20 Haziran 2007 Çarşamba

MUHAMMED SÜRESİ(MEVDUDİ)

Adı: Sure adını, ikinci ayetinde geçen Hz. Peygamber'in (s.a.) adından almaktadır. Bu adın yanında surenin meşhur olmuş ikinci bir adı da "Kıtal"dir. Bu isim de surenin kıtalden (savaş) söz eden yirminci ayetinden alınmıştır.

Nüzul Zamanı: İhtiva ettiği konular, bu surenin Hicret'ten sonra Medine'de savaşa izin verildiği, fakat henüz fiili olarak savaşa girilmediği bir zamanda nazil olduğunu gösteriyor. Bu, surenin sekizinci açıklama notunda deliller gösterilerek ayrıntılı biçimde açıklanacaktır.

Tarihsel Arka-Plan: Bu surenin nazil olduğu zamanda Arabistan genelinde, özellikle de Mekke'de müslümanlar işkence ve zulmün hedefi kılınmışlar ve onlar için hayat çekilmez bir duruma getirilmişti. Bu nedenle müslümanlar dört bir taraftan "Daru'l-Eman" (Güvenlik Yurdu) olan Medine'ye gelerek toplanıyorlardı. Ama Kureyş müşrikleri onları burada da rahat bırakmayacaklardı. Kafirler küçük bir şehir olan Medine'yi her yandan kuşatma altına almışlar, müslümanları yok etmek için fırsat kolluyorlardı.

Müslümanlar için yalnızca iki seçenek vardı: Ya Hak dine davet ve onu tebliğ bir yana, ona bağlı kalmaktan bile vazgeçerek cahiliye hayatını seçecekler veya bir ölüm-kalım savaşına girişeceklerdi. Bu, aynı zamanda Arabistan'da cahiliye düzeninin devamı veya İslam'ın hakim kılınması yolunda alınmış kesin bir karar anlamı taşıyordu.

Bu durum karşısında Allah, mü'minlerin seçebileceği tek yol olan gayret ve kararlılık yolunu göstererek müslümanlara bu yolu seçmelerini emretti. Daha önce, Hacc Suresi'nin 39. ayetinde savaş izni verilmiş, sonra Bakara Suresi'nin 190. ayetinde savaş emredilmişti. O zaman her insan, bu durumda savaşın ne anlama geldiğini gayet iyi biliyordu. Medine'de küçük bir topluluk olan mü'minler, hepsi savaşabilecek güçte bin kişiden oluşan bir kuvvet ortaya çıkaracak bir durumda bile değildi. İşte bu durumdaki insanlara cahiliye düzenine bağlı bütün Araplar'a karşı yalın kılıç kıyam edilmesi emrediliyordu. Evsiz barksız yüzlerce muhacirin henüz tam olarak yerleşemediği, dört bir yandan kuşatan cahiliye Araplar'ının ekonomik boykotlarıyla beli kırılmış bir şehirden savaş için gereken malzeme nasıl temin edilebilirdi?

Konu: Genel durumu böyle olan bir dönemde nazil olan sure, mü'minleri savaşa hazırlatmakta ve onlara savaş konusundaki ilk emirleri vermektir. Bu nedenle adına "Kıtal" (Savaş) Suresi de denilmektedir. Surede sırasıyla aşağıdaki konular işlenmiştir:

Surenin baş taraflarında şu anda, taraflar arasında bir karşılaşma olduğu belirtilmektedir. Taraflardan biri Hakk'a inanmayı reddetmekte ve Allah'ın Hak Dini'nin yayılmasını engellemektedir. Diğer taraf ise, Allah kulu Hz. Muhammed'e (s.a) indirilen Hak Dini kabul etmekte ve onun yayılmasına çalışmaktadır. Allah'ın kesin kararı şöyle tecelli etmiştir: Birinci tarafın bütün gayret ve didinmeleri boşa çıkmış, ikinci tarafın durumu da düzelmiştir.

Bundan sonra müslümanlara savaşın öncelikli yolları gösterilmiş, Allah'ın yardım ve kesin desteğinin kendilerinden yana olacağı anlatılmıştır. Allah yolunda fedakarlıklar yaptıkları takdirde kendilerine en iyi mükafatlar verileceği vaat edilmiş, Hak yolundaki çabalarının boşa gitmeyeceği hususunda gönülleri tatmin edilmiş, hatta sadece ahirette değil, dünyada da bu gayretlerinin en güzel meyvelirini toplayacakları bildirilmiştir.

Daha sonra, kafirlerin Allah'ın desteğinden mahrum oldukları, tedbirlerinin mü'minler karşısında hiçbir değer taşımayacağı, dünyada olduğu gibi ahirette de çok kötü bir sonuca ulaşacakları anlatılmıştır. Kafirler Allah'ın Peygamberi'ni Mekke'den çıkarmakla büyük bir başarı elde etmiş olduklarını zannetmişlerdi. Oysa onlar bu hareketleriyle kendi kendilerinin mahvolmalarını hazırlamışlar, kendi felaketlerini kendileri davet etmişlerdi.

Bundan sonra da hitap münafıklara yöneltilmektedir. Çünkü onlar, savaş emri gelmeden önce kendilerini seviyeli müslümanlar olarak gösteriyorlardı.

Fakat savaş emri geldikten sonra neye uğradıklarını şaşırdılar, rahat ve emniyetlerini korumak için kafirlerle gizlice görüşmelere başladılar. Bu nedenle onlara açık bir şekilde, Allah ve dini konusunda münafıklık yapanların hiçbir amellerinin kabul edilmeyeceği haber verilmiştir. Buradaki ana sorun iman iddiasında bulunanların sınanmasıdır. Kişi Hakk'ın mı yanındadır, batılın mı yanındadır? İlgisi, İslam ve müslümanlarla mıdır, küfür ve kafirlerle midir? Kendi kişisel çıkarlarını mı üstün tutmaktadır, yoksa iman ettiğini iddia ettiği Hak yolunun gerektirdiklerini mi üstün tutmaktadır? Bu sınamada fire veren kişi mü'min değildir. O halde onun namazı, orucu, zekatı Allah katında nasıl kabul görebilir?

Ayrıca müslümanlara, malzeme bakımından yetersizliklerine, sayılarının az oluşuna, düşmanlarının çokluğuna ve malzemelerinin bolluğuna bakarak yılmamaları anlatılmış, onlara barış teklifleri götürerek zayıflık göstermemeleri istenmiştir. Çünkü böyle bir durumda kafirler İslam ve müslümanlara karşı daha fazla cesaret kazanır ve azgınlıkları daha bir artar. Müslümanlar Allah'a güvenerek bu küfür dağına karşı koymalıdırlar. Müslümanlar mutlaka üstün gelecek ve bu küfür dağı onlara çarparak parça parça olacaktır. Çünkü Allah müslümanlarla beraberdir.

Surenin son bölümünde ise müslümanlardan mallarını Allah yolunda harcamaları istenmektedir. Oysa o dönemde müslümanların mali durumları çok kötü idi. Ancak konu müslümanların varlığı-yokluğu sorunu idi. Sorunun önemi, müslümanların kendilerini ve dinlerini küfrün tasalludundan korumaları ve Allah'ın dininin üstün gelmesi yolunda can ve mallarıyla çalışmalarını gerektiriyordu. Bu gereklilikleri yerine getirmek konusunda cimrilik gösterenlerin Allah'a en küçük bir zarar veremeyecekleri, ama kendilerini yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bırakacakları anlatılmaktadır. Allah insanlara muhtaç değildir. Dini uğruna fedekarlıklardan kaçınan topluluğu saf dışı ederek onun yerine başka bir topluluğu getirir.

Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

1 Onlar ki küfrettiler 1ve Allah'ın yolundan alıkoydular,2 (işte Allah da) onların amellerini giderip-boşa çıkarmıştır.3

2 İman edip salih amellerde bulunan ve Muhammed'e indirilen 4(Kur'an)a _ki o Rablerinden olan bir haktır _ iman edenlerin (Allah), kötülüklerini örtüp -bağışlamış,5 durumlarını düzeltip-ıslah etmiştir.6

3 İşte böyle; hiç şüphesiz, küfredenler batıl olana uymuşlar; ve hiç şüphesiz, iman edenler de Rablerinden olan hakka uymuşlardır. İşte Allah, insanlara kendi örneklerini böyle verip-göstermektedir.7

AÇIKLAMA

1. Yani, Hz. Muhammed'in (s.a) sunduğu talimata ve ilahi buyruğa inanmayı reddettiler.

2. Ayetin aslında "saddu an sebilillah" buyurulmuştur. Sad kelimesi Arapça'da lazım ve müteaddi (geçişli ve geçişsiz) olarak iki şekilde kullanılmaktadır. Bu bakımdan ayetin bu parçası "Bizzat kendileri Allah yoluna gelmekten kaçındıkları" anlamına gelebileceği gibi, "Onlar diğerlerini Allah yoluna gelmekten menetti" anlamına da gelebilir.

Başkalarını Allah yolundan menetmenin, alıkoymanın çeşitli şekilleri vardır. Bunun bir türü, başka birisini iman etmekten zorla menetmek; diğer bir türü de, iman edenlere aşırı derecede işkence ve zulüm yaparak mü'minlerin imanlı olarak yaşamalarının ve başkalarını imana davet etmelerinin zorlaştırılmasıdır. Üçüncü bir türü de, dine ve dindarlara karşı çeşitli yollarla insanlara güvensizlik duygusu aşılayarak ve gönüllere şüphe tohumları ekerek onları soğutmaktır. Bunların yanısıra, kafirlerin kendi çocuklarını küfür üzere yetiştirmeleri de Allah'ın dininden menetmenin bir şeklidir. Böylece, onların gelecek nesillerinin atalarının dinini terkederek İslam'ı kabul etmeleri imkansız hale gelir. Bu bakımdan her kafir, her sistem, Allah yolu için büyük bir engeldir. Çünkü eğitim ve öğretimi, sosyal düzeni, gelenek ve görenekleri, inançlarına olan aşırı bağlılıkları gerçek dinin yayılmasını tamamen engeller.

3. "Edalle âmâlehüm" Onların amellerini geçersiz kıldı. Yoldan çıkmış kıldı, değersiz kıldı. Bu sözün çok geniş bir anlatım gücü vardır. Bundan çıkan anlamlardan birisi şudur: Allah onların başarılarını ortadan kaldırdığı için onların gayret ve çabaları doğru yolda olamaz. Öyle olunca, ne yaparlarsa yapsınlar, yanlış yollardan yanlış amaçlara gideceklerdir. Bütün çabalarını hidayet yolu yerine dalalet yolunda harcarlar.

İkinci olarak, şu anlamı da dile getirir: Kendilerinin iyi işlerden kabul ederek yaptıkları da boşa çıkarılır. Sözgelimi Kabe'nin bakımı, hac yapanlara hizmet edilmesi, misafirlere yemek yedirilmesi, akrabalarla sürekli münasebet halinde bulunulması ve bunlara benzer, Araplar arasında hayır hizmetleri ve ahlaki değerler olarak kabul edilen şeylerden yaptıklarını da Allah onlar için geçersiz kılmıştır. Yaptıkları bu işlerden dolayı onlara hiç bir mükafaat ve sevap verilmeyecektir. Mademki onlar Allah'ın birliğini kabul etmekten kaçınmışlar, başkalarını da hak yola girmekten alıkoymuşlardır; öyleyse, onların hiçbir ameli Allah tarafından kabul edilmeyecektir.

Üçüncü olarak da şöyle bir anlamı ifade eder: Hak dini engelleyip kendi kafirce inanışlarını insanlar arasında sürdürebilmek için Hz. Muhammed'e (s.a) karşı gösterdikleri bütün direniş ve çabaları boşa gitmiştir. Bu çabalarının hiçbir yararı olmayacaktır; bütün tedbirleri hedefsiz bir ok gibi boşa çıkacak, amaçlarına asla ulaşamayacaklardır.

4. Her ne kadar "iman edip" denildikten sonra, "Muhammed'e indiriline iman edenler" demeye ihtiyaç yoksa da -çünkü iman, Hz. Muhammed'e (s.a) ve ona nazil olan talimata, öğretiye inanmayı da içine alır-, bunun ayrıca ve özellikle zikredilmesi, şuna dikkat çekmek içindir: Hz. Muhammed (s.a) peygamber olarak görevlendirildikten sonra, herhangi bir kimsenin Hz. Muhammed'e (s.a) ve onun getirdiği dinin emir ve yasaklarına inanmadan, Allah'a, ahirete, geçmiş peygamberlere ve kitaplara inanması hiçbir anlam ifade etmez. Bu açıklama şunun için gerekliydi: Hicret'ten sonra, Medine'de imanın diğer bölümlerine inanan insanlar vardı. Fakat onlar Hz. Muhammed'in (s.a) peygamberliğine inanmıyorlardı.

5. Bunun iki anlamı vardır: Biri, "Allah, onların cahiliye döneminde işledikleri günahların tamamını onların sorumluluklarından düşürmüştür. Artık bu günahlardan dolayı onlar hesaba çekilmeyeceklerdir."

Diğeri ise, "Onlar inanç, düşünce, ahlak ve davranışları bakımından birtakım bozukluklara saplanmışlardı; Allah onları bu saplantılarından kurtarmış, düşüncelerini değiştirmiş, inanç ve tasavvurlarını düzeltmiş, alışkanlık ve ahlaklarını iyiye yöneltmiş, hayat tarzlarını tümden değiştirmiştir. Onların kafalarındaki cahiliyet anlayışları yerine imanı, çirkin hareketler yerine ise, güzel ve doğru amelleri yerleştirmiştir."

6. Bunun da iki anlamı vardır: Birincisi şudur: "Allah, önceki durumlarını değiştirerek onları doğru yola sevketmiş ve hayatlarına yeni bir biçim vermiştir."

İkincisi, "Allah, onları daha önce içinde bulundukları güçsüzlük, zayıflık ve ezilmişlik halinden kurtararak onları öyle bir hale getirmiştir ki, onlar zulme uğrama yerine zalimlere karşı koyma, mahkum olarak yaşama yerine kendi hayat düzenlerini serbestçe kendileri düzenleme, mağlup olarak yaşama yerine galip olarak yaşama mevkiine çıkarılmışlardır."

7. Metni motomot tercüme edersek, şöyle dememiz gerekir: "Böylece Allah insanlar için misallerini veriyor." Fakat bu tercüme, anlatılmak isteneni tam olarak veremiyor. Asıl anlatılmak istenen şudur: Allah bu şekilde iki tarafın da durumlarını gayet açık olarak ortaya koyuyor. Bir grup batıl ve hata üzerinde durmaya devam etmekte ısrarlıdır; bu yüzden Allah onların bütün amellerini geçersiz kılmıştır. Diğer grup ise, doğru ve hak yolda yürümeyi tercih etmiştir. Bu nedenle de Allah bu grubu kötülüklerden temizleyerek durumlarını ve hayat tarzlarını düzeltmiştir.

4 Öyleyse, küfredenlerle karşı karşıya geldiğiniz zaman, hemen boyunlarını vurun; sonunda onları iyice bozguna uğratıp zafer kazanınca da artık (esirler için) bağı sımsıkı tutun. Bundan sonra ya bir lütuf olarak (onları bırakın) ya da bir fidye (karşılığı salıverin). Öyle ki savaş ağırlıklarını bıraksın (sona ersin).8 İşte böyle; eğer Allah dilemiş olsaydı, elbette onlardan intikam alırdı. Ancak (savaş,) sizleri birbirinizle denemesi içindir.9 Allah yolunda öldürülenler ise; (Allah,) kesin olarak onların amellerini giderip-boşa çıkarmaz.10

AÇIKLAMA

8. Bu ayet, anlamından ve anlatımının ahenginden anlaşıldığı üzere, savaşma emri geldikten sonra, fakat fiilen savaşa girilmeden önce nazil olmuştur. "Kafirlerle karşılaştığınız zaman" ifadesi, henüz karşılaşmanın olmadığına, bu karşılaşma olmadan önce böyle bir karşılaşma anında nasıl hareket edileceğine işaret etmektedir.

Sure'nin 20. ayetinden anlaşılıyor ki, bu sure, Hac Suresi'nin 39. ve Bakara Suresi'nin 190. ayetlerinin gelmesi üzerine, Medine'deki münafıkların ve imanı zayıf olan kimselerin ölüm baygınlığı geçirdikleri sırada nazil olmuştur. Ayrıca, Enfal Suresi'nin 67, 68 ve 69. ayetleri de bu ayetin Bedir Savaşı'ndan önce nazil olduğunu ispat etmektedir.

O ayetlerde şöyle buyurulmuştur: "Hiç bir peygambere, yeryüzünde düşmanlarını tamamen hezimete uğratıp kökünü kurutmadan esir almak yakışmaz. Siz dünya menfaatini taleb ediyorsunuz. Halbuki ahireti (oradaki huzur) vermek ister. Allah en üstün ve hikmet sahibi olandır. Eğer Allah'ın önceki yazısı (takdiri) olmasaydı, aldığınız fidyeden dolayı şüphesiz büyük bir azaba uğrardınız. Artık (savaşta) elde ettiklerinizi yiyiniz, çünkü onlar (size) helal ve temiz kılınmıştır."

Bu ayete ve özellikle çizdiği sınıra dikkatle bakarsak, ayetin ifadesinde yer alan tenkidin Bedir Savaşı'nda müşriklerin tam olarak hezimete uğratılmasından önce, müslümanların düşman askerlerini esir almaya başlamaları üzerine yapıldığı açıkça anlaşılmaktadır. Halbuki savaştan önce inen Muhammed Suresi'nde gösterilen yol, "Onları tamamen hezimete uğrattıktan sonra esirlerini sıkıca bağlayın" ifadesi ile açıklanmıştı. Hatta Muhammed Suresi'nde, müslümanların esirlerden fidye almalarına da izin verilmişti. Bu yüzden Allah, Bedir Savaşı'nda alınan esirlerden elde edilen ganimet mallarını helal kılmış ve fidye almalarından dolayı müslümanlara bir ceza vermemişti: "Eğer Allah'ın önceki yazısı olmasaydı..." buyruğu, bu olaydan önce Kur'an'da fidye almaya izin veren emrin geldiğini açıkca göstermektedir.

Kur'an'da, Muhammed Suresi'nin bu ayetinin dışında yukardaki emri içine alan başka bir ayet olmadığına göre, bu ayetin Enfal Suresi'nin yukarıda zikredilen ayetinden daha önce nazil olduğunu kabul etmemiz gerekecektir. Daha geniş bilgi için bkz. Enfal Suresi, an: 49.

Bu ayet, savaş kurallarından bahseden ilk ayettir. Bu ayetten çıkan hükümleri, Peygamberimiz (s.a) ve ashabının bu ayete uygun olarak yaptıkları uygulamaları ve müctehidlerin bu ayet ile sünnete dayanarak yaptıkları ictihadları şöyle özetleyebiliriz:

1. Savaşta İslam ordusunun asıl hedefi, düşmanı yıpratarak savaş gücünü kırmak ve savaşa son vermektir. Bu hedeften saparak düşman askerlerini yakalamaya uğraşmamak gerekir. Esir almaya, düşmanın kökü kazınıp savaş alanında mücadele eden hiçbir asker kalmayınca başlanmalıdır.

Araplara daha başlangıçta böyle bir emrin verilmesi, fidye elde etmek veya köle temin etmek hırsına kapılarak savaşın asıl hedefini unutmamaları içindir.

2. Savaşta esir alınanlar hakkında: Müslümanlar, savaş esirlerine iyilik yapıp onları serbest bırakma veya fidye alma hususunda serbest bırakılmışlardır. Bundan, savaş esirlerinin öldürülmeyeceği genel hükmü çıkmaktadır.

Hz. Abdullah ibn Ömer, Hasan Basri, Atâ ve Hammad bin ebi Süleyman bu hükmü genel anlamda kabul etmektedirler. Bu görüş, yerine göre en doğru olanıdır. Onlar, kişinin ancak savaş durumunda öldürülmesinin caiz olabileceğini, savaş bittikten sonra, elimize esir düşenleri öldürmenin caiz olmadığını savunurlar.

İbn Cerir ve Ebubekir el-Cessas'ın anlattıklarına göre, Haccac bin Yusuf, savaş esirlerinden birini Abdullah bin Ömer'e göndererek onu öldürmesini emreder. O da bu ayeti okuyarak, "Esir edilmiş birinin öldürülmesine, bu ayete göre izin yoktur," diye esiri öldürmeyi reddeder.

İmam Muhammed, el-Siyer el-Kebir adlı eserinde, Abdullah bin Amir'in Hz. Abdullah ibn Ömer'e öldürmesi için bir savaş esiri gönderdiğini, onun da bu ayetin hükmüne uyarak verilen emri yerine getirmediğini nakletmektedir.

3. Herşeye rağmen, bu ayette esirleri öldürme açık bir şekilde yasaklanmamıştır. Bundan yola çıkarak Hz. Peygamber (s.a) Allah'ın emrinin özünü şu şekilde anlamış ve uygulamıştır: İslam devlet başkanı, bazı savaş esirlerinin öldürülmesini gerekli buluyorsa ve bunun için özel durumlar ve mecburiyetler hissediyorsa öldürebilir. Fakat bu genel bir kural değil, tersine genel kural içinde özel bir durumdur. Buna da mecbur kalındığı takdirde başvurulabilir.

Nitekim, Hz. Peygamber (s.a), Bedir Savaşı'nda esir alınan yetmiş kişi içinden sadece Ukbe bin ebi Muayt ve Nadr ibn el-Haris'i öldürttü. Uhud Savaşı esirlerinden yalnız şair Ebu Azze'nin öldürülmesini emretti. Kurayza Oğulları, kendi haklarında Sa'd ibn Muaz'ın karar vermesini istemişlerdi. İbn Muaz'ın erkeklerin öldürülmesi şeklindeki kararı üzerine Hz. Peygamber (s.a) onların öldürülmesini emretti.

Hayber Savaşı'nda alınan esirlerden sadece Kinane İbn Ebi el-Hukayk öldürüldü. Çünkü bu adam anlaşmayı bozmuş, verilen sözü tutmamıştı.

Mekke'nin fethinden sonra Hz. Peygamber (s.a) bütün Mekke halkından, yalnız bir-kaç kişinin nerede yakalanırlarsa derhal öldürülmeleri emrini verdi.

Bu istisnaların dışında Hz. Peygamber'in (s.a) genel tavrı, savaş esirlerinin hiçbir zaman öldürülmemesi doğrultusunda idi. Raşid halifelerin tutumu da böyle oldu. Onların zamanında da savaş esirlerinin öldürülmesine ait örnekler çok nadirdir. Bu nadir örnekler de özel sebeblere ve mecburiyetlere dayanır. Hz. Ömer ibn Abdülaziz de, bütün halifeliği süresince sadece bir savaş esirini öldürtmüştür. Öldürülen bu esir, müslümanlara yaptığı aşırı zulümle meşhurdu.

İslam bilginleri, bu uygulamalara dayanarak, İslam devlet başkanının, gerekli gördüğü ve mecbur kaldığı takdirde, savaş esirlerinin öldürülmesini emredebileceği görüşüne varmışlardır. Fakat bu karar, devlet başkanının (İmam'ın) verebileceği bir karardır. Her asker istediği esiri öldüremez. Ama esirin kaçmaya kalkışması durumu veya bir sabotaj yapma tehlikesi varsa, daha önce de bu tip girişimlerde bulunmuşsa, müslüman askerler de onu öldürme yetkisine sahiptir.

İslam müctehidleri, bu konuda üç açıklama daha getirmişlerdir:

a) Esir İslam'ı kabul etmişse, onu öldürmek caiz değildir.

b) Esir, İslam hükümetini yıkma ve diğer esirleri ayaklandırma çabasında olmadığı müddetçe öldürülemez. Esirlerin bölüşülerek veya satılarak herhangi bir şahsın mülkiyetine geçmesi halinde de öldürülmeleri yasaklanmıştır.

c) Esirin öldürülmesi gerekirse, bu, normal ve kısa yoldan halledilmelidir. İşkence yapılarak, acılar içinde kıvrandırılarak öldürülmemelidir.

4. Savaş esirleri hakkında konulan genel hükümler şunlardır: Ya onlara iyilik yapılıp serbest bırakılır veya fidye uygulanır.

İyilik yapma kavramı dört şeyi içerir:

a) Esaret müddetince esire iyi davranılması,

b) Öldürme veya müebbed hapse mahkum etme yerine onu köle yaparak müslümanların hizmetine verme,

c) Cizye alarak (senelik devlet vergisi koyarak) İslam devletinin vatandaşı (zımmi) yapılması,

d) Bir karşılık alınmadan serbest bırakılması.

Fidye uygulamasının da üç biçimi vardır:

a) Maddi karşılık alınarak esirin serbest bırakılması,

b) Birtakım özel hizmetler yaptırdıktan sonra serbest bırakılması,

c) Düşman eline esir düşmüş müslümanlarla takas edilmesi.

Hz. Peygamber (s.a.) ve ashabı, çeşitli zamanlarda ve yerine göre bütün bu uygulamaları yapmışlardır. Allah'ın Şeriat'ı, İslam devleti yöneticilerini tek bir madde ile bağlı kılmamıştır. Tersine, devlet başkanı ve yöneticiler, en uygun gördükleri yolu uygulamakta serbest bırakılmışlardır.

5. Hz. Peygamber (s.a) ve ashabının uygulamalarından anlaşılmaktadır ki savaş esiri, devletin iradesi ve esareti altında kaldığı müddetçe barınması, beslenmesi, hasta veya yaralı ise tedavi edilmesi devletin sorumluluğundadır. Esirleri aç ve çıplak bırakmak veya onlara işkence yapmak İslam hukukunun asla müsamaha gösterebileceği bir tutum ve davranış olamaz. Aksine, onlara ilgi göstererek iyi muamele yapılmasını teşvik edici emirler vardır.

Bunun örneklerini Hz. Peygamber'in (s.a) uygulamalarında bulabiliriz: Bedir Savaşı'nda Hz. Peygamber (s.a) esirleri ashabına bölüştürdü ve "Bu esirlere iyi muamele ediniz" diye emretti. O sırada esirler arasında bulunan Ebu Aziz şöyle anlatıyor: "Beni teslim ettikleri Ensarın evinde ev halkı sabah akşam sadece hurma ile yetinirken bana yemek ikram ediyorlardı."

Diğer bir esir olan Süheyl bin Amr hakkında Hz. Peygamber'e (s.a) "Ateşli bir hatiptir ve sizin aleyhinizde konuşmalar yapıyor, bu adamın dişlerini kırdırınız" denildi. Buna cevap olarak Hz. Peygamber (s.a), "Ben onun dişini kırdırırsam, Allah da benim dişimi kırdırır; halbuki ben peygamberim." buyurdu. (Siret-i İbn Hişam).

Yine, İbn Hişam'ın, Siret'inde naklettiğine göre, Yemame hükümdarı Sumame İbn Usal esir alınarak Medine'ye getirilmiş, Hz. Peygamber'in (s.a) emriyle kendisine devamlı kaliteli yemekler ve süt ikram edilmiştir.

Bu tutum, ashab döneminde de devam etmiştir. O dönemde, savaş esirlerine kötü muamele edildiğini gösteren hiçbir olaya rastlanmamıştır.

6. İslam, esirlerin devamlı esarette tutulmalarını ve devletin onlardan, zorla yaptırılan hizmetler şeklinde faydalanmasına asla izin vermemiştir. Kendileriyle veya temsil ettikleri ulusun yöneticileri ile savaş esirlerinin takas edilmesi yahut fidye karşılığı serbest bırakılmaları gibi bir anlaşmaya varılmamışsa, bunların köle yapılarak müslümanlara dağıtılmaları ve sahiplerine de bunlara çok iyi davranmalarının emredilmesi uygun görülmüştür.

Hz.Peygamber (s.a) devrinde bu prensiplere göre hareket edilmiş, ashab devrinde de bu uygulama devam etmiştir. İslam hukukçuları da bu uygulamanın caiz olduğu konusunda ittifak etmişlerdir.

Bu konuda şu da bilinmelidir ki, bir kişi esir olmadan önce İslam'ı kabul etmişse, derhal serbest bırakılır, ama yakalanıp esir edildikten sonra İslam'ı kabul etmişse veya bir müslümana savaş ganimeti olarak verildikten sonra müslüman olduğunu iddia etmişse, bu onun serbest bırakılmasını sağlayamaz. Müsned-i Ahmed, Müslim ve Tirmizi'de İmran bin Husayn'ın anlattığına göre, Ukayl Oğulları'ndan bir şahıs esir alındıktan sonra, "İslam'ı kabul ettim" demişti. Hz. Peygamber (s.a) bunun üzerine şöyle buyurmuştu: "Sen bu sözü esir edilmeden önce söyleseydin, kesin olarak kurtulmuştun." Bu konuda Hz. Ömer de şöyle demiştir: "Eğer bir kişi müslümanların eline geçtikten sonra İslam'ı kabul ederse, öldürülmekten kurtulur; ama, savaş ganimeti muamelesi görmekten kurtulamaz."

İslam hukukçuları, bunlardan yola çıkarak ittifakla, esir olduktan sonra İslam'ı kabul eden kişinin kölelikten kurtulamayacağını kabul etmişlerdir. (İmam Muhammed, el-Siyer el-Kebir). Bu görüş en makbul olanıdır. Çünkü, her esir edilen kişi İslam'ı kabul etmiş görünüp serbest bırakılırsa, hangi ahmak İslam'ı kabul etmiş görünmeyerek tutuklu ve esir kalmayı tercih eder.

7. İslam'da savaş esirlerine iyilik yapmanın üçüncü bir şekli de esirlerin cizye denilen vergilerle vergilendirilip zımmi vatandaş yapılması ve müslüman vatandaşlar gibi serbestçe, özgürlük içinde yaşamalarının sağlanmasıdır. İmam Muhammed, el-Siyer el-Kebir isimli kitabında şunları yazar: "Müslüman idarecinin, esirlere cizye koyarak veya haraç vergisi alarak serbest bırakma yetkisi vardır." Bu tarz uygulamalar, genel olarak, yeni fethedilen bir bölgenin esir edilen halkı hakkında yapılmıştır. Hz. Peygamber (s.a) Hayber halkına bu örneğe uygun bir uygulamada bulunmuştu. Daha sonra Hz. Ömer (r.a) Irak ve diğer ülkeleri fethettiği zaman büyük ölçüde bu örneğe uymuş ve ona göre hareket etmişti.

Ebu Ubeyd'in Kitabu'l-Emval'de yazdığına göre, Irak fethedilince, bölge halkından bazıları Hz. Ömer'e gelerek şöyle derler: "Ey mü'minlerin emiri! Biz bundan önce İran yönetimi altında idik, bize çok eziyet ettiler, çok kötü muamele ettiler, çeşit çeşit eza ve cefa çektirdiler. Sonra Allah sizi gönderdi, biz de sizin gelişinizden memnun olduk. Size karşı ne savunma yaptık, ne de yapılan savaşa katıldık. Duyduğumuza göre bizi köleleştirmek istiyormuşsunuz. Doğru mu?"

Hz. Ömer bunlara şu cevabı verir: "Müslümanlığı kabul etme veya cizye verme yollarından birini seçiniz ve özgürlüğünüzü koruyunuz." Onlar da cizye vermeyi seçerek serbest bırakılırlar. Bu kitabın başka bir yerinde Ebu Ubeyd şöyle nakleder: Hz. Ömer, Hz. Ebu Musa el-Eş'ari'ye şöyle yazar: "Savaşta ele geçirilen kimselerden çiftçi ve köylü olanlarını serbest bırakınız."

8. İyilik etmenin dördüncü bir şekli olarak da, esirin hiçbir bedel, vs. alınmadan serbest bırakılması vazedilmiştir. Bu, İslam devletinin esirin genel durumu karşısında kullandığı özel bir yetkidir. Bu özel yetki ile, onu hayat boyu memnun bırakarak düşmanlıktan dostluğa, kafirlikten müslümanlığa dönmesi ümidi ile esir serbest bırakılmaktadır. Aksi halde, düşman tarafın bir ferdini, yeniden müslümanlarla savaşması için serbest bırakmak hiçbir maslahata uygun düşmez. Bu bakımdan, İslam hukukçuları buna topluca muhalefet etmişler, cevaz verilebilmesi için de, "İslam devlet başkanı, esirlerin tamamının veya bir kısmının bir lütuf olarak salıverilmelerinde bir fayda görüyorsa, öyle hareket etmesinde bir sakınca yoktur." (el-Siyer el-Kebir) şartını koymuşlardır.

Hz. Peygamber (s.a) döneminde bu gibi pekçok uygulamalar görülmektedir ve hemen hemen hepsinde maslahat yönü açıkça ağır basmaktadır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a) Bedir Savaşı esirleri ile ilgili olarak "Eğer Mut'im bin Adiy sağ olup da bu sefil adamları benden isteseydi, onun hatırı için bunları olduğu gibi serbest bırakırdım" buyurmuştu. (Müsned-i Ahmed, Buhari, Ebu Davud) Hz. Peygamber (s.a) bu sözü şunun için söylemişti: Hz. Peygamber (s.a) Taif'ten Mekke'ye geri döndüğünde Mut'im kendisini himayesine almış, oğlu da kılıcını eline alarak koruması altında Kabe'ye götürmüştü. Bu bakımdan Hz. Peygamber (s.a) onun iyiliğine karşılık vermek istiyordu.

Buhari, Müslim ve Müsned-i Ahmed'in rivayetlerine göre Yemame Reisi Sumame bin Usal esir edilip getirilince Hz. Peygamber (s.a) ona, "Sumame ne düşünüyorsun?" diye sordu. Sumame, "Beni öldürürseniz, kanının değeri çok yüksek birisini öldürmüş olursunuz. Eğer bana iyilik yapıp serbest bırakırsanız, sizden beklediğim davranışı yapmış olursunuz. Eğer mal-mülk istiyorsanız isteyin; derhal verilecektir." cevabını verdi. Üç gün boyunca Hz. Peygamber (s.a) ona bu soruyu sordu ve o da sürekli aynı cevabı verdi. Sonunda Hz. Peygamber (s.a) "Sumame'yi serbest bırakın" buyurdu. Sumame serbest bırakılır bırakılmaz yakındaki bir hurmalığa gitti; yıkanıp temizlendikten sonra geri gelerek kelime-i şehadet getirip müslüman oldu ve hareketini şöyle açıkladı: "Bu güne kadar insanlar içinde en çok senden, dinler içinde de en çok senin dininden nefret ediyordum. Ama şimdi, hiçbir şahıs ve hiçbir din benim için senden ve senin dininden daha sevimli değildir."

Sumame, daha sonra umre için Mekke'ye gittiğinde, "Peygamber izin vermediği müddetçe, bundan sonra size Yemame'den tahıl gelmeyecektir" diyerek Kureyşlileri tehdit etti ve bunu uyguladı. Bunun üzerine Mekkeliler Yemame'den gelen tahılın kesilmemesi için Hz. Peygamber'den (s.a) aracı olmasını istediler.

Hz. Peygamber (s.a) ayrıca, Kurayza Oğulları esirlerinden Zübeyr bin Bata ve Amr bin Sa'd'ın da hayatlarını bağışladı. Zübeyr'in hayatını bağışlamasının sebebi, cahiliye döneminde, Buas Savaşı sırasında onun, Ensardan Sabit bin Kays'ı himaye ederek koruması idi. Hz. Peygamber (s.a), Hz. Sabit'e yaptığı iyiliğe karşılık olarak Zübeyr'i serbest bıraktı.

Amr bin Sa'd'ı ise, Kurayza Oğulları Hz. Peygamber'le (s.a) yaptıkları anlaşmayı bozdukları zaman, kabilesini gaddarlıktan menetmeye çalışmasına karşılık olarak serbest bıraktı. (Ebu Ubeyd, Kitabu'l-Emval.)

Beni Mustalık gazasında kabileden alınan esirler getirilerek müslümanlara taksim edilmişlerdi. Hz. Peygamber (s.a) Hz. Cüveyriye'yi hissesine düştüğü şahıstan satın aldı ve daha sonra nikahladı. Bunun üzerine bütün müslümanlar, "Artık bunların hepsi Peygamberimizin akrabası olmuşlardır" diyerek hisselerine düşen esirleri serbest bıraktılar. Böylece yüz kişi hürriyetine kavuşmuştu. (Müsned-i Ahmed, Tabakat-ı İbn Sa'd, Siret-i İbn Hişam)

Hudeybiye Anlaşması şartlarının hazırlandığı sıralarda, Mekke'den seksen kişi, sabah namazına yakın Tanim denilen mevkiden gelip Hz. Peygamber'in (s.a) çadırına ani bir baskın yaparak kendisini öldürmek istediler; ama hepsi de kıskıvrak yakalandılar. Fakat Hz. Peygamber (s.a), anlaşmanın o kritik noktasında bozularak savaş durumunun ortaya çıkmasını istemediği için hepsini serbest bıraktı. (Müslim, Ebu Davud, Nesei, Tirmizi, Müsned-i Ahmed).

Mekke fethedildiğinde, Hz. Peygamber (s.a) birkaç kişi hariç bütün Mekke halkını, bir lütuf olarak bağışladı. Sadece 3-4 kişinin hayatını bağışlamadı. Bütün Araplar, Mekkelilerin Hz. Peygamber'e (s.a) ve müslümanlara nasıl işkenceler yaptığını biliyordu. Buna karşılık Mekke'yi fethettikten sonra Hz. Peygamber'in (s.a) büyük bir müsamaha ile bu insanları bağışlaması Araplara öyle bir güven ve gönüllerine öyle bir sükun vermişti ki, artık onlar, bir diktatör, bir zalim ve bir kralla değil, son derece şefkatli, son derece zengin gönüllü, son derece merhametli bir liderle karşı karşıya bulunduklarını anlamışlardı.

İşte bu sebeble, Mekke'nin fethinden sonra bütün Arap Yarımadası'nın fethedilmesi iki seneyi geçmemişti.

Huneyn Savaşı'ndan sonra, Havazin kabilesinden bir heyet gelerek esirlerinin serbest bırakılmasını istemişti. Ama o sırada bütün esirler bölüştürülmüş durumdaydı. Hz. Peygamber (s.a) müslümanları toplayarak, "Bu insanlar tövbe etmiş ve pişman olmuşlardır. Esirlerinin geri verilmesini uygun görüyorum. Sizden kim hissesine düşen esiri kendi isteğiyle karşılıksız serbest bırakmak istiyorsa, o şekilde serbest bıraksın. Karşılık isteyenlere ise, Beytü'l-Mal'a ilk gelen gelirden karşılığını vereceğiz" buyurdu. Bunun üzerine 6.000 esir serbest bırakıldı. Karşılık isteyenlere de Beytü'l Mal'dan karşılığı verildi. (Buhari, Ebu Davud, Müsned-i Ahmed, Tabakat-ı İbn Sa'd)

Bu olaydan anlaşılacağı üzere, devlet başkanı kendi isteği ile bölüştürülüp dağıtılan esirleri serbest bırakamaz. Ancak sahiplerinin rızaları alınarak veya onlara karşılığı verilerek serbest bırakılmaları mümkündür.

Hz. Peygamber'den (s.a) sonra, ashab döneminde de iyilik ve lütuf olarak esirlerin serbest bırakılmaları örneklerine rastlamaktayız. Sözgelimi Hz. Ebu Bekir, Eş'as bin Kays el-Kindi'yi serbest bıraktı. Hz. Ömer ise, Hürmüzan, Menazir ve Meysan esirlerine hürriyetlerini bağışladı. (Ebu Ubeyd, Kitabu'l-Emval.)

9. Esirlerin para karşılığında serbest bırakılmaları örneğine Hz. Peygamber (s.a) döneminde sadece Bedir olayında rastlıyoruz. Esir başına 1.000 ile 4.000 dirhem arasında bedel alınarak serbest bırakılmışlardı. (Tabakat-ı İbn Sa'd, Kitabu'l-Emval.)

Bu tip bir uygulamayı ashap döneminde göremiyoruz. İslam hukukçuları genel olarak bunu uygun görmemişlerdir. Çünkü bu, para karşılığında serbest bırakılan esirin daha sonra silahlanarak yeniden müslümanlarla savaşmasına izin verilmesi anlamına gelmektedir.

Bununla birlikte Kur'an fidye alınmasına izin vermiş, Hz. Peygamber de (s.a) bir defa da olsa böyle bir uygulamada bulunmuştur. Bu bakımdan bu uygulama kesin olarak yasaklanmış değildir. İmam Muhammed el-Siyer el-Kebir isimli eserinde, "Müslümanlar mecbur kalırlarsa, esirleri para karşılığında serbest bırakabilirler" demiştir.

10. Esirlerin hizmetleri karşılığında serbest bırakılması uygulamasının örneğini de Bedir olayında görüyoruz. Kureyş esirlerinden, mali gücü olmadığı için fidye veremeyenlerin serbest bırakılmaları için Hz. Peygamber (s.a) her birinin Ensar çocuklarından on tanesine okuma-yazma öğretmesini şart koşmuştu. (Müsned-i Ahmed, Tabakat-ı İbn Sa'd, Kitabu'l-Emval)

11. Hz. Peygamber (s.a) döneminde, esir değişiminin çeşitli örneklerini görmekteyiz. Bir keresinde Hz. Peygamber (s.a), Hz. Ebu Bekir'i (r.a) bir olayın çözümü için gönderdi. Bu olayda birkaç esir ele geçirilmişti.

Aralarında, Hz. Seleme bin Ekva'nın hissesine düşen son derece güzel bir kadın da vardı. Hz. Peygamber (s.a) bu kadını ısrarla isteyerek Hz. Seleme'den geri aldı ve onu Mekke'ye göndererek orada esir bulunan birkaç müslümanın serbest bırakılmasını sağladı. (Müslim, Ebu Davud, Tahavi, Kitabu'l-Emval, Tabakat-ı İbn Sa'd)

Hz. İmran bin Husayn'ın naklettiğine göre, bir keresinde Sakif kabilesi iki müslümanı esir almıştı. Bu olaydan bir süre sonra da Sakif ile aralarında yardımlaşma anlaşması olan Ukayl Oğulları'ndan bir kişi müslümanlar tarafından esir alındı. Hz. Peygamber (s.a) bu adamı Taif'e göndererek karşılığında esir edilen iki müslümanın serbest bırakılmasını sağladı. (Müslim, Tirmizi, Müsned-i Ahmed).

Müctehidlerden İmam Ebu Yusuf, İmam Muhammed, İmam Şafi, İmam Malik ve İmam Ahmed, esir mübadelesini caiz görmektedirler. İmam Ebu Hanife'den nakledilen bir görüşe göre, mubadele caizdir, diğer bir görüşe göre de, mübadele caiz değilidr. Ama her şeye rağmen müslümanlığı kabul eden bir esirin mübadele sırasında kafirlere geri gönderilmeyeceği, bütün İslam müctehidlerince ittifakla kabul edilmiştir.

Bütün bu izahlardan anlaşıldığı üzere, İslam'ın savaş esirleriyle ilgili meseleler için ortaya koyduğu kanun, her zaman ve durumda uygulanabilme esnekliğine sahiptir. Kur'an'ın, savaş esirleri hakkındaki "Ondan sonra isterseniz iyilik yapıp serbest bırakın, isterseniz fidye alın" mealindeki ayetini dar anlamıyla ele alarak sınırlandıranlar, savaş esirleriyle ilgili uygulamaların çeşitli yönlerini, çeşitli zamanlarda ne kadar değişik problemler ortaya çıkardığını ve gelecekte ne tip problemler çıkaracağını bilmemektedirler.

9.Yani, eğer Allah sırf batıla tapanları yok etmek isteseydi, sizin yardımınıza ihtiyaç duymazdı. Bu işi, Allah'ın yarattığı bir yer sarsıntısı veya her tarafı kaplayan bir tufan da hallederdi. Fakat Allah, Hakk'a bağlı olan insanların batıla tapanlar ile mücadele etmelerini, onlara karşı cihad etmelerini istemektedir. Bu sayede, kimin içinde temiz hasletler varsa bu, imtihanla süslenerek ortaya çıkar; herkes yaptığı amelden dolayı hakettiği makam ve dereceye ulaşır.

10. Burada şu anlatılmaktadır: Bir insanın Allah yolunda mücadele ederken öldürülmesi, hiçbir zaman o kişinin canından olması, kendi varlığı da dahil olmak üzere yaptığı her işin heba olup gitmesi demek değildir. Bir kimse, şehidlerin canlarını feda etmelerinin bu dünyada kendileri için bir fayda sağlamadığını, ancak kendisinden sonra yaşayacak olanlar için bir fayda sözkonusu olduğunu zannederse, yanılmış olur. Aslında şehidlerin kendileri için de ölümleri bir kayıp değil, aksine bir kazançtır.

5 Onları hidayete erdirecek ve onların durumlarını düzeltip-ıslah edecektir.

6 Ve onları, kendilerine tarif edip-tanıttığı11 cennete sokacaktır.

7 Ey iman edenler, eğer siz Allah'a (Allah adına İslama ve müslümanlara) yardım ederseniz,12 O da size yardım eder ve sizin ayaklarınızı sağlamlaştırır.

AÇIKLAMA

11. Bu mükafat Allah yolunda can verenlere nasib olacaktır. Bunun üç derecesi zikrediliyor:

a) Allah'ın onlara, hidayete ermeleri için rehberlik etmesi,

b) Durumlarını düzeltmesi,

c) Kendilerini, onlara daha önce tanıttığı cennetine koyması.

Rehberlik yapmaktan maksadın, cennetin bulunduğu yöne doğru sevketmek olduğu açıktır. Durumun düzeltilmesinden maksat da, cennete girmeden önce Allah'ın onlara cennet giysileri giydirip süslemesi ve dünya hayatında kendilerine bulaşan pislikleri temizlemesidir.

Üçüncü kademede anlatılmak istenen ise şudur: Cennetin daha önce tanıtılması, dünyada Kur'an ve Hz. Peygamber'in (s.a.) diliyle Allah'ın, onlar için hazırladığı cennetin nasıl olduğunu anlatmasıdır. Onlar cennete ulaşınca, daha önce kendilerine tanıtılmış olan şeylerle karşılaşacaklar ve kendilerine va'd'edilen herşeyin verildiğini, bunda en küçük bir değişikliğin olmadığını anlayacaklardır.

12. Allah'a yardım etmenin en açık ifadesi, O'nun dinini yüceltmek için can ve malla cihad etmektir. Fakat bunun, daha önce açıkladığımız gibi gizli ve derin bir anlamı daha vardır. Bkz. Al-i İmran, an: 50.

8 İnkâr edenler ise, yüzükoyun-düşüş, onlara olsun;13 (Allah,) onların amellerini giderip-boşa çıkarmıştır.

9 İşte böyle; çünkü onlar, Allah'ın indirdiğini çirkin (kerih) gördüler;14 bundan dolayı, O da, onların amellerini boşa çıkardı.

10 Onlar, yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı ki, kendilerinden öncekilerin nasıl bir sona uğradıklarını görsünler. Allah, onları yerle bir etti. O kâfirler için de bunun bir benzeri vardır.15

11 İşte böyle; çünkü Allah, iman etmekte olanların velisidir; kâfirlerin ise, onların velisi yoktur.16

12 Şüphesiz Allah, iman edip salih amellerde bulunanları, altından ırmaklar akan cennetlere sokar. İnkâr edenler ise, metalanırlar ve hayvanların yemesi gibi yerler;17 ateş, onlar için bir konaklama yeridir.

13 Seni sürüp-çıkaran memleketinden, kuvvet bakımından daha üstün nice memleketler vardır ki, biz onları yıkıma uğrattık da kendileri için hiç bir yardımcı yoktu.18

14 Şimdi Rabbinden apaçık bir belge üzerinde bulunan kimse, kötü ameli kendisine 'süslü ve çekici gösterilmiş' ve kendi heva (istek ve tutku)larına uyan kimseler gibi midir?19

AÇIKLAMA

13. "Fetasenlehüm" ifadesindeki "ta's", kişinin ayağı takılarak ağız üstü yere düşmesidir.

14. Yani, onlar, eski cahiliye alışkanlıklarını, bozuk inançlarını, adetlerini ve ahlaki kokuşmuşluklarını tercih ederek Allah'ın doğru yolu görmeleri için indirdiği emirleri beğenmediler, reddettiler.

15. Buradan iki anlam çıkarılabilir. Birinci anlama göre, o kafirlerin uğradığı felakete şimdi de Hz. Muhammed'in (s.a) davetine inanmayan bu kafirler uğrayacaktır. İkinci anlam da şöyledir: Onların mahvolması, sadece bir dünya azabı olarak sona ermeyecek; ahirette de helake uğrayanlardan olacaklardır.

16. Uhud Savaşı'nda, Hz. Peygamber (s.a) yaralandığı zaman, birkaç sahabe ile birlikte dar bir vadinin yamacında bekliyordu. Tam bu sırada Ebu Süfyan, "Bizim Uzza'mız var, sizin ise Uzza'nız yok" diye bağırmıştı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a), "Allah bizim yardımcımız ve koruyucumuzdur. Sizin ise hiç bir yardımcı ve koruyucunuz yoktur" diye cevap verdi ki, bu cevap bu ayetten alınmıştır.

17. Yani hayvan nasıl, "Bu rızık nereden gelmiştir, kim yaratmıştır, bu rızkı veren verdiğine karşılık benden ne istemektedir?" diye düşünmeden yerse, bu insanlar da öyle yerler; yemeden içmeden başka birşey düşünmezler.

18. Mekke'den ayrılmak zorunda kalışı Hz. Peygamber'e (s.a) çok dokunmuştu. Hicret etmek zorunda bırakılınca şehrin dışına çıkıp yüzünü Mekke'ye doğru çevirerek şöyle buyurdu: "Ey Mekke! Allah için sen dünyanın bütün şehirlerinden daha sevimlisin. Allah bütün şehirlerden daha çok seni sever. Eğer müşrikler mecbur etmeselerdi seni asla terketmezdim."

İşte bu olay üzerine Mekke halkının, Peygamber'i (s.a) çıkararak büyük bir zafer kazandıklarını sandıkları, oysa bu hareketleriyle gerçekte kendi felaketlerini davet ettikleri belirtiliyor. Ayetin ifade biçimi Hicret'ten hemen sonra nazil olduğunu açıkca göstermektedir.

19. Peygamber (s.a) ve izinden gidenler, Allah tarafından kendilerine bir lütuf olarak en doğru ve temiz yol (İslam) verildikten, akıl ve mantık ışığında inceleyerek beğenip o yola gönül verdikten sonra nasıl olur da, dalaletlerini hidayet, çirkin ve adi hareketlerini iyi ve güzel sanan, bir delile dayanmadan sadece kendi nefsi isteklerine göre hak ve batıl yolu tayin etmeye çalışan o cahiliye zebunu adamlara uyabilirler, onlarla samimi bir hava içinde olabilirlerdi. Aynı şekilde ahirette de onların akibetleri bir olmayacaktır.

15 Takva sahiplerine va'dedilen cennetin misali (şudur): İçinde bozulmayan sudan ırmaklar,20 tadı değişmeyen sütten ırmaklar,21 içenler için lezzet veren şaraptan ırmaklar22 ve süzme baldan ırmaklar vardır;23 ve orda onlar için meyvelerin her türlüsünden ve Rabblerinden bir mağfiret de vardır.24 Hiç (böyle mükâfatlanan bir kişi), ateşin içinde ebedi olarak kalan ve bağırsaklarını 'parça parça koparan' kaynar sudan içirilen kimseler gibi olur mu?

16 Onlardan kimi gelip seni dinler. Nitekim yanından çıkıp-gittikleri zaman, kendilerine ilim verilenlere derler ki: "O biraz önce ne söyledi?"25 İşte onlar; Allah, onların kalplerini damgalamıştır ve onlar kendi heva (istek ve tutku)larına uymuşlardır.26

AÇIKLAMA

20. "Asin", rengi, tadı bozulmuş, içinde bir kötü koku meydana gelmiş suya denir. Dünyada nehirlerin ve ırmakların suyu genellikle bulanık olur. İçine çamur, kum ve çeşitli bitkiler karıştığı için rengi ve tadı değişir, az çok kokuşma meydana gelir. Bundan dolayı, Cennet'teki ırmakların sularının renginin, tadının ve kokusunun değişmeyeceği anlatılmıştır. Yani o su saf, tertemiz ve berrak olacak, içinde hiçbir karışma olmayacaktır.

21. Merfu bir hadiste bunu açıklamak için şöyle buyurulmuştur: "O, hayvanların memesinden çıkmış süt olmayacak." Yani, Allah bu sütü pınar gibi yerden çıkaracak ve nehirler gibi akıtacaktır. Yani bu süt hayvanlardan sağıldıktan sonra nehirlerde akıtılmayacak, doğrudan yerden kaynayacaktır. Bu kudret sütünün niteliğinin belirtilmesi yolunda, "Tadı bozulmayan" buyurulmuştur. Yani onun içine hayvanlardan sağılan her sütte bulunabilecek en küçük bir kir ve pislik karışmayacaktır.

22. Bu da merfu bir hadiste şöyle açıklanmıştır: "Bu şarap, insanların ayaklarıyla çiğneyerek çıkardıkları şarap gibi olmayacak." Yani o, dünya şarabı gibi meyvelerin sıkılması veya ayakla çiğnenerek suyunun süzülmesi şeklinde elde edilmeyecek, aksine Allah onları da pınarlar şeklinde yaratacak ve nehirler gibi akıtacaktır. "İçenlere zevk veren" olarak nitelenen bu şarap alkoliklerin bile yüzünü buruşturmadan, burnunu tıkamadan içemeyecekleri kadar acı ve pis kokulu bir dünya şarabı gibi olmayacaktır. Saffat Suresi'nde bu konuda daha fazla açıklama yapılarak, içildiğinde vücuda bir zarar gelmeyeceği, sarhoşluk vermeyeceği bildirilmiştir. (Ayet: 19). Bundan da anlaşılıyorki Cennet şarabı sarhoş etmeyecek, fakat yalnızca tad ve huzur verecektir.

23. Bu, merfu bir hadiste, "O, bal arılarının karnından çıkan bal gibi olmayacak," şeklinde açıklanmıştır. Yani o da yukarıda sayılanlar gibi pınarlardan çıkacak, nehirler gibi akacaktır. Bu nedenle içinde mum, kovan parçaları, ölmüş arıların kanat ve bacakları olmayacak, tersine tertemiz, berrak bir bal olacaktır.

24. Sayılan bu cennet nimetlerinden sonra, muttakiler için Rablerinden mağfiret olduğunun zikredilmesinin iki anlamı olabilir: Birincisi, bütün bu nimetlerden daha üstün bir nimet olduğu; ikincisi ise, dünyada yaptıkları hataların, cennette onların yüzüne vurulmayacağı, tersine, utanmamaları için Allah'ın o hatalar üzerine sürekli perde çekeceği.

25. Bu ayette, Peygamber'in (s.a) meclisine gelerek emirlerini veya Kur'an ayetlerini dinleyen, fakat kalpleri Peygamber'in (s.a) mübarek dilinde ifadesini bulan konulardan uzak olduğu için, hepsini işittikleri halde dışarı çıkınca müslümanlara, "Az önce ne demişti?" diye soran kafirler, münafıklar ve kitap ehli gibi inkar edenler anlatılmaktadır.

26. Peygamber'in (s.a) buyruklarına karşı kulaklarının sağır ve tıkalı oluşunun asıl sebebi, nefsi isteklerinin kölesi olmaları ve Peygamber'in (s.a) getirdiği ilahi emirlerin onların bu nefsi isteklerine uymaması idi. Bu nedenle onlar, Peygamber'in (s.a) meclisine tesadüfen gelip, kulaklarını mecburen ona çevirmiş bile olsalar gönülden ilgi duymuyorlardı.

17 Hidayeti bulmuş olanlara gelince; (Allah,) onların hidayetlerini arttırmış27 ve onlara takvalarını vermiştir.28

18 Artık onlar, kıyamet-saatinin kendilerine apansız gelmesinden başkasını mı gözlüyorlar?29 İşte onun işaretleri gelmiştir.30 Fakat kendilerine geldikten sonra öğüt alıp-düşünmeleri onlara neyi sağlar?

19 Şu halde bil; gerçek şu ki, Allah'tan başka ilah yoktur. Hem kendi günahın, hem mü'min erkekler ve mü'min kadınlar için31 mağfiret dile. Allah, sizin dönüp - dolaşacağınız yeri de bilir, konaklama yerinizi de.

20 İman etmekte olanlar, derler ki: "(Savaş izni için) Bir sûre indirilmeli değil miydi?" Fakat, içinde savaş (kıtal) zikri geçen muhkem bir sûre indirildiği zaman, kalplerinde hastalık bulunanların üzerine ölüm baygınlığı çökmüş olanların32 bakışı gibi sana baktıklarını gördün. Oysa onlara evla:

21 İtaat ve maruf (güzel) sözdü. Fakat iş, kesinlik ve kararlılık gerektirdiği zaman, şayet onlar Allah'a sadakat gösterselerdi, şüphesiz onlar için daha hayırlı olurdu.

22 Demek, 'iş başına gelip yönetimi ele alırsanız' hemen yeryüzünde fesad (bozgunculuk) çıkaracak33 ve akrabalık bağlarınızı koparıp parçalayacaksınız, öyle mi?34

AÇIKLAMA

27. Yani kafir ve münafıkların işittikleri halde "Biraz önce ne demişti?" diye sordukları o emirler, hidayete erenlerin hidayetlerini daha da artırır. Nasipsizlerin vakitlerini boşa harcayarak terkettikleri meclisten, nasipli olanlar, yeni bir ilim ve irfan hazinesi elde ederler.

28. Onların arzu ettikleri takvaya Allah'ın lütfu ile ulaştıkları belirtiliyor.

29. Kur'an'ın mucizevi beyanıyla, Peygamber'in (s.a) temiz hayatıyla ve sahabe-i kiramın devrimler meydana getiren hayatlarıyla son derece açık bir şekilde ortaya konan gerçeğin açıklanmasından sonra, bu insanlar iman etmek için Kıyamet'in gelip çatmasını, karşılarına gelip dikilmesini mi bekliyorlar?

30. Kıyamet alametlerinden maksat, Kıyamet'in kopuşunun yaklaştığını gösteren alametlerdir. Bunlardan en önemlilerinden birisi de kendisinden sonra bir daha peygamber gelmeyecek olan Allah'ın son Peygamber'inin gelmesidir.

Buhari, Müslim, Tirmizi ve Müsned-i Ahmed'de Hz. Enes, Sehl bin Saidî ve Büreyde'den nakledildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a) şehadet ve orta parmaklarını kaldırarak şöyle buyurmuştur: "Benim peygamber olarak gönderilişimle kıyamet bu iki parmak gibidir." Yani bu iki parmak arasında nasıl başka bir parmak yoksa, benimle kıyamet arasında da başka bir peygamber gönderilmeyecektir.

31. İslam'ın insana kazandırdığı ahlaki değerlerden biri de, kulun Rabbine ibadet ve kulluk görevlerini yerine getirmesi, O'nun dini uğruna cihad etmesi, gücü yettiği kadar gayret etmesi, "Üzerime düşeni yaptım" diye yaptıklarını asla yeterli görmemesi, tersine, daima "Rabbimin benden istediklerini ve üzerimdeki hakkını yerine getiremedim" diye düşünmesi ve her zaman kendi hatalarını itiraf ederek Allah'a, "Sana kullukta yaptığım kusurları bağışla" diye dua etmesidir.

Bu duygunun özü, Allah'ın şu buyruğunda ifade edilmiştir: "Ey Peygamber! Hatalarından dolayı af dile, günahlarından dolayı bağışlanma dile." Bu, Hz. Peygamber'in (s.a.) gerçekte bilerek herhangi bir günah ve hata yaptığını ifade etmez. Aksine en doğru ifadesiyle şöyle denmek istenmektedir: Rabbine karşı kulluk görevlerini bütün kullardan daha fazla yerine getiren Peygamberin derecesi bile, yerine getirdiği görevler karşılığında gönlünden en küçük bir öğünme duygusu geçirmemesini, bütün büyük hizmetleri ve başarılarına rağmen Rabbinin huzurunda kusurlarını itiraf etmesini gerektirir.

Bu ayet nedeniyle Hz. Peygamber (s.a), Allah'tan sürekli ve çok çok mağfiret dilerdi. Ebu Davud, Nesei ve Müsned-i Ahmed'deki rivayetlere göre Hz. Peygamber (s.a), "Ben her gün Allah'tan yüz kere mağfiret diliyorum" buyurmuştur.

32. Ayette anlatılmak istenen durum şudur: O dönemde müslümanların içinde bulundukları şartlar ve kafirlerin İslam ve müslümanlara karşı tutumları nedeniyle müslümanlar Hz. Peygamber'e (s.a) savaşa izin veren bir ayetin niçin gelmediğini ve zalimlerle savaşmalarına niçin izin verilmediğini sorarlar. Müslümanların arasındaki münafıkların durumu ise gerçek müslümanlardan tamamen farklı idi. Onlar mallarını ve canlarını Allah'tan ve O'nun dininden üstün tutuyor ve O'nun uğruna bir tehlikeye atılmaya razı olmuyorlardı. Savaş emri gelir gelmez gerçek mü'minlerle münafıklar birbirinden ayrılıverdi. Bu emir gelmezden önce münafıklarla gerçek mü'minler arasında görünüşte hiçbir fark görülmüyordu. Onlar da namaz kılıyor, oruç tutmada da bir kusur etmiyorlardı. İsteksiz de olsa İslam'ı kabul ediyor görünüyorlardı. Fakat İslam uğruna canları feda etme vakti gelince, münafıklıkları açığa çıkmaya başladı; göstermelik imanları üzerindeki perde açıldı. Bu durum Nisa Suresi'nde şöyle açıklanır: "Kendilerine ellerinizi savaştan çekin, namazı kılın, zekatı verin denilmiş olanlara bakmaz mısın? Şimdi onların üzerine savaş farz kılınınca içlerinden bir topluluk Allah'tan korkar gibi, hatta daha şiddetli bir korkuyla insanlardan korkuyor. Onlar, "Ey Rabbimiz! Şu savaşı üzerimize neden farz kıldın, ne olurdu bizi yakın bir vakte kadar geri bıraksaydın?" dediler." (ayet: 77)

33. "Hakimiyeti ele alınca" diye çevirdiğimiz "intevelleytüm" ibaresinin diğer bir tercümesi de "Eğer hakimiyetiniz gerçekleşirse" şeklinde yapılabilir.

34. Bu ayetten anlaşılan birinci mana şudur: Siz şimdi İslam'ı savunmakta usanç gösterirseniz ve bu muazzam yeryüzü düzenini kuran İslam nizamı için can ve malınızdan fedakarlık yapmaktan yüz çevirirseniz sonuç, yüzyıllardır birbirinizin boynunu vurduğunuz, kendi çocuklarınızı bile diri diri gömdüğünüz ve Allah'ın arzında zulüm ve fesadı yaydığınız o cahiliyet sistemine dönmekten başka ne olabilir?

Ayetin taşıdığı ikinci mana da şudur: Siz böyle hareket edip yaşadığınız müddetçe, iman ettiğinizi söylediğiniz dine karşı içinizde hiçbir samimiyet ve vefakarlık yoksa, onun uğruna hiçbir fedakârlığa hazır değilseniz ve böyle bir ahlâkî anlayış içinde olduğunuz halde Allah size güç verip dünya meselelerini çözmekte elinize yetki verirse, sizden zulüm ve bozgunculuk yapmaktan, kardeş kanına girmekten başka birşey yapmanız beklenemez.

Bu ayet, İslam'da akrabalar arası münasebetlerin kesilmesinin haram olduğunu açıkca ortaya koymaktadır. Diğer yandan, Kur'an'ın çeşitli yerlerinde akrabalarla iyi ilişkiler kurulması büyük sevaplardan sayılmış ve sila-i rahim emri verilmiştir. (Örnek olarak bkz. Bakara: 83, 177, Nisa: 8, 36, Nahl: 90, İsra: 26, Nur: 22.)

"Rahm" kelimesi Arapça'da, istiare yoluyla yakınlık ve akrabalık anlamında kullanılmıştır. Bir kişinin uzak veya yakın bütün akrabaları onun Zevi'el-Erham'ı (akraba topluluğu)dırlar. Akrabalık derecesi ne kadar yakın ise o kişi üzerinde o kadar fazla hakkı vardır ve onunla ilişkilerin kesilmesi o ölçüde günahtır.

Sıla-i rahmin (akraba ile ilişki) gereklerinden olarak kişinin gücü yetiyorsa, akrabasına iyilik yapmaktan kaçınmaması gerekir. Sıla-i rahmin zıddı olan "Kat-ı rahim" (akrabalarla ilişkilerin kesilmesi) ise, kişinin akrabaları ile ilişkilerini kesmesi veya yapabileceği iyilikten kasten kaçınmasıdır.

Hz. Ömer (r.a) bu ayete dayanarak "Ümmu Veled'in (efendisinden çocuğu olan cariye) satılmasını haram kabul etmiş, sahabiler de bu hususta ittifak etmişlerdir. Hakim, Müstedrek isimli eserinde Hz. Büreyde'den şu hadisi nakletmektedir: "Bir gün Hz. Ömer'in meclisinde otururken aniden bir gürültü koptu. Soruşturulunca anlaşıldı ki, bir cariye satılıyor ve kızı da ağlıyormuş. Hz. Ömer bütün Ensar ve Muhaciri topladı ve onlara şunu sordu: "Hz. Muhammed'in (s.a) getirdiği dinde akrabalar arasındaki bağların kesilmesine izin verildiğini biliyor musunuz?" Hepsi birden, "Hayır" dediler. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a) "O halde ne biçim iştir ki, aranızda anne kızından koparılıyor; akrabalar arasındaki bağların böyle acı bir şekilde koparılması nasıl olabilir?" dedi. Daha sonra da bu ayeti okudu. Halk da "Bu olaya mani olmak için uygun gördüğünüz çözüm ne ise onu yapınız" dediler. Bunun üzerine Hz. Ömer bütün İslam beldelerine şu genel emri gönderdi: "Efendisinden çocuk doğuran hiçbir cariyeyi satmayınız. Çünkü bu akrabalık bağlarının kesilmesidir, bu da helal değildir."

23 İşte bunlar; Allah onları lanetlemiş, böylece (kulaklarını) sağırlaştırmış ve basiret (göz)lerini de kör etmiştir.

24 Öyle olmasa, Kur'an'ı iyiden iyiye düşünmezler miydi? Yoksa birtakım kalpler üzerine kilitler mi vurulmuş?35

25 Şüphesiz, kendilerine hidayet açıkça belli olduktan sonra, gerisin geri (küfre) irtidat eden (dönen)leri, şeytan kışkırtmış ve uzun emellere kaptırmıştır.

26 İşte böyle; çünkü gerçekten onlar, Allah'ın indirdiğini çirkin karşılayanlara dediler ki: "Size bazı işlerde itaat edeceğiz."36 Oysa Allah, onların saklamakta olduklarını (sır olarak konuştuklarını) biliyor.

27 Öyleyse melekler, onların yüzlerine ve arkalarına vura vura canlarını aldıkları zaman37 nasıl olacak?

28 İşte böyle; çünkü gerçekten onlar, Allah'ı gazablandıran şeye uydular ve O'nu razı edecek şeyleri çirkin karşıladılar, bundan dolayı (Allah,) onların amellerini boşa çıkardı.38

29 Yoksa kalplerinde hastalık bulunanlar, kendi kinlerini Allah'ın hiç çıkarmayacağını mı sandılar?

AÇIKLAMA

35. Yani, ya bu insanlar Kur'an'ı dikkatle okuyup anlamamaktadırlar veya anlamaya çalışmalarına rağmen onun emirleri, anlamları ve amaçları kalplerine yerleşmemiştir. Çünkü kalplerine kilit vurulmuştur. "Kalplerine kilit vurulmuştur" sözünün anlamı, hak ve hakikati tanımayan kalplere mahsus kilitler vurulmuştur demektir.

36. Yani, iman ettiklerini söyledikleri ve müslümanlar topluluğu içinde bulundukları halde içten içe İslam düşmanlarıyla görüşüp anlaşarak onlara, bazı konularda beraber olacaklarına, kendilerine uyacaklarına dair sözler veriyorlardı.

37. Onlar, çıkarlarını korumak ve İslam ile küfür arasındaki savaşın tehlikelerinden korunmak için böyle bir tutumu benimsediler. Fakat öldükten sonra Allah'ın elinden kurtulup nereye kaçacaklar? Hiçbir tedbirleri, ölüm anında meleklerin kendilerine vurup çarpmasından koruyamayacaktır.

Bu ayet de kabir azabını açıklayan ayetlerdendir. Daha ölüm anında, kafir ve münafıklar için azabın başladığını bu ayetten açıkca öğrenmekteyiz. Bu azab, onların kıyamet günü hesaba çekildikten sonra görecekleri cezadan başka bir cezadır. (Geniş bilgi için bkz. Nisa: 97, En'am: 93, 94, Enfal: 50, Nahl: 28-32, Mü'minun: 99-100, Yasin: 26-27 ve an: 22-23, Mümin: 46 ve an: 63.)

38. "İşler" ile anlatılmak istenen, müslüman olarak yapılan bütün amellerdir. Onların namazları, oruçları, zekatları, yani görünüş itibariyle hayırlı amellerden sayılan bütün iyilikleri, müslüman olsalar bile Allah'a, O'nun dinine ve İslam toplumuna karşı samimi ve vefakâr bir tutum izlemedikleri için boşa gitmiştir.

Müslümanlara ve İslam'a vefa göstermek şöyle dursun, dünyevi menfaatleri için din düşmanları ile gizli anlaşmalar yapmışlar, Allah yolunda cihad zamanı geldiğinde ise kendilerini tehlikeden kurtarma derdine düşmüşlerdir.

Bu ayetler, İslam-Küfür savaşında İslam ve müslümanlarla ilgilenmeyen veya küfür ve kafirlerin peşinden giden kişinin inancının değersiz olduğunu apaçık bir biçimde ortaya seriyor. Bu durumda onların herhangi bir amelinin Allah katında makbul olabileceği düşünülemez.

30 Eğer biz dilersek, sana onları elbette gösteririz, böylelikle sen onları simalarından tanımış olursun. Andolsun, sen onları, sözlerinin anlatım-biçiminden de tanırsın. Allah, amellerinizi bilir.

31 Andolsun, biz, sizden mücahid olanlarla sabredenleri bilinceye (belli edip ortaya çıkarıncaya) kadar, sizi deneyeceğiz ve haberlerinizi de sınayacağız (açıklayacağız).

32 Şüphesiz inkâr edenler, Allah'ın yolundan alıkoyanlar ve kendilerine hidayet açıkça belli olduktan sonra 'peygambere karşı gelip zorluk çıkaranlar', kesin olarak Allah'a hiç birşeyle zarar veremezler. (Allah,) Onların amellerini boşa çıkaracaktır.39

33 Ey iman edenler, Allah'a itaat edin, peygambere itaat edin ve kendi amellerinizi geçersiz kılmayın.40

34 Hiç şüphesiz, inkâr edenler, Allah'ın yolundan alıkoyanlar, sonra kendileri kâfirler iken ölenler; işte Allah, onlara kesinlikle mağfiret etmeyecektir.

35 Öyleyse, siz üstün (bir durumda) iken, barışa çağırmak suretiyle 41gevşekliğe düşmeyin. Allah, sizinle beraberdir; O, sizin amellerinizi asla eksiltmez.

36 Gerçekten dünya hayatı, ancak bir oyun ve tutkulu bir oyalanmadır.42 Eğer iman ederseniz ve sakınıp-korkarsanız, O, size ecirlerinizi verir ve mallarınızı da istemez.

AÇIKLAMA

39. Bu ayette iki anlam kastedilmektedir: Birincisi, kendilerince iyi bilip yaptıkları işlerin hepsini Allah geçersiz kılacak, ahirette amellerinin en küçük bir karşılığını göremeyeceklerdir. İkincisi ise, Allah ve Peygamberi'nin dinini engellemek için aldıkları bütün tedbirler boşa gidecek ve işe yaramayacaktır.

40. Diğer bir deyimle, amellerinin faydalı ve sonuç verici olması, tamamen Allah ve Rasulü'ne itaate bağlıdır. İtaatten çıktıktan sonra yapılan hiçbir amel, kişinin ecir kazanmasına neden olan hayırlı amel değildir.

41. Burada şu durum göz önünde bulundurulmalıdır: Bu ilahi emir, Medine gibi küçücük bir şehirde birkaç yüz Muhacir ve Ensardan oluşmuş bir avuç topluluğun İslam'ın bayraktarlığını yaptığı ve yalnız güçlü Kureyş kabilesi ile değil, bütün Arabistan'ın müşrik ve münafıklarıyla mücadele ettikleri sırada nazil olmuştur. Müslümanların durumu böyle olmasına rağmen onlara, "Cesaretinizi kırarak düşmanlarla barış yapmayı istemeyin, tersine, canınızı dişinize takarak savaşacak şekilde hazır olun", buyurulmaktadır.

Bu ilahi emrin maksadı, müslümanların hiçbir zaman barış sözü etmemeleri demek değildir. Bilakis burada anlatılmak istenen şey, müslümanların zayıf, düşmanlarının kuvvetli olduğu anlamını veren bir barışa taraftar olmanın doğru olmadığı düşüncesidir. Müslümanlar her şeyden önce güçlerini ispat etmelidirler. Ancak ondan sonra barış görüşmeleri yapmalarında bir sakınca yoktur.

42. Yani, ahiret karşısında bu dünyanın değeri birkaç günlük gönül eğlendirmeden öte birşey değildir. Bu dünyanın başarı veya başarısızlığı fazla önemi olan gerçek ve sürekli bir şey değildir. Asıl hayat ahiret hayatıdır ve insanoğlu onu kazanmaya çalışmalıdır. (Geniş bilgi için bkz. Ankebut an: 102).

37 Eğer sizden onları(n tümünü) isteyip sizi çıplak bırakacak olursa, cimrilik edersiniz43 ve sizin kinlerinizi de ortaya çıkarmış olur.44

38 İşte sizler böylesiniz; Allah yolunda infak etmeğe çağrılıyorsunuz; buna rağmen sizden kimi cimrilik etmektedir. Kim cimrilik ederse, artık o, ancak kendi nefsine cimrilik etmektedir. Allah ise, Ganiy (hiç bir şeye ihtiyacı olmayan)dır; fakir olanlar ise, sizlersiniz. Eğer siz yüz çevirecek olursanız, sizden başka bir kavmi getirip-değiştirir. Sonra onlar, sizin benzerleriniz de olmazlar.

AÇIKLAMA

43. Yani O zengindir, kendisi için sizden bir şey almaya muhtaç değildir. Eğer O sizden kendi yolunda mal harcamanızı istiyorsa, bu kendisi için değil, bilakis sizin iyiliğiniz içindir.

44. O, sizi, zayıflıklarınızı ortaya çıkaran büyük bir sınama ve denemeye sokmuyor.

MUHAMMED SÜRESİ(Seyyid KUTUB)

1- Allah, inkar edip kendisinin yoluna engel olanların işlerini boşa çıkarmıştır.

2- İnanıp iyi ameller işleyenlerin, Rabbleri tarafından Muhammed'e in, dirilen gerçeğe inananların da günahlarını örtmüş ve hallerini düzeltmiştir.

3- Bunun sebebi, inkar edenlerin batıla uymaları, inananların da Rablerinden gelen hakka uymuş olmalarındandır. İşte Allah, onların durumlarını, insanlara böyle anlatır.

Bu başlangıç hiçbir ön hazırlık ve çalışma olmadan yapılan saldırıyı simgeliyor. İnkara saparak Allah yolundan yüz çevirenlerin -ister sadece kendileri yüz çevirmiş olsunlar isterse kendileri ile birlikte başkalarını da engellemiş olsunlar fark etmez- yüzyüze geldikleri amellerinin boşa çıkarılışı yaptıkları bu amellerin tamamen boşa çıkarıldığını ve iptal edildiğini ifade ediyor. Ancak ne var ki bu anlam bir hareket içinde somutlaşıyor. Çünkü bir de bakıyoruz ki bu yaptıkları ameller darma dağınık ve yoldan çıkmıştır... Bu dağılmanın ve yoldan çıkmanın sonucuna baktığımızda, birde ne görelim, görülen manzara amellerin yok oluşu, görülen, amellerin kayboluşu. Bunlar ise amellere, canlılık veren hareketlerdir. Sanki o ameller birer canlı kişidirler ve yoldan çıkarılmış, ortadan kaldırılmışlardır. Bu hareket, anlama bir derinlik kazandırmakta ve anlamın çağrışımlarını yansıtmaktadır. Sanki bir savaş sahnesi ile karşı karşıyayız. Bu savaşta ameller insanlardan, insanlar da amellerden ürküp kaçmaktadır ve sonunda da ameller kaybolup gitmektedir.

Belki de boşa çıkarılan bu amellerden özellikle yaptıkları sonra da arkasından bir yarar umdukları ve dışardan bakılınca düzgün görülen ameller kastedilmektedir. Ancak iman olmadıktan sonra iyi amelin ne kıymeti vardır? O halde bu iyilik tamamen şeklî olup herhangi bir gerçeği ifade etmemektedir. İtibar edilen, dikkate alınan o amelin yapılmasını doğuran etkendir yoksa amelin şekli değildir. Bazen amelin etkeni iyi ve hoş birşey olabilir. Ancak o amel bir iman temeline dayanmayınca, gelip geçici olarak dikkatsizce yapılan şey ya da alışılmamış bir duygu olur. Böyle bir amel vicdanda değişmez ve apaçık bir şekilde yer etmiş, hayatın geniş açık çizgisine bağlı olan bir sisteme ya da, varlık aleminin köklü yasasına bağlı değildir.

O halde insan ruhu, her yönelişinde, kendisinden harekete geçsin ve her davranışında ve yönelişinde kendisine başvuracağı bir kaynağa bağlansın diye mutlaka iman etmelidir. İşte o zaman iyi amelin bir anlamı, bir hedefi, bir sürekliliği ve ilahi sistem uyarınca vereceği sonuçları olur. Bu ilahi sistem bu kainatın tüm elemanlarını bir kanuna bağlar, her amel ve her harekete bir fonksiyon yükler. Ve bu varlık aleminin bünyesinde fonksiyonunu yapmasında ve gayesine varmasında da bir etki bahşeder.

Öte yandan "İnanıp iyi ameller işleyenlerin, Rabbleri tarafından Muhammed'e indirilen gerçeğe inananların da günahlarını örtmüş ve hallerini düzeltmiştir" vardır. Ayette yer alan birinci "iman edenler" deyimi, Hz. Muhammed'e indirilen Kur'an'a iman etmeyi de içerir. Ancak ne var ki ifadenin akışı Kur'an'ı, "Rabbleri tarafından bir hak" olma niteliği ile nitelemek ve bu anlamı pekiştirip yerleştirmek için ön plana çıkarıyor ve gözler önüne seriyor. Vicdanda yer etmiş bir imanın yanısıra, hayatta dışa vuran amel etmek de gerekir. Amel, imanın varlığını, canlılığını ve çağlayıp kaynadığını gösteren bir meyvedir.

İşte yüce Allah, inkar edenlerin amellerini, şeklen ve dış görünüş açısından güzel görünseler bile, iptal edip boşa çıkarmasına karşılık, bu iman edenlerin "...hallerini düzeltmiştir."

Yüce Allah iyi bile olsa kafirin amelini boşa çıkarırken, müminin günahını bağışlamaktadır. Bu da imanın değerini, Allah katında ve gerçek hayattaki kıymetini ortaya çıkaran mutlak ve tam bir karşılaştırmadır.

"Ve Allah hallerini düzeltmiştir." Bir kimsenin durumunun düzeltilmesi, kıymet, değer ve sonuç açısından iman nimetinden sonra gelen büyük bir nimettir. Ayetin bu ifadesi, iç huzuru, rahat, hoşnutluk ve esenlik çağrışımı vermektedir. insanın zihni sağlıklı olunca, duygu ve düşünce de düzgün ve doğru olur, kal ve vicdan huzurlu olur, duygu ve sinirler rahata kavuşur, ruh hoşnut olur, ruh güvenlik ve esenlikten yararlanır... Bütün bunlar elde edildikten sonra, hangi nimet ve faydalanma eksik kalır? Doğrusu bu, parlak, aydınlık ışık dolu bir ufuktur.

Neden mümin olanların günahları bağışlanır ve durumları düzeltilirken, inkara dalanların amelleri boşa çıkarılmıştır? Bu bir kayırma değildir. Tesadüf de değildir. Rastgele hiç değildir. Bu tam anlamı ile bir olgudur. Bu olgunun değişmez bir temeli vardır. Bu olgu Allah'ın gökleri yeri hak üzere yarattığı ve temel olarak hakkı seçtiği gün, varlık aleminin boyun eğmiş olduğu ezeli, köklü kanuna bağlıdır:

"Bunun sebebi inkar edenlerin, batıla uymaları, inananların da Rabbinden gelen hakka uymuş olmalarındandır."

Batılın şu varlık aleminin benliğine işleyen kökleri yoktur. Dolayısı ile batıl gelip geçicidir, yok olmaya mahkumdur. Batılın peşinden giden herkes ve batılın ürünü olan herşey de böyle gitmeye ve yok olmaya mahkumdur. Dolayısı ile inkara sapanlar batılın peşinden gittiklerinden amelleri yok olmuş ve kendilerine yararlı en ufak bir kırıntı kalmamıştır o amellerden...

Hak ise, köklü ve değişmezdir. Gökler ve yeryüzü hakkın temeli üzere ayaktadır. Ve hak kainatın derinliklerine kök salmıştır. Dolayısı ile hakka yapışan ve hak üzere olan herşey varlığını sürdürür. Müminler Rabbleri katından gelen hakka uydukları için, yüce Allah elbette onların günahlarını bağışlayacak ve durumlarını düzeltecektir. Dolayısı ile bu, değişmez temelleri ve ezeli nedenleri olan kararlaştırılmış ve apaçık bir olgudur. O halde, bu dikkatsizce yapılan, tesadüfen ve rastgele olan bir olgu değildir.

"Allah onların durumlarını insanlara böyle anlatır."

Allah kendilerini ölçmek ve değerlendirmek için başvuracakları kuralları onlara böylece verir. Onlar da birşeyi değerlendirmek için başvurdukları ve kendilerinin de bağlısı oldukları ölçüyü öğrenirler de ölçme ve değerlendirmede yanılgıya düşmezler.

KAFİRLERİN BOYUNLARINI VURUN

Surenin birinci ayetinin belirlemiş olduğu bu ilke müminlere kafirlere karşı savaş emrinin verilmesini doğurmuştur. Çünkü müminler sabit değişmez hak yoldadırlar. Bu hakkın yeryüzünde kök salması, yeryüzüne egemen olması, insanların ve hayatın kaderine hakim olması gerekir. Bundan hedef ise insanların hakka ulaşmaları ve hayatlarını bu ilkeye göre temellendirmeleridir. İnanmayanlar ise, ortadan kaldırılması ve izleri hayattan silinmesi gereken batıl yoldadırlar.



4- İnkar edenlerle karşılaştığınız zaman boyunlarını vurun. Nihayet onları iyice vurup sindirince bağı sıkıca bağlayın (onları esir alın). Savaş sona erince de artık ya karşılıksız veya fidye karşılığı salıverin. Allah dileseydi onlardan başka türlü de öç alabilirdi. Bunun öyle olması kiminizi kiminizle denemek içindir. Ancak kendi yolunda ölenlerin yaptıklarını boşa çıkarmaz.

Bu ayette "karşılaşmak"tan gaye; inanmayanlarla savaş ve çarpışmak üzere karşı karşıya gelmektir. Yoksa hedefsiz olarak sadece karşılaşmak değildir. Bu sure inene kadar Arap yarımadasında müşriklerin bir kısmı müslümanlarla savaş halinde, bir kısmı da adlaşmalı idiler. Ve henüz Berae (Tevbe suresi) inmemişti. Bu sure, müşriklerle belirli süre ile sınırlı olarak yapılan antlaşmaları o sürenin sonuna kadar geçerli sayarken herhangi bir süre ile sınırlı olmayan antlaşmalar için dört aylık bir süre tanıyordu. Bu sürenin sonunda Arap yarımadasındaki müşriklerin nerede ele geçirilirlerse -islamın kuralı olarak- orada öldürülmeleri emrediliyordu. Ya da müşriklerin islama girmeleri gerekiyordu. Bundan hedef ise kuralı artık islamın belirlemesi gerektiği idi.

İnançsızlarla karşılaşıldığı zaman emredilen boyun vurma doğal olarak kendilerine islama girmeleri teklif edildikten ve onların da girmekten kaçınmalarından sonra sözkonusudur. Bu ayet surenin savaş atmosferine ve çağrışımlarına uygun olarak, öldürme işlemini doğrudan doğruya dışa vuran şekli ile ve bu öldürmeyi simgeleyen hareketle canlandırmaktadır.

"Nihayet onları iyice vurup sindirince bağı sıkıca bağlayın (onları esir alın)."

Ayette geçen "ishan" düşmanı öldürmekte aşırı gitmektir. Bundan hedef ise düşmanın gücünü kuvvetini kırmak, birbiri ardı sıra kırılıp ölmesini sağlamaktır. Ki artık bir daha düşman kendisine gelip de saldıracak ya da kendini savunacak gücü bulamasın... İşte o zaman -bundan önce değil- esir düşen tutsak edilir ve kelepçesi sıkı tutulur. Ama düşman hala gücünü yitirmemişse "ishan" ve öldürmede aşırı gitme bu tehlikeyi kırmak için ana hedef olarak kalır. Buna göre, bu ayetin anlamı ile yüce Allah'ın Bedir savaşında düşmanı öldürmek yerine çok esir aldıklarından dolayı Peygamberini ve müslümanları azarlayıp çıkıştığı Enfal suresinin ayetleri arasında çelişki olmaz. O zaman kafirleri öldürmek daha uygundu. Nitekim o ayette yüce Allah:

"Yeryüzünde üstünlüğünü perçinlemedikçe hiçbir Peygamberin esir alması yerinde değildir. Siz geçici dünya malını istiyorsanız. Oysa Allah sizin hesabınıza ahireti istiyor. Allah üstün iradeli ve hikmet sahibidir. Eğer Allah'ın daha önce kesinleşmiş (ve bu konuda lehinize işleyen) bir hükmü olmasaydı esirlerin karşılığında aldığınız fidyeler yüzünden başınıza büyük bir azap gelirdi" (Enfal suresi 67-68). Öncelikle, düşmanın gücünü ve kuvvetini kırmak için "ishan" gerekir. Esir almak bundan sonraki aşamada sözkonusudur. Bunun nedeni gayet açıktır. Çünkü islama düşman ve saldırgan olan gücün ortadan kaldırılması savaşın ilk hedefidir. Hele hele, İslam toplumunun sayısal gücü az ve sınırlı ve çoğunluk müşriklerin yanında ise, müşriklerden bir tek eli silahlı askerin saf dışı edilmesi bile -o zamanlar olduğu gibi- güç dengesi açısından çok büyük önem taşıyorsa daha da öncelik kazanır. Bu hüküm, genel anlamı ile her zaman, düşmanın gücünü kuvvetini kırmayı ve düşmanı hem saldırı hem de savunma yapamayacak şekilde güçsüz bırakmayı sağlayacak biçimi ile hala geçerlidir. Bundan sonra esirler hakkındaki hükme gelince, bu ayet o hükümleri, belirlemektedir. Nitekim bu ayet esirlere dair hükümleri içeren biricik Kur'an ayetidir:

"Savaş sona erince de artık ya karşılıksız veya fidye karşılığı salıverin."

Yani, düşman askeri esir alındıktan sonra ya herhangi bir karşılık alınmadan salıverilir. Onlardan bu salıverme karşılığı herhangi bir mal alınmadığı gibi, bunların karşılığında müslüman esir kurtarılmasına gidilmez. Ya da fidye karşılığı salıverilir. Bu fidye bir mal olabilir, bir çalıştırma zorunluluğu olabilir, tutsak düşen müslümanların salıverilmeleri karşılığı olabilir.

Bu ayette müşrik tutsaklar için öldürülme ya da köleleştirilme gibi üçüncü bir ihtimal sözkonusu edilmiyor.

Ancak bir uygulama biçimi olarak gördüğümüz şu ki; Resulullah ve kendisinden sonra gelen halifeler -çoğunlukla- tutsakları köle edinmişler bazı belirli durumlarda ise öldürülmüşlerdir. ,

Biz burada bu ayetle ilgili olarak Hanefi bilgin İmam Cessas"ın Ahkamul Kur'an isimli eserinde yer alan açıklamaları aktaracak, arada açıklamayı uygun gördüğümüz noktalarda açıklama yapacağız. Sonra da bu konuda düşündüğümüz hükmü belirteceğiz.

Allah Teala "İnkar edenlerle karşılaştığınız zaman boyunlarını vurun" buyurmaktadır. Ebu Bekr Cessas der ki: "Bu ayetin sözcük ve cümlelerinin yansıttığı anlam tutsakların öldürülmesini gerektirir. Bundan başka bir çözüm yoktur. Bunun dışındaki çözüm düşmanı tamamen yenip güçsüz hale getirdikten sonra gündeme gelir. Bu ayet Enfal suresindeki "Yeryüzünde üstünlüğü perçinlemedikçe hiçbir peygamberin esir alması yerinde değildir" (Enfal suresi, 67) ayetinin benzeridir. Bu ifade doğrudur, her iki ayet arasında bir çelişki yoktur."

Hakem oğlu, Muhammed oğlu, Ca'fer oğlu Muhammed nakleder. O da İb-nu'l Yeman oğlu Muhammed oğlu Cafer'den nakleder. Bu Ebu Ubeyd'den, Ubeyd'in babası Salih oğlu Abdullah'tan, o Salih oğlu Muaviye'den, o da Ebu Talha oğlu Ali'den o da İbn-i Abbas'dan nakleder. İbn-i Abbas, "Yeryüzünde üstünlüğü perçinlemedikçe hiçbir peygamberin esir alması yerinde değildir" (Enfal suresi, 67) ayeti hakkında der ki: Bu durum Bedir günü için sözkonusu idi. Çünkü o zamanlar müslümanlar azınlıkta idiler. Müslümanlar çoğalınca ve güçleri artınca Allah bu ayetten sonra tutsaklar hakkında "Savaş sona erince de onları ya karşılıksız veya fidye karşılığında salıverin" ayetini indirdi. Ve peygamber ile müminlere tutsaklar konusunda tercih hakkı verdi. Artık dilerlerse tutsakları öldürebilirler dilerlerse köle edinirler. Ve yine dilerlerse tutsakların vereceği fidyeyi kabul edip onları serbest bırakırlar. Ebu Ubeyd "Dilerlerse köle edinirler" ifadesini söylemediğinde kuşku duymuştur. (Köle edinme konusunun İbn-i Abbas tarafından söylenmediği hakkında kuşku vardır, bu nedenle onu bir yana bırakıyoruz. Ama tutsakları öldürmenin caiz olacağı hakkında ayette bir dayanak görmüyoruz. Çünkü ayetin ifadesi ya karşılıksız ya da fidye karşılığı salıvermektir.)

Muhammed oğlu Ca'fer, Ebu Ubeyd'den, o da Mehdi ve Haccac'dan bu ikisi de Süfyan'dan naklederler. Süfyan der ki: Süddi'nin "Ya karşılıksız ya da fidye karşılığı salıveriniz" ayetini açıkladığını duydum. Diyordu ki; bu ayetin hükmü yürürlükten kaldırılmıştır. Ortadan kaldıran ayet ise; "Müşrikleri bulduğunuz yerde öldürünüz" (Tevbe suresi, 5) ayetidir.

Ebu Bekr El-Cessas der ki: "Kafirlerle karşılaştığınız zaman boyunlarını vurunuz" ayetinin "Yeryüzünde üstünlüğü perçinlemedikçe hiçbir peygamberin esir alması yerinde değildir" (Enfal suresi, 67) ayetinin ve "Eğer savaşta onları ele geçirirsen, onları geride kalanlara bir ibret olacak biçimde cezalandır" (Enfal suresi, 57) ayetinin yürürlüğü ortadan kaldırılmış değişmez birer hüküm ifade etmeleri mümkündür.

Çünkü yüce Allah, peygamberine savaşta onları şiddetle öldürmesini emretmiş tutsak almayı yasak etmiştir. Bu hükümden ancak onlar tamamen boyun eğdirilip bastırıldıktan sonra dönmeye izin verilmiştir. Bu hüküm müslümanların sayılarının az, düşmanları olan müşriklerin sayılarının çok olduğu zaman sözkonusu idi. Müşrikler adam akıllı öldürüldükten ve gerek öldürülerek gerekse darmadağın edilerek yenik duruma düşürüldükten sonra sağ bırakılmaları caiz olmuştur. O halde islamın ilk devirlerindeki müslümanların durumu gibi bir durum yine oluşursa uygulanmak üzere bu hükmün değişmez bir hüküm olarak kalması gerekir."

"Biz diyoruz ki: Müşriklerin ele geçirildiği yerde öldürülmelerinin emredilmesi Arap yarımadası müşriklerine özgüdür. Oysa Muhammed suresindeki ayet özel bir durum için değil, aksine her türlü durumlar için amel edilmesi gereken bir hüküm ifade eder. Yeryüzünde inançsızları tamamen yenip güçsüz duruma getirince artık esir almak caiz olur. Resulullah'dan sonra devlet başkanı olan halifelerin uygulamaları böyle idi. Doğal olarak Berae (Tevbe) suresi indikten sonra da uygulama böyle olmuştu. ve müslümanlar bazı belirli durumlar hariç tutulan tutsakları öldürmemişlerdir. Buna ilerde değineceğiz."

"Onları karşılıksız veya fidye karşılığı salıverin" ayetine gelince... Bu ayetin akla ilk anda gelen dış anlamı iki seçenekten birisini uygulamayı gerektiriyor. Ya, karşılıksız salıvermek ya da fidye karşılığı salıvermek. İslam bilginleri bu konuda fikir ve görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Haccac İbn-i Fidale oğlu Mübarek'ten, o da el Hasen'den naklederek El Hasen in tutsakların öldürülmelerini hoş görmediğini ve "Ya karşılıksız salıver ya da fidye alarak serbest bırak" dediğini ifade eder. Cafer, Ebu Ubeyd'den, o da Huşeym'den. Huşeym Eş'as'ten nakleder. Eş'as der ki: Ata'a tutsakları öldürmenin hükmünü sordum. O da: Ya karşılıksız salıver ya da fidye alarak serbest bırak dedi. Eş'as aynı soruyu El Hasen`e sordum o da: Resulullah Bedir tutsaklarına nasıl davranmış ise öyle yapılır. Ya karşılıksız salıverilir ya da fidye alınıp bırakılır, dedi. Rivayet olunduğuna göre İbn-i Ömer'e İstahr kodamanlarından büyük bir kodaman öldürülmek üzere teslim edilmiş İbn-i Ömer onu öldürmekten kaçınmış ve "Ya karşılıksız veya fidye mukabili salıverin" ayetini okumuş. Mücahid ve Muhammed İbn-i Sirin'in de tutsakların öldürülmelerini hoş görmedikleri rivayet edilmektedir. Süddi'nin, "Ya karşılıksız ya da fidye karşılığı salıverin" ayetinin "Müşrikleri bulduğunuz yerde öldürünüz" (Tevbe suresi 5) ayeti ile yürürlükten kaldırıldığını söylediğini nakletmiştik. Bu görüşün aynısı İbn-i Cüreyc'den de nakledilir. Cafer, Ebu Ubeyd, Haccac rivayet yolu ile, İbn-i Cüreyc in bu ayetin hükmünün yürürlükten kaldırıldığını söylediği nakledilir. İbn-i Cüreyc: Resulullah Bedir günü Ebu Muayt oğlu Ukbe'yi tutukladıktan sonra öldürtmüştür der. Ebu Bekr El Cessas der ki: Arap yarımadası dışındaki önemli İslam hukukçuları tutsakların öldürülebileceğinde görüş birliği içerisindedirler. Bu konuda aralarında görüş ayrılığı olduğunu bilmiyoruz. Resulullah'ın savaş tutsaklarını öldürdüğü haberleri bize yalan üzere birleşmesi imkansız derecede çok kişi tarafından nakledilmiştir. Söz gelimi Bedir günü tutsak aldıktan sonra Ebu Muayt oğlu Ukbe ile, Haris oğlu Nadr'ı öldürtmüştür. Uhud günü, tutsak alındıktan sonra şair Ebu İzze'yi öldürtmüştür. Kureyza oğulları Muaz oğlu Sa'd'ın haklarında vereceği hükmü kabul ettikten sonra, hüküm sonucu onları öldürtmüştür. Çünkü Sa'd onların öldürülmelerine, çocuklarının tutsak edilmelerine hükmetmiş, İbn-i Bata oğlu Züber'i karşılıksız salıvermişti. Resulullah Hayberin bir kısmı, barış yolu ile bir kısmını da kuvvet kullanarak fethetmişti. Ebu'l-Hakik'in oğluna hiçbir şeyi gizlememesini şart koşmuş, sözünde durmadığı ve gerçekleri sakladığı ortaya çıkınca onu öldürtmüştür. Resulullah Mekke'yi fethedince, Hatal oğlu Hilal'in, Hubaba oğlu Makis'in Ebu Serh oğlu Abdullah'ın ve daha başkalarının öldürülmelerini emretmiş ve: Onları Kabe'nin perdelerine yapışmış bulsanız bile öldürünüz buyurmuştur. Mekkelileri karşılıksız salıvermiş mallarını ganimet olarak almamıştır. Keysan oğlu Salih, Abdurrahman oğlu Muhammed'den, Muhammed babası Avf oğlu Abdurrahman'dan nakleder. Abdurrahman Hz. Ebu Bekrin şöyle dediğini duyar: İsterdim ki ansızın bana getirilen kimseleri yakmayayım. Ya hemen öldüreyim ya da bağışlayarak bırakayım. Sûs yöresinin başkanı halkı için isim isim sayarak güven belgesi almış ve kendi ismini belge isteyenler arasında saymayı unutunca, rivayete göre Ebu Musa onu öldürtmüştür. Bu sıraladıklarımız, gerek Resulullah'tan ve gerekse sahabeden savaş tutsaklarını öldürmenin veya sağ bırakmanın caiz olabileceğine dair, çok kanallı aktarılan uygulama haberleridir. Arap yarımadası dışındaki önemli şehirlerin İslam hukukçuları bu konuda görüş birliği içindedirler. (Savaş tutsağının öldürülebileceği ayetten çıkarılamaz. Ne varki Resulullah'ın ve bazı sahabenin uygulamalarından çıkarılabilir. Tutsakların öldürüldüğü durumları incelenince bu durumların özel durumlar oldukları, gerisinde savaşa katılma ve tutsak edilmenin dışında belirli nedenlerin yattığı anlaşılır. Sözgelimi, Haris oğlu Nadir ve Ebu Muayt oğlu Ukbe Resulullah ve onun çağrısına zarar vermek için özel bir tutum takınmışlardır. Şair Ebu İzze de aynı şekilde özel tutum takınanlardandı. Kureyza oğullarının da özel durumları vardı. Çünkü daha baştan Muaz oğlu Sa'd'in vereceği hükme razı olmuşlardı. İşte böylece tutsakların öldürüldüğü bütün durumlarda, tutsakların durumunu düzenleyen ve her durumda uygulanacak olan "Ya karşılıksız veya fidye karşılığı salıverin" ayetinin hükmünden ayrı özel hükümler içeren belirli durumlar sözkonusudur."

"İslam hukukçularının görüş ayrılığına düştükleri konu, tutsakların verecekleri fidyelerin kabul edilip salıverilmesi konusudur. Bütün imamlarımız (yani Hanefi alimleri) derler ki: Savaş tutsağından mal alınarak salıverilmez ve tutsaklar düşmana da satılamaz, çünkü bu durumda yeniden vurucu güç olarak karşımıza dikilirler. Ebu Hanife: Savaş tutsakları müslüman tutsakların karşılığında da salıverilemez. Savaş tutsaklarına düşman saflarına katılıp da vurucu güç olarak karşımıza dikilme imkanı verilemez der. Ebu Yusuf ve İmam Muhammed: Savaş tutsaklarının müslüman tutsaklarla değiş-tokuş edilmelerinde bir sakınca yoktur derler. Sevri ve Evzai de aynı görüştedirler. Evzai derki: "Tutsakların düşmana satılmasında bir sakınca yoktur. Erkek tutsaklar ancak müslüman tutsaklarla değiştirilirler." Müzeni Şafii'nin şu fetvasını nakleder: "Devlet başkanı yenmiş olduğu savaş tutsaklarını karşılıksız serbest bırakabileceği gibi, onlardan fidye alarak da kendilerini salıverebilir."

Savaş tutsaklarını bir mal ya da müslüman tutsakların karşılığında salıvermek caizdir diyenler, "Onları ya karşılıksız ya da fidye karşılığı salıverin" ayetini delil olarak gösterirler. Ayetin ilk anda akla gelen anlamı, tutsakların bir mal karşılığı ya da müslüman tutsaklarla değiştirilerek salıverilmelerini gerektirir. Ve Resulullah Bedir tutsaklarını mal karşılığı salıvermiştir. İslam hukukçuları tutsakların müslüman tutsaklar karşılığı salıverilmesinin caiz olduğuna delil olarak şu hadisi gösterirler. İbn-i Mübarek, Ma'mer, Eyyüb, Ebu Kılabe Ebu`l Muhalleb, Hüseyin oğlu İmran kanalı ile şu olayı anlatır: İmran der ki: Sakifliler Resulullah'ın sahabelerinden iki kişiyi tutsak ederler. Resulullah'ın sahabeleri de Amir b. Sa'sa oğullarından birisini tutsak eder. Resulullah adamın yanına yaklaşır. Kendisi bağlıdır. Resulullah'a seslenince, Resulullah adamın yanına yönelir. Tutsak: "Ben niçin hapsolunuyorum deyince Resulullah. "Yandaşlarının işlediği suçtan dolayı" buyurur. Tutsak: "Ben müslüman oluyorum, deyince Resulullah: "Sen bu sözü, özgürlüğün elinde iken söylemiş olsaydın, tam anlamı ile kurtulmuş olurdun" der. Resulullah ilerleyince tutsak yine ona seslenir: "Açım doyur beni" der. Resulullah: "Tamam bu senin ihtiyacındır" der. Sonra Resulullah bu adamı Sakiflilerin tutsak ettikleri iki kişi ile değiştirerek salıverir. Tutsaklar fidye karşılığı salıverilir diyen hukukçuların delilleri bize göre, savaş tutsakları mal veya müslüman tutsaklar karşılığında salıverilirler konusundaki ihtilaflı görüşlere sahip olan İmam Cessas'ın imamlarının delillerinden daha güçlüdür."

İmam Cessas bu konudaki sözü kendi mezhebinden olan Hanefi imamların görüşlerini tercih ederek bitiriyor. Ve şöyle diyor: Ayette yer alan tutsakları "Karşılıksız salıverme ya da fidye alarak serbest bırakma"ya bir de Bedir tutsaklarının fidye karşılığı salıverilmeleri konusuna gelince; Bunların, "Müşrikleri bulduğunuz yerde öldürünüz. Yakalayıp hapsediniz. Bütün muhtemel geçitleri tutup onları gözetleyiniz. Eğer tevbe eder de namaz kılar ve zekat verirlerse onları salıveriniz." (Tevbe suresi, 5) ayeti ile hükümleri yürürlükten kaldırılmıştır. Buna dair bir nakil de Süddi'den ve İbn-i Cüreyc'den naklettik. "Allah'a ve ahiret gününe inanmayan Allah'ın ve Peygamberinin haram kıldığı şeyleri haram saymayan ve gerçek dini benimsemeyen yahudi ve hristiyanlar ile bunlar, size boyun eğip kendi elleri ile cizye verene dek savaşınız." (Tevbe suresi, 29) ayeti kafirlerle müslüman oluncaya veya cizye verinceye kadar savaşmayı içerir. Savaş tutsaklarından mal alarak ya da başka birşey karşılığı onları salıvermek bu ayete aykırıdır. Gerek Kur'an tefsircileri gerekse Hadis rivayet edenler Tevbe suresinin Muhammed suresinden sonra indiği konusunda görüş ayrılığına düşmemişlerdir. Şu halde tevbe suresinin ayetinde yer alan hükmün başka ayetlerde geçen tutsakların fidye karşılığı salıverilmesi hükmünü yürürlükten kaldırması gerekir.

Daha önce de söz edildiği üzere, müşriklerin öldürülmeleri ya da islama girmeleri hükmü Arap yarımadasında yaşayan müşriklerle ilgilidir. Bu onlara özel bir hükümdür. Yarımada dışında öteki müşriklerden ise, yahudi ve Hıristiyanlardan alındığı gibi cizye alınır. Savaşçılar teslim oldukları zaman onlardan cizye kabul edilmesi, önce müslümanların ellerine esir düşmeyecekler demek değildir. Tutsaklar hakkında hüküm nedir? diye sorulacak olursa deriz ki: Devlet başkanı yararlı görürse tutsakları karşılıksız, ya da fidye alarak mal veya müslüman tutsaklar karşılığı onları salıverebilir. Bu uygulama düşman tarafı henüz gücünü koruyorsa, teslim olup da cizye vermeyi kabul etmemişse geçerlidir. Ama teslim olmuşlar da cizye vermeyi kabul etmişlerse, doğal olarak problem sona ermiştir.

Bu başka bir durumdur. Tutsak hükümleri, iş cizye vermeye kadar varmadıkça geçerliliğini koruyacaktır.

Özet olarak bizim ulaştığımız sonuç, bu ayetin tutsakların durumunu düzenleyen biricik ayet olduğudur. Öteki ayetler, tutsaklık durumundan başka durumları düzenler. Bu ayet ise, bu konu ile ilgili sürekli uygulanmak üzere getirilmiş bir prensiptir. Bu prensibe aykırı olarak yapılmış uygulamalar ise, bu prensibin dışında, özel durumlar ve gelip geçici şartlar karşısında başvurulmuş uygulamalardır. Özel durumlarda bazı savaş tutsaklarının öldürülmelerinin ise, her zaman benzeri görülebilecek olan kişisel sebebler olmuştur. Öldürülen tutsaklar müslümanlarla savaşa giriştikleri için değil, tutsak düşmeden önceki sabıkalarından dolayı cezalandırılmışlardır. Buna örnek olarak yargılanmasını verebiliriz. Bu durumda tutsak etmek kendisini yakalamak için sırf bir araç olarak kalır.

Geriye köleleştirme konusu kaldı. Biz bu tefsirin değişik yerlerinde bu konudan söz ettik ve dedik ki: Köleleştirme o zamanlar dünyada görülen bir durum ve genel olarak savaşlarda uygulanan bir gelenekti. İslam düşmanları tutsak ettikleri müslümanları birer birer köle edinirken, İslam dini her durumda genel anlamlı "Ya karşılıksız veya fidye karşılığı salıverin" ayetini uygulayamazdı. Dolayısı ile, Resulullah bazı durumlarda bu ayeti uygulamış ve bazı tutsakları karşılıksız salıvermiştir. Bir kısmını da müslüman tutsaklarla değişirken bazılarını verecekleri mal karşılığı salıvermiştir. Başka bazı durumlarda, köleleştirme uygulamasına başvurulmuştur. Birgün gelir de bütün bloklar tutsakların köleleştirilmemeleri üzerinde görüş birliğine varırlarsa, o zaman İslam da biricik olumlu prensibine, "Ya karşılıksız veya fidye karşılığı salıverin" prensibine geri döner. Çünkü köleleştirmeyi gerektiren şartlar ortadan kalkmıştır artık. O halde köleleştirme kesin olarak uygulanması gereken bir kural ve islamda tutsaklara yapılacak işlemlerden birisi değildir.

Kur'an'ın kesin ifadesinden, olayların, durumların ve şartların incelenmesinden elde ettiğimiz görüş budur. Doğruya ulaştıran da yalnız Allah'tır.

Şu noktanın anlaşılmasında yarar görüyorum. Benim bu görüşe varmam Kur'an ayetlerinin, olayların ve şartların incelenmesinden ortaya çıkan sonuçların bu görüşü güçlendirmesinden dolayıdır. Yoksa tutsakları köleleştirmeyi, islama yönelik bir leke kabul edip de onu islamdan temizlemeye çalışmak aklımın ucundan bile geçmiş değildir. Böyle bir düşünce asla aklımdan geçmez. İslamın düşüncesi tutsakları köleleştirmek olsa idi hayırlı olan budur derdim. Çünkü terbiyeden en ufak bir kırıntı kadar nasip almış bir insan, Allah'tan daha iyisini düşündüğünü söyleyemez. Ben ise Kur'an ayetleri ile ve o ayetlerin ruhu yönünde hareket ediyorum. Ayetler ile ve onların hedefleri ile bu sıraladığım görüşe varıyorum. Bütün bunlar... Yani savaş, kafirlerin boyunlarının vurulması, tutsaklık bağlarının sıkı tutulması ve tutsaklar hakkındaki şu prensiplere uyulması... Bütün bunlar "Savaş sona erinceye kadardır." Yani islam ile ona karşı gelen düşmanları arasında savaş bitinceye kadardır. İşte bu sürekli ve her zaman ve yerde uygulanmak üzere geçerli bir prensiptir. Çünkü Resulullah'ın dediği gibi, "Cihad kıyamet gününe kadar sürecektir. Ki yeryüzünde Allah'ın hükmü egemen olsun." (Ebu Davut'un Hz. Enes'ten rivayet etmiş olduğu hadi)

Yüce Allah, (haşa) müslümanlara kafirlere karşı yardım dilemek için bu emirleri vermiyor, kendisini desteklesinler diye onlara cihadı farz kılmıyor. Çünkü Allah Teala onları bizzat kendisi yok edebilir. Bu emirler Allah'ın kullarını birbiri ile denemesi ve bunun neticesi olarak da mertebelerini takdir etmesi ve belirlemesi içindir. "Allah dileseydi onlardan başka türlü de öc alırdı. Bunun böyle olması kiminizi kiminizle denemek içindir. Allah kendi yolunda ölenlerin yaptıklarını boşa çıkarmaz." "

"Allah onları hidayete iletecek ve durumlarını düzeltecek."

"Onları, dünyada iken tanıttığı cennete koyar."

Bu inkar edenler, Allah yolundan alıkoyanlar ve yeryüzünde her zaman bulunan azgın, zalim ve bozgunculuk eden benzerleri... Gurur ve güç elbisesi içinde orta çıkanlar... Kendilerini ve peşlerinden giden sapıkları herşeyi yapabilen güçlü kimseler olarak gören bütün bu insanlar, Allah'ın kulları arasında bir avuç yaratık olmaktan öteye gidemezler.

Evet bütün bu insanlar, şu yeryüzü diye isimlendirilen küçücük yoğunlar tozmuş bulutu üstünde yaşayan yaratıklar arasında bir avuç olmaktan öteye geçemezler çünkü bu insanlar bunca yıldızların, gezegenlerin, nebuloların, galaksilerin ve sayıları ile çaplarını ancak Allah'ın bildiği alemlerin arasında yer alan bu küçücük, adına dünya denilen yerküre üzerinde yaşayan yaratıklar arasında bir avuç olmaktan öteye gidemezler. Üstelik bu gök cisimleri öyle bir uzaydadırlar ki, bütün bu galaksiler ve alemler sanki uzay boşluğunda saçılmış noktacık gibi kalırlar. Nerde ise uzayın enginliklerinde kaybolup gitmişlerdir. Bunları ancak orada boşlukta Allah tutabilir, bir araya getirebilir ve düzene koyabilir.

Bütün bu azgınlar ve arkalarına takılan uşaklar, hatta şu dünyadaki tüm insanlar, Allah'ın gücü karşısında küçücük birer karınca olmaktan, çok esintilerin kaldırdığı birer toz zerreleri olmaktan, hayır hayır asla hiçbir şey olmaktan öteye geçemezler.

Yüce Allah müminlere kafirlerin boyunlarını vurmalarını, kendilerini yenip de iyice güçsüz hale getirince bağlarını sıkı tutmalarını emrederken, onları kendi kudretine birer perde olarak kullanmaktadır. Eğer dileseydi kafirlerden açıktan açığa intikam alırdı. Nitekim bazılarından tufanla, bazılarından çığlıkla, bazılarından da yakıcı rüzgarla intikam almıştı. Hatta hatta Allah kafirlerden isteseydi, bütün bu saydığımız araçları kullanmadan da intikam alırdı. Fakat O, mümin olan kulları için hayır dilemekte, onları denemekte, eğitimden geçirmekte, durumlarını düzeltmekte ve büyük iyiliklere götüren yolların kapısını önlerine açmaktadır.

Allah onları denemek istemektedir. Bu denemede müminlerin ruhlarında en yüce enerjiler ve yönelmeler harekete geçiyor. Çünkü bir ruh için, onun inanmış olduğu hakkın kendisine değerli olmasından daha yüce bir şey düşünülemez. Hak ruhta değer kazanınca o kişi hakkın yolunda hem öldürür ve hem de ölür. Hem kendisi ile ve hem de kendisi için yaşadığı bu hak uğruna kimseye boyun eğmez, onsuz bir hayata dayanamaz, onun gölgesinden başka bir yerde geçecek şu hayatı sevemez.

Ayrıca yüce Allah onları eğitmek istiyor. Bunun sonucu kendisinden vazgeçmenin onlara ağır geldiği şu fani dünyanın malına istek ve hevesin tümü gönüllerinden çıkar gider. Ve artık ruhlarındaki her zayıf olan şey kuvvet kazanmaya, her türlü eksiklik tamam olmaya, her türlü hile ve kuşku yok olmaya başlar. Artık en sonunda bütün arzuları terazinin bir kefesinde, Allah'ın cihad çağrısı onun zatını ve hoşnutluğunu arzulama ise diğer kefesinde yer alır. O da çağrısını ve hoşnutluğunu alır ve ötekileri kaldırır atar. Ve yüce Allah bilir ki bu gönüller iki seçenekten birisi ile serbest bırakılmışlar da Allah'ın hoşnutluğunu seçmişlerdir. Bu ruhlar eğitilmişler ve bilmişlerdir. Bu ruhlar bilinçsizce öne atılmamışlar fakat ölçüp biçmişler sonra da seçimlerini yapmışlardır.

Allah onların durumlarını düzeltmek istiyor. Allah yolunda cihad çilesi, her atılışta ölümle burun buruna gelmek insanın gönlüne bu korkunç tehlikeyi küçümseme duygusu veriyor. Bu öyle bir tehlikedir ki, insanların çoğu ondan korunmak için vicdanlarından, ahlâklarından, ölçülerinden ve değerlerinden neleri feda etmezler! Bu tehlike ile yüzyüze gelmeye alışanlara bu tehlike -ister ondan kurtulsunlar ister ölsünler- son derece basittir. Her defa Allah için cihada yönelmek ruhlarda tehlike anlarındakine benzer etkiler yapar. Elektriğin vücuda yaptığı etki bunu anlamaya yardımcı olan en yakın örnektir. Sanki cihad kalpleri ve ruhları saflık, duruluk ve düzgünlük hamuru ile yeniden yoğurur.

Sonra bütün bunlar tüm insan topluluklarını mücahidlerin elleri ile kumanda ederek düzeltmek için gözle görülen dış nedenlerdir. Bu mücahidler dünyanın fani olan tüm mallarından ve süslerinden vazgeçmişlerdir. Allah yolunda ölümün kucağına atılırlarken dünya hayatı gözlerinde değersiz kalmıştır. Artık gönüllerinde kendilerini Allah'tan ve O'nun hoşnutluğunu arzulamaktan alıkoyacak hiçbir şey kalmamıştır. İktidar bu gibi ellere geçerse yeryüzü bir uçtan bir uca düzeldiği gibi kullar da düzelir. Bu ellere iktidar sancağını inkarcılığa sapıklığa ve bozgunculuğa teslim etmek çok ağır gelir. Çünkü onlar bu sancağı kanları ve ruhları pahasına satın almışlar, dünya hayatında pahalı ve yüce ne değerler varsa o sancağı ele geçirmek uğruna hepsini feda etmişlerdi. Ama bunu kendi nefisleri için değil, Allah için yapmışlardı.

ŞEHİD, MÜCAHİD VE CENNET

Sonra cihad, bütün bunlardan başka, Allah'ın kendilerine iyilik dilediği kimselere, kendi hoşnutluğunu ve hesapsız ödülünü elde etsinler, kötülük dilediği kimselere de hak ettikleri gazabına ve azabına uğrasınlar diye gerekli vasıta ve aracı hazırlaması demektir. Herkese karakterine uygun olan ne ise o verilir. Bu da Allah'ın o kimsenin içinde ve ruhunda olan niyet ve yönelmesine dair bilgisi uyarınca gerçekleşir.

Bundan dolayı yüce Allah, Allah yolunda öldürülenlerin akibetlerini gözler önüne sermektedir:

"Allah kendi yolunda ölenlerin yaptıklarını boşa çıkarmaz."



5- Allah onları hidayete iletecek ve durumlarını düzeltecek.

6- Onları dünyada iken tanıttığı cennete koyar.

İnkara sapanların amellerini boşa çıkaracağına dair gelen hükme karşılık,Allah yolunda öldürülenlerin amellerini boşa çıkarmayacaktır. Çünkü bu ameller, doğru yolu bulan değişmez gerçeğe (Hakka) ulaşan ve O'na bağlı amellerdir. Bu gerçek (Hak) öyle bir gerçektir ki bu ameller oradan çıkmış, hakkı korumak için ve O'na yönel inerek yapılmıştır. Bu ameller bu nedenle kalıcıdırlar, kaybolmazlar. Çünkü hak (gerçek) kalıcıdır, ortadan kalkmaz ve kaybolmaz.

Şimdi şu ürpertici gerçeğin, Allah yolunda şehide düşenlerin yaşadıkları gerçeğinin üzerinde bir nebze duralım. Şehidlerin sağ oldukları daha önce Bakara suresinde vurgulanmış bir gerçektir. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyordu orada: "Allah yolunda öldürülenlere sakın ölüler demeyin. Tersine onlar diridirler. Fakat siz farkında değilsiniz." (Bakara suresi, 154)

Fakat bu gerçek burada yeni bir biçimde sunuluyor. Bu hayat gerçeği burada kendi yolunu tutmuş gelişme ve süreklilik halinde sunulmaktadır. Bu öyle bir yoldur ki, bu hayat burada dünya hayatından ayrılmış kendi yoluna, itaat yoluna, ibadet yoluna, kendini Allah için herşeyden soyutlama yoluna ve temizlik yoluna koyulmuştur.

"Allah onları hidayete iletecek ve durumlarını düzeltecektir."

Yolunda öldürüldükleri Rabbleri olan yüce Allah, -şehid düştükten sonra da- onlara hidayet va'dediyor, durumlarını düzelteceğini garanti ediyor, ruhlarını yeryüzünün arta kalan kirlerinden temizleyeceğini, ya da ruhlarının duruluğunu yükselmiş oldukları yüceler yücesinin duruluğu, parlaklığı ve yüceliği ile ahenkli olsun diye daha da duru hale getireceğini taahhüt ediyor. O halde şehidlerin hayatları kendi yolunda yol alan asla kesintiye uğramamış bir hayattır. Ne var ki yeryüzünün gözü perdeli insanları bunu görmüyorlar. Şehidlerin hayatları yüce Allah'ın, yani hayatın Rabbinin yüceler yücesinde kendisinin yüklendiği, hidayetini artırmayı, duruluğunu çoğaltmayı parlaklığını artırmayı garanti ettiği bir hayattır. Şehidlerin hayatı yüce Allah'ın nuru altında her an gelişen bir hayattır.

Ve sonunda yüce Allah onlara va'detmiş olduğu şeyi gerçekleştiriyor.

"Onları kendilerine tanıttığı cennete sokacaktır."

Allah'ın şehidlere cenneti tanıtmasına ilişkin bir hadis vardır. Bu hadisi İmam Ahmed Müsned'inde nakleder ve der ki:

Dimeşkli Nemir oğlu Zeyd, İbn-i Sevban'dan, Sevban Mekhul'den, Mekhul Merre oğlu Kesir'den, Kesir de Cüzam'lı Kays'dan (Ki sahabe olmak şerefine ermiş birisidir) nakleder. Kays der ki: Resulullah: "Şehide altı özellik bahşedilir. Daha kanından ilk damla dökülür dökülmez bütün günahları bağışlanır, cennetteki yerini görür, güzel ve iri gözlü hurilerle evlendirilir, en büyük korkudan ve kabir azabından emin olur, kendisine iman elbisesi giydirilir." der. Bu hadisi İmam Ahmed tek başına rivayet etmiştir. Ancak bu anlama yakın başka bir hadis daha rivayet etmiştir. Bu ikinci hadiste de şehidin cennetteki yerini göreceği açıkça belirtilmektedir. Bu hadisi Tirmizi kitabında yazmış İbn-i Mace de: "Hadis sahihtir" demiştir.

İşte bu, yüce Allah'ın kendi yolunda şehid düşenlere cennetini tanıtmasıdır. İşte cennet, sürüp giden hidayetlerinin dünyadan ayrıldıktan sonra yeniden hallerinin düzeltilmesinin, orada Allah'ın katında hayatlarının hidayetlerinin ve düzeltilmelerinin son aşaması demektir.

ALLAH'IN YARDIMI

Allah yolunda öldürülenlerin elde ettikleri bu şerefin ışığı altında, bu hoşnutluğun, şu himayenin (gözetmenin) ve şu makama ermenin ışığı altında yüce Allah müminleri yalnız kendi rızası için herşeyden soyutlanmaya ve hayata kendi sisteminin hakim kılınması için sistemine yardıma yönelmeye teşvik ediyor.



7- Ey inananlar! Siz Allah'ın dinine yardım ederseniz, O da size yardım eder, ayaklarınızı savaşta sabit kılar.

8- İnkar edenlere gelince, onların hakkı yıkımdır. Allah, onların yaptıklarını boşa çıkarmıştır.

Peki müminler yüce Allah'a nasıl yardım ederler ki şartı yerine getirmiş olsunlar ve sonuç olarak da kendilerine o şartın bir karşılığı olarak yardımını ve sebatı elde etsinler?

Gönülleri Allah için herşeyden soyutlamakla, Allah'a açık veya gizli hiçbir şeyi ortak koşmamakla, gönüllerinde Allah'ın sevgisi yanında hiçbir kimseye ve hiçbir şeye yer bırakmamakla, yüce Allah o gönüllere kendisinden ve sevdiği ile ilgi duyduğu her şeyden daha sevgili olmakla, gönüller Allah'ı tüm arzularında, duygularında, duruşlarında ve davranışlarında, tüm faaliyetlerinde ve duygularında hakem kılmakla... Evet gönül aleminde Allah'a yardım böyle olur.

Yüce Allah'ın bir şeriatı ve hayat sistemi vardır. Bu şeriat birtakım temellere, ölçülere, değerlere, bütün varlık alemine ve hayata dair düşünce sistemine dayalıdır. Allah'a yardım, O'nun şeriat ine ve sistemine yardım edilerek şeriatının istisnasız tüm hayata hakem kılınma girişimi ile gerçekleşir. Bu da hayat sahnesinde Allah'a yardım demektir.

"Allah kendi yolunda öldürülenler" ifadesi ile, "Allah'a yardım ederseniz" ifadeleri üzerinde bir an duralım.

Her iki durumda da, öldürülme ve yardım etme durumlarında da, bunların sırf Allah için yapılmış olması şarttır. Aslında bu, doğruluğu apaçık olan bir gerçektir. Ancak ne varki bazı nesiller islamın inanç sisteminden sapınca, bu gerçeğin üstünü karaltılar kaplıyor. Şehadet sözcüklerinde (Allah'ın birliği ve Resulullah'ın onun peygamberi olduğuna tanıklık ifade eden sözcükler) şehid düşenlere cihad sözcüklerine önem verilmeyince ve bunlar değerlerini yitirince ve bu sözcükler gerçek ve biricik anlamlarından saptırılınca ispata ihtiyacı olmayan bu gerçeğin üzerini karanlıklar kaplıyor.

Halbuki, insanın gerek iç aleminde gerekse dünyadaki yaşama üslubunda, cihad bir olan Allah'ın yolunda yapılmadıkça, ölüm sadece O'nun yolunda gerçekleşmedikçe yardımın gayesi, sadece O'na yardım olmadıkça ne cihaddan söz edilebilir, ne şehidlikten ve ne de cennetten...

Allah'ın hükmünün en üstün olması hedef olarak seçilmemişse, Allah'ın şeriati ve hoşnut olduğu hayat sistemi insanların vicdanlarına, ahlaklarına, yaşama üsluplarına, kanunlarına, durumlarına ve düzenlerine aynı derecede egemen olamamışsa, ne cihaddan söz edilebilir, ne şehidlikten ve ne de cennetten...

Nitekim Ebu Musa'nın naklettiği bir hadiste, Resulullah'a bir kişinin kahramanlık, bir kişinin soy taassubu bir kişinin de gösteriş için savaştığı hatırlatılarak bunların hangisinin Allah yolunda olduğu sorulduğunda, Resulullah: Allah'ın hükmü ve iradesi yücelsin diye çarpışan kimsenin savaşı Allah yolundadır buyurur.

Sapık düşünceli nesillerin değer verdiği tüm sancak, bütün isim ve hedefler arasında yüce Allah'ın bu sancağı ve bu hedefinden başka uğrunda cihad etmeye ve şehid düşmeye değer ve bunun sonucu olarak da cennetin hak edileceği başka hiçbir hedef ve sancak yoktur.

Dava adamlarının bu apaçık gerçeği iyi kavramaları, gönüllerinde besledikleri bu gerçeğe bulaşan yaşadıkları çevrenin mantığını, sapık nesillerin düşüncelerini temizlemeli, sancaklarını başka hiçbir sancakla karıştırmamalı ve inanç sisteminin özüne yabancı olan düşünceleri kendi öz düşüncelerine bulaştırmamalıdırlar.

Cihad ancak ve ancak Allah'ın hükmü ve iradesi en üstün olsun diye yapılır. Allah'ın hükmü ruhlarda ve vicdanlarda en üstün olsun diye yapılır. Ahlâk ve davranışlarda tüm durumlarda ve sistemlerde en üstün olsun diye yapılır. Cihad yeryüzünün her köşesinde gerçekleşen ilişkilerde bağlılıklarda Allah'ın hükmü en üstün olsun diye yapılır. Bunun dışında yapılan hiçbir savaş Allah için değildir. Aksine şeytan uğrunadır. Bu seçenek dışında ne şehidlikten ve ne de şehid olma arzusundan söz edilemez. Bunun dışında ortada ne cennet vardır ve ne de yüce Allah'tan yardım ne de ayakların kaymaması için Allah'tan destek... Sadece karanlık vardır ortada, bir de kötü düşünce ve sapıklık...

Allah davasından başka davalar peşinde koşanlara bu gibi karanlıktan, kötü düşünce yapısından ve sapıklıktan kurtulmak zor geldiğine göre, Allah'a çağrıda bulunanların Allah'ın şartı arasında yer alan birinci gerçekle bağdaşmayan içinde yaşadıkları toplumun mantığından kendilerini, duygularını ve düşüncelerini kurtarmalarının zorlukta ondan daha aşağı kalır yanı yoktur.

Allah yolunda öldürülmek ve O'na yardım etmek Allah'ın iman edenlere karşı ileri sürmüş olduğu şarttır. İnananların yararına olarak kendisinin üstlendiği ise, onlara yardım etmek ve kendilerine dayanma gücü vermektir. Yüce Allah vermiş olduğu sözden asla caymaz. Allah'ın bu sözü bir süre gerçekleşmemiş ve geri kalmışsa, bu bir başka nedenden dolayı önceden planlanmış bir gecikmedir. (Hac Suresi, 38. ayete bakınız)

Allah'ın verdiği sözün gecikmesinin nedeni zaferin ve dayanma gücünün gerçekleşmesi ile birlikte meydana gelir. Müminlerin gerekli şartları yerine getirdikleri halde ve Allah'ın yardımının -bir süre için- gelmemesi halinde bu durum sözkonusudur.

Sonra ayetin ifadesinde yer alan, özel bir deyimin üzerinde de bir nebze duralım:

"Size yardım eder, ayaklarınızı savaşta sabit kılar."

İnsan ilk bakışta, önce dayanma gücünün verildiğini sonra da yardımın geldiğini dayanma gücünün zaferin nedeni olduğunu zanneder. Bu doğrudur. Ancak ayetin ifadesinde dayanma gücünün yardım sözcüğünden sonra yer alması dayanma gücünün anlamlarından başka bir anlamın kastedildiğini düşündürüyor. Bundan amacın, zafere ve zaferin çilelerine karşı dayanma gücü vermek olduğunu düşündürüyor. Çünkü zafer, küfür ile iman arasında, hak ile sapıklık arasında geçen savaşın sonu değildir. Çünkü zaferin, hem ruh ve hem de hayat bazında getireceği yükümlülükler vardır. Çünkü zaferin kibirlenmemek ve şımarıp azmamak gibi yükümlülüğü vardır. Çünkü zaferin gerçekleştirildikten sonra gevşememek, düşmanı hafife almamak gibi yükümlülükleri vardır. Birçokları bela ve çilelere karşı dayanır. Fakat zafer ve nimet karşısında benliğini koruyabilen kişi çok azdır. Kalplerin zaferi elde ettikten sonra bozulmamaları ve bağlılıklarını sürdürmeleri zaferin ötesinde bir mertebedir. Herhalde Kur'an ayetinin işaret etmeye çalıştığı gerçek bu olsa gerektir. Doğrusunu Allah bilir.

"İnkar edenlere gelince onların hakkı yıkımdır. Allah yaptıklarını boşa çıkarmıştır."

Bu ifade yardımın ve dayanma gücünün tam tersidir. Tökezleyip yüzükoyun düşme bedduası yüce Allah'ın onlar için yüzükoyun düşmeleri, kaybetmeleri ve yardımsız bırakılmaları için verilmiş bir hüküm demektir. Amellerinin boşa çıkarılması ise bunun üzerine ikinci bir zarar ve ikinci bir yok oluştur.



9- Bunun sebebi, Allah'ın indirdiğini beğenmemeleridir. Allah ta onların amellerini boşa çıkarmıştır.

Bu ifade onların kalplerinde dolaşan, kafalarını meşgul eden, Allah'ın indirmiş olduğu Kur'an'ı, şeriatı, sistemi ve O'na yönelmeyi çirkin görmelerinin ifadesidir. Kendilerini inkarcılığa, inada, düşmanlığa ve ısrara iten de budur zaten, ruhu bozuk olan birçoklarının durumu böyledir. Çünkü bu kişilerin karakterleri islamın yapısına aykırı olduğu için bu sağlam ve bu doğru yoldan tiksinirler. Ve bu kişiler içten içe bu hak olan yol ile çarpışırlar. İnsan böyleleri ile her yerde ve her zaman karşılaşır ve böylelerini görür, hisseder. Hatta öyle ki dinin adını duyar duymaz kendilerini akrep ısırmış gibi ürkerler. Çevrelerinde konuşulan sözlerin içinde dinden söz edilmesinden ve dine ima edilmesinden kaçınırlar. Herhalde bizler bugünlerde bu tip durumlarla karşılaşmaktayız ki bu dikkatten kaçmayan bir durumdur.

Allah'ın indirdiklerinden hoşlanmamaya karşılık olarak yüce Allah ta onların amellerini boşa çıkarmıştır. "Amellerin boşa çıkarılması" Kur'an'ın canlandırarak ifade etme metoduna uygun olarak yapılmış bir ifade örneğidir. Ayette boşa çıkarma terimini ifade etmek için getirilen "Hubut" sözcüğü, davarların otlakta bir çeşit zehirli otu yiyince karınlarının şişmesi demektir ki davarlar bu şişkinlik sonucu patlayıp telef olurlar. İşte aynen bunun gibi, inançsızların amelleri de şişer, patlar yarılır... Sonra da mahvolur ve kaybolur gider. Bu bir tablodur, bu bir harekettir. Ve bu Allah'ın indirdiğini çirkin gören sonrada bu zehirli ottan yiyen ve şişen hayvanların karnı gibi şişkin ve kocaman amellerini beğenen, kimselerin durumlarına uygun bir sondur.

Sonra yüce Allah, onların başlarını, şiddetle ve sert bir şekilde kendilerinden önce geçenlerin akibetlerine çevirmektedir:

10- Yeryüzünde dolaşıp kendilerinden öncekilerin sonlarının nasıl olduğuna bakmazlar mı? Allah onları yere geçirmiştir; inkarcılara da onların başına gelenin benzerleri vardır.

Bu dehşet saçan çok şiddetli bir uyarıdır. İçinde patlama, içinde gürültü vardır. Ve içinde onlardan önce geçenlerin manzaraları vardır. Çevrelerinde olan herşeyi, neleri varsa hepsini başlarına geçirmiştir Allah... Bir de ne görelim, onların çevrelerinde ne varsa, kendilerine ait neler varsa artık birer enkaz yığını olmuştur... Kendileri de o yığınların altında çırpınıp durmaktalar. Ayetin çizdiği bu tablonun hem şekli ve hem de hareketi bizlere yansıtılmak için özel olarak seçilmiştir. İfade, etkisi ve namesi ile bu tabloyu yansıtırken herşeyin parçalanıp yere yıkılması da korkunç seslerle patlama tablosu canlandırmaktadır.

Daha önce geçen kafirlerin köklerinin kazınması, yerlere yıkılıp enkaz altında kalmaları sahnesinde, Kur'an'ın indiği esnada yaşayan kafirleri ve halâ inkarcılık niteliğini taşıyan herkesi bu akibetin, herşeyi başlarına geçirip kendilerini yok ettiği ve enkaz yığınları arasına gömdüğü bu acı akibetin, kendilerini beklediği görülüyor:

"İnkarcılara da onların başına gelenlerin benzeri vardır."

Eski ve sürekli bir kural olarak, inkarcıların yok edilip köklerinin kazınmasına ve müminlere yardım edilmesine yol açan ve korkunç ve dehşetli olduğunun açıklaması da şudur:

11- Çünkü Allah inananların sahibidir. Kafirlerin ise sahibi yoktur.

Dostu ve yardımcısı Allah olana yeter. Allah hem yeter ve hem de hiçbir şeye muhtaç etmez. Böyle birisinin başına gelebilecek bela, ancak ve ancak bir deneme ve imtihandır ve gerisinde bir hayır vardır. Yoksa Allah onun dostluğundan çekilmiş değildir. Bu aynı zamanda Allah'ın dost edindiği kullarına yardımını edeceği vaadinden vazgeçmesi de demek değildir. Allah bir kimsenin dostu değilse, bütün insanları ve cinleri kendisine dost edinse bile o kimsenin hiç dostu yok demektir. Sonunda o kimse zarardadır ve aciz bir yaratıktır. İsterse bütün koruma araçları ve insanların bildikleri tüm güçler onun için biraraya gelsinler.

HAYVANLAR GİBİ

Sonra Allah iman edenlerin paylarına düşen nimetlerle kafirlerin payına düşen nimetleri karşılaştırıyor. Daha önce de her iki zümrenin aralarında geçen çekişme ve savaşta elde ettikleri payları açıklamıştı. Ayrıca her iki nimet arasındaki temel fark da açıklanmaktadır.



12- Doğrusu Allah, inanıp iyi işler yapanları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokar, inkar edenler ise dünya hayatında zevklenirler, hayvanların yediği gibi yerler. Onların yeri ateştir.

İman edip iyi amel işleyenler zaman zaman en hoş nimetlerden yararlanırlar. Ama burada yapılan karşılaştırma müminlerin gerçek ve muazzam payları ile ki -o cennettir- kafirlerin toplam payları arasında yapılmaktadır. Zaten onların bundan başka da pay ve nasipleri yoktur.

Müminler paylarını altlarından ırmaklar akan cennetlerde yüce Allah'ın elinden alırlar. Onları cennete koyan yüce Allah'tır. O halde onların payları çok yüce, şerefli ve yüksek bir paydır. Onlar bu payı yüce Allah'ın huzurunda O'nun yüce katında imanlarına ve iyi amellerine bir karşılık olarak, yücelik ve şerefte salih amelden kaynaklanan yüceliğe uygun olarak elde ederler.

İnkar edenlerin payı ise "hayvanların yediği gibi" yiyip eğlenmektir... Bu kendilerinden insanlık karekterini ve nişanlarını silip süpüren rezil edici bir ifadedir. Çünkü bu ifadenin onlar için verdiği çağrışım açgözlü ve oburca yiyen hayvan çağrışımıdır. Hiçbir tat almaksızın iyi ya da çirkin olup olmadığına bakmaksızın bulduğunu yiyen duygusuz hayvan yemesi çağrışımıdır. Bu öyle bir yeme ki ortada onu frenleyen ne irade vardır, ne tercih sözkonusudur ne üzerine bekçi olacâk gözcü vardır ve ne de onu engelleyecek bir vicdan!

Hayvanlık yemede ve eğlencede ortaya çıkar. İsterse servet ve nimet dolu köşklerde yetişen birçoklarında olduğu gibi, ortada nice bir yemek zevki ve eğlenceler arası seçiminde eğitilmiş bir his ve duygu olsun farketmez. İnsanın amaç edinip peşinden koşacağı nimetten yararlanma biçimi bu değildir. Amaç nefsine ve iradesine hakim olan ve hayat için özel değerleri olan insanın duyarlılığıdır. Böyle bir insan şehvetin baskısına boyun eğmeyen, lezzetin gevşemediği bir iradenin ürünü olarak, Allah katındaki hoş olan şeyleri tercih eder. Hayatın tamamı yemek sofrası ve eğlence fırsatı olarak değerlendirilemez. Böyle görülüp de bundan sonra hedefsiz yaşayarak Allah tarafından izin verilenlerle yasak edilenler konusunda aldırış etmeksizin, hayat sürülemez.

İnsanın hayat hakkında ve hayatın sağlam temellerine dayalı özel bir düşünce sistemi, hedefi ve iradesi vardır. Ki bu sağlam temeller hayatın yaratıcısı olan yüce Allah'tan alınmıştır. Eğer insan bütün bunları yitirirse insan türünün belirleyici özelliklerinden en önemlilerini ve yüce Allah'ın insanı üstün tutmasına neden olan özelliklerin en önemlilerini yitirmiş demektir.

İman edenlerle inkara sapanlar arasında yapılan karşılaştırmalar zinciri burada Resulullah'ı yurdundan çıkaran, Mekke halkına bir uyarı ve kendilerinden daha güçlü iken yok edilen eski şehirlerin halkları ile kendileri arasında bir karşılaştırma sergilemektedir.

13- Biz, halkı seni yurdundan çıkaran şehirden daha kuvvetli nice şehirleri yok ettik, fakat onlara bir yardım eden çıkmadı.

Bu ayetin Resulullah Mekke'den çıkıp Medine'ye hicret ederken yolda kendisini teselli etmek ve üzüntüsünü gidermek için indiği rivayet edilir. Yine rivayete göre, bu ayetin bir başka amacı da İslam davasının karşısına dikilen ve o davayı benimseyen kişilere işkence eden ve sonunda da onları yurtlarını (topraklarını) ailelerini ve mallarını bırakıp kaçarak inançları uğruna hicrete zorlayan zorba müşriklerin birer hiç olduklarını vurgulamaktır.

Sonra yüce Allah karşılaştırmaya devam ediyor. Kendisinin neden müminlerin dostu olduğunu, onlara neden dünyada zafer ve şeref bahşettikten sonra ahirette de altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağını açıklarken, kafirlerin neden hiç dostlarının olmadığını, neden dünyada hayvanlar gibi alçakça hayat sürdükten sonra mahvedileceklerini, ahirette neden azap edileceklerini, neden sürekli ateşte kalma cezasına çarptırılacaklarını belirtiyor.

14- Rabbinin katından bir belgesi olan kimse, kötü işi kendisine güzel gösteren ve kötü arzularına uyan kimse gibi olur mu?

Bu, her iki zümrenin durumları hakkında gerek sistem gerek yaşama üslubu bakımından köklü bir farktır. Bir kere iman edenlerin "Rabbleri katından gelmiş bir delilleri vardır. Dolayısı ile gerçeği (Hakkı) görmüşler ve tanımışlardır. Gerçeğin kaynağından kuşkusuzca emin olmuşlar, Rabblerine bağlanmışlar ve gerçeği O'ndan almışlardır. Alırlarken de bunun O'nun yüce katından geldiğinden kuşkusuzca emin olmuşlar, aldatılıp sapıtılmadıklarının kesin bilgisini elde etmişlerdir. İnkar edenlere ise kötü amelleri iyi gösterilmiş ve onlar da kötü amellerini iyi görmüşlerdir. Amellerinin kötü olduğunu görememişler, doğruluğundan kuşkusuzca emin olamamışlardır. Ve başvuracakları herhangi bir prensibe, karşılaştıracakları bir temele ve kendilerine hakkı batıldan ayıracak olan herhangi bir ışığa sahip olmadan "Keyfi arzularına uymuşlardır." hiç bunlarla onlar bir olurlar mı? Bunlar birbirlerinden gerek durum gerek sistem ve gerekse yönelme bakımından çok farklıdırlar. Bu nedenle değerleri, alacakları karşılık ve akibetleri aynı olamaz.



15- Allah'a karşı gelmekten sakınanlara söz verilen cennet şöyledir: İçinde bozulmayan sudan ırmaklar, tadı değişmeyen sütten ırmaklar, içenlere lezzet veren şaraptan ırmaklar ve süzme baldan ırmaklar vardır. Onlar için orada her türlü meyve, Rablerinden de bağışlanma vardır. Bunların durumu, ateşte ebedi kalan ve bağırsaklarını parça parça edecek kaynar su içirilen kimselerin durumu gibi olurmu hiç?

Bu gibi maddi dekorlu azap sahneleri Kur'an'ın birçok yerlerinde gelir. Bazen bu tablolarla birlikte manevi dekorlu tablolar gelirken bazen de ne maddi ve ne de manevi dekorsuz nimet ve azap tabloları başka yerlerde yeralır.

İnsanlığı yaratan Allah yarattığını en iyi tanıyan, gönüllerine etki edecek etkeni ve kendilerini eğitecek uygun motifi en iyi bilendir. Sonra bir de onları nimetlendirecek ve azaplandıracak en uygun yöntemi de yine en iyi O bilir. İnsanlar sınıf sınıftır. İnsanların ruhları çeşit çeşit, karekterleri de yine ayrı ayrıdır. Bütün insanlar, temel yapı bakımından birdirler. Ancak bir fert olarak her insan diğerinden farklıdır. Bundan dolayı yüce Allah, kulları hakkında araçsız olan bilgisine uygun olarak, çeşit çeşit nimetleri, azapları nimet ve üzüntüleri ayrı ayrı sıralamıştır.

Bazı insanlar vardır ki onları eğitmek amel etmeye istek ve gayretlerini harekete geçirmek, için tadı doğal olan tatlı su nehirlerinin veya ekşimemiş süt ırmaklarının veyahut süzme bal nehirlerinin veya içenlere tat veren şarap ırmaklarının kendilerine verilmesi uygun düşer. Ayrıca bunlar mükafat (ödül) olarak uygun olduğu gibi gönüllerini hoşnut etmeye de elverişlidir. Veya bu kimselere verilecek çeşit çeşit meyveler ve bununla birlikte cehennem azabından kurtulmalarını ve cennetlerden yararlanmalarını sağlayan Rablerinden bir bağış da uygun olabilir. Kısacası bu gibilerin hem eğitilmelerine uygun ve hem de mükafat olarak verilmeye elverişli nimetler verilecektir.

Bazı insanlar da vermiş olduğu sayılara sığmaz nimetlerine karşılık Allah'a şükretmiş olmak için ibadet ederler. Ya da Allah'ı sevdikleri için ve kendisine sevenin sevgilisine yaklaşmayı arzu etmesi misali, itaatlarla kendisine yaklaşmış olmak için ibadet ederler. Veya bu gibiler Allah'ın kendilerini hoşnut olmadığı bir durumda görmesinden utandıkları için ibadet ederler. Bunun ötesinde ibadetlerinde cenneti, cehennemi nimeti ve azabı sözün tam anlamı ile gözetmezler. Böylelerine hem eğitim ve hem de karşılık olarak Allah'ın onlara "İman edip iyi ameller işleyenlere gelince Allah onlara sevgi armağan edecektir." (Meryem suresi, 96) sözü ya da kendilerinin "Doğru bir yerde kudret sahibi bir hükümdarın katında." (Kamer suresi, 55) olacaklarını bilmeleri yeterlidir.

Resulullah'ın ayakları şişinceye dek namaz kıldığı, Hz. Aişe'nin de: "Ey Allah'ın Resulü gelmiş ve geçmiş tüm günahların bağışlandığı halde, niçin böyle yapıyorsun?" diye hayretle sorduğu zaman, buna karşılık Peygamberin: "Ey Aişe! Ben çok şükreden bir kul olmayayım mı?" diye cevap verdiği nakledilir.(Hadis Müslim'in sahihinde Vehb oğlu Abdullah yolu ile nakleder)

Rabiatül Adeviyye: "Şayet cennet ve cehennem olmasa hiçbir kimse Allah'a ibadet etmeyecek, hiçbir kimse O'ndan korkmayacak mıydı?" der.

Süfyanü's Sevri: Rabia'ya senin imanının özü nedir? diye sorunca, ona şöyle cevap verir: "O'na ve cehenneminden korktuğum için ne de cenneti aşkına ibadet ediyorum. Böyle davranıp da kötü bir işçi gibi olmak ve ücret için O'na ibadet ediyor durumuna düşmemek isterim" der.

Hem bu mizaçta, bu duyguda, bu ruh halı içinde ve hem de az önce belirtilen karekterde çeşit çeşit insanlar vardır. Bunların tümü -Allah'ın yarattığı nimetin, azabın ve çeşit çeşit mükafatın ve cezanın içinde- hem yeryüzünde terbiye olmaya ve hem de yüce Allah'ın katında bir karşılık olmaya uygun öğeler bulurlar.

Genel olarak göze çarpan odur ki, Kur'an'ın iniş süreci boyu, onu dinleyenler terbiye ve nefsi eğitme basamaklarında yükseldikçe, bu nimetin ve azabın şekilleri de o derece incelip şeffaflaşıyor. Dinleyenlerin çeşitlerine göre ve ayetin haber verdiği çeşit çeşit durumlara göre incelip şeffaflaşıyor. Ki bu durumlar bütün çağlar boyu insanlık toplumunda tekrarlanıp duran örnekler ve durumlardır.

Burada iki çeşit karşılık göze çarpıyor: Şu nehirler, tüm meyveler ve yüce Allah'tan günahların bağışlanması mükafatı, diğeri ise, "Ateşte ebedi kalan ve bağırsaklarını parça parça edecek kaynar su içirilen kimse."

Bu çok şiddetli ve somut bir azap biçimi olup, savaş konulu surenin atmosferine ve müşriklerin kaba mizaçlarına uygun düşmektedir. Onlar herşeyden yararlanmakta ve tıpkı hayvanlar gibi yiyip içmektedirler. Buradaki hava kaba bir oburluk ve şuursuzca yeme içme havasıdır. Buna ceza olarak da, kaynar sular, aynen hayvanlar gibi, yediklerini içine doldurdukları ve yiyeceklerin emildiği bağırsaklarının paramparça edilmesidir. Bunlarla onların durumları ve üslupları bir olmadığı gibi, alacakları karşılık ta bir olmayacaktır.

Surenin başında saldırı ile başlayan ve surenin sonuna kadar bitip tükenmez şiddetli bir savaş atmosferi içinde süregelen ilk bölüm bu ifadelerle son buluyor. Bu gezinti münafıklarla yapılmaktadır. Onların Peygamberin ve Kur'an'ın karşısındaki tutumları, Allah'ın hükmünü yüceltmek için, O'nun müslümanlara farz kıldığı cihad karşısındaki tavırları ve son olarak yahudilerle olan ilişkileri ve yahudilerle birlik olup islama ve müslümanlara gizlice komplo kurmaları bu bölümde ele alınmaktadır.

Münafıklık hareketi Medine'de ortaya çıkmış bir harekettir. Mekke'de münafıklığı gerektirecek bir neden olmadığı için münafıklık da olmamıştı. Müslümanlar Mekke'de düşkün durumda olup zulüm gördüklerinden hiç kimse münafık olmaya gerek duymamış. Yüce Allah Medine'de Evs ve Hazreç kabileleri ile islamı ve müslümanları güçlendirince, İslam kabile kabile ev ev, yayılıp da, her yuvaya girince Hz. Muhammed'in ve islamın yücelip güçlenmesini hoş görmeyen ve aynı zamanda islama açıkça düşmanlık yapamayan birtakım kimseler müslüman görünmek, istemeye istemeye kendilerini müslümanmış gibi göstermek zorunda kaldılar. Oysa içlerinden islama ve Peygambere kin ve nefret dolu idiler. Bunların başında da meşhur Selul oğlu Übeyy oğlu Abdullah gelmekte idi.

Medine döneminin ilk başlarında, Medine'de yahudilerin var olması, askeri, ekonomik ve örgütlenme gücünü ellerinde bulundurmaları, Hz. Muhammed'in dininin ve taraftarlarının ortaya çıkışlarından hoşlanmamaları, işte yahudilerin Medine'de bu durumda olmaları münafıkları yüreklendiriyordu. Bu kin ve bu nefret münafıklarla yahudileri çabucak biraraya getirdi. Ve ellerine geçen her fırsatta, komplo ve hile yoluna başvurdular. Müslümanlar zor ve zayıf duruma düşünce düşmanlıklarını açıktan açığa gösteriyorlar, kinlerini açıkça kusuyorlardı. Müslümanlar güç kazanıp rahatlayınca, hileler gizlenmeye ve tuzaklar karanlıklarda kurulmaya başlanıyordu. Münafıklar Medine döneminin ortalarına kadar hem İslam hem de müslümanlar için gerçek bir tehlike oluşturdular.

Medine'de inen surelerde münafıklardan söz edilmiş, hileleri anlatılmış, müslümanlara komploları ve gizli oyunları ve onlarla olan ilişkileri kınanmıştır. Nitekim aynı surelerde onların yahudilerle ilişkileri onlardan taktik almaları ve bazı karmaşık komplolara onlarla birlikte girişmeleri de tekrarlanıp durmuştur. İşte aşağıdaki ayet münafıkları ve yahudileri ele alan yerlerden birisidir.



MÜNAFIKLAR

16- Ey Muhammed! Onların içinde seni dinleyenler vardır; sonra senin yanından çıkınca, bilgili kimselere "Az önce ne demişti?" diye sorarlar. İşte bunlar, Allah'ın kalplerini mühürlemiş olduğu, kendi heveslerine uyan kimselerdir.

Ayette yer alan "Minhum" "Onların içinde" ifadesi surenin birinci bölümünde kendilerinden söz edilen kafirleri ima ediyor olabilir. Münafıklar da aslında dıştan belli olmayan ama içten içe inkarcı bir zümre olduklarından yüce Allah bu ayette o zümrenin iç yüzünü ortaya koyarak onlardan söz ediyor olabilir.

Ya da "onların içinde" sözcüğü ile müslümanlar kastedilmiştir. Münafıklar da müslümanların arasında onlara kaynaşmışlar, onlarla birlikte müslümanlaşmış gibi görünmektedirler. Kendilerine islamın getirdiği insanlarla ilişki prensibine uygun olarak dış görünüşleri gereği müslümanlara uygulanan hükümler uygulanıyordu.

Fakat her iki durumda da kastedilen münafıklardı. Nitekim ayette yer alan nitelikleri ve davranışları bunu göstermektedir. Surenin bu kesiminde ifadelerin akışı ve bu bölümde de münafıklarla ilgili sözler hep bunu göstermektedir.

Resulullah'ı ilgi ile dinledikten sonra kalkıp ta "Az önce ne demişti?" diye soru sormaları Resulullah'ın sözlerine göstermelik olarak kulak verdiklerini ve göstermelik olarak dikkat ettiklerini gösterir ve kalplerinin gaflet içinde, başka şeylerle meşgul ya da kör ve kapalı olduğunu ifade eder. Bir de gizliden gizliye ve alçakça alaylarını gösterir. Çünkü onlar bu soruları ile ilim adamlarına şunu söylemek istiyorlardı: Muhammedin söylediği şeyler anlaşılmıyor. Ya da Muhammed anlaşılabilir şeyler söylemiyor. Nitekim şu arkadaşlarımız baksanıza Muhammed'i dinledikleri halde Kur'an'dan birşey anlamıyorlar, onlar hiçbir anlam çıkaramıyorlar. Öte yandan bu soruları ile, tıpkı sahabenin Peygamberin ağzından çıkan her sözcük karşısındaki tutumlarında olduğu gibi, ilim adamlarının da Peygamberin söylediği herşeye sarılmaya, sözlerinin anlamlarını tamamı ile kavramaya ve ezberlemeye düşkünlükleri ile alay etmeyi amaçlıyor da olabilirler. Ve ilim adamlarından Peygamberden duydukları sözleri açıkça ya da gizlice alay etmek için tekrarlamalarını istiyorlardı. Bu ihtimallerin tümü ruhlarında gizli olan alçaklığı, pisliği, körlüğü ve gizli maksadı gösteriyordu.

"İşte bunlar, Allah'ın kalplerini mühürlemiş olduğu, heveslerine uyan kimselerdir."

Münafıkların durumu budur. Doğru yolu bulanlara gelince, onların durumları tam tersinedir:

17- Hidayeti bulanlara gelince, Allah onların hidayetlerini artırır ve onlara takvasını (ateşten nasıl korunacaklarını) öğretir.

Ayette olayların sıralanışı ve dizilişi, üzerinde durulması gereken bir özelliktir. Şöylesine ki, hidayete erip doğru yolu bulanlar kendileri doğru yolu bulmuşlar, yüce Allah da onları, hidayetlerini artırmakla ödüllendirmiştir. Ve onlara "Takvasını öğretir." Bu ödül birinciden daha derin ve daha mükemmel ikinci bir ödüldür. Takva gönülde yer eden bir duygudur. Kalbi Allah korkusundan tir tir titreten, ona Allah'ın kontrolunu hissettiren, onu Allah'ın gazabından korkutan, ona Allah'ın hoşnutluğunu arzu ettiren, Allah'ın kendisini hoşnut olmadığı bir durumda ya da halde, görmesinden utandıran bir yüce duygudur takva... İşte takva, bu ince ve keskin duyarlılıktır. Ve bu yüce Allah'ın kullarından dilediği kimselere kendileri doğru yola girdiklerinde ve Allah'ın hoşnutluğuna ermeyi arzuladıklarında bahşetmiş olduğu bir mükafattır.

Doğru yola erme, takva ve duyarlılık önceki ayette yer alan münafıklık, duyarsızlık ve gaflet hallerine karşılıktır.

Buradan hareketle bu dikkat çekişten sonra yüce Allah Resulullah'ın huzurundan kendilerine yararlı olan ve kendilerine doğru yolu gösteren sözlerden hiç yararlanmadan dışarı çıkan gafil, duyarsız münafıklardan yeniden söz etmeye başlıyor. Onların kalplerini takva için harekete geçirecek insanları bekleyen hesaba çekilmeyi, mükafatı veya cezayı hatırlatacak hiçbir ders olmadan dışarı çıktıklarını vurguluyor.



18- Onlar kıyamet gününün ansızın gelip çatmasını mı bekliyorlar? İşte onun belirtileri geldi. O uyarıldıkları saat kendilerine gelip çatınca öğüt almaları neye yarar?

Gafilleri şiddetle gaflet uykusundan uyandıran güçlü bir sarsmadır bu. Hani bir sarhoşu yakasından tutup sarsarsın ya tıpkı onun gibi. Resulullah'ın huzuruna giren ve hiçbir şey kapmadan, öğrenmeden bir öğüt almadan oradan dışarı çıkan şu gafiller ne bekliyorlar, neyi bekliyorlar? "Onlar kıyamet gününün ansızın gelip çatmasını mı bekliyorlar?" Onlar kendileri gaflet içinde yürürlerken yere batarlarken kıyametin ansızın karşılarına dikilmesinden başka bir şey mi bekliyorlar.

Onlar kıyametten başka birşey mi bekliyorlar? "İşte onun belirtileri geldi". Kıyametin belirtileri ortaya çıkmıştır. Şu en son Peygamberlik kurumu bunun en büyük belirtisidir. Bu son Peygamberlik kurumu, ilerde gelecek olan belirlenmiş süre öncesi (Kıyamet) yapılan en son uyarı ve ültimatomdur. Nitekim Resulullah işaret ve orta parmağını yanyana getirip göstererek "Ben gönderildiğimde kıyametle aramızdaki mesafe şu iki parmağımın arası kadar birbirine yakındır." (Hadisi Buhari ve Müslim Sa'd oğlu Sehl kanalı ile naklederler) buyurmuştur.

Resulullah'tan bu yana geçen zaman eğer uzun gibi görünüyorsa şunu unutmamalı ki Allah'ın katındaki günler bizim alıştığımız günlerden farklıdır. Fakat Allah'ın hesabında kıyametin ilk belirtileri gelmiştir. Dolayısı ile aklı başında birisi gaflet içinde olmamalı. Çünkü kıyamet ansızın kendisini yakalayıverir, ne uyanmaya ve ne de öğüt almaya fırsatı olur.

"Kendilerine gelip çatınca ibret almaları neye yarar?"

Bu gafilleri gaflet uykusundan uyandıracak sert ve güçlü bir sarsma olduğu kadar surenin sert üslubuyla da uyuşan bir ifadedir.

Sonra ilahi sesleniş Resulullah'a ve O'nunla birlikte doğru yolu bulmuşlara takvaya ulaşmışlara ve O'nun hoşnutluğunu arzu edenlere yönelmektedir. Bununla onların başka bir yol tutmaları ilmin, marifetin ve zikrin yolunu tutmaları günahlarının bağışlanmasını dilemeleri, Allah'ın gözetimini kontrolunu ve herşeyi kuşatan kapsamlı ilmini hissetmeleri amaçlanmaktadır. Bununla onların şu duyarlılık içinde yaşamaları, Allah'tan sakınarak ve ahirete hazır bir halde kıyameti gözetmeleri hedeflenmektedir.

19- Ey Muhammed! Allah'tan başka ilah olmadığını bil ve kendi günahına, inanan erkeklerin ve inanan kadınların günahları için Allah'tan mağfiret dile. Allah, gezip dolaştığınız ve duracağınız yeri bilir.

Peygamberin ve O'nunla birlikte olan müslümanların davalarının üstüne kurulduğu ilk gerçeği hatırlamaya bir çağrıdır bu.

"Ey Muhammed! Allah'tan başka ilah olmadığını bil?"

Bu gerçeğin bilinmesi ve vicdanda canlandırılması temeli üstüne öteki yönlendirmeler karşımıza çıkmaktadır:

"Günahının bağışlanmasını dile."

Resulullah'ın geçmiş ve gelecek günahları zaten bağışlanmıştır. Fakat bu iman eden, hisseden, duyarlı olan ve ne kadar çaba harcarsa harcasın yine görevini yeterince yerine getiremediğini düşünen -günahı bağışlandığı halde- bağış dilemenin bir zikir ve bağışlanmaya karşı şükür niteliğinde olduğunu duyan, bir peygamberin görevidir. Sonra bu ayet, Peygamberin Allah katındaki mertebesini bilen ve kendisini zikretmesini ve günahlarının bağışlanmasını dilemesinin tavsiye edildiğini gören Peygamberden sonra gelen müminlere sürekli bir öğüt mahiyetindedir. Arkasından bu ayet, erkek ve kadın tüm müminlere de bir öğüttür. Peygamber yüce Rabbi katında duası kabul edilen birisidir. Böylece müminler Allah'ın Hz. Peygamberi kendilerine göndermekle kendilerine büyük bir ihsanda bulunduğunu hissederler. Çünkü yüce Allah kendilerinin günahlarını bağışlamak için Peygamberinden onların günahlarının bağışlanmasını dilemesini istemektedir. Bu emirler zinciri içinde son olarak göze çarpan;

"Allah gezip dolaştığınız ve duracağınız yeri bilir"

Çünkü mümin olan bir gönül, güveni ve korkuyu birlikte duyar. Güven duyar; çünkü mümin gezip dolaştığı her yerde ve kaldığı her mekanda yüce Allah'ın koruması ve gözetimindedir. Korku duyar; çünkü öyle bir konumdadır ki kendisini Allah'ın ilmi kuşatmıştır, her durumda onu izlemektedir. Müminin her gizlisini ve içinden geçen fısıltıyı bilmektedir.

Bu bir terbiyedir. Sürekli uyanıklık, keskin bir duyarlılık, Allah'ın hoşnutluğunu arzu etmek, çekinme ve bekleyiş...

MÜNAFIKLARIN CİHAD'A KARŞI TUTUMLARI

Sonra ayetin ifade akışı münafıkların cihad karşısındaki tutumlarını, bu yükümlülükle karşılaştıkları zaman içlerinde beliren korkaklığı yıkılmayı anlatmaya başlamakta cihad karşısında iç yüzlerini ortaya çıkarmaktadır. Ayrıca bu münafıklıklarına devam ederlerse samimi olmazlarsa, çağrılara uymazlarsa, durum kaçınılmaz olup cihad kesinleşince ve onlar Allah'ın sözlerini onaylamayınca kendilerini bekleyen akibeti de dile getiriyor:



20- İnananlar "Keşke cihad hakkında bir sure indirilmiş olsaydı!" derler. Fakat hükmü açık bir sure indirilip de onda savaştan söz edilince, kalplerinde hastalık bulunanların sana ölümden bayılıp düşen kimsenin bakışı gibi baktıklarını görürsün. Oysa onlara düşen:

21- İtaat etmek ve güzel söz söylemektir. İş ciddiye bindiği zaman Allah'a sadakat gösterselerdi, elbette kendileri için daha hayırlı olurdu.

22- Demek sizler iş başına gelecek olursanız, yeryüzünde bozgunculuk yapacak, akrabalık bağlarını da koparacaksınız, öyle mi?

23- İşte bunlar, Allah'ın kendilerini lanetlediği, bu yüzden kendilerini sağır ve gözlerini kör kıldığı kimselerdir.

24- Onlar Kur'an'ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri kilitli mi?

İman edenlerin, bir surenin inmesini arzulamaları iki nedenden birisine dayanıyor olabilir. Bu sözler, ya sevdikleri ve her suresinde yepyeni bir azık buldukları şu Kur'an'dan yeni bir sure daha inmesi arzusunun bir ifadesidir. Ya da cihadla ilgili esaslardan birisini açıklayan zihinlerini meşgul eden savaşın belli başlı problemlerinden birisini açıklayan bir surenin özlemi de olabilir. Ki bu özlem sonucu: "Keşke cihad hakkında bir sure indirilmiş olsaydı" demişlerdir.

"Fakat hükmü açık bir sure indirilince" Açıklamaya muhtaç olmayan apaçık ve hüküm getiren bir sure inince ve "Onda savaştan söz edilince" yani savaş emredilince ya da savaşa katılmayanların hükmü açıklanınca, ya da savaş ile ilgili olan konulardan biri açıklanınca, bir de bakıyoruz ki "kalplerinde hastalık bulunanlar" ki -kalplerin hasta olma niteliği, münafıkların niteliklerinden birisidir kendi kontrollerini elden kaçırmışlar, arkasına gizlendikleri gösteriş maskesi yüzlerinden düşmüş, korkuları ve bu emir karşısında ruhlarının zayıflığı ortaya çıkmış, erkekliklerini rezil eden bir duruma düşmüşlerdir. Benzersiz Kur'an ifadesi bu ruhsal durumlarını eşsiz bir şekilde gözler önüne serercesine canlandırmaktadır. "Kalplerinde hastalık bulunanların sana ölümden bayılıp düşen kimsenin bakışı gibi baktıklarını görürsün."

Bu öyle bir ifadedir ki bunun benzerini söylemek mümkün değildir. Korkuyu dehşet derecesine vardıran, zayıflığı titreme derecesine, güçsüzlüğü bayılma derecesine vardıran bu ifadenin, bir başka söz kalıbı ile ifadesi mümkün değildir. Bundan sonra ilahi ifade, insanın hayalini meşgul eden hareketlerle ve çağrışımlarla eşsiz bu durum almaktadır. Bu ifade, imana yapışmayan bozulmamış fıtrata ve tehlike karşısında kendisi ile süslendiği utanmaya yapışmayan her çığırtkan nefsin somut tablosudur. İşte hastalığın ve münafıklığın karekteri budur...

Onlar, bu zayıf, bu çelişki ve çöküntü halinde iken kendilerine imanın eli -eğer samimiyetle yapışırlarsa- azimleri bileyen ayakları sağlamlaştıran, azığı sunmaktadır.

"İtaat etmek ve güzel söz söylemektir. İş ciddiye bindiği zaman Allah'a sadakat gösterselerdi, elbette kendileri için daha hayırlı olurdu."

Evet, "İtaat etmek ve güzel söz söylemektir." Onlar için şu rezaletten, şu çığlıktan, şu korkudan ve şu münafıklıktan daha uygundur, daha hayırlıdır. Allah'ın emrine böyle gönül huzuru ile teslim olan, O'nun emrini tam bir güvenle yerine getiren bir itaat ve duyguların temizliğini, kalbin doğruluğunu, vicdanın lekesizliğini gösteren iyi sözler onlar için daha hayırlıdır. Bir şeye kesin olarak karar verilince, iş ciddileşince ve cihadla yüzyüze geldiklerinde Allah'a karşı samimi olsalardı, kararlarında ve duygularında samimi olsalardı onlar için çok daha hayırlı olurdu. Ki böylece ulu Allah onların kalplerini güçlendirir ilham verir, azimlerini pekiştirir, ayaklarını kararlı kılar, çileleri kendilerine kolaylaştırır ve kendilerine kendilerini yutmak için sonuna kadar ağzını açmış bir dev gibi görünen tehlikeyi basitleştirir. Ve kendilerine, iki iyilikten birisini lütfederdi. Ya kurtuluş ve zafer ya da şehitlik ve cennet... İşte en uygunu budur. Ve işte imanın sunduğu ve azimleri güçlendirip ayakları sağlamlaştıran, korkuyu gideren ve onun yerine dayanma gücü ve iç huzuru veren azık budur. Yüce Allah bizlere münafıklardan söz ederken sözünü doğrudan doğruya kendilerine çevirerek onlara hitab ediyor. Bundan gayesi ise, eğer onların kendi durumları kendilerini şu geri dönme ve inkarcılığa, sapmaya ve islamın şu ince perdesini üzerlerinden yırtıp çıkarmaya sev kederse kötü akibetle tehdit etmek ve kendilerini şiddetle uyarmaktır.

"Demek sizler iş başına gelecek olursanız, yeryüzünde bozgunculuk yapacak, akrabalık bağlarını da koparacaksınız, öyle mi?"

Ayette yer alan (Umar mısınız?) deyimi, kendilerine seslenilen kişilerin durumlarından umulanı, beklenileni ifade etmekte ve kendilerine uyarı ve sakındırma yapmaktadır. Yani, sakınınız çünkü, sizlerin girdiği yolun sonu bir zamanlar içinde bulunduğunuz cahiliye dönemine geri dönmektir. İslam'dan önce yaptığınız gibi yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak, yakınlarınızla ilişkilerinizi kesmektir.

Bu dehşetli ve uyandırıcı dikkat çekmeden sonra, yüce Allah kendilerini sakındırdığı yola koyulurlarsa durumlarının nasıl olacağını belirtmek için yeniden sözünü onlardan çevirip, onları bizlere anlatmaya başlıyor:

"İşte bunlar, Allah'ın kendilerini lanetlediği, bu yüzden kendilerini sağır ve gözlerini kör kıldığı kimselerdir."

"Onlar Kur'an'ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri kilitli mi?" Onların hastalıkları ve münafıklıkları halâ kendilerindedir. Üzerlerinden atamamışlardır. Çünkü göstermelik olarak girdikleri, fakat Allah'a karşı samimi olmadıkları ve kesin bilgiyi ve imanı elde etmedikleri şu din gerçeğinden yüz çevirmişlerdir. "İşte bunlar Allah'ın kendilerini lanetlediği kimselerdir." Onlar Allah'ın koyduğu, doğru yola ermekten mahrum ettiği kimselerdir. "Kendilerini sağır ve gözlerini kör kıldığı kimselerdir."

Onlar işitme ve görme duygusunu yitirmiş değillerdir. Fakat onlar işitme ve görmeyi ihmal etmişlerdir. Ya da işitme ve görme olayının gerisindeki kavrama gücünü işlemez hale getirmişlerdir. Artık bu duyu organlarının bir fonksiyonu kalmamıştır. Çünkü artık görevlerini yerine getirmemektedirler. Ve yüce Allah, onların durumlarını yadırgayarak soruyor:

"Onlar Kur'an'ı düşünmüyorlar mı?"

Kur'an'ı iyice düşünmek kalpteki gaflet perdesini kaldırır, kalbe nur doldurur, duyularını harekete geçirir, kalpleri coşturur, vicdanları temizler, durulaştırır ve ruha bir hayat bahşeder ki, ruhlar o hayatla canlanır ve aydınlanır. "Yoksa kalpleri kilitli mi?"

Yani kalplerinde kilit var da, bu kilitler mi kalpleri ile Kur'an'ın arasına kalpleri ile nurun arasına girip engel oluyor? Çünkü onların kalplerinin kilitlenmesi havanın ve ışığın girmesine izin vermeyen kilitlerin kapanması gibidir.

DOĞRU YOLDAN SONRA MÜNAFIKLIK

Yüce Allah münafıkların durumunu ve tam imana yaklaşmış iken ondan yüz çevirmelerini anlatmaya devam ediyor. Ve ortaya çıkan o ki onlar yahudilerle birlik olmuşlar ve yahudilerin düşündükleri konuda kendilerine boyun eğme sözü vermişlerdir.



25- Şüphesiz ki kendilerine doğru yol belli olduktan sonra, ona arka dönenleri, şeytan sürüklemiş ve kendilerine ümit vermiştir.

26- Bunun sebebi; onların, Allah'ın indirdiğinden hoşlanmayanlara "Bazı hususlarda size itaat edeceğiz " demeleridir. Oysa Allah, onların gizlediklerini biliyor.

Ayetin ifadesi kendilerine doğru yol gösterildikten sonra ondan geri dönmelerini somut bir hareket şeklinde "gerisin-geriye, dönme" biçiminde anlatmaktadır. Ve bu davranışın gerisinde ise, şeytanın vesvesesini, (fısıltısını) yaptıklarını süslü göstermesini ve onları ayartmasını ortaya çıkarmaktadır. O halde bu davranışlarının içyüzü de dış yüzü de ortadadır, bilinmektedir. Şu halde onlar gizlenmeye ve kendilerini perdelemeye çalışan münafıklardır. Sonra yüce Allah şeytanın onların üzerinde elde ettiği bu gücün kaynağını hidayeti öğrenip açıkça gördükten sonra sonunda gerisin-geriye dönmelerinin nedenini ortaya koyuyor.

"Bunun sebebi, onların Allah'ın indirdiğinden hoşlanmayanlara `Bazı hususlarda size itaat edeceğiz' demeleridir."

Allah'ın indirdiğinden hoşlanmayanların ilki yahudiler idi. Çünkü onlar , son peygamberliğin kendi içlerinde, son peygamberin kendilerinden olacağını tahmin ediyorlar ve bekliyorlardı. Kafirler bu konuda söz açıyorlar ve onları bir peygamber çıkacak, bize önder olacak, bizi yeryüzüne hakim kılacak, yitirdiğimiz saltanatımızı ve gücümüzü geri alacak diye tehdit ediyorlardı. Yüce Allah Hz. İbrahim'in neslinden gelen Peygamberler halkasının sonuncusu olan Hz. peygamberi yahudilerin dışından seçince O'nun peygamberliğinden hoşlanmadılar. Peygamber Medine'ye hicret edince kendilerine kalan yuvalanma merkezi olan Medine'ye hicret edince de hoşlanmadılar.

Dolayısı ile daha ilk günden Peygambere karşı düşman oldular. Ve kendisine savaş meydanlarında açıkça düşmanlık yapamayınca, tuzak, hile savaşına başvurdular ve ne kadar açık İslam düşmanı, münafık varsa peşlerine taktılar. Ve Resulullah ile aralarında savaş sürüp gitmiş sonunda Resulullah onları yarımadanın tamamından sürüp çıkarmış ve yarımadayı tümü ile İslam yurdu yapmıştır.

Bu doğru yol kendilerine apaçık belli olduktan sonra gerisin geriye dönen münafıklar, yahudilere "Bazı işlerde size itaat edeceğiz" dediler. Büyük bir ihtimale göre bu boyun eğmeleri hilede tuzak kurmada islama ve islamın peygamberine komplo kurmada idi.

"Oysa Allah onların gizlediklerini bilir."

Bu da onların sözünden sonra gelen tehdit dolu bir ifadedir. O halde onların komplolarının gizlice konuşmalarının ne değeri olabilir? Bunların ne etkisi olabilir? Çünkü bunlar yüce Allah'ın ilminde apaçık ortada ve O'nun gücünün karşısındadırlar.

Sonra komplocular hayatlarının son demlerinde Allah'ın askerleri ile tehdit edilmektedirler.

27- Ya melekler onların yüzlerine ve sırtlarına vurarak canlarını alırken durumları nasıl olacak?

Bu gerçekten dehşet saçan alçaltıcı bir tablodur. Onlar can çekişmektedirler... Ne güçleri kalmıştır ne de çareleri... Bu yeryüzündeki yaşantılarının sonundalar. Diğer hayatlarının, yüzlerine ve sırtlarına vurula vurula, başlayan hayatlarının başındalar. Ölüm anında darlık, sıkıntı ve korku dolu ölüm anındalar... Kendilerine doğru yol belli olduktan sonra geriye döndükleri sırtlarına vurula vurula başlayan bir hayattır bu. Aman Allah'ım! Bu ne kötü bir facia! ..

28- Bu, Allah'ı gazaplandıran şeye uymaları ve O'nun rızasından hoşnut olmamalarından ötürüdür. Allah ta onların işlerini boşa çıkarmıştır.

Bu akibeti isteyenler ve tercih edenler kendileridir. Yüce Allah'ı gazaplandıran münafıklığa, günaha yönelen, Allah'ın ve O'nun dininin ve Peygamberinin düşmanları ile komplo kuranlar ve onlara uyanlar bizzat kendileridir. Allah'ın hoşnutluğunu sevmeyen, onu elde etmek için amel etmeyenler aksine Allah'ı gazaplandıran ve kızdıran şeyleri yapanlar da kendileridir. Ve Allah ta müminlere karşı komplo ve tuzak kurarlarken, beğendikleri ve birbirlerine karşı övünme konusu edindikleri bir maharet ve üstün bir iş saydıkları "İşlerini boşa çıkarmıştır." Ve bir de ne görsünler bu amelleri büyümüş büyümüş, kabarmış, şişmiş, sonra da yok olup kaybolmuştur.



MÜNAFIKLARI KONUŞMALARINDAN TANIRSIN

29- Yoksa, kalplerinde hastalık olanlar, Allah'ın onların kinlerini dışarı vurmayacağını mı sandılar?

30- Biz isteseydik onları sana gösterirdik de, sen onları yüzlerinden tanırdın. Andolsun ki sen onları, konuşma üslubundan tanırsın. Allah bütün yaptıklarınızı bilir.

31- Andolsun ki içinizden cihad edenlerle sabredenleri belirleyinceye kadar ve söylediğiniz sözlerin doğru olup olmadığını açıklayıncaya kadar sizi imtihan edeceğiz.

Doğrusu münafıklar, münafıklık sanatını iyi becermelerine ve genel olarak müslümanlar tarafından tanınmamalarına güveniyorlardı. Ancak Kur'an onların bu münafıklıkları sürekli gizli kalacak şeklindeki zanlarını, alaya almakta ve onları, durumlarını ortaya çıkarmakla ve müslümanlara duydukları kinleri ve nefretleri meydana koymakla tehdit etmektedir. Ve Peygamberine "Biz isteseydik onları sana gösterirdik de sen onları yüzlerinden tanırdın" demektedir. Yani biz isteseydik, onları teker teker, ayrı ayrı tanıtırdık da sen onlardan, kimi görsen simasından tanırdın. (Bu ayet yüce Allah'ın Peygambere onlardan bir zümreyi, isimleri ile teker teker açıklamasından önce inmişti) Bununla birlikte, onların konuşmaları ses tonları, sözü doğru anlamından saptırmaları ve seninle konuşurken sözlerinin mantık dışına çıkması tüm bunlar sana onların münafık olduklarını ifade eder de sen "Andolsun ki sen onları konuşma üslubundan tanırsın." Ve yaptıkları ameller ve o amellere yol açan nedenler yüce Allah'ın herşeyi kuşatan ilmine yükselir. "Allah bütün yaptıklarınızı bilir." Onun için gizli kapaklı hiçbir şey yoktur.

Sonra yüce Allah'ın imtihan vaadi gelmektedir. Mücahidler, sabredenler ortaya çıksın, başkalarından ayrılsın diye, durumları bilinsin ve saflar arasında başkaları ile karıştırılmasınlar diye, sonra münafıkların zayıfların ve sabırsız kimselerin durumlarının gizli kalması için bir ortam kalmasın diye İslâm toplumunun tümüne yönelik bir imtihan vaadi yer almaktadır:

"Andolsun ki içinizden cihad edenlerle sabredenleri belirleyinceye kadar ve söylediğiniz sözlerin doğru olup olmadığını açıklayıncaya kadar sizi imtihan edeceğiz."

Yüce Allah, ruhların özünü ve cevherini bildiğine göre, ruhların durumlarını bildiğine göre ve ilmiyle bütün olayları gerçekten kuşatmış olduğuna göre, bu imtihan da ne demek oluyor? İmtihan sonucu ortaya çıkan sonuç ile imtihanın gerisinde kim içindir bu ilim?

Hikmeti açık (yüce) olan Allah, insanoğlunu gücü dahilinde olan şeylerle, temel yapısı ve yetenekleri sınırı içinde olan şeylerle yükümlü kılar. İnsanlar O'nun bildiği gizli gerçekleri bilmezler. O halde gerçeklerin ortaya çıkarılması gerekir ki insanlar da onları kavrasınlar, öğrensinler, kesin bilgi ile bilsinler ve sonra da onlardan yararlansınlar...

Sıkıntı ile bolluk ve rahatlık ile, nimet ve sefalet ile, rahatlık ve darlık ile, zorluk ve ferahlık ile imtihan edilmek... Bütün bunlar ruhların temel yapısında ve cevherinde gizli olan ve hatta kişilerin bizzat kendilerince bile meçhul olan cevheri ortaya çıkarır.

İmtihan sonucu ruhlardan ortaya çıkan cevherleri yüce Allah'ın bilmesine gelince, bunun anlamı insanların gördükleri belirtiye O'nun ilminin bağlanmasıdır. İnsanlara etki eden, duygularını ortaya çıkaran ve güçlerindeki araçlarla hayatlarını yönlendiren, onların ruhlarının derinliklerinde olan gizli gerçekleri akıllarının kavrayabileceği biçimi ile görmeleridir. İşte yüce Allah'ın imtihanla gözetmiş olduğu hikmet böylece ortaya çıkar ve gerçekleşir.

Bununla birlikte mümin olan bir kul Allah'ın belası ve imtihanı ile karşı karşıya gelmemeyi temenni eder, O'nun vereceği esenliği ve rahmetini arzu eder. Buna rağmen Allah'ın belasına uğrayınca, ona sabreder çünkü onun gerisinde gizli olan hikmeti kavramıştır, Allah'ın hikmetine güvenerek, rahmetini ve imtihandan sonra vereceği esenliği arzu ederek, O'nun dilemesine teslim olur. Rivayet edilir ki, sofï Fudayl bu ayeti okuyunca ağlar ve şöyle dermiş: Allah'ım bizi imtihan etme! Çünkü bizi imtihan edersen biz rezil rüsvay oluruz. Sırlarımız ortaya çıkar ve senin azabına uğrarız...



32- Nankörlük edip Allah yolundan alıkoyanlar ve kendilerine doğru yol belli olduktan sonra peygamberi incitenler, Allah'a hiçbir zarar veremezler. Allah onların işlerini boşa çıkaracaktır.

33- Ey inananlar, Allah'a ve Rasulüne itaat edin, işlerinizi boşa çıkarmayın.

34- Nankörlük edip Allah yoluna engel olan, sonra kafir olarak ölenleri Allah affetmeyecektir.

35- Sakın gevşemeyin. Üstün olduğunuz halde barışa davet etmeyin. Allah sizinle beraberdir. O amellerinizi asla eksiltmez.

36- Doğrusu dünya hayatı ancak oyun ve eğlencedir. Eğer iman eder sakınırsanız Allah size mükafatlarını verir ve sizden mallarınızın tümünü sarf etmenizi istemez.

37- Eğer sizden onları isteyip de sizi zorlasa, cimrilik edecektiniz. O da kinlerinizi ortaya çıkaracaktı.

38- İşte sizler, Allah yolunda harcamaya çağrılıyorsunuz; fakat içinizden kiminiz cimrilik ediyor. Kim cimrilik ederse o ancak kendisine cimrilik eder. Allah zengindir, sizler fakirsiniz. Eğer yüz çevirecek olursanız, yerinize başka bir toplum gelir de onlar sizin gibi olmazlar.

Surenin bu son bölümünün ilk kesimi "Nankörlük edip Allah yolundan alıkoyanlar ve kendilerine doğru yol belli olduktan sonra peygamberi incitenler, Allah'a hiçbir zarar veremezler. Allah onların işlerini boşa çıkaracaktır" ayetin kapsamına girenlerden söz etmektedir. Bunlar büyük bir ihtimal ile surenin başında kendilerine söz edilen müşriklerdir. Çünkü İslam davasının önüne dikilme yüzsüzlüğü ve şımarıklığı tam onlara uygun düşmektedir. Ortada başka ihtimal olsa da Allah yolundan çevirmek ve Resulullah'a karşı gelmek şeklinde dile getirilen bu şımarıklık ancak onlarca uygun düşmektedir. Bir diğer ihtimale göre, bu ayetin hükmü her yer ve zamanda geçerlidir. İslam davası karşısında aynı tutumu takınan herkese yöneliktir yani Medine'deki yahudileri, münafıkları kapsamakta onlar da açık ya da gizli İslam davası aleyhine aynı tutumu takınırlarsa, onları da aynı akibetle tehdit etmektedir. Fakat ne olursa olsun birinci ihtimal daha güçlüdür.

İkinci ve son bölümde ise, surenin sonuna dek müminlere seslenilmektedir. Yüce Allah onları canları ile ve malları ile cihadı sürdürmeye çağırmaktadır. Gevşemeksizin ya da zayıflık gibi, akrabalık gibi veya bir yararı gözetme gibi, bir etkene boyun eğmeksizin zalim ve azgın küfür ile ateşkese çağırmaksızın, cihadı sürdürmeye çağırmaktadır. Yüce Allah'ın insanların gönüllerindeki -yaratılıştan- mala düşkünlüğü gözönüne alarak, onların güçlerinin yetebileceği sınırlar içinde kalarak, harcamayı farz kıldığı dünya malına ihtiras göstermeden, cihadı sürdürmeye çağırmaktadır. Eğer bu davanın yükümlülüklerini yerine getirmezlerse yüce Allah onları bu davanın üstlenilmesi ve kabul edilmesi şerefinden mahrum etmekle ve yerlerine bu davanın yükümlülüklerini yerine getiren ve değerini bilen bir başka toplum getirmekle tehdit etmektedir. Bu tehdit surenin atmosferine uygun düşen sert dehşet verici bir tehdittir. Ayrıca bu son kesim de, o zamanlar münafıkların dışında, müslümanların saflarında var olan çeşitli ruhsal durumları tedavi etmek hedefi olduğuna işaret de vardır. Buna ek olarak bu son kesim gönülleri rivayetlerde meşhur olan davaya canla başla sarılma, kendini bütün benliği ile davaya verme ve fedakârlık gibi özellikleri yerleştirmek için tedavi etmektedir. Müslüman toplumda bu karekterlerin her ikisini de taşıyan insanlar vardı. Ve Kur'an davadan geri kalanları yüce ve şerefli seviyeye yüceltmek için gönülleri tedavi edip eğitiyordu.

"Nankörlük edip Allah yolundan alıkoyanlar ve kendilerine doğru yol belli olduktan sonra peygamberi incitenler, Allah'a hiçbir zarar veremezler. Allah onların işlerini boşa çıkaracaktır."

Bu ifade yüce Allah'ın kesin kararı ve verilmiş sözüdür. Şöyle ki, inkar edenler, insanlara ulaşmasın diye hak davanın karşısına dikilenler, güç kullanarak, para harcayarak, hileye başvurarak ya da herhangi bir aracı kullanarak insanları hak davadan çevirenler. Resulullah'a sağlığında savaş açarak, gittiği yolunda O'na aykırı davranarak hak davanın dışında başka saflara katılarak... Ya da ölümünden sonra Peygambere dini ile şeriati ile, getirdiği sistem ile sünnetine uyanlar ile ve davası üzere bulunanlar ile "Kendilerine doğru yol belli olduktan sonra" Peygamberin getirdiği davanın hak olduğunu öğrenip fakat heveslerine uyduktan sonra. İnatları kendilerini azdırdıktan, arzuları kendilerini kör ettikten ve dünya menfaati kendilerini peşinden sürükledikten sonra... Evet bunlardan sonra Peygambere düşmanlık edenler...

Evet yüce Allah'ın kesin kararı ve verilmiş sözüdür ki bu inkarcı düşmanlar "Allah'a hiçbir zarar veremezler." Onlar Allah'a zarar verme konusunda adları anılmaya değmeyecek kadar zayıf ve cılızdırlar. Fakat ayetin amacı bu değildir. Gaye o kafirler, Allah'ın dinine, sistemine ve O'nun davasını güdenlere asla zarar veremeyeceklerini belirtmektir. Onlar yüce Allah'ın koyduğu kanunlarını ve adetini ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar ve bazı müslümanları belli bir süre ne kadar incitirse incitsinler, asla değiştiremeyeceklerdir. Çünkü onların bu yapacakları yüce Allah'ın gözettiği bir hikmet dolayısı ile kendi izni ile geçici bir süre meydana gelen beladır. Yoksa yüce Allah'ın adetine, kanununa, nizamına, sistemine ve nizamı ile sistemini izleyene kullarına yönelik gerçek bir zarar değildir. Çünkü akibet belirlenmiştir. Akibet "Onların işlerini boşa çıkaracaktır." Böylece akibet tıpkı zehirli otları yiyen davarların akibeti gibi kaybetmek, arzusuna ulaşamamak ve mahvolup gitmektir. İnkar edenlerin, Allah'ın yolundan insanları çevirenlerin, Peygambere düşmanlık edenlerin korkunç akibetlerinin ışığı altında, yüce Allah inananlara yöneliyor. Onları bu akibete düşmekten sakındırıyor, kendilerini Allah'a ve Peygambere itaate yönlendiriyor.

"Ey inananlar, Allah'a ve Resulüne itaat edin, işlerinizi boşa çıkarmayın."

Bu emir o zamanlar İslam toplumunda itaatın mükemmelini araştırmayan, ya da islamın koyduğu bazı yükümlülükleri zor kabul eden veya islamın karşısına dikilen ve O'nun her yönden gücünü deneyen güçlü ve çetin, çeşit çeşit zümrelerle cihad etmenin gerektirdiği fedakârlıkları katlanılmaz sayan bir zümre olduğunu gösterir. Bu is lamla çarpışan zümreleri müslümanlara ortak yararlar ve akrabalık bağları bağlıyordu. Bu bağlardan İslam inancının gerektirdiği şekilde, tamamı ile vazgeçmek ve onları kesip atmak son derece zordu.

Bu emir samimi müslümanların ruhlarına derin ve şiddetli bir etki bırakmıştı. Bu emir nedeni ile kalpleri ürpermiş, bunun sonucunda amellerini boşa çıkaracak ve iyiliklerini yok edecek şeyler yapmaktan korkmuşlardı.

Nasr oğlu Mervezli İmam Ahmed, kitabının namaz bölümünde derki: Bize Ebu Kudame, Veki', Rey'li Ebu Cafer, Enes oğlu Rabi', Ebulahye kanalı ile haber verdi. Ve dedi ki: Resulullah'ın sahabeleri Allah'a şirk koşulduğunda hiçbir amelin yarar sağlamadığı gibi, bir insan "La ilahe illallah" derse ona hiçbir günah zarar vermez görüşünde idiler. Bunun üzerine "Allah'a ve Rasulüne itaat edin, işlerinizi boşa çıkarmayın." ayeti indi. Bunun üzerine günahlarının iyi amellerini geçersiz kılmasından korkmaya başladılar.

Mübarek oğlu Abdullah, Ma'ruf oğlu Bekr, Hayyan oğlu Mukatil, Nafi kanadından gelen bir habere göre Hz. Ömer'in oğlu şöyle der: "Bizler Resulullah'ın sahabeleri olarak, iyi amellerden ne yapılmışsa hepsi kabul olunur diye düşünüyorduk. Nihayet şu ayet indi: "Allah'a ve Resulüne itaat edin, işlerinizi boşa çıkarmayın." Bu ayet inince bizler, amellerimizi boşa çıkaran nedir ki? demeye başladık. Sonra herhalde bunlar büyük günahlar ve yüz kızartıcı sözler ve işlerdir diye yorum yapmaya başladık. Nihayet "Allah kendisine ortak koşma suçunu bağışlamaz. Bunun dışındaki suçları dilediğine bağışlar." (Nisa suresi, 116) ayeti indi. Bu ayet inince bu konuda konuşmaktan vazgeçtik. Büyük günah işleyenlerle yüz kızartıcı işler yapıp ve sözler söyleyenlerin akibetlerinden korkmaya ve o günahları işlemeyenlerin akibetlerinin iyi olacağını ummaya başladık.

Bu hadis ve haberlerden, Kur'an ayetlerini Peygamberden alan samimi müslümanların ruhsal durumları nasıldı? Ayetler karşısında nasıl ürperip titrerlerdi, nasıl sarsılır korkarlardı? Ayetlerin düşmanlık ve intikamına uğramaktan nasıl kaçınırlardı? Ayetlere uygun kimseler olmak için, kendilerini o ayetlere uydurmak için nasıl çabalarlardı? Bunlar bu hadis ve haberlerden açıkça görülmektedir. İşte Allah'ın kutsal sözlerini almadaki bu duyarlılıkla müslümanlar bu ayette kınanan kimseler olmaktan kurtulmuşlardı.

Sonra bu ayeti izleyen ayette, yüce Allah onlara, Resulullah'a düşmanlık eden, ona itaat etmekten kaçınan sonra da bu sapıklıkta ısrarlı olup şu dünyadan kafir olarak göçüp giden kimselerin akibetlerini açıklıyor:

"Nankörlük edip Allah yoluna engel olan, sonra kafir olarak ölenleri Allah affetmeyecektir."

Bağışlanma için fırsat yalnız bu dünyada vardır. Tövbe kapısı kafirler ve isyankarlar için bu dünyada can boğaza gelip dayanıncaya kadar açık kalacaktır. Can boğaza gelip dayanınca ne tövbe geçerli olacaktır ne bağışlanma olacaktır. Artık fırsat bir daha geri gelmemek üzere geçip gidecektir.

Bu ayet kafirlere seslendiği gibi müminlere de seslenmektedir. ama kafirler için bu ayet, tövbe kapıları kapanmadan önce durumlarını düzeltmeleri ve tövbe etmeleri için bir korkutma müminler için ise, kendilerini bu uğursuz, bu tehlikeli yola yaklaştıracak tüm araçlardan ve vesilelerden kaçındırma ve uyarı anlamı taşır.

Biz bütün bunları daha sonra gelen ayetlerde, gevşemenin yasaklanmasından, barışa davet edilmesinden anlıyoruz. Nitekim bir önceki ayette de Peygambere düşmanlık eden inkarcıların akibetleri açıklanmıştır.

"Sakın gevşemeyin. Üstün olduğunuz halde barışa davet etmeyin. Allah sizinle beraberdir. O amellerinizi asla eksiltmez."

Bu ayet müminleri sakındırmakta ve Peygambere düşmanlık eden inkarcıların akibetlerini, onların gözleri önüne koymakta ve onları bu akibetin uzaktaki hayalinden bile sakındırmaktadır.

Bu sakındırma, müslümanların arasında bitip tükenmek bilmeyen cihadın yükümlülüklerini ve sürekli meşakkatini ağır bulan, cihad karşısında azim ve kararlılıkları gevşeyen barış ve ateşkes arzulayarak savaşların güçlüklerinden kurtulup rahata kavuşmak isteyen kimselerin olduklarını ima etmektedir. Belki de bunların bazılarının müşriklerle akrabalık ve kan bağları vardı. Ya da müşriklerle karşılık yarar ve mal bağları vardı. İşte bu faktörler onları barışa ve ateşkes istemeye yöneltiyordu. İnsan ruhu hep aynı ruhtur. İşte İslam terbiyesi bu gevşekliği ve bu gibi insanın yaratılışında doğuştan var olan duyguları kendine özel araçlarla tedavi eder. Ve İslam terbiye sistemi bu alanda gerçekten olmazı başarmıştır. Fakat bu, bazı ruhların derinliklerinde -özellikle Medine döneminin ilk yıllarında olmak üzere- bu gibi kalıntıların olmadığı anlamına gelmez. Nitekim bu ayet o çeşit kalıntıların bir kısmını tedavi etmektedir. Şimdi biz Kur'an'ın ruhları nasıl ele aldığına bir göz atalım. Bizler terbiye konusunda Kur'an'ın atmış olduğu adımları izlemek ve araştırmak zorundayız. Ve buna muhtacız çünkü o günkü insanların ruhları ile bugünkü insanların ruhları hep aynıdır.

"Sakın gevşemeyin. Üstün olduğunuz halde barışa davet etmeyin. Allah sizinle beraberdir. O amellerinizi asla eksiltmez."

Sizler üstün ve galipsiniz. O halde gevşeyip de kafirleri barışa çağırmayın. Siz inanç sistemi ve hayat görüşü bakımından daha üstünsünüz. Sizler en üstünsünüz çünkü yücelerin yücesi ile bağınız ve bağlantınız var. Sizler, sistem bakımından, hedef bakımından ve gaye bakımından daha üstünsünüz. Sizler duyguca, ahlakça ve hareketçe daha üstünsünüz. Sonra... Ve sizler güç, konum ve destek bakımından en üstünsünüz. Çünkü en üstün kuvvet sizinle birliktedir. "Allah sizinle beraberdir." Şu halde siz yalnız değilsiniz. Yüce, Cabbar, herşeye gücü yeten, en üstün olan Allah sizlerle birliktedir. O sizlere yardımcıdır, sizlerle birliktedir. Sizleri savunmaktadır. Allah sizlerle birlik olduktan sonra, bu düşmanlarınız ne anlam ifade eder? Bütün gönülden bağışladıklarınız, tüm yaptıklarınız ve yapmak zorunda kaldığınız tüm fedakarlıklar sizin lehinize hesaba dahil edilecek ve yüce Allah onların bir zerresini bile gözardı etmeyecektir. "O amellerinizi asla eksiltmeyecektir." Yüce Allah amellerinizden bir zerre bile kesmez. Yaptıklarınızın sonuçlarından, semerelerinden ve mükafatından size ulaşmayan bir zerre bile kalmaz.

Şu halde yüce Allah'ın kendisini en üstün kıldığı, kendisi ile birlikte olduğunu, yaptığı amellerin zerre kadar karşılığını eksik etmeyeceğini dolayısı ile yüce Allah'ın katında şerefli olacağını, yardım edilip mükafat göreceğini bildirmiş olduğu bir kimse, neden gevşer, kendini zayıf görüp de düşmanı barışa çağırır?

El atılan birinci nokta bu... İkinci noktada ise müslümanların bazı fedakarlıklara katlanmak zorunda kalabilecekleri dünya hayatının değersizliği ifade edilirken ahirette mükafatlarını tam olarak alacakları ve bu mükafatları elde etmek için de ağır bir mali bedel ödemek zorunda kalmayacakları belirtilmektedir:

"Doğrusu dünya hayatı ancak oyun ve eğlencedir. Eğer iman eder sakınırsanız Allah size mükafatlarınızı verir ve sizden mallarınızın tümünü sarf etmenizi istemez."

Dünya hayatı, eğer bu hayatın gerisinde daha şerefli ve daha kalıcı bir hedef olmazsa, yüce Allah'ın sisteminden uzak olarak hayat sürülürse ancak bir oyun ve bir eğlenceden ibarettir. Bu öyle bir sistemdir ki, bu dünya hayatını ahiretin tarlası ve halifelik nimetini ebedi ahiret yurdunu elde etmenin aracı olarak kılar. İşte ayetin ikinci paragrafında işaret edilen nokta budur. "Eğer iman eder sakınırsanız Allah size mükafatınızı verir." Dünya hayatını bir oyun ve bir eğlence olmaktan çıkaran ve ona ciddiyet damgasını vuran, onu hayvansal seviyeden çıkarıp yücelerin yücesine bağlı olan doğru yoldaki halifelik seviyesine yükselten ancak ve ancak iman ve takvadır... İşte o gün, Allah'tan korkan müminin can-ı gönülden feda ettiği dünya hayatındaki şeyler boşa gitmez, yok olmaz. İşte ebedi ahiret yurdunda bol mükafat ancak bununla elde edilir. Tabi bununla birlikte yüce Allah, insanlardan tüm mallarını harcamalarını istemiyor. Getirdiği yükümlülüklerle ve farzlarla onları sıkıntıya sokmak istemiyor. Çünkü O ruhların ve nefislerin yaratılış ve fıtrat itibarı ile dünya malına düşkün olduklarını bilmektedir. Ve yüce Allah bir kimseye ancak yapabileceğini yükler. Dolayısı ile yüce Allah, kullarının mallarının tümünü harcamalarını isteyip de onları sıkıntıya sokup, kinlerini ortaya çıkarmayacak kadar onlara karşı merhametlidir.

"Eğer sizden onları isteyip de sizi zorlasa, cimrilik edecektiniz. O da kinlerinizi ortaya çıkaracaktı."

Bu ifade lütuf sahibi, herşeyi bilen yüce Allah'ın hikmetini göstermekte, bu dinin yükümlülüklerinde gözetmiş olduğu çok hassas planlamayı, yükümlülükleri getirirken insanın fıtrat ve yaratılışı nasıl gözettiğini ve bu dinin insanın tüm yetenekleri güçleri ve genel durumu ile, insanın insanlığı ile nasıl uyum içinde olduğunu ortaya koyan bir ifadedir. Bu din, insanî, kutsal bir nizam kurmak için getirilmiş kutsal bir inanç sistemidir. Bu din kutsal bir sistemdir dedik, çünkü bu dinin sistemini ve kurallarını belirleyen yüce Allah'tır. İnsanî bir sistemdir dedik, çünkü yüce Allah insanlara yükümlülükler koyarken insanın gücünü ve ihtiyaçlarını gözetmiştir. Çünkü insanoğlunu yaratan O' dur. O halde yarattıklarını en iyi bilen de O' dur ve O herşeyi bilen lütuf sahibidir.

En sonunda, yüce Allah insanları, Allah yolunda harcama çağrısı karşısında gerçek ruhsal durumları ile yüzyüze getiriyor. Ve ruhların dünya malına olan düşkünlüklerini Kur'an'ın çeşitli araçları ile tedavi ediyor, nitekim aynı ruhları cihad çağrısı karşısında canlarına düşkün oldukları zaman da tedavi etmişti."İşte sizler, Allah yolunda harcamaya çağrılıyorsunuz; fakat içinizden kiminiz cimrilik ediyor. Kim cimrilik ederse o ancak kendisine cimrilik eder. Allah zengindir, sizler fakirsiniz. Eğer yüz çevirecek olursanız, yerinize başka bir toplum gelir de onlar sizin gibi olmazlar."

Bu ayet, o günkü müslüman toplumun gerçek durumunu yansıtan ve her toplumda insanların mallarını Allah yolunda harcama çağrısı karşısındaki ruhsal durumlarını gösteren bir tablo çizmektedir. Ayet onların arasında cimrilik edecekler çıkabileceğini ifade etmektedir. Bunun anlamı hiçbir fedakarlıktan kaçınmayarak cimrilik etmeyenler de çıkabileceğidir. Ve bu durum gerçekten meydana gelmiştir. Bunun örneklerini doğrulayan birçok rivayetler kaydettiği gibi Kur'an-ı Kerim'de birçok yerlerinde belirtir. İslam dini bu alanda, hoşnutlukla can-ı gönülden verme ve fedakarlık etmenin ve verip harcayarak ferahlık duymanın olağanüstü sayılabilecek örneklerini gerçekleştirmiş ve insanlığa sunmuştur. Ancak şu kadar var ki, bu söylediklerimiz ortada mala karşı düşkün kimselerin olabileceğine engel değildir. Herhalde bazıları için canı ile cömertlik etmek, malı ile cömertlik etmekten çok daha kolaydı.

Kur'an-ı Kerim, bu ayette bu tür cimriliği ele almakta ve tedavi etmektedir: "Kim cimrilik ederse o ancak kendisine cimrilik eder."

İnsanların can-ı gönülden Allah yolunda harcadıkları ancak ve ancak kendileri için biriktirilmiş bir sermayedir, sermayeye muhtaç olacakları o gün, sahip oldukları herşeyden soyutlanmış olarak mahşere gelip toplanacakları gün o sermayeyi önlerinde hazır bulacaklardır. Eğer Allah yolunda harcamakta cimri davranırlarsa, ancak ve ancak kendilerine cimri davranmış olurlar. Ancak kendi sermayelerini azaltmış olurlar, mal harcamaktan kaçınırlarsa kendi nefisleri için harcamamış olurlar, kendilerini kendi elleri ile gelecekte mahrumiyete düşürmüş olurlar.

Evet... Şu halde yüce Allah onlardan mal harcamayı ancak kendileri adına hayır dilediği için, nasiplerini çoğaltmak için kendi nasiplerini saklamak ve biriktirmek için istemektedir. Harcayıp sarfettikleri şeylerden hiçbirisi yüce Allah'a erişmediği gibi kendisi onların harcadıkları şeylere muhtaç da değildir.

"Allah zengindir sizler ise fakirlersiniz."

Size mallarınızı veren O'dur. Harcadığınız şeyleri kendi katında sizlerin adına biriktiren O'dur. Dünyada size verdiklerine kendisi asla muhtaç değildir. Ahiret için biriktirdiğiniz sermayelerinize de muhtaç değildir. Her iki dünyada da ve her iki durumda da sizler O'na muhtaçsınız. Dünyada O'nun vereceği rızka muhtaç olan sizlersiniz. Sizler rızık namına hiçbir şeye güç yetiremezsiniz. Elde ettiğiniz ne varsa ancak O'nun sizlere bahşettiği şeylerdir. Ve ahirette O'nun vereceği karşılığa muhtaç olan da sizlersiniz. Size rızıkla ihsanda bulunan da O'dur. Sizler ise üzerinize gerekli olan hiçbir şeyi veremezsiniz O'na. Üstelik ahirette de sizlerin biriktirmiş olduğunuz bir sermayeniz de yoktur. Ancak sözkonusu olan O'nun sizlere ihsanıdır.

O halde bu cimrilik niye? Bu ihtiras niye? Ellerinizde ne varsa, harcadıklarınıza karşılık elde edeceğiniz ne varsa hepsi yüce Allah'ın katından gelmektedir ve O'nun ihsanıdır. Arkasından son hüküm gelmektedir. Bu da bu konuda bütün sözleri kesip atan bir hükümdür.

Yüce Allah'ın kendi davasını götürmeniz için sizleri seçmesi, sizlere verilmiş bir şeref, bir ihsan ve bir bağıştır. Eğer sizler bu ihsana layık olmaya çalışmaz iseniz, sizler bu makamın yükümlülüklerini yerine getirmez iseniz ve sizler kendinize verilen şeyin değerini kavramaz da bunun dışındaki herşeyi değersiz görmezseniz yüce Allah bahşetmiş olduğu şeyleri geri alır ve ihsanı bahşetmek için sizin dışınızda, bunun değerini bilecekleri seçer. '

"Eğer ondan yüz çevirirseniz yerinize sizden başka bir toplum getirir de onlar sizin gibi olmazlar."

Bu ayet, imanın tadını tadan, onun Allah katında şerefini ve şu kainattaki yerini hisseden kimse için ürpertici bir uyarıdır. Çünkü inanan insan bu büyük ve kutsal sırrı beraberinde taşır, yeryüzünde Allah'ın kalbine bahşetmiş olduğu güç ile benliğine vermiş olduğu nur ile yürür, Mevlasının işareti üzerinde olmak üzere, yeryüzünde dolaşır.

İnsanın gerek niteliğini taşıyan ve O'nunla bütünleşerek yaşayan bir insanın, bir süre sonra ondan mahrum edildiğini, bu sığınağın dışına atıldığını, kapandığını düşünelim. Bu insan bu yeni hayata dayanamaz, ondan zevk alamaz. Hatta yaşadığı yeni hayat önce Rabbine bağlı iken sonra önüne perdeler gerilen kimse için cehenneme döner.

Gerçekten iman büyük bir bağıştır. Buna şu kainatta hiçbir şey denk değildir. İman, terazinin bir kefesine, imanın dışında ne varsa kefenin öbürüne koyulup karşılaştırılınca, hayat değersiz mi değersiz, dünya malı önemsiz mi önemsizdir.

İşte bunun için bu uyarı bir müminin karşılaşabileceği en korkunç bir uyarıdır. Çünkü mümin bu uyarıyı yüce Allah'tan almaktadır.