrar "oku" dedi. Ben tekrar "okumuş değilim" dedim. Beni üçüncü defa öyle kuvvetli sıktı ki, tahammülüm kalmadı. Sonra beni bıraktı ve "Ikra bismi Rabbike'llezi halak" (Yaratan Rabb'inin ismiyle oku) dedi. Bu ayetten "ma lem ya'lem" e kadar okudu. Hz. Aişe diyor ki: Sonra Rasulullah, titreyerek eve döndü ve Hz. Hatice'ye "beni örtün" dedi. Rasulullah'ı örttüler. Bu korku durumu geçtikten sonra Rasulullah şöyle buyurdu: "Ey Hatice! Bana ne oldu?" Daha sonra bütün olanları Hz. Hatice'ye anlattı. Ve "Canımdan korkuyorum." dedi. Hz. Hatice "Kesinlikle değil. Memnun ol. Allah'a yemin ederim ki, O seni rezil etmez. Sen akrabalarına iyi davranırsın. Doğru sözlüsün (Diğer bir rivayette emaneti yerine getirirsin), çaresiz olanların yükünü hafifletirsin, fakir ve yoksullara yardım edersin, misafirperversin, iyi işlerde yardımcısın..." dedi. Hz. Hatice daha sonra Resulullah'ı yanına alarak amcasının oğlu Varaka b. Nevfel'e gittiler. Varaka, cahiliye döneminde Hristiyan olmuştu. İbranice ve Arapça olarak İncil yazıyor, okuyordu. Çok yaşlı olduğundan gözleri görmüyordu. Hz. Hatice ona şöyle dedi: "Ağabeyciğim! Yeğenini biraz dinler misin?" Varaka Rasulullah'a sordu ve Rasulullah olanları anlattı. Varaka: "Bu aynı Namustur (Vahiy getiren melek). Allah, onu Hz. Musa'ya da göndermişti. Keşke senin nübüvvet zamanında genç olabilseydim. Keşke kavminin, seni yurdundan çıkaracağı zamana kadar yaşayabilseydim." Rasulullah sordu: "Onlar beni buradan kovacaklar mı?" Varaka: "Evet, senin getirdiğini getiren bir şahsa insanların düşman olmadığı bir zaman yoktur. Eğer senin döneminde yaşarsam bütün gücümle sana yardım ederim." dedi. Ancak çok geçmeden öldü.

Bu rivayetten açıkça anlaşılıyor ki vahiy gelmeden hemen önce bile Rasulullah'ın düşüncesinde Nebi olacağına dair bir şey yoktu. Nebiliğe talip olmak ve onu beklemek bir yana, onun ne olduğunu bile bilmiyordu.

Vahyin nüzulü ve melekle karşılaşması bir kişinin hiç beklemediği halde büyük bir olayla karşılaşması ve onun etkisi altında kalması gibi bir şeydi. Bu nedenle, İslâmı daveti başladığında Mekkeliler Rasulullah'a her türlü itirazı yönelttikleri halde, hiç kimse "Biz böyle şeyi Muhammed (a.s) den bekliyorduk, çünkü o bunun planlarını yapıyordu." diyememiştir.

Bu rivayetten şu da anlaşılmaktadır: Rasulullah nübüvvetten önce de çok temizdi. Onun ahlakı çok yüceydi. Hz. Hatice 55 yaşında bir kadın ve Rasulullah ondan 15 yaş küçüktü. Uzun evlilik dönemleri içerisinde Rasulullah'ın hiç bir şeyi Hz. Hatice'den gizli kalamazdı. O, Rasulullah'ın ahlakının ne derece yüksek olduğuna bizzat tanıktı. Rasulullah Hıra'dan döndüğü zaman, onun başından geçenleri duyunca hiç tereddütsüz kabul ederek şöyle demişti: "Sana vahiy getiren gerçekten Allah'ın meleğiydi" Aynı şekilde Varaka b. Nevfel'de Mekke'nin yaşlı bir kişisi idi. Rasulullah'ı çocuktan beri tanırdı. 15 senelik yakın akrabalığı dolayısıyla Rasulullah'ın hayatına ve yaşantısına yakından vakıftı. Rasulullah'tan vahiy olayını işitince o da hiç tereddütsüz kabul etmiş ve şöyle demişti: "Bu aynı Namus'tur ki, Hz. Musa'ya da gönderilmişti." Bunun anlamı şudur: Varaka'ya göre de Rasulullah öyle bir insandı ki, ona nübüvvet verilmesi çok tabiiydi.

İkinci kısmın nüzul zamanı:

Bu surenin ikinci kısmı, Rasulullah'ın namaz kılmaya başladığı ve Ebu Cehil'in de onu korkutmak, tehdit yoluyla engel olmak istediği zaman nazil olmuştur. Öyle anlaşılıyor ki, nübüvvetten sonra Rasulullah İslâmî tebliğe başlamadan önce Harem-i Şerif'te Allah'ın öğrettiği tarzda namaz kılmaya başlamıştı. Mekkeli müşrikler bundan Rasulullah'ın yeni bir din takip etmeye başladığını anlamışlardı. Mekke'deki diğer insanlar Rasulullah'ın yeni tarzdaki ibadetini hayretle seyrederken, Ebu Cehil, cahiliyet taassubu ile bu şekilde ibadet etmemesi için Rasulullah'ı korkutmaya çalıştı. Bu olay hakkında pek çok hadis vardır. Ebu Cehil'in bu beyhude hareketinin hadisi İbn Abbas ve Ebu Hureyre'den mervidir.

Ebu Hureyre'den şöyle rivayet edilmiştir. "Ebu Cehil Kureyşlilere sormuş; Muhammed siz varken de ellerini yere koyup secde ediyor mu? Onlar "evet" dediler. Ebu Cehil, "Lat ve Uzza'ya yemin ederim, eğer onu bu şekilde ibadet ederken görürsem ensesine ayağımı basarak yüzünü yere sürteceğim." dedi. Bir gün, Rasulullah namaz kılmaktaydı. Ebu Cehil, ensesine basmak için ona doğru yöneldi.

Ama birdenbire herkes onun geri çekildiğini gördü. Ebu Cehil'e soruldu: "Ne oluyor?" Ebu Cehil: "Benimle onun arasında bir ateş hendeği vardı. Bazı kanatlar da gördüm." Rasulullah şöyle buyurdu: "Eğer yanıma gelseydi melekler onu parçalayacaktı." (Ahmed, Müslim, Neseî, İbn Cerir, İbn Ebi Hatim, İbnü'l Münzir, İbn Merduye, Ebu Nuaym, İsfehanî, Beyhakî)

İbn Abbas'tan şöyle rivayet edilmiştir: "Ebu Cehil dedi ki: Eğer Muhammed'in Kâbe civarında ibadet ettiğini görürsem ensesini ayaklarımın altına alacağım." Bu haber Rasulullah'a ulaştığında şöyle buyurdu. "Eğer böyle yaparsa melekler onu yakalarlar". (Buharî, Tirmizî, Neseî, İbn Cerir, Abdürrezzak, Abd b. Humeyd, İbn Münzir, İbn Merduye).

İbn Abbas'tan diğer bir rivayette şöyledir: "Rasulullah, Makam-ı İbrahim'de namaz kılmaktaydı. Ebu Cehil yanına gelerek şöyle dedi: "Ey Muhammed! Ben seni bundan menetmedim mi? ve Rasulullah'ı tehdit etmeye başladı. Rasulullah ona sert bir şekilde "Sen kim oluyorsun?" karşılığını verdi. Bunun üzerine Ebu Cehil. "Ey Muhammed! Sen kime güvenerek beni korkutuyorsun? dedi. Ve devam etti: Tanrıya yemin ederim ki, burada en fazla yardımcısı olanlardanım. (Ahmed, Tirmizî, Neseî, İbn Cerir, İbn Ebi Şeybe, İbn Münzir, Taberanî, İbn Merduye)

Bu olay üzerine surenin "kella inne'l insane le yetğa" ile başlayan kısmı nazil olmuştur. Bu kısmın yeri doğal olarak Kur'an'ın bu suresindedir. Çünkü Rasulullah İslâmı ilk kez namaz ile açığa vurmuştu. Kafirlerle karşı karşıya gelmesinin başlangıcını bu oluşturmuştu.

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1 Oku1 Rabb'inin ismiyle2 ki sizi O yarattı.3

2 O, insanı bir alak'tan4 yarattı.

3 Oku, Rabbin en büyük kerem sahibidir;

AÇIKLAMA

1. Girişte de açıklandığı gibi, Melek "oku" dediğinde Rasulullah "Ben okuma bilmem" şeklinde cevap vermişti. Bundan anlaşılıyor ki, Melek vahyi yazılı olarak getirmiş ve Rasulullah'ın bunu okumasını söylemişti. Çünkü eğer meleğin maksadı kendi söylediğini Rasulullah'ın sadece tekrar etmesini istemek olsaydı, Rasulullah "Ben okuma bilmem" demezdi.

2. Yani Rabb'inin ismiyle oku. Diğer ifadeyle "Bismillah" diyerek oku. Bundan anlaşılıyor ki, Rasulullah vahiyden önce de yalnız Allah'ı Rabb olarak tanıyor ve biliyordu. Onun için "Rabb'in kimdir? denmeye gerek görülmemiştir. Yani burada sadece Rabb'inin ismiyle oku denmiştir.

3. Burada, "halak" kelimesi mutlak olarak kullanılmış ve neyi yarattığı belirtilmemiştir. Çünkü "Yaratan Rabb'inin ismiyle" denmesinden, Kainatı ve içindeki her şeyi yarattığı kendiliğinden anlaşılmaktadır.

4. Kainatı genel olarak zikrettikten sonra insanın ne gibi hakir bir başlangıç ile yaratıldığı belirtilmiştir. "Alak", "Alaka"nın çoğuludur. Manası, "pıhtılaşmış kan"dır. Bu durum hamileliğin ilk birkaç günü içinde meydana gelir. Daha sonra et şeklini alır. Ve tedricen insan şekillenmeye başlar. (Bkz. Hac 5 an. 5'ten 7'ye)

4 Ki O, kalemle (yazmayı) öğretendir.5

5 İnsana bilmediğini öğretti.6

6 Hayır;7 gerçekten insan, azar.

7 Kendini müstağni gördüğünden.8

8 Şüphesiz, dönüş yalnızca Rabbinedir.9

9 Engellemekte olanı gördün mü?

10 Namaz kıldığı zaman bir kulu.10

11 Gördün mü? Ya o (kul) doğru yol üzerinde ise,

12 Ya da takvayı emrettiyse.

13 Gördün mü? Ya (bu engellemek isteyen) yalanlıyor ve yüz çeviriyor ise.

14 O, Allah'ın görmekte olduğunu bilmiyor mu?11

AÇIKLAMA

5. Yani, hakir bir başlangıçtan sonra insana ilim vererek onu mahlukatın en yüksek seviyesine çıkarması, Allah'ın en büyük lütfudur. Sadece ilim değil, kalem kullanmayı da öğreterek, sahip olduğu ilmi büyük çapta yaymasını, bu yolla ilerlemesini ve sonraki nesiller için muhafaza etmesini de sağlamıştır. Eğer Allah, ilham yoluyla insana kalem ve kitabın ilmini vermeseydi, o zaman insanın ilmi yetenekleri yayılmazdı. Gelecek nesillere ulaşamazdı. Böylece ilerleme mümkün olmazdı.

6. Yani insan aslında ilimsizdir. Ancak Allah'ın ihsanı sayesinde onda ilim hasıl olmuştur. Allah'ın lütfuyla insana her merhalede ilim verilmiştir. Ve ilim kapıları da birbiri ardına açılmıştır. Aynı durum Ayet el-Kursi'de de gözükmektedir."O'nun ilminden ancak kendisinin dilediği kadarından başka bir şey kazanamazlar." (Bakara 255)

İnsanın ilmi gelişme zannettiği, aslında kendisinde ilim yokken Allah'ın, istediği zaman ve ona hissettirmeden ilim vermesidir.

Buraya kadar açıklananlar, Rasulullah'a ilk defa nazil olan ayetlerdir. Hz. Aişe'nin rivayetine göre, bu ilk tecrübe Rasulullah için o kadar ağırdı ki, ona tahammül edememişti. Onun için bu seferlik inandığı Rabb ile doğrudan muhatap olduğu belirtilmekle yetinilmiştir. Böylece vahyin sık sık gelmesi de başlamış oldu. Rasulullah artık Nebi olarak tayin olmuştu. Bundan bir süre sonra Müddessir suresinin başlangıç ayetlerinde nübüvvet verildikten sonra vazifesinin ne olduğu açıklanmıştır. (Bkz. Müddessir suresinin girişi)

7. Yani, İnsana lütfeden Allah'a karşı, cehalet ederek böyle bir tutumda bulunmaktadır. Bunun açıklaması ileridedir.

8. Yani malı, serveti, izzeti, şerefi ve diğer dünyevî şeyleri ona lutfedilmiştir. Şükretmek yerine haddi aşar ve asi olur.

9. Yani, dünyadayken servet ve mal gücüne dayanarak isyan ederse, sonunda Rabb'ine döndüğünde bu tutumunun sonucunu anlayacaktır.

10. "Kul" dan kasıt, Rasulullah'tır. Kur'an-ı Kerim'in pek çok yerinde Rasulullah'tan bu şekilde söz edilmiştir. Mesela İsra suresinde, "Eksikliklerden uzaktır. O (Allah) ki geceleyin kulunu Mescid-i Haram'dan, çevresini bereketli kıldığımız Mescid-i Aksa'ya yürüttü." (İsra, 1) buyurulmuştur. Kehf suresi birinci ayette de şu şekilde ifade edilmiştir: "O Allah'a hamdolsun ki, kuluna Kitab'ı indirdi." Cin suresinde ise şöyledir: "Allah'ın kulu kalkıp O'na yalvarınca üzerine üşüştüler. (Cin, 19) Bundan anlaşılıyor ki, bu ifade özel bir üsluptur. Ve Allah (c.c.) Kitabında Rasulullah için kullanılmıştır. Ayrıca bu ayetten şu da anlaşılıyor; Allah (c.c.) Rasulullah'a risalet verdikten sonra namaz kılmasını öğretti. Namaz kılmanın şekli hakkında Kur'an'ın hiç bir yerinde açıklama yoktur. Dolayısıyla bu da Rasulullah'a sadece Kur'an'da yazılı olan vahyin dışında bazı talimatlar verildiğinin de işaretidir.

11. Öyle anlaşılıyor ki, burada her insaflı insan muhatap kabul edilmiştir. Onlara şöyle sorulmaktadır: Allah'a ibadet eden kullara engel olan o kişinin hareketini gördünüz mü? İnsanları Allah'tan korkutan, onların kötü işlerine engel olmaya çalışan kulun doğru yolda olmadığını ne biliyorsun? Bu kişi Hak'kı yalanlayarak ona karşı koymakta ve onu yalanlamaktadır. Bu ne biçim bir harekettir? Bu kul (Rasulullah) iyi işler yapmaktadır. Diğeri ise Hakkı yalanlayarak yüz çevirmektedir. Eğer Allah (c.c.) dilese bu şahıs bu tutumlarını sürdürebilir mi? Burada zalimin zulmünü ve mazlumun mazlumiyetini Allah'ın gördüğü belirtilerek şu sonuca varılmıştır: Zalim cezalandırılacak ve zulme uğrayana da yardım edilecektir.

15 Hayır;12 eğer o, (bu tutumuna) bir son vermeyecek olursa, andolsun, onu perçeminden tutup sürükleyeceğiz;

16 O yalancı, günahkâr olan alnından.13

17 O zaman da meclisini (yakın çevresini ve yandaşlarını) çağırsın.14

18 Biz de zebanileri çağıracağız.15

19 Hayır; ona boyun eğme (Rabbine) Secde et ve yakınlaş.16

AÇIKLAMA

12. Hz. Muhammed (s.a) namaz kılarsa onun ensesine ayağını basacağı tehdidini savuran bu şahıs, kesinlikle bunu yapamıyacaktır.

13. "Alın"dan kasıt, o alnın sahibidir.

14. Girişte açıkladığımız gibi, Ebu Cehil'in tehdidine karşı Rasulullah onu terslediğinde şöyle demişti: "Ey Muhammed! Sen kime güvenerek beni korkutuyorsun? Tanrıya yemin ederim ki, burada en fazla yardımcısı olan benim." Bunun üzerine şöyle buyurulmuştur: "O himaye edicilerini çağırsın."

15. Buradaki "zebaniye" kelimesi Katade'nin açıklamasına göre Arap dilinde "polis" için de kullanılır. "zeban"ın asıl manası, "iten kimse"dir. Padişahların yanında görevli olan zebanlar, padişah bir kimseye darıldığında onu iterek dışarı çıkarırlardı; bu nedenle anlamı şudur: O kendini himaye edenleri çağırsın, biz de kendi polislerimizi, (yani azap eden meleklerimizi) Onun yardımcıları ile hesaplaşsın diye çağırırız."

16. "Secde"den kasıt, namazdı. Yani "Ey Nebi! korkma namaz kılmaya devam et ve bu vasıtayla Rabb'ine yaklaş. "Bir kulun Rabb'ine en yakın anı, secde ettiği andır." Müslim'de yine Ebu Hureyre'den şu rivayet de mevcuttur: "Rasulullah bu ayeti okuduğunda tilavet secdesi yapardı."

ALAK SÜRESİ(Seyyid KUTUB)

1- Yaratan Rabbinin adıyla oku.

2- O, insanı bir kan pıhtısından yarattı.

3- Oku, Rabbin en büyük kerem sahibidir.

4- O, insana kalemle yazmayı öğretti.

5- İnsana bilmediğini öğretti.

Kur'an'ın ilk suresi bu suredir. Ve bu sure Allah'ın adı ile başlamaktadır. Resulullah'ı yönlendirdiği ilk esnada, yücelerin yücesi ile bağlantı kurduğu ilk anda, seçilmiş olduğu davet yolunda atmış olduğu ilk adımda onu Allah'ın adı ile okumaya yönlendirmektedir: "Oku yaratan Rabbinin adı ile." Ve sure Allah'ın adı ile başladığı gibi, Rabbin sıfatlarından olan yaratmanın ve hayata başlamanın kendisi ile sağlandığı yaratma sıfatı ile başlamakta ve Allah'ı "yaratan" diye nitelemektedir.

Sure sonra insanın yaratılmasını ve hayata başlamasını özel olarak ele almaktadır. "O, insanı bir kan pıhtısından yarattı". Evet Allah insanı, bu donmuş ve rahime yapışan bir damlacık kandan yarattı. İşte bu son derece sade ve küçük kaynaktan yaratılmıştır insanoğlu. Bu bir damlacık kan pıhtısı da Yaratıcının gücünü göstermekle birlikte ondan da öte O'nun keremini, ihsanını gösterir. Çünkü onun lütfu ile bu kan pıhtısı öğretilebilen ve buna dayalı olarak da, öğrenen insan seviyesine yükselmiştir. "Oku Rabbin en büyük kerem sahibidir. O insana kalemle yazmayı öğretti, insana bilmediğini öğretti."

Gerçekten insanın doğuşu ile vardığı son durum arasında son derece büyük bir aşamadır bu. Ama Allah'ın herşeye gücü yeter. ikramı çoktur. Zaten bu yüzden o baş döndürücü aşamayı gerçekleştirmiştir.

Bu gerçeğin yanısıra, öğretme gerçeği, Rabbin insanı "Kalemle" öğretme gerçeği ortaya çıkmaktadır. Çünkü kalem eskiden olduğu gibi bugün de, insan hayatına en geniş ve en derin etkiyi yapmış ve yapan öğretim aracıdır. O zamanlar bu gerçek şu anda bizim gördüğümüz ve insan hayatında bildiğimiz biçimi ile bu açıklıkta değildi. Ama yüce Allah kalemin değerini biliyor ve insanlığa gelen en son kutsal mesajın inmeye başladığı ilk anda ve Kur'an'ın ilk suresinde kalemin önemine dikkatleri çekiyordu. Halbuki bu kutsal mesajı getiren peygamber kalemle yazabilen birisi değildi.

Şayet Hz. Muhammed bu Kur'an'ı kafasından uydurmuş olsaydı, şayet bu Kur'an vahiy ürünü olmamış olsaydı ve eğer onun getirdiği çağrı kutsal mesaj olmamış olsaydı, kalemin önemini vurgulayan bu gerçek daha ilk anda kesinlikle ortaya çıkamazdı.

Sonra sure bilginin Alınacağı kaynağı gösteriyor. Bilginin tek kaynağının yüce Allah olduğunu, insanın bildiği ve bileceği herşeyi, şu varlık aleminin gizemlerine, şu hayatın ve insanın kendi nefsinin bilinmezliklerine dair çözebildiği neler varsa bunların tümünün kaynağının yüce Allah olduğunu belirtiyor. İnsanın tüm bildikleri, oradan, bir başkası daha olmayan bu tek kaynaktan, aldığını ifade ediyor.

Rasulullah'ın yüceler yücesi ile bağlantı kurduğu ilk anda inen bu biricik bölümle evet bu bölümle iman düşünce sisteminin geniş olan temeli atılmış oldu. Her iş, her davranış, her adım, her çalışma Allah'ın adı ile, O'nun adına yapılır. Allah'ın adı ile başlar, Allah'ın adı ile yürür, Allah'a yönelir ve sonuçta O'na varır. Allah'tır yaratan. O'dur öğreten. Doğuş ve başlangıç O'ndan dır. Öğretme O'ndan, bilgi O'ndan dır. İnsan öğrenebildiğini öğrenir. Öğretebildiğini öğretir. Ama bütün bunların kaynağı yaratan ve öğreten yüce Allah'tır. "O insana bilmediğini öğretti."

Rasulullah'a o andan itibaren hayatı boyunca bütün duygularına hakim olan, dilini Allah'a bağlayan, davranış ve yönelişine etki eden kalbinin daha ilk anda almış olduğu bu ilk Kur'an gerçeğidir. Çünkü bu gerçek imanın ilk temeli oluyordu. imam Şemseddin Ebu Abdullah Muhammed b. Kayyim El Cevziyye Zadu'l Mead isimli eserinde, Resulullah'ın Allah'ı zikretmesini şöylece özetliyor:

"Yaratıklar içinde yüce Allah'ı en mükemmel zikreden Resulallah idi. Hatta ağzından çıkan bütün sözler Allah'ı zikirdi. Allah ile ilgili idi. Ümmetine her emri, yasaklaması, yasa koyması Allah'ı zikri demekti. Rabbinin isimlerini, sıfatlarını, hükümlerini, fiillerini, vaadini ve ihtarını onlara anlatması hep Allah'ı zikir demekti. Allah'ı nimetleri ile övmesi, yüceltmesi, hamd etmesi tesbih etmesi, O'nun Allah'ı zikri demekti. Allah'tan istemesi, O'na dua etmesi, O'na yönelik sevgisi ve O'ndan korkması da Allah'ı zikri demekti. Susması hiçbir şey söylememesi Allah'ı kalbi ile zikri idi:' Kısacası Resulallah her an ve her şartta Allah'ını zikrederdi. Ayakta iken, otururken, yere uzanmışken, yürürken, binerken, yolculuk ederken, bir yerde konaklarken, bir yere giderken bir yerde kalırken alıp verdiği nefeslerle akıp giden hep Allah'ın zikri idi. Uykudan uyanınca, "Hamd olsun bizi öldürdükten sonra yeniden dirilene. Son gidiş ancak O'nadır." derdi. Hz. Aişe der ki: Gece uyanınca, on kere tekbir ve on kere de tehlil (La ilahe illallah demektir) getirir ve sonra on kez: "Ya Rab! Dünyanın ve kıyamet gününün sıkıntısından sana sığınırım. Senden başka hiçbir ilah yok. Seni tesbih ederim. Allah'ım senden günahlarımı bağışlamanı ve rahmetini dilerim. Allah'ım benim bilgimi artır. Bana doğru yolu gösterdikten sonra kalbimi kaydırma. Katından bana rahmet bahşet. Kuşkusuz sen çok bağışlar ve verirsin" derdi. Bu rivayet Ebu Davut'da yer Alır. Başka bir rivayette Resulallah şöyle buyurur: "Bir kişi geceleyin uykusundan uyanır da, bir olan Allah'tan başka ilah yoktur, O'nun hiçbir ortay yoktur, mülk O'nundur, hamd O'nadır, O'nun herşeye gücü yeter, hamd Allah'adır, Allah'ı tesbih ederim, Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur, Allah en büyüktür, güç ve kuvvet ancak yüce ve ulu Allah'a aittir" der sonra da "Allah'ım beni bağışla" derse ya da başka bir dua okursa, duası kabul olunur. Bu kişi eğer abdest alır ve namaz kılarsa, namazı da kabul olunur" buyurur. Bu rivayet de Buhari de yer alır.

İbn Abbas, Peygamberin yanında geçirdiği geceyi şöyle anlatır: "Resulallah, uykusundan uyanınca başını gökyüzüne doğru çevirdi. Ve Al-i İmran suresinin "Göklerin ve yeryüzünün yaratılışında gece ile gündüzün birbirini kovalayışında derin düşünceliler için birçok ibret dersi vardır." diye başlayan son on ayetini okudu. Sonra şöyle dua etti: "Allah'ım hamd sanadır. Sen göklerin, yeryüzünün ve bunlarda bulunanların nurusun. Hamd sanadır. Sen göklerin yeryüzünün ve onlarda bulunanların hakimisin. Hamd sanadır. Gerçek Hak sensin. Senin verdiğin söz hak ve gerçektir. Sözün doğru ve haktır. Sana kavuşmak hak ve gerçektir. Cennet haktır ve vardır, cehennem de haktır ve gerçektir. Peygamberler haktırlar, doğruyu söylemişlerdir. Muhammed de doğruyu söylemiştir. Kıyamet günü doğrudur mutlaka gelecektir. Allah'ım sana teslim oldum. Sana inandım. Sana güvendim. Sana döndüm. Senin yardımınla savaştım. Senin hükmüne başvurdum. Benim geçmiş ve gelecek günahlarımı bağışla. Gizli ve açık yaptıklarımı affet. Sen benim ilahımsın. Senden başka hiçbir ilah yoktur. Güç ve kuvvet ancak ve ancak yüce ve ulu Allah'a aittir." Hz. Aişe der ki: Peygamber geceleyin kalktığın zaman, "Cebrail'in, Mikailin ve israfilin Rabbi olan, gökleri ve yeri yaratan, görüleni ve görülmeyeni bilen ey Allah'ım. Kullarının birbirleri ile anlaşmazlıklara düştükleri konularda sen hükmünü verirsin. Hakka aykırı davrandığım noktalarda izninle bana doğru yolu göster. Sen dilediğine doğru yolu gösterirsin" Hz. Aişe, "Peygamber namazına bu dualarla başlardı" demiş de olabilir.

"Resulallah vitir namazı kıldığı zaman, vitrin sonunda üç kez "Kuddus (Gafletten, hatadan ve her türlü eksiklikten çok uzak) olan Allah'ı tesbih ederim" der ve üçüncüsünde sesini uzatırdı."

"Evimden çıkınca, Allah'ın adı ile çıkıyorum. Allah'a güvendim. Sapmaktan veya saptırılmaktan ayağımın kaymasından, zulmetmekten veya zulme uğramaktan, bilmemekten ya da cahilce davranışlara muhatap olmaktan sana sığınırım:' dedi. (Hadis sahihtir).

Resulallah der ki: "Kim evinden çıkarken, `Allah'ın adı ile çıkıyorum. Allah'a güvendim. Ondan başka güç ve kuvvet yoktur derse, kendisine,sana doğru yol gösterildi, senin yönetilmen üstlenildi, sen koruma altına alındın, denir. Ve şeytan ondan uzaklaşır" (Hadis hasen hadistir.)

İbn Abbas Peygamberin yanında geçirdiği geceyi ve gördüklerini şöyle anlatır: Peygamber sabah namazına kalktı ve şöyle dedi: "Allah'ım, kalbime aydınlık ver. Dilime aydınlık ver. Kulağıma aydınlık ver. Gözüme aydınlık ver. Arkamdan aydınlık önümden aydınlık, ver. Üstümü aydınlat, ayağımın altını aydınlat. Allah'ım benim nurumu büyüt."

Merzuk oğlu Fazl Avf'lı Atıyye'den o da Ebu Said el-Hudri'den nakleder. Ebu Said'in nakline göre Resulallah şöyle buyurur: "Kim namaza gitmek üzere evinden çıkarken, `Allah'ım,senden isteyenlerin hakkı için, sana yürüyüşümün hakkı için senden istiyorum. Ben şımararak, azarak, gösteriş olsun diye, başkaları duysun diye çıkmadım. Aksine senin gazabından korktuğum için, hoşnutluğunu arzuladığım için, çıktım. Beni cehennemden kurtarmanı, günahlarımı bağışlamanı, diliyorum. Çünkü senden başkaları günahları bağışlayamaz" derse yüce Allah bu kişi için yetmiş bin meleği, kendisi adına bağışlanmasını dilesinler diye görevlendirir. Yüce Allah namazını bitirinceye dek yüzünü bu kuluna çevirir"

Ebu Davut da Hz. Peygamberden şöyle rivayet eder: "Resulallah mescide girince "Kovulmuş şeytandan ulu Allah'a sığınırım" derdi. Resulallah bunu deyince, şeytan da "Bu günün diğer anlarında da benden korundu" derdi:'

Resulallah şöyle buyurur: "Mescide girdiğinizde namaz kılınız. Bana dua ediniz. Sonra da "Allah'ım bana rahmet kapılarını aç." deyiniz. Mescitten çıkınca ise: "Ya rabbi senin ihsanından ve fazlından istiyorum" deyiniz." Bir rivayete göre Resulallah mescide girince, Muhammed'e ve ona uyanlara dua eder ve sonra "Allah'ım benim günahlarımı bağışla. Bana rahmetinin kapılarını aç." Mescitten çıkınca da, yine Muhammed'e ve ona uyanlara dua eder ardından da "Allah'ım benim günahlarımı bağışla, ihsanının kapısını bana aç" diye dua edermiş.

Resulallah sabah namazını kıldığı zaman namaz kıldığı yerde oturarak güneş doğana kadar Allah'ı zikrederdi. Sabaha erince "Allah'ım senin yardımınla sabaha erdik. Senin yardımınla akşama erdik. Senin sayende yaşıyoruz. Bizim canımızı alacak olan sensin. Kabirlerimizden dirilip kalktığımızda sana döneceğiz" diye dua ederdi. (Hadis sahih hadistir). Ve derdi ki: "Sabaha erdik. Sahibi yalnız Allah olan mülk de sabahladı. Hamd Allah'adır. Bir olan Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur. O'nun hiçbir ortağı yoktur. Mülk O'nun dur, hamd O'nun dur. Onun gücü herşeye yeter. Allah'ım bu gün en hayırlı olanı ve yarın da ve yarından sonra da hayırlı olanı senden diliyorum. Bugünün kötülüğünden, yarının ve yarından sonrası kötülüğünden sana sığınıyorum. Rabbim, tembellikten ve ihtiyarlayıp kocamanın kötülüğünden sana sığınıyorum. Ya Rabbi, cehennemin ve kabrin azabından sana sığınıyorum. Akşam olunca ise "Biz akşama erdik. Sahibi yalnız Allah olan bütün mülk de akşama erdi... vs." derdi. (Müslim)

Hz. Ebu Bekir Rasulullah'a "Ey Allah'ın peygamberi, sabahladığım ve akşama erdiğim zaman hangi duaları okumalıyım bana öğretir misin?" diye sorar. Resulallah da ona: "Göklerin ve yerin yaratıcısı olan görüleni ve görülmeyeni bilen herşeyin Rabbi, herşeyin sahibi ve her mülkün hükümdarı olan Allah'ım! Senden başka bir ilah olmadığına tanıklık ederim. Nefsimin ve şeytanın kötülüğünden ve sana şirk koşmaktan sana sığınırım. Kendi nefsime ya da bir Müslümana kötülüğümün dokunmasından sana sığınırım:' dedi. Sonra bu urdu ki: "Ey Ebu Bekir, sabaha çıktığında, akşama erdiğinde ve yatağına uzandığında bu duayı oku." Bu hadis de sahihtir. Sonra ibn Kayyım bu konuda birçok hadis zikreder.

Resulallah sarık, veya gömlek ya da aba gibi yeni bir giysi giydiğinde duasında o giysinin adını anarak şöyle derdi: "Allah'ım sana hamd olsun. Sen giydirdin bunu (giydiği ne ise onun adını söylerdi) bana. Onun ve yapıldığı gayenin Hayrını dilerim senden. Onun ve yapıldığı gayenin şerrinden sana sığınırım:' (Hadis sahihtir)

Bize gelen haberlere göre Hz. Peygamber evine dönünce, "Hamd olsun her ihtiyacımı gideren ve beni barındıran Allah'a. Hamd olsun beni yediren ve içirene Allah'a. Hamd olsun bana ihsanda bulunan Allah'a. Senden beni ateşten korumam diliyorum." derdi.

Buhari ve Müslim'de yer aldığına göre Resulallah tuvalete gireceği zaman "Allah'ım pislikten ve pis ve kötü olan şeylerden sana sığınıyorum" derdi. Tuvaletten çıkınca "Affını dilerim" der. "Benden sıkıntıyı gideren ve bana rahatlık veren Allah'a Hamd olsun" dediği de rivayet edilir. (İbn Mace)

Rasulullah'ın elini içinde su olan bir kaya sokarak daha sonra sahabelere

"Allah'ın adı ile abdest alınız" dediği de rivayetler arasındadır.

Rasulullah'ın gökte hilali görünce, "Allah'ım hilali bize gösterirken bizi güvenli, esenlikte ve islam dini üzere kıl. Ey Hilal! Benim ve senin Rabbimiz Allah'tır." derdi. (Tirmizi hadisin hasen hadis olduğunu belirtmiştir.)

Elini yemeğe uzattığı zaman, "Allah'ın adı ile başlıyorum" der, yemek yiyenlere besmele çekmesini emrederek, "Yemek yemeye başladığınız zaman, Allah'ın adını anınız. Eğer başlangıcında Allah'ın adını anmayı unutursanız hatırladığınız anda "Başında da sonunda da Allah'ın adı ile" deyiniz" derdi. (Hadis sahihtir)

Rasulullah'ın hayatı en ince ayrıntılarına kadar İşte böyle idi. İlk anda aldığı ve imanî düşünce sisteminin derin ve köklü temeline oturduğu kutsal emirlerin etkisi ile değişmiş ve yenilenmiş bir hayattı.

İnsanın Allah'ı tanıması, O'na şükretmesi bu gerçeğin, yani yaratanın, öğretenin ve ihsan edenin Allah olduğu gerçeğinin gereklerindendi. Ama görülen manzara hiç de böyle değildi. İşte surenin ikinci bölümünün ele aldığı ve konu edindiği bu sapıklıktır.



6- Hayır insan azar.

7- Kendini zengin gördüğü için.

8- Dönüş Rabbinedir.

İnsanı yaratan ona ihsanda bulunan ve öğreten Allah olduğu gibi, ona veren ve onu zengin eden de yüce Allah'tır. Fakat insanoğlu genellikle, genellikle diyoruz çünkü bu yargımızdan sadece Allah'ın imanlarını koruduğu kimseler hariçtir, kendisine verilip de zengin olunca şükretmez, kendisini zengin eden kaynağı tanımaz, oysa kendisini yaratan ve öğreten arkasından da rızkını veren bu kaynaktır. İnsan ise bunlara karşılık Allah'ı tanıması ve şükretmesi gerekirken azmış, günaha dalmış, şımarmış ve böbürlenmiştir.

Doğuşunu unutan ve zenginliğine aldanıp şımaran insan tipi çizildikten sonra ardından bunu üstü kapalı bir tehdid izliyor. "Dönüş Rabbinedir" Peki bu azıtıp kendisini hiçbir şeye muhtaç görmeyen kişi nereye gidecektir?

Aynı zamanda surede iman düşünce sisteminin temellerinden bir başkası daha, "Dönüşün Allah'a olacağı" prensibi açıklanmaktadır. Herşeyde, her İşte, her niyette, her davranışta dönüş Allah'adır. O'ndan başka dönecek ikinci bir nokta yoktur. iyi kişi de O'na dönecektir, şımarık da. itaatkâr da isyankâr da. Haklı da haksız da. Hayırlı da kötü de. Zengin de fakir de... Kendini hiçbir şeye muhtaç görmeyip azıtan bu kişi de O'na dönecektir... Dikkat edin her iş Allah'a dönüp varır. Doğuş O'ndan dır. Dönüş O'nadır.

Böylece iki bölümde iman düşünce sisteminin uç noktaları bir araya gelmiş oluyor. Bir yandan yaratma ve doğuş, Allah'ın insana ihsanda bulunması ve onu öğretmesi noktası. Buna karşın dönüş ve varışın hiçbir ortağı olmayan bir olan Allah'a olması. "Dönüş Rabbinedir."

Bu kısa surede üçüncü bölüm azgınlık biçimlerinden birisini ele Alıyor ve Kur'an'ın kendine özgü eşsiz üslubu ile azgınlığın çirkinliğini sergileyerek onu yadırgıyor ve çok çirkin olduğunu ifade ediyor.



9- Gördün mü şu men edeni.

10- Namaz kılarken bir kulu.

11- Gördün mü, ya o kul doğru yolda ise.

12- Yahut kötülüklerden sakınmayı emrederse.

13- Gördün mü, ya bu adam yalanlar, yüz çevirirse.

14- O, Allah'ın gördüğünü bilmiyor mu?

Azgınlığın çirkinliğinin ve onu yadırgamanın ifadesi yazı dili ile anlatılması imkansız olan ifade biçiminde gayet açıkça ortaya çıkmaktadır. Bu anlam ancak canlı konuşma üslubu ile ifade edilebilir. Çünkü bu üslup, anlamı hızlı ve hafız bir biçimde kısa kısa dokunuşlarla dile getirir.

"Gördün mü sen?" Bu çirkin işi gördün mü sen? Bu çirkin işi yapılırken gördün mü? "Gördün mü şu men edeni? Namaz kılarken bir kulu?" iğrençliğe iğrençlik katılırken gördün mü sen? Çirkinliğe çirkinlik eklenirken gördün mü? Bir düşün bakalım ne dersin şu namaz kılan ve onun namaz kılmasını engellemek için karşısına dikilen kimse, doğru yolu izleseler ya da takvayı emretseler, fena mı olur. Sonra o kul kendisi doğru yolu izleyip takvayı emrederek insanlara kötülüğü yasak etse fena mı olur?

Bir de yaptığı çirkin işe daha da çirkinini eklerse ne dersin? "Gördün mü ya bu adam yalanlar, yüz çevirirse?" İşte burada da daha önceki bölümün sonundaki gibi üstü kapalı tehdid gelmektedir: "O Allah'ın gördüğünü bilmiyor mu?" Allah onu yalanlamasını ve doğru yoldan yüz çevirmesini görmektedir. Doğru yolu izleyen, takvayı emreden mü'min kulun namaz kılmasını engellerken onu görmektedir. Görüyor ve bu görmenin elbette bir sonu vardır. "O Allah'ın gördüğünü bilmiyor mu?"

İslam çağrısının, imanın ve itaatın önüne dikilen azgınlık tablosuna karşın caydırıcı ve kesin ve en son tehdid bu kez üstü kapalı olarak değil aksine açık olarak gelmektedir.



15- Hayır eğer bundan vazgeçmezse onu perçeminden yakalarız.

16- O yalancı günahkar perçeminden.

17- O zaman gitsin de taraftarlarını çağırsın.

18- Biz de zebanileri çağıracağız.

19- Hayır ona boyun eğme. Rabbine secde et ve yaklaş.

Bu sert ve şiddetli bir ifade ile tam zamanında yapılmış bir tehdiddir. "Hayır eğer bundan vazgeçmezse onu perçeminden yakalarız." İşte böyle yakalarız. Tehdid şiddetli ve ses tonu ile anlamını canlandıran bir sözcükle yapılmaktadır.

Ayet metninde geçen "Saf" sözcüğü şiddetle yakalamak demektir. "Nasiye" sözcüğü ise alın demektir. Alın azgın ve kibirli bir insanın yukarı diktiği en yüksek organıdır. Başın yukardan en ön tarafına nasiye denir ki yakalayıp yere çarpmaya elverişli olan organ bu organdır, bu kısımdır. "O yalancı günahkar perçeminden." Gerçekten bu yakalayıp yere çarpma anıdır. Belki o anda, akrabalarından ve arkadaşlarından kendisine kuvvet ve güç katan kimseleri imdadına çağırmak bu kişinin aklından geçebilir. "O zaman gitsin de taraftarlarım çağırsın." Biz ise evet biz "Zebanileri çağıracağız." Katı ve şiddetli zebanileri çağıracağız. O halde savaşın sonucu bellidir.

Bu korkunç ve yukarda canlandırılan akıbetin ışığı altında sure itaatkar mü'mini imanında ve itaatında ısrarlı olmaya ve onlardan ayrılmayıp dayanmaya çağırarak son buluyor.

Sakın, islam çağrısını ve namazı engelleyen şu azgına boyun eğme. Rabbine secde et O'na itaatlerle ve ibadetlerle yaklaş. Bu azgın ve engelleyen kişiyi bırak. Onu zebanilere bırak.

Bazı sahih rivayetlerde ilk bölümü dışında bu surenin Ebu Cehil hakkında indiği belirtilir. Ebu Cehil Hz. Peygamber Kabe'de namaz kılarken ona rastlamış ve demişti ki: "Ey Muhammed! Sana bunu yasak etmemiş miydim?" Sonra Rasulullah'a tehdidiler savurmuştu. Resulallah da ona sert davranarak onu kovmuştu. Belki de Rasulullah'ın Ebu Cehil'in boğazından tutup "Vay başına geleceklere" dediği olay budur. O sırada Ebu Cehil Hz. Peygamber'e Ey Muhammed beni ne ile tehdid ediyorsun? diye sormuş sonra, Allah'a and içerim ki, bu gördüğün vadide en çok taraftarı olan insan benim demişti. Bunun üzerine yüce Allah da şu ayeti indirdi. "O zaman gitsin de taraftarlarını çağırsın." ibn Abbas der ki: "Ebu Cehil taraftarlarını çağırmaya kalksaydı azap melekleri o anda işini bitirirlerdi."

Ama surenin ifade ettiği anlamın genel olduğu da bir gerçektir. Sure itaat eden, ibadet eden ve Allah'a çağıran her mü'mini ve azgın, namazı kılmayı engelleyen, itaat edeni tehdid eden, kuvvet ve zor kullanarak böbürlenen her zalimi kapsar. Yüce Allah'ın son emri de şudur:

"Hayır ona boyun eğme. Rabbine secde et ve yaklaş."

İşte surenin bölümleri böylece birbiri ile ahenk içinde oluyor ve her bölümün bıraktığı etkiler birbirini tamamlıyor.

ALAK SÜRESİ(Muhammed GAZALİ)

Peygamber(s.a.v), bazenHiraMağarası'nagider,kendisinicâhiliyekargaşasın­dan uzaklaştırır ve bu melekût âlemi yaratanın önünde korkuyu ve yakîni his­sederek bakışım kâinatın ufuklarındaki engin derinliklere salardı. O putlardan ve onlara tapınmaktan kaçınır ve putların önünde merasim yapmaktan tiksinirdi. Ama bunun ötesini de kavrayamıyordu! Tâ ki, ansızın ilginç bir "oku" sesi işitti, "ben oku-yucü değilim/okuma bilmem" dedi. Bu ses tekrarlandı, aynı karşılık. Sonra işin tama­mına kulak verdi:

"Yaratan Rabbinin adıyla oku. O insanı alaktan (kan pıhtısı biçimini alan emb­riyodan) yarattı. Oku, Rabbin en büyük kerem sahibidir. O (insana) kalemle (yazmayı) öğretti. İnsana bilmediğini öğretti." (Alak: 1-5)

Bu beş âyet, Kur'ân'dan peygamber kalbine inen ilk âyetlerdir. Sûrenin geri ka­lan kısmı bundan sonra inmiştir.

İnsanı "alak (embriyo)"dan yaratan, ümmîyi âlim kılmaya ve Muhammed'i vah­ye ya da risâlete muttalî kılmaya da gücü yeter. Olana hayret edilmektedir. Tıpkı geç­mişte İbrâhîm ve Musa'nın yaptığı gibi Allah O'nu ümmeti yeniden inşâ etmek için göndermiştir. Peygamber'in hayatını, kitabını, cihadını dürüst bir şekilde araştıran, Muhammed'in geniş bir saha ve azığa eriştiğini kavrar ve dünyanın O'nun erdemlili­ği ve şahsiyeti hususunda O'na ulaşan bir imam tanımadığını yakînen görür.

Bir müddet sonra şu âyetler inmiştir:

"Hayır, (Rabbinin bu kadar iyiliğine rağmen yine) insan azar; kendisini zengin (kendine yeterli) gördüğü için. Dönüş Rabbinedir (O insanın hesabını görecek­tir)." (Alak: 6-8)

İhtiyaç insanı zelîl edebilir. Ama niçin zengin olununca azılır? İnsanın dengeli ol­ması, küçüklük ve büyüklük yapmaması kendisine yeter. Ancak bir çok insan, servet sahibi olunca diğerlerini küçümser ve hak karşısında diretir! Onların hesabı âhirettedir.

Sûre, Rabbinin âyetlerini yalanlayan ve namaz ve temizlikten alıkoyan kâfiri zik­retmektedir:

"Gördün mü şu men edeni: Namaz kılarken bir kulu (namazdan)? Gördün mü, ya o (kul) doğru yolda olur, yahut kötülüklerden sakınmayı emrederse?" (Alak: 9-12)

Müddessir Sûresi'nde bu vasıflar bir fazlasıyla zikredilmiştir: "Sizi şu yakıcı ate­şe ne sürükledi? (Onlar da) derler ki: Biz namaz kılanlardan olmadık. Yoksula da ye­dirmezdik. (Bos şeylere) dalanlarla birlikte dalardık. Ceza gününü yalanlardık." (Müddessir: 42-46)

Bunun üzerine Mekke'de on küsur sene Muhammed ve onun düşmanları arasın­da savaş sürmüştür. Mücâdele, din gününe (kıyamete) kadar devam edecektir. Çünkü kâfirlerin geneli, namaz ve zekâtı kabul etmiyorlar. Ancak Allah'ın varlığı, O'nunla buluşma, O'nun emir ve nehyine kulak verme konusunda direnip karşı çıkıyorlar. Bu­na İslâm gücenmiştir. Çünkü kâfirler işitip itaat etmenin gereğine inanmıyorlar:

"Gördün mü, ya bu (adam, hakkı) yalanlar, yüz çevirirse? Allah'ın (daima ken­disini) gördüğünü bilmiyor mu (o)?" (Alak: 13-14)

Biri helal ve harama, hak ve vacibe, diğeri ise kendisini insanın efendisi olarak görüp kendisine başka hiç kimsenin söz geçiremeyeceği iki taraf arasındaki savaşın son bulması bile kurtaramaz!

"Hayır, (olmaz böyle şey), eğer bundan vazgeçmezse (onu) perçem(in)den ya­kalar (ateşe sürükler)iz." (Alak: 15)

Başka hiçbir tarafa kaçamayacak bir şekilde insan perçeminden ansızın yakalana­caktır.

"O yalancı günahkâr perçem(den)!" (Alak: 16) Mekke'nin ileri gelenleri bu meydan okumayı işitmiş, hiçbir şey yapmamışlardır.

ALAK SÜRESİ(Elmalılı Hamdi YAZIR)

sûresinin başından e kadar beş âyettir. Tam sûre itibarıyla da Fatiha'dır. Fatiha bundan ve in ve in baş kısımlarından sonra inmekle beraber tam sûre olarak indirildiğinden, sûre itibarıyla önce indirilen Fatiha, âyet itibarıyla önce indirilen de 'dir. İmam Ahmed b. Hanbel, Buharî ve Müslim ve Abd b. Humeyd ve Adurrezzak ve daha başkaları İbnü Şihab yoluyla "Urve b. Zübeyr'den, Hazreti Aişe (r.a.)'den vahyin başlaması ile ilgili hadiste -ki Fatiha da tamamı nakl edilmişti- ilk vahyin r ü yayı sadıka (doğru çıkan rüyalar) ile başladığını açıkladıktan sonra Hira mağarasında meleğin gelip tazyik ile tutup sıkıp da "oku" dediğini, "Ben okumuş değilim." diye cevap verdiğini, bunun üzerine bir daha sıkıp

yine diye cevap verdiğini, üçüncüde yine bütün çabasını sona erdirinceye kadar sıkıp bırakıp da dediğini rivayet etmiş olduklarından ve hepsinden en sahih (doğru) olan bu rivayette ise e kadar âyetler diye anlatılmış ve açıkça ifade edilmiş bulunduğundan ilk inen âyetlerin bu âyetle r olduğu en sahih olarak isbatlanmış bulunmaktadır. Yalnız ile yetinen bazı rivayetten maksat, sûrenin tamamına işaret olduğunu zannedenler olmuş ise de bu mücmel e kadar açıkça ifade eden rivayet müfessir demek olduğundan, müfessirin mücmele tercih e dilmesi gerekir.

Tamamı birden indirilen sûrelerin pek az olup azar azar ve çoğunlukla beşer veya onar âyet indiği bilindiği gibi, bunlarda da beşer âyet anlatıldığı ve bu sûrenin geride kalan kısmı da anlamlarına göre sonra davetin başlamasıyla karşılıklı mücadelenin meydana gelmesinden sonra indiğine delalet ettiği ve namazın farz kılınmasından sonra olduğu anlaşılan bu âyetlerin Ebu Cehil'in azgınlığı sebebiyle indiği hakkında da Buhari ve diğer (hadis) kitaplarında rivayetler nakledilmekte bulunduğ u ndan dolayı ilk indirilen, bu sûrenin tamamı değil, başından beş âyet ve tam sûre olarak indirilenin Fatiha olduğu ve değişik rivayetlerin bu şekilde bağdaştırılması bu konudaki sözlerin ve rivayetlerin gerek rivayet ve gerek dirayet bakımından en sahihi ( doğrusu) bulunduğu gerçekten tesbit edilmiştir. Onun için Zamahşerî'nin İbnü Abbas ve Mücahid'den: Bu sûre ilk inendir. Tefsir bilginlerinin çoğu ise; "ilk inen (sûre) Fatiha, sonra Kalem sûresidir" sözü de Fatiha tefsirinde geçtiği tarzda bu mânâ ile açı k lanmış ve rivayetler arasında uyum sağlanmıştır. Özetle en sahih olan rivayetlere göre bu sûrenin beş âyetinin ilk inen olması, Fatiha'nın tam sûre olarak ilk inen olmasına ve bu arada başka sûrelere ait bir takım âyetlerin inmiş olmasına aykırı değildir. Şu halde İbnü Abbas ve Mücahid'in sözü ile tefsir bilginlerinin çoğunun sözleri arasında gerçekten çelişki yoktur ve bundan dolayı "Keşşaf" sahibi gibi Fatiha'nın ilk inen sûre olduğu sabit değildir zannedenlerin görüşü doğru değildir. Kur'ân'ın gerek âye t ve gerek sûre tertibinde inme sırası gözetilmeyerek Mekkî (Mekkede inen) ve Medenî (Medine de inen) sûrelerin ve âyetlerin öne almak ve geriye bırakmakla karıştırılıp daha çok mânâ ilişkisi gözetilmiş bulunmasında ise nazmın güzellikleri ve Kur'ân'ın ica z ı açısından çok büyük hikmetler vardır ki bunun en belirgini hayatın gidiş ve gelişmesinde ve zaman olayları ve değişmelerinin meydana gelmeleriyle analiz ve

birleştirmesinde daima önceki ile sonraki arasındaki birlik ve düzen nizamını düşündürmektir. Mesela bu beş âyet, Fatiha'dan önce inmiştir diye bunları sûreden ayırıp da tertipde Fatiha'dan önce koymaya kalkışmak gibi bir üslub takip edilecek olsaydı, ne bu sûre kalır, ne de Kur'ân'ın (diğer) sûreleri ve âyetleri arasında bir uygunluk bulunurdu. Öyle y apılmayıp Kur'ân'ın herhangi bir kısmı okunurken ve hatta her hangi önemli bir işe başlarken diye başlamakta hem her şeyden önce "Rabb'ının ismiyle oku" emrinin mânâsının uygulama, hem de Kur'ân nazmını hiç bozmadan bütün yönleriyle korumak vardır. Bu sûrelerin bu şekilde Kur'ân'ın (indirilmesinin) bitimine doğru buraya konulmasında şüphesiz ki ilk sırasında anlaşılan mânâdan fazla bir mânâsı vardır. Henüz okunacak bir kitap verilmeden oku oku denilmekle "İşte bu kitap" (Bakara, 2/1) diye başlayarak okunacak kitabı tamamladıktan sonra bitimine doğru "oku oku" diye emredilmesindeki mânâ elbette farklıdır. Bunda olgunluk döneminden, zamanın geçmesinden sonra da peygamberliğin ilk durumunu hatırlatmakla sonu baş tarafa çeviren bir yenileme ve hiçbir zam a nda okumaktan doyulmayacağını anlatmak üzere "O halde bir işi bitirdin mi daha yorucu olana koş, ancak Rabbinden iste." (İnşirah 94/7-8) mânâsı gereğince biri bitince diğerine başlamak suretiyle bir devam mânâsı vardır. İlk indirildiğinde okumaya başla m ak için varid olan bu pekiştirilmiş emir sonradan da tekrar tekrar devam etme mânâsını ifade etmek ve bu şekilde önceki sûrede geçen ahsen-i takvim ile ahkemü'l-hâkimîn (hükmedenlerin en doğru hükmedicisi) olan Allah, dininin gereğini uzun uzadıya açıklam a hususunda buraya derc etmiş. Ve onun içindir ki bunun başında ilk indirilen beş âyet, sonradan insanın kendini ihtiyaçsız görmesinin sakıncalı olduğunu açıklayan ve Allah'a dönüşü ifade eden "Hayır! Gerçekten insan, kendisini zengin görünce azıyor. Oysa dönüş, elbette Rabbinedir." âyetleri ile takip edilmiştir. Demek ki İslâm dini, başlangıçta diye okumak emri ile gelmiş ve sonra da insan bir mertebeye gelir de okumaktan, ilimden, din ve kulluktan kendisini doygun olur zannetmemesi ve başlangıç ve s onuç birleştirilerek, her sonucun bir başlangıç gibi bilinmesi için bu emri kapsayan bu sûre buraya yerleştirilmiştir. Bu mânâ "Ecelin gelinceye kadar Rabbine ibadet et." (Hicr 15/99); "Ve de ki: Rabbim! İlmimi artır." (Tâhâ, 20/115) âyetlerinin de m â nâsıdır.

Âyetleri : Hicâzî'de yirmi, Irâkî'de on dokuz, Şâmî'de on sekizdir.

Fâsılası : harfleridir. Bunlar, sırasıyla birleştirilirse "kalk bağışlayayım" yahut "kalk heybet ver" mânâları çıkar.

Meâl-i Şerifi

1- Yaratan Rabbinin a dıyla oku!

2- O, insanı bir alekadan (embriyodan) yarattı.

3- Oku! Rabbin sonsuz kerem sahibidir.

4- O Rab ki kalemle yazmayı öğretti.

5- İnsana bilmediği şeyleri öğretti.

6- Hayır! Doğrusu (kâfir) insan azgınlık eder.

7- Kend isinin muhtaç olmadığını zannettiği için.

8- Muhakkak ki dönüş mutlaka Rabbinedir.

9, 10- Namaz kıldığı zaman, bir kulu engelleyeni gördün mü?

11- Gördün mü (ne dersin?), ya o (kul) doğru yolda olur,

12- Veya kötülüklerden sakınmayı emr ederse?

13- Gördün mü, ya bu (adam, hakkı) yalanlar, yüzçevirirse,

14- O adam, Allah'ın kendini gördüğünü hiç bilmiyor mu?

15, 16- Hayır, hayır! Eğer o, bu davranışından vazgeçmezse, and olsun ki biz, onu perçeminden, o günahkâr ve yalancı p erçeminden tutup cehenneme sürükleriz.

17- O zaman o taraftarlarını yardıma çağırsın.

18- Biz de Zebanileri çağıracağız.

19- Hayır, sakın ona boyun eğme (Allah'a) secde et ve yaklaş.

Rabbinin adıyla oku!. Yani onun yüce adıyla, "Allah" yüce ismi ile başlayarak oku. Okumaya başla. Yukarıda geçtiği üzere bu emir inerken, başlangıçta Hira mağarasında Hz. Muhammed'in zatına melek gelip canına tak diyen şiddetli bir sıkıştırma ile yalnız "oku" demiş. O zamana kadar Hz. Muhammed okumak bilmediği için "ben okumuş değilim" yani okumak bilmem ki ne okuyayım? demişti. Bunun üzerine yine şiddetli bir sıkıştırma ile "oku" demiş. O da yine "ben okumuş değilim" demişti. Demek ki o ilk iki "oku" emri henüz Kur'ân değil, okuma denilen işe başlamak için heceletme cinsinden hazırlayıcı bir emir teklif idi. Kur'ân, üçüncü defaki sıkıştırmadan sonra olan iş bu "Rabb'inin adıyla oku!" emri ile başlamıştı. Şu halde bu emir, ilk inmesinde hem yaratıcı bir mahiyette Hazreti Peygamber'i okumazken okur yapmış, hem öğretici bir şekilde nazmı ile okunanı belirtmeye başlamış, hem mânâsı ile ilk vazifenin böyle yaratan, terbiye

eden Allah'ı tanıtmak ve onun ismiyle okumaya başlamak olduğunu yükümlü tutmak şeklinde anlatmıştır. Bu başlangıçta şöyle demek olur: Gerçi sen bu zamana kadar okumadın. "Sen Kur'ân'dan önce bir kitap okumuyordun." (Ankebut 29/48) kitabın niteliğini, imanın esasının neden oluştuğunu bilmezdin... "Sen önceleri kitap nedir iman nedir bilmezdin." (Şurâ, 42/52) Fakat işte yaratm a k denilen işin sahibi olup kâinatı yaratan ve seni yaratıp yetiştiren, sana ve her işine sahip olan Rabb'in seni kudretiyle şu anda bir okur yaptı, okunacak bir Kur'ân, bir kitap indirmeğe başladı. Böyle öğretildiği gibi o Rabbi'nin ismiyle başlayarak oku!

"Kur'ân okumak istediğin zaman, Allah'ın rahmetinden kovulmuş şeytanın şerinden Allah'a sığın." (Nahl, 16/98) âyetinde de geçtiği üzere Kur'ân okumanın hakikati, sözü rastgele söylemekten daha güzel bir şekilde düzgün olarak bağlayarak birbiri ardınca ağızdan sesle çıkarmaktır ki, gerek ezberden ve gerek yüzünden, gerek gizli ve gerek açık mutlak olarak okumak demektir. Kitabın kitap olması için, gerçekten yazılmış olması şart olmadığı gibi, okumak için de mutlaka yazı şart değildir.

Gözle müta laaya (okumaya), zihinden hatırlamaya okumak demek de mecazdır. Hakikaten kırâetin kemali ezbere okumaktır. Hz. Peygamber'in hadisinde söylendiği üzere yüzünden okumanın sevab ve fazileti, kavrama ve ezberlemeye vesile olmasından dolayıdır. Resulullah'ın k ırâati, yazıya ihtiyacı olmaksızın Allah tarafından kendine böyle inmiş olan Kur'ân'ı ezberinden en mükemmel şekilde okumaktır ki, kendi kendine veya namazda veya diğerlerine tebliğ için okumayı, okutmayı ve yazdırmayı kapsar. İşte eskiden hiç kitap okuma m ış, yazı yazmamış olan Ümmî Peygamber'e bu emir ile bir mu'cize olarak okunacak bir kitab verilmeye başlanmış ve kendisine yazmadan okuyacak okutacak, emir yoluyla yazdırtacak bir kırâet kudreti ihsan buyurmuştur. Buna besmele ile başlanması da emrolunmuş t ur. Ve bunun hikmeti, uluhiyet gereği olduğu da özellikle "senin Rabbin" izafeti ile anlatılmıştır. Hiç bir kitap okumadan ve kalem ile yazıyı bellemeden böyle bir kırâet mucizesi nasıl mümkün olur? gibi bir şüpheye meydan bırakılmaması için kalem işi n e kadar gelinmek üzere aşağıdaki gibi yaratıcılık vasfı (niteliği) ve yaratılışın başlangıcı ile uluhiyet hükmü hatırlatılarak ve açıklanarak buyuruluyor ki: O Rabb'in ki yarattı, yani olmayan şeyi yaratmak kendisinin vasfı olan, yahut seni ve her şeyi yaratan Rabb'inin ismiyle oku ki

2. O insanı bir kan

pıhtısından yarattı.

ALAK , aleka 'nın çoğulu olarak sayılmıştır. Beydâvî demiş ki: "İnsan" kelimesi, çoğul mânâsında olduğu için çoğul yapılmıştır. "Kamus" ve şerhlerinden anlaşıldığına göre aslında lügatta alek maddesi, yapışıp ilişmek mânâsına vaaz edilmiştir. Ve mutlak şekilde ilişken ve yapışkan nesneye de denir. Bundan her türlü kana ve kırmızı kana ve özellikle uyuşuk kana alek denilmiş. Kandan bir kısım olması itibariyle veya doğrudan doğruya ilişiklik mânâsı ile rahimdeki tutuğa da aleka denilmiştir. Yapışkanlığından dolayı sülük ve kuyu makarasına ve ipine ve makarasının iliştirilip ipi geçirilen takıntısına ve işlek yola da alek denilir . Bütün bunlar maddî mânâdır. Bunlar d an başka alek, ruhanî ve manevî olarak "alaka" gibi aşk ve sevgi mânâsına geldiği de lügatta açıklanmıştır.

Tefsir bilginleri, yaratılışın maddi yönünü göz önünde bulundurarak meni (sperma)nin aşılamasından sonra medana gelen kan pıhtısının çoğulu olmasıyla yetinmişler ve bunu en alçaktan en yükseğe yükselmeyi göstermek için açıkça anlaşılan mânâ olarak görmüşlerdir. Fakat manevî yönü de kapsamak üzere mutlak bir alaka, bir ilişik mânâsına müfred olarak düşünülmesine hem alekanın yaratılmasına da baş l angıç olan ve Rabbanî bir izafetten ibaret bulunan ruhî ilişiğe kadar insanın bütün yaratılışın başlangıçlarını kapsayan, hem de okunanın ruhî bir sevgi ve alaka ile takip edilmesi hususuna da açık faydalı bir uyarım olacağından dolayı daha ince, da h a derin, daha beliğ olur. Bu şekilde meâle şöyle demeli: "O, insanı bir ilişikten yarattı. Bununla beraber iki takdirde de kısaca mânâsı şudur: "Bir alakadan, yahut sırf bir ilişikten bir insan yaratan ve mutlak surette yaratmak kendinin şanı olan Rabb'in hiç okumamış olan kimseyi de böyle bir emir ile elbette okutur. Onun için oku!

3. Onun ismi ile "oku" tekrarı ifade eden bu ikinci emir okumak yeteneğinin tekrar ile meydana geleceğini uyarmak üzere birinci "oku"yu pekiştirmek için bir tekrar olduğu gibi, daha sonraki âyetlerden hareket ederek başkalarına tebliğ etmek veya yazdırmak için okumak üzere ikinci bir emir de olur. Bundan dolayı kalem ile yazı meselesi burada açık olarak anlatılarak, mümkün olup olmamakla ilgili sorunun çözümü, başlangı ç veya itiraziye (parantez içi) veya hal vavı ile şöyle tamamlanıyor. Ve Rabb'in sonsuz kerem sahibidir. mübteda, sıfatı haberdir. (el-Ekrem) haber, (ellezi) onun sıfatı olması da caizdir. İki durumda da müsned marife (belirli) olduğu için kasr (tahsis) vardır. Birinci tarz, sözün gelişine daha uygun ve peygamberlik ile lütuf ve ihsanda bulunmanın

kalem ile ikramda bulunmadan daha yüksek olduğunu anlatmada daha açıktır. Yani başkası değil, o her cömertten daha cömert olan Keremine, kerametine nihayet olmayan, karşılıksız, bedelsiz, korkusuz, endişesiz lütuf ve hilmi ile, sebepli veya sebepsiz, alışılmış ve alışılmamış cömertlik ve yardım ile nimet verip, ihsanda bulunan kerametler ve mucizeler bağışlayan ve gerçek kerim (cömert) yalnız ken d isi olan o yaratan ve sana ismi ile başlayarak okumayı emreden ancak Rabb'indir.

4. O kalem ile öğretendir. Kalem ile yazıyı öğreten, o vasıta ile ilim belleten de odur. Yoksa bir kan pıhtısından yaratılmış olan insanlar ne kalem bilirdi ne yazı.

5. O, insana bilmediği şeyleri öğretti. İnsanda olmayan kuvvetleri, yetenekleri, kabiliyetleri yaratarak ve deliller getirerek ve âyetler indirerek vehbî (Allah vergisi) olarak da öğretti. Çalışarak kazanma yoluyla da öğretti. İşte öyle sonsuz kerem sahibi olan Rabb'in sen hiç okumamışken, yalnız cömertliğinden sana Ledünnî (Allah tarafından ihsan edilen) bir ilim vererek böyle bir emir ile seni kaleme muhtaç etmeden de okutur, bilmediğin şeyleri bildirir ve bildirdi. Onun için sen de onun ismiyle bu Kur'ân ' ı oku, oku. Beydâvî der ki: Yüce Allah insanı en özel mertebelerden en yücesine nakleden ve nimetini ortaya koymakla Allah'lığını anlatmak ve cömertliğini gerçekleştirmek tarzında insanın başlangıç ve son durumunu sayarak bu şekilde önce Allah'ı tanımaya akıl yoluyla delalet edene işaret; ikinci olarak da işitme yoluyla delalet edene uyarıda bulunmuştur.

Doğrudan doğru yaratılışı incelemenin Allah'ı tanımaya delaleti akla dayanır. Okuma ve yazmada ise okuyan ve yazandan nakletme itibarıyla (Allah'ı tanımaya) işitmeye dayalı delaleti vardır. Bu şekilde Kur'ân akli delilleri de kapsamakla beraber onlar onun mânâsı olduğundan asıl kendi delaleti, sözle ve işitme yoluyla olan delalettir. Peygamber'in Allah'tan öğrenerek okuduğunu nakleder ve anlatır demek olur. Kur'ân'ın ilk inen âyetinin, böyle akıl ve işitmeye dayanan delili kapsayan, tekvinî (var etmeyle ilgili), teşriî (kanun yapmaya ait) emirlerle oku oku diyerek ve okumanın, yazmanın, ilmin öğretilmesi insana Allah'ın en büyük kereminden olduğunu hatırlatarak gelmesi elbette çok önemli ve çok dikkate değer. Burada Peygamber'in okumak için yazıya ihtiyacı olmadığı bildirilmekle beraber şüphe yok ki kalem ile öğretmenin de Allah'ın büyük bir ikramı olduğu açıklanmış ve böylece ümmet okuyup yazmaya teşvi k edilmiş ve özendirilmiştir. Şu kadar ki bunu anlatırken peygamberin yazı yazmaksızın okuması, kitap sahibi olması, hakkındaki Allah'ın keremini, yani peygamberlik

ve elçiliğini ispatlama görüşü açısından daha yüksek olduğu da ifade edilmiştir.

Nite kim bu mânâ, Ankebut Sûresi'nde "(Ey Muhammed!) Kur'ân'dan önce sen herhangi bir yazı okumuş değildin; onu elinle de yazmamıştın. Öyle olsaydı o iptalciler şüpheye düşerlerdi." (Ankebut, 29/48) âyetinde açıkça anlatılmıştır. Şu halde kalemin bu önemin i ifade eden âyeti ilk okuma emri ile beraber kabul eden peygamberin (s.a.v) bundan sonra kalem ile yazıyı da öğrenip yazması gerekmez miydi? sorusu sorulmaz. Gerçekten peygamberin kendi eliyle hiç yazı yazmadığı ve A'lâ Sûresi'nde "Sana Kur'ân'ı okuta c ağız (ve Allah dilemedikçe de) artık hiç bir şey unutmayacaksın." (A'lâ, 87/6) buyurulduğu üzere Allah tarafından okutulanı unutmayacağına dair kendisine güvence verildiğinden, ezberleme ve kavrama için de yazmaya ihtiyacı olmadığı, fakat indirilen (âyetl e r)i ümmetin ezberlemesi için vahy katiplerine okuyup yazdırdığı bilinmektedir. Acaba kendisi yazmamakla beraber yazılanı okumayı peygamberlikten sonra da bilmiyor muydu? Bu hususta da meşhur olanı, "hayır bilmiyordu". Çünkü Hudeybiye anlaşması belgesinde y azılan bir kelimeyi silmek için hangisi olduğunu Hz. Ali'ye sorduğu bilinmektedir. Bununla beraber "Şifa" ve "haşiyelerinde" anlatıldığı üzere sonradan katibi Hz. Muaviye'ye "Yani divite ham ipek koy, kalemi yan kes, ba'yı uzat, sin'i(n dişlerini) ayı r, mim'i köreltme, Allah (kelimesini) güzel yap, er-Rahmân'ı uzat er-Rahîm'i güzel yap (süsle)." meâlinde besmeleyi güzel yazmasını emr ve tarif ettiğine dair bazı hadislere göre yazıyı bildiği de söylenmiştir. Bunu özel bir vahiy ile söylemiş olması düşü n ülmekle beraber bu "oku" emrinden sonra yirmi üç sene Kur'ân'ı okumak ve yazdırmak vazifesi olmuş olan Hz. Peygamber'in bu müddet içinde yazıyı da bellemiş olması akla uzak değil, uygundur. Bu onun hiç okumamış, yazmamış ümmi iken Allah'ın emri ile okur peygamber olması mucizesine aykırı olmaz, yasaklanmış da değildir. Daha önce okumuş yazmış olsaydı "O vakit iptalciler şüpheye düşerlerdi." (Ankebut, 29/48) buyurulduğu üzere iptal ediciler onun Allah tarafından indirildiğinde şüphe edebilirler idiyse d e peygamberlikten sonra okur olması gibi yazıyı bilmesi de şüphe değil, vurgulama olur. Ve bu, âyetlerin teşvikine de yakışır. Fakat gerçekten fiili olarak yazmadığı ve başka kitap mütalaa etmediği kesindir.

6. "Hayır." Sûrenin bundan sonraki kısmının epeyce zaman sonra indiği anlaşılıyor. Ve inmesine sebep de Ebu Cehil olduğu rivayet ediliyor. Bu arada Buhari ve Tirmizi'de İbnü Abbas'tan rivayet edildiği üzere: "Eğer Muhammed'i Kabe'de namaz kılarken görürsem boynunu çiğnerim." demişti. Bu sebe p le ile sakındırma, her şeyden önce ona ait olmak üzere öyle azgın kâfir insana hitapdır. Çünkü başında görünürde azarlama ve yasak etmeyi yönlendirecek bir şey yoktur, denilmiş. Bu şekilde sûrenin baş tarafına bağlanmamış, Ebu Cehil'in sözünü redde d erek hitap ona yönelmiş oluyor. Bu ise görünüre aykırıdır. Kur'ân'da bazen sağa, bazen sola hitabı çeşitlendirme üslubu çoktur. Bu sûrede lerle de birkaç defa ahenkli bir şekilde yapılmış ise de, kendinden öncekine bir bağlantıyı gerektiren bu ile ü s lub çeşitliliği belli olmuyor. Onun için bazıları da burada "Kella" yasak etmek için değil, "gerçekten" mânâsına olarak sonrasını pekiştirmek içindir. Hitap, yine peygamberedir, demişler. Bizim anladığımıza göre hitabın ilk önce Resulullah'a olması açık, " kellâ"nın da kendinden önceki âyetleri tekrar tekrar okuma emirlerini zıddından caydırma ve sakındırma ile emri takviye olması nazmın ahengi itibariyle de uygun olduğundan mânâsının şu olması gerekir: "Sakın okumamazlık etme ey Muhammed!" Çünkü insanoğl u muhakkak azıyor, azar, haddini aşar, hakka karşı gelir, halka zarar verir,

7. kendini zengin görünce, kendini artık ihtiyacı yokmuş, maksada ermiş, zenginlik mertebesine gelmiş görmek, o görüş ve inançta bulunmak sebebiyle azar, onun için hiçbir zama n kendini zengin görme de Rabb'inin ismiyle oku, tekrar tekrar oku, emirlerini yerine getir.

8. Çünkü haberin olsun ki sonunda dönüş elbette Rabb'inedir.

RUC'A , "büşrâ" ölçüsünde dönme mânâsına masdardır. Yani dönüş onadır. Ondan kurtuluş yoktur. Onun için hangi basamakta olursa olsun kendini zengin görmemeli, azgınlıktan sakınmalıdır. Bu hitap da Resulullah'adır. Bununla beraber esas maksat, kendini zengin gören ve azgınlık edenleri uyarmaktır. Onun için âyetin inme sebebi olan kendini zengin g ören azgının azgınlığı bir misal halinde gösterilerek buyuruluyor ki:

9. "Gördün mü?". Yukarılarda geçtiği üzere gerek bir mef'ule geçişli (müteaddî) olan görmek veya görüş sahibi olmaktan, gerekse iki mef'ulüne geçişli (müteaddî) olan ilim mânâsından gördün mü? Gördün ha, baksana ha, bilesin ha, anladın ha gibi dikkati çeken bir hitap ile ne dersin? Görüşün, fikrin,

bilgin ne ise bana haber ver! demek mânâsına kullanılır bir sorudur ki, çoğunlukla maksat gerçekten soru ve haber alma olmayıp sorulan duruma dikkati çekmekle bir kınama veya azarlama veya şaşırtma olur. Onun için biz de yerine göre gördün mü? Ne dersin? Söyle bakalım? Baksana ha diye tercüme edegeldik. Burada üç vardır. Tefsir bilginleri bunların tefsirinde birçok görüşler açıklamışlardır:

Birincisi; hepsinin de aynı muhataba, yani özel hitap ile Peygamber'e ve genel hitap ile insana yönelik olması olabildiği gibi, iki tarafın arasında bir muhakeme (yargılama) veya bir hitabet üslubu ile sağa sola çeşitli şekillerde hitap etmesi de olabilir ve daha mânâlıdır. Bu birincinin, önce Hz. Peygamber'e hitap olduğu açıktır. Dolayısıyla da hitap şanından olan herkese hitap olur. Bunda bir azgını suçüstü halinde sakındırarak gördün mü? Baksana ha şuna, kendini zengin saydığı için nasıl azgınlık ediyor? diye kötüleyerek Peygamber'e ve dolayısıyla insanlığa bir gösterme ve teşhir etme vardır. Yani ey Muhammed! Yahut ey insan baksana! O engelleyen azgına, bir kulu namaz kıldığında. Namaz kılan bir kulu özellikle namaz kıldığı sırada engell e mek ne büyük cür'et, ne büyük azgınlıktır! İşte bu, o engellemeyi kendini zengin gördüğünden dolayı yapıyor. Kırâetten (okumadan) bahs edilirken namaza geçilmesi onda kırâetin bir rükün olması ve namazın bütün ibadetlere esas ve dinin direği bulunmasından dolayıdır. Ve bu gösteriyor ki bu âyetlerin inmesi namazın farz kılınmasından sonradır. İbn Atiyye'nin açıklamasına göre; burada namaz kılan bir âbid (ibadet eden) den maksat Resulullah, engel olan da Ebu Cehil olduğunda tefsir bilginleri ihtilafa düşmem i şlerdir. Ahmed, Müslim, Nesaî ve daha başka hadisçilerin Ebu Hureyre'den rivayetlerinde: "Ebu Cehil, Resulullah namaz kılarken görürse muhakkak boynunu çiğneyip yüzünü sürteceğine dair Lat ve Uzza'ya yemin etmiş, sonra da Resululah namaz kılarken dediğini yapmak için varmış, fakat birdenbire arkasına dönmüş elleriyle korunarak çekilmiş, "ne oldu sana?" denildiğinde, onunla benim aramda ateşten bir hendek, bir korku ve bir takım kanatlar var, demiş. Resulullah da "Bana yaklaşsaydı melekler onu parça parça ederlerdi." buyurmuş. Allah Teâlâ da 'dan sûrenin sonuna kadar indirmiştir. Tirmizî'nin rivayetinde de peygamber (s.a.v.) namaz kılarken Ebu Cehil, "Ben seni bundan alıkoymadım mı?" diyerek varmıştır. Ümeyye b. Halef Selman'ı namazdan

alıkordu diye Hasan'dan rivayet edilen haber sahih olamaz. Çünkü Selman'ın müslüman olması, hicretten sonra Medine'de olduğunda ihtilaf yoktur. Eğer Selman'dan başka Bilal ve diğerleri gibi biri hakkında olmuş ise âyetin hükmü genel olduğu için onu ve benzerlerini de kaps a yacağında şüphe yoktur. Ebu Hayyân'ın nakline göre Tebrizî demiş ki: "Burada namazdan maksat, öğle namazıdır." Denilmiştir ki bu, İslâm'da cemaatle kılınan ilk namazdır. Ebu Bekir, Ali ve ilk müslümanlardan bir cemaat beraberdi. Bunlar, namaz kılarlarken E bu Talib, oğlu Caferle beraber uğramıştı. Ona: "Haydi amcanın oğlunun yanında sende kıl dedi." ve kendisi sevinerek gitti ve Ebu Talib şu beyitleri söylüyordu:

"Ali ve Cafer benim güvendiklerimdirler,

Zamanın sıkıntısı ve şiddeti esnasında,

Vallahi ben o peygamberi yardımsız bırakmam,

Benim soyumdan olan da bırakmaz.

Bırakmayın, yardım edin oğluna amucanızın,

Amcalarınız arasından ana-baba bir kardeşimin."

Resulullah da bununla sevinmişti. Alûsî der ki: Bunun üzerinde düşünmek gerekir. Çünkü namaz, hiç ihtilafsız İsra gecesinde farz kılınmıştır. İsra'nın hicretten bir sene önce olduğunda da İbnü Hazm, icma olduğunu iddia etmiştir. İbn Faris de hicretten bir sene ve üç ay önce olduğunu kesinlikle i f ade etmiştir. Suddî de bir sene ve beş ay demiştir. Ebu Talib'in vefatı ise hicretten üç sene kadar öncedir. Çünkü onun ölümü Hz. Hatice'nin vefatından üç veya beş gün öncedir. Onun vefatı ise, Hz. Peygamber'in peygamber olarak gönderilmesinden on sene s o nradır. Şu halde Ebu Talib, namazın farz kılınışına kavuşmuştur. Her ne kadar Kadı İyâz Zürrî'den İsra'nın peygamberin gönderilmesinden beş sene sonra olduğunu nakletmiş, Nevevî ve Kurtubî de bu görüşü tercih etmişlerse de bu görüş tenkid edilmiştir.

Fakat, Alûsî'nin bu itirazını biz uygun görmüyoruz. Çünkü İsra'da farz kılınan mutlak namaz değil, beş vakit namazdır. Bundan dolayı ondan önce Müzzemmil Sûresi tefsirinde geçtiği üzere gece namazının farz olması gibi bir öğle namazının da farz kılınmış o l masına aykırı düşmez. Kaldı ki, yukarıda zikredilen rivayette öğle namazı denilmiş, farz olduğu açıkça ifade edilmemiştir. Hz. Ömer'in müslüman olması ilk olarak açıkça kılındığı rivayet olunan namazın da bu olması gerekir. Ancak bu âyetin inme sebebi ola n olaydaki namaz öğle namazı olsa bile âyette de kasdedilen yalnız o namazdır demek doğru olmaz. Çünkü âyet kayıtsızdır. Şeriata uygun olan herhangi bir namazı kapsar. Gerek farz ve gerek nafile herhangi bir namazı yasaklamak, namazdan alıkoymak olması iti b arıyla bu azgınlık hükmüne dahildir. Ancak asıl yasak, namazın kendisinden dolayı değil de, namazla ilgili şartlardan biri itibarıyla olsa o vakit caiz olabilir. Mesela kerahet vaktinde veya gasbedilmiş bir yerde namaz kılmayı yasaklamak bu hükme girmez. Ç ünkü bunları yasaklamak, namazın kendisinden değil, namazın şartlarından olan zaman ve yerden dolayıdır. Bununla beraber bazıları ihtiyatlı davranarak bu gibi durumlarda bile yasaktan sakınmış ve yalnız doğruyu açıklamakla yetinmişlerdir. Nitekim rivayet e diliyor ki: "Hz. Ali (r.a.) namazgâhta Bayram namazından önce namaz kılan bazı kimseleri gördüğü zaman Resulullah'ı böyle yaparken görmedim, demiş." Öyle ise neden yasaklamıyorsun denilmesine karşı da uyarması altına girmekten korkarım. Diğer bir rivay e tte de bir kulu namaz kılarken yasaklamayı istemem, fakat onlara Resulullah'tan gördüğümü söylerim demiştir. Yine bu nükte iledir ki İmam-ı Azam Ebu Hanife (r.a.) Hazretleri, kendisine İmam Ebu Yusuf: "Namaz kılan rüku'dan başını kaldırırken "Rabbim b e ni bağışla" der mi? diye sorduğu zaman "Rabbimiz sana hamd olsun" der, diye cevap vermiş, açıkça "hayır demez!" dememiştir. Diğer ibadetlerden alıkoymak da namazdan alıkoymaya kıyas olunur. Bu konuda sözlü yasaklama ile fiilî yasaklama ve tavırla yasa k lama arasında fark da yoktur. Bir insanı meşgul ederek namazdan, ibadetten alıkoymak da bu hükme girer. O da Ebu Cehil davranışıdır.

10. "Gördün mü?". Yukarılarda geçtiği üzere gerek bir mef'ule geçişli (müteaddî) olan görmek veya görüş sahibi olmaktan, gerekse iki mef'ulüne geçişli (müteaddî) olan ilim mânâsından gördün mü? Gördün ha, baksana ha, bilesin ha, anladın ha gibi dikkati çeken bir hitap ile ne dersin? Görüşün, fikrin,

bilgin ne ise bana haber ver! demek mânâsına kullanılır bir sorudur ki, çoğunlukla maksat gerçekten soru ve haber alma olmayıp sorulan duruma dikkati çekmekle bir kınama veya azarlama veya şaşırtma olur. Onun için biz de yerine göre gördün mü? Ne dersin? Söyle bakalım? Baksana ha diye tercüme edegeldik. Burada üç vardır. Tefsir bilginleri bunların tefsirinde birçok görüşler açıklamışlardır:

Birincisi; hepsinin de aynı muhataba, yani özel hitap ile Peygamber'e ve genel hitap ile insana yönelik olması olabildiği gibi, iki tarafın arasında bir muhakeme (yargılama) veya bir hitabet üslubu ile sağa sola çeşitli şekillerde hitap etmesi de olabilir ve daha mânâlıdır. Bu birincinin, önce Hz. Peygamber'e hitap olduğu açıktır. Dolayısıyla da hitap şanından olan herkese hitap olur. Bunda bir azgını suçüstü halinde sakındırarak gördün mü? Baksana ha şuna, kendini zengin saydığı için nasıl azgınlık ediyor? diye kötüleyerek Peygamber'e ve dolayısıyla insanlığa bir gösterme ve teşhir etme vardır. Yani ey Muhammed! Yahut ey insan baksana! O engelleyen azgına, bir kulu namaz kıldığında. Namaz kılan bir kulu özellikle namaz kıldığı sırada engellemek ne büyük cür'et, ne büyük azgınlıktır! İşte bu, o engellemeyi kendini zengin gördüğünden dolayı yapıyor. Kırâetten (okumadan) bahs edilirken namaza geçilmesi onda kırâetin bir rükün olma s ı ve namazın bütün ibadetlere esas ve dinin direği bulunmasından dolayıdır. Ve bu gösteriyor ki bu âyetlerin inmesi namazın farz kılınmasından sonradır. İbn Atiyye'nin açıklamasına göre; burada namaz kılan bir âbid (ibadet eden) den maksat Resulullah, en g el olan da Ebu Cehil olduğunda tefsir bilginleri ihtilafa düşmemişlerdir. Ahmed, Müslim, Nesaî ve daha başka hadisçilerin Ebu Hureyre'den rivayetlerinde: "Ebu Cehil, Resulullah namaz kılarken görürse muhakkak boynunu çiğneyip yüzünü sürteceğine dair Lat v e Uzza'ya yemin etmiş, sonra da Resululah namaz kılarken dediğini yapmak için varmış, fakat birdenbire arkasına dönmüş elleriyle korunarak çekilmiş, "ne oldu sana?" denildiğinde, onunla benim aramda ateşten bir hendek, bir korku ve bir takım kanatlar var, d emiş. Resulullah da "Bana yaklaşsaydı melekler onu parça parça ederlerdi." buyurmuş. Allah Teâlâ da 'dan sûrenin sonuna kadar indirmiştir. Tirmizî'nin rivayetinde de peygamber (s.a.v.) namaz kılarken Ebu Cehil, "Ben seni bundan alıkoymadım mı?" diyer e k varmıştır. Ümeyye b. Halef Selman'ı namazdan

alıkordu diye Hasan'dan rivayet edilen haber sahih olamaz. Çünkü Selman'ın müslüman olması, hicretten sonra Medine'de olduğunda ihtilaf yoktur. Eğer Selman'dan başka Bilal ve diğerleri gibi biri hakkında olmuş ise âyetin hükmü genel olduğu için onu ve benzerlerini de kapsayacağında şüphe yoktur. Ebu Hayyân'ın nakline göre Tebrizî demiş ki: "Burada namazdan maksat, öğle namazıdır." Denilmiştir ki bu, İslâm'da cemaatle kılınan ilk namazdır. Ebu Bekir, Ali ve il k müslümanlardan bir cemaat beraberdi. Bunlar, namaz kılarlarken Ebu Talib, oğlu Caferle beraber uğramıştı. Ona: "Haydi amcanın oğlunun yanında sende kıl dedi." ve kendisi sevinerek gitti ve Ebu Talib şu beyitleri söylüyordu:

"Ali ve Cafer benim güvendiklerimdirler,

Zamanın sıkıntısı ve şiddeti esnasında,

Vallahi ben o peygamberi yardımsız bırakmam,

Benim soyumdan olan da bırakmaz.

Bırakmayın, yardım edin oğluna amucanızın,

Amcalarınız arasından ana-baba bi r kardeşimin."

Resulullah da bununla sevinmişti. Alûsî der ki: Bunun üzerinde düşünmek gerekir. Çünkü namaz, hiç ihtilafsız İsra gecesinde farz kılınmıştır. İsra'nın hicretten bir sene önce olduğunda da İbnü Hazm, icma olduğunu iddia etmiştir. İbn Faris de hicretten bir sene ve üç ay önce olduğunu kesinlikle ifade etmiştir. Suddî de bir sene ve beş ay demiştir. Ebu Talib'in vefatı ise hicretten üç sene kadar öncedir. Çünkü onun ölümü Hz. Hatice'nin vefatından üç veya beş gün öncedir. Onun vefatı i se, Hz. Peygamber'in peygamber olarak gönderilmesinden on sene sonradır. Şu halde Ebu Talib, namazın farz kılınışına kavuşmuştur. Her ne kadar Kadı İyâz Zürrî'den İsra'nın peygamberin gönderilmesinden beş sene sonra olduğunu nakletmiş, Nevevî ve Kurtubî d e bu görüşü tercih etmişlerse de bu görüş tenkid edilmiştir.

Fakat, Alûsî'nin bu itirazını biz uygun görmüyoruz. Çünkü İsra'da farz kılınan mutlak namaz değil, beş vakit namazdır. Bundan dolayı ondan önce Müzzemmil Sûresi tefsirinde geçtiği üzere gece namazının farz olması gibi bir öğle namazının da farz kılınmış olmasına aykırı düşmez. Kaldı ki, yukarıda zikredilen rivayette öğle namazı denilmiş, farz olduğu açıkça ifade edilmemiştir. Hz. Ömer'in müslüman olması ilk olarak açıkça kılındığı rivayet olu n an namazın da bu olması gerekir. Ancak bu âyetin inme sebebi olan olaydaki namaz öğle namazı olsa bile âyette de kasdedilen yalnız o namazdır demek doğru olmaz. Çünkü âyet kayıtsızdır. Şeriata uygun olan herhangi bir namazı kapsar. Gerek farz ve gerek naf i le herhangi bir namazı yasaklamak, namazdan alıkoymak olması itibarıyla bu azgınlık hükmüne dahildir. Ancak asıl yasak, namazın kendisinden dolayı değil de, namazla ilgili şartlardan biri itibarıyla olsa o vakit caiz olabilir. Mesela kerahet vaktinde veya gasbedilmiş bir yerde namaz kılmayı yasaklamak bu hükme girmez. Çünkü bunları yasaklamak, namazın kendisinden değil, namazın şartlarından olan zaman ve yerden dolayıdır. Bununla beraber bazıları ihtiyatlı davranarak bu gibi durumlarda bile yasaktan sakınmış ve yalnız doğruyu açıklamakla yetinmişlerdir. Nitekim rivayet ediliyor ki: "Hz. Ali (r.a.) namazgâhta Bayram namazından önce namaz kılan bazı kimseleri gördüğü zaman Resulullah'ı böyle yaparken görmedim, demiş." Öyle ise neden yasaklamıyorsun denilmesin e karşı da uyarması altına girmekten korkarım. Diğer bir rivayette de bir kulu namaz kılarken yasaklamayı istemem, fakat onlara Resulullah'tan gördüğümü söylerim demiştir. Yine bu nükte iledir ki İmam-ı Azam Ebu Hanife (r.a.) Hazretleri, kendisine İmam Ebu Yusuf: "Namaz kılan rüku'dan başını kaldırırken "Rabbim beni bağışla" der mi? diye sorduğu zaman "Rabbimiz sana hamd olsun" der, diye cevap vermiş, açıkça "hayır demez!" dememiştir. Diğer ibadetlerden alıkoymak da namazdan alıkoymaya kıyas olun u r. Bu konuda sözlü yasaklama ile fiilî yasaklama ve tavırla yasaklama arasında fark da yoktur. Bir insanı meşgul ederek namazdan, ibadetten alıkoymak da bu hükme girer. O da Ebu Cehil davranışıdır.

11. Baksana. Yani bak, gör, düşün bil de haber ver, bakalım ne dersin? "Ya o kul doğru yolda olur, yahut kötülüklerden sakınmayı emrederse". Bu şart cümlesi olduğu için cevabı hazfedilmiştir. fiillerindeki gizli zamirler "abd=(kul)a da, yasaklayana da ait olabilir. Ve ona

göre hitabı da onun karşılığına yönelik olur. Kula ait olduğu takdirde hitap, yasaklayana çevrilmekle telvin edilmiş olur ki bu daha nüktelidir. Mânâ şu olur: "Düşünsene! Ey namaz kılan bir kulu alıkoyan azgın insan! Eğer o kul hidayet, doğruluk, hak üzere gitse yahut onunla beraber daha yükselerek diğerlerine de takva ile, Allah'tan korkup fenalıktan sakınmakla emretse ne olur? Fena mı olur? Sen onu Allah'ın iyi, kötü her şeyi gördüğünü bilmez de senin yasağını dinler mi sanıyorsun?" Zamir yasaklayana ait olduğu takdirde is e hitap, yine önceki üsluba uygun olarak kula yönelik olup mânâ şu olur: "Ey o okumakla emredilip de namaz kılan kul! Ey Muhammed! O namazdan alıkoyan bu azgın insanı gördün ha, şimdi şunu bir düşün: Eğer öyle azgınlık etmeyip de hakk ve hidayet üzere gits e, yahut namazdan alıkoyacağına Allah korkusu ile korunmayı emretse ne iyi olurdu. O hâlâ Allah'ın görüyor olduğunu bilmedi değil mi?

12. Baksana. Yani bak, gör, düşün bil de haber ver, bakalım ne dersin? "Ya o kul doğru yolda olur, yahut kötülüklerden sakınmayı emrederse". Bu şart cümlesi olduğu için cevabı hazfedilmiştir. fiillerindeki gizli zamirler "abd=(kul)a da, yasaklayana da ait olabilir. Ve ona

göre hitabı da onun karşılığına yönelik olur. Kula ait olduğu takdirde hitap, yasaklayana çevrilmekle telvin edilmiş olur ki bu daha nüktelidir. Mânâ şu olur: "Düşünsene! Ey namaz kılan bir kulu alıkoyan azgın insan! Eğer o kul hidayet, doğruluk, hak üzere gitse yahut onunla beraber daha yükselerek diğerlerine de takva ile, Allah'tan korkup fe n alıktan sakınmakla emretse ne olur? Fena mı olur? Sen onu Allah'ın iyi, kötü her şeyi gördüğünü bilmez de senin yasağını dinler mi sanıyorsun?" Zamir yasaklayana ait olduğu takdirde ise hitap, yine önceki üsluba uygun olarak kula yönelik olup mânâ şu olu r: "Ey o okumakla emredilip de namaz kılan kul! Ey Muhammed! O namazdan alıkoyan bu azgın insanı gördün ha, şimdi şunu bir düşün: Eğer öyle azgınlık etmeyip de hakk ve hidayet üzere gitse, yahut namazdan alıkoyacağına Allah korkusu ile korunmayı emretse ne iyi olurdu. O hâlâ Allah'ın görüyor olduğunu bilmedi değil mi?

13. "Gördün mü?" Bunda da iki yorum ihtimali vardır ve peygambere hitap olduğuna göre şöyle demek olur: "Baksana ha, yahut gördün ha ey Muhammed! Sen doğru olduğun, hakkı söylediğin halde eğer o namazdan alıkoyan azgın yalanlıyor, inanmıyor, ve (öyle yalanlamakla, imansızlıkla) haktan yüz çeviriyor, tersine gidiyorsa iyi mi olur? (Namazı) yasaklayan azgına hitap olduğuna göre de şöyle demek olur: "Baksana ha, ey o kulu namazdan alı k oyan azgın! Eğer o kul senin yasaklamanı dinleyip hakkı yalanlarsa, namaz kılmayıp tersine hareket ederse iyi mi olur?

14. Allah'ın her şeyi mutlaka gördüğünü bilmez mi? Sonra kendisine varılacak olan Allah mutlaka doğruyu da, eğriyi de, iyiyi de, kötüyü de hepsini görür ve herkesin ameline göre cezasını verir. Bu zamiri de hitabının karşılığına ait olarak bir bakıma e bir bakıma da yasaklayana işaret eder. Hitap, yasaklayana olduğu durumda zamir, e işaret ederek istifham-ı inkarî (olumsuz soru) olarak: O kul Allah'ın her şeyi gördüğünü bilir. Senin yasaklamanı dinlemez ey azgın! demek olur. Hitap, peygambere olduğu durumda da zamir, yasaklayana işaret edip istifham-ı takdirî (cevabı ikrar ettirmek için soru sorma) olarak: "O azgın hala bi l medi mi? Hala bilmediyse bilsin ki Allah her iki takdirde de hepsini görüp duruyor ey Muhammed! demek olur. Ve ikisinde de o azgına tehdidi ifade eder. "Keşşaf'ın dediği gibi iki şartın ikisinde de cevabı yapmak caiz olsa bile sözün başlangıç cümlesi olma s ı daha uygundur.

15 "Hayır" o azgının durumunu reddetmek ve ondan sakındırmak mânâsınadır. Yani gerçek, onun zannettiği gibi değil, sakın yemin için hazırlık yapma

içindir. Yani uluhiyet şanına yemin olsun, celalim hakkı için eğer "O azgın vazgeçmezse", o kendini zengin görmekle azgınlıktan, o yasaklamadan vazgeçip akıllanmazsa "sürükleriz"; tenvin, pekiştirmek için olan hafifletilmiş nundan (değiştirilerek) elde edilmiştir, demektir. Çünkü fiile tenvin bitişmez.

SEF' , şiddetle tutup çekmektir. Yani muhakkak yakalayıp sürükleyeceğiz elbet o nasiyeyi (perçemi) yahut perçemi ile.

NASİYE; bilindiği gibi alındaki saç, perçem demektir. Onun bittiği alına, yani alnın üstünde başın ön tarafına da denilir. Burada maksat, baştan ve dolayısıyla şahıstan kinayedir. Onun için şu bedel ile açıklanıyor: Yalancı, cani bir nasiyeyi. Bu bedelin nekire (belirsiz) olarak getirilmesi, perçemi genelleştirerek benzerlerini de âyetin kapsamına almak içindir. ile vasfedilmesi de hem belirsiz bir kelimenin marife (belirli) kelimeye bedel olmasını düzeltmek, hem sürüklenmenin sebebini açıklamak, hem de sürüklenecek perçemden maksat, bizzat şahsın kendisi olduğunu açıklamaktır. Bununla beraber kinaye, gerçeğin de kasdedilmesine engel olmaz.

.

16. "Hayır" o azgının durumunu reddetmek ve ondan sakındırmak mânâsınadır. Yani gerçek, onun zannettiği gibi değil, sakın yemin için hazırlık yapma

içindir. Yani uluhiyet şanına yemin olsun, celalim hakkı için eğer "O azgın vazgeçmezse", o kendini zengin görmekle azgınlıktan, o yasaklamadan vazgeçip akıllanmazsa "sürükleriz"; tenvin, pekiştirmek için olan hafifletilmiş nundan (değiştirilerek) elde edilmiştir, demektir. Çünkü fiile tenvin bitişmez.

SEF' , şiddetle tutup çekmektir. Yani muhakkak yakalayıp sürükleyeceğiz elbet o nasiyeyi (perçemi) yahut perçemi ile.

NASİYE; bilindiği gibi alındaki saç, perçem demektir. Onun bittiği alına, yani alnın üstünde başın ön tarafına da denilir. Burada maksat, baştan ve dolayısıyla şahıstan kinayedir. Onun için şu bedel ile açıklanıyor: Yalancı, cani bir nasiyeyi. Bu bedelin nekire (belirsiz) olarak getirilmesi, perçemi genelleştirerek benzerlerini de âyetin kapsamına almak içindir. ile vasfedilmesi de hem belirsiz bir kelimenin marife (bel i rli) kelimeye bedel olmasını düzeltmek, hem sürüklenmenin sebebini açıklamak, hem de sürüklenecek perçemden maksat, bizzat şahsın kendisi olduğunu açıklamaktır. Bununla beraber kinaye, gerçeğin de kasdedilmesine engel olmaz.

17. O vakit o, taraftarla rını çağırsın".

NADİ , halkın danışma v.s. gibi bir şey için konuşmak üzere bir yere toplanmaları mânâsına nedve'den gelir. Nitekim İslâm'dan önce Mekke'de Kureyşin toplandığı parlamento binasına "Darü'n-nedve" denilirdi. Nadi orada ve o gibi yerlerde toplanan heyettir ki eğlence meclisi, meclis, mahfel, kongre, parlamento terimleri gibidir. Yeni Türkçe'de bu gibi büyük toplantılara eski bir terim ile kurultay denilmesi yaygın olduğu için "kurultayını çağırsın" diye tercüme edilmesi zamanımız şivesine daha uygun gelir. Tirmizî'de rivayet olunduğu üzere Ebu Cehil, kurultayca çoğunluğun kendisinin olduğunu söylediğinden dolayı da bu âyetle ona işaret edilmiş ve şu cevapla karşılanmıştır:

18. "Biz zebanileri çağıracağız." ZEBANİ, ZEBANİYE, azab meleklerine isim olmuştur. Demişlerdir ki esas lugatte, şurta yani zabıta kuvveti demektir. Kelime olarak çoğuldur. Bazıları, Abadid (dağılan askerler, tepeler) aynı kelimeden tekili yoktur, demişler. Bazıları da tekili zibniyye, yahut zi b nidir demişler ki itme mânâsına gelen zebne nisbet demektir. Buna göre çoğulunda zebaniyye nın şeddeli kılınması ile olması gerekirse de hafifletilmiş demektir. Bu zebanilerin çağırılmalarından anlaşılır ki o yalancı cinayetçi

perçem Cehennem'e sürüklenecektir.

19. Sakın. Sakındırma üzerine sakındırmadır. Ona itaat etme! Öyle kendini zengin gören, yalancı, cinayetkâr, namazdan alıkoyar azgını dinleme! Rabbine itaat etmekle okutmakta sebat eyle, ve secde et. Rabbinin emrine boyun eğmekle oku ve secdeye devam et ve yaklaş. Secde ile, namaz ile ve yakınlığa sebep olan diğer ibadet ve kulluk ile kulluk ederek biz Rabbine yaklaş. Çünkü sahih hadiste belirtildiği üzere "Kulun Rabb'ine en yakın olabileceği durum secde ederkendir." Bir kudsi had i ste de "Kul bana nafile ibadetlerle devamlı yaklaşır. O derece ki nihayet ben onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, duyduğu kalbi olurum. Benimle işitir, benimle görür, benimle duyor." buyurulmuştur. Burada secdenin yukarıdaki namaz karinesi (ipucu) ile n a maz mânâsına olması da ihtimal dahilinde ise de gerçek mânâsı üzere özellikle kendi mânâsında olması daha açıktır. Çünkü "yaklaş", namaz ve insanı Allah'a yaklaştıran diğer ibadet çeşitlerini kapsar. Secdenin ayrıca özelleştirilmesi hadisi gereğince önemini açıkça ifade eder. Çünkü secde bütün yakınlığın esası olan boyun eğme ve teslimiyetin en mükemmel şeklidir. Buhari ve Müslim'de sabit olduğu üzere Peygamber (s.a.v.) de ve bu sûrede tilavet secdesi yapmıştır. Biz de okuyalım, Allahu ekber deyip s ecdeye kapanalım ve Allah'a yavaş yavaş yaklaşmağa çalışalım. Nihayet en son dönüş O'nadır.

ALAK SÜRESİ(Muhammed ESED)

Bu surenin ilk beş ayeti, tartışmasız bir şekilde, Kur’an vahyinin başlangıcını teşkil etmektedir. Kesin tarihini tesbit etmek mümkün değilse de, bütün otoriteler, bu beş ayetin hicretten önce onüçüncü yılda (ki miladî Temmuz veya Ağustos 610 tarihine tekabül etmektedir) Ramazan ayının son on günü içinde nazil olduğunda hemfikirdir. Muhammed (s) o zaman kırk yaşlarındaydı. Hayatının o döneminde “yalnızlık ona cazip geliyordu ve [Mekke yakınındaki] Hira Dağı mağarasında inzivaya çekiliyor, uzun tefekkür ve dualarla kendini ibadete veriyordu” (Buhârî). Bir gece âniden Vahiy Meleği yanında belirdi ve ona “Oku!” dedi. Muhammed (s), ilkin gerçek bir metni okumasının istendiğini zannetti -ki ümmî olduğundan o talebi yerine getirmesi mümkün değildi. Bu nedenle “Ben okuyamam!” dedi. Bunun üzerine, kendi sözleriyle: “Melek beni yakaladı ve kendine çekti, öyle ki bütün gücüm kaybolup gitti; sonra beni bıraktı ve ‘Oku!’ dedi. Ben: ‘Okuyamam’ diye cevap verdim. Sonra beni yeniden yakaladı ve kendine çekti; sonra beni bıraktı ve dedi: ‘Oku!’ -ben [tekrar] cevap verdim: ‘Okuyamam ...’ Sonra beni üçüncü defa yakaladı ve kendine çekti ve tekrar bıraktı ve dedi: ‘Oku, Yaratan Rabbin adına -insanı bir yumurta hücresinden yaratan! Oku, çünkü Rabbin sonsuz kerem sahibidir...’” Böylece Muhammed (s), anî bir aydınlanma ile, “okumaya”, yani Allah'ın insana mesajını almaya ve anlamaya çağrıldığını farketti.
Yukarıdaki alıntılar, Sahîh-i Buhârî'nin giriş bölümünü oluşturan Bed’u'l-vahy bölümünün üçüncü Hadisinden yapılmıştır. Bu Hadisin hemen hemen aynısı, Buhârî'nin başka iki yerinde daha ve Müslim, Neseî ve Tirmizî'de de bulunabilir.
Bu surenin 6-19. ayetleri nisbeten daha sonraki tarihlere aittir.

1 OKU1 yaratan Rabbin adına, 2 insanı bir yumurta hücresinden yaratan!2
3 Oku, çünkü Rabbin Sonsuz Kerem Sahibidir, 4 [insana] kalemi kullanmayı öğretendir, 5 insana bilmediğini belleten!3
6 Gerçek şu ki insan fütursuzca azar, 7 ne zaman kendini yeterli görse: 8 oysa, herkes eninde sonunda Rabbine dönecektir.4
9 HİÇ düşündün mü şu engellemeye kalkışanı 10 [Allah'ın] bir kulu(nu) namazdan?5
11 Hiç düşündün mü o doğru yolda mıdır, 12 ya da Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle yüklü mü?6
13 Hiç düşündün mü onun hakikati yalanla[ma]yabileceğini ve sırtını [ona] dön[mey]ebileceğini?7
14 O bilmez mi ki Allah [her şeyi] görür?
15 Hayır, eğer vazgeçmezse, onu alnından8 tutup sürükleyeceğiz, 16 o yalancı, isyankar alnından! 17 Bırak, kendi aklının [asılsız, düzmece] tavsiyelerini9 [yardımına] çağırsın, 18 [o zaman] Biz de semavî azap güçlerini çağırırız!
19 Hayır, ona kulak verme, ama [Allah'ın huzurunda] yere kapan ve [O'na] yakınlaş!

DİPNOTLAR
1 Zımnen, “bu ilahî kelâmı”. İkra’ emri, “oku” yahut “telaffuz et/dile getir” olarak çevrilebilir. Birinci çeviri, bana göre, bu bağlamda daha tercihe şayandır; çünkü “telaffuz etmek/dile getirmek” kavramı, yalnızca o anda yazılı olan veya hafızada bulunan bir şeyi -anlayarak veya anlamadan- dil ile söylemeyi ifade eder; oysa “okumak”, bir dış kaynaktan, burada Kur’an mesajından, alınan sözleri veya düşünceleri, yüksek sesle olsun veya olmasın, ama anlamak niyetiyle bilinçli olarak zihnine nakşetmeyi ifade eder.
2 Bu iki ayette geçen haleka fiilinin geçmiş zaman halinde kullanılması, ilahî yaratma fiilinin (halk) sürekli tekrarlanmakta olduğunu göstermek içindir. Dikkati çeken bir husus da, bu ilk Kur’an vahyinin, insanın bir yumurta hücresinden -yani, döllenmiş bir yumurtacıktan- embriyonik bir gelişme göstermesine işaret etmesi ve böylece insanın biyolojik kökeninin ilkelliği ve basitliği ile zihnî ve ruhî potansiyelinin zıtlığını vurgulamasıdır: hayatın yaratılışının gerisinde bulunan bilinçli bir planın ve amacın varlığına işaret eden bir zıtlık.
3 “Kalem”, burada yazma sanatının veya, daha spesifik olarak, yazı yoluyla kaydedilen bütün bilgilerin sembolü olarak kullanılmıştır: ve bu, 1. ve 3. ayetlerin başındaki “Oku!” sembolik çağrılarını da açıklamaktadır. İnsanın, düşüncelerini, tecrübelerini ve kavrayışlarını, yazılı kayıtlar aracılığıyla bireyden bireye, kuşaktan kuşağa ve bir kültür çevresinden diğerine aktarması yeteneği, insan bilgisinin toplamına bir birikim karakteri kazandırır; ve Allah vergisi yetenek sayesinde her birey, insanlığın kesintisiz bilgi birikiminden şu veya bu yolla yararlandığından, burada, tek tek bireylerin kendi başlarına bilmedikleri -ve aslında bilemiyecekleri- şeylerin “Allah tarafından insana öğretildiği” kaydedilmiştir. (İnsanın, kendisini biyolojik bir varlık olarak yaratan ve ona bilgi elde etme iradesi ve yeteneği veren Allah'a kesin bağımlılığının bu şekilde iki kez vurgulanması, nihaî şeklini, sonraki üç ayette almaktadır.) Ayrıca, Allah'ın insana “öğretme”si (veya “belletmesi”) aynı zamanda, O'nun yalnızca beşerî tecrübe ve akıl ile oluşturulamayan ruhî hakikatleri ve manevî/ahlakî ilkeleri/ölçüleri peygamberler aracılığıyla vahyetmesini de göstermektedir: ve böylece, ilahî vahiy olgusunun çerçevesi oluşturulmuş bulunmaktadır.
4 Lafzen, “dönüş (er-ruc‘â) Rabbinedir”. Bu isim, burada iki anlamda kullanılmıştır: “herkes mutlaka hesap için Allah'ın huzuruna getirilecektir” ve “var olan her şey asıl kaynağı olan Allah'a geri dönecektir”. Nihaî analizde, 6-8. ayetlerde ifade edilen düşünce, insanın kendine yeterli olduğu ve dolayısıyla “kendi kaderinin efendisi” olduğu şeklindeki küstahça iddiayı saçma görerek reddeder; ayrıca bütün ahlakî kavramların -iyi ile kötü, doğru ile eğri arasındaki ayrım ölçülerinin- insanın bir Üstün Güc'e karşı sorumluluğu kavramı ile kopmaz şekilde bağlı olduğuna işaret eder: başka bir deyişle, “ahlakîlik” kavramı, böyle bir sorumluluk hissine -ister bilinçli isterse bilinç altında olsun- dayanmadığı zaman bütün anlamını kaybeder.
5 Lafzen, “[Allah'ın] bir kulunu namaz kıldığı zaman yasaklayanı”: müminleri ibadetten fiilen engelleme teşebbüsüne işaret. Bu ifade, kamuya açık şekilde namaz kılmayı kasdediyor göründüğünden, klasik müfessirlerin çoğu bu pasajda (ki ilk beş ayetten en azından bir yıl sonra nazil olmuştu), Hz. Peygamber'in Mekke'deki en amansız düşmanı olan, o'nun ve o'na inananların Kâbe önünde namaz kılmalarına inatla mani olmaya çalışan Ebû Cehil'in kasdedildiğini söylemişlerdir.
Ancak yukarıdaki pasajın muhtevası, aslında herhangi bir tarihsel olayın veya durumun çok ötesine uzanmaktadır; çünkü her dönemde görülen, dinin (“namaz” kavramında sembolize edilen) sosyal hayatı şekillendirme fonksiyonuna karşı koyma teşebbüslerinin tümü için geçerlidir -bu teşebbüsler, ya dinin bireylerin “özel meselesi” olduğu ve bu nedenle sosyal hayata “nüfûz etmesine” izin verilemeyeceği görüşü, yahut, alternatif olarak, insanın hiçbir metafizik (mâverâî, semavî, ötelerden gelen -T.ç.n.) rehberliğe muhtaç olmadığı iddiası şeklinde gerçekleşmektedir.
6 Lafzen, “yahut Allah'a karşı sorumluluk duymayı (takvâ) emretti mi” -yani, dinin tamamen kişisel bir mesele olduğunda ısrar etmek suretiyle insanların Allah'a karşı sorumluluk bilinçlerini derinleştirmeyi mi amaçlamaktadır: bunun açık anlamı, asıl amacın bu olmadığıdır ve onun, düşündükleri ve yaptıkları ile doğru yolda bulunmadığıdır. Bu çalışma boyunca takvâ terimi -ki burası, Kur’an'ın nüzul kronolojisinde ilk kullanıldığı yerdir- “Allah'a karşı sorumluluk bilinci duymak” şeklinde çevrilmiş ve bu ismin türetildiği fiile de aynı anlam yüklenmiştir. (Bkz. ayrıca sure 2, not 2.)
7 Zımnen, “çünkü küstahça kibri, onunla karşı karşıya gelmesine mani olur”.
8 Yahut: “perçeminden” -bir kimsenin yakalanmasını ve aşağılanmasını gösteren eski bir Arap deyimi (bkz. 11:56 ve ilgili not 80). Ancak Râzî'nin de işaret ettiği gibi, “perçem” terimi burada perçemin bulunduğu yer yani, alın (nâsiye)'den mecazdır (karş. ayrıca Tâcu'l-‘Arûs).
9 Lafzen, “meclisini”. Bu gibi ayetleri tamamen tarihî bir bakışla açıklamaya eğilimli olan müfessirlere göre bu ifade, müşrik Mekke'deki geleneksel ihtiyarlar meclisine (dâru'n-nedve) bir işarettir; ama bana göre, büyük ihtimalle insanı “kendi-kendine yeterli” görmesine yol açan küstahlığa ve kibire (yukarıdaki 6-7. ayetler) bir atıftır.